Bu sûre Medenidir ve
yirmidört ayettir.[1]
"Göklerde ne var,
yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih eder. O, azizdir, hakîrndir. O, ehl-i
kitabtan kâfir olanları, ilk sürgünde yurdlanndan çıkarandır. Siz,
çıkacaklarını sanmamışhnız. Onlar da, kalelerinin, kendilerini Allah'tan
koruyacağım zannetmişlerdi. İşte onlara, hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri
geliverdi. O, bunların yüreklerine korku düşürdü, öyle ki evlerini hem kendi
elleriyle, hem müzminlerin elleriyle harab ediyorlardı. İşte ey akıl ve basiret
sahipleri, siz (bundan) ibret alın" (Haşr, 1-2).[2]
Benû Nadir, Hz.
Peygamber (s.a.s) ile ne onun aleyhine, ne de lehine çatışmamak üzere anlaşma
yapmıştı. Bedr savaşı olduğunda onlar, "Muhammed, Tevrat'da muzafferiyet
ile nitelenen peygamberin tâ kendisidir" dediier. Müslümanlar Uhud'da
hezimete uğrayınca da, şüpheye düşüp, anlaşmalarını bozdular. Derken Kab b.
Eşref, binitli kırk kişilik bir kafile ile Mekke'ye vardı ve Ka'be'nin yanında
Ebû Süfyan ile anlaşma yaptılar. Resûlüllah (s.a.s) da, Muhammed b. Mesleme
el-Fusârt (r.a)'ye emretti de, o, süt kardeşi olduğu halde Kâb'ı, tuzak kurup
öldürdü. Sonra o hurma lifinden ağzına gem vurulmuş bir eşek üzerinde olarak
Hz. Peygamber, bölük bölük askerleriyle onların yanına vanp, onlara
"Medine'den çıkın" dedi. Buna mukabil onlar, "ölüm bize,
çıkmaktan daha hoş gelir" dediler ve harb ilan ettiler.
Yine rivayet
edildiğine göre, onlar yol hazırlığı yapmak ve çıkmak için, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den on gün müsâade istediler. Abdullah b. Übeyy (münafığı) onlara
"Sakın kalenizden çıkmayın. Eğer müslümanlar sizinle çarpışırlarsa, bilin
ki biz de sizinle beraberiz. Sizi yardımsız bırakmayız. Yemin olsun ki eğer
çıkar giderseniz, biz de sizinle çıkıp gideriz" diye haber gönderdi. Bunun
üzerine, geçitlerini muhkemleştirdiler. Hz. Peygamber (s.a.s) 21 gün onları
muhasara etti. Allah Teâlâ onların kalblerine korku atıp, bu yahudiler,
münafıkların yardımından ümidlerini kesince, Hz. Peygamber (s.a.s)'den barış
talebinde bulundular. Hz. Peygamber (s.a.s) de, ancak her üç evin, diledikleri
eşyaları seçip sadece bir deveye yüklemeleri şartı ile sürgüne gitmelerine razı
oldu. Onlar, içlerinden iki ev halkı, yani Ebu'l-Hakîk ile Hayy b. Ahtab
aileleri hariç, Şam bölgesine, o bölgedeki Erîka ve Ezra ât yöresine göçüp
gittiler. Çünkü bu iki aile, Hayber'e iltihak etti. Bir başka küçük gurub da
Hire'ye iltica etmişti.
Burada bir kaç
soru var:
Birinci Soru:
Ayetteki, ^ tabirindeki lâm'ın manası nedir?
Cevap: Bu
tıpkı "Şu vakit için, şu vakitte geldim" şeklindeki sözündeki lâm
gibidir. Buna göre ayetin manası, "Allah o inkâr edenleri, ilk sürgünleri
esnasında çıkardı" şeklinde olur.[3]
İkinci Soru:
İlk sürgün ne demektir?
Cevap:
Sürgün, bir topluluğu, bir yerden başka bir yere sürüp çıkarmaktır, Cenâb-ı
Hakk'ın bunu ilk sürgün olarak isimlendirmesinin sebebini, bir kaç şekilde
açıklayabiliriz:
1) Bu, İbn
Abbas ve ekseri âlimlerin görüşüne göre, Ehl-i Kitabın ilk sürgünüdür. Yani
onlar, o zaman Arabistan yarımadasından ilk olarak sürgüne gönderilmişler ve
Arabistan yarımadasından sürüp çıkarılmışlardı. Çünkü onlar, daha önceleri güç
ve kudret sahibi bir toplum idiler.
2) Allah
Teâlâ onların Medine'den çıkarılmalarını bir sürgün diye vasfetmiş ve
bunu, insanların kıyamette
Şam tarafına toplanıp, kıyametin
onları burada yakalayacağı için,
ilk haşr (sürgün-toplanma) diye nitelemiştir.
3) Bu,
onların ilk sürgünleridir. Onları son sürülmeleri de, Hz. Ömer (r.a)'in onları,
Hayber'den Şam'a sürüp çıkarmasıdır.
4) Bunun
manası, "Allah onları, savaşmak üzere ilk kez toplandıkları için,
yurdlanndan sürüp çıkardı" şeklindedir. Zira bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
onlarla ilk savası idi.
5) Kaaide,
"Bu ilk haşrdır (toplanma ve sürülmedir). İkinci sürgün ise, insanları
doğudan batıya sürecek ve geceledikleri yerde onlarla beraber geceleyip, uykuya
yattıkları yerde onlarla beraber kalacak olan bir ateş sebebi ile
olacaktır" demiştir. Alimler o ateşin, gece görünüp, gündüz
görünmeyeceğini söylemişlerdir.
Ayetteki, "Siz,
çıkacaklarını sanmamtştmız" cümlesi hakkında İbn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Müslümanlar sanıyorlardı ki, Benû Nadîr, güçlü ve kuvvetli
oldukları için, yurdlarından çıkmayacaklardı." Allah Teâiâ bunu, bu
nimetin büyüklüğünü anlatmak için söylemiştir. Çünkü kişi aksi bir zann üzere
olduğu halde, bir nimet insana ulaşırsa, işte bu nimet çok daha kıymetli olur.
Nitekim müslümanlar da, bu yahudilerin çıkması böylece de onların hile ve
tuzaklarından kurtulmaları ile ilgili dileklerine nail olabileceklerini
sanmıyorlardı. İşte her ne zaman bu onlara nasib oldu, böylece bu nimetin
gerçekleşmesi daha kıymetli oldu.[4]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlar da, kalelerinin Allah'dan koruyacağını zannetmişlerdi" cümlesi
ile ilgili olarak âlimler şöyle demişlerdir: "Onların kaleleri son derece
sağlamdı. Bundan Ötürü kalelerinin, kendilerini Allah'ın Resulünden
koruyacağını zannediyorlardı." Ayet-i kerime'de Resûlüllah için yüce bir
şerefin ifadesi vardır. Çünkü ayet, onların Resûlüllah ile olan muamelelerinin,
bizzat Allah ile olan muameleleri gibi olduğuna delâlet etmektedir. İmdi eğer,
"Senin, demen ile, ayetteki şekli ile söylemen arasında ne fark
vardır?" denilirse, biz deriz ki: Haberin mübtedadan evvel gelmesi,
onların, o kalelerinin sağlamlığına ve kendilerini muhafaza edeceğine olan
aşırı güvenlerine delildir. Onları ifade eden "hiirn" zamirinin 'nin
ismi kılınıp, bu mübteda-haber cümlesinin o zamire isnâd edilmesinde (onun
haberi yapılmasında), onların, içten içe kendilerinin son derece güçlü ve
kuvvetli olduklarına inanıp, kendileriyle savaşacak hiç kimseye aldırış
etmedikleri hususuna bir delit var. Bu manalar, şeklindeki cümlesinde bulunmaz.[5]
Ayetteki "İşte
onlara hesab etmedikleri yönden Allah'ın emri geliverdi" ifadesi ile
ilgili bir kaç mesele var:[6]
Ayetin iki izahı
vardır:
1) Ayetteki
"onlara" zamiri yahudilere ait sayıldığında
mana, "Allah'ın
azabı ve onları yakatayışı, onlara hiç ummadıkları bir taraftan geldi"
şeklinde olur.
2) Bu zamir
"mü'minlere" ait sayıldığında mana, "Allah'ın yardım ve
tavsiyesi, mü'minlere hiç ummadıktan bir taraftan geliverdi" şeklinde
olur.
ifadesi, "hiç
tahmin etmiyor, akıllarına hiç getirmiyortardı" -nanasındadır. Bu işin,
hiç sanılmadık şekilde oluşu şu iki şeyden ötürü idi:
a) O
yahudilerin reisi olan Ka'b b. Eşref, kendisine tuzak kurulup, süt kardeşi
tarafından Öldürülmüştü. Bu da onların, gücünü kırmış ve dağıtmış, böylece de
kudret .e ihtişamları azalmıştı.
b) Çünkü
Allah onların kalblerine korku atmıştı.[7]
"Allah onlara geliverdi" ifâdesinin,
bütün akıl sahiplerinin
ittifakıyla, zahiri manası
üzere alınması mümkün
değildir. Dolayısıyla bu, tevil kapısının açık olduğna ve ayetlerin, zahirî
manalarından alınıp, aklî delillerin muktezasına göre başka bir manaya
sarfedilip yorumlanmalarının caiz olduğuna delâlet eder.[8]
Keşşaf sahibi, bu
ifâdenin, "Allah onlara helak ve azabı verdi" şeklinde okunduğunu
söylemiştir. Bil ki, bu kıraat, bizim beyân ettiğimiz tevîl biçimlerini ibtâl
etmez. Çünkü bu kıraat, önceki kıraati kaldırmaz. Çünkü o kıraat, tevatürle
sabittir. Tevatürle sabit olduğu zaman da, onun ibtâli mümkün değildir. Bu
sebeple de, onun
yorumlanması gerekir.
Cenâb-ı Hak "O,
bunlarm yüreklerine korku düşürdü" buyurmuştur. Dil âlimleri insanın içini
saran korku..." anlamındadır. Onun atılması da, gönle dolması, gönle
düşmesidir. Bundan dolayı, aslanı nitelerken, Araplar, (mukazzef) demişlerdir.
Buna göre sanki aslan etti butlu oluşundan dolayı, sanki kendisine et atılmış,
yapıştırılmış gibidir.
Bil ki, bu ayet-i
kerime, bizim, "Bütün işler Allah'a aittir" şeklindeki görüşümüzün
doğruluğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu ayet-i kerime, onların kalblerinde
meydana gelen bu korkunun, Allah tarafından meydana geldiğine ve böylece de bu
korkunun, onların bazı işlere yönelmelerine sebep olduğuna delalet etmiştir.
Kısaca, fiil ancak, katbte kuvvet bulmuş, etkili bir sebep mevcut olduğu zaman
meydana gelir. Bu sebebin mevcut oluşu ise, ancak Allah'tan yana meydana
gelebilir. Böylece de bütün fiiller, bu yolla, Allah'a râci olur.[9]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"öyle ki evlerini hem kendi elleriyle, hem müminlerin elleriyle harab
ediyorlardı.." cümlesine gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır.[10]
Ebu Ali, sadece Ebû
Amr'ın bu kelimeyi, şedde ile şeklinde okuduğunu, diğerlerini ise, şeddesiz
olarak şeklinde okuduklarını söylemiştir. Ebû Amr şöyle söylerdi: "İhrab,
bir şeyi harab halde bırakmaktır. Tahrib de, yıkmaktır. Benû
Nadîr, yıkmışlardır, yoksa
harâb halde bırakmamışlardır.." el-Müberred, bunun
niye böyle izah edildiğini bilmiyorum.
şekil asi olup, evi harab etmek, yıkmak anlamındadır Evi sahibi
yıkmıştır. Bu, ve gibidir. Zefîl babından olarak, dediğinde, bu çokluk ve
teksîr ifâde eder. Yani, çok iyice yıkma anlamında... Çünkü Allah Teâlâ, hem
çoğu, hem de azı ifâde etmeye elverişli olan büyüt (evler) kelimesini zikretmiştir. Sîbeveyh, bu iki
şeklin "sevindirdi..." ve
"güzel yaptı..." fiilleri gibi, birbiri yerine geçtiklerini ve
kullanıldıklarını iddia etmiştir. Şair
"Ben, bir kavmin yurdunda nice evleri harâb ettim..."
demiştir. Ferrâ, "yuherribûn", "hedmederler, yıkarlar"
anlamındadır. Şeddesiz olarak "yuharrlbûn" kıraati ise "onlardan
bir kısmını harab edip öylece bırakırlar" diye açıklamıştır.[11]
Mûfessirter,
onların, evlerini, hem kendi elleri, hem de mü'minlerin elleriyle nasıl harâb
ettiklerini izah için, birkaç vecih zikretmişlerdir.
1) Onlar,
kesin olarak sürüleceklerini anlayınca, müslümanların kendi evlerinde kalmaları
ve oturmaları hususunda hased ettiler de, böylece onlar evlerini, içten;
müstümanlar da dıştan yıkmaya başladılar.
2) Mukâtil
şöyle demiştir: "Münafıklar, çıkmamaları için, yahudilere hile ve
desiseler kurdular, telkinlerde bulundular. Bununüzerine yahudiler de, kale
girişlerini muhkemleştirip, iyice sağlam hale getirdiler. Böylece de, evlerini
bozarak, onları, boğazın girişinde, birer kale haline getirdiler. Müslümanlar
da, diğer taraftan harap ediyorlardı.
3)
Müslümanlar, onların kale girişlerinden bir girişe hakim olduklarında, onu
harap ediyorlardı. Yahudiler de, evlerin gerisine çekiliyorlar ve o evlerin
arkasından gedikler açıyorlardı.
4)
Müslümanlar, o diyarın, gözle görülen şeylerini harab ediyorlardı. Yahudİlerse,
kesin olarak sürüleceklerini anladıklarında, evlerinde güze! ve hoş buldukları
kapt ve ahşap kısımlara bakıyorlar, sonra onları sökerek deve ve hayvanlarına
yüklüyorlar, en sonunda da evlerini yıkıyorlardı.
Eğer,
"Yahudilerin, müslümanların eli ile evlerini yıkmalarının manası
nedir?" denilirse, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demiştir: "Yahudiler
müslümaniarı bunu yapmaya sevkedip, böylece buna sebep olunca, sanki yahudiler
müslümanlara bunu emretmiş ve bununla vazifeli kılmışlar gibi
olmuşlardır."[12]
Cenâb-ı Hak,
"İşte, ey akıl ve basiret
sahipleri. Siz bundan ibret alın" buyurmuştur. Bil ki biz, kıyasın hüccet
olduğu hususunda, fıkha dair "el-Mahsûl" adlı eserimizde, delil
olarak bu ayete tutunduk. Binâenaleyh, bunu burada zikretmeyeceğiz. Fakat şu
kadar var ki, burada, Allah Teâlâ'mn ibret alınmasını emrettiği şeyin izah
edilmesi gerekir. Bunda birkaç ihtimal var:
1) O
yahudiler, kalelerine, kuvvetlerine ve İhtişamlarına güveniyorlardı. Allah
Teâiâ da, ihtişamlarını yok edip, kuvvetlerini izâle etti. Sonra da,
"İşte, ey akü ve basiret sahipleri siz bundan ibret alm." Ve,
Allah'tan başka hiçbir şeye dayanmayın. Öyleyse, zâhid, zühdüne güvenmesin.
Çünkü, bunun zühdü, Bel 'am'ın zühdünden daha çok olamaz. Yine, âlim de ilmine
güvenmesin. İbnur-Ravendî'ye bak. Muhakeme ve mümaresesinin çokluğuna rağmen,
nice oldu!? Aksine, hiç kimse için, hiçbir hususta, Allah'ın lütuf ve
rahmetinden başka itimat edilecek bir şey yoktur!" buyurmuştur.
2) Kadî
şöyle demiştir: "Bundan maksat, insanın, zulüm, küfür ve peygamberliği
ta'n etmenin akibetini bilmesidir. Çünkü bu yahudiler, zulüm ve küfrün
uğursuzluğu ile, şiddetli belâ ve sürgüne duçar olmuşlar. Mü'minler de, bundan
ibret alıp, böylece günahlardan uzaklaşmışlardır.
Buna göre eğer,
"Bu ibret alma ancak, eğer biz, "Onlar, zulmetmişler ve inkâra
sapmışlardı. Dolayısıyla da azaba uğramışlardı. Bu azabın sebebi, onların küfrü
ve zulmüdür" dersek, doğru olur. Şu kadar var ki, bu söz,
"tarden" ve "aksen" yanlıştır. "Tarden" yanlış
oluşuna gelince, bu şundan dolayıdır: Nice, zâlim ve kâfir olan kişiler var ki,
onlar, dünyada iken azaba uğramamışlardır. Bunun "aksen" yanlış
olması da şundan dolayıdır: Bu gibi, mihnet ve belâlar, hatta bundan daha
şiddetlileri, Hz. Peygamber (s.a.s) ve ashabının da başına gelmiştir. Ve bu,
onların dinlerinin ve davranışlarının kötülüğüne delâlet etmemişti. Bu illet
yanlış olunca, bu şekilde ibret almak da batıl olur.
Yine, esasen, sabit
olan hüküm şudur: O yahudiler, hem kendi, hem de mü'minlerin elleriyle, evlerini
yıkmışlardır. Biz, bunun, onların küfür ve zulümleri sebebiyle olduğunu
söylersek, zulmeden ve inkâr eden herkesin evinin, kendi ve müslümanlann eliyle
harab edilmesi gerekir. Bunun ise ev söz konusu olmadığı malumdur. Böylece
anlıyoruz ki, bu şekilde bir ibret alış sahih değildir" denilirse, şöyle
cevâp veririz:
Aslında sabit olan
hükmün üç mertebesi vardır:
a) Onların
evlerinin yıkılmasının, kendi elleri ve mü'minlerin elleriyle olması.
b) Bunun,
dünyada bir azâb olması. Ki bu, birincisinden daha umumîdir.
c) Bunun,
mutlak anlamda azâb olmasıdır. Ki bu da, ikinci husustan daha umumîdir. Zulüm
ve küfür, azaba, bir azab olması cihetinden uygun düşerler. Bunun, husûsen
dünya veya ahirette, bir yıkım veya bir öldürülme olmasına gelince, bunun bir
netice ve tesiri yoktur. Dolayısıyla, kıyasın neticesi şuna varıp dayanır;
zulmeden, inkâr eden ve
yalanlayanlar, bu azabın,
dünyada veya ahirette
olmasına bakılmaksızın, azaba duçar olurar. Zulüm ve küfür de bu azaba
münasib düşer. Böylece anlıyoruz ki, küfür ve zulüm, bu azabın iki
sebebidirler. Ne zaman ve nerede var olurlar ise, bu azabın dünyada veya
ahirette olacağı açıklanmaksızın, azâb meydana gelir. Biz, buradaki kıyâs etme
ve ibret almayı bu şekilde anlattığımızda, tenkitler ve çelişkiler ortadan
kalkar. Kıyas da, doğru bir biçimde tamamlanmış olur.[13]
"İbret
almak" demek olan "i'tibâr", "geçmek" "bir şeyden
başka bir şeye geçmek" manasından alınmadır. Göz yaşına da o şey gözden
yanağa (yüze) geçtiği (aktığı) için "ibret" denilmiştir. Sayesinde
geçme sağlandığı için geçite de, "ma'ber" denilmiştir. O belli (rüya
yorumlama) ilmine de, "ta'bîr" ismi verilmiştir. Çünkü bu ilmin
sahibi, hayalî olandan ma'kûl (aklî) olana intikal eder. Lafızlara da ibareler
ismi veriler. Çünkü ibareler, manaları konuşanın dilinden dinleyenin aklına
intikal ettirir. Nitekim "Mutlu (saîd), başkasından ibret alandır"
denilir. Çünkü onun aklı, başkasının durumundan, kendisinin durumuna geçmiştir.
Bu nedenle müfessirler " "i'tibâr" ve "ibret", eşyaya
bakmak suretiyle, aynı cinsten başka şeyleri bilmek gayesiyle, eşyanın
(herşeyin) hakikatlerine ve delâlet yönlerine bakmadır" demişlerdir.
Ayetteki, ifadesi ile ilgili iki izah şekli vardır:
1) İbn Abbas
(r.a) şöyle demiştir: "Cenâb-ı Hakk bununla, "Ey ince akıl, fikir ve
basiret sahipleri..." manasını murad etmiştir."
2) Ferrâ, bu
ifadenin manasının, "Ey bu zikredilen olayı bizzat görüp, ibret alan"
şeklinde olduğunu söylemiştir.[14]
"Eğer Allah
onların üstüne bu sürgünü hükmetmeseydi dünyada kendilerini şiddetle
azablandıracakti. Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır. Bunun sebebi
şudur. Çünkü onlar, gerçekten Allah'a ve peygamberine muhalefet ettiler. Kim
Allah'a muhalefet ederse, şüphe yok ki Allah çetin azabhdır" (Haşr, 3-4).
"Cela"nın
Arapça'daki manası, vatandan çıkmak ve ayrılmaktır. Buna göre eğer,"Eğer
... yazmasaydı" edatı, başka bir husus olduğu için, bir diğer şeyin
olmadığını ifade eder. Dolayısıyla sürgün mevcud olduğu için, dünyada
azablandırmanın olmaması gerekirdi. Ama sürgün de, azab çeşitlerinden biridir.
O aide, sürgünün mevcudiyeti ile, azabın olmaması gerekirdi, ama bu
imkânsızdır" denilirse biz deriz ki: Bunun manası şudur: Eğer Allah Teâlâ
onlara hükmü vermeseydi yazmasaydı, onları dünyada, kardeşleri (soydaşları)
Benî Kureyzâ kabilesine yaptığı gibi, öldürülme azabına dûçâr kılardı.."
Ayetteki,
"Ahirette de onlar için cehennem azabı vardır' ifadesi, "yeni bir
cümle olup, kendinden öncesine atfedilmemiştir. Çünkü eğer kendinden önceki
ifadeye atfedilmiş olsaydı, daha önce
edatının, şart bulunduğu için, cezanın (neticenin) : mamasını
gerektirdiğini açıklamamızdan ötürü, ahirette onlar için bir azabın olmaması
gerekirdi.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, Allah'a ve peygamberine muhalefet ettiler"
cümlesi, yahudilerin evlerinin harab işinin sebebinin, onların Allah ve
Resulüne muhalefet etmeleri olmasını gerektirir.
Buna göre eğer,
"Şayet muhalefet etmeleri, bu harab edişin sebebi olsaydı, "Bu
muhalefet her ne zaman bulunursa, harab ediş de bulunur" denilmesi
gerekirdi. Oysa ki durumun böyle olmadığı malumdur" denilirse, biz deriz
ki: Bu, nasla (açıkça) belirtilmiş bir illetin (sebebin), bir şeye tahsis
edilmesinin, onun doğruluğuna zarar vermeyeceğine delâlet eden şeylerden
birisidir.
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Kim Allah 'a muhalefet ederse, şüphe yok ki Allah çetin
azabhdır" buyurmuştur. Bundan maksad, (insanları muhalefetten)
menetmektir.[15]
"Herhangi bir
hurma ağacını kestiniz, yahut kökleri üstünde ayakta bıraktınız ise, (hepsi)
Allah'ın izniyledir. Bu da, fasıldan rüsvay edeceği içindir" (Haşr, 5).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[16]
kelimesi, kelimesini
"beyan" eden bir ifade olup, buradaki
ism-i mevsûlü, fiilinin mef'ulü
olarak, mahallen mansubtur. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hangi şeyi
keserseniz..." demektir 'daki, "mâ" ism-i mevsûlüne râcî olan
zamiri, müennes olarak getirmiştir. Çünkü
manasındadır.[17]
Ebu Ubeyde,
"Üne" kelimesinin, iyi ve has cinsden olmayan hurma ağacı manasına
olduğunu, bunun aslının "llvne"
şeklinde olduğunu; lamın kesreli oluşundan ötürü, vav'ın yâ harfine
dönüştüğünü; bundan dolayı kelimenin çoğulunun "elvan" şeklinde
olduğunu; iyi cins hurma dışında, bütün hurma ağaçlannın ismi olduğunu
söylemiştir. Bazı alimlerse, "fine" kelimesinin, son derece
kıymetli-iyi cins hurma ağacına isim olarak verildiğini söylemişlerdir.
Buna göre onlar bu
kelimeyi, yine hurma ağacı manasındaki "linun" kelimesinden türetmişlerdir. Bu durumda,
çoğulu "llyen" şeklinde gelir.
Eğer, "kesilme
ile ilgili olarak, niçin özellikle hurma ağacı zikredilmiştir?" denilirse,
biz deriz ki: Eğer onların, orta halli-normal hurma ağaçları var idiyse,
müslümanlar iyi cins ve bernî (has) hurma ağaçlarını kendilerine bırakmak için
böyle yapmışlardır. Eğer kesilenler, son derece değerli cins hurma ağacı
idiyse, bu, yahudileri daha çok kızdırmak ve üzmek için olmuştur.[18]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Kafmeten" ifadesi, şeklinde de okunmuştur.
"Usûl" kelimesinin "usul"' şeklinde okunmasının iki izahı
vardır:
1) Bu
kelime, tıpkı "Rehn"in çoğulunun "rühün" olması gibi,
"ast" (kök) kelimesinin çoğuludur.
2) Burada
vav'a bedel olarak, aâd'ın zammesiyle yetinilerek böyle okunmuştur. Yine bu
kelime, (ü) ism-i mevsûlinin lafzına bakarak,
şeklinde, müzekker zamire izafe edilerek de okunmuştur.
Ayetteki,
"Allah'ın izniyle" ifadesi, şu manayadır: "O hurma ağaçlarının
kesilmesi, Allah'ın izni ve emriyledir."
Yine ayetteki, ifadesi
ise, "Fasıkları, yani yahudileri rezil ve rüsvay etmek için, Allah o hurma
ağaçlarının kesilmesine izin verdi" manasınadır.[19]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber (s.a.s), ashabına, yahudilerin hurma ağaçlarını
kesip-yakmayı emrettiği zaman, yahudiler, "Ey Muhammed, sen yeryüzünde
fesad çıkarmayı nehyediyordun. Öyle ise bu hurma ağaçlarını kestirip-yaktırman
ne oluyor?" dediler. Mü'minlerin aklına da buna benzer şeyler geçiyordu.
İşte bunun üzerine buayet nazil oldu.
Dolayısıyla gayzı, kin
ve Öfkesi artsın, düşmanlarının yani müslumanların, onların en sevgili
mallarına sahip olup, hükmetmeleri sebebiyle üzüntü ve pişmanlıkları kat kat
artsın diye izin vermiştir" şeklinde olur.[20]
Âlimler, bu ayet-i
kerimeye, kâfirlerin kalelerinin ve evlerinin yıkılıp yakılması, su altında
bırakılması ve topa tutulmasında bir sakınca olmadığı hususuna delil
getirmişlerdir. Yine bunun gibi. meyveli veya meyvesiz ağaçlarının kökünden
sökülmesinde bir sakıca olmadığına, bu ayeti delil getirmişlerdir. İbn Mes'ûd
(r.a)'dan rivayet edildiğine göre o, müslümanların, savaş alanına rastlayan
ağaçları kestiklerini söylemiştir.[21]
Rivayet olunduğuna
göre, iki müslümandan birisi o ağaçlardan iyi cins hurmaları diğeri ise orta
halli hurma
ağaçlarını kesiyordu.
Hz. Peygamber (s.a.s) onlara bunun sebebini sorunca, birisi, "O iyi cins
hurma ağacını Allah'ın Resulüne bıraktım" dedi. Öteki de, "iyi cins
hurmaları, o kâfir yahudileri iyice öfkelendirmek İçin kesiyorum" dedi.
Âlimler, bu hadiseyi, içtihadın caiz olduğuna ve bunun bizzat Hz. Peygamber
(s.a.s)'in huzurunda bile yapılabileceğine delil getirdiler.[22]
"Allah'ın onların
mallarından peygamberine "fey' " olarak nasib ettiği şeye gelince,
siz bunun için, ne ata ne deveye bindiniz. Fakat Allah peygamberlerini,
dilediğine musallat eder. Allah herşeye hakkıyla kadirdir" (Haşr,6).
Müberred şöyle
demiştir: "Döndü" anlamında, denilir. ifâdesi, "Allah onu
döndürdü" anlamındadır. Ezherî, "ley' ", Allah'ın, kendi dininin
müntesiplerine, bu dinin ehline muhalefet edenlerin mallarından, ya yurtlarından
sürülüp çıkarılmaları veya o yurtları müslümanlar için boşaltıp bırakmaları
sebebiyle, yahut, adam başına muayyen miktarda ödeyecekleri bir cizye üzerinde
anlaşmaları sebebiyle, veya, kan dökmelerine mukabil bir fidye olmak üzere
cizye dışındaki bir mal olarak, Allah'ın o müslümanlara çevirip nasip ettiği
şeydir... Nitekim, Allah Teâlâ bunu, Hz. Peygamber (s.a.s) ile, her üç ev için,
silah hariç, diledikleri mallarından bir deve yükü eşya alıp, gerisini
terketmek üzere anlaşma yaptıkları zaman, BenÛ'n-Nadîr kabilesine yapmıştır,
işte bu mal, "fey' "dir ve bu, Allah'ın kâfirlerden müslümanlara
çevirip nasib ettiği maldır.
Ayetteki,
"onlardan" kaydı, "Benu'n-Nadîr yahudilerinin mallarından"
anlamındadır.
Cenâb-ı Hak,
buyurmuştur. Arapça'da, at ve deve gibi hayvanlar hızlı yürüdüğü zaman,
denilir. Sahibi, o hayvanı hızlı yürümeye zorladığı zaman, denilir. Ayetteki
"onun üzerine bunun için" ifâdesi, "Allah'ın fey1 olarak nasib
ettikleri şey İçin..." demektir. Buradaki üzerine binilen deve anlamındadır.
Bunun delili er-râhllletu'dur. Bunun, kendi lafzından delili yoktur. Araplar,
er-râkibu kelimesini, ancak deveye binen için kullanırlar. Ata binen için,
fâris (süvari) kelimesini kullanırlar.
Ayetin manası
şöyledir: "Sahâbe-i kiram, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, ganimeti aralarında
paylaştırdığı gibi, "fey' "i de paylaştırmasını istediler. Bunun
üzerine Allah Teâlâ, bu ikisi arasındaki farkı belirtti ki, bu fark da şudur:
"Ganimet, "fey' "in aksine, elde etmek için, kendinizi
yorduğunuz ve üzerine at ve deve sürdüğünüz şeydir. Ama fey' i elde etmede, bir
yorgunluk çekmediniz. Dolayısıyla, bunda yapılacak şey, Resûlüllah (s.a.s)'a
havale edilmiştir. Binâenaleyh, o, bu işi dilediği gibi yapar.[23]
Sonra burada şöyle bir
soru vardır: Benûn-Nadîr'in malları savaş neticesinde alınmıştır. Çünkü onlar,
günlerce muhasara edilmişler, savaşmışlar, öldürülmüşler, sonra da sürgünü
kabul ederek anlaşma yapmışlardır. Dolayısıyla, bu mallann "fey' "
cümlesinden değil, ganimet cümlesinden olması gerekir? İşte* bu suâl karşısında
müfessirler iki izah yapmışlardır:[24]
1) Bu ayet,
Benû'n-Nadîr'in yerleri hakkında nazil olmamıştır. Çünkü müstümanlar, onlar
üzerine, atlar ve develer sürmüşlerdir. Müslümanlar ve Resûlüllah (s.a.s),
onları muhasara etmiştir. Aksine bu ayet, Fedek hakkındadır. Çünkü Fedek
ahalisi, Fedek'ten ayrılmış, böylece, onların yerleri ve evleri, savaşsız
olarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'in eline geçmiştir. Bundan dolayı Hz. Peygamber
(s.a.s), Fedek gelirinden, kendisinin ve geçimini sağlamak zorunda olduğu kimselerin
nafakasını alır, gerisini silâh ve teçhizat giderlerine harcardı.[25]
Dolayısıyla, Hz.
Peygamber (s.a.s) öldüğü zaman, kızı Fatıma, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Fedek'i
kendisine bıraktığını iddia etti. Bunun üzerine Hz. Ebû Bekir (r.a) şöyle dedi:
"Sen fakirlik halinde, benim nezdimde en değerli olan insansın, servetçe
buna en uyumlu olansın. Fakat ben, sözünün doğru olup olmadığını bilmiyorum.
Buna hükmetmem doğru olmaz" dedi. Bunun üzerine, Ümmü Eymen ve Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bir kölesi, Hz. Fatıma lehine şehâdette bulundular. O
zaman Hz. Ebû Bekir (r.a), Hz. Fatıma (r.a)'dan, şehâdeti şer'ân caiz olan bir
şahit getirmesini istedi. Ama bu olmadı. Böylece Hz. Ebû Bekir (r.a) bu işi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in yürüttüğü gibi yürütmeye başladı. Artık, Fedek
gelirinden, Hz. Peygamber (s.a.s)'in geçimini sağladığı kimselere harcadı.
Gerisini de, yine silah ve teçhizata yatırdı. Aynı şekilde Hz. Ömer (r.a),
Fedek gelirini, bu minval üzere harcamak üzere, Hz. Ali (r.a)'ye havale etti.
Hz. Ömer (r.a)'in hilafetinin sonuna doğru, Hz. AH (r.a) bunu yeniden Hz. Ömer
(r.a)'e verdi ve şöyle dedi: "Biz zenginiz, müslümanlarınsa buna ihtiyacı
var.." Hz. Osman (r.a) da bunu, aynı şekilde yürüttü. Sonra, bu iş Hz. Ali
(r.aj'ye kaldı, o da bunu, aynı şekilde yürüttü. Binâenaleyh bu dört halife de
böyle yapmada ittifak etmişlerdir.
2) Bu ayet,
Benû Nadîr ve onların beldeleri hakkında nazil olmuştur. Çünkü -nüslümanların o
gün, çok at ve develeri yoktu. Benû Nadîr'e ulaşmak için de çok -esafe kat
etmemişlerdi. Dolayısıyla müslümanlar oraya, yürüyerek gittiler ve Hz.
Peygamber (s.a.s)'in dışında hiçkimse, herhangi bir hayvana binmedi. Hz.
Peygamber se, bir deveye binmişti. Çatışma az olup, at ve deve de bulunmayınca,
Allah Teâlâ sunu, kendisi için sanki hiç savaş olmamış gibi kabul etti. Böylece
de bu malları, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tahsis etti. Sonra, rivayet olunduğuna
göre, Hz. Peygamber s a.s) bu malları muhacirler arasında taksim etti. Üç kişi
müstesna, ondan, Ensâr'a hiçbirşey şey
vermedi. Bu üç kişi ise, muhtaç durumda olan Ebû Ducane, Sehl Ibn Hanff ve
Haris ibnu's-Sanıt idi.[26]
"Allah'ın,
memleketler ahalisinden peygamberine verdiği fey', Allah'a, peygamberine,
akrabalara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara aittir. Ta ki, (bu
mallar), içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın! Peygamber size
ne verdiyse onu alın, size neyi yasak ettiyse de ondan sakının. Allah'tan
ittika edin, çünkü Allah'ın azabı çetindir" (Haşr, 7).
Allah Teâlâ böyle
buyurarak, fey'in hükmünü bildirmiştir. Keşşaf sahibi, "Bu cümlenin başına
atıf harfi gelmemiştir. Çünkü bu cümle, önceki cümlenin beyânıdır. Dolayısıyla,
bu onun bir parçası olup, ondan ayrı bir şey değildir" demiştir.[27]
Bil ki, müfessirler,
ayetteki, "akrabalara..." kelimesinden maksadın, Haşimoğullan ve
Muttali boğul lan olduğu hususunda icmâ etmişlerdir.[28]
Vahidî şöyle demiştir:
"Fey1, Rasûlullah zamanında, beş parçaya ayrılırdı. Dört parçası,
Rasûlullah (s.a.s)'e ait idi. Kalan beşinci parça, yine beş parçaya ayrılırdı.
Onun yine bir sehni (payı), Hz. Peygamber (s.a.s)'e ait idi. Geriye kalan dört
pay ise, 1) akrabalara, 2) yetimlere, 3) yoksullara ve 4) yolda kalanlara ait
idi.
Rasûlullah (s.a.s)'in
vefatından sonra ise, fey'in, Rasûlullah (s.a.s)'e ait olan kısmı hakkında,
Şafiî'nin iki görüşü vardır:
a) Bu, savaş
için hudutlarda nöbet bekleyen mücahitlere aittir. Çünkü onlar, sınır
boylarındaki kalelerde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yerini tutmaktadırlar.
b)
Fey'in bu kısmı,
kale yapmak, kanal açmak,
köprüler yapmak, vb. müslümanlann
faydasına olan yerlere sarfedilir. Bunlardan önce en mühimi yapılır, sonra da
sırasıyla diğerleri... işte bu, Rasûlullah (s.a.s)'e ait olan 4/5'lik kısmı
için söz konusu olan husustur. Fakat Rasûlullah (s.a.s)'ın fey'in, humusünden
(beşte birinden beşte bir hissesine gelince o, ittifakla, müslümanların
menfaatleri için harcanır.[29]
Ayetteki "Ta ki
bu mallar, içinizde zenginler arasında dolaşan bir devlet olmasın.,"
cümlesiyle ilgili bir kaç mesele vardır:[30]
Müberred, şöyle
demiştir: "dûle kelimesi,
bir topluluğun elden ele dolaştırdıkları ve böylece de, bazen şöyle
bazen de böyle olan şeyin adıdır. Fetha ile olmak üzere devlet kelimesi ise,
sevindirici bir halin durumun, bir topluluktan başka bir topluluğa geçmesidir.
Dolayısıyla, damme ile olmak üzere dûlet, bu intikâl eden, elden ele dolaşan
şeyin adıdır. Fetha ile olmak üzere devle kelimesi ise, intikal etmek anlamında
masdardır. Ve, insan için meydana gelmiş olan sevindirici hal hakkında
kullanılır. Dolayısıyla da, sevindirici halin ona geçtiğini ifade etmek için,
"Bu, falancanın devletidir" denilir. Şu halde dûle, mal olarak elden
ele dolaşan şeyin adıdır. Devlet ise, intikal eden halin adıdır. Buna göre
ayetin manası, "Hakkı, sayesinde yaşayabilecekleri bir nasib, pay olsun
diye fakirlere verilmek olan fey'I zenginlerin eline düşüp de, onlar arasında
dolaşan bir şey olmasın diye..." şeklindedir.[31]
Bu kelime, dalın
fethası ve zammesi ile, devle ve dûle şeklinde okunmuştur. Ebû Ca'fer, bunu dâl
ve tâ'nın ref'i ile şeklinde okumuştur, Ebû'l-Feth, "Bu ayetteki kelimesi,
"Eğer borçlu darda ise, ona süre tanıyın.." (Bakara,280) ayetinde
olduğu gibi tam bir fiildir. Ve manası da, "Cahiliyye dönemindeki eski bir
"devlet" ve mal dolaşımı meydana gelmesin diye..." şeklindedir.[32]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size yasak ettiyse ondan da
sakının" buyurmuştur. Bu, "Peygamber (s.a.s)'in bize verdiği fey'i
alın; o, sizin için helâldir. Almanızı yasakladığını ise, almayın. Feyp
konusunda Allah'tan korkun. Çünkü, Resûlüllah'ın sizi nehyettiği şeylerde,
Allah'ın azabı cidden çetindir" demektir. En güzel olan mana, bu ayetin,
Rasûlullah'ın verdiği, emrettiği ve nehyettiği herşeye şâmil bir hüküm
olmasıdır. Binâenaleyh, fey' ile ilgili hüküm de bu umumîliğe dahildir.[33]
"(Bilhassa o
fey), hicret eden o fakirlere aittir. Onlar, Allah'dan bir fazi ve rızâ ararlarken,
Allah'a ve peygamberine yardım ederlerken, yurtlarından ve mallarından
çıkarılmışlardır. İşte bunlar, sadık (vefakâr) olanların tâ kendileridir"
(Haşr, 8).
Bil ki bu ayet,
"Akrabalara, yetimlere, yoksullara, yolda kalaniara aittir
(fey)"(Haşr, 7) ifadesinden bir bedel olup, buna göre sanki: "Bu dört
kısım kişi ile, şu şu vasıftaki o fakirler ile muhacirleri kastediyorum"
denilmek istenmiştir.
Cenâb-ı Hakk bunları
şöyle bir takım sıfatlarla vasfetmiştir.
1) Onlar
fakirlerdir.
2) Onlar,
muhacirlerdir.
3) Onlar,
yurtlarından sürülmüş, mallarından uzaklaştırılmışlardır. Yani Mekke kâfirleri,
onları çıkmaya zorlamış, böylece onlar, yurtlarından sürülüp çıkartılmışlardır.
4) Onlar
Allah'ın fazlını ve rızasını istemektedirler. Buradaki fazi ile kastedilen
cennet nimeti, "rıza" ile kastedilen de, "Allah'ın rızası ise
daha büyüktür'" (Tevbe. 72) ayetinde anlatılan husustur.
5) Onlar,
Allah'a ve peygamberine yardım ederler. Yani canları ve malları ile Allah'a ve
Rasûlüne yardım ederler.
6)
"işte onlar, doğru olanların tâ kendileridir" ayetiyle anlatılan
husus. Bu, "Onlar din için, dünya lezzetlerini terkedip, onun
sıkıntılarına katlandıklarında, dinlerindeki sadakatleri ortaya çıkmış
olur" demektir.
Alimlerden birisi, Hz.
Ebû Bekir (r.a)'in halifeliğinin sıhhati hususunda bu ayeti delil getirip şöyle
demiştir: "Ayette bahsedilen fakirler muhacirlerden idi. Ensâr da, Hz. Ebû
Bekir (r.a) için, "Ey Resûlüllah'ın Halifesi..." diyorlardı. Allah
Teâlâ ise, burada, onların doğru olduklarına şehâdet ediyor. Şu halde onların,
"Ey Resûlüllah'ın Halifesi..." deyişlerinde de doğru olmaları
gerekir. Durum böyle olunca, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in halifeliğinin doğru
olduğuna da hükmetmek gerekir."[34]
Cenâb-ı Hakk daha
sonra ensardan bahsetmiş ve muhacirler lehine, fey'den feragat etmelerinden
dolayı onları medh-ü sena ederek şöyle buyurmuştur:[35]
"Onlardan evvel
Medine'yi yurt ve iman evi edinmiş olan kimseler, kendilerine hicret edenlere
sevgi beslerler. Onlara verilen şeylerden dolayı, gönüllerinde bir ihtiyaç
(arzu meyli) bulmazlar. Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile, onlan öz
canlarından daha üstün tutarlar. Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden
korunursa, işte felaha erenler, onların tâ kendileridir" (Haşr, 9).
Ayetteki
"dâr" (yurt)'dan maksad Medine'dir. Çünkü Medine, hicret yurdu olup,
ensar, muhacirler gelmezden önce oraya yerleşmişlerdi. Buna göre ayetin manası,
"Medine'ye, bu iman yurduna muhacirlerden önce yerleşenler..."
şeklindedir.[36]
Eğer, "Ayet
hakkında şu iki soru var:
1) "İmana
yerleşti" denilmez.
2) Bunun
söylenebileceğini farzetsek bile, "ensar, imana muhacirlerden önce
yerleşmemiştir" denilirse, birinciye şöyle birkaç bakımdan cevap verilir:
a) Bu,
"Onlar o yurda yerleştiler ve imanlarında ihlaslı oldular" manasındadır.
Bu tıpkı şâirin, "Andolsun ki savaşta ben seni kılıç ve mızrak kuşanmış
(yani taşırken) gördüm" beytinde olduğu gibidir.
b) Bunlar,
ona imkân bulup, oünda dosdoğru olmaları sebebiyle, imanı adetâ bir karargâh ve
vatan edinmişlerdir. Bu tıpkı, Seimfln-ı Fârisî (r.a)'ye nesebini sorduklarında
"Ben İslâm'ın oğluyum" demesi gibidir.
c) Cenâb-ı
Hakk, Medine'yi "iman" diye isimlendirmiştir. Çünkü iman orada zuhur
etmiş, kök salmıştır.
İkinci suale de şu iki
bakımdan cevap verilir:
a) Bu
sözde, bir takdîm-tehir bulunmakta olup,
takdirî manası, o yurda muhacirlerden önce yerleştiler ve mü'min oldular"
şeklindedir.
b) Burada, muzafın
hazfı sözkonusudur ve
takdir, "Onlar, muhacirlerin hicretlerinden önce o yurda ve
imana yerleştiler" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Onlara verilen şeylerden dolayı gönüllerinde bir ihtiyaç (arzu
meyli) bulmazlar" buyurmuştur. Hasan el-Basrî, "Bu, "kendilerine
verilmeyip muhacirlere verilen o fey'den ötürü bir haset, bir yangınlık ve bir
kin hissetmezler" demektir. Burda Cenâb-ı Hakk, haset öfke ve kini,
"hacet" (ihtiyaç) kelimesi ile ifade etmiştir. Çünkü bu duygular,
ihtiyaç anında hissedilir. Böylece Cenâb-ı Hakk, kinaye yoluyla,
"lâzımı" zikrederek melzûmu kastetmiştir.[37]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Kendilerinde fakirlik ve ihtiyaç olsa bile, onlan öz canlarından daha
üstün tutarlar" buyurmuştur. Arapça'da, birşeyi kendisine has kıldığı
zaman, "Onu kendine tercih etti" oenilir. Ayetteki "tercih
etme" fiilinin mef'ulü mahzûf olup, takdiri, "Ensar, muhaciri,
-nallarına ve evlerine hatta kendi canlarına tercih ederler" şeklindedir.
İbn Abbas (r.a)'dan
rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) ensara şöyle demiştir:
"Eğer isterseniz, evlerinizden ve mallarınızdan muhacirlere bir pay
verebilirsiniz. Ben de size ganimette, onlara verdiğim gibi, bir pay veririm.
Yok eğer istemezseniz ganimet (fey) onların olur, evleriniz ve mallarınız size
kalır" demiştir. Onlar da: "Hayır, bilakis biz onlara, hem
evlerimizden ve mallarımızdan vereceğiz, hem de fey'de onlara ortak
olmayacağız" demişlerdir. Bunun üzerine Cenâb-ı Hakk bu ayeti indirmiş ve
böylece, ensarın muhaciri kendilerine tercih edişlerinin, mal hususunda
zenginliklerinden dolayı olmadığını, aksine kendileri de ihtiyaç ve fakirlik
içinde oldukları halde bu fedakârlığı gösterdiklerini beyân etmiştir. Bu
ayetteki "hasâsa" kelimesinin aslı, ferahlık, kalburdaki her delik
veya kapı, bulut veya baş örtüsü manasındaki "hasAs"dır. Müfredi
"hasase"dir.
Müfessirler, ensarın,
misafirleri olan (muhaciri) yemek hususunda kendilerine tercih edişleri,
misafir doyuncaya kadar kendilerinin yemekten oyalandıkları ile ilgili birçok
şeyler anlatmışlardır. Sonra bu ayetin, bu tercih ediş (fedâkârlık)
hususlarında nazil olduğunu söylemişlerdir. Doğru olan, bu ayetin, onların, fey
konusunda muhacirleri kendilerine tercih edişleri hususunda nazil olduğudur.
Hem sonra diğer tercih ediş hususlarının buna dahil olması da imkânsız
değildir.[38]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Kim nefsinin hırsından ve cimriliğinden korunursa, işte felaha
erenler onların tâ kendileridir" buyurmuştur. Şuhh kelimesi, hem zammeli,
hem kesrelidir. "Şuhh" ve "şıhh" şeklinde de kıraati
vardır. Bil ki "şuhh" ve "buhl" (cimrilik) arasındaki mana
farkı şudur: Buhl, cimriliğin bizzat kendisidir. Şuhh ise, insanın içinde
bulunan ve bu cimriliğe sebep olan halin (vasfın) adıdır. Şuhh, insan
"nefs"inin sıfatlarından olduğu için, hiç şüphesiz Cenâb-ı Allah,
"Kim nefsinin şuhhundan (cimriliğinden - mal sevgisinden) korunursa, işte
felaha erenler" yanı, "istediklerine nail olanlar, onların tâ
kendileridir" buyurmuştur. İbn Zeyd şöyle demiştir: "Allah'ın
alınmasını nehyettiği şeyi alan ve verilmesini emrettiği şeyi vermeyen nefsinin
şuhhuna (cimriliğine) tabî olmuş olur."[39]
"ve bunların
arkasından gelenler şöyle derler: "Ey Rabbimiz bizi ve iman ile daha önden
bizi geçmiş olan (din) kardeşlerimizi bağışla, iman etmiş olanlar için
kalblerimizde bir kin bırakma. Ey Rabbimiz, şüphesiz Sen, raûfsun,
rahîmsin" (Haşr, 10).
Bil ki "ve
bunların arkasından gelenler..." ifadesi "muhacirler" üzerine
atıftır ve bunlar, daha sonra hicret edenlerdir. Denildi ki: "Bunlar,
İyilik yapma hususunda evvelkilere tabi olanlardır ki bunlar, muhacir ve
ensardan sonra, kıyamet gününe kadar gelen (mü'minler)dir." Allah Teâlâ
bunların hem kendileri için, hem de kendilerinden Önce iman etmiş kimseler için
duâ ettiklerini ve "Ey Rabbimiz bizi ve iman ile daha önden bizi geçmiş
olan (din) kardeşlerimizi bağışla. İman etmiş olanlar için kalblerimizde bir
kin, yani hased ve buğz bırakma" dediklerini zikreder.
Bil ki bu ayejler,
bütün mü'minleri içine alır. Çünkü mû'minler, ya muhacirdir, ya ensardır, yahut
da onlardan sonra gelenlerdir. Allah Teâlâ, muhacir ve ensarlardan sonra
gelenlerin halinin, kendilerinden önce geçmiş olan bu ensar ve muhacirini dua
ve rahmetle anmak olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla kim böyle olmaz, aksine
onları kötülükle anarsa, haklarında kötü konuşursa, bu ayetin nassına (açık
ifadesine) göre, mü'minlerin kısımları cümlesinin dışına çıkmış olur.[40]
"Ehli kitabtan o
kâfir kardeşlerine, "Andolsun ki eğer siz yurtlarınızdan çıkanlırsanız biz
de muhakkak sizinle beraber çıkarız. Sizin aleyhinize hiçbir kimseye ebediyyen
itaat etmeyiz. Eğer sizinle harbedilirse muhakkak ve muhakkak, size yardım
ederiz" diyen o münafıkları görmedin mi? Halbuki Allah, onların kesinlikle
yalancı olduklarına şâhidlik eder" (Haşr, 11).
MukâtiI b. Hayyan ve
Mukâtil b. Süleyman şöyle demişlerdir: Allah bununla ensardan olan, fakat
aslında münafık olan Abdullah b. Übeyy, Abdullah b. Nabtel ve Rufa'a b. Zeyd'i
kastetmiştir. Onlar kardeşlerine böyle demişlerdi. Bu kardeşlik su birkaç
manaya olabilir:
1) Küfürde
(inkârda) kardeşlik... Çünkü yahudi ve münafıklar, Hz. Muhammed :s.a.s)'i genel
olarak inkârda ortak idiler.
2)
Karşılıklı sadakat, dostluk ve yardımlaşma
sebebiyle kardeşlik...
3) Hz.
Muhammed (s.a.s)'e düşmanlıkta, aralarında bulunan ortaklık sebebiyle olan
kardeşlik...
Allah Teâlâ bunların,
yahudilere, "Yemin olsun ki eğer Medine'den çıkartılırsaniz, biz de
mutlaka sizinle beraber çıkarız. Sizi perişan etmek, yardımsız bırakma
hususunda hiç kimseye asla itaat etmeyiz" dediklerini ve ''Eğer sizinle
harbedilirse muhakkak ve muhakkak size yardım ederiz" diyerek onlara
yardım sözü verdiklerini bildirmiştir. Cenâb-ı Hakk daha sonra da, "Allah,
onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhidlik eder" buyurarak, o
münafıkların bu sözlerinde yalancı olduklarını haber vermiştir.[41]
"Andolsun ki
onlar çıkarılacak olurlarsa, (bu münafıklar) onlarla beraber çıkmazlar. Eğer
onlar savaşa tutuşurlarsa, bunlar onlara yardım da etmezler. Onlara yardım
etseler bile, andolsun ki mutlaka gerisin geri dönerler. Sonra da kendilerine
yardım edilmez" (Haşr, 12).
Cenâb-ı Hakk, çok
genel olarak münafıkların yalancı olduklarını bildirince, bunun peşinden böyle
buyurarak, tafsilata girmiştir. Bil ki Hak Teâlâ, nihayetsiz olan bütün
malumatı bilir. Bundan dolayı hem mevcudatı (var olanları) hem de ma'dûmâtı
(var olmayan şeyleri), her üç zamanda (mazî, hal, istikbâl) da bilir ve O,
herbir şeyi bu altı bakımdan bilir. Cenâb-ı Hakk, bir şeyin, bu altı durumdan
her birinde, olduğu halin aksi bir halde olduğu zaman, nasıl olacağını da
bilir. İşte Cenâb-ı Hakk bu noktada, o yahudilerin, eğer yurtlarından çıkanlsalardı
bile, münafıkların onlarla birlikte olup çıkmayacaklarını haber vermiştir.
Nitekim netice de böyle olmuştur. Çünkü Benû Nadir yurtlarından çıkarılınca,
münafıklar onlarla beraber çıkmamış; Benu Nadir ile savaşıldığında da
münafıklar onlara yardım etmemişlerdir.
Ayetteki, , ifademin
takdirî manası, başkasının sözünü tenkit edip, itiraz eden kimse, "Biz,
meselenin dediğin gibi olduğunu kabul etmiyoruz. Kaldı ki, durumun, senin
dediğin gibi olduğunu kabul etsek bile, bu senin için birşey ifade etmez"
demesi gibidir. İşte burada da böyle olup, Cenâb-ı Hakk, münafıkların
yahudilere yardım etmeyeceğini, faraza yardım etmek isteseler bile, bu yardımı
yapmayıp kaçacaklarını, böylece de yardım etmek istedikleri bu kimseleri
düşmanlarının eline bırakacaklarını haber vermiştir. Bu ayetin bir benzeri de,
"Eğer Allah onlarda bir hayır görseydi, elbette onlara duyururdu.
Duyursaydı bile, yine onlar muhakkak ki yüz çevirip arkalarını dönerlerdi"
(Enfal, 23) ayetidir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Sonra da kendilerine yardım edilmezdi" ifadesi ile ilgili iki izah
vardır:
1) Bu,
münafıklarla ilgili olup, "Münafıklar muhakkak hezimete uğrarlar. Sonra
onlara yardım olunmaz. Allah onları helak edecek, küfürleri apaçık ortaya
çıktığı için de nifakları onlara hiçbir fayda vermeyecektir" demektir.
2) Bu,
"yahudiler, mutlaka hezimete uğrayacaklar. Hem sonra münafıkların yardımı
da onlara hiçbir fayda sağlamayacaktır."[42]
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, münafıkların mü'minlere karşı olan korkularının, Allah'a karşı olan
korkularından daha fazla olduğunu zikretmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Muhakkak ki
sizin onların yüreklere saldığınız korku, Allah'dan korkularından daha
şiddetlidir. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar iyi anlamayan (yani Allah'ın
azametini bilip de, O'ndan hakkıyla korkmayan bir güruhtur.) Onlar, müstahkem
kasabalarda, yahut duvarlar arkasında bulunmaksızın, sizinle toplu bir halde
vuruşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları çetindir. Sen onları birlik halinde
sanırsın. Halbuki kalbleri darmadağınıktır. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar
akıllarını kullanmayan bir toplulukturlar" (Haşr, 13-14).
Allah Teâlâ, bu
ayetlerle, yahudi ve münafıkların, müslümanlarla ancak, hendekler ve geçitlerle
sağlamlaştırılmış müstahkem yerlerde veya duvarlar-surlar arkasında
bulundukları halde topluca savaşabileceklerini; bunun sebebinin ise, Allah
Teâlâ'nın onların kalblerine korku düşürüp, mü'minlere nusret ve zafer nasib
etmesi olduğunu anlatmak istemiştir.
Ayetteki 'cüdür"
kelimesi, dalın sükûnu ile, şeklinde de okunmuştur. Buna göre, müfred olan,
"cidâr"ın çoğulu, hem "cüdür" hem de "cüdr"
şeklinde gelmektedir.[43]
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Kendi aralarındaki savaşları çetindir. Sen onları btlik halinde
sanırsın. Halbuki onlar, akıllarını kullanmayan bir kavimdirler"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili üç izah bulunmaktadır:
1) Bu,
"Onların kendisiyle nitelendikleri şiddetli savaş ancak, birbirleriyle
savaştığında olur. Fakat sizinle savaştıklarında, onların bu güç ve
şiddetlerinden eser kalmaz. Zira cesur bir kimse, Allah ve Resulüne karşı
savaştığında korkuya kapılır, daha Önce izzet ve şeref sahibi iken, zelil ve
rüsvay olur" demektir.
2) Mücâhid
şöyle demiştir: "Bu şu manayadır: Onlar, biraraya geldiklerinde, "Biz
andolsun ki şunu şunu yapacağız" diyorlar ve böylece mü'minleri, duvarlar
ve muhkem kaleler arkasından verecekleri savaşlarla tehdid ediyorlardı. Sonra
savaşmak üzere, çıkmaya yelleniyorlardı. Halbuki ancak kendi aralarındaki
savaşları çok şiddetlidir. Yoksa mü'minlere karşı olan savaştan değil..."
3) İbn Abbas
(r.a), "Bunun manası, "Onlar biribirinin düşmanıdır"
şeklindedir" demiştir. Bu izahın doğruluğunun delili ise ayetteki,
"Sen onlan birlik halindi sanırsm. Halbuki kalbleri darmadağınıktır"
ifadesidir. Bu, "Sen, şeklen-zâhiren, onların birbiriyle bir ülfet ve
sevgi üzere, birlik halinde olduklarını zannedersin. Kalblerine gelince
darmadağınıktır. Çünkü onlardan herbiri, ayrı bir görüştedir. Aralarında da
(içten içe) şiddetli bir düşmanlık vardır" demektir. Bu, onlarla savaş hususunda,
müslümanları bir cesaretlendirmedir.
Cenâb-ı Hakk'ın
"Bunun sebebi şudur: Çünkü onlar, akıllarını kullanmayan bir
güruhtur" ifadesi ile ilgili iki izah vardır:
1) Bu,
"Bunun sebebi onların, bundaki paylarının ne olacağını anlayamayan bir
kavim olmalarıdır" demektir.
2) Bu,
"Onlar, kalblerinin darmadağınık olmasının, güç ve kuvvetlerini zayıf
düşüreceğini bilmeyen bir topluluktur" demektir.[44]
"Onların hali,
kendilerinden az öncekiler gibidir. Ki onlar, yaptıklarının kötü akıbetini
tatmışlardır. Onlar için (ahirette de) çetin bir azab vardır" (Haşr, 15).
Bu, "Onların
durumu, az bir zaman önce, Bedirde savaşan kâfirlerin durumu gibidir"
demektir. Buna göre, kelimesi niçin mansub olmuştur" denilirse,
"Mesel kelimesi
sebebiyle mansub olmuştur ve takdir, "Bu din savaşına katılanların
mesellerinin durumlarının varlığı gibidir ki onlar kötülüklerinin ve
Resulüllah'a düşmanlıklarının cezasını tatmışlardı" şeklindedir.
"Vebal" kelimesi, Arapların, neticesi "tehlikeli ve kötü
ot" deyimlerinden alınma olup, bu, "Onlar bu dünyada öldürülme
azabını tattılar. Onlar için (âhirette de) çetin bir azab vardır"
demektir.[45]
Cenâb-ı Hakk, daha
sonra, yahudi ve münafıklar için bir darb-ı mesel zikretmiş (benzetme yapmış)
ve şöyle buyurmuştur:[46]
Bu münafıkların
durumu) şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "inkâr et" der.
O inkâr edince de, "Ben senden berîyim. Çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan
Allah'dan korkarım" der" (Haşr, 16).
Bu, "Benû
Nadir'in (yahudileri), "Yemin olsun ki eğer siz, yurdunuzdan
çıkanlırsanız, biz de muhakkak sizinle beraber çıkarız" diyerek, aldatan,
sonra da onları desteksiz bırakarak, sözlerini tutmayan o münafıkların durumu,
şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana, "inkar et" der. Sonra
da, neticene ondan uzaklaşır" demektir. Bundan murad ya, şeytanın genel
olarak küfre davetidir, yahutta, Bedir günü, "Bu gün, insanlardan sizi
yenebilecek hiç kimse yoktur. Ben sizin yakınınızdayım..." deyip,
neticede, "Ben sizden uzağım.." diyerek, Kureyş'i aldatmasıdır.[47]
"Nihayet,
ikisinin de akıbeti, ateşin içinde ebedî kalıcı olmalarıdır, işte bu, o
zalimlerin cezasıdır" (Haşr, 17).
Bu ayetle ilgili iki
mesele bulunmaktadır:[48]
Mukâtil, "Böylece
münafıkların ve yahudilerin akıbeti, şeytan ile ona uyan insanın akıbeti
gibidir. Çünkü onlar,
cehenneme
gitmişlerdir" demiştir.[49]
Keşşaf sahibi şöyle
demiştir: "Ibn Mes'ûd, bunu, nin
haberi, kelimesin de (zâid olan) bir car maa'l-mecrûr olmak üzere, şeklinde okumuştur. Meşhur kıraate göre İse
haber, zarf anlamında olan kelimesi olup,
ifâdesi de hâl'dir. Ayetteki, kelimesi, ref ile de okunmuştur."
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "İşte bu, o zalimlerin cezasıdır" buyurmuştur. Buradaki
"zalimler" kelimesi, "Muhakkak ki şirk, büyük bir
zulümdür"(Lokman, 13) "müşrikler" anlamındadır.[50]
"Ey iman edenler,
Allah'dan korkun. Herkes, yann için önden ne göndermiş olduğuna baksın.
Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah, ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır" (Haşr,
18).
Buradaki,
"yarın", kıyamet günüdür. Allah Teâlâ kıyamet gününü, bu dün gününü
izleyen ve ona yakın olan bir gün olarak isimlendirmiştir. Burada, ve
kelimeleri, belirsiz getirilmiştir. Nefs kelimesinin nekire olarak gelmesinin
hikmeti, ahiret için önden gönderdiği şeylere bakan nefisleri, tek tek,
müstakilleri kastetmektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk sanki, "Herbir nefs,
kendisinin önden gönderdiğine baksın..." buyurmuştur, (yarın) kelimesinin
belirsiz getirilimesi ise, onun önemini ortaya koymak ve onun durumunun
belirsizliğini anlatmak içindir. Cenâb-ı Hakk sanki, "O, azametinin
künhüne vakıf olunamayan bir yarındır" demek istemiştir.
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Allah'tan ittikâ edin. Çünkü Allah, ne yaparsanız, hakkıyla
haberdardır" buyurmuş ve tekid olsun diye, ittikâ emrini tekrarlamıştır.
Yahutta, İlk ittikâ emri, vâciblerin, farzların edasıyla ilgili; ikincisi de
günahların terkiyle ilgili... olabilir.[51]
"Hem kendisi
Allah'ı unutmuş, hem de Allah'ın, kendilerini kendilerine unutturduğu kimseler
gibi olmayın. İşte bunlar fasıkların ta kendileridir" (Haşr, 19).
Bu ayet hakkında iki
izah şekli vardır:
1) Mukâtll
İbn Havyan ve Mukâtil Ibn Süleyman şunu söylediler: "Onlar Allah'ı hakkını
unuttular, bunun üzerine Allah da onlara, kendi nefislerini hak ve hukukun
unutturdu. Böylece de onlar, Allah nezdinde kendilerine fayda verecek şeyleı
yapamadılar."
2)
"Allah onlara kendilerini unutturdu." Yani, "kıyamet günü
onlara, kendilerir unutacakları korkular gösterdi, gösterecek..." Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Gözleı
kendilerine dönüp bakamayacak bile. Kalblerinin içi ise, müthiş korkulardan
dolayı bomboştur" (ibrahim, 43) ve "insanları o gün sarhoş görürsün,
oysaki onlar sarho değildirler" (Hac, 2) ayetlerinde beyan edildiği
gibidir.
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Onlar İasıklann ta kendileridir".buyurmuştur. Bunda maksat,
zem ve kınamadır.[52]
Bil ki, Cenâb-ı Hakk,
"Herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğun, baksın..." buyurarak,
mü'minlere, kıyamet günü, kendi yararlarına olacak olan şeyi bildirip,
"Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem de Allah'ın, kendilerini kendilerin
unutturduğu kimseler gibi olmayın" hitabıyla da kâfirleri tehdit edince,
bu iki guruı arasındaki farkı beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur:[53]
"Cehennemlikler
ile cennetlikler bir olmaz. Cennetlikler, işte ancak onlar muradlanna
erenlerdir" (Haşr. 20).
Bil ki, bu iki
topluluk arasındaki farklılık, çok açık olarak malûmdur. Allah Teâlâ'nın böyle
bir yerde bu farkı zikretmesinden maksadı, şu cennetlikler cemaatinin büyüklük
ve heybetine işaret etmektir. Bu ayetle ilgili iki mesele vardır:[54]
Mu'tezile bunu, büyük
günah sahibinin, cenntte giremeyeceğine dair delil getirmiş ve şöyle demiştir:
"Çünkü bu ayet, cennetliklerin ve cehennemliklerin birbirine denk
olmadıklarına delâlet etmektedir. Eğer büyük günah sahibi cennete girecek
olsaydı, cennetlikler ile cehennemliklerin birbirine denk olması gerekirdi. Bu
ise caiz değildir." Bunun cevabı, malumdur.[55]
Bizim alimlerimiz bu
ayeti, müslümanın, zimmtye mukabil kısasen öldürülmeyeceğine delil getirmiştir.
Biz bunu, hilâfıyât ile ilgili kitabımızda açıklamıştık.[56]
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, bu açıklamaları yapınca, Kur'an'ın büyüklüğünü ve azametini anlatmak
için şöyle buyurmuştur.[57]
"Eğer biz bu
Kur'ân'ı bir dağın üzerine indirseydik, muhakkak ki sen onu, Allah korkusundan
baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misalleri Biz, onları insanlar
düşünsünler diye irad ediyoruz" (Haşr. 21).
Bunun manası şudur:
"Eğer dağa, size verildiği gibi bir akıl verilip, sonra da üzerine Kur'ân
indirilseydi, o baş eğer, boyun eğer ve Allah korkusundan parça parça
olurdu..." Ayetteki, "Bu misalleri Biz, onları insanlar düşünsünler
diye îrad ediyoruz..." ifâdesinin zikredilmesinden murad, bu kâfirlerin
kalblerinin katılığına ve karakterlerinin sertlik ve kabalığına işaret
etmektir.. Bunun benzeri, "Sonra (ey yahudiler) bunun arkasından, yine
kalblerimiz katılaştı. Şimdi o kalbler taş gibi yahut daha katı..."
(Bakara, 74) ayetidir.[58]
Bil ki Cenâb-ı Hakk,
Kur'an'ın büyüklüğünü anlatınca ve sıfatın büyüklüğünün de mevsûfun
(nitelenenin) büyüklüğünden ileri geldiği malûm olunca, bunun peşisıra, Kendi
azametini ve celâlini beyân etmek için şöyle buyurdu:[59]
"O öyle Allah'tır
ki, Kendisinden başka hiçbir Tann yoktur. O, gaybı da, şehâdeti de bilir. O,
Rahmân'dır, Rahman'dir" (Haşr, 22).
Buradaki, gayb ve
şehâdetin, "gizli ve açık olan" anlamında, ya da, "dünya ve
ahiret" anlamında olduğu söylenmiştir.
Bil ki Allah Teâlâ, gaybı
şahadetten Önce zikretmiştir. Bunda, aklî bir sır bulunmaktadır. Müfessirler,
gayb ve şehâdet hakkında birçok görüş zikretmişlerdir. Ezcümle "Gayb,
ma'dûm, şehâdet ise mevcut olandır", yine, "Gayb, kullara gâib olan,
şehâdet ise, onların müşahede ettikleri şeylerdir" denilmiştir.[60]
"O, öyle
Allah'dır ki, Kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. O, Melik'dir, Kuddüs'tür,
Selâm'dtr, Mü'min'dir, Müheymin'dir. Aziz'dir, Cebbâr'dır, Mütekebbfr'dir.
Allah, müşriklerin şirk koştukları şeylerden münezzehtir" (Haşr, 23).
"O, öyle
Allah'dır ki, Kendisinden başka hiçbir Tanrı yoktur. O, Meliktir..."
ifâdesinin tefsiri daha önce geçmişti.[61]
Cenâb-ı Hakk, daha
sonra "el-Kuddüs" buyurmuştur. Bu, damme ve fetha ile okunmuştur.
Fethalı okunuş, Allah'ın isimlerinde, ahkamında, fiillerinde, sıfatlarında ve
zâtındaki müzekkerliğe daha çok delâlet eder. Biz, bu kelimeyi, Hadtd SûratTnin
başında açıklamıştık. (Bakara, 30) ayetinin tefsirinde de biraz izah geçmişti.
Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bu, "Allah, bereketleri çok
olandır" anlamındadır.[62]
Ayetteki,
"es-Selam" ile ilgili iki izah vardır:
1) Bu,
"selâmet ve esenlik" anlamındadır. "Darü's-selâm: esenlik
yurdu" ve "selâmün aleyküm: selâmet üzerinize olsun" ifâdesi de
bu anlamdadır. Cenâb-ı Hakk, bütün noksanlıklardan en mükemmel manada uzak
olmasından dolayı, bu kelime ile nitelenmiştir. Nitekim, "çok ümitvar,
ümitli" anlamında, "çok yardımsever" anlamında ve "çok
adil" anlamında da denilmesi de, aynı üslub üzeredir.
İmdi, eğer, "Bu
tefsir açısından, el-Kuddüs ile es-Selâm arasında bir fark kalmaz. Tekrar ise,
aslın hilafına olup, (olması gerekir)" denilirse biz deriz ki, Allah'ın
Kuddüs oluşu, geçmişte ve halde, bütün kusurlardan münezzeh ve berî olduğuna
bir işarettir. es-Selâm oluşu ise, gelecekte de hiçbir kusur ve noksanlığın
O'na arız olmayacağına işarettir. Çünkü, kendisine bir kusur arız olan
kimsenin, selâmet ve esenliği zail olur, artık o "es-Selâm" olarak
kalmaz.
2) Allah,
"selâmeti veren ve sağlayan, güvenlik veren" anlamında es-Selâm'dır.[63]
Ayetteki,
"el-Mü'mİn" vasft ile ilgili iki izah vardır:
1) Allah,
velilerini, azabından emin kılandır. Bu manada,
"Onu emin kıldı, kılar; emin kılandır" denilir.
2) Allah
Teâtâ, "doğrulayıp tasdik
eden" anlamında mü'mindir. Bu ya,
•peygamberlerini, onlara ait mucizeleri
izhar etmek suretiyle tasdik
etmesi
anlamındadır.
Yahutta, Muhammed (s.a.s) ümmetinin, diğer peygamberlere şehâdette bulunarak,
Allah'ın onları doğrulaması anlamındadır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "(Ey
Ümmet-i Muhammed), insanlar üzerine şahitler olasınız diye..." (Hac, 78)
buyurmuştur. Hem sonra Allah Teâtâ, onların, bu şehadetlerinde doğru
olduklarını tasdik eder. Bu kelime, mîm'in fethasıyla da, şeklinde de okunmuş olup, bu, (kendisine inanılan) takdirindedir. Ama, "Musa kavminden ... seçti..."
(A'raf, 155) ayetinde de, câr maa'l-mecrûr olan ifâde hazf edilmiştir.[64]
Ayetteki,
"el-Müheymln" isminin müfessirler, "hiçbirşeyin kendisinden
gizli ve saklı kalmadığı, şahit, hazır" anlamında olduğunu söylemişlerdir.
Kelimenin köküyle ilgili iki görüş vardır:
1) Haltt ve
Ebû Ubeyde, "Bu kelime, bir kimse bir şey üzerinde gözcü ve murakıp
olduğunda kullanılan kökündendir" demişlerdir.
2)
Diğer lügat alimleri ise, "Bu kelimenin
aslı,kökünden olmak üzere
(Müheymin)'dir. Binâenaleyh bu, el Mü'minu anlamındadır"
demişlerdir. Bu kelimenin geniş izahı, (Mâide. 84) ayetinin tefsirinde
geçmişti. Ibnu'l Enbarî, "el-Müheymln, rızıklarını vererek, mahlükatı
üzerinde kâim ve hakim olan" demektir" demiş ve şu şiiri
nakletmistir: "iyi bitin ki,
peygamberlerinden sonra insanların en hayırlısı iyi kötü bir hususta insanları
kontrol eden ve onlan izleyendir."
Ibnu'l-Enbarî,
"Buradaki el-Müheymln kelimsi, anlamındadır" demiştir.[65]
Ayetteki
"ei-Azîz" kelimesi, ya "nazîri, benzeri bulunmayan", ya da,
"gâlib otan, kahir olan" anlamındadır.
Ayetteki
"el-Cebbâr" ism-i şerifiyle birkaç izah vardır:
1) Bu,
"fakiri zengin kıldı" ve "kırığı onardı" anlamında olan
(Cebere) fiilinden j& veznindedir. el-Ezherî, "Ömrüme yemin olsun ki,
O Allah, her kırığı ve fakir olanı onarandır (Câblr) O, razı olduğu dinini de
onarandır (Câbir), ayakta tutandır" demiştir. El-Accâl da, "O Allah
dinin onardı da, o da sapasağlam, dimdik, möstakîm oldu" demiştir.
2) Bu
kelime, "Onu, istediği şeyi yapmaya zorladı" anlamındaki, ifâdesindendir. Süddî, "Allah, insanları
kahr u galebesi altına alır ve onları, dilediği şeye zorlar" demiştir.
el-Ezherî de, "Bu, Tenûm lehçesine ait bir kelimedir. Hicazlılann çoğu bu kelimeyi
kullanırlar" demiştir, İmâm-ı Şafiî, bu kelimeyi elifsiz olarak kullanır
ve meselâ, "Suttan onu, şu işe zorladı" dedi. Ferrâ, bu anlama gelen
el-Cebbâr kelimesinin, kökünden olduğunu söylemiştir. Ki, ketimesi,
"Zorladı" aniamında olan meşhur bir kullanımdır. Ve Ferrâ, "iki
fiil hariç, vezninden ism-i mübalağa vezninin geldiğini hiç işitmedim. Bu ikisi
de, den el-Cebbâr; 'den ed-Derrak "yetişen, idrak eden, çok kavrayan"
kelimeleridir" demiştir. Buna göre, Cebbar, el-Kahhâr anlamındadır.
3) İbnu'l-Ehbarî,
"Allah'ın sıfatı olarak
el-Cebbâr kelimesi, kendisine ulaşılamayan, yetişilemeyen
anlamındadır. Bu manada olmak üzere, toplayıcının elinin yetişemediği hurmaya
da, "el-Cebbâre" denilmiştir" demiştir.
4) Ibn Abbas
(r.a), "Cebbar, büyük padişah, melik anlamındadır" demiştir. Vahidî
de, "Zikrettiğimiz bu manalar, Cebbarın, Allah'ın sıfatı olarak ifâde
ettiği manalardır. Bu kelimenin bir de, insanların vasfı olarak şu anlamlan
bulunur:
1) Bu
kelime, musallat edilen, zorba anlamındadır. Nitekim, "Sen onlar üzerinde
bir zorba, cebbar değilsin..." (Kaf, 45) ayetinde böyledir.
2) Bu
kelime, iri cüsseli, müheykel anlamındadır. Nitekim, "Muhakkak ki otada,
İri bedenli bir topluluk bulunmaktadır" (Mâide. 22) Cebbar ayetinde
böyledir.
3) Allah'a
ibadetten yüz çeviren, kaçman anlamındadır. "O, beni, bir Cebbar, azgın
kılmadı" (Meryem, 32) ayetinde böyledir.
4) Bu
kelime, "çok öldüren" anlamındadır. "Siz ... cebbarlar, çok
öldürenler olarak onları yakalayıverdiniz" (Şuarâ, 130) ve "Sen (ey
Musa) ancak, yeryüzünde bir cebbar olmak istiyorsun.,."(Kasas, ıq ayetlerinde
böyledir" demiştir.[66]
Ayetteki,
el-Mütekebbir sıfatıyla ilgili birkaç izah vardır:
1) İbn Abbas
(r.a), "O Allah, rubûbiyyeti ile büyük ve yücedir. O'nun gibi hiçbir şey
yoktur" demiştir.
2) Katâde, "O, Kendi dışındaki her şeyden yüce ve büyüktür"
demiştir.
3) Zeccâc,
"O, kullarına zulmetmekten münezzeh ve yücedir" demiştir.
4)
İbnu'l-Enbarî, el-Mütekebbir, anlamındadır. el-Ktbrlyâ da, Araplar nezdinde
el-Mülk, saltanat anlamındadır. "Ve, yeryüzündeki mülk ve saltanat
(kibriyâ) da sizin olsun diye mi?,."(Yunus, 78) ayetinde de bu
anlamdadır" demiştir.
Bil ki, mütekebbir,
insanlar hakkında kullanılırsa, bir kınama ifâde eder. Çünkü mütekebbir,
kibirlenen, büyüklenen kimsedir. Bu ise, insan için bir noksanlıktır. Çünkü,
insanın bir büyüklüğü ve yüceliği söz konusu değildir. Çünkü onda olan, ancak
hakirlik, zillet ve meskenettir. Dolayısıyla, büyüklük tasladığı zaman, o
yalancı olmuş olur. Bundan ötürü, bu sıfat, onun hakkında mezmüm bir nitelik
olmuş olur. Ama Cenâb-ı Makk'a gelince, bütün yücelik ve kibriyâ türleri O'na
aittir. O, büyüklüğünü ortaya koyduğunda, kullarını, Celâl ve Yüceliğini
bilmeye irşâd ve sevk etmişolur; böylece bu, Allah Teâlâ için, son derece
mükemmel bir med ye Övgü ifâde eder. İşte bundan dolayı, bu ismi zikrettiği zaman,
peşisıra, "Allah, müşriklerin şirk koştukları şeylerden münezzehtir"
buyurmuştur. Buna göre sanki, "Muhakkak ki insanlar bazan büyüklük
taslayıp, bu kibriyâ (büyüklük) sıfatında, Allah'a ortaklık iddiasında
bulunurlar. Oysa ki, Cenâb-ı Hakk, insanlar için olan tekebbürden münezzehtir.
Çünkü insanlar, zatları itibarıyla eksik-kusurlu varlıklardır. Dolayısıyla,
onların tekebbürleri (büyüklük taslamaları), zatlarında mevcut noksanlığa bir
de yalan noksanlığı ilave etmek olur. Allah Teâlâ'ya gelince, bütün yücelikler
ve izzet O'na aittir. Bu sebeple O, Yücelik izhâr ettiğinde, bu, bir kemâle,
bir başka kemâl daha ilave etmektir. Cenâb-ı Hakk, o müşriklerin, büyüklük
sıfatını mahlûkata (putlara) vermek suretiyle, Allah'a ortak koştukları
şeylerden münezzehtir.[67]
"O, öyle
Allah'dır ki, yaratacağı herşeyi hikmetiyle takdir edendir. Onları var edendir.
Varlıklara suret verendir. En güzel isimler O'nundur. Göklerde ve yerde
olanlar, O'nu teşbih eder. O, azîz ve hakimdir" (Haşr, 24).
Cenâb-ı Hak, "O,
Allah haliktır"buyurmuştur. "Halk", kelimesi, "takdir
etme" manasındadır. Buna göre ayet, "Allah, kendi fiillerini, belli
biçimde takdir eder" manasındadır. O halde yaratıcılık, Allah Teâlâ'nın
irâde sıfatıyla ilgilidir.
Daha sonra Allah buyurmuştur,
bu kelime tıpkı; "sanî" ve "mucîd" manasındadır. Fakat
"bârî", bedenlerin yaratılmasını ifade eder. Dolayısıyla mahlûkat
için, "beriyye" (yaratık) denilir. Ama, renk ve tat gibi sıfatlar
için bu kelime kullanılmaz.
Ayetteki
"el-Musavvir", "Allah mahlûkatın suretlerini dilediği biçimde
yapar" anlamındadır. Bu ayete, hâlık ismi, " den Önce zikredilmiştir.
Çünkü irâdenin tercihi, kudretin tesirinden önce gelir. Bârî ismi de
musavvirden önce gelmiştir. Çünkü zatları var etmek, sıfatlan varetmekten öncedir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "En güzel isimler O'nundur" buyurmuştur. Bu ifadeyi, A'raf 180.
ayetinin tefsirinde izah etmiştik.
Ayetteki,
"Göklerde ve yerde olanlar, O'nu teşbih eder. O, azîz ve hakîmdir"
ifadesinin tefsiri de, Hadîd Sûresinin başında geçmişti. Yüce ve münezzeh olan
Allah Teâlâ doğru olanı en iyi bilendir. Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'adır.
O'nun salat ve selâmı, efendimiz olan Nebiyy-i Ümmî Hz. Muhammed (s.a.s)'e,
âline ve bütün ashabına olsun.[68]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/395.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/397.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/397-398.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/398-399.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/399.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/ 399.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/399.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/400.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/400.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/400.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/400-401.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/401.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/401-402.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/402-403.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/403-404.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/404.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/404.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/404.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/405.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/405.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/405.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/405.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/405-406.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/406.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/407.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/407.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/407-408.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/408.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/408.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/408.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/408-409.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/409.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/409.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/409-410.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/410.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/410-411.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/411.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/411-412.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/412.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/412-413.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/413-414.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/414-415.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/415.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/416.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/416-417.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/417.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/417.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/417.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/418.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/418.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/418.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/419.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/419.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/419.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/420.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/420.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/420.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/420.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/420.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/421.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/421.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/421.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/421-422.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/422.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/422.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/423.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/423-424.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/424-425.