Âyetlerin Öncekilerle Münâsebeti
Medine'de inmiştir. 24
âyettir.
Haşr sûresi Medine'de inmiştir. Burada inen diğer sûreler
gibi ahkâm konularına önem verir. Bu mübarek sûrenin ağırlık verdiği ana konu Nadi-roğulları gazvesidir.
Bunlar, Rasulullah (s.a.v) ile yaptıkları ahdi bozan Ya-hudilerdir. Ahdi bozdukları
için Rasulullah (s.a.v) onları Medine-i Münev-vere'den sürgün etmişti. Onun içindir ki İbn Abbas bu sûreye "Nadiroğulla-rı Sûresi"
derdi. Bu sûrede, aynı zamanda yahudilerle anlaşma
yapan münafıklardan söz edilir. Kısacası bu sûre gazveler, cihâd
ve ganimetler süresidir.
Bu mübarek sûre
Allah'ı noksan sıfatlardan tenzih etme ve yüceltme ile başlar. Bütün kâinat,
içinde bulunan insan, hayvan, bitki ve cansız ne varsa hepsi ile birlikte
Allah'ın birliğine, gücüne ve azametine şahitlik eder, onun büyüklüğünü ve
saltanatını anlatır: Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ı teşbih
etmektedir. O üstündür, hikmet sahibidir.
Daha sonra bu sûre, yahudilerin yurtlarından ve vatanlarından sürgün edilmesi
suretiyle, Allah'ın kudretinin bazı eserlerini ve İzzetinin tezahürlerini
anlatır. Oysa ki yahudiler sağlam kalelerde
bulunuyorlar ve kimsenin kendilerine gücü yetmeyecek derecede güçlü ve kuvvetli
olduklarına inanıyorlardı. Neticede, hiç hesaplarında olmayan bir taraftan Allah'ın
azabı geliverdi: "Ehl-i Kitab'tan
inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur
Sonra bu sûre tey ve ganimet işini ele alır. Fey'in
şartlarını ve hükümlerini açıklar. Fakirlere tahsis edilmemesinin hikmetini
izah eder ki, zenginler onu kendilerine seçmesinler ve toplum tabakaları
arasında biraz eşitlik meydana gelsin. Çünkü bunda her iki grubun da yaran
vardır ve bu âmme yararını gerçekleştirir: Allah'ın, fethedilen ülkeler
halkının mallarından Peygamberine verdiği ganimetler, Allah, Peygamber,
yakınları, yetimler ve yoksullar... içindir."
Bu mübarek sûre, Rasulullah (s.a.v)'m Ashabından (r. anhum)
güzel bir övgü ile bahseder. Muhacirlerin faziletlerinden ve Ensâr'm yaptıkları iyi hareketlerden övgü ile bahseder.
Çünkü Muhacirler Allah sevgisi uğruna yurtlarını ve vatanlarını bırakmışlardı. Ensar ise Allah'ın dinine yardım edip, fakir ve muhtaç
olmalarına rağmen, Muhacir kardeşlerine mallarım ve yurtlarını vererek, onları
kendilerine tercih etmişlerdi: "Yurtlarından ve mallarından çıkarılmış
olan, Allah'tan bir lütuf ve rıza dileyen, Allah'ın dinine ve Peygamberine
yardım eden fakir Muhacirlerindir..."
Muhacir ve Ensâr'm zikrine karşılık, sûre, İslama
karşı Yahudilerle anlaşma yapan kötü münafıkları anlatır. Onlar için en kötü
misalleri getirir. Sûre onları, insanı küfür ve dalâlete teşvik eden sonra da
ondan uzaklaşıp yardımsız bırakan şeytana benzetir. İşte münafıkların,
kardeşleri Yahudilerle olan durumu böyledir: "Münafıkların, Ehl-i Kitabdan inkâr eden
dostlarına, "Eğer siz yurdunuzdan çıkanlırsanız,
mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız..." dediklerini görmedin mi?"
Bu sûre mü'minlere, soy ve sopun fayda
vermeyeceği, mal ve makamın bir yarar sağlamayacağı o korkunç günü hatırlamalarını
öğütler. Cennet ehli ile Cehennem ehli arasındaki korkunç farkı, adalet ve
hesap yurdunda bahtiyarlarla bedbahtların akıbetlerini açıklar: "Ey iman
edenler! Allah'tan korkun. Ve herkes yarın için ne hazırladığına
baksın..."
Bu mübarek sûre, Allah'ın
güzel isimlerini ve yüce sıfatlarını anlatarak ve O'nun noksan sıfatlardan
uzak olduğunu belirterek sona erer: "O, öyle bir Allah'tır ki, O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur..." Böylece sûrenin başlangıcı ile sonu en güzel
şekilde birbirlerine uygun düşmüştür. [1]
Bismillâhirrahmâuirrahîm
1. Göklerde
ve yerde olanların hepsi Allah'ı teşbih etmektedir. O, üstündür, hikmet
sahibidir.
2. Ehl-i kitabtan inkâr edenleri,
ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Siz onların çıkacaklarını sanmam
ıştın iz. Onlar da kalelerinin kendilerini Allah'tan koruyacağını sanmışlardı.
Ama Allah (azabı,) onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku
düşürdü; öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü'minlerin
elleriyle harap ediyorlardı. Ey akıl sahipleri! İbret alın.
3. Eğer
Allah onlara sürgünü yazmamış olsaydı, elbette onları dünyada başka şekilde cezalandıracaktı. Âhirette
de onlar için ateş azabı vardır,
4. Bu,
onların Allah'a ve Peygamber'ine karşı gelmelerinden dolayıdır. Kim Allah'a
karşı gelirse bilsin ki Allah'ın cezalandırması çetindir.
5. O
kestiğiniz veya kökü üzerine dikili bıraktığınız herhangi bir hurma ağacını,
Allah'ın izniyle kestiniz. Bu izin yoldan çıkan fâsıklan
rezil etmek içindir.
6. Allah'ın,
onların mallarından Peygamber'ine
verdiği ganimetler için siz at ve deveye binip onları
sürmüş değilsiniz.
Fakat Allah, peygamberlerini dilediği kimselere karşı üstün kılar. Allah her
şeye kadirdir.
7. Allah'ın
fethedilen ülkeler halkının mallarından Peygamber'ine verdiği ganimetler,
Allah, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar
içindir. Böylece o
mallar, içinizden yalnız
zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz. Peygamber size ne verdiyse
onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının. Allah'tan korkun. Çünkü
Allah'ın cezalandırması çetindir.
8. (Allah'ın
verdiği bu ganimet
malları,) yurtlarından ve
mallarından çıkarılmış olan, Allah'tan bir lütuf ve rızâ dileyen, Allah'ın
dinine ve Peygamber'ine yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar
bunlardır.
9. Daha
önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmanı yerleştirmiş olan
kimseler, kendilerine göç edip
gelenleri severler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik duymazlar. Kendileri zaruret içinde
bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden
korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.
10.
Bunların arkasından gelenler
şöyle derler: "Rabbimiz!
Bizi ve îman ile daha Önce bizi geçmiş din kardeşlerimizi bağışla;
kalblerimizde,
îman edenlere karşı hiçbir kin
bırakma! Rabbimiz! Şüphesiz ki Sen çok şefkatli, çok merhametlisin!"
Haşr, toplamak demektir. Kıyamet günü insanların, hesap ve
ceza için toplandıkları gün olduğundan dolayı o güne "haşr
günü" denilmiştir, " Süleyman'ın orduları huzurunda toplandı"[2] mealindeki
âyette de bu mânâda kullanılmıştır.
Attı, hızla indirdi.
Celâ, çoluk çocukla birlikte yurttan çıkmak.
Düşmanlık ve muhalefet
ettiler.
Lîne, kısa ve iyi hurma ağacı Meyvesinin güzelliğinden dolayı
bu ismi almıştır. Ahfeş şöyle der:
Güvercin, hurma
ağacının üzerinde, dostların ayrıldığından dolayı öttüğü zaman beni üzdü.[3]
Hızlı sürdünüz. Hızlı
gitmek demektir. Kişi, deveyi hızlı gitmeye teşvik ettiğinde denilir.
Dûle, tedavülde olan ve elden ele dolaşan mal. Hasâsa, fakirlik ve ihtiyaç demektir. Gıll,
kin manasınadır. [4]
Nadiroğulları Yahudileri, Peygamber (a.s.) ile yaptıkları
antlaşmayı bozunca, Rasulullah (s.a.v) onları kuşattı
ve kalplerine korku salmak ve zelil düşürmek için hurma ağaçlarının kesilip
yakılmasını emretti. Bunu gören Yahudiler dediler ki: Ey Muhammedi Sen,
Peygamber olduğunu iddia etmiyor muydun? Kargaşayı yasaklamıyor muydun?
Öyleyse, niçin ağaçların kesilip yakılmasını emrediyorsun? Bunun üzerine Yüce
Allah, "O kestiğiniz veya kökü üzerine dikili bıraktığınız herhangi bir
hurma ağacım, Allah'ın izniyle kestiniz." mealindeki âyeti indirdi. [5]
1. Melek,
insan, ağaç ve cansız varlıklardan göklerde ve yerde ne varsa hepsi Yüce
Allah'ı noksan sıfatlardan uzak tutar, takdis edip yüceltir. Nitekim Yüce
Allah, meâlen "Onu Övgü İle teşbih etmeyen
hiçbir şey yoktur"[6]
buyurmuştur. İbn Kesîr şöyle der: Yüce Allah,
göklerde ve yerde bulunan her şeyin, kendisini birlediğini, O'nu teşbih edip
takdis ettiğini ve yücelttiğini bildirmektedir.[7] O, mülkünde güçlü; yaptıklarında hikmet
sahibidir. [8]
2. Ehl-i kitab'tan inkâr edenleri
ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O'dur. Bu, Yüce Allah'ın engin kudret ve
apaçık gücünün bazı eserlerini açıklar. Yani, Nadîroğulları
Yahudilerini Medine-i Münevvere'd eki yurtlarından
ilk kez çıkartan O'dur. Bu Yahudilerin toplu halde Arapyanmadasmdan
çıkarıldıkları ilk sürgündür. Çünkü bundan önce böyle bir zillete
düşmemişlerdi. Beyzâvî şöyle der: Rasulullah
(s.a.v) Medine'ye geldiğinde, Nadîroğullarıyla, ne
kendisiyle birlikte ne de aleyhinde olacaklarına dair bir anlaşma yapmıştı. Rasulullah (s.a.v) Bedir Savaşında düşmana galip gelince yahudiler: "Kuşkusuz o, Tevrat'ta muzaffer olacak
diye nitelenen Peygamberdir. Onun sancağı, ulaştığı yerden geri çevrilmez"
dediler. Fakat müslümanlar Uhud
Savaşında mağlup olunca şüpheye düşüp antlaşmayı bozdular. Ka'b
b. Eşref kırk kişilik süvari ile Mekke'ye gidip Ebu Süfyan ile antlaşma yaptılar. Bunun üzerine Rasululfah (s.a.v), Ka'b'ın süt
kardeşi Muhammed b. Mesleme'ye onu Öldürmesini
emretti. O da onu hile ile öldürdü. Sonra da Rasulullah
(s.a.v) askerleriyle baskın yaparak onları kuşattı. Neticede sürgüne gitmek
üzere Rasulullah (s.a.v) ile anlaşma yaptılar. Çoğu
Suriye taraflarına gitti. Bir kısmı da Hayber
Yahudilerine katıldı. İşte Yüce Allah'ın, âyetinde anlatılan budur.[9] Alûsî de şöyle der: den maksat şudur: Bu, onların toplanıp
Suriye'ye sürülmeleri, ilk sürgün olayıdır. lafzı ile Yüce Allah, daha Önce
Yahudilerin başına böyle bir sürgün .olayı gelmediğine dikkat çekmiştir.[10] Ey mü'minler! Yahudilerin güçlü, kuvvetli ve iyi savaşçı
olmaları sebebiyle, bu şekilde zillet ve horluk içerisinde yurtlarından
çıkacaklarını beklemiyordunuz. Çünkü onların kaleleri, gelir getiren arazileri,
hurma ve meyve ağaçlan vardı. Yahudiler de bu sağlam kalelerinin, kendilerini
Allah'ın azabından koruyacağını ve O'nun azap ve intikamım kendilerinden
savacağını sanmışlardı. Beyzâvî şöyle der: Normalde
şöyle denilmesi gerekirdi: Haberin öne alınması ve cümlenin zamirine isnadı ile
cümle yapısının değiştirilmesi, kalelerin sağlamlığına aşırı derecede
güvendiklerini göstermek içindir. Şöyle ki onlar, güçlü ve kuvvetli oldukları
için, hiç kimsenin kendilerini oradan çıkaramayacağını zannediyorlardı.[11] Allah'ın
azabı ve.şiddeti hesaplarında olmayan ve akıllarına gelmeyen bir taraftan
başlarına geliverdi. Allah, Nadîroğulları'nın
kalplerine, güçlerini zayıflatacak, güven ve huzurlarım yok edecek şiddetli
korku verdi. Neticede Rasulullah (s.a.v)'ın vereceği hükmü kabul ettiler. Hadiste şöyle buyrulmuştur: Bana, bir aylık mesafeden korkutma gücü
verilerek yardım edildi.[12] Evlerini,
içerden kendi elleriyle, dışardan da mü'minlerin
elleriyle yıkıyorlardı. Tefsirciler şöyle der: Nadiroğulları,
yurtlarından sürülmeden Önce, mü'minlere karşı
duydukları kin ve hasetlerinden evlerini yıkıyor, direkleri söküyor, tavanları
kırıyor ve duvarları deliyorlardı ki mii'minler oralarda
otııramasm. Müslümanlar da, dışardan diğer tarafları tahrib ediyorlardı ki, onların kalelerini yıksınlar. Ey
akıl sahipleri! Yahudilerin başlarına gelenden ibret alm. [13]
3. Eğer Yüce
Allah onların çoluk-çocuk ve aile olarak yurtlarından çıkmalarına hükmetmiş olmasaydı,
kardeşleri Kureyzaoğullarına yaptığı gibi mutlaka
onlara da dünyada kılıçla azap ederdi. Onlar için dünya azabı ile birlikte,
cehennemin ebedî azabı da vardır. [14]
4. Bu sürgün
ve azap, onların Allah'a muhalefet, düşmanlık, emrine isyan, işlemiş oldukları
suçlar ve Rasûlüne verdikleri sözü bozmaları
sebebiyledir. Kim Allah'ın emrine muhalefet ve dinine düşmanlık ederse,
bilinmelidir ki, Allah ondan intikamını alır. Çünkü Allah'ın azabı şiddetli,
cezası elem vericidir: "Rabbin, haksızlık eden memleketleri yakaladığında,
O'nun yakalayışı işte böyle şiddetlidir. Çünkü O'nun yakalaması pek elem
verici, pek çetindir"[15]
Bundan sonra Yüce
Allah, müslümanlarm yaptığı hurma ağaçlarını kesme ve
bazı meyve ağaçlarını yakma olaylarının hepsinin, Allah'ın, emir ve iradesiyle
olduğunu bildirdi: [16]
5. Ey mü'minler! Kestiğiniz veya gövdesi üzeri-ne olduğu gibi
bıraktığınız hurma ağaçlan, Allah'ın emri, iradesi ve rızasıyle
kesilmiş ya da bırakılmıştır. Bir de Allah, ağaçlan
ve hurmalıkları kesilmek suretiyle yahudileri zelil
edip öfkelendirmek için böyle yaptı. Fahreddin Râzî şöyle der: Yani, Yüce Allah, kâfirlerin en kıymetli
mallarında, düşmanlarının hükmünün uygulanması sebebiyle kinlerinin artması ve
hasetlerinin kat kat olması için buna izin verdi.[17]
Tefsirciler der kî: Rasulullah (s.a.v) Nadîroğullarını kuşatınca, bazı Sahâbîler
onların kalplerine korku salmak ve zelil düşürmek maksadıyle
hurmalıklarını kesip yakmaya başlamışlardı. Bunun üzerine yahudiler:
"Ey Muhammed! Bu bozgunculuk da ne oluyor? Sen, kargaşayı yasaklıyordun.
O halde niçin bu ağaçların kesilmesini emrediyorsun? Bunun üzerine Yüce Allah bu
âyet-i kerîmeyi indirdi.[18]
6. Nadîroğullan yahudilerinin
mallarından, Allah'ın, Peygamberine ganîmet olarak iade ettiklerine gelince
Siz, onun için ne atlarınızı sürdünüz ne develerinizi, ne de onu elde etmek
için yoruldunuz. Kurtubî şöyle der: Deve hızlı yürüdüğünde
denir. Mastarı tir. Sahibi deveyi hızlı yürümeye teşvik ettiğinde. denilir. Rikâb, "binilen develer" demektir. Buna göre
âyetin mânâsı şöyle olur: Siz, o ganimetler için uzak yol katetmediniz.
Savaşıp güçlük te çekmediniz. Nadîroğullan
yurdu Medine'ye iki mil uzaklıkta idi. Rasulullah
(s.a.v) burayı sulh yoluyla fethetti ve Yahudileri oradan sürüp mallarını aldı.
Dolayısıyle Yüce Allah o malları sadece Rasulullah (s.a.v)'a verdi. Rasulullah
(s.a.v) o mallarda dilediği gibi tasarrufta bulunur.[19] Fakat savaşın sıkıntılarına katlanmadan,
düşmanlarının kalplerine korku salarak peygamberlerine yardım etmesi, Yüce
Allah'ın ilâhî kanunlarındandır. Yüce Allah'ın her şeye gücü yeter. O, mağlup
edilemez, engellenemez ve hiçbir şey O'nu âciz bırakamaz.
Bundan sonra Yüce
Allah, Fey'in hükmünü genel olarak açıkladı. Fey, müslümanlarm savaşmadan
aldıkları ganimettir: [20]
7. Allah'ın,
savaş yapmadan kâfirlerin mallarından Peygamberine verdiği ganimeti Allah,
Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Yani o
ganîmetin hükmü şudur: Ganimet Allah'ındır. Onu dilediğine verir. Rasulünün de hakkı vardır. O da hem kendisi hem de müslümanlarm yaran için onu harcar. Peygamber'in (a.s.) Hâşim ve Abdulmuttalib oğulların
d an olan akrabalarının, babalan ölmüş yetimlerin, muhtaç durumda olan
düşkünlerin ve yolda kalmış yabancının da hakkı vardır. Ibn
Cüzey şöyle der: Bu âyetle Enfâl
âyeti arasında bir çelişki yoktur. Çünkü enfâl âyeti,
savaşla, at ve deve sürmek suretiyle alman ganimetin hükmü hakkındadır. O
ganîmetten beşte biri alınır ve geri kalan ise, ganimeti hak edenler arasında
bölüştürülür. Bu âyet ise, fey'in hükmü hakkındadır. Fey, kâfirlerden, savaş yapmadan alman maldır. Dolayısıyle bu ikisi arasında bir çelişki ve nesih yoktur.
İslam hukukçuları, ganimet ile fey arasındaki farkı tesbit etmişler ve
bu ikisinin hükmünün farklı
olduğunu belirtmişlerdir. Ganimet savaşla, fey
ise sulh ile alınan maldır. Baksana, burada nasıl "fey"
lafzı zikredilerek," Allah'ın, Peygamberine verdiği fey..."
buyrulmuştur; Enfal'de ise,
ganimet lafzı zikredilerek, "Bilin ki, ganimet olarak aldığınız herhangi
bir şey..."[21] buyrulmuştur.[22] İbn Abbas âyette geçen dan
maksadın Kureyza, Nadîr, Fedek
ve Hayber Yahudileri olduğunu söyler.[23] O mallar, İçinizden yalnız zenginler arasında
dolaşan bir mal olmasın, yani fakirlerin mala şiddetli ihtiyaçlarına rağmen,
onların değil de, bu maldan sadece zenginlerin faydalanmaması ve tercih
edilmemesi için böyle yaptık. Kurtubî şöyle der:
Böyle yaptık ki, o fey'i fakir ve zayıflar değil de,
zengin ve liderler aralarında bölüşmesin.
Çünkü Câhiliyye halkı, ganimet ele geçirdiklerinde, lider, dörtte birini kendine alırdı. Sonra
dilediğini seçip alırdı.[24]
Tefsirciler şöyle der: Rasulullah (s.a.v) Nadîroğullarmm mallarını Muhacirlere taksim etti. O zaman
Muhacirler fakir idi. Ensâr'a o maldan bir şey
vermedi. Çünkü onlar zengin idiler. Bunun üzerine Ensâr'dan
bazıları, "Bu fey'den bizim de payımız
vardır" dediler. Dolayisıyle Yüce Allah şu âyeti
indirdi: Peygamber size ne emrettiyse onu yapın, neyi yasakladıysa ondan da
sakının. Bilesiniz ki o, her türlü iyi ve uygun olanı emreder. Her türlü kötü
ve fesadı yasaklar. Tefsirciler şöyle der: Bu âyet her ne kadar fey' malları hakkında inmişse de, Peygamber (a.s.)'in
emrettiği veya yasakladığı her türlü vâcib, veya mendûb, ya da müstehab
yahut haram hakkında geneldir. Fey' ve diğer şeyler
de bu hükme girer.[25] İbn Mes'ûd'un şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Allah döğme yapan ve
yaptıran kadınlara, yüz yolan ve yolduranlara, güzellik için dişlerini
seyrekleştirenlere ve Allah'ın yarattığı şekli değiştirenlere lanet
etmiştir". Bu söz Esedoğullari kabilesinden Ümmü Ya'kub isimli bir kadının
kulağına varmış. Ümmü Yakub
Kur'ân'ı okurdu-. Hemen İbn
Mes'ud'a gelerek: "Ne o, senden kulağıma gelen
söz!? Sen, şöyle şöyle demişsin!" dedi ve
duyduklarını ona anlattı. Bunun üzerine İbn Mes'ud: "Rasululah (s.a.v)'ın lanet ettiklerine ben nasıl lanet etmem?! Hem bu
Allah'ın kitabında da vardır" diye cevap verdi. Kadın, "Yemin ederim
ki, ben, Mushaf'ın 'iki kapağı arasındakileri okudum. Fakat böyle bir şey
bulamadım" dedi. İbn Mes'ud:
Gerçekten onu okuduysan mutlaka bulurdun. Yüce Allah'ın, "Size Rasul ne getirdiyse onu alın; sîzi neden nehyettiyse hemen vazgeçin" mealindeki âyetini okumadın
mı?" dedi.[26] Emirlerine sarılmak ve
yasaklarından kaçınmak suretiyle Rabbinizden korkun. Kuşkusuz onun, kendisine
isyan eden ve emrine muhalefette bulunan kimse için azabı elem verici ve
şiddetlidir. [27]
8. Bu âyet,
daha önce geçen fey' hükmünün devamıdır. Sanki Yüce
Allah şöyle buyuruyor: Fey ve ganimetler, Mekke
kâfirlerinin yurtlarından göçe zorlamaları sonucu, Allah'ın rızasını ve lutfunu isteyerek yurtlarını ve mallarını terkeden o Muhacir fakirler içindir. Onlar Allah'ın emrini
yüceltmek ve dinine yardım etmek maksadıyle hicret
ediyorlar, İşte bu güzel sıfatları taşıyanlar, imanlarında samimi olanlardır. Katâde şöyle der: O Muhacirler, Allah ve Rasulü aşkına, yurtlarını ve mallarını, çoluk-çocuklarını
ve vatanlarını bırakanlardır. Hattâ onlardan bazıları açlıktan karnına taş
bağlıyordu ki onunla belini düz tutsun.[28]
Bundan sonra Yüce
Allah Ensâr'ı övdü, şeref ve faziletlerini anlatmak
üzere şöyle buyurdu: [29]
9. Medine'ye
yerleşip orayı yurt edinen ve Muhacirlerin bir çoğundan önce iman edenler yani Ensâr var ya, Onlar, Muhacir
kardeşlerini sever ve mallarıyla onlara yardım ederler. Kurtubî
şöyle der: Yani, Ensâr Muhacirlerden önce yurda
yerleşen, samimi ve kesin bir şekilde iman edenlerdir. Tebevvü',
yerleşmek ve karar kılmak demektir. Yüce Allah, bununla, Ensâr'm
Muhacirlerden daha önce iman ettiğini kastetmiyor. Bilakis onların, Peygamberin
kendilerine hicret etmeden önce iman ettiklerini kastediyor.[30]
Hâzin şöyle der: Olay şudur: Ensâr Muhacirleri, kendi
evlerine oturttular ve mallarına ortak ettiler.[31] Ensâr, kendilerine verilmeyip te
Muhacirlere verilen ganimetten dolayı hiçbir kıskançlık, kin ve üzüntü
duymuyorlardı. Tefsirciler der ki: Rasulullah (s.a.v)
Nadîroğullarmm mallarım Muhacirler arasında
bölüştürdü. Üç kişi dışında Ensâr'dan hiç kimseye bir
şey vermedi. Ensâr, bu bölüştürmeden hoşnut oldu. Onlar
son derece ihtiyaç ve yoksulluk içinde olsalar da, malın başkalarına verilmesini
tercih ederler. Onların bu tercihi mala ihtiyaçları olmadıklarından değildir.
Aksine ıbu tercihleri, mala ihtiyaçları olmasına
rağmendir. İşte bu, başkasını kendisine son derece (îsâr)
tercih etmektir, Allah kimi cimrilikten korur ve uzak tutarsa, o felah bulup
kazanmış demektir. Şuhh, şiddetli hırs ve
tamahkarlıkla birlikte cimrilik demektir. Şuhh,
yaratılıştan nefiste bulunan bir huydur. Onun içindir ki, " nefsinin şuhhu" denilerek tamlama yapıldı. İbn
Ömer şöyle der: Şuhh, kişinin, malım vermemesi
değildir. O, kendisine ait olmayan bir şeye, kişinin tamah etmesidir.[32]
Hadiste şöyle buyrulmuştur: Cimrilikten sakının.
Çünkü o, sizden öncekileri yok etmiş, onları kan dökmeye ve ha-ramları helal
saymaya itmiştir.[33]
10. Bunların
arkasından gelenler ise, bunlar lütuf ve ihsana hak kazanan mü'minlerden
üçüncü sınıftır. Yani, kıyamete kadar ihsan ile onların peşlerinden
gidenlerdir. Şöyle diyerek onlar için dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizi bağışla,
bizden önce iman etmiş olan kardeşlerimizi de. Ebussuud
şöyle der: Öncekilerin üstünlüğünü itiraf etmek için, onları "önce iman
edenler" diye nitelediler. Çünkü onların katında din kardeşliği, soy
kardeşliğinden daha şerefli ve kıymetlidir.[34] Kalplerimizde hiçbir mü'mine
karşı kin ve kıskançlık yaratma. Ey Rabbimiz! Sen şefkatli ve merhametlisin.
Dualarımızı kabul et. İbn Kesîr şöyle der: İmam Mâlik
bu âyet-i kerîmeden ne güzel bir hüküm çıkarmıştır: Sahabeye söven Râfizî, mü'minlerin sıfatlarıyla
nitelenmediği için, ganimet malından bir şey alamaz.[35] Şeyhzâde şöyle der: Yüce Allah açıkladı ki, Muhacir ve Ensârdan sonra gelenlerin, daha önce geçmiş olanları rahmet
ve dua ile anmaları onların şanındandır. Kim bu şekilde davranmaz da aksine
onları kötülükle anarsa, bu âyetler gereği, mü'min
grupların dışında kalır. Şa'bî'nin şöyle dediği
rivayet olunmuştur: Yahudiler ve hrisliyanların bir
özellikleriyle Râfizîler'den üstün olduklarım iddia
ettiler. Yahudilere soruldu ki: "Sizin dininizin en hayırlıları
kimlerdir?" Onlar da, "Musa'nın Ashabı" diye cevap verdiler.
Aynı soru hristiyanlara da soruldu. Onlar da,
"İsa'nın Ashabı" dediler. Râfizîlere de,
"sizin dininizin en kötüleri kimlerdir?" diye soruldu.
"Muhammed'in Ashabı" diye cevap verdiler. Râfizîlere,
Peygamber (a.s.)'in Ashabı için bağışlanma talebinde bulunun diye emredildiği
halde, onlar Sahabeye sövdüler. Kıyamete kadar onlara kılıç çekilmiştir.[36]
Allah'ım! Değerli
Peygamberini sevmeyi bize nasip et. [37]
11. Münafıkların,
Ehl-i Kitâbdan inkâr eden
dostlarına, "Kğer siz yurdunuzdan çikarılırsanız, mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız;
sizin aleyhinizde kimseye asla uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlaka
yardım ederiz" dediklerini görmedin mi? Allah, onların yalancı
olduklarına şahitlik eder.
12. Andolsun, eğer onlar çıkarılsalar, onlarla beraber
çıkmazlar, savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler, yardım etseler
bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra kendilerine yardım da edilme/.
13. Onların
kainlerinde sizin korkunuz, Allah'ın korkusundan fazladır. Bu, onların
anlamayan bir topluluk olmalarından dolayıdır.
14. Onlar
müstahkem şehirlerde veya duvarlar arkasında bulunmaksızın sizinle toplu halde
savaşamaz-lar. Kendi aralarındaki savaşları ise
çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalbleri
darmadağınıktır. Bu, onların aklını kullanmayan bir topluluk olmalarından
dolayıdır.
15.
(Onların durumu) kendilerinden az önce geçmiş
ve işlerinin cezasını tadmış olanların durumu
gibidir. Onlara elem verici bir azap vardır.
16. Münafıkların
durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "İnkâr et" der. İnsan inkâr edince de: "Ben senden
uzağım, çünkü ben Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım" der.
17. Nihayet
ikisinin de sonu, içinde ebedî kalacakları ateş olacaktır. İşte bu, zâlimlerin
cezasıdır.
18. Ey îman
edenler! Allah'tan korkun ve herkes yarına
ne hazırladığına baksın.
Allah'tan korkun, çünkü Allah,
yaptıklarınızdan haberi olandır.
19. Allah'ı
unutan ve bu yüzden Allah'ın da onlara kendilerini unutturduğu kimseler gibi
olmayın. Onlar yoldan çıkan kimselerdir.
20. Cehennem
ehliyle cennet ehli bir olmaz. Cennet ehli kurtularak isteklerine erişenlerdir.
21. Eğer biz
bu Kur'ân'ı bir dağa indirseydik, muhakkak ki onu,
Allah korkusundan baş eğerek, parça parça olmuş
görürdün. Bu misâlleri insanlara düşünsünler diye veriyoruz.
22. O, öyle
bir Allah'tır ki, O'ndan başka ilâh yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilendir.
O, Rahman, Ra-hîm.
23. O, öyle
bir Allah'tır ki, kendisinden başka hiçbir ilâh yoktur. O, mâlik ve sahiptir,
münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır,
üstündür, istediğini zorla yaptıran, büyüklükte eşi olmayandır. Allah,
müşriklerin ortak koştukları şeylerden münezzehtir.
24. O,
yaratan, var eden, varlıklara şekil veren Allah'tır. En güzel isimler O'nundur.
Göklerde ve yerde olanlar O'nun şanını yüceltmektedirler. O, galip olan, herşeyi hikmeti uyarınca yapandır.
Yüce Allah önceki
âyetlerde samimi mü'm inlerin vasıflarını anlattıktan
sonra ardından bu âyetlerde hilekâr münafıkların vasıflarını anlattı. Bunlar mü'minlere yardımı bırakıp yahudilerle
dost olmuş ve müslümanlara karşı onlarla anlaşma
yapmış münafıklardır. Daha sonra Yüce Allah cehennem ehli ile cennet ehli
arasındaki büyük farkı durum ve âki-betlerinin aynı
olmadığını anlattı. Yüce Allah'ın esmâ-i hüsnâ (güzel
isim) ve sıfatlarından bazılarını anlatarak bu mübarek sûreyi sona erdirdi. [38]
Şettâ, dağınık demektir, " birlikleri dağıldı" mânasınadır.
Hâşian, zelil ve boynu bükük halde demektir. Mütesaddian, çatlak manasınadır. "Bina çatladı"
mânâsına denir.
Kuddûs, her türlü eksiklik ve kusurdan uzak demektir. Mü'min. mucizelerle peygamberlerini tasdik eden.
Müheymin, herşeyi gözetleyen.
Azîz; güçlü ve üstün
olan.
Cebbar; büyük, güçlü,
güç ve kudret sahibi.
Mütekebbir, son derece
büyük ve yüce.
Bari; yoktan yaratan,
vücûda getiren.
Musavvir; çeşitli şekilde yaratan. [39]
11. Bu, Yüce
Allah'ın, münafıkların durumlarının şaşılacak bir şey olduğunu Peygamberine
(s.a.v.) bildirmesidir. Yani, Ey Muhammed! İçlerinde sakladıklarının aksini
açıklayan o münafıkların durumuna şaşmıyor musun? O münafıklar Hz. Muhammed (a.s)'in peygamberliğini inkâr eden Kureyza ve Nadîroğul-lan yahudilerine şöyle derler: Eğer
siz Medine'den çıkarılırsanız, kesinlikle biz de sizinle oradan çıkacağız.
Biz, sizinle savaşma hususunda Muhammed'in
emrine uymayız. Size yardımı bırakmamızı emreden hiç kimseyi
de dinlemeyiz. İbn Cüzey
şöyle der: Bu âyet, Abdullah b. Übey b. Selûl ve münafıklardan bir grup hakkında inmiştir. Bunlar Nadîroğulları'na adam gönderip şöyle dediler: Kalelerinizde
kalıp kaçmayın. Durumunuz ne olursa olsun, biz sizin yanınızdayız.'[40]
Münafıklar da, yahudiler gibi kâfir oldukları için
Yüce Allah onları, yahudilerin kardeşleri saydı. Eğer
herhangi biri sizinle savaşırsa, düşmanınıza karşı mutlaka size yardım eder ve
yanınızda oluruz. Münafıkların, sözlerinde ve onlara verdikleri sözde kesinlikle
yalancı olduklarına Allah şahitlik eder.
Bundan sonra Yüce
Allah münafıkların durumunu genişçe anlatarak şöyle buyurdu: [41]
12. Eğer yahudiler çıkarılırsa münafıklar onlarla birlikte
çıkmazlar, Yahudilerle savaş yapılırsa, münafıklar ne onlara yardım eder, ne de
onlarla birlikte savaşırlar. Kurtubî şöyle der: Bu
âyette, gaybten haber vermesi suretiyle, Muhammed
(s.a.v.)'-in peygamberliğinin doğruluğuna bir delil vardır. Çünkü, Kur'ân'm bildirdiği gibi yahudiler
daha sonra Medîne'den çıkarıldı, fakat münafıklar onlarla beraber çıkmadılar.
Yahudilerle savaş yapıldı, fakat onlara yardım etmediler.[42] Farz
edelim ki, onlara yardıma geldiler ve onlarla savaştılar, bu durumda mutlaka
yenilecekler ve sonra münafıkların yardımı onlara fayda sağlamayacaktı. Fahreddin Râzî şöyle der: Yüce
Allah, yahudiler çıkarılırsa, münafıkların onlarla
birlikte çıkmayacaklarını haber verdi ve böyle de oldu. Çünkü Nadîroğulları Medîne'den çıkarıldığında münafıklar onlarla
birlikte çıkmadılar. Aynı şekilde onlarla savaş yapıldı, fakat münafıklar
onlara yardım etmediler, Eğer onlara yardım etselerdi" cümlesi varsayım
yoluyla söylenmiştir. Yani, varsayalım ki, onlara yardım etmek istediler,
kesinlikle bu yardımı bırakmak zorunda kalacaklar ve mağlup olacaklardı.[43]
13. Ey müslüman topluluğu! Siz, münafıkların kalbine Allah'tan
daha çok korku veriyorsunuz. Çünkü onlar, Allah'tan korktuklarından daha çok
sizden korkuyorlar, Onların sizden bu korkulan, Allah'ın büyüklüğünü bilmemelerinden
dolayıdır. Bilmediklerinden Allah'tan hakkıyle
korkmuyorlar. Kurtubî şöyle der: Onlar Allah'ın
büyüklüğünü ve ne kadar kudretli olduğunu anlamıyorlar.[44]
Bundan sonra Yüce
Allah yahudi ve münafıkların aşırı telaştan dolayı
korkak olduklarını ve müslümanlarla s av aş amıyac aklarını, ancak kalelerinde korunmuş olduklarında
savaşabileceklerini haber verdi: [45]
14. Onlar
toplu olarak sizinle savaşamazlar, ancak surlar ve hendeklerle korunmuş
şehirlerde olduklarında veya siper edinecekleri duvarların arkasında
olduklarında savaşabilirler. Çünkü onlar aşırı derecede korkak ve
telaşlıdırlar, Kendi aralarında birbirlerine düşmanlıkları ise pek çetindir.
Görünüşte onları, bir iş ve görüşte toplanmış, dostluk ve birlik içinde
sanırsın. Oysa ki onlar son derece ihtilaf içindedirler. Çünkü görüşleri
farklı, kalpleri de ayrı ayrıdır. Katâde şöyle der:
Bâtıl ehli, hak ehline karşı düşmanlıkta birleştikleri halde, görüşleri farklı,
arzuları değişik, şe-hâdetleri
de farklıdır.[46] Bu ayrılık ve dağınıklık, Allah'ın emrini
düşünebilecekleri bir akılları olmadığı içindir. Ebû Hayyân şöyle der: Bu ayrılık ve dağınıklığı gerektiren şey, akıllarının
olmayışıdır. Onlar herhangi bir durumda ittifak edemeyen hayvanlar gibidir.[47]
15. Sürgün
olma ve zillete düşme olayında Na-dîroğulîarınm
durumu, Bedir Savaşında yenilip esir düşen Mekke kâfirlerinin durumu gibidir. Beyzâvî şöyle der: Yahudilerin durumu Bedir kâfirlerinin
veya yakın geçmişte helak olan eski milletlerin durumuna benzer.[48]
Onlar, dünyada işledikleri suçun kötü akıbetini tattılar. Onlar için âhirette de, elem verici, şiddetli azap vardır. [49]
16. Münafıkların
yahudileri savaşa teşvik hususundaki durumları,
insanı inkâra teşvik edip sonra da onu yalnız bırakıp yardım etmeyen şeytanın
durumuna benzer. dil İnsan inkâr edip küfre girince şeytan ondan uzaklaşır ve:
"Allah'ı inkâr ettiğim takdirde, onun azabı ve intikamından korkarım"
der. İbn Cüzey şöyle der:
Bu bir meseldir. Yüce Allah, Nadîroğulları yahudileri-ni aldatıp sonra
onları yardımsız bırakan münafıklar için, insanoğlunu aldatıp sonra ondan
uzaklaşan şeytanı misal verdi. Burada şeytan ve insandan maksat, bunların
cinsidir.[50] Şeytanın "Ben
Allah'tan korkarım demesi" onun yalanı ve riyasıdir.
Çünkü Allah'tan korksaydı, emrine uyar ve isyan etmezdi.[51]
17. Münafıklar
İle ya-hudilerin sonu,
şeytan ile ona aldanan insanın sonuna benzer. Çünkü bunlar ebedî cehennemlik
olmuşlardır. İşte, zâlim, kâfir, Allah'ın haramlarını ve dini ihlal eden
herkesin cezası budur.
Yüce Allah, önceki
âyetlerde münafık ve yahudilerden herbirinin
sıfatlarını anlatıp onlar için darb-ı meseller
getirdikten sonra, mü'minleri yukarda anlatılanlar
gibi olmaktan sakındırmak için onlara güzel bir şekilde öğüt vermek üzere şöyle
buyurdu: [52]
18. Ey
İnananlar! Allah'tan korkun ve emirlerine sarılmak, nehiylerinden
kaçınmak suretiyle azabından sakının. Herkes, kıyamet günü için hazırladığı iyi
amellerine baksın. İbn Kesîr şöyle der: Dönüp
Rabbinize arz olunacağınız gün için, iyi amellerden kendinize biriktirdiğinize
bakın.[53]
Kıyamet gününün gelmesi yakın olduğu için, ona "yarın" mânâsına gelen
ismi verildi: "Kıyamet saatinin durumu, göz açıp kapama gibidir veya daha
yakındır"[54] Kelimesinin nekre getirilmesi, onun
büyüklüğünü ve korkunçluğunu ifade etmek içindir.[55]
Allah'tan korkun. Yüce Allah emrini pekiştirmek ve öncekilere ve sonrakilere
yapmış olduğu emrin yani takvanın derecesini açıklamak için bu âyeti tekraladı: Sizden Önce kendilerine kitap verilenlere ve
size, "Allah'tan korkun" diye emrettik"[56] Kuşkusuz
Allah amellerinizden haberdardır. Size onların karşılığını verecektir. [57]
19. Ey Mü'minler topluluğu! Allah'ı anmayı O'nun gözetiminde
olduğunu ve O'na itaat etmeyi terkeden-ler gibi olmayın. Onlar böyle yapınca Allah da onlara
haklarını ve onlara elverişli bir şekilde bakmayı unutturdu. Ebû Hayyân şöyle der: Bu, günaha
başka bir günah ile ceza verme kabil indendir. Çünkü onlar Allah'a ibadeti ve
emirlerine sarılmayı terkettîler. Dolayısıyla payları
unutturulmak suretiyle onlara ceza verildi.[58]
Neticede yarın için kendilerine fayda sağlayacak herhangi bir iyilik
sunmadılar. işte onlar Allah'a itaat etmekten çıkan günahkârların ta
kendileridir. [59]
20. Kıyamet
gününde bahtiyarlarla bedbahtlar yani cehennemliklerle cennetlikler rütbe ve
fazilette eşit değildir. Cennetlikler, nimet yurdunda ebedî mutluluğu kazananlardır.
İşte bu büyük bir kazançtır. Bundan sonra Yüce Allah Kur'ân-ı
Kerim'in korkutucu özelliğini ve sağlam bir şekilde oturmuş sağır dağlara
etkisini anlatmak üzere şöyle buyurdu: [60]
21. İnsanlarda
yarattığımız gibi, dağda da akıl ve temyiz gücü yaratsak, vaad
ve tehdidi ile bu Kur'ân'ı ona indirseydik, mutlaka
Allah korkusu ve dehşetinden boyun eğer ve çatlardı. Bu, Kur'ân'm
kadrinin yüceliğini ve etkisinin gücünü tasvirdir. Aynı zamanda, bu Kur'ân'la bir dağa hitap edilseydi, insanın sertliğine ve
şiddetine rağmen dağın, Allah korkusundan çatlayıp zelil olduğunu göreceğini
anlatmaktadır. Bundan maksat, insanı kınamaktır. Çünkü insan, Kur'ân okunduğunda boyun eğmez, aksine onda bulunan
enteresan ve büyük şeylerden yüz çevirir. Bu âyet Kur'ân'm
büyüklüğünü, insanın durumunun da alçaklığını açıklamaktadır.[61] Ebû Hayyân şöyle der: Bundan
maksat, kalbinin katılığı ve bu Kur'ân'dan
etkilenmemesi sebebiyle insanı kınamaktır. Eğer bu Kur'ân,
bir dağa indirilseydi, dağ boyun eğer ve çatlardı. Dağ, sertliğine ve
büyüklüğüne rağmen ona boyun eğip çatlıyorsa, insanoğlunun bunu yapması daha
uygundur. Fakat insanoğlu, zayıflığı ve değersizliğine rağmen etkilenmiyor.[62] Biz
bu misalleri, Allah'ın birliğini ve kudretini düşünüp iman etsinler diye insanlara
uzun uzun açıklıyoruz.
Yüce Allah, Kur'ân'ın yüceliğini ve büyüklüğünü anlattıktan sonra
ardından, Allah'ın yüceliğini açıklamaya başladı: [63]
22. Şanı
yüce olan O Allah, gerçek ilahtır. Ondan başka hiçbir ilah ve rab yoktur. Gizliyi
de açığı da bilendir. Kulların göremediği ve görüp bildikleri şeyleri O bilir. O
Yüce Allah, dünyada da âhirette de geniş rahmet sahibidir. [64]
23. Yüce
Allah, tevhîd işine çok önem verdiği için lafzı
tekrarladı. Yani, O'ndan başka hiçbir ilah ve rab yoktur.
O, bütün mahlûkâtm sahibidir. Emirler ve yasaklar koyarak, vücuda
getirip yok ederek kullan üzerinde tasarrufta bulunandır.
Çirkin şeylerden ve
sonradan olanların sıfatlarından uzaktır. ibn Cüzey şöyle der: Kuddûs,
takdisten türemiştir. Takdis ise, mahlukatın sıfatlarından ve hertürlü eksiklik ve ayıptan uzak olmaktır. Bu vezin gibi
mübalağa ifade eden kiplerdendir.[65] Hadiste, meleklerin teşbih ederken şöyle
dedikleri bildirilmiştir: "O, noksan sıfatlardan çok uzaktır, mukaddestir,
meleklerin ve ruh'un Rabbidir"[66]
O, mahlûkâtm,
cezasından selâmet bulduğu ve zulmünden emîn olduğu kimsedir: "Senin
Rabbin hiç kimseye zulmetmez"[67] Beyzâvî şöyle der: Yani, her türlü eksiklik ve âfetten
selâmette olandır. Bu kelime mastardır, mübalağa ifade etmesi için sıfat
olarak kullanılmıştır.[68]
Peygamberlerin eliyle
mucizeler göstermek suretiyle onları tasdik edendir.
Herşeyi gözetleyip koruyandır. İbn Abbas şöyle der: Kullarını amelleri ile birlikte görüp
kendisine hiçbir şey gizli kalmayandır.[69]
Güçlü, kuvvetli,
mağlup edilemeyen ve kendisine zillet gelmeyendir.
Kudretli, âlicenâb, kendisinden aşağıda olanların boyun eğdiği
kimsedir. İbn Abbas şöyle
der: O, birşey istediğinde yapan yüce varlıktır.
Allah'ın cebbar olmasından maksat, azametidir.[70]
Gerçekten büyüklüğe
layık olandır. Büyüklük Ondan başkasına layık olmaz. Kudsî
hadiste şöyle buyrulmuştur:' "Azamet Benim izarım, kibriyâ da ridâmdır. Kim bu iki sıfatta Benimle boy ölçüşmeye
kalkışırsa hiç aldırmadan belini kırarım"[71] Fahreddin Râzî şöyle der: Bil ki,
insanları nitelerken kullanılan "mütekebbir" kelimesi, yerme
sıfatıdır. Çünkü mütekebbir, kendinden kibir ortaya koyandır. Mahlûkât hakkında
bu bir noksanlıktır. Çünkü onun ne büyüklüğü vardır, ne de yüceliği, Aksine
zillet ve meskenetten başka bir şeyi yoktur. Üstünlük gösterince yalancı
durumuna düşer. Bu ise, insanlar hakkında yerilen bir şeydir. Yüce Allah'a
gelince, O, her türlü yücelik ve büyüklük O'nundur. O büyüklük gösterince,
kendi azameti ve yüceliğini tanıma yolunu kullara göstermiş olur. Bu sıfat,
Yüce Allah hakkında son derece övme sıfatıdır.[72]
Bunun içindir ki Yüce Allah âyetin sonunda şöyle buyurdu:
Azamet ve yüceliği
içersinde Allah, müşriklerin kendisine koştukları ortaklar ve benzerlerden
münezzeh ve mukaddestir. [73]
24. Yüce
Allah herşeyi yaratan, yoktan vücuda getiren ve
yaratarak ortaya koyandır.
Dilediği gibi şekil
verendir: "Rahimlerde sizi dilediği gibi şekillendiren O'dur'[74]
Hâzin şöyle der: Yani, mahlûkâta istediği şekilde suret verendir.[75]
Güzel mânâları gösteren
yüce isimler de O'nundur. Kâinattaki herşey, hal veya
söz diliyle, Yüce Allah'ı acizlik ve noksanlık sıfatlarından tenzih eder. Sâvî şöyle der: Yüce Allah, tesbih'in
en yüce gaye olduğuna, başlangıç ve sonun o olduğuna ve Allah'ı tanımaktan
gayenin, O'nun azametinin, akılların düşünebildiği şeylerden uzak tutmak
olduğuna işaret etmek için, başladığı gibi sûreyi yine teşbihle bitirdi.[76]
O, mülkünde güçlü,
yaptığı ve yarattığında hikmet sahibidir. [77]
Bu mübarek sûre birçok
edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları
aşağıda özetliyoruz:
1. "Siz
onlann çıkacaklarını sanmamıştmız.
Onlar da kalelerinin, kendilerini Allah'tan koruyacaklarını sanmışlardı"
âyetinde tıbâk-ı selb
vardır.
2. "Peygamber
size ne verdi ise onu alın" âyeti ile " Size neyi yasakladıysa ondan vaz geçin" âyeti arasında latif mukabele vardır.
3. "Onlar
sâdıkların ta kendileridir" âyetinde, hasr ifade
etmesi için, mübteda ile haber arasına zamir
konulmuştur.
4. "Medine'yi
ve imanı yurt edindiler" âyetinde latif istiare vardır. Yüce Allah,
onların ruhlarına yerleşmiş olan imanı, insanın evi ve karargâhına benzetti.
İnsan oraya iner, yerleşir, neticede orası onun evi olur. Bu latif
istiaredendir.
5. "Münafıklık
edenleri görmedin mi?" âyetindeki sorudan maksat inkâr ve hayrete
düşürmektir.
6. "Onları
derli toplu sanırsın. Oysa ki kalpleri darmadağınıktır" âyetindeki ile
kelimeleri arasında tıbâk vardır.
7. Onun
durumu, şeytanın durumuna benzer. Yani şeytan insana, "inkâr et"
demişti... âyetinde teşbîh-i temsilî vardır. Çünkü veclı-i
şebeh birkaç şeyden çıkarılmıştır.
8. "Her
nefis, yarın için ne takdim ettiğine baksın" âyetinde latif bir kinaye
vardır. Yüce Allah, yakınlığından dolayı kıyameti, kinaye olarak "
yarın" kelimesi ile ifade etti.
9.
kelimeleri., arasında tibak vardır. [78]
Buhârî ve Müslim, Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. Bir adam Rasulullah (s.a.v)'a gelerek dedi ki: Ey Allah'ın Rasulü! Ben çok aç ve fakir düştüm. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v) hanımlarından birine, yanında bir şey
olup olmadığını sormak üzere adam gönderdi. Hanımı: "Seni hak ile
gönderene yemin olsun ki, yanımda sudan başka bir şey yoktur. Sonra diğer
hanımına adam gönderdi. O da aynı şeyi söyledi. Bütün hanımları aynı şeyi
söylediler. Bunun üzerine Rasulullah (s.a.v):"Bu
adamı kim bu gece misafir ederse Allah ona merhamet etsin" buyurdu. Ensâr'dan Ebû Talha
isimli bir şahıs kalkıp, "Ben, ey Allah'ın Rasulü!"
dedi ve adaniı evine götürdü. Hanımına dedi ki:
"Bu, Rasulullah (s.a.v)'m misafiridir. Hiçbir
şeyi bundan esirgeme ve ikram et" Kadın: "Bende, çocukların
yiyeceğinden başka bir şey yok" dedi. Adam: "Onları bir şeyle avut ve
uyut. Misafirimiz içeri girdiğinde, bizim yemek yediğimizi ona göster. Sonra
lambayı düzeltmek için kalk ve söndür" dedi. Kadın bunları yaptı.
Oturdular, misafir yedi, onlar geceyi aç geçirdiler. Sabah olunca adam Rasulullah'a (s.a.v) gitti, Rasulullah
(s.a.v) ona bakınca gülümsedi. Sonra, "Bu gece misafirinize yaptığınızı
Allah çok beğendi" dedi ve Yüce Allah, "Kendileri zaruret içerisinde
bulunsalar bile, onları kendilerine tercih ederler" mealin deki âyeti
indirdi.[79]
Yüce Allah'ın yardımıyle "Haşr
Sûresi"nin tefsiri bitti. [80]
[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/369-370.
[2] Neml Sûresi, 27/17
[3] Kurtubî, 18/9
[4] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/373-374.
[5] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/374.
[6] İsrâ sûresi, 17/44
[7] Muhtasar-i îbn Kesîr, 3/469
[8] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/374.
[9] Beyzâvî, 3/469
[10] Âlûsî, 28/39
[11] Beyzâvî Haşiyesi, 3/470
[12] Buhâri, Teyemmüm 1, Salât 56, Cihâd 122; Müslim, Mesâcid 3/5,7,8.
[13] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/374-376.
[14] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/376.
[15] Hûd sûresi, 11/102
[16] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/376.
[17] Tefsîr-İ kebîı; 29/283
[18] Bkz, Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/471; Bahr, 8/244.
Ayrıca, yukarıda geçen "Nüzul sebebi" bölümüne bakınız.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/376.
[19] Kurtubî, 18/10
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/376-377.
[21] Enfal, 8/41
[22] Teshil, 4/108
[23] Hâzin, 4/60
[24] Kurtubî, 18/16
[25] Tefsîr-i kebîr, 29/286
[26] Buhârî, Buyu', 25; Müslim,
Libâs, 120. Alimler şöyle der: Veşm, insanın azasına
iğne batırıp oyarak içine sürme doldurulmasıdır. Müstevşime,
kendisine bu işin yapılmasını isteyendir. Namisa,
yüzden kılları yolandır. Müîefellice ise, güzelleşmek
için dişlerinin arasının açılmasına zorlanandır. Bütün bunlar yasak edilmiştir.
Çünkü bunda, Allah'ın yarattığını değiştirme vardır.
[27] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/377-378.
[28] Kurtubî, 18/19
[29] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/378-379.
[30] Kurtubî, 18/20
[31] Hâzin, 4/62
[32] Sâvî Haşiyesi, 4/190
[33] Müslim, 3irr, 56; Ahmed b. Hanbel, Müsned 2/160, 191.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/379-380.
[34] Ebussuud, 5/152
[35] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/475
[36] Beyzâvi Haşiyesi, 3/477
[37] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/380.
[38] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/383.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/384.
[40] Teshil, 4/ı 10
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/384.
[42] Kurtubî, 18/34
[43] Tefsîr-i kebîr, 29/289
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/384-385.
[44] Kurtubî, 18/35
[45] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/385.
[46] Hâzin, 4/66
[47] Bahr, 8/249
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat:
6/385-386.
[48] Beyzâvî, 3/478
[49] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/386.
[50] Teshil, 4/110
[51] Teshîl, 4/110endlle"ne 7ardım va'deden
nıünâfıklara aldanan bu yahudilerin
dununu şeytanın durumuna benzer. Çünkü o kafirliği insana güzel gösterdi sonra da nn dan
uzaklaştı ve: "Ben, Âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarfm"
dedi. (Muhtasar-ı İbn Kesir, 3/476
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/386.
[52] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/386.
[53] İbn Kesîr, 3/477
[54] Nahl sûresi, 16/77
[55] Ebussuud, 5/154
[56] Nisa sûresi, 4/131
[57] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/386-387.
[58] el-Bahru'1-muhît, 8/251
[59] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/387.
[60] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/387.
[61] Beyzâvî Haşiyesi, 3/479
[62] Bahr, S/251
[63] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/387-388.
[64] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/388.
[65] Teshil, 4/111
[66] Müslim, Salât, 223; Ebû Dâvûd, Salât,
147
[67] Kehf sûresi, 18/49
[68] Hâzin, 4/72
[69] Kurtubî, 18/47
[70] Hâzin, 4/72
[71] Kurtubî, 18/47; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/376, 414; Ebû Davûd, Libâs, 25.
[72] Tefsîr-i kebîr, 29/294
[73] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/388-389.
[74] ÂI-i İmran sûresi, 3/6
[75] Hâzin, 4/73
[76] Sâvî Haşiyesi, 4/194
[77] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/389.
[78] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/390.
[79] Buhârî, Tegsiru'l-Kur'ân, 59/6.
[80] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 6/390-391.