(Bu sûre onûç ayet
olup, Medine'de nazil olmuştur.)[1]
"Ey iman edenler,
Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlan dost edinmeyin. Siz onlara sevgi
izhâr edersiniz. Halbuki onlar, size gelen hakkı inkâr etmişlerdir. Peygamberi
de sizi de, Rabbiniz olan Allah'a iman ediyorsunuz diye, onlar (yurtlarınızdan)
çıkarıyorlardı. Eğer Benim yolumda cihad ve Benim rızamı aramak için
çıkmışsanız (bunu yapmazsınız). Onlara hâla içinizden (gizli gizli) muhabbet mi
besleyeceksiniz? Halbuki Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da çok
iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki yolun ortasından sapmış
olur" (Mümtehine, 1).
Ayetie ilgili bir kaç
mesele var:[2]
Bu ayetin, kendinden
önceki sûre ile İlgi ve münasebetini sağlayan şeylerden birisi de, her iki
sûrenin de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendi zamanındaki yahudi, hristiyan ve
diğer başkalarıyla ilişkilerini beyan etme hususunda olmalarıdır. Çünkü onların
bir kısmı, anlaşmaya yönelmiş ve peygamberin doğruluğunu kabul etmişlerdir.
Nadiroğulları
bunlardandır. Zira onlar, "Allah'a yemin olsun ki o (peygamber), Tevrat'ta
hem bedenî, hem de manevî özelliklerini gördüğünüz peygamberin tâ
kendisidir" demişlerdir. Bir kısmı ise bunu inkâr ederek, ya açıktan
açığa, ya da gizlice savaşa yönelmişlerdir. "Gizlice" diyoruz. Çünkü
onlar görünüşte müslümanlarla birlikte olmalarına rağmen, gizliden gizliye
kâfirlerle işbirliği yapıyorlardı.
Bu sûrenin baş tarafı
ile önceki sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebete gelince, bu açıktır.
Çünkü geçen sûrenin sonu, Cenâb-ı Hakk'tn vahdaniyyet gibi yüce sıfatlarını
ihtiva ediyordu. Bu sûrenin başı ise, bu sıfatları kabul etmeyenlerle,
içli-dışlı olmanın haramlığını kapsamaktadır.[3]
Ayetin sebeb-i nüzulü hakkında rivayet olunduğuna
göre, bu ayet, Hâtıb b. Ebt Belte'a (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü o,
Mekkeli müşriklere, Hz. Peygamber (s.a.s)'in savaş için hazırladığını ve
onlarla savaşmayı planladığını haber vermek istemiş ve onlara 'Tedbirinizi
alın" diye mektup göndermeye teşebbüs etmiştir. Sonra yazdığı bu mektubu,
Hâşimoğullarının bir cariyesi olan Sâriye adındaki bir kadınla göndermiştir. Bu
kadın Mekke'den Medine'ye yani Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına gelmişti. O zaman
Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Müslüman olarak mı geldin?" dediğinde,
"Hayır" demişti. "Muhacir olarak mı geldin?" dediğinde de,
"Hayır" demişti. Bunun üzerine, "Seni buraya getiren sebep
nedir?" diye sorduğunda, o, "Şüphesiz ki efendilerim, Bedir günü gittiler,
yani hep öldürüldüler. Böylece ben şiddetli bir ihtiyaç içinde kaldım"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunun üzerine, onunla ilgilenmeleri için
MuttaliboğuHarını görevlendirmiş, onlar da onu giydirip kuşandırmışlar,
binitini-azığını temin etmişlerdi.
Hâtıb, o kadının
yanına gelip ona on dinar vermiş, bir de elbise giydirerek, ondan yazdığı bu
mektubu Mekkelilere götürmesini istemişti. Böylece o kadın yola koyuldu. Allah
Teâlâ, peygamberini (vahiy ile) bu olaydan haberdar etti. Hz. Peygamber
(s.a.s), bunun üzerine, Hz. Ali, Hz. Ömer, Ammar b. Yasir, Hz. Talha ve Hz.
Züber (r.ahm)'i, atlı olarak o kadının peşinden gönderdi. Kadına
yetiştiklerinde, bu mektubu sorarlar. O, yemin ederek inkâr eder. Bunun üzerine
Hz. Ali (r.a), "Vallahi ne biz yalan söylüyoruz, ne de Allah'ın
Resulü" der ve kılıcını çeker. Bunun üzerine kadın, saçlarının örgüsü
arasından o mektubu çıkarır. Sonra onlar, mektubu Hz. Peygamber (s.a.s)'e
getirirler. O da durumu Hâtıb'a sorar. Hâtıb bunu itiraf eder ve der ki:
"Benim Mekke'de ailem ve malım-mülküm var. İstedim ki o müşriklere yakın
görüneyim. Ama şunu da kesin olarak biliyorum ki Allah belasını onların başına
indirecektir" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s) onu doğruladı ve özrünü kabul
etti. Hz. Ömer (r.a) de, "Ey Allah'ın Resulü, müsâade et de, bu münafığın
boynunu vurayım" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Nerden biliyorsun
ki ey Ömer, belki de Allah Teâlâ, Bedr'e iştirak edenlerin hâline muttali oldu
da onlara, "Dilediğiniz gibi yapın. Şüphesiz Ben sizin günahlarınızı bağışladım"dedi"
buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer(r.a)'in iki gözünden yaşlar boşandı ve
"Allah ve Resulü daha iyi bilir" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet
nazil oldu.[4]
Bu ayetin tefsirine
gelince, buradaki, "Ey iman edenler.." hitabının kimlere ait olduğu
daha önce geçmişti. Durum iman hususunda da aynı olup, iman, kendi içinde tek
bir bütün olup, bu da kalb ile tasdiktir, yahut Mu'tezile'nin ileri sürdüğü
gibi, pek çok şeyden müteşekkil olup, bu şeyler de, taatlerdir (ibadetlerdir).[5]
Ayetteki, "Benim
de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin" hitabına
gelince, buradaki (edindi) fiili, iki mefûl alır. Bu mef'ûller, bu ayette,
"aduvvî" (düşmanımı) ve "evliya" (dostlar) kelimeleridir,
kelimesi, tıpki (atfetti) fiilinden gelen "afüvv" (affedici) kelimesi
gibi, s& (haddi aştı - düşmanlık yaptı) fiilinden, fa'ûl vezninde bir
isimdir. Bu kelime, masdar vezninde olduğu için, müfred manada kullanılabildiği
gibi, cemî (çoğul) manasında da kullanılmaktadır. Adavet, sadâkatin zıddıdır.
Bu ikisi, bundan dolayı, aynı zamanda ve aynı cihetten, bir yerde (birlikte)
bulunamazlar. Fakat bu ikisi, mümkün oluş noktasından, birbirlerinin yerine
geçerler.
Zeccac ve Kerâbisî'den
rivayet olunduğuna göre, "düşmanım" ifadesi, "Dinimin
düşmanı" manasındadır. Hz. Peygamber (s.a.s), "Kişi, arkadaşının dini
üzeredir. Binâenaleyh her biriniz, kimi arkadaş edindiğine iyi dikkat
etsin"[6] buyurmuştur.Yine Ebû Zerr
el-Cafârl (r.a)'ye"Ey Ebû Zer, iman kulplarının hangisi daha iyi
bilir" deyince, Hz. Peygamber "Allah için dostluk yapmak; Allah için
sevmek ve Allah nzası için buğzetmek[7]
buyurdular.
Cenâb-ı Hakk'ın "Siz onlara sevgi izhâr edersiniz"
hitabıyla ilgili iki mesele var:[8]
Bu mesele,
ayetteki, fiilinin neye müteallik olduğu
hususundadır. Deriz ki: Bu hususta bir kaç izah sekli vardır: 1) Nazm kitabının müellifi şöyle
demiştir: "Bu, nekire olan "evliya" (dostlar) kelimesinin sıfat
cümlesidir." Ferra da bu görüştedir.
2)
Zemahşerî, Keşşafta, "Bunun zamirinden hâl olmak üzere, fiiline taalluk
etmesi mümkündür. "Evliya" kelimesi bu zamirin sıfatı olur"
demiştir.
3) Yine
Zemahşerî, bunun müste'nef bir cümle olabileceğini, böylece "evliya"
kelimesinin sıfatı
olmayacağını söylemiştir.
ifadesindeki bâ
harf-i ceninin, "Kim orada zulüm ve ilhâda yeltenirse..." (Hacc, 25)
ayetindeki bâ harf-i cerri gibidir. Buna göre ayetin manası, "Sizler o
müşriklere (kâfirlere), sizinle onlar arasında bulunan sevgi sebebiyle,
peygamberin haberlerini ve sırlarını aktarıyorsunuz" şeklinde olur ki,
ayetteki "Onlara hâla içinizden (gizli-gjzli) muhabbet mi
besleyeceksiniz?" ifadesi de buna delâlet eder.[9]
Ayetle ilgili bir kaç
bahis var:[10]
1) Düşmanlık,
sevgi beslemeye aykırı olduğu halde ve de sevgi beslemek de, böyle bir dost
edinmenin neticelerinden olunca, düşmanın dost edinilmesi nasıl mümkün
olabilir?
Biz deriz ki:
Düşmanlığın, bir işe nisbetle olması, muhabbet ve sevginin de bir başka şeye
nisbetle söz konusu olması uzak bir ihtimal değildir. Baksana Cenâb-ı Hakk,
"Hanımlarınızdan ve çocuklarınızdan, size düşman olanlar vardır"
(Teğâbûn, 14) buyurmaktadır. Hz. Peygamber (s.a.s), "Çocuklarımız, bizim
ciğerparelerimizdir'[11]
buyurmuştur.
2) Cenâb-ı
Hakk, "Benim düşmanım" deyince, niçin bununla yetinmeyerek, bir de
"sizin de düşmanınız" buyurmuştur? Çünkü Allah'ın düşmanı şüphesiz ki
zaten mü'minlerin de düşmanıdır? Biz deriz ki: Kişinin, mü'minlere düşman
olmasından, onun mutlaka Allah'a da düşman olacağı neticesi çıkmaz. Nitekim
Cenâb-ı Hakk, "Hammlartntzdan ve çocuklarınızdan, size düşman olanlar
vardır" (Teğabün, 14) buyurmuştur.[12]
3) Cenâb-ı
Hakk niçin, "Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlar..."
buyurdu da, "Sizin de düşmanınız, benim de düşmanım" buyurmadı? Deriz
ki: Mü'min ile kâfir arasındaki düşmanlık, mü'minin Allah'a ve O'nun Resulüne
duyduğu sevgiden Ötürüdür. Binâenaleyh iman ehli olan kulun Allah'a duyduğu
sevgi, herhangi bir sebebe bağlıdır. Fakat Allah'ın kula karşı duyduğu sevgi
ise, hiçbir sebebe bağlı değildir. Çünkü Allah, mutlak manada müstağnidir.
Binâenaleyh O'nun asla hiçbir kimseye ve şeye ihtiyacı yoktur. Bu sebeple de,
herhangi bir sebebe bağlı olmayan, bir sebeb ve illete bağlı olandan önce
zikredilmiştir. Bir de, bir şey iki uca nisbet edildiğinde, en yüksek olan
taraf, aşağıda olan taraftan önce zikredilir.[13]
4) Cenâb-ı
Hakk niçin "vettyytn" dememiş de, "evliyae" buyurmuştur?
Halbuki, bunun mukabili olan "adüvv" kelimesi müfred olarak gelmiştir?
Deriz ki: Harf-İ ta'rîf ile nıarife kılınır bir kelime, nasıl bütün ferdleri
içine alırsa, izafet yoluyla marife kılınan kelimeler de böyledir (çoğul
gibidir).[14]
5) Bazı
âlimler, deki bâ harf-i cerrinin zâid olduğunu söylemişlerdir. Halbuki daha
Önce, Kur'an'da. anlamsız bir ziyadeliğin mümkün olmadığı anlatılmıştı.
Dolayısıyla buradaki bâ harf-i cerri, bazı manalar ifade etmektedir, gerçekte
zâid (fazlalık) değildir.[15]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, "Halbuki onlar size gelen hakkı inkâr etmişlerdir. Peygamberi de,
sizi de, Rabbiniz olan Allah'a iman ediyorsunuz diye, onlar yurdlarınızdan
çıkarıyorlardı. Eğer Benim yolumda cihad ve Benim rızamı aramak için
çıkmışsanız, (bunu yapmazsınız). Onlara hâla içinizden, gizli-gizli muhabbet mi
besleyeceksiniz. Halbuki Ben, sizin gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da çok
iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa, muhakkak ki yolun ortasından sapmış
olur."
Buradaki, 'İnkâr
etmişlerdi" cümlesinin başındaki vâv, "hâl" için olup,
"Halbuki onlar inkâr etmişlerdi" manasındadır. "Hak"
sıfatının mevsûfu mahzüf olup, uhak dîn" takdirindedir. Bunun mevsûfunun,
"hak Kur'ân" şeklinde olduğu da söylenmiştir: O kâfirler, peygamberi
ve sizi, Mekke'den Medine'ye sürmüşlerdir. Bu da, Rabbiniz olan Allah'a iman
ettiğiniz içindir.
Ayetteki, hitabı
hakkında şöyle der: Bu cümle, cevabı, daha Önce geçmiş bir şart cümlesi olup bu
cevap da: “Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin"
hitabının cümlesidir. Ayetteki, "clhfiden" ve "Ibtiğâe"
kelimeleri mef'ûlü leh oldukları için mansubturlar. Mukâtil "Onlara halâ
içinizden gizli-gizli muhabbet mi besleyeceksiniz?" ifadesindeki
"muhabbet"in, nasihat etme manasında olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, onların hallerinden hiçbir şeyin, Kendisine gizli kalmayacağını
bildirerek, "Sizin kâfirlere karşı beslediğiniz o gizli sevgiyi ve açıkça
yaptığınız şeyleri bilirim" buyurmuştur. Bu ifâdenin, gizli ve alenî
yapılan her ş eyi içine alması da uzak ihtimal değildir. Bazı alimler, şöyle
demişlerdir: Allah, kutların filleri ve halleriyle ilgili bütün sırlarını,
gizliliklerini, zahirlerini ve bâtınlarını bilir. Ayetteki, "Sizden kim
bunu yaparsa..." hitabının içten içe gizli dostluk beslemeye, sevgi izhâr
etmeye ve kâfirleri dost edinmeye dair bir kinaye olması mümkündür. Çünkü daha
önce bu hususlardan bahsedilmişti.[16]
Ayetteki,
"Muhakkak ki yolun ortasından sapmış olur..." ifadesiyle ilgili iki
izah vardır:
1) Ibn Abbas
(r.a)'dan şu rivayet edilmiştir: "O kimse, inancındaki gerçek ve doğru
imandan sapmış olur."
2) Mukâtil
de şöyle demiştir: "O kimse, hidâyete yol bulamamış, şaşırmış olur."
Daha sonra, bu ayetle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
"Eğer ... çıkmışsanız" hitabı "dostlar edinmeyin..."
ifâdesine müteallik olur ve "Eğer siz benim dostlarım iseniz, düşmanlarımı
dost edinmeyin..." demektir. "içinizden (gizli gizli) sevgi mi
besleyeceksiniz?" hitabı müste'nef bir cümle olup, manası, "Benim
ilmimde, bir işi gizli ya da açık yapmanızın değişmediğini bildiğiniz halde,
onlara gizli gizli dostluk beslemenizde ne fayda vardır?" şeklindedir.
İkinci Bahis:
Birisi şöyle diyebilir: "Eğer ... çıkmışsanız"cümlesi, bir kaziyye-i
şartiyye'dir. Eğer böyle ise, şart cümlesi olan "Eğer ...
çıkmışsanız..." hitabının ifade ettiği şartını bu nehiy olmaksızın mevcut
olması mümkün değildir. Halbuki, bunun mümkün olduğu malumdur." Buna cevaben
deriz ki, bu ifâdelerin toplam, o nehyin muktezâsı için bir şarttır, yoksa,
sarih bir lafızla gelmiş olan nehy için bir şart değildir. Bu olmaksızın, o
toplamın bulunması da mümkün değildir. Çünkü bu, daima mevcuttur. Dolayısıyla,
"Benim rızâmı aramak için "ifâdesinin manası açıktır. Çünkü, çıkmak
bazan Allah rızasını aramak için olur, bazan da olmaz.[17]
Üçüncü Bahis:
Allah Teâlâ, daha önce geçen djjgj ifâdesine daha uygun ifâdesine daha uygun
olduğu halde, demedi de, dedi (niçin?). Deriz ki, bu ifâde, öbüründe
olmayan bir kuvvet ve mübalağa vardır. Çünkü, "ihfâ (gizlemek)" "ısrar (gizli
fısıldamak)"tan daha beliğdir. "Allah gizli ve en saklı olanı
bilir..." (Tahâ, 7) ayeti de buna
delâlet eder. Buradaki ifâdesi, "sırdan da gizli ve saklı ..."
demektir.[18]
Dördüncü Bahis:
Allah Teâlâ, "Gizlediğinizi de açığa vurduğunuzu da çok iyi
bilenim..." buyurarak, aksi söz konusu olmaksızın, zâten bu bunun
gerektirdiği halde, gizliyi bilmesini açık olanı bilmesinden önce getirmiştir
(niçin)? Biz deriz ki, bu bizim bilmemize nisbetledir, yoksa Allah'ın bilmesine
nisbetle değil. Çünkü, az önce de geçtiği gibi, Allah'ın ilminde bu iki durum
aynıdır. Bir de, bundan maksat, daha gizli olanı -ki, o küfürdür- beyân
etmektir. Dolayısıyla da önce zikredilmiştir.[19]
Beşinci Bahis:
Allah Teâlâ, "Sizden kim bunu yaparsa..." buyurmuştur. Buradaki
"sizden" ifâdesinin ne faydası vardır? Çünkü, malûmdur ki, bu fiili
kim yaparsa yapsın, "muhakkak ki, yolun ortasından sapmış olur." Bu
hususta deriz ki: Buradaki "sizden" ifâdesinin manası, "siz
mü'minlerden" şeklinde olursa, bunun manası gayet açıktır. Çünkü, bu fiili
kim yaparsa, artık o, mü'min olmaz...[20]
“Eğer onlar sizi ele
geçirebilirlerse, hepinizin düşmanları olacaklar, ellerini ve dillerini
kötülükle size uzatacaklardır. (Zaten) onlar, kâfir olmanızı arzu etmişlerdir.
Ne akrabalarınız ne de evlâtlarınız size asla fayda vermez. Kıyamet gününde
(Allah onlarla) sizin aranızda kesin hükmü verecektir. Allah ne yaparsanız
hakkıyla görendir" (Mümtehine, 2-3).
Allah Teâlâ,
mü'minlere, Mekkeli kâfirlerin düşmanlığını haber vermek için böyle
buyurmuştur: ifâdesi, "sizi ele geçirirler de size karşı imkân, güç kuvvet
bulurlarsa, en îleri derecede düşman olurlar" demektir. Bu, İbn Abbas
(r.a)'ın görüşüdür. Mukâtil şöyle demiştir: "Bu, "Eğer onlar size
üstün gelirlerse, size karşı gelirler ve kırmak suretiyle ellerini, küfretmek
suretiyle de dillerini size uzatırlar. Sizin, onların dinine dönmenizi
arzularlar" demektir.
Ayetin nihaî manası
şöyledir: "Allah düşmanları, aralarında bulunan ayrılıktan dolayı, Allah
dostlarına karşı, halisane sevgi beslemezler." Ayetteki,
"akrabalarınız size asla fayda vermez..." ifâdesine gelince, Hâtıb
(r.a) yaptığı şeyden dolayı azarlanınca, o, kendisinin, Mekke'deki müşrikler
arasında akrabaları ve çoluk-çocuğunun olduğunu ve orada, akrabalarını
koruyacak kimsenin bulunmadığını, dolayısıyla, onlar yanında koruyucu bir el
edinerek, Mekke'de ailesinden geride. kalanlara o müşriklerin iyi
davranmalarını sağlamak istediğini söyleyerek özür beyan etmiş, bunun üzerine
Cenâb-ı Hakk, '"Kendilerinden dolayı müşriklere dostluk izhar ettiğiniz ve
onlara olan endişenizden dolayı müşriklere yakınlaştığınız, akrabalannız ve
evlatlarınız size asla fayda vermeyecektir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Kıyamet gününde Allah, sizinle akrabalannız ve evlâtlarınız
arasını ayıracak, iman ehli cennete, küfür ehli ise cehenneme girecektir.
Allah, ne yaparsanız, bu meyânda Hâtıb'ın yaptığını hakkıyla görendir"
buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır.
Birinci Bahis:
Keşşaf sahibi şöyle demiştir: ifâdesinde, nasıl olurda, şartın cevabı da, şart
gibi muzâri gelir?" Sonra da Cenâb-ı Hakk, mazî sigasıyla, buna atfen, 'Ve
arzu ettiler..." (Ne dersin?) Biz deriz ki: Her ne kadar mazi, irâb
bahsinde, şart babında muzarinin yerini tutarsa da, ancak ne var ki, bunda
şöyle bir incelik vardır: Sanki, "Her şeyden önce onlar, sizin küfrünüzü
ve irtidâd etmenizi arzuladılar" denilmektedir.
İkinci Bahis:
Ayetteki, "kıyamet gününü" ifâdesi, neyin zarfıdır? Biz deriz ki: Bu,
ya, ayetteki, veyahutta, ifâdesinin
zarfıdır. İbn Kesîr, yâ'nın dammesi ve sâd'ın fethası ile, "yufsale"
şeklinde okumuştur. Bu kelimenin malûm sigasıyla okunması halinde, fail, Allah
olmuş olur. Bu kelime nûn ile "nefsıle" ve "nufessıle"
şeklinde de okunmuştur.[21]
Üçüncü Bahis:
Cenâb-ı Hakk, "habîr" bir şeyi bilmeyi ifâde etmede daha beliğ
olmasına rağmen, "Allah ne yaparsanız hakkıyla görendir..." buyurmuş,
ama "haberdardır" buyurmam ıştır (niçin)? Buna şöyle cevap veritir:
"Habîr" lafzı, bir şeyi bilmeyi ifâde etmede daha beliğdir. Ne var
ki, Cenâb-ı Hakk onların amellerini gözle görülür gibi kıldığı için, lafzı,
burada, "ilim" maddesinden daha açık ve uygun olmuştur.[22]
"ibrahim'de
ve onun maiyyetindekilerde, sizin için, hakikaten güzel bir örnek vardı. Hani
onlar, kavimlerine, "Biz, sizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz
nesnelerden kesin olarak uzağız. Sizi reddettik. Siz, Allah a, bir olarak iman
edinceye kadar bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz belirmiştir"
demişlerdi. Yalnız, ibrahim'in, babasına, ''Muhakkak ki, senin bağışlanmanı
isteyeceğim. Fakat, senin için Allah'dan gelecek herhangi bir şeyi def etmeye
gücüm yetmez" demesi müstesna. Siz şöyle deyin: "Ey Rabbimiz, ancak
Sana güvenip dayandık ve yalnız Sana yöneldik. Son dönüş de ancak
Sana'dır" (Mümtehine, 4).
Bil ki, üsve tıpkı
kelimesinin, kendisine iktidâ edilen, uyulan şeyin ismi olması gibi, kendisi
örnek alınıp uyulan şeydir Nitekim Arapça'da, "Sen onun gibi, o da senin
gibidir" anlamında denilir. Üsve'nin çoğulu, ei-usâ şeklinde gelir. O
halde üsve, kendisine uyulan her şeyin ismidir. Müfessirfer şöyle demişlerdir:
"Allah Teâiâ, İbrahim ve ona tabi olanların ashabının, kavimlerinden
teberrî ettiklerini, onlara düşman kesildiklerini ve onlara, "Biz sizden
uzağız" dediklerini haber vermiş, Resûlüllah (s.a.s)'in ashabına da,
İbrahim ve ashabına uymalarını ve onların bu sözlerini örnek almalarını
emretmiştir. Ferra, ayetin anlamının şöyle olduğunu söylemiştir: "Ey Hatıb
ibn Ebî Belte'a, İbrahim'in ehlinden teberrî etmesi hususunda, sen onu örnek
almaz mısın? Çünkü Cenâb-ı Hakk, (İbrahim (a.s) hakkında), "Onlar kavimlerine,
"Biz, sizden ... kesin olarak uzağız" demişlerdi" ve
"İbrahim, (müşrik olan} babasına, ''Muhakkak ki, senin bağışlanmanı
isteyeceğim..." demesi müstesna" buyurmuştur."
Mücahid de şöyle der:
"Onlar, İbrahim (a.s)'in babası için mağfiret talebinde bulunmasını örnek
almaktan nehyedildiler. Çünkü, onlar da, müşriklerin bağışlanmasını istiyor ve
onlar için bağış talebinde bulunuyorlardı." Yine Mücahld ve Katâde, bu
ayete, "İbrahim'in, babası için bağış talebinde bulunması durumu müstesna,
Hz. İbrahim'in herşeyini örnek alınız..." şeklinde mana vermişlerdir.
Ayetin anlamının,
şöyle olduğu da söylenmiştir: "Kavminizin kâfirlerinden uzak durun,
teberrî edin. Çünkü sizin için, babasının bağışlanmasını talep etme hususu
değil de, kavminden uzaklaşması hususunda, İbrahim'de ve ona inananlarda güzel
bir örnek vardır." İbn Kuteybe de, "Cenâb-ı Hakk bu beyanıyla,
İbrahim (a.s)'in, babasına söylediği, "Senin için muhakkak ki bağış
talebinde bulunacağım" ifâdesi hariç, kavmine düşman kesildiğini ve onları
her hususta terk ettiğini belirtmek istemiştir" demiştir. İbnu'l-Enbarî
ise şöyle demektedir: "Durum, İbn Kuteybe'nin bahsettiği gibi değildir.
Tam aksine mana, "İbrahim'in babasına, "Senin için muhakkak ki bağış
talebinde bulunacağım..." demesi hariç, sizin için, İbrahim'in yaptığı her
şeyde örnek vardır" şeklindedir.
Ayetteki, "Fakat
senin için Allah 'tan gelecek herhangi bir şeyi defetmeye gücüm yetmez..."
ifâdesi de, İbrahim (a.s)'in babasına söylemiş olduğu sözlerdendir. O, bu
ifâdeyle, "Eğer müşrik olursan, senden herhangi bir şeyi def edemediğim
gibi, Allah'ın azabını da savuşturarnam" demek istemiştir. Böylece de,
babasının müslüman olacağını umarak, ona mağfiret talebinde bulunacağı va'dinde
bulunmuştur."
İbn Abbas,
"EyRabbimiz, ancak Sana güvenip dayandık ve yalnız Sana yöneldik..."
ifâdelerini de, Hz. İbrahim (a.s) ve ashabının duaları cümlesinden olduğunu
söylemiştir ki, bu ifâdelerin manası, "Ey Rabbimiz, bütün işlerimiz
hususunda Sana tevekkül ettik ve Sana güvendik. Günahlardan tevbe etmek
suretiyle, Sana yöneldik, Sana geldik. Çünkü nihaî varış, ancak Senin huzuruna
olacaktır" şeklindedir Ayetle İlgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Birisi, "Cenâb-ı Hakk'ın da, "Hepsi de Allah'a, meleklerine,
peygamberlerine iman etti. (Bakara,285) buyurduğu gibi, hem Allah'a, hem de
diğerlerine iman, "iman" mefhûmunun ayrılmaz vasfı iken, onların,
"bir olan Allah'a iman etmedikçe" demelerinin faydası ve hikmeti
nedir?" derse, biz deriz ki: Meleklere, kitâblara, peygamberlere ve âhiret
gününe iman, bir olan Allah'a iman etmenin ayrılmaz unsurlarındandır. Çünkü,
ayetteki ifadesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın ulûhiyyet hususundaki tek oluşu
kastedilmiştir. Zira. başkasının ulûhiyyetine inanmanın, Allah'a iman etmek
olmadığında şüphe etmeyiz. Çünkü bu, hakikatte şirk koşmadır. Müşrik ise mü'mın
olamaz!
İkinci Bahis:
Ayetteki "Fakat ibrahim 'İn şöyle demesi müstesna..." ifâdesi, neden
müstesnadır? denilirse, biz deriz ki: Bu, ayetteki "güzel bir örnek..." ifâdesinden
istisna tutulmuştur. Çünkü, Cenâb-ı Hakk, üsve-i hasene ile, onların, kendisine
iktidâ etmeleri.ve kendisini izlemeleri gerekti olan sözlerini kastetmiştir.
Üçüncü Bahis:
Eğer "Muhakkak ki senin bağışlanmanı isteyeceğim" ifâdesi, daha önce
geçen sözden, yani ifâdesinden istisna edilir, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Fakat senin için Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi defetmeye gücüm
yetmez..." ifâdesinin durumu nasıl olur? Çünkü bu ifâde, istisna edilmeye
lâyık ve uygun değildir... Baksana, Cenâb-ı Hakk, bir başka ayetinde, "Sen
de ki: "Allah'ın takdiri hususunda, O'na karşı size kim bir fayda
sağlayabiiir?" (Fetih, 11) buyurmuştur.." denilirse, biz deriz ki:
Allah Teâlâ, sadece, "babasına..." ifâdesini istisna etmeyi
kastetmiştir. Babasının bağışlanması va'dine yönelmek ile ondan sonrakiler buna
dayanmış ve ona tâbi olmuş olan ifâdelerdir. Buna göre Hz. İbrahim (a.s) adeta,
"Ben senin için, mağfiret talebinde bulunacağım. Benim kudretim, gücüm ve
kuvvetim mağfiret talebinde bulunmaktan ibarettir" demek istemiştir.
Dördüncü Bahis:
Ayetteki, "Ey Rabbimiz, ancak sana güvenip dayandık" sözü, ne ile
alâkalı bir ifâdedir" denilirse, biz deriz ki: Bu, istisnadan önceki
ifâdelerle ilgili olup, bu da, "üsve-i hasene" cinsinden ve
cümlesindendir. Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna varılacağına ve O'ndan ancak medet
umulacağına dikkat çekmek için, onlarla kâfirler arasındaki ilgiyi kesme ve
kâfirlerden uzak kalma hususunda, İbrahim (a.s) ve kavmini örnek alma gibi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in ashabına yapılan vasiyyeti tamamlamak ve mü'minleri
eğitmek için, mânanın, bu sözü emretmek şeklinde olması da mümkündür.
Beşinci Bahis:
"Bu tertipdeki hikmek ve fayda nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Buradaki fayda ve hikmetin sınırı, O'ndan başka hiçkimse ihata edemez. Ama, bu
cümleden ortaya çıkan, şöyle denilmesidir: Tevekkül, kazandırmak, vermek
içindir. Tevekkülü kazandırmak ise, takvaya muhtaçtır. Nitekim Cenâb-ı Hakk,
"Kim Allah'tan ittikâ ederse.Allah ona bir çıkış yolu lütfeder"
(Talâk, 2) buyurmuştur. Takva ise, Allah'a yönelmektir. Çünkü
"takva", uygun olmayan şeylerden sakınmak ve mahlûkatın nihaî
dönüşünün, O'nun mukaddes huzuru olduğuna işaret etmektir. Böylece Cenâb-ı Hakk
adeta sanki, bu işi, olduğu gibi anlatmak için, önce bir şeyi zikretmiş,
peşinden de, o şeyin ayrılmaz vasıflarından bahsetmiş gibidir.
Ayetteki, kelimesi, şu dört şekilde okunmuştur: gibi,
dammeyi kesreden bedel kılarak ve masdarla tavsif ederek tıpkı gibi şeklinde
okunmuştur.[23]
"Ey Rabbimiz,
bizi o kâfirler için bir fitne kilma. Bizi affet Rabbimiz. Çünkü gerçekten aziz
ve hakim Sensin Sen." Andolsun ki onlarda sizin için, Allah'ı ve âhiret
gününü ummakta olanlar için, güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse,
şüphesiz ki Allah, herşeyden müstağni, her hamde hakkıyla lâyıktır. Olur ki
Allah, sizinle düşmanlarınız arasında, yakında bir dostluk peydâh eder. Allah
hakkıyla kadirdir, Allah gafurdur, rahimdir" (Mümtehine, 5-7).[24]
Ayetteki, "Ey
Rabbimiz, bizi ... bir fitne kılma..." ifadesi de, İbrahim (a.s)'in
yaptığı dualar cümlesindendir. İbn Abbas (r.a), bunun manasının,
"Düşmanlarımızı bize musallat etme, hâkim kılma. Eğer onları bize hükümrân
yaparsan, kendilerinin hak üzere olduklarını zannederler..." şeklinde
olduğunu söylerken; Mücâhid, bunun manasının, "Ey Rabbimiz, bize ne
onların elleriyle (vasıtasıyla), ne de katındakilerin azabıyla, azabetme. Eğer
böyle yaparsan, onlar, "şayet bunlar hak üzere olsalardı, başlarına bu
gelmezdi" derler" şeklinde olduğunu söylemiştir.
Bunun manasının
"Rızkı, bize değil de onlara bol verme. Çünkü bu, onlar için bir fitne
{şaşırma sebebi) olur" şeklinde olduğu söylendiği gibi, "sayesinde
kâfirlerin azab gördüğü bir fitne kılma bizi" şeklinde olduğu da
söylenmiştir. Bu izaha göre ayet, Hz. İbrahim (a.s)'in duaları cümlesinden
olmaz.
Ayetteki, "Bizi
affet Rabbimiz" kısmı da daha önce geçen ifadeler cümlesindendir. Buna
göre sanki, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ashabına, "Ey Rabbimiz bizi o kâfirler
için bir fitne kılma, Bizi affet Rabbimiz..." demeleri emredilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, ilgili (geçen) sözü te'kid etmek için, "üsve" (örnek)
kelimesini te'kid etmek için, "Andolsun ki onlarda, yani. Hz. İbrahim ve
ashabında, sizin için ... güzel bir örnek vardır'1 buyurmuştur. Bu ifade de,
Hz. İbrahim (s.a.s) ve ashabını örnek almaya, onların yolundan gitmeye bir
teşviktir. İbn Abbas (r.a), "Onlar, Allah'a muhalefet edenlere buğzediyor,
Allah'ı sevenleri seviyorlardı" demiştir.
Ayetteki, "Allah'ı... ummakta olanlar için"
ifadesi, "sizin için" ifadesinden bedeldir ve bu örneğin, Allah ile
âhiret azabından korkanlar için olduğunu anlatmaktadır. yani "kim bunları
örnek almaz da, kâfirleri sevmeye, ontara sempati duymaya meylederse şüphesiz
Allah, düşmanlarının Kendisine muhalefet etmelerinden müstağni ve dostlarına
hamdedendir.
Ayetteki, ifadesine gelince Mukâtll şöyle demektedir:
Allah Teâlâ, mü'minlere, küffara düşmanlık beslemelerini emredince, onlar,
babalarına, oğullarına ve bütün akrabalarına düşman olma ve onlardan uzaklaşma
hususlarında aşırı davrandılar da, bunun üzerine, "Olur ki Allah, sizinle,
onların içlerinden, yani Mekke kâfirlerinden düşman olduklarınız arasında,
yakında bir dostluk peydâh eder" ayetini indirdi. Bu ise, onların İslâm'a
meyletmeleri, müslümanlara karışmaları ve onlarla kız alıp-vermeleri ile
olmuştur.[25]
Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Ümmü Habîbe ile evlendiği işte bundan ötürü Ebû Süfyân'ın yumuşadığı
ve düşmanlıktaki mukavemetinin kırıldığı söylenmiştir ki Ümmü Habîbe müslüman
olmuş, kocası Ubeydullah b. Cahş ile Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası orada
hristiyan olmuş, Ümmü Habîbe'yi de hristiyan yapmak istemiş. Ama o, kocasına
karşı koyup, müslümanlığını sürdürmüştü. Derken kocası ölmüştü. Bunun üzerine
Hz. Peygamber (s.a.s) Necâşî'ye bir elçi gönderip, vekâlet verip izdivaç için
ona talib oldu ve ona dörtyüz dinar mehir gönderdi. Bu haber Ümmü Habîbe'nin
babası Ebû Süfyan'a ulaşınca, o "Böyle erkeğin burnu kanatılmaz"
demiştir.[26]
Ayetteki
"asâ" (olur ki) ifâdesi, Allah'dan bir va'ddir. Cenâb-ı Hakk,
"Sizinle düşmanlarınız arasında, yakında bir dostluk peydâh eder"
ifadesiyle, Mekke'nin fethinden sonra iman eden bir gurub Kureyşliyi
kastetmiştir ki Ebû Süfyan b. Havb, Ebû Süfyan b. el-Hars, Haris b. Hişâm,
Süheyl b. Amr ve Hakîym b. Hizam bunlardandır. Allah Teâlâ, kalbleri çevirmeye,
durumları değiştirmeye, sevgi ve sempati sebeplerini kolaylaştırmaya kadirdir.
Allah onlar tevbe edip müslüman olup, Allah'a yöneldiklerinde, onları
bağışlayan ve onlara merhamet edendir. Bazı kimseler şöyle demişlerdir:
"(Kişileri) büsbütün terketmeyin. Çünkü gönüllere muttalî olan Allah 'dır.
"Sevdiğini çok aşın sevme, olur ki bir gün ona buğzedersin " diye
rivayet edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın, bazı
kâfirlerle müslümaniar arasında bir sevgi meydana getirmesi hususundaki
hikmetle ilgili olarak şöyle birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Hak Teâlâ'nın, "Ey Rabbimiz bizi... fitne kılma" ayetinin manası,
meselâ "Düşmanlarımızı bize hâkim kılma" şeklinde olduğuna göre,
Cenâb-ı Hakk niçin, bu ifadeyi bırakmış da, ayetteki ifadeyi zikretmiştir?
Deriz ki: Bu, bundan ibaret olması muhtemel bir ifâde olunca, Allah Teâlâ bu
ifâdeyi getirdiğinde, sanki bununla berikini söylemiş gibi olur. Binâenaleyh
burada, bu te'villerden (manalardan) sadece birisiyle yetinilmeyecek derecede
faydalar ve hikmetler vardır.[27]
İkinci Bahis:
Birisi, "Ey Rabbimiz bizi kâfirler için bir fitne kılma, sen aziz ve
hakimsin" denildiğinde ve söz de bir tertib ifade ettiğine göre, o zaman
"Bizi affet Rabbimiz" demenin hikmeti nedir?" derse, deriz ki:
Onlar, fitneden uzak kalmayı istemişlerdir. Fitneden uzak kalma işi ise,
bağışlama olmadan olmaz. Çünkü isyankâr günahkâr, eğer bağışlanmazsa, kahredici
azab ile kahrolunur ki işte bu bir fitnedir. Çünkü fitne, kişinin
kahrolmasıdır. Ayetteki, "hamîd" sözü, hâmid (hamdeden) manasına
gelebileceği gibi; mahmûd (hamdolunan) manasına da gelir. O halde mahmûd,
mahlûkatına nimet vermiş olduğu için, onlar tarafından yapılan hamde müstehak
olan; "hâmid" ise, az amele karşı çok mükâfaat vermek suretiyle mahlûkatına
müteşekkir olan demektir.[28]
Cenâb-ı Hakk,
mü'minlerin kâfirlerden büsbütün ilgi ve münasebetlerini kesmeleri gerektiğini
belirttikten sonra, kendileriyle savaşmayan kâfirlerle ilgi ve münasebet
kurmaya müsaade ederek şöyle buyurmuştur:[29]
"Sizinle, din
hususunda savaşmamış, sizi yurtlarınızdan da çıkarmamış olanlara, iyilik yapıp;
onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi menetmez. Çünkü Allah, adalet
yapanları sever. Allah sizi ancak, size karşı din savaşı yapmış ve sizi
yurtlarınızdan çıkarmış, çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmenizi
meneder. Kim onları dost edinirse, işte bunlar zalimlerin tâ kendileridir"
(Mümtehıne, 6-9).[30]
Alimler, buradaki
"savaşmamış olanlar" ifâdesi ile kimlerin kastedildiği hususunda
ihtilaf etmişlerdir. Ekserî alimler bunların, Hz. Peygamber (s.a.s) ile,
savaşmama, onun düşmanlarına destek olmama hususunda anlaşan kimseler olduğu
görüşündedirler. Bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s) ile, ona karşı savaşmamaya söz verip
anlaşan Huza'a kabilesidir. Böylece Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bu
anlaşmanın zamanı doluncaya kadar, onlara iyi davranmayı, bu anlaşmaya vefa
gösterilmesini emretmiştir ki bu, Ibn Abbas, Mukâtil ve Kelbî'nin görüşüdür.
Mücâhid ise, ayette bahsedilenlerin, Mekke'de iman edip de, hicret etmeyen
kimseler olduğunu söylemiştir. Bunların, küffann kadınları ve çocukları olduğu
da söylenmiştir.
Abdullah b. Zübeyr den
bu ayetin, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in kızı Esma hakkında nazil olduğu rivayet
edilmiştir. Buna göre, Esmâ'ntn müşrik olan annesi Kuteyle, bir takım hediyeler
getirdi, ama o, annesini kabul etmedi ve girmesine müsaade etmedi. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Esma (r.a)'ya, annesini içeri almasını ve onu
kabul edip, iyi davranmasını, ihsanda bulunmasını emretti.
İbn Abbas (r,a)'dan,
ayette bahsedilenlerin, Haşimoğuilarından bir gurub kimsenin olduğu, babası
Abbas'ın bunlardan olduğu ve Bedir günü, diğer müşriklerce zorla savaşa
çıkarılmış kimseler olduğu rivayet edilmiştir.
Hasan el-Basrî'den de
şu rivayet edilmiştir: Müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, müşrik
akrabalarını ziyaret etmek, sıla-i rahimde bulunmak için müsaade istediler de
bunun üzerine, Allah Teâlâ işte bu ayeti indirdi. Ayetin bütün müşrikler
hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Katâde, bu ayeti, kıtal ayetinin
neshettiğini söylemiştir.
Ayetteki, kısmı kısmından bedeldir. Aynen bunun gibi,
ifâdesi de ifâdesinden bedeldir. Buna göre mana, "Allah sizi, bunlara
iyilik et.nekten değil, onları dost edinmekten nehyetmiştir" şeklinde olur
ki düşmanlıkla çok ileri oldukları gözönünde bulundurulursa bunun, onlar
hakkında bir rahmet olduğu anlaşılır.
Müfessirler: "Bu
ayet, müşriklerle müslümanlar arasında, hernekadar birbirlerine dost edinmeleri
yasaklanmış ise de, birbirlerine karşı iyi davranabileceklerine delâlet
eder" demişlerdir.
Ayetteki, "Onlara
adaletle muamele etmeniz..." ifadesi hakkında, İbn Abbas (r.a),
"Cenâb-ı Hakk bununla, sıla-i rahmi ve benzeri şeyleri kasdetmiştir.
"Çünkü Allah muksitleri (adalet yapanları) sever" ifadesi ile de,
"İşte böyle yapanları kastetmiştir" demiştir. Mukâtil ise, bu ayete,
"Onlarla yaptığınız anlaşmalara vefa gösteriniz ve âdil olunuz"
manasını vermiştir.
Daha sonra Hak Teâlâ,
mü'minleri, kendileriyle ilgi kurmalarını yasakladığı kimselerden de bahsederek,
"Allah sizi ancak, size karşı din savaşı yapmış ve sizi yurtlarınızdan
çıkarmış, çıkarılmanıza arka çıkmış olanlarla dostluk etmenizden meneder"
buyurmuştur. Burada bir incelik vardır. Bu da, bu ifadenin, daha önce geçen,
"Sizinle, din hususunda savaşmamış olanlardan... menetmez" ifadesini
te'kid etmesidir.[31]
"Ey iman edenler,
mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde, onları imtihan edin. Allah
onların imanlarını daha iyi bilendir ya... Fakat siz de, mü'min kadınlar
olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl
değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz. O kâfir kocaların verdikleri mehri,
kendilerine geri verin. Sizin bu kadınları nikâhla almanızda, eğer
mehirlerinizi verirseniz, size bir günah yoktur. Kâfir zevcelerinizi, nikâhınız
altında tutmayın. Vermiş olduğunuz mehri isteyin. (O kâfirler de) harcadıkları
mehri sitesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. Allah hakkıyla
bilendir, tam hüküm ve hikmet sahibidir" (Mümtehine, 10).
Bu ayetlerin,
kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şöyle güzel ve aklî bir izah
yapılabilir: İnadcı kimsede mutlaka şu üç şeyden birisi bulunur; ya inadtnı
sürdürür, yahut inadını bırakması umulur, yahut da inadını bırakıp teslim olur.
Allah Teâtâ bu ayetlerde, işte onların hallerinden bahsetmiş ve müslümanlara,
onlara her halükârda, durumun gerektirdiği bir biçimde muamelede bulunmalarını
emretmiştir.
Hak Teâlâ'nın,
"İbrahim ve onun maiyyetindekilerde sizin için hakikaten güzel bir örnek
vardı. Hani onlar kavimlerine, "Bizsizden ve Allah'ı bırakıp da tapmakta
olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız..." demişlerdi"(Mümtehine, 4)
ayeti birinci duruma; "Olur ki Allah, sizinle düşmanlarınız arasında bir
dostluk peydah eder" (Mümtehine, 7) ayeti ikinci duruma; "Ey iman
edenler, mü'min kadınlar, muhacir olarak size geldiklerinde ..." ayeti de
üçüncü duruma bir işarettir. Sonra burada, bir incelik, bir dikkat çekme ve
güzel huylara bir teşvik vardır, Çünkü Allah Teâlâ, mü'minlere, bu üç durum
mukabilinde, en güzel olandan ve en uygun sözden, başka bir karşılık
emretmemiştir.
Bil ki Allah Teâlâ bu
kadınlara imanı gerektiren şey, yani kelime-i şehadet kendilerinden sâdır olup,
bu imana ters herhangi bir şey onlardan sâdır olmadığı için, "mümin
kadınlar" adını vermiştir. Yahut da onlar, imanlarının devamından ötürü,
imtihanla yüzyüze geldikleri için bu adı almışlardır. "İmtihan",
yemin ettirerek denemek, mü'min olduğunu ortaya koydurmak demektir. Yemin ise,
onların, kendilerinin mü'min olduğuna, zannı galibin bulunmasından ötürü
yaptırılmıştır. Hz.
Peygamber (s.a.s),
yemin ettirilen kadına şöyle dedirtiyordu: "Kendisinden başka Hah olmayan
Allah'a yemin olsun ki herhangi bir kocaya buğzdan ötürü; bir yerden,arzu
ettiğim başka bir yere gitmekten ötürü; dünyalık elde etmekten ötürü çıkmadım.
Ben ancak Allah ve Resulü için çıktım, "[32]
"Allah onların
imanlarını", yani mü'min olup-olmadıklarını daha iyi bilendir. Çünkü
sırları bilen gönüllere hakim olan odur.
Yani, bu konuda yemin
ettirmeksuretiyle ve diğer başka yollarla, zann-ı galib demek olan bir bilgi
elde ederseniz, onları kâfirlere, yani müşrik olan kocalarına geri
vermeyin. "Bunlar onlara helâl
değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz." Onların verdiklerini onlara
verin, yani, o kadınların kâfir kocalarına, bu kadınlar için vermiş oldukları
mehirleri veriniz."[33]
Bu böyledir zira,
Hudeybiye yılındaki anlaşma şu şekilde yapılmıştı: "Mekkelilerden kim
müslümanlara gelirse, Mekkelilere iade edilir (üticâ ederse), size geri
verilmeyecek." Anlaşmayı aynen böyle yazıp, mühürlemişlerdi. Derken
Subey'a blntl'l-Hftris el-Eslemİyye müslüman olarak geliverdi. Hz. Peygamber
(s.a.s), o sırada Hudeybiye de idi. Kocası Musafir el-Mahzûmî de peşinden çıka
geldi. Gelenin Sayf b. er-Rahib olduğu da söylenmiştir. Derken, "Ey
Muhammed; hanımımı geri ver. Çünkü sen, bize bizden size gelenleri geri
vereceğin şartını kabul ettin. Bu anlaşmanın mürekkebi henüz kurumadı"
dedi. İşte bunun üzerine bu ayet, bir izah olarak iniverdi. Çünkü geri verme
şartı, kadınlar için değil, erkekler için söz konusuydu.
Zührî'nin de şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "Azadlı olan Ümmü Külsüm bintl Ukbe b. Ebû
Mu'ayt Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip sığındı. Bunun üzerine ailesi, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in onu iade etmesi için, geldiler. Çünkü o kadın, kocası Amr
b. el-As'dan kaçmıştı ve yanında iki kardeşi Amâre ve Velîd vardı. Hz.
Peygamber (s.a.s), o iki kardeşini onlara verdi ama, Ümmü Külsüm ü teslim
etmedi. Bunun üzerine gelenler, "Onu da bize ver" dediklernde, Hz.
Peygamber (s.a.s), "İlgili şart, kadınlar hakkında değil, erkekler
hakkındadır" buyurdu. Dahhâkm bu konuda şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"İlgili anlaşmanın metni şöyledir: Eğer birden, senin dininde olmayan bir
kadın sana gelip sığınırsa, onu mutlaka bize iade edersin. Yok eğer, senin
dinine girer ve o kadının bir kocası bulunursa, kocasına, o kadın için ödemiş
olduğu mehri geri verirsin." Hz. Peygamber (s.a.s) de, onlara aynı şartı
koşmuştu. Daha sonra hem bu hüküm, hem bu anlaşma neshedildi.
Hz. Peygamber (s.a.s)
gelen o kadından yemin etmesini istedi, o da (mü'min olduğuna) yemin etti. Hz.
Peygamber (s.a.s) kocasına, vermiş olduğu mehri ödedi. Daha sonra Hz. Ömer
(r.a) bu kadınla evlendi.
Cenâb-t Hak,
"Sizin bu kadmlan nikâhla almanızda, eğer ücretlerini, yani mehirlerini
verirseniz, size bir günah yoktur" buyurmuştur. Mehre ücret denmiştir.
Çünkü o, kadının avret mahallinin mubah olması için şart olan ücrettir.
"Kâfir zevcelerinizi nikâhınız altında tutmayın." İsmet, ahd (söz) ve
benzeri, kendisine dayanılan tutunulan şeydir. Halbuki sizinle o kâfirler
arasında, böyle bir ismet söz konusu değildir, nikâh bağı da yoktur. Ibn Abbas
(r.a)'dan, "Ülkelerin farklı oluşu, aradaki ismeti (bağı) koparır"
dediği rivayet edilmiştir. Ayetteki bu ifadeye, "Kâfir kadınlar için oturup
kalmayın" manası verilmiştir. Buradaki fiil, şeddesiz olarak şeklinde
okunduğu gibi, şedde ile şeklinde de okunmuştur. Yine bu fiil, şeklinde de
okunmuştur, ki bunun aslı dür.
Cenâb-ı Hak,
"Vermiş olduğunuz mehri (siz de) isteyin" buyurmuştur. Bu,
"Sizden bir kadın, anlaşma yaptığınız o kâfirlere, irtidâd edip katılırsa,
vermediklerinde ve ödemediklerinde onlardan, vermiş olduğunuz mehirieri
İsteyiniz. Binânaleyh bu mehtr, nasıl onlar için söz konusu olduğunda, siz
vermeyi üstleniyorsanız; onların da o kadınların mehirlerini ödemeyi
üstlenmeleri gerekir" demektir ki bu, "(O kâfirler de) harcadıkları
mehri istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür. Aranızda, yani müslümanlarla kâfirler
arasında O hükmeder" demektir. Bu ayetle ilgili birkaç bahis var:[34]
Birinci Bahis:
Ayetteki, "onları imtihan edin" ifâdesi, ya vücûb (farziyet), yahut
nedb (mendubluk), yahut da bu ikisi dışında bir manada emirdir. Vahidî bu emri,
müstehablık manasında olduğunu söylemiştir.
İkinci Bahis:
Seksiz şüphesiz zaten Öyle olduğu malum iken, "Allah onların imanlarını
daha iyi bilendir" buyurulmasının hikmeti nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti,
onların imanlarının hakikatini bilme hususunda sayesinde insanların mutmain
olacağı şeye bir yol bulunamayacağını, bunun imkânsız olduğunu anlatmaktır.
Çünkü bu, allâmü'l-guyûb olan Cenâb-ı Hakk'ın, bilgisini Kendisine has kıldığı
şeylerdendir.
Üçüncü Bahis:
Ayetteki, "Onlar da bunlara helâl olmaz" ifadesinin hikmeti nedir?
Taraflardan sadece birinde, bu haramlığın bulunması mümkündür. Biz deriz ki: Bu,
imanın hem kadınlar, hem de erkekler tarafında bulunmasının nazar-ı dikkate
alınmasından ötürüdür. Çünkü her iki taraftan kaynaklanan iman helalliğin
şartıdır. Bir de her iki tarafı da zikretmek (mü'min kadınlar müşrik erkeklere,
müşrik erkekler de mü'min kadınlara helâl olmaz, demek) mübahlığın olmadığını
te'kid eden bir ifade tarzıdır. Burada, başka ifadede bulunmayan nice ince
manalar vardır. Eğer, "Farzedelim ki bu böyledir. Fakat ayetteki,
"Onları kâfirlere geri göndermeyin" ifadesi, bunu anlatmak için
yeter. Çünkü onlardan biri, diğerlerine helâl değildir.
Binâenaleyh bunu
anlatmak için, ilave birşey söylemeye gerek yoktur. O halele ilave ifadelerin
anlatmak istediği, başka bir husustur" denilirse, biz deriz ki: Bu lafız
tek başına, helalliğin iki taraftan da kalktığını ifade etmez. ilaveler ise
böyle değildir ve bu açıktır.
Dördüncü Bahis:
Cenâb-ı Hakk, "Fakat siz de, mü'min kadınlar olduklarını bilirseniz"
ifadesinde anlaşılan "zann"a, niçin "bilme" adını vermiş ve
onu bu fiille ifade etmiştir? Deriz ki: Bu, zann-ı galibin, içtihada götüren
şeyin ve kıyasın, bir ilim (bilgi) yerine geçtiğini ve bunları yapanın,
"ilmin (bilgin) olmayan şey üzerinde durma"(isra, 36) ayetinin
muhtevasına girmediğini bildiren bir şeydir.[35]
"Eğer
zevcelerinizden kâfirlere kaçan olur da, siz de savaşta ganimete kavuşursanız,
zevceleri gitmiş olan (müslümanlara) harcadıkları kadar verin. Kendisine iman
etmekte olduğunuz Allah'tan ittikâ edin" (Mümtehine,11).[36]
Zührî ve Mesruk'un
şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: "Müslümanların, kâfirlerden, müslüman
bir kadın onlara iltica ettiğinde, mehrini istemeleri; kâfirlerin de, onların
kadınlarından birisi, müsiüman olarak bize iltica ettiğinde, onun mehrini
istemeleri, Allah'ın verdiği bir hükümdü. Böylece müslümanlar, Allah'ın bu
hükmünü kabullendiler, ama müşrikler kabul etmediler. Bunun üzerine, "Eğer
zevcelerinizden kâfirlere kaçan olur, siz de ganimete kavuşursanız (...)"
ayeti nazil oldu." Hasan ve Mukâtil bu ayetin, Ebu Süfyan (r.a)'ın kızı
Ümmü Hakîm hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Çünkü bu kadın irtidâd etmiş
ve kocası Abbas b. Temîm et-Kureşî'yi bırakıp gitmişti. Kureyş'den sadece bu
kadın irtidâd etmişti. Bu da daha sonra yeniden müslüman olmuştu.
Ayeteki. fötâ ifadesine,
İbn Abbas, Mesrûk ve Mukâtil, "Ganimet efde ederseniz..." manasını
verirlerken, Ebû Ubeyde, "Siz o kâfirlere karşı bir ukbâ, yani bir netice,
bir zafer elde ederseniz..." manasını vermiştir. Müberred ise buna,
"Herkese yapılan şeyi yaparsanız, yani muzaffer olursanız..."
manasını vermiştir ki bu, "Akıbet (netice) falancanındır"
manasındaki, "ukbâ falancaya ait" sözüne varıp dayanmaktadır.
"Akıbef'in manası da, "son defa"dır. O halde, ün manası,
"savaş üstüne savaş ederseniz..." şeklindedir. Buna, "Netice ve
galibiyet sizin için olursa, o zaman o kocalara, ganimetler paylaşılmadan, o
kadınlar için ödemiş oldukları mehirleri verin" manası da verilmiştir.
İşte bu mana da, "Zevceleri gitmiş olan (müslümanlara) harcadıkları kadar
verin" ayetinin anlattığı husustur. Bu kelime, ve şeddeli olarak föi
şeklinde okunduğu gibi, kâfin fethası ve kesresi ile, şeddesiz olarak, ve
şekillerinde de okunmuştur.[37]
"Ey peygamber,
mü'min kadınlar -Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamaları, hırsızlık yapmamaları,
zina etmemeleri, evlatlarını Öldürmemeleri, elleriyle ayakları arasında bir
iftira düzüp getirmemeleri, (emredeceğin) herhangi bir iyilik hususunda sana
asi olmamaları şartıyla- sana, bey'atleşmeye geldikleri zaman, bey'atlerini
kabul et. Onlar için, Allah'tan mağfiret iste... Çünkü Allah, çok affeden, çok
merhametli olandır" (Mümtehine, 12).[38]
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke'nin fethedildiği gün erkekler bey'atleşmeyi
bitirince, kadınlarla biate başladı. Kendisi Safa tepesinde, Hz. Ömer (r.a) de
oranın altında, Hz. Peygamber (s.a.s)'in emriyle kadınlarla bey'atleşip
peygamber (s.a.s)'in tebligatını onlara aktarıyordu. Ebû Süfyan'ın karısı,
Utbe'nin kızı Hlnd ise, peygamber (s.a.s)'in, kendisini tanıyacağı endişesiyle
başını örtmüş, kıyafetini değiştirmiş olarak, bey'at eden kadınlar arasında
bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Sizin, Allah'a herhangi
bir şeyi şirk koşmamanız şartıyla, sizinle bey'atleşiyorum" buyurunca,
Hlnd başını kaldırdı ve "Allah'a yemin olsun ki, biz, putlara taptık.
Şüphesiz sen, erkeklerden olmadığın, onlarla bey'ate konu yapmadığın bir şeyle
bizi sorumlu tutuyorsun. Çünkü sen, erkeklerle sadece, müslüman olmaları ve
cihâdda bulunmaları konusunda bey'atleştin..." dedi.
Hz. Peygamber (s.a.s),
"Hırsızlık yapmamanız ... şartı üzere bey'atleşiyorum..." deyince,
yine Hlnd, "Ebû Süfyan, cimri bir adamdır. Ben onun malında bir kötülük
işledim (onun malından çaldım). Bu sebeple, bilemiyorum, o aldığım mal bana helâl
midir, değil midir?" dedi. Bunun üzerine Ebû Süfyan da, "Geçmişte
aldığın, gelecekte alacağın herşey, sana helâl olsun..." deyince, Hz.
Peygamber (s.a.s) gülümsedi, onu tanıdı ve ona, "Muhakkak ki, Utbe'nin
kızı Hind'sin" deyince Hind, "Evet, dedi, binâenaleyh, ey Allah'ın
Nebîsi, Allah sana afiyet versin... Geçmişte olanı bağışla..."
Hz. Peygamber (sözüne
devamla), "Zina etmemeniz şartı üzere ..." deyince, Hlnd, "Hür
kadın da zina eder mi?" dedi. Bir rivayette de, "Buradaki hiçbir hür
kadın zina etmemiştir" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s)' "Çocuklarınızı
öldürmemeniz şartı üzere..." deyince de, Hind, biz onları küçükken
büyüttük, sen ise onları büyük iken öldürdün. Bunu sen de onlar da pek iyi
bilirsiniz!" dedi. Zira, Ebû Süfyan'ın oğlu Hanzale, Bedir savaşında
öldürülmüştü...
Bunun üzerine Hz.
Ömer(r.a), güldü, derken gülmekten sırtüstü yere düştü. Hz. Peygamber (s.a.s)
de tebessüm etti. Yine Hz. Peygamber (s.a.s), "kızdırıp düzdüğünüz
iftirada da bulunmamanız şartı üzere..." deyince de, -ki bu iftira, kadının,
kocasından olmayan çocuğuna, onun olduğunu iddia etmesidir-, Hind, Allah'a
yemin ederim ki "bühtan", kötü bir iştir. Halbuki sen bize, doğruluğu
ve güzel huyları emrediyorsun" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s),
"Ma'rufta, iyi şeylerde bana isyan etmemeniz şartı üzere..." deyince
de, Hlnd, "Allah'a yemin ederim ki, içinizde, herhangi bir şey hususunda
sana isyan etmek düşüncesi var olduğu halde şurada bulunuyor değiliz!!.."
dedi.
Ayetteki, ''hırsızlık
yapmamaları..." ifâdesi, mallarda, hıyanetten, ibadetlerde de
noksanlıklardan nehyetmeyi de içine alan bir ifadedir. Çünkü, "Namazdan
çalan kimse, hırsızdan daha hırsızdır" denilmektedir.
Ayetteki, "zina
etmemeleri..." ifadesi de, gerçek anlamda zinayı ifade eden bir ifade
olduğu gibi, ona götüren sebepleri de ihtiva eden bir ifadedir. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s)
"Eller de zina eder; gözler de zina eder. Kişinin ayakları ile avret
mahalli de, ya bunlara uyar, onları doğrular, yahut uymaz"[39] buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk,
"evlatlarını öldürmemeleri..." ifadesiyle, cahiliyye dönemindekiierin
yaptığı gibi, kız çocuklarının diri diri gömülmelerini kastetmiştir. Ve bu
ifade, çocuğu ve diğer şeyleri öldürme gibi, her çeşit kötülük hakkında genel
bir ifadedir.
Ayetteki, "...
bir iftira uydurup getirmemeleri..." ifadesi de, göz gezdirmeden nehyeden
bir ifadedir. Yani, "o kadınlardan herhangi birisi, kocası aleyhine
nemmâmlıkta bulunmasın; eğer böyle yaparlarsa bu, küskünlüğü, ayrılığı
doğurur..." demektir.
Bu ifadenin,
kocasından olmayan bir çocuğu, kocasına, aileye katmaktan men eden bir ifade
olması da muhtemeldir. Nitekim İbn Abbas buna, "Hiçbir kadın, kocasına
ondan olmayan bir çocuğu nisbet etmesin, nesebine katmasın..." anlamını
vermiştir.
Ferrâ da şöyle
demektedir: "Kadın, bir çocuk buluyor ve kocasına, "Bu, senden olan,
benim cocuğumdur" diyordu. İşte, kadınların elleriyle ayaklan arasında
uydurup düzdükleri bühtan budur!.. Bu böyledir, zira, annesi çocuğunu
emzirdiğinde, çocuk, annesini elleriyle ayakları arasında bir konumda bulunur..
Yoksa bu, ayet-i kerimenin manası, o kadınları zinadan nehy konusu değildir.
Zira, zinadan nehyeden ifade, az önce geçmişti..."
Cenâb-ı Hakk,
"(emredeceğin) herhangi bir iyilik hususunda sana âsi olmamaları..."
buyurmuştur. Yani, "Allah'a tâata muvafık olan her şeyde..."
demektir. Ayetteki "ma'rûf" kelimesine, "iyilik ve takva
hususunda..." manası verildiği gibi, "kendisinde doğruluk, iyilik
bulunan herşeyde..." manası da verilmiştir. Yani, "Ey peygamber,
onlar, senin vereceğin bütün emirler hususunda sana isyan etmemeleri şartı
üzere... bey'atlerini kabul et" demektir.
İbnu'l-Müseyyeb, Kelbî
ve Abdurrahman ibn Zeyd ise, ayetteki bu ifadeye, "kendilerine emrettiğin
ve (Öfüye) kendini parçalarcasına ağlamak, üstünü başını yırtma, saçını başını
yolma, eteklerini, yanlarını parçalama, yüzlerini tırmalama, mahremleri olmayan
erkeklerle konuşma, mahremi olmayan erkekle başbaşa olma ve mahremi olmayan
erkekle yolculuk yapma... gibi kendilerine yasakladığın herşey
hususunda..." manasını vermişlerdir.[40]
Kimileri de, ayetteki
"ma'rûf" sözünü, ölüye, kendisini parçalarcasına ağlama manasına
tahsis etmişlerdir. Zira Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: "Ümmetim içinde bulunan şu dört şey, bırakmadıkları cahiliyye
adetlerindendir: Soy-sopla övünmek, başkalarım neseplerinden dolayı tenkit
etmek, yıldızların yağmuru yağdırdığına inanmak ve dövünerek ağlamak,.."
Ve yine Hz. Peygamber (s.a.s) "Dövünerek ağlayan kadın, eğer ölümünden
önce tevbe etmezse, kıyamet gününde, üzerinde katrandan bir elbise ve uyuzdan
bir zırh olduğu halde kaldırılır" buyurmuştur. Yine O, "Yüzüne başına
vuran, üstünü başını yırtan ve cahiliyye istekleriyle istek ve çağnda bulunan
kimse bizden değildir"[41]
buyurmuştur.
Ayetteki,
"bey'atlerini kabul et" ifadesi, yine ayette bulunan edatının cevabı
olup, "Onlar seninle bu şartlar üzere bey'atleştiklerinde, sen de onlarla
bey'atleş ve bey'atlerini kabul et..." demektir.[42]
Alimler, bu
bey'atleşmenin nasıl olduğu hususunda ihtilaf ederek, şöyle demişlerdir: Hz.
Peygamber (s.a.s), kendi eliyle o kadınların elleri arasında bir bez parçası
bulunduğu halde, bey'at alıyordu. Yine, "Hz. Peygamber, onlara bey'atı
şart koşuyor, Hz. Ömer ise, onlarla müsafahalaşıyordu..." denilmiştir ki,
bu sözün kaili, Kelbî'dir. Hz. Peygamber (s.a.s) şifahen bey'atleştiği ileri
sürüldüğü gibi, bir kap su getirtip, peygamberin eli herhangi bir kadının eline
değmeksizin, kendisi ve kadınlar ellerini o suya daldırarak bey'atleştikleri de
ileri sürülmüştür. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Cenâb-ı Hak, "O mü'min kadınlar sana geldiklerinde" buyurmuş, muhacir
kadınlar hakkında buyurduğu halde, burada, "onları, imtihan ediniz.."
dememiştir (niçin)? Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
1)
İmtihan, zaten, ayetteki, "şirk
koşmamaları..." ifadeleri ile gerçekleşmiştir.
2) Muhacir
kadınlar, daru'l-harbten gelmişlerdi. Bu sebeple onlar, şer'i hükümlerin neler
olduğunu bilemiyorlardı. Dolayısıyla da, mutlaka imtihan gerekli idi. Ama,
"mü'min kadınlar" ise, daru'l-İslâm'da idiler. Ve şer'i hükümleri biliyorlardı. Binâenaleyh,
imtihana gerek kalmamıştır.[43]
İkinci Bahis:
Cenâb-ı Hakk'ın, "elleriyle ayaklan
arasında" demesinin hikmeti nedir ve bu nasıl izah edilebilir? Biz diyoruz
ki: Kimileri şöyle demiştir: Kadın bir çocuk bulduğunda, onu eliyle bulmuş ve
onu almaya da, ayağı ile yürüyüp gitmiştir. Binâenaleyh, bu kadın o çocuğu,
kocasına mal ettiğinde, böylece o adeta elleriyle ayakları arasında uydurup
düştüğü bir iftirayı ortaya koymuş, yapmış olur. Bu ifadeye, "o çocuğu
kendilerine mal ederler..." manası da verilmiştir. Çünkü onları, hiç de
böyle olmadığı halde, "Bu, bizim çocuğumuzdur" derler... Halbuki
çocuk, zinadan hasıl olmuş olan bir çocuktur. Ve yine, bu mecazi manayı izah
için, "Annesi çocuğunu doğurduğunda, çocuk, onun, elleriyle ayaklan
arasına düşer..." denilmiştir.
Üçüncü Bahis:
Ayette bahsedilen bu hususların tertibi ve bunlardan bir kısmının diğer bir
kısmından önce gelmesinin izahı nasıl yapılabilir? Biz diyoruz ki, Atlah, en
çirkin olanı, çirkinlikte ondan biraz daha aşağı olandan önce getirmiş ve bu
iş, sona kadar böyle sıralanmıştır. Ayetteki tertip hususunda, "Cenâb-ı
Hakk, ayette bahsedilen hususları, insanlar arasında en bariz olanına göre
sıralamıştır..." denilmiştir.[44]
"Ey iman edenler,
üzerlerine Allah'ın gazab ettiği o kavim ile dost olmayın. Ki, mezarların
yaranından olan kâfirler nasıl ümitlerini kestilerse, onlar da, öylece
ahiretten ümitlerini kesmişlerdir" (Mumtehine, 13).
İbn Abbas şöyle der:
"Cenâb-ı Hakk bu beyanıyla Hâtıb ibn Ebî Belte'a'yı kastetmiştir. Buna
göre'mana, "Ey iman edenler, sizler, yahudi ve müşrikleri dost
edinmeyin..." şeklinde olur. Bu böyledir, zira, bir grup fakir müslüman
kendilerine olan ihtiyaçlarından ötürü, yahudilere müslümanlarla ilgili haberleri
iletiyorlardı. Böylece onların böyle yapmaları yasaklandı. "Ve onlar,
ahiretten ümit kestiler", "yahudiler, peygamber (s.a.s)'in, Allah'ın
elçisi olduğunu bile bile, onu yalanladılar ve Muhammed (s.a.s)'i yalanlamaları
sebebiyle de, ahiretlerini ifsat ettiler" demektir. Böylece de, kâfirlerin
kabirde olanlardan ümidi kesmeleri gibi, ahiretten ümit kestiler. Bu kayıtla
kayıtlamak, gayet açıktır. Zira onlar, küfürleri üzere öldüklerinde, onların
desteksiz ve yardımsız kaldıklarını; artık ahirette bir kimseleri olmadığını
bilmek, katileşir. Bu, Kelbî ve bir grup müfessirin görüşüdür. Yani, ölen o
kâfirler, cennetten ve ahirette kendileri için bir hayır bulunacağından ümit
kesmişlerdir.
Hasan el-Basri, ayetin
bu ifadesine, "Yaşayan kâfirler, ölülerinden ümidi kesmişlerdir"
manasını verirken, Ebû ishflk da, "öldükten sonra dirilmeye inanmayan
kâfir kimselerin ölülerinden ümit kesmeleri gibi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e karşı
direten o yahudiler de ümit kesmişlerdir" manasını vermiştir.
Hamd, alemlerin Rabbi
olan Allah'a, salât ve selâm da, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve
ashabına olsun. Amin.[45]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/427.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/429.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/429-430.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/430.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/431.
[6] Keşfû'l-Hafa, 2/201. Keşfû'l-Hafa, 2/201.
[7] Kenzu'l-Ummâl, 1/1395. Kenzu'l-Ummâl, 1/1395.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/431.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/431-432.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/432.
[11] Keşfu'1-Hafa, 1/262.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/432.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/432.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/432.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/432-433.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/433.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/433-434.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/434.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/434.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/434.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/434-435.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/435-436.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/436-438.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/439.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/439-440.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/440.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/440.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/441.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/441.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/441.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/441-442.
[32] Tirmizi, tefsir, 61, 5/412 (benzeri hadis).
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/443-444.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/444-445.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/445-446.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/446.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/446-447.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/447.
[39] Müsned, 2/343-344.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/447-449.
[41] Müslim, Cenâiz, 29 (2/644).
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/449.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/449-450.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/450.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/450-451.