MÜMTEHINE SÛRESİ

 

60

 

İndiği Yer :

 

Medine

 

İniş Sırası :

 

91

 

Âyet sayısı :

 

13

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada altmışıncı, İniş sırasına göre doksan birinci sûredir. Ahzâb sûresinden sonra, Nisa sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur.[1]

 

Adı

 

Sûre, 10. âyetinde "İmtihan edin, sınayın" anlamına gelen "imtehınû" fiili geçtiği için bu adı almıştır. "Mümtehıne", "imtihan eden" demektir. Bu okunuşa göre "imtihan eden sûre veya bu nitelikteki âyeti içeren sûre" anlamına gelir. "İm­tihan edilen kadın" mânasında olmak üzere "Mümtehane" şeklinde de okunmuş olup bir yoruma göre ilk âyette, diğer bir yoruma göre ise 10. âyette kendisine işa­ret edilen kadın kastedilmektedir. Bu okunuş belirli bir kadınla sınırlı olmaksızın "imtihan edilen kadınlar" anlamıyla da açıklanmıştır. [2]

 

Konusu

 

Allah'a ve müminlere düşmanlığını açıkça ortaya koyan ve bu tavırlarım ey­leme dönüştürmüş olanlarla dostluk kurulamayacağı, aralarında bazı duygusal bağlar bulunsa bile müslümanlann onlarla İlişkilerinde çok dikkatli olmaları ge­rektiği, ancak müslümanlara karşı fiilî bir husumet içinde olmayan gayri müslim-lerle iyi ilişkiler içinde olmaya bir engel bulunmadığı bildirilmekte; tevhid müca­delesinde Hz. İbrahim ve onun yolundan gidenlerin iyi bir örneklik teşkil ettiği ha­tırlatılmakta; Hudeybiye Barış Antlaşması sonrasında meydana gelen bazı geliş­meler ışığında inkarcı taraftan kaçıp gelen kadınların hukukunun korunmasıyla İl­gili hükümlere, bu arada Kur'an nazarında kadının statüsüne ışık tutan bir biat uy­gulamasına yer verilmektedir. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Ey iman edenler! Eğer be­nim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız, benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri kendilerine sevgi gös­tererek dost edinmeyin. Onlar size gelen gerçeği inkâr etmektedirler; üstelik rabbiniz Allah'a iman ettiniz diye Peygamberi ve sizi yurdunuzdan çıkarı­yorlar. Ben sizin gizlediklerinizi de açıkladıklarınızı da bildiğim halde dost­luk sebebiyle onlara sır veriyorsunuz. İçinizden kim bunu yaparsa bilsin ki doğru yoldan sapmış demektir. 2. Onlar sizi bir yakalasalar size yine düş­manca davranırlar, elleriyle ve dilleriyle size kötülük etmeye çalışırlar ve is­terler ki sizler de hep inkarcı olasınız. 3. Kıyamet gününde ne yakınlarınızın ne de çocuklarınızın size yararı olabilir; Allah aranızda hükmünü verir. Ya­pıp ettiklerinizi Allah tamamıyla görmektedir. [4]

 

Tefsiri

 

1-3. Bir sahâbînin, Mekke'deki yakınlarının güvenliklerini sağlamak ama­cıyla Hz, Peygamber'in verdiği gizli bir bilgiyi Mekke müşriklerine sızdırmaya teşebbüs etmesi olayı ışığında, müminler değerler sıralamasına riayet hususunda uyarılmakta, düşman tarafta kişinin en yakınları bulunsa bile onlarla, Allah'a ve Resulüne iman ve bağlılık ilkesiyle bağdaşmayan, emanete hıyanet niteliği taşı­yan ve müslümanların güvenliğini ihlâl eden ilişkiler kurulamayacağı hatırlatıl­maktadır.

İlk âyetin, sûrenin baş kısmının veya tamamının nüzul sebebi olarak nakledi­len olay özetle şöyledir: Hz. Peygamber Mekke'ye sefer için hazırlık yaparken he­defini gizli tutmuş, sadece sahabeden belirli kişilere bir sır olarak bunu söylemiş- ti. Konuya ilişkin rivayetler ışığında, bunun Hudeybiye Barış Antlaşması'yla so­nuçlanan umre amaçlı sefer veya Mekke'nin fethi için yapılan sefer hazırlığı oldu­ğu yönünde farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Dolayısıyla, birinci ihtimale göre olay hicrî 6., ikinci ihtimale göre 8. yılda meydana gelmiş olmalıdır. Bu hazırlık sürerken azatlı bir câriye olan Sâre adlı bir kadın Mekke'den Medine'ye gelip maddî yardım için Resûlullah'a baş vurdu. Hz. Peygamber ona müslüman olarak mı yoksa sadece göçmen olarak mı geldiğini sordu. O, böyle bir sebeple değil, azatlısı olduğu ailenin Medine'ye hicretinden sonra ihtiyaç içine düşmesinden do­layı geldiğini ve maddî yardıma muhtaç olduğunu ifade etti. Bunun üzerine Resû-lullah onun azatlısı olduğu Abdülmuttalip Oğullarını yardıma teşvik etti. Hz. Pey­gamber'in kendisine Mekke fethi hazırlığıyla ilgili bilgi verdiği sahâbîlerden Hâ-tıb b. Ebû Belte'a da bu kadına para ve giyecek yardımı yaptı, bu arada onunla Mekkeliler'e hitaben gizli bir mektup gönderdi. Kadın yola çıktıktan sonra Cebra­il (a.s.) durumu Hz. Peygamber'e bildirdi. Resûlullah hemen -aralarında Hz. Ali'nin de bulunduğu- bir grup sahâbîyi görevlendirip ona yetişmelerini ve mek­tubu alıp getirmelerini emretti (rivayetlerde diğer sahâbîlerin isimleri konusunda farklılıklar bulunmaktadır). Hz. Peygamber kadını -Mekke istikametinde Medi­ne'ye on iki mil mesafede bir yer olan- Ravza-i Hâh'a vardıklarında bir deve hev-deci içinde bulacaklarını bildirmişti. Atlarına binip süratle oraya ulaşan sahâbîler onu elleriyle koymuş gibi buldular. Kadın mektubu kolay bulunamayacak şekilde (bir rivayete göre saç bağının içine) saklamıştı. Önce direnmek istedi, fakat başka çaresinin olmadığını anlayınca mektubu sakladığı yerden çıkarıp verdi. Kadının getirilmesi veya cezalandırılması talimatı bulunmadığı için serbest bırakıldı. Mek­tup kendisine ulaşınca Hz. Peygamber Hâtıb'ı sorguladı. O, bunun imanındaki bir zaafla ilgili olmadığını ısrarla belirtip gerekçesini şöyle açıkladı: Yanınızdaki mu­hacirlerin Kureyşliler'le akrabalığı bulunduğu için Mekke'deki yakınları ve mal­lan korunmaktadır. Ben ise aslen Kureyşli değilim; onun için ben de yakınlarımın himayesini sağlamak üzere onlara bir jest yapmak istedim. Resûlullah "İşin doğ­rusunu apaçık söyledi" buyurdu. Geçekten Hâtıb'ın annesi, oğullan ve kardeşleri Mekke'de bulunuyorlardı ve mektubun içeriği de bir münafıklık unsuru taşımıyor, aksine Resûlullah'a olan güçlü inancını ifade ediyordu. Bir rivayete göre mektup­ta şöyle bir ifade vardı: "Bilin ki Allah'ın Peygamberi (s .a.) sel gibi akacak gece misali bir orduyla size doğru gelmeye hazırlanıyor. Allah'a yemin ederim ki o yal­nız başına da gelecek olsa Allah onu size karşı muzaffer kılacaktır; çünkü Allah ona olan vaadini mutlaka yerine getirir." Bununla birlikte önemli bir sının böyle bir yolla düşmana haber verilmesi müslümana yaraşmayan bir davranış, büyük bir cnr ve aıirınh irli  NitpVim Hâtıh'ın ervahı iizerinp. H/ Ömer nnnn idamını teklif etti. Ama Hz. Peygamber onun Bedir savaşına katılanlardan olduğunu ve Yüce Al­lah'ın onlarla İlgili müjdelerini hatırlatıp buna müsaade etmedi. Ardından bu âyet veya âyetler nazil oldu. Bu olay üzerine inen kısmın nereye kadar olduğu hususun­da farklı rivayetler vardır. [5]

Resûl-i Ekrem'in o günkü şartlarda, anılan kadına müslüman olarak mı yok­sa göçmen olarak mı geldiğini sorması, her iki şıkka "hayır" cevabını verip sade­ce ihtiyaç sebebiyle geldiğini belirtmesi üzerine hiçbir olumsuz tepki göstermeme­si ve tam aksine kadına yardım edilmesini teşvik etmesi onun rahmet peygamberi olduğunu ve insanî erdemler konusundaki üstünlüğünü gösterdiği gibi, inanç öz­gürlüğüyle ilgili tavrını ortaya koyması açısından da önemlidir. Gördüğü bu İnsa­nî muameleye hıyanetle karşılık verip müslümanlar aleyhine casusluk yapan bu kadının yakalanıp getirilmesini istememesi ve onu cezalandırma yönüne gitmeme­si ise, Mekke müşrikleriyle ilişkilerde hassas bir dönemden geçiliyor olmasına, böyle haklı bir cezalandırmanın bile kötüye kullanılabileceği ihtimalini dikkate al­mış bulunmasına bağlanabilir.

1. âyetin "Eğer benim yolumda savaşmak ve hoşnutluğumu kazanmak üzere yola çıkmışsanız" diye tercüme edilen kısmı metinde "sizi yurdunuzdan çıkarıyor­lar" cümlesinden sonra yer almakla beraber anlam itibariyle baş tarafla ilgili oldu­ğu için[6]  mealde de öne alınmıştır. Çıkarma eyleminin şimdi­ki zaman kullanılarak anılması, bazı müfessirlerce, ne büyük bir kötülük yaptıkla­rını gözler önüne getirme, canlı bîr tasvir yapma amacıyla izah edilmiştir. Burada "benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseler" ifadesi kullanılarak, müslümanlarm husumet düşüncesini ve davranışını yönlendiren âmilin kişisel kin ve garez duygularının olmaması gerektiği, ancak Allah için, kamunun yaran bu­lunması durumunda düşmanlık edilebileceği yönünde bir uyan yapılmıştır. Böyle­ce gerek sevgi gerekse nefret konusunda temel kriter "hak" kavramı olmaktadır. [7]Nitekim âyetin devamında burada söz konusu edilen kimse­lerin düşman olarak nitelenme gerekçesi, Hz. Peygamber'! ve Allah'a inanmaları sebebiyle müminleri yurtlarından çıkmaya mecbur etmeleri şeklinde açıklanmış; 8-9. âyetlerde de müslümanlara savaş açıp onlara haksız baskılar uygulamayan gayri müslimlerle iyi ilişkiler içinde olmanın ve hakkaniyete göre hareket etmenin yasaklanmadığı belirtilerek, Kur'an'ın müslüman olmayanlan mutlak düşman ilan etme ve onlarla iyi İlişkiler kurmaktan sakındırma gibi bir amacının bulunmadığı­na açıklık getirilmiştir.

Gramer açısından değişik ihtimaller bulunduğundan, âyetin "kendilerine sev­gi göstererek" diye çevrilen bsmı için farklı tercümeler vermek mümkündür. Me­selâ mealde olduğu üzere veya "sevgi sebebiyle kendilerine haber uçurarak" şek­linde ana cümleye bağlanabileceği gibi, ara cümle olarak düşünüp "ki onlara sev­gi gösteriyorsunuz" ya da yeni bir cümle kabul edip "Siz onlara sevgi gösteriyor­sunuz" yahut "Sevginizden ötürü onlara haber uçuruyorsunuz" gibi mânalar veri­lebilir. [8] Yine "Onlar size gelen gerçeği inkâr etmektedir" anlamındaki cümlenin öncesine ve sonrasına bağlanma­sı değişik şekillerde olabilmektedir. Âyetin devamında dostluk (yahut özel sevgi bağlan) sebebiyle düşmanlara sır veren müslümanlar eleştirilirken "sır" kökünden gelen bir fiil kullanıldığı halde Yüce Allah'ın gizlenenleri de bildiği belirtilirken "hafi" kökünden türetilmiş bir fiil kullanılması şöyle bir anlam inceliği taşımakta­dır: Sır, herkese açılmayan gizlilikleri ifade eder, hafî ise gönülde gizleneni de kapsar; Allah Teâlâ yalnız belli kimselerle paylaşılan sırlan değil, gönüllerde sak­lananları da bilmektedir. [9]

2. âyette, bir yandan bağnaz münkirlerin sadece güç ve maddî üstünlüğü esas alan, hak ve ahlâkî değer tanımaz tavırları eleştirilirken bir yandan da müsluman­lara düşmana karşı bir üstünlük elde ettiklerinde nasıl davranmaları gerektiği hu­susunda dolaylı olarak bir uyan yapılmaktadır. Gerçekten insanlık tarihi, özellik­le inanç motifinin ağır bastığı savaşlarda galibiyet elde eden tarafın hasım tarafa vahşet olarak nitelenebilecek muameleler yapmasının örnekleriyle doludur. Buna karşılık müslümanlann benzeri konumda olduklan zaman esirlere işkence, küfür, hakaret, taciz ve tecavüz gibi tavır ve eylemlerden uzak durmaya özen gösterme alışkanlığı kazanmış olmalarıyla, bu ve benzeri âyetler ile Hz. Peygamber'in ör­nek uygulamaları ışığında oluşan İslâmî öğretiler arasında sıkı bir ilişki vardır. İs­lâm muhitinde erken dönemlerde, savaş hukukunun insanî esaslarının belirlenme­si esprisine ağırlık veren "siyer" isimli bir ilmî disiplinin ve bu çerçevede geniş bir literatürün ortaya çıkması da bu zihniyet ve tatbikatın teoriye yansıyan belgeleri olarak düşünülebilir. Malazgirt zaferini takiben Alparslan'ın esir düşen Bizans İm­paratoru Romen Diyojen'e yaptığı insanî muamele bu konuda meşhur bir örnek olduğu gibi, Alparslan'ın esir statüsünde bir komutanı huzuruna kabul edip onun­la tartışırken yaralanması sonucu hayatını kaybetmiş olması da bu açıdan oldukça ilginçtir. Öte yandan âyette, gücü elinde bulunduran tarafın diğer tarafa inanç ko­nusunda baskı yapma arzu ve eğiliminin kınanmış olması da bu konuda Önemli bir mesaj içermektedir. [10]  Lafzan "Onlar sizi bir yakalasalar" an­lamına gelen ifade bu bağlamda "size karşı bir zafer kazansalar, sizi ele geçirse-ler" mânasmdadır. [11] İlk âyette yer alan buyruğun gönüllerde yer tutmasını sağlamak üzere, 3. âyette bu dünyadaki yakınlığın davranışlarımızı yönlendirecek yegâne ölçü olama­yacağına ve kıyamet günü herkesin kendi davranışlarıyla baş başa kalması sahne­sinin daima göz önünde bulundurulması gereğine dikkat çekilmektedir. [12]

 

Meali

 

4. İbrahim'de ve ona uyanlarda size güzel bir örneklik vardır; onlar ka­vimlerine şöyle demişlerdi: Bilin ki bizim sizinle ve Allah'ı bırakıp da taptık­larınızla bir ilişiğimiz yoktur. Sizi (ve değerlerinizi) reddediyoruz. Sizinle bi­zim aramızda, siz bir tek Allah'a îman edinceye kadar sürüp gidecek bir düş­manlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır. Ancak İbrahim'in, babasına "Hiç şüphen olmasın bağışlanman için dua edeceğim, ama Allah'tan sana gelecek­lere karşı yapabileceğim bir şey de yoktur" demesi başka. Rabbimiz! Sadece sana dayanıp güvendik, sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır. 5. Rabbimiz! Bizi, inkâr edenler için bîr sınama konusu yapma. Bizi bağışla ey rabbimiz! Çünkü kudret ve hikmet sahibi olan sensin. 6. İçinizden Allah'ın lütfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar için onlarda hiç şüphe yok ki güzel bir ör­neklik vardır. Kim yüz çevirirse bilsin ki Allah bir şeye muhtaç değildir, her türlü hamde lâyıktır. [13]

 

Tefsiri

 

4-6. "Güzel bir örneklik" diye tercüme ettiğimiz- "üsve hasene" tamlaması, günümüz davranış bilimleri incelemelerinde, özellikle liderde bulunması gereken nitelikler konusunda önemli bir yere sahip olan "davranış modeli" veya "numune, ömek kişilik" kavramını çağrıştırmaktadır. Bu tamlama Ahzâb sûresinin 21. âye­tinde Hz. Peygamber hakkında kullanılmış ve müminlerin onu örnek almaları is- tenmişti. Burada 4. ve 6. âyetlerde aynı kavram, insanlık tarihinde tevhid mücade­lesinin öncü isimlerinden olan Hz. İbrahim ve ona uyanlar hakkında kullanılarak, şirk ve inkâr batağına saplanıp kalma olgusunun yeni olmadığına dikkat çekilmek­te ve bu gibi kimselerle ilişkiler konusunda yararlanılacak önemli bir tecrübeye gönderme yapılmaktadır. [14]

4. âyetin "ona uyanlar" diye tercüme edilen kısmı için "Hz. İbrahim'e iman edip ona uyan müminler" ve "Hz. İbrahim'in döneminde ve ona yakın zamanda yaşayıp ona tâbi olan peygamberler" şeklinde yorumlar yapılmıştır. İbn Atıyye Hz. İbrahim'le birlikte Nemrud'a karşı mücadele veren bir grubun varlığının bi­linmediği gerekçesiyle ikinci yorumu daha kuvvetli bulur. [15]

Hz. İbrahim ve ona uyanların davranışı ömek gösterildiğine göre aynı âyette geçen "Sizinle bizim aramızda, siz bir tek Allah'a iman edinceye kadar sürüp gi­decek bir düşmanlık ve nefret açıkça ortaya çıkmıştır" anlamındaki sert ifadeyi -başka âyetler, özellikle bu sûrenin 7-9. âyetleri ve Resûlullah'ın tatbikatı ışığında-düşmanlık ilân etme, bunu alevlendirme ve nefreti kalıcı kılma amacıyla İzah et­mek mümkün değildir. Hz. İbrahim ve tabileri, İnkarcılara onların yolundan uzak olduklarını ve bu tavrın sorumluluğunu paylaşmayacaklarını bildirirken kullandık­ları bu ifadeyle, gerçeği açık yüreklilikle ve bütün çıplaklığıyla ortaya koymayı, bu konuda ödün vermeyeceklerini vurgulamayı, özellikle yeni iman etmiş olup ba­zı tereddütler yaşayanların maneviyatını yükseltmeyi amaçlamış olabilirler.

5. âyetteki "Bizi, inkâr edenler için bir sınama konusu yapma" şeklinde çev­rilen cümle daha çok şöyle açıklanmıştır: "Onları bize galip getirme" veya "Bizi doğrudan yahut onlar vasıtasıyla cezaya çarptırma ki 'Bunların iddiası doğru olsaydı güvendikleri Allah onları desteksiz bırakmazdı yahut bu muameleye maruz kalmazlardı' şeklinde düşünmesinler ve bu yüzden kendilerinin hakikat üzere ol­duklarını sanmasınlar. Bizi böyle bir sınamaya, bir imtihana vesile kılma"[16] Bir yoruma göre burada Allah Teâlâ'dan, mü­minlere karşı inkarcıların imkânlarım genişletmemesi istenmektedir. Çünkü inkar­cıların müminlerden daha fazla imkânlara sahip olmaları da müminler için sıkıntı, dolayısıyla bir imtihan sebebi olacaktır. [17]

 

Meali

 

7, Belki de Allah sizinle onlardan düşmanınız olan kimseler arasında bir dostluk meydana getirecektir. Allah kadirdir. Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahihidir. 8. Allah, din konusunda sizinle savaşmayan ve sizi yurt­larınızdan çıkarmayanlarla iyi ilişkiler içinde obuanızı ve onlara adaletli dav­ranmanızı yasaklamaz. Allah adaletli olanları elbette sever. 9. Allah ancak, din konusunda sizinle savaşmış, sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanı­za yardım etmiş olanlarla dostluk kurmanızı yasaklar. Kim onlarla dost olur­sa işte bunlar kendilerine yazık etmişlerdir. [18]

 

Tefsiri

 

7-9. Sûrenin başında Allah'a ve O'na inananlara düşmanlık edenlerle dostluk kurmanın yasaklanmasındaki amaca ve bu hükmün kapsamına açıklık getirilmek­tedir. 7. âyette açıkça ifade edildiği üzere bu yasağın asıl maksadı, aydınlanmanın ve her türlü hayırlı girişimin önünü kesen kör taassup ortamının, inanç ve fikirle­rin delilleri üzerinde hür biçimde düşünmeye imkân verecek bir ortama dönüştü­rülmesi, böylece 1. âyette işaret edildiği şekilde manevî baskı sebebiyle veya çı­kar sağlama düşüncesiyle sergilenen sevgi gösterilerine ihtiyaç kalmaması, gerçek ve riyasız sevgiye erişilebilmesidir. 8 ve 9. âyetlerde bu yasağın yani 1. âyetteki anlamıyla "düşman" kavramının kapsamı belirlenirken de, İslâmiyet'i kabul etme­me değil, din konusunda müslümanlarla savaşma, onları yurtlarından çıkarma ve­ya çıkarılmalarına yardımcı olma kriterleri esas alınmıştır. 7. âyetin başında yer alan "umulur ki, belki de" gibi mânalara gelen "asâ" yardımcı fiilini Cenâb-ı Al­lah kendisi hakkında kullandığında O'nun tarafından yapılmış bir vaadi ifade eder[19] Nitekim Mekke'nin fethiyle birlikte putperestlerin baskılan sona ermiş, barış ortamının tesisiyle birlikte insanlar akın akın Allah'ın dinine yö­nelmişler ve rahmet peygamberinin engin sevgi ve hoşgörüsünü yakından tanıma fırsatı elde etmişlerdir. [20]  Bu âyetlerin nüzul sebebi olarak zikredilen olaylar dolayısıyla bazı daraltıcı yorumlar yapılmış olmakla beraber, -8. âyetin tef­siri sırasında Taberi'nin belirttiği üzere- burada verilmek istenen mesaj belirli olaylarla sınırlı değildir, âyette yer alan olumsuz nitelikler kapsamına girmedikçe hangi dine mensup ve hangi etnik kökenden olursa olsun uluslararası toplumun bütün üyeleriyle iyilik ve adalet esasına dayalı ilişkiler kurulabilir, bu hükümle il­gili nesih iddialarının da dayanağı yoktur. [21]

Bu âyetlerde Kur'an'm, uluslararası ilişkilerde hemen herkesin makul ve ik­na edici bulacağı bir temel düstur getirdiği görülmektedir. Şöyle ki, aslolan barış halidir ve dostâne ilişkilerin sağlıklı yürüyebilmesi için şu iki şarta titizlikle uyul­ması gerekir: a) İyi niyetli olma ve bunun ilişkilere yansıtılması, b) Bu alanda ya­pılacak düzenleme ve uygulamalarda, aynı şekilde herhangi bir ihtilâf çıkması du­rumunda adalet ve hakkaniyetin esas alınması. İstisnaî olan hasmâne ilişkiler içi­ne girmenin gerekçesi ise karşı tarafın din özgürlüğünü ortadan kaldırmaya yöne­lik savaş ilân etmesi ve ülke güvenliğini tehdit eden fiili davranış ortaya koyması şeklinde Özetlenmiştir. Dikkat edilirse Kur'an'm bu konuda ortaya koyduğu esas­lar müslümanlara imtiyaz tanıyan veya sübjektif değerlere bağlı İlke ve kurallar ol­mayıp objektif niteliktedir.

Elmalılı'ya göre, 9. âyette yer alan "çıkarılmanıza yardım etmiş" kaydı 8. âyette bulunmamakla beraber, delâlet yoluyla bu nitelikte olanların da 8. âyet kap­samında düşünülmesi gerekir; S. âyette bu kaydın açık bir şekilde yer almaması, düşmana müzahir (yardımcı) olanlarla ilişkiyi kesmekte acele etmemek, önce onla­rı bu tutumdan vazgeçirmeyi sağlayacak siyasî girişimlere imkân bırakmak gerek­tiği yönünde bir anlam inceliği taşır  [22]Elmalılf nın İkinci yorumu dikkate değer olmakla birlikte, kanaatimizce 8. âyet dostâne ilişkileri sürdürebil­meyle ilgili genel bir hüküm içermekte, 9. âyet ise dostluk ve dayanışma (İttifak) ilişkisi kurulması konusunda sınırlama getirmekte, kendileriyle ittifak yapılacak olanların düşmana müzahir olmamasının da şart olduğu belirtilmektedir. Öte yan­dan 8. âyette "savaşmayan, yurtlarınızdan çıkarmayan" şeklinde geniş zaman fiille­ri kullanıldığı halde 9. âyette "savaşmış, yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza yar­dım etmiş" şeklinde geçmiş zaman kullanılması da dikkat çekici olup, buradan ha­reketle yasak hükmünün fiilen bu yollan denemiş olanlarla ilgili olduğu sonucuna ulaşılabilir. [23]

 

Meali

 

10, Ey iman edenler! Mümin kadınlar göç ederek size geldiklerinde -on­ların imanlarını Allah daha iyi bilmekle beraber- siz onları sınayınız. Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyiniz. Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar. Onlara harcadıklarını (mehir-leri) geri veriniz. (Bu kadınların) kendilerine mehirlerini ödediğiniz takdirde onlarla evlenmenizde sakınca yoktur. Kâfir kadınları nikâhınız altında tut­mayınız. Siz harcadığınızı isteyiniz, onlar da harcadıklarım istesinler. Al­lah'm hükmü işte budur. Aranızda hükmünü böyle veriyor. Allah hakkıyla bilmektedir, hüküm ve hikmet sahibidir. 11- Şayet eşlerinizden biri kâfirlere kaçar, böylece (tazminat ödemek için) sıra size gelmiş olursa, eşleri gitmiş olanlara harcadıklarına denk bir şey veriniz. İnandığınız Allah'a karşı gel­mekten sakınınız. [24]

 

Tefsiri

 

10-11. Hicretin 6. yılında Hz. Peygamber ile Kureyşliler (Mekke müşrikleri) arasında yapılan Hudeybiye Barış Antlaşması 'nın 5. maddesinde şu hüküm yer alı­yordu: "Velisinin izni olmadan Kureyş'ten Muhammed'e geleni o kendilerine ia­de edecek, Muhammed'in beraberindekilerden Kureyş'e geleni ise onlar kendisi­ne iade etmeyecektir"[25]

Müslümanlara oldukça ağır gelen bu şarta Hz, Peygamber titizlikle riayet ediyordu. Fakat iki kadının Mekke'den kaçıp Resûlullah'a sığınması, yeni bir problem ortaya çıkarmıştı. Zira antlaşmada sadece erkek göçmenler konuşulup hükme bağlanmıştı. Bu âyetler kadın göçmenlerin -belli bir sınamadan sonra- ka­bul edilmesi ve inkarcı tarafa iade edilmemesi hükmünü getirdi. Hz. Peygamber kadınların antlaşma kapsamında olmadıklarını hatırlatarak bu hükmü uygulayınca Kureyşliler bir itirazda bulunmadılar. [26]  Bu durum da antlaşmaya aykırılık bulunmadığını gös­teriyordu. Kaldı ki Resûlüllah'm aşağıda açıklanacak tatbikatı göz önüne alındı- ğında, getirilen bu düzenlemeyle, müslümanların güvenliğini sağlamak kadar ah­de vefa prensibine tam olarak uyulduğunun açık biçimde hissettirilmesinin de amaçlandığı anlaşılmaktadır. Zira bu, inançları dolayısıyla karşı karşıya gelmiş iki topluluğun on seneliğine barış ilân etmesi temeline dayalı bir antlaşmaydı; kadın­ları kapsamıyor gerekçesine dayanılarak hangi sâİkle gelmiş olurlarsa olsunlar bü­tün göçmen kadınların kabul edilmesi ve iade edilmemesi antlaşmanın ruhuna ay­kırılık iddialarını harekete geçirebilirdi.

Göçmen olarak gelen kadınların karşı tarafça istense dahi iade edilmemesi uygulamasının haklılık taşıması ve antlaşmaya gölge düşürmemesi için kendilerin­den açık bir beyan alınması ve bu kararlarının inançla İlgili bir tercihe dayandığın­dan emin olunması gerekirdi. Öte yandan bir inceleme yapmadan mutlak bir göç­men kabul uygulaması müslümanlar açısından önemli sakıncaları beraberinde ge­tirebilirdi. Casusluk yapmak, müminler arasına nifak sokmak, bu toplumda gayri ahlâkî davranışları yaymak gibi yıkıcı amaçlarla gelmeleri ihtimal dışı değildi ve bunun doğuracağı tehlike açıktı. Hatta, iman sâikİyîe değil de sırf kocasıyla ge­çimsizlik içinde olma veya daha müreffeh bir hayat sürme gibi kişisel sebeplerle gelmiş olmaları halinde bile bu, o günün şartlarında müslüman toplum için önem-İİ sorunlara yol açabilirdi. Nitekim bazı rivayetlere göre Hz. Peygamber muhacir olarak gelen kadınlara kocasından nefret ettiği, başka yere göçmek istediği veya dünyevî bir arzuya erişmek istediği İçin değil sırf Allah ve Peygamber sevgisi uğ­runa geldiğine dair yemin ettiriyordu. Bazı rivayetlerde bu sınama keüme-i şehâ-det getirmelerini istemekten ibaretti. Hz. Âişe'nin verdiği bilgiye göre ise Resûlul-lah onları 12. âyetteki şartlan içeren bir sözleşmeyle sınıyordu[27] 10. âyet, dikkate değer anlam incelikleri taşıyan bir ifadeyle, bu konu­yu şöyle düzenliyordu: Göçmen kadınların geliş maksatları hakkında bir İnceleme yapılmalıdır, ama bu inceleme gerçekten iman edip etmediklerine ilişkin kesin bir tespit anlamında değildir, çünkü bunu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Onların mümin olduklarına kanaat getirmek (zann-ı galip) yeterlidir. Âyette Allah Teâlâ hakkında onların "iman"larım bilmekten, müslümanlar hakkında ise onların "mümin" ol­duklarını bilmekten söz edilmiş olması bu noktaya açıklık getirmektedir. 12. âyet­te değinilen sözleşme bu hükmün devamı olarak düşünüldüğünde anılan kadınla­rın burada belirtildiği şekilde daha ayrıntılı bir beyan ve taahhütte bulunmaları ön­görülmüş demektir; fakat bu da gerçek iman araştırması anlamı taşımamaktadır. 10. âyetin başında, muhacir olarak gelen kadınların "mümin kadınlar" şeklinde ni­telenmesi İse ilk beyanlarından iman ettiklerinin anlaşıldığını ve aksi yönde bir işaret taşımadıklarını yahut yakında sınanarak bu durumlarının anlaşılacağını be-lirtmektedir. [28] Gelen kadınların mümin olduklarına kanaat getirmek şu açıdan da ayrı bir önem taşıyordu: Mekke'de kalan ve açıkça yahut gizli biçimde İslâmiyet'i kabul etmiş bulunan bir müslüman erkek, şirk inancını korumak isteyen karısını mevcut kurallara göre kolayca boşayabilirdi Bu durum­daki müslüman kadın için ise aynı imkân bulunmadığından, iman ettiğine kani olunan bir kadının müşriklere iadesi onu gayri meşru bir ilişkiye itmek gibi bir so­nucu beraberinde getirmiş olacaktı.

Öte yandan, birçok müfessir Hudeybİye Barış Antlaşması'nın kadınları da kapsadığı fakat bu âyetlerin sınırlayıcı hüküm getirdiği kanaatindedir[29] Bu ihtimal doğru olsa da hükmün -müslümanlar açısın­dan- yukarıda açıklanan haklılık gerekçeleri değişmemekte, sadece müslüman ta­rafın sözleşme hükümlerinin değiştirilmesini istediği ve diğer tarafın da bunu ka­bul ettiği gibi bir sonuç ortaya çıkmaktadır.

Mekke'den bu şekilde göç ederek Medine'ye gelen ilk mümin kadınların kimler olduğu hususunda değişik rivayetler bulunmaktadır. Yaygın rivayete göre ilk gelen kadın, Ukbe b. Ebû Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm veya Sübey'a bint el-Hâris'dir.

Âyetin "Bunlar onlara helâl değildir, onlar da bunlara helâl olmazlar" diye çevrilen kısmında helâl olmama hükmünün, iki taraf ayrı ayrı zikredilerek tekrar­lanması bazı müfessirlerce şöyle açıklanmıştır: Birincisinde müslüman kadınların artık müşrik erkeklerle evlilik bağının kalmadığı, ikincisinde ise -müşrik olduk­ları sürece- onlarla yeniden evlenemeyecekleri belirtilmiş olmaktadır. [30]

İnanç farklılığı ve kadının hür tercihiyle meydana gelen böyle bîr ayrılığı ta­kiben o günkü şartlarda ortaya çıkabilecek en önemli sorun kadının iktisadî güven­cesini oluşturan mehİr konusuydu. Bu ayrılık kocanın onayı olmadan gerçekleşti­ğinden, kendisinin bu evlilik için yaptığı harcamaları istemesini haklı kılacak ve kadın o esnada bunu ödeme gücüne sahip değilse onu minnet altında bırakacaktı. Dahhâk'tan yapılan bir rivayete göre Hz. Peygamber ile müşrikler arasında (Hu-deybiye Antlaşmasından ayn olarak) şöyle bir mutabakat vardı: Müslüman olma­yan Mekkeli bir kadın Hz. Peygamber'e sığınırsa onu müşriklere iade edecek, şa­yet bu kadın müslüman ise ve Mekke'de kocası varsa kadını iade etmeyecek fakat erkeğin harcadığı mehiri ona ödeyecekti. Bunun mukabili durumlarda da benzer hükümler Hz. Peygamber lehine uygulanacaktı. [31] Konumuz olan âyetlerin inmesi veya daha önceki ilâhî bildirim üzerine Resûlullah müşrik­lerle bu yönde -yazılı veya sözlü- ayn bir anlaşma yapmış olabilir. Her halû kârda âyetlerin getirdiği düzenlemeyle bir yandan iade etmemenin bir istismar izlenimi bırakması önlenmiş, diğer yandan da -müşrik tarafa karşı minnet altında bırakıl­mamak suretiyle- göç eden müslüman kadınların onuru korunmuştur. Aynca "Kendilerine mehirlerini ödediğiniz takdirde onlarla evlenmenizde sakınca yok­tur" buyurularak, bu özel durumla, söz konusu kadınların müslüman erkeklerle ye­ni evlilik yapmaları halindeki hakları arasında bir ilinti kurulmamış, genel kural­lar çerçevesinde malî hakları güvence altına alınmıştır.

Tarafların birbirine helâl olmadığının belirtilmesinin ardından, müşriklerin ödemiş oldukları mehirden söz ederken "ecr, mehr, sadak" gibi bir kelimeye yer verilmeyip "harcadıklarını geri verin" anlamında bir cümle kullanılmış olması özel bir anlam taşımaktadır; böylece, artık onlarla müslüman olmuş kadınlar ara­sında evlilik bağının kalmamış olduğu hususu farklı bir üslûpla bir daha belirtil­miş oluyordu. Nitekim sözün devamında bu kadınlarla müslümanlann evlenmele­ri hali düzenlenirken "mehir" kelimesini içeren bir ifade kullanılmıştır. [32]  Daha sonra evlilik bağının sona erdiği durumlar için "mehir" anla­mına gelen bir kelimenin kullanılmamış olması da bu yorumu desteklemektedir.

Âyetin "Kâfir kadınları nikâhınız altında tutmayın" diye tercüme edilen kıs­mında müslüman bir erkeğin İslâmiyet'ten dönen karısıyla veya müslüman olan bir erkeğin şirk inancında ısrar eden karısıyla evlilik hayatım sürdüremeyeceği be­lirtilmektedir. Âlimlerin bir kısmı bu ifadenin müşrik olan inkarcı kadınlar hakkın­da olduğu ve Ehl-i kitap'tan olanların bu kapsamda bulunmadığı kanaatindedir. Bazılarına göre İse onlar da ifadenin kapsamındadır, fakat Ehl-i kitap kadınlarıyla evlenilebileceğine ilişkin delillerle hükmü sınırlandırılmıştır. [33] Bir fakülten, "kâfir kadınlar" anlamındaki "kevâfir" kelimesinin her iki cinsi kap­sadığından hareketle bu cümlenin hem erkekler hem kadınlar hakkında olduğu yo­rumu nakledilirse de[34] İbn Âşûr cümlenin diğer öğeleri dikkate alındığında bu yorumun isabetli sayılamayacağını belirtir. [35] Bakara 2/221 âyetiyle, erkek olsun kadın olsun müslüman bir kimsenin müş­rik biriyle evlenemeyeceğİ bildirilmişti. Belirtilen yasağın müslüman olduktan sonrasını kapsadığı ve önceki evlilikleri etkilemediği şeklinde anlaşıldığı ve bazı müslümanlann bu âyet gelinceye kadar inkarcı olan hanımlarını nikahlan altında tuttukları görülmektedir. [36]

Müslüman olarak gelen kadınların bireysel haklan yukarıda belirtildiği şekil­de koruma altına alınmakla beraber, olayın iki taraflı cereyan etmesi halinde bu konunun müslüman topluma getireceği malî yükün hafifletilmesi için mütekabili- yet (karşılıklılık) ilkesinin uygulanması istenmiştir. 10. âyetin "Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler" şeklinde çevrilen kısmı ve 11. âyet bu hususu düzenlemektedir. 11. âyetin "böylece (tazminat ödemek için) sıra size gel­miş olursa" dîye tercüme edilen kısmı "ve siz bir ganimet elde ederseniz" şeklin­de de anlaşılmıştır. Her iki yorum, bir müslümanın karısının inkarcı tarafa kaçma­sı halinde, onun bu sebeple uğradığı maddî zararın karşı tarafça tazminini sağla­yacak bir münasebet doğduğunda bu hakkın kendisine verilmesi gerektiği nokta­sında birleşmektedir. Birinci anlama göre alacağın takas edilmesi, yani 10. âyette geçen "Onlara harcadıklarını (mehirleri) geri verin" buyruğu uyarınca inkarcı ta­rafa yapılacak ödemeden mahsup yapılması, bu şekilde söz konusu erkeğin zara­rının karşılanması öngörülmektedir. İkinci anlama göre ise kadının kaçtığı tarafla çarpışmaya girmeyi gerektiren bir durum ortaya çıkıp müslümanlar zafer ve gani­met elde ederlerse bu gelirlerden o erkeğin zararını karşılayacaklardır. [37]Hatta Taberî karşı taraftan elde edilecek gelirin, -savaş yoluyla ele geçirilen ganimetlerle ve ilgili toplulukla sınırlandırılmaksızın- malî hukuk kural­ları çerçevesinde gayri müslimlerden elde edilen gelirler şeklinde anlaşılması ge­rektiği yorumunu tercih eder. [38]

Müslümanlar "Siz harcadığınızı isteyin, onlar da harcadıklarını istesinler" buyruğunu uyguladıkları halde müşriklerin bunu kabul etmediklerini bildirmeleri üzerine 11. âyet inmiştir. Bazı müfessirlere göre ise 11. âyette, Kureyş değil, Hz. Peygamber'le aralarında antlaşma bulunmayan topluluklar söz konusudur. [39] Bu âyetin "şayet eşlerinizden biri kâfirlere kaçarsa" diye çev­rilen kısmının lafzî karşılığı "şayet eşlerinizden bir şey kâfirlere kaçarsa" şeklin­dedir. Burada "şey" kelimesi, "biri, bazıları" anlamındadır ve İslâm'dan yüz çevir­mekle kişinin kendi değerini düşürmüş olacağına dair bir îma söz konusudur. [40]

Bu âyetlerde -o dönemde müslümanlarla müşrikler arasındaki karmaşık iliş­kiler ve bu iki kesîm arasındaki antlaşmayla bağlantılı olarak- yer alan mehirlerin mübadelesi hükümlerinin o zamana mahsus olduğu hususunda âlimler fikir birliği içindedir; Ebû Bekir el-Cessâs, İbnü'l-Arabî ve Kurtubî bunu açıkça ifade etmiş­tir. [41]  Tabiî ki bu tespit, söz konusu düzenlemelerden bazı mesajlar ve genel ilkeler çıkarılmasına engel değildir. Özellikle böylesine iç içe geçmiş ilişkiler ortamında dahi ahde vefa prensibine hassasiyetle uyulması, söz­leşme hükümlerinin dürüst biçimde yorumlanıp uygulanması ve her hak sahibine hakkının verilmesinin telkin edildiği, bu âyetlerden kolayca anlaşılmaktadır. 11. âyetin sonunda yer alan şu cümle, Allah'a imanın birey ve toplum olarak müslü-manlara hak ve hukuka riayette duyarlı olmak hususunda ne büyük bir sorumluluk yüklediğini hatırlatma açısından oldukça etkileyici bir ifadedir: "İnandığınız Al­lah'a karşı gelmekten sakınınız."

"Eğer mümin olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere iade etmeyiniz" cümle­si, müşrik bir topluma yapılacak, üstelik kadının istemediği bir erkekle yaşamaya mecbur bırakılması sonucunu doğuracak bir iade işlemi bağlamında yer almakla beraber, -başka bazı delillerle de desteklenerek- burada "kâfirler" kelimesi geçtiği için müslüman bir kadının Ehl-i kitap'tan bir erkekle dahi evlenemeyeceği ve ev­liliğini sürdüremeyeceği sonucuna ulaşılmıştır. [42] Fıkıhçılann ço­ğu bu sonuca varmış olmakla beraber özellikle Hz. Peygamber ve Hz. Ömer de­virlerine ait uygulamalara dayanan bazı fıkıhçılar, baştan evlenmenin caiz olmadı­ğını, ancak müslüman olmadan önce gayri müslim ile evli bulunan tarafın, ihtida yüzünden nikâhının bozulmayacağını ileri sürmüşlerdir. [43] Çağdaş âlimlerden Kar-dâvî de bu içtihadı benimsemiştir. [44]

 

Meali

 

12. Ey Peygamber! Mümin kadınlar Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaya­cakları, hırsızlık yapmayacaktan, zina etmeyecekleri, çocuklarım öldürmeye­cekleri, elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmeyecekleri, dine ve akla uygun hiçbir konuda sana karşı gelmeyecekleri hususunda sana biat et­meye geldiklerinde onların Matlarını kabul et ve onlar için Allah'tan bağışla­ma dile. Kuşkusuz Allah bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir. 13. Ey iman edenler! Allah'ın kendilerine gazap ettiği, inkarcıların kabirlerdekiler-deıı ümit kestikleri gibi âhiretten ümit kesmiş bir topluluğu dost edinmeyin. [45]

 

Tefsir

 

12. "Biat etme" ve "biati kabul etme" anlamlan verilerek çevrilen (birincisi geniş zaman, ikincisi emir kipindeki) fiiller, "satma ve satın alma" mânalarına ge­len "bey"' masdanndan türetilmiş olup aynı kökten gelen "bey'at" (biat) kelime­si, "satım sözleşmesinin tamamlandığını gösteren el sıkışma hareketi, itaat hususunda söz verme ve söz alma, bir kimsenin yöneticiliğini kabul etme" gibi anlam­lara gelir. Fetih 48/10 ve 18 âyetlerinde Resûlullah'a "bağlılık yemini etme" anla­mıyla kullanılan bu fiilin burada Hz. Peygamber'e "dinin temel buyruk ve yasak­larına uyma hususunda söz verme"yi ifade ettiği görülmektedir.

Resûl-i Ekrem, tebliğ görevinin dönüm noktası sayılan bazı zamanlarda ve gerekli durumlarda gerek kadınlardan gerekse erkeklerden biat almıştır. Onun peygamberliğin 12 ve 13[46].  yıllarında -hicretten sonra Medine adını alacak- Yesrib'den gelen müslümanlarla yaptığı biatlar "Akabe Biatları" diye anı­lır ve bunlardan birincisinde alınan sözlerle konumuz olan âyette belirtilen biatin içeriği hemen hemen aynıdır. Yukarıda değinildiği üzere, Hz. Aişe'nin verdiği bil­giye göre Resûlullah, Hudeybiye barışından sonra hicret ederek gelen mümin ka­dınlardan burada zikredilen biat ifadeleriyle söz alıyor ve 10. âyette yapılması is­tenen sınamayı bu şekilde gerçekleştirmiş oluyordu. Mukatil'den, Hz. Peygam-ber'in Mekke'nin fethi günü Safa tepesinde erkeklerden bu âyette belirtildiği şe­kilde biat aldığı, aşağı tarafta da onun adına Hz. Ömer'in kadınlardan biat aldığı, dolayısıyla âyetin o sıralarda inmiş bulunduğu rivayet edilmiş olmakla beraber âyetin Hz. Âişe rivayetinde belirtildiği üzere daha önce indiği ve Mekke fethi sı­rasında aynı ifade kalıplarıyla biat alındığı da düşünülebilir. [47]

Buradaki biatin konusunu oluşturan hususlar (Allah'a hiçbir şeyi ortak koş­mama, hırsızlık yapmama, zina etmeme, çocuğunu öldürmeme, iftira etmeme, di­ne ve akla uygun [ma'rûf] hiçbir konuda Allah'ın Resulüne karşı gelmeme) Kur'an'm üzerinde önemle durduğu ilke değerinde hükümler olup aynı zamanda bütün ilâhî dinlerin ortak noktalarındandır. [48]  Bunlardan "çocuğunu öldür­meme" yahudi-hıristiyan literatüründe "on emir" diye bilinen buyruklardan[49] "öldürmeme" hükmü kapsamında düşünülebileceği gibi, "iftira etmeme" de "yalan şahitliği yapmama" kuralının tabiî bir uzantısı sayılabilir. "Dine ve ak­la uygun hiçbir konuda Allah'ın Resulüne karşı gelmeme" hükmü ise Kur'an'm sık sık müminlerin dikkatini çektiği bir husus olup dolaylı olarak yahudi ve hıris-ti yani arın dinî öğretilerindeki peygamber telâkkisiyle ilgili Önemli bir yanlışlığın da altı çizilmiş olmaktadır. Nitekim Yahudilik'te peygamberin Allah'tan vahiy al­ma ve ilâhî mesajı açıklama misyonunun sönük tutulmasına karşılık Hıristiyan-lık'ta peygambere tanrılık yakıştırma noktasına varılması iki aşın ucu temsil eder­ken, bu ve benzeri deliller ışığında oluşan İslâmî öğreti peygamberi tam olarak "peygamberlik" mertebesinde tutma yani "ilâhî bildirimleri Allah'tan alıp insan­lara bildirmekle ve açıklamakla görevli bir beşer" olarak algılama şeklinde özetle­nebilecek itidal çizgisini esas almıştır. Esasen Allah Resulünün ma'rûf (dine ve akla uygun) olmayan bir talepte bulunması düşünülemez; fakat ona karşı gelmeme buyruğuna böyle bir kayıt konması, yaratanın iradesine aykırı hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat edilmeyeceğine özel bir vurgu yapma amacıyla izah edilebilir. [50]  Bir başka anlatımla bu kayıt, peygamberin dahi Allah'ın irade­sine aykırı bir otoriteye sahip olamayacağının teorik bir ifadesi sayılabilir. Biat ta­mamlanınca Hz. Peygamber'in onlar İçin Allah'tan bağışlama dilemesinin isten­mesi de peygamberin konumunu doğru anlamayı kolaylaştıracak bir açıklamadır. Buna göre -bazı dinlerde olduğu gibi- rühânî sınıfın kendilerine Allah adına bağış­lama yetkisi biçmeleri şöyle dursun, Allah Teâlâ'nın vahye muhatap kıldığını ve dini açıklamakla yetkili kıldığını haber verdiği Peygamber bile böyle bir yetki ile donatılmamıştır. Bu ancak, peygamberlerin ve dilediği kullarının yine Allah'ın İz-nİyle şefaatçi olabilecekleri noktasına ulaşmaya imkân veren bir ifadedir, ki Kur'an'm diğer beyanları da bunu teyit edici niteliktedir. Öte yandan âyetin bu kısmı, peygamber dışında kendilerine bağlılık sözü verilecek veya âmir konumun­daki kişilere İtaatin sınırını belirleme açısından da önemli bir ölçü getirmiş olmak­tadır: Emredilen konumundakiler, ma'rûf olan buyruk ve isteklerde -kişisel tercih­leri farklı olsa da- karşı gelmeyecekler, isyan etmeyecekler; ma'rûf olmayanlarda ise -kendilerine hoş görünse bile- itaat etmeyecekler. Tabiî ki burada kişinin ken­disine bir katkı sağlamayan ve kendisinin de bir katkıda bulunmadığı bir ölçme-tartma ameliyesinden söz edilmediği için, ma'rûf denen ölçü de bize verilmiş ha­zır bir Ölçme âleti olarak düşünülmemelidir. Aksine, Kur'an'da farklı bağlamlar­da otuz dokuz defa (bir yerde "ma'rûfetün" şeklinde) geçen bu kavramın dinin il­kelerini iyi kavramış ve aklını sağlıklı biçimde kullanabilen bireylere ve onların oluşturduğu topluma yapılmış bir göndermede bulunduğu dikkate alınırsa, bunun içeriğini doldurmada müslümanlara önemli görevler düştüğü kolayca anlaşılır. Bu, Kur'an'ın aklın ve vahyin ışığında gelişen bireysel bilince ve toplumsal sağduyu­ya ne kadar değer verdiğinin de açık bir göstergesidir. Kadınlarla yapılan biat bağ­lamında yer alan bu ifadenin, kadının da ma'rûfa uygun olmayan buyruklara kar­şı tavır koyma hak ve özgürlüğünün, hatta yükümlülüğünün bulunduğunu özel olarak hatırlatma anlamı taşıdığı da dikkatten kaçırılmamalıdır. [51] fakat Şevkânî'nin de belirttiği üzere Kur'an, bu yorumlanıl çok ötesinde bir anlam genişliğine sahiptir. [52]

Âyette söz konusu edilen biatin içeriği hayatî bir önemi haiz olduğu kadar, bu biatin tarafları da Kur'an'ın mesajı açısından oldukça dikkat çekicidir. Her şey­den önce, kadını kol gücünün zayıflığı ve ömrünü süslenmekle geçiren bir varlık olması gerekçeleriyle horlayan bir toplumun [53]  bu kadar kısa bir süre içinde onu peygamber ve devlet başkanı ile yapılan bir sözleşmenin tarafı ola­rak kabullenebilir hale gelmesi Kur'an'm gerçekleştirdiği zihniyet inkılabının en belirgin göstergelerinden sayılabilir. Bunun ötesinde asıl mesaj tabiî ki kadının kendisini nerede görmesi gerektiğiyle ilgilidir. Âyetin "mümin kadınlar sana biat etmeye geldiklerinde" ifadesini taşıması yani kadınları ilk hareketin öznesi yap­ması da bu açıdan manidar görünmektedir. Esasen Hz. Peygamber bu âyet önce­sinde ve sonrasında kadın olsun erkek olsun gerekli durumlarda ashabından biat almış olmakla beraber Kur'an'in bu hususu ayrıca tescil etmesi, kadının toplum­sal yapı içinde olması gereken yeri ısrarla belirtme ve konunun önemine özel bir vurgu yapma anlamı taşır.

"Elleriyle ayaklan arasında" ifadesi "tamamen kendisinin uydurduğu, hak­kında hariçten bir delil bulunmayan" demektir. Bazı müfessirler "elleriyle ayakla­rı arasında bir iftira düzüp getirmeme" ifadesinin bir kadının başka erkekten olan çocuğunu veya bırakılmış olarak bulduğu bir çocuğu kocasına isnat etmesi anla­mında bir deyim olduğunu belirtirler; fakat, hakikat, mecaz ve kinaye olarak deği­şik mânalara açık olan bu ifadenin[54]  iftira sayıla­bilecek her türlü davranışı kapsadığı; -fiille işlenen günahlara değinildikten sonra-burada müminlerin, başkasını çekiştirme, koğuculuk yapma, namusa dokunacak sözler söyleme, yalancılık ve sahtekârlık yapma gibi sözlü olarak İşlenen günah­lardan da sakındırıldığı anlaşılmaktadır. [55]

Biat uygulamasına ilişkin bir rivayete göre, kadınlar biat sözlerini tamamla­yınca, Resûlullah "elinizden geldiğince ve güç yetirebİldİğiniz Ölçüde" şeklinde bir kayıt koydu. Bunun üzerine kadınlar "Allah ve Resulü bize kendimizden daha merhametli" diyerek onun rahmet peygamberi olduğunu vurgulayan bir şükran ifadesiyle karşılık verdiler. [56]

 

13. İnsanların yakın çevrelerinde sık sık müşahede ettikleri ölüm olayına ve kabir motifine dayanan bir benzetme yapılarak ve canlı bir anlatımla sûrenin ba­şındaki temaya yani Allah'a ve müminlere düşmanlık eden, bu yüzden Allah'ın da kendilerine gazap ettiği kimselerle dost olunmaması gereğine bir daha dikkat çe­kilmekte; bu şekilde sûreye son verilirken aynı zamanda müteakip sûrenin başın- da yere alan müminlerin dayanışma ruhu içinde olmalarının Önemi konusuna fik­rî hazırlık sağlanmaktadır.

İnkarcılar ölen yakınlarının geri dönmesinden ümitlerini kestikleri gibi öl­dükten sonra diriltilmeye ve âhiret hayatına da İnanmazlar, bu konuda bir ümit ta­şımazlar; Allah'ın elçileri vasıtasıyla bildirdiği bu gerçeği kabul etmedikleri ve ölenlerin yokluk İçinde kaybolup gittiklerine inandıkları için Allah'ın gazabını hak etmişlerdir. Âyetin "inkarcıların kabirlerdekilerden ümit kestikleri gibi âhiret-ten ümit kesmiş bir topluluğu" şeklinde çevrilen kısmıyla bu husus anlatılmış ol­malıdır. Şevkânî bu anlamı tercih eder. [57]  Fakat -gramer açısından- bu kıs­ma "kabirlerdeki İnkarcıların ümitlerini yitirdikleri gibi âhiretten ümit kesmiş bir topluluğu" mânası da verilebilmekte ve âyet şöyle yorumlanmaktadır: Ölümü tat­mış olan (kabirlerdeki) inkarcılar artık ebedî hayatta nimetlerden mahrum bırakı­lıp ağır cezalara çarptırılacaklarından emin olmuşlardır, geriye dönüş İçin bir ümitleri olmadığı gibi ileriye yönelik herhangi bir ümitleri de kalmamıştır. Aynı mâna esas alınarak şöyle bîr yorum da yapılmaktadır: Şimdi kabirlerinde olan es­ki inkarcılar nasıl ki hayattayken peygamberleri yalancı saymaları sebebiyle Al­lah'ın rahmetinden ve âhiret mutluluğundan ümitlerini kesmişler ise, Hz. Muham-med'in peygamberliğini inkâr ettikleri için Allah'ın gazabını hak eden bu toplu­luk da âhiretten ümidini kesmiştir. Taberî bu yorumu daha güçlü bulduğunu be­lirtir. [58]  Bu yorumların ortak noktası şudur: Allah'ın rahmeti ancak kör taassup göstererek inkarcılıkta direnen kimseler ümitlerini yitirir. Mümin kişi ise kullukta ne kadar kusurlu olursa olsun, "Artık kesinlikle Allah bana acıyıp af­fetmez" diyerek O'nun engin rahmet ve bağışından ümit kesmez; aynı şekilde bu mümin iyi kul olmak için ne kadar gayret ederse etsin asla ameline güvenip "Ben üstüme düşen her şeyi yaptım, artık Allah'ın rahmetine ve affına ihtiyacım kalma­dı" diye düşünmez. Çünkü her iki durum da Allah'ın mutlak iradesini sınırlandı­ran bir davranış olup kesinlikle haramdır. [59] Burada "Allah'ın kendilerine gazap ettiği" diye nitelenen toplulukla il­gili değişik izahlar yapılmış, daha çok Fatiha 1/7 âyetiyle ilgili yorumların etki­sinde ve bazı rivayetlere dayalı olarak burada yahudilerin kastedilmiş olduğu ile­ri sürülmüştür. Başka bir sürede yer alan yahudilerin ölüm sonrası için ümit bes­lemediklerine İlişkin bîr tasvir bu yorumu destekler görünmekte ise de[60] bunu inkarcılıkta direnen bütün toplulukları kapsayan bir ifade olarak dü­şünmek daha isabetli görünmektedir. [61]

 

 

 

 

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/235

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/235.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/235.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/236.

[5] bk. Buhârî, "Meğâzî", 9, "Tefsîr", 60/1; Müslim, "Fe-dâilüVsahâbe", 161; Müsned, I, 80; Taberî, XXVIII, 58-61; İbn Âşûr, XXVIII, 130-131,132-133; Elmalılı, VII, 4890-4894

[6] Taberî, XXVIII, 58

[7] Elmalılı, VII, 4895

[8] Şevkânî, V, 242-243; Elmalık, VII, 4895-4896

[9] ayrıca bk. Tâhâ 20/7

[10] aynca bk. Tevbe 9/5

[11] Zemahşerî, IV, 86

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/236-240.

[13] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/240.

[14] Hz. İbrahim'in babasının bağışlanması için dua etmesi hakkında bk. Tevbe 9/114; Meryem 19/47

[15] V, 295

[16] Taberî, XXVIH, 64; Şevkânî, V, 245

[17] Râzî, XXIX, 302

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/240-241-

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/242.

[19] Zemahşerî, IV, 88

[20] Nasr 110/1-2

[21] XXVIII, 65-66

[22] VII, 4904,4906

[23] bu konuda aynca bk. Âl-i İmrân 3/28; Tevbe 9/23-24; Mücâdele 58/22

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/242-243.

[24] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/244.

[25] bk. Muhammed Hamidullah, Mecmû'atü'l-vesâiki's-siyâ-siyye li'l-'ahdi'n-Nebevî ve'l-ffılâfeti'r-Râşide, s.77; İslâm tarihinin dönüm nok­talarından biri olan Hudeybiye barışı ve sonuçlan hakkında bk. Bakara 2/194, Fe­tih 48/1-7

[26] Muhammed Hamidullah, "Hudeybiye Ant­laşması", Dİ A, XVIII, 299

[27] Taberî, XXVIII, 67-68,70

[28] Zemahşerî, IV, 88,89

[29] İbn Atıyye, V, 297; Şevkânî, V, 248

[30] Şevkânî, V, 248

[31] Zemahşerî, IV, 89

[32] İbn Âşûr, XXVIII, 158

[33] Şevkânî, V, 248

[34] bk. İbn Atıyye, V, 298

[35] XXVIII, 159-160

[36] Derveze, XII, 22; bu âyetin inmesi üzerine Mekke'deki hanımlarını boşayan sahabîler hakkında örnekler için bk. Taberî, XXVIII, 72

[37] Muhacir müminlerin hanımlarından müşriklere iltihak eden altı kadın hakkında bk. Zemah-şerî, IV, 90

[38] XXVIII, 75-77

[39] Tabe­rî, XXVIII, 73-75

[40] İbn Âşûr, XXVIII, 161,162

[41] İbn Âşûr, XXVIII, 161

[42] bk. Bakara 2/221

[43] İbn Kayyim el-Cevziyye, Ahkâmü ehli'z-zimme, Dımaşk 1961,1, 317 vd., 340 vd.

[44] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/244-249.

[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/249.

[46] m. 621-622

[47] Resûlullah'ın bu ko­nudaki uygulamalarına ilişkin örnek olaylar için bk. Taberî, XXVIII, 78-81

[48] bilgi için bk. Bakara 2/83-84; Mâide 5/38-39; En'âm 6/151-153; İsrâ 17/23-39; Nûr 24/4

[49] Çıkış, 20/1-17

[50] Şevkânî, V, 249

[51] Ayrıca bk. Âl-i İmrSn V\ M- Nkâ 4/10 1fM 14fl- MâiHft 5/79V Razı tefsirlerde buradaki "ma'rûf Taberî, XXVIII, 77-81; Râzî, XXIX, 308

[52] V, 249

[53] bk. Zuhruf 43/18

[54] bk. İbn Âşûr, XXVIII, 166-167

[55] Elmalılı, VII, 4918

[56] Taberî, XXVIII, 79

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/249-252.

[57] V, 250

[58] XXVIII, 81-83

[59] kış. A'râf 7/99; Yusuf 12/87; Hicr 15/49-50

[60] bk. Cum'a 62/6-7

[61] Şevkânî, V, 250

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/252-253.