Küfür Yurdundan İslâm Yurduna Hicret Eden Mümin Kadınların Hükmü: |
Nasıl ki münafıkların ayıplarım ortaya koyan "Berâe" suresi
"rüsva eden" manasına gelen Fâdıha, Müba'sira adlarını almışsa, bu
sure de "Mümtehine" adını almıştır. Bu sureye, onuncu ayetinde geçen
"O kadınları imtihan edin, Allah onların imanını en iyi bilendir."
lafzından alınarak "imtihan edilen kadın" manasına mümtehine ismi de
verilmiştir. Bu ayet Abdurrahman b. Avf in hanımı Ukbe b. Ebî Muayt'm kızı Ümmü
Gülsüm hakkında nazil olmuştur. Abdurrahman'ın İbrahim adındaki oğlu da bu
kadındandır..
[1]
Bir önceki sure olan Haşr suresi ile ilgisi şu iki noktada görülür:
1-
Haşr suresinde önce
müminlerin birbirleriyle dostluklarından bahsedildikten sonra münafıkların
Ehl-i Kitap'tan olan kâfirlerle dostluklarından bahsedilmiştir. Bu sure de, bu
konuda müminlerin münafıklara benzememeleri için kâfirleri dost edinmemelerine
dair yasakla söze başlamış, sure boyunca bu yasak tekrar edilmiş ve yine bu
yasakla bitmiştir.
2- Haşr suresi Ehl-i Kitap'tan
olup da müslümanlarla anlaşma yapanlardan bahsetmişti. Bu sure ise anlaşma
yapan müşriklerden bahsetmektedir. Çünkü bu sure Hudeybiye sulhu hakkında
nazil olmuştur. Her iki surenin de ortak tarafı müslümanlann diğer insanlarla
alâkalarını beyan etmeleridir.
[2]
Medine'de nazil olan surelerin çoğunda görüldüğü gibi bunun da konusu
şer'î hükümlerdir. Burada müşriklerden anlaşma yapanların, müslümanlarla
savaşmayanların hükümlerinden hicret eden mümin hanımlardan ve onların iman
imtihanından bahsedilmektedir.
Surenin başında müşriklerle dostluk yasaklanmakta ve bunun sebepleri
beyan edilmektedir ki bunlar şöyle sıralanabilir: Müminlere eza vermeleri,
Allah'a ve müminlere düşmanca davranmaları ve onları vatanlarını terkederek
hicrete mecbur bırakmalarıdır.
Sonra sure akrabalığın veya dostluğun kıyamette hiçbir fayda
getirmeyeceğini, insana ancak iman ve salih amelin fayda vereceğini zikretmektedir.
Bunun ardından, müminler kendisini örnek alsınlar diye İbrahim (a.s.)'ı
ve beraberindeki müminlerin kıssasını ve onların müşriklerden nasıl teberri
edip uzak durdukları zikredilmiştir.
Sonra müslümanlarm Ehl-i Kitap ile savaş ve sulh halindeki ilişkilerinde
takip edilecek esaslar konulmaktadır.
Bunun ardından müslümanlarm müşriklerle alâkalarında, onlardan müslüman
olan kadınların İslâm diyarına hicret etmeleri halinde imanla-rındaki
samimiyetlerinin imtihan edilmesi zarureti, küfür diyarına geri
gönderilmemeleri ve mehirlerinin kâfir kocalarına iade edilmesi ile ilgili
hükümlere geçilmiştir.
Sonra Rasulullah'ın o kadınlarla biatinin hükmü, biat şartlan ve maddeleri,
İslâm'da ve İslâm diyarında bunun esaslarından bahsedilmiştir.
Ve sure, İslâm ümmetinin birliğini korumak maksadıyla müminlerin
düşmanı olan kâfir ve müşriklerle dostluğun nehyedildiği bir kere daha tekid edilerek
bitirilmiştir.
[3]
1- Ey iman edenler! Benim de
düşmanım sizin de düşmanınız olanları dostlar edinmeyin. Onlara sevgi
ulaştırıyorsunuz. Halbuki onlar Hak'tan size geleni inkâr etmişlerdi.
Peygamberi de sizi de Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye çıkarıyorlardı
onlar. Eğer siz benim yolumda cihad için, benim rızamı aramak için
çıkmışsanız, onlara halâ gizli muhabbet mi besleyeceksiniz? Halbuki ben sizin
gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok iyi bilenim, içinizden kim bunu yaparsa
muhakkak ki hak yoldan sapmış olur.
2-
Eğer sizi ele geçirirlerse
hepinizin düşmanları olacaklar, ellerini dillerini kötülükle size uzatacaklardır.
Zaten onlar inkâr etmenizi isterler.
3-
Ne hısımlarınız ne
evlâtlarınız size asla fayda veremez. Kıyamet günü Allah aranızı ayıracaktır.
Allah yaptıklarınızı görür.
"Onlara halâ gizli muhabbet mi besleyeceksiniz? Halbuki ben sizin
gizlediğinizi... çok iyi bilenim" cümlesinde kınama ve azarlama vardır,
"gizle-diğinizi-açıkladığınızı" kelimeleri arasında tezat vardır.
[4]
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları
dost edinmeyin." Allah'ın düşmanları: Onu inkâr eden veya ortak koşan,
semavi kitaplarda indirilenlere iman etmeyenlerdir. Müslümanların düşmanları
ise onlara hiyanet eden, zarar veren, onlarla savaşan veya savaşanlara yardım
edenlerdir. Geçmişte Mekke kâfirleri, Allah'ın varlığını kabul etmeyen maddeci
inkarcılar veya günümüzde birtakım asılsız yorumlarla bir beşerin ilâhlığına inananlar...
bu düşmanlara örnek sayılabilir.
"Onlara" peygamberin haberlerini göndererek, dostluk
mektupları yazarak "sevgi ulaştırıyorsunuz. Halbuki onlar Hak'tan size
geleni" yani İslâm'ı ve Kur'an'ı "inkâr etmişlerdi. Peygamberi de
sizi de Rabbiniz Allah 'a iman ediyorsun diye" zorla Mekke'den
"çıkarıyorlardı onlar. Eğer siz benim yolumda cihad için, benim rızamı
aramak için" yurtlarınızdan "çıkmışsanız, onlara halâ gizli muhabbet
mi besleyeceksiniz? Halbuki ben sizin gizlediğinizi de açıkladığınızı da çok
iyi bilenim. İçinizden kim bunu yaparsa" yani onları dost edinirse
"muhakkak ki hak yoldan sapmış olur."
"Eğer sizi ele geçirirlerse hepinizin düşmanları olacaklar",
döverek, öldürerek "ellerini", sövüp sayarak "dillerini
kötülükle size uzatacaklardır. Zaten onlar inkâr etmenizi isterler."
"Ne hısımlarınız ne" de kendileri için müşrikleri dost
edinmek zorunda kaldığınız "evlâtlarınız size asla fayda veremez. Kıyamet
günü Allah aranızı ayıracaktır." Yani korkudan birbirinizden kaçacaksınız.
"Allah yaptıklarınızı görür."
[5]
Buhari, Müslim ve diğer muhaddislerin rivayet ettiklerine göre Hz. Ali
şunu nakletti: Rasulullah beni Zübeyr ve Mikdad b. Esved'i gönderdi ve dedi ki:
"Ravza-i Hah denilen yere kadar gidin. Orada hevdeç içinde deve ile
yolculuk yapan bir kadın bulacaksınız. Onda bir mektup var, onu ondan alın
getirin." Gittik ve Ravza'da o kadını bulduk "Mektubu çıkar"
dedik. "Bende mektup filan yok" dedi. Biz de "Ya mektubu
çıkarırsın veya elbiseni soyar ararız" dedik. Bunun üzerine mektubu saç
örgülerinin arasından çıkardı. Alıp Rasulullah'a getirdik. Bir de baktık ki
mektup Hatib b. Ebi Bel-tea'dan Mekke müşriklerine yazılmış, onlara
Rasulullah'ın Mekke fethi için yaptığı hazırlıkları haber veriyor. Rasulullah
"Hatıb, bu ne?" dedi. Ha-tıb: "Ya Rasulallah, acele etmeyin. Ben
aslen Kureyşli değilim, sonradan onlara katılmış biriyim. Yanınızdaki
muhacirlerden herbirinin Mekke'de, oradaki mallarım, çoluk çocuğunu koruyacak
akrabası var. Ben de, benim de oradaki akrabamı koruyacak birisi olsun istedim.
Bunu kâfir olduğum veya dinimden döndüğüm, küfre razı olduğum için
yapmadım." deyince Rasulullah (s.a.) "Doğru söyledi." dedi.
İşte bu sure, bu hadise üzerine nazil oldu. Bu mektup hadisesinin
tafsilatı şöyledir:
Ebu Amr b. Sayfi'nin Sârra adında azatlı bir cariyesi vardı. Hicretin
sekizinci senesi Rasulullah'ın (s.a.) Mekke fethi için hazırlık yaptığı günlerde
Medine'ye geldi, muhtaç durumda olduğunu Rasulullah'a arzetti. Rasulullah
(s.a.) Muttalipoğullarını bu kadına yardıma teşvik etti. Bu arada Hatıb b. Ebi
Beltea o kadına on dinar verdi, bir hırka giydirdi. Kureyşe hitaben yazılmış
bir mektup vererek onu Mekke'ye gönderdi. Mektupta şöyle diyordu: "Hatıb
b. Ebi Beltea'dan Mekke ehline! Rasulullah üzerinize yürüyecek, tedbirinizi
alın." Sârra yola çıktı. Cebrail hemen mektup haberini bildirdi.
Rasulullah Ali, Ammar, Ömer ve birkaç binekliyi peşinden gönderdi ve:
"Ravza-i Hah'a kadar gidin, orada bir kadın bulacaksınız, onda bir mektup
var, onu alın, vermezse boynunu vurun." dedi. Kadına yetiştiler. Kadın
mektubu inkâr etti, yemin etti. Dönmeyi düşündüler. Hz. Ali "Vallahi ne
biz yalancıyız ne de Rasulullah (s.a.) yalancıdır." deyip kılıcını çekti
ve kadına "Ya mektubu çıkarırsın veya başını ortaya koyarsın."
deyince mektubu saç bağlarının arasından çıkardı. Rasulullah (s.a.) Hatıb'a
"Niçin bunu yaptın?" dedi. O da "Ya Rasulallah, müslüman
olduğumdan beri inkâra düşmedim, sana halisane muhabbet beslediğimden beri
sana yalan söylemedim, müşriklerden ayrıldığımdan beri onları sevmedim. Ancak
ben Kureyş içinde yabancı bir kişiyim. Yanındaki muhacirlerden hepsinin Mekke'de
akrabası var, Mekke'deki mallarını, çoluk çocuğunu koruyorlar. Oradaki çoluk
çocuğumun başına bir şey gelmesinden korktum, Kureyş nez-dinde bir yardım eli
kazanmak istedim. Bildiğiniz gibi Allah onların başına azabını indirecek. Benim
mektubum onları bu azaptan kurtaramaz." dedi. Rasulullah da onu tasdik
edip mazeretini kabul etti. Hz. Ömer: "Ya Rasulallah, bırakın şu
münafığın boynunu vurayım" dedi. Rasulullah: Ya Ömer, ne biliyorsun, belki
Allah Bedir mücahitlerine bakmıştır da onlara "İstediğinizi yapın sizi
affettim." demiştir deyince Hz. Ömer'in gözleri yaşardı ve "Allah ve
Rasulü daha iyi bilir." dedi. Bunun üzerine bu sure nazil oldu.
[6]
"Ey iman edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olanları
dostlar edinmeyin. Onlara sevgi ulaştırıyorsunuz." Yani ey Allah'ı ve
Rasulünü tasdik edenler! Benim de sizin de düşmanınız olanları kendinize dost
ve yardımcı edinmeyin. Yoksa aranızdaki bu sevgi sebebiyle peygamberin ve
müminlerin haberlerini onlara ulaştırmaya kalkarsınız. Bu ayet-i kerime ne
şekilde olursa olsun kâfirlere karşı sevgi beslemenin nehyedildi-ğine delâlet
eder.
Buna benzer daha pek çok ayet-i kerime vardır. Mesela: "Ey iman
edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin, onlar birbirinin dostlarıdır.
Sizden onları dost edinen onlardandır." (Maide, 5/51).
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri dostlar
edinmesinler." (Ali İmran, 3/28). İlk ayet ağır ve kat'i bir tehdit ihtiva
etmektedir.
Bu nehyin iki sebebi ayetin devamında şöyle ifade edilmektedir:
"Halbuki onlar Hak 'tan size geleni inkâr etmişlerdi. Peygamberi de sizi
de Rab-biniz Allah'a iman ediyorsunuz diye çıkarıyorlardı onlar." Yani
onlar Allah'ı, peygamberi ve size gelen Kur'an'ı ve hidayeti inkâr ettiler.
"Onlar, sırf "Rabbimiz Allah'tır" dedikleri için haksız yere
yutlanndan çıkarılmış olanlardır." (Hac, 22/40), "Onlardan sırf Aziz
ve Hamid olan Allah'a iman ettikleri için intikam aldılar." (Buruc, 85/9)
ayetlerinde de ifade edildiği gibi müşrikler Hz. Peygamberi ve müminleri
Mekke'den, Allah'a iman edip ibadetlerini sadece O'na yaptıkları için
çıkardılar.
Sonra Allah Tealâ onlarla dostluktan kaçınılmasını teşvik ederek şöyle
buyurdu:
a)
"Eğer siz benim yolunda
cihad için, benim rızamı aramak için çıkmışsanız..." Yani eğer siz benim
yolumda cihad için, benim rızamı kazanmak için çıktıysanız onları dost
edinmeyin, benim de sizin de düşmanımız olan bu kişileri dost bilmeyin. Zira
bunlar size ve dininize olan kin ve öfkelerinden dolayı sizi yurtlarınızdan
çıkarıp mallarınızdan ettiler.
b)
"Onlara halâ gizli
muhabbet mi besleyeceksiniz? Halbuki ben gizlediğinizi de açıkladığınızı da
çok iyi bilenim." Yani bu sevgiden dolayı onlara gizlice Hz. Peygamber'in
ve müminlerin planlarını ve haberlerini ulaştırıyorsunuz. Halbuki ben
açıklananları da gönüllerden geçenleri de, en iyi bilenim.
c)
"İçinizden kim bunu
yaparsa muhakkak ki hak yoldan sapmış olur." Yani, sizden kim düşmanları
dost edinirse doğru ve hak yolu kaybetmiş, kendisini cennete ve Allah'ın
rızasına ulaştıracak yoldan çıkmış olur.
Sonra Allah Tealâ, kâfirlerle dostluğu men eden ve ister Mekke'de ister
başka yerde olsun müşriklerin düşmanlığına delâlet eden üç husus daha
zikrederek şöyle buyurdu:
"Eğer sizi ele geçiririlerse hepinizin düşmanları olacaklar,
ellerini dillerini kötülükle size uzatacaklardır. Zaten onlar inkâr etmenizi
isterler." Yani onlar sizinle karşılaşırlarsa içlerindeki düşmanlığı
açığa vuracaklar ve size karşı harp açarak vurup-kırmak suretiyle ellerini,
sövüp saymak suretiyle dillerini size uzatacaklardır. Onlar sizin dinden dönüp
Rabbinizi inkâr ederek küfre dönmenizi temenni ederler, hiçbir hayra nail
olmamanızı çok isterler, size karşı hem gizli hem açık düşmanlıkları vardır.
Böyleleriy-le siz nasıl dost olursunuz?
Yukarıda da geçtiği gibi bu aynı zamanda onlara karşı düşmanlığa bir
teşviktir.
Sonra yüce Allah din ve iman rabıtasının dostluk ve akrabalık rabıtasından
daha kuvvetli, daha üstün ve daha faydalı olduğunu zikrederek şöyle buyurdu:
"Ne hısımlarınız ne evlâtlarınız size asla fayda veremez. Kıyamet günü Allah aranızı ayıracaktır. Allah yaptıklarınızı görür." Yani kıyamet günü evlâtlarınızın ve akrabalarınızın size asla bir yardımı dokunmayacaktır ki -nüzul sebebinde zikredilen Hatıb b. Ebi Beltea kıssasında olduğu gibi- bunu elde etmek için onlara dost görünesiniz. Bilakis orada size faydası dokunacak şey, Allah'ın emrettiği kâfirlere düşman olma, onlarla dostluk kurmama, iman bağlarını ve din kardeşliğini kuvvetlendirme gibi hareketleri-nizdir. Allah ahirette sizi ayıracak O'na itaat edeni cennete, etmeyeni cehenneme koyacaktır. Allah bütün amellerinize muttalidir ve hayır veya şer hepsinin karşılığını verecektir.
Yani Allah Tealâ sizin hakkınızda şer murat ederse akrabalık fayda
vermez; Allah'ın gazabını celbedecek şeylerle onları memnun etmeye kalkarsanız
onların size asla bir yararı dokunmayacaktır. Müslümanlardan kim onları memnun
etmek için akrabası ile küfür üzere ittifak ederse hüsrana uğramış ve amelleri
boşa gitmiştir. Bir peygamberin akrabası bile olsa Allah'tan gelecek azaba
karşı hiçbir kimsenin akrabalığı ona fayda vermez. Şu ayetler bunu ifade
etmektedir: "Sur'a üflendiği zaman artık o gün aralarında ne soy sop
(çekişmesi) vardır ne de birbirlerini soruştururlar." (Müminun, 23/101),
"O gün kişi biraderinden, anasından babasından, karısından ve
oğullarından kaçar. O gün bunlardan herkesin kendine yeter bir işi (derdi)
vardır." (Abese, 80/34-37). Şu halde sevgi Allah için olmazsa kıyamet günü
fayda vermez.
Ahbed b. Hanbel, Müslim ve Ebu Davud'un Enes'ten rivayet ettiklerine
göre biri "Ya Rasulallah babam nerede?" dedi. Rasulullah (s.a.)
"Cehennemde." dedi. Adam dönüp giderken Rasulullah (s.a.) onu
çağırdı ve "Benim babam ve senin baban cehennemde!" dedi.
[7]
Bu ayetlerden şu hükümler çıkartılabilir:
1- Ne şekilde olursa olsun
kâfirleri sevmek ve onlarla yardımlaşma ve dayanışma içinde bulunmak haramdır.
Zira bu sure, kâfirlerin inandığına kalben inanıp rıza göstermese bile zahiren
de olsa onlarla dostluk kurmanın yasak olduğu konusunda bir esastır.
2-
Hatibin yaptığı gibi
itikadını bozmamak ve dinden dönme niyeti taşımamak şartıyla sırf akrabalarını
ve malını koruma konusunda kâfirlerin desteğini kazanmak için, dünyevî bir maksatla
müslümanların aleyhine casusluk yapmak ve haberlerini düşmanlara sızdırmaktan
dolayı insan kâfir olmaz.
3-
Kâfir casusun öldürülüp
öldürülmemesi hususunda alimler ihtilâf ettiler: İmam Malik ve Evzai'ye göre
zımmi bile olsa öldürülmesi caizdir. Çünkü o artık zimmet ahdini bozmuştur.
Cumhura göre ise o bununla ahdi bozmuş sayılmaz. Hanbelilere göre müslümanların
stratejik yerlerini harbeden müşriklere bildiren zımminin ahdi bu hareketiyle
bozulur. Şafiîlere göre anlaşma yapılırken casusluk yapmanın ahdi bozacağı şart
olarak konulmamışsa bu hareketiyle ahid bozulmaz.
Casus müslüman ise Malikî mezhebinin ileri gelen alimlerine göre öl-dürülebilir. Cumhura göre ise öldürülmez fakat hakimin uygun göreceği vurma, hapsetme gibi bir tazir cezası ile cezalandırılır.
Her iki görüşün de delili Hatıb kıssasıdır. "Öldürülür"
diyenlerin görüşüne göre bu kıssanın bu hükme delâleti şöyledir: Hz. Peygamber
(s.a.) Hz. Ömer'in öldürme talebini kabul etti. Ancak Hatıb'm Bedir'e iştirak
etmiş olmasından dolayı müsade etmedi. Şu halde bu özelliği olmayanlar
öldürü-lebilir. Cumhura göre ise Rasulullah (s.a.) onu müslüman olduğu için öldürmedi.
Hz. Ali'den rivayet edildiğine göre müşrikler hesabına casusluk yapan Furat b.
Hayyan adında birisi Rasulullah'a (s.a.) getirildi. Öldürülmesini emretti.
Furat: "Ey Ensar, kelime-i şehadet getirdiğim halde öldürülüyorum."
diye bağırmaya başladı. Bunun üzerine Rasulullah salıverilmesini emretti ve
"Sizden durumunu imanına havale ettiklerim olur, Furat b. Hayyan da
bunlardan biridir." buyurdu.
4-
Ayet-i kerimeler kâfirlere
sevgi beslemenin haram olmasına dair beş sebep zikretti. Bunlar: Allah ve
Rasulünü inkâr etmeleri, Rasulullah'ı (s.a.) ve müminleri Mekke'den
çıkarmaları, onlara karşı düşmanlık besleyip fiilen savaşmaları, onlara çirkin
sözler söylemeleri ve Hz. Peygamberi inkâr konusunda çok hırslı olmalarıdır.
5-
Allah Tealâ şu iki sebebi
zikrederek düşmanlarla dostluğu haram kılan nehye muhalif davranmaktan
sakındırdı: Birincisi: Allah, kalplerin gizlediğini de, Allah'ın varlığını ve
birliğini ikrar ederek dillerin izhar ettiğini de en iyi bilendir. İkincisi:
Müslümanlardan kim kâfirleri dost edinir, birtakım sırlarını onlara bildirirse
dalâlete düşer.
6- "Onlara halâ gizli
muhabbet mi besleyeceksiniz?" sözü Hatıb'ı paylama ve tekdir etmedir. Bu
söz onun faziletine, Rasulullah'm emirlerine uyduğuna ve O'na imanda sadık
olduğuna delâlet eder, zira paylama ve tekdir ancak seven tarafından sevilene
yapılır.
7-
Kıyamette insana faydası
olacak şey sadece sahih iman ve salih ameldir. Evlât, akrabalar veya soy-sop,
bunların hiçbirinin hiçbir surette faydası dokunmaz. Allah Tealâ kullarının
yaptıklarını görür ve bunların hayır ise hayır, şer ise şer olarak karşılığını
verecektir.
Allah Tealâ kıyamette akraba olsun veya olmasın herkesi ayıracak,
müminleri cennete kâfirleri cehenneme koyacaktır.
[8]
4- İbrahim'de ve beraberindeki müminlerde sizin için hakikaten güzel
bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine "Biz, sizden ve Allah'ı bırakıp
da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız. Sizi inkâr ettik. Siz bir
tek Allah'a iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve buğz
belirmiştir." demişlerdi. Yalnız İbrahim'in babasına "Muhakkak
senin için af talep edeceğim, (fakat) sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeye
gücüm yetmez." demesi müstesna. (Siz şöyle deyin): "Ey Rabbimiz!
Ancak sana güvenip dayandık ve yalnız sana yöneldik, son dönüş de ancak sanadır."
5- Ey Rabbimiz! Bizi o inkâr edenlere bir fitne (konusu) yapma. Bizi
af eyle ey Rabbimiz. Çünkü sen mutlak salipsin ve hikmet sahibisin.
6- Andolsun ki onlarda sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar
için bir örnek var(yüz çevirirse
şüphesiz Allah her şeyden müstağni, her hamde hakkıyla lâyıktır.
7- Olur ki Allah, sizinle onlardan birbirinize düşman olduklarınız
arasında yakında bir dostluk peyda eder. Allah hakkıyla kadirdir. Allah çok af
edici, çok merhametlidir.
"Sana dayandık, sana yöneldik, sanadır son dönüş"
cümlelerinde Arapçadaki cümle kuruluşuna göre "sana" kelimesi sonra
gelmesi gerekirken hasr, yani vurgu için öne alınmıştır.
[9]
"İbrahim'de" onun sözlerinde ve hareketlerinde "ve
beraberindeki müminlerde sizin için hakikaten güzel bir örnek vardır. Hani
onlar kavimlerine "Biz sizden" yani yaptıklarınızdan "Allah'ı
bırakıp da tapmakta olduğunuz" yıldızlar, putlar ve diğer
"nesnelerden katiyyen uzağız", ne sizi ne de ilâhlarınızı bir şey
saymıyoruz, "sizi inkâr ettik", sildik. "Siz Allah'a bir"
ve tek "olarak iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedî düşmanlık ve
buğuz belirmiştir." demişlerdi. Yalnız İbrahim (a.s.)'in babasına:
"Muhakkak senin için af talep edeceğim, (fakat) sana Allah'tan
gelecek" sevap veya azap cinsinden "herhangi bir şeye gücüm
yetmez" demesi müstesna." (Siz şöyle deyin): "Ey Rabbimiz! Ancak
sana güvenip dayandık ve yalnız sana yöneldik, son dönüş de ancak
sanadır." Yani kâfir birisi için Allah'tan af talep etme konusunda sizin
İbrahim (a.s.)'i örnek almanız caiz değildir. Çünkü onun bu talebi, babasının
Allah'ın düşmanı olduğunu öğrenmeden önce idi.
"Ey Rabbimiz!" İnkarcıları başımıza musallat ederek, onlar
tarafından dayanamayacağımız azaplara maruz bırakarak "bizi o inkâr
edenlere bir fitne (imtihan konusu) yapma." İşlediğimiz günahlardan dolayı
"bizi af eyle ey Rabbimiz. Çünkü sen" mülkünde "mutlak galipsin
ve" yaptıklarını hep güzel yapan "hikmet sahibisin" deyin siz.
İbrahim'i örnek alma konusunda daha fazla teşvik için tekrarla Allah
Tealâ şöyle buyurdu: Ey Muhammed ümmeti müminler! "Andolsun ki onlarda
sizin için, Allah 'ı ve ahiret gününü umanlar için güzel bir örnek vardır.
" Beyzavi: "Bu ayet, bir müminin onları örnek almayı terk etmesinin
caiz olmadığına, terk ederlerse bozuk akideli ilan edileceğine delâlet
eder." der. Bu sebeple hemen peşinden Allah Tealâ "Kim yüz
çevirirse" yani İbrahim'i ve onunla beraber olan müminleri örnek almaz,
kâfirleri dost edinmek suretiyle bu nasihati dinlemezse "şüphesiz Allah
Tealâ" yarattığı "her şeyden müstağni, her hamde hakkıyla lâyıktır."
İşte bu son cümle ancak kâfirlere yapılabilecek bir tehdit olduğundan İbrahim
(a.s.)'i örnek almayı terketmenin imana zarar vereceğini ifade eder. "Olur
ki Allah Tealâ, sizinle onlardan" yani Mekke müşrikleri akrabalarınız ve
diğer kâfirlerden "birbirinize düşman olduklarınız" ve sırf Allah'a
itaat için kendilerinden uzak durduklarınız "arasında, yakında"
onlara iman nasip etmek suretiyle "bir dostluk peyda eder", böylece
sizin dostunuz, ahbabınız ve yardımcınız olurlar. Nitekim Allah Tealâ'nın bu
vaadi bilfiil gerçekleşti, o kâfirlerin pek çoğu İslâm'a girdi ve müslümanlarm
yardımcısı, destekçisi ve dostu oldular. "Allah" buna "hakkıyla
kadirdir" ve Mekke fethinden sonra yapmıştır. "Allah" içinizden
onları dost edinerek onlara haber sızdırma dahil çeşitli günah işleyenleri
"çok affedici," sizi cezalandırmakta acele etmemesiyle gösterdiği
gibi size karşı "çok merhametlidir."
[10]
Tefsircilere göre "Olur ki Allah..." ayetinin (7. ayet) nüzul
sebebi şöyledir: Allah Tealâ müminlerle, müşrik akrabalarını dost bilmeleri
hususunda Hz. İbrahim (a.s.) ve beraberindeki müminlerin tavrında güzel bir
örnek olduğunu beyan etti. Bu ayet nazil olunca müminler Allah için müşrik akrabalarına
düşman oldular ve bunu onlara açıkça gösterdiler. Yüce Allah bu konudaki
duygularının şiddetini görünce "Olur ki Allah, sizinle onlardan
birbirinize düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk peyda eder."
ayetini indirdi. Nitekim öyle oldu: O müşriklerden pek çoğu müslü-man oldu ve
müminlerin dostu ve kardeşi oldu, karıştılar, kız alıp verdiler. Rasulullah
(s.a.) Ebu Süfya'nın kızı Ümmü Habibe'yi nikahladı. Ebu Süf-yan yumuşadı.
[11]
Kâfirlerle dost olmayı nehyedip onlarla dost olanın bu hareketini reddettikten
ve kardeşlik ve iman bağını güçlendirdikten sonra Allah Tealâ kâfirlerden
teberri etme (uzaklaşma) hususunda Hz. İbrahim (a.s.) ve beraberindeki
müminlerin örnek alınmasını emretti ve isterse kardeş veya baba olsun, Allah
için kâfirlere buğzetmenin vacip olduğunu zikretti. Zira Hz. İbrahim (a.s.) ve
müminler kâfirlere karşı düşmanlıklarını açığa vurdular ve bu düşmanlığın
sebebinin sadece Allah'ı inkâr etmeleri olduğunu açıkladılar. Allah'a iman
ettiklerinde bu düşmanlık sevgiye, nefret muhabbete dönüştü. Sonra Allah Tealâ
İbrahim (a.s.)'m sözlerini örnek alma emrinden onun, daha Allah'ın düşmanı
olduğunu bilmeden önce babasına va-ad ettiği onun için Allah'tan affını talep
etme sözünü istisna etti.
[12]
"İbrahim'de ve beraberindeki müminlerde sizin için hakikaten güzel
bir örnek vardır. Hani onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: "Biz sizden ve
Allah'ı bırakıp da tapmakta olduğunuz nesnelerden katiyyen uzağız. Sizi inkâr
ettik." Allah, kâfirlerden uzak bulunup onlardan uzak durmayı emrettiği
müminlere hitap ederek, nebilerin babası İbrahim (a.s.) ve beraberindeki
müminlerin kavimlerine karşı söyledikleri "Siz Allah'ın inkâr ettiğiniz
için biz sizden ve Allah'ı bırakıp da taptığınız putların hepsinden uzağız. Biz
sizin iman ettiğiniz putları, dininizi ve bu hareketlerinizi reddediyoruz. Zira
bu putların hiçbir şeye faydası dokunmaz. Bunlar ne düşünür, ne işitir, ne de
görür." şeklindeki sözlerinde kendileri için takip edebilecekleri güzel ve
methe lâyık bir örnek olduğunu bildirdi.
Maksat, kâfirlere sevgi besleyen Hatıb'a bunu anlatmaktır. Sanki Allah
Tealâ "Ey Hatıb, sen İbrahim'i örnek alıp da O'nun babasından ve kavminden
teberri ettiği gibi sen de çoluk-çocuğundan teberri etmeli değil miydin?"
demektedir.
"Siz Allah'a bir olarak iman edinceye kadar bizimle aranızda ebedî
düşmanlık ve buğz belirmiştir." Yani siz bu inkârınızda devam ettiğiniz
müddetçe bizim size karşı tutumumuz budur. Şu andan itibaren sizinle aramızda
buğuz ve düşmanlık başlamış ve ortaya çıkmıştır. Siz yalnız Allah'a iman edip
Onu "bir" tanıyarak ortağı olmayan o Allah'a ibadet etmedikçe,
içinde bulunduğunuz şirki terkedip ibadet etmekte olduğunuz putlardan
uzaklaşmadıkça biz ilelebet sizden uzağız ve size buğuz ederiz. Bunları
yaparsanız bu düşmanlık dostluğa bu buğz da muhabbete dönüşür.
Sonra Allah Tealâ İbrahim (a.s.)'in örnek alınamayacağı bir hususu istisna
ederek şöyle buyurdu:
"Yalnız İbrahim 'in, babasına "Muhakkak senin için af talep
edeceğim. (Fakat) sana Allah 'tan gelecek herhangi bir şeye gücüm yetmez."
demesi müstesna." Yani İbrahim (a.s.)'in kâfir olan babasına söylediği
"Senin için af talep edeceğim, Allah'a şirk koşmaya devam edersen O'ndan
gelecek azabı senden uzaklaştıramam." sözü hariç, onun bütün sözlerinde
sizin için güzel bir örnek vardır. Bu sözde de onu örnek alıp da müşrikler için
af talebinde bulunmayın. Zira onun bu talebi babasına daha önce vaad ettiği
bir söz üzerine olmuştur. Babasının Allah düşmanı olduğu ortaya çıkınca ondan
uzaklaştı. Velhasıl müşrikler için mağfiret talebi konusunda o size örnek
değildir.
Bazı müminlerin İbrahim (a.s.) babası için mağfiret telep ediyordu, diyerek
şirk üzere ölmüş babalan için dua edip istiğfarda bulunmaları üzerine Allah
Tealâ "Cehennem ehli oldukları onlara açıkça belli olduktan sonra, akraba
dahi olsalar müşrikler için af dilemek ne peygambere yaraşır ne de müminlere.
İbrahim'in babası için af dilemesi sadece ona verdiği sözden dolayı idi. O'nun
Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca ondan teberri etti (uzaklaştı).
Şüphesiz ki İbrahim çok yumuşak huylu ve pek sabırlı idi." (Tevbe,
9/113-114) ayet-i kerimesini indirdi.
Sonra Yüce Allah İbrahim (a.s.) ve yanındaki müminlerin kavimlerinden
ayrılıp onlardan teberri ettiklerinde (her anlamda uzaklaşırlarında) Allah'a
sığındıklarını haber vererek şöyle buyurdu:
"Ey Rabbimiz! Ancak sana güvenip dayandık ve yalnız sana yöneldik.
Son dönüş de ancak sanadır." Yani bütün işlerde sana dayandık, bütün işlerimizi
sana havale ettik, bütün günahlardan tevbe ederek sana döndük, ahiret yurdunda
dönüş ve varış yine sanadır ey Rabbimiz dediler.
İbrahim (a.s.) ve ashabının örnek alınıp uyulması lazım gelen bu dualarının
devamı da şöyledir:
"Ey Rabbimiz bizi o inkâr edenlere bir fitne (konusu) yapma, bizi
af eyle ey Rabbimiz. Çünkü sen mutlak galipsin ve hikmet sahibisin."
Yani, "Ey Rabbimiz kâfirlerin eliyle bizi azap gören, fitneye düşürülen
bir kavim yapma, günahlarımızı setreyle, seninle aramızda olanlarını af eyle.
Çünkü sen mutlak güç sahibi, galip ve kahirsin. Sen mağlup edilemeyen, cenabına
sığınanın zulme uğramayacağı yegâne kudret sahibisin. Sözlerinde ve fiillerinde,
hükmünde ve takdirinde, varlıkları tedbirinde ve onların maslahatına olanı
yapmanda sonsuz hikmet sahibisin. Katade bu duayı şöyle tefsir etti: Ey
Rabbimiz onları bize galip kılma, yoksa kendileri hak yolda oldukları için
bize galebe çaldıklarını zannederek bu yolla bizi fitneye düşürürler."
Mücahid'e göre ise bu duanın manası şudur: "Ey Rabbimiz onların eliyle
bize azap etme. Kendi azabınla da azap etme, yoksa "Bunlar hak yolda
olsaydı bu azaba maruz kalmazlardı." derler."
Sonra Allah Tealâ, İbrahim (a.s.) ve beraberindeki müminleri örnek alma
hususunda yukarıda geçen teşviki tekid ederek şöyle buyurdu:
"Andolsun ki onlarda sizin için, Allah 'ı ve ahiret gününü umanlar
için güzel bir örnek vardır. Kim yüz çevirirse şüphesiz Allah her şeyden müstağni,
her hamde hakkıyla lâyıktır." Yani şüphesiz sizin için İbrahim (a.s.) ve
yanındaki müminlerde güzel bir örnek vardır. Bu örnek olma ancak dünyada ve
ahirette Allah'tan hayır ve sevap bekleyen, ahirette kurtuluş emeli taşıyanlar
içindir. Bu, her mümini Allah'a ve ahirete bir teşvik üslubudur. Kim Allah'ın
emrettiklerinden yüz çevirir O'nun düşmanlarını dost edinir onlara sevgi
beslerse, bu ancak o insanın kendisine zarar verir. Zira Allah yaratılanlara
asla muhtaç değildir. Bütün söz ve fiillerinde yaratılanlar tarafından
övülmüştür, kendisinden başka ne Rab ne İlâh vardır.
Şu ayet-i kerime de bunun bir benzeridir: "Musa dedi ki: Eğer siz
ve yeryüzünde olanların hepsi nankörlük ederseniz, şüphesiz Allah her şeyden
müstağnidir. Hamde lâyıktır." (İbrahim, 14/8).
Sonra Allah Tealâ bu günkü kâfirlerin yarınki müminler olacağı hakkındaki
hayret verici işlerini haber vererek şöyle buyurdu:
"Olur ki Allah, sizinle onlardan birbirinize düşman olduklarınız
arasında yakında bir dostluk peyda eder. Allah hakkıyla kadirdir. Allah çok af
edici, çok merhametlidir." Yani belki düşmanlarınız müslüman olur sizin dininize
girerler de bu düşmanlık dostluğa, nefret muhabbete, ayrılık ülfete dönüşür.
Allah her şeye kadirdir, hata yapıp da onlara sevgi besleyenleri bağışlar ve
onları esirger. Dolayısıyla bu tevbeden sonra onlara azap etmez, rahmet ve
mağfiretine koymak için onlara teveccüh eder. "Olur ki, umulur ki"
manasına gelen "ati" kelimesi ilerde bir şeyin olmasını temenni
ifadesidir. Ancak bu kelime Allah'tan sadır olursa o şey mutlaka olacak
demektir.
Nitekim Mekke fethinden sonra Arapların çoğu müslüman oldu. Daha önce
müslüman olanlarla aralarında kuvvetli bir sevgi meydana geldi, birlikte cihad
ettiler, kendilerini Allah'a yakınlaştıracak güzel amellerde bulundular.
Rasulullah (s.a.) Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe'yi nikahladı,
Mekke fethinden sonra nıüslüman olan Ebu Süfyan Rasulullah'a (s.a.)
karşı eski düşmanlığını terketti. İbni Merdüveyh Ebu Hureyre'den şöyle rivayet
etti: Allah'ın dinini ayakta tutmak için dinden dönenlerle ilk savaşan Ebu
Süfyan'dır, "olur ki Allah, sizinle onlardan..." ayeti onun hakkında
inmiştir.
[13]
Bu ayetler şu hususlara delâlet etmektedir:
1- Yüce Allah kâfirlerden
teberri etme hususunda İbrahim (a.s.)'i müminler için yüce ve güzel bir örnek
kılmıştır. O halde Allah ve Rasulüne iman edenlere vacip olan, babası için af
talebi haricinde ona uymaktır. Müşrikler için af dileme hususunda ise müminler
onu örnek almayacaklardır. Zira onun babası için af talebi önceden ona verdiği
bir söz dolayısıyla olmuştur.
2- İbrahim (a.s.) ve
beraberindeki müminler, kâfirlerden teberri etmeklerinin sebebini açıkça ifade
etmişlerdir ki bu, onların Allah'ı inkâr edip putlara iman etmeleridir. Bu
kâfirler inkârlarında devam ettikçe müminlerle onlar arasındaki mevcut buğz ve
adavet devam edecektir. Onlar ne zaman tek ve ortağı olmayan Allah'a iman
ettiklerini ilân ederlerse, işte o zaman bu düşmanlık dostluğa dönüşecektir.
3-
"Yalnız İbrahim'in,
babasına "Muhakkak senin için af talep edeceğim..." sözü bizim
peygamberimizin diğer peygamberlere olan üstünlüğüne delâlet eder. Zira Allah
Tealâ "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasak ettiyse ondan da
sakının." (Haşr, 59/7) ayet-i kelimesiyle bizim Rasulullah'a (s.a.)
mutlak olarak uymamızı emrettiği halde, İbrahim (a.s.)'e uymamızı emrederken
onun bazı fiillerini istisna etmiştir.
4- Allah Tealâ aynı zamanda
müminlere İbrahim (a.s.) ve beraberindekilerin yaptıkları "Ey Rabbimiz!
Ancak sana güvenip dayandık ve yalnız sana yöneldik. Son dönüş de ancak
sanadır. Ey Rabbimiz! Bizi o inkâr edenlere bir fitne (konusu) yapma. Bizi af
eyle ey Rabbimiz. Çünkü sen mutlak galipsin ve hikmet sahibisin."
mealindeki duayı söylemelerini emrediyor. Yani ey müminler, kâfirlerden uzak
olun, Allah'a dayanın ve "Sana güvenip dayandık ey Rabbimiz. Tevbe ederek
sana yöneldik, ahirette dönüş sanadır, düşmanlarımızı bize galip kılma, yoksa
kendilerinin hak yolda olduklarım zannederler de bu sebeple fitneye düşüp
aldanırlar. İşlediğimiz günahları af eyle. Zira sen kuvvet sahibisin, mağlup
edilemeyen galipsin. Yaratılmışların işlerinin tanziminde ve onların
maslahatına olanı ortaya koymada hikmet sahibisin." deyin.
5-
Allah Tealâ bu ayet-i
kerimelerde kâfirlerden teberri etme konusunda İbrahim (a.s.) ve diğer
peygamberler ve velilerin örnek alınması için yaptığı teşviki teyid etti. Sonra
buna uymamaktan sakındırdı ve Allah'ın hükmünden yüz çevirenleri tehdit etti.
Kim İslâm'ı kabul etmez, bu tavsiyelere uymazsa ancak kendine zarar vermiş
olacağını, zira Allah'ın yaratılanların hiçbir şeyine muhtaç olmadığını,
onlara ihtiyacı olduğu için kul olarak yaratmış olmadığını ve zatı ve
sıfatlarıyla övgüye lâyık olup yaratılanlar tarafından övüldüğünü zikretti.
6- Bu ayetlerin inmesi
müslümanlann müşrik akrabalarına karşı düşmanlık yapmalarına sebep olmuştur.
Bu, müminlere ağır gelince Allah Te-alâ: "Olur ki Allah, sizinle onlardan
birbirinize düşman olduklarınız arasında yakında bir dostluk peyda eder" ayetini
indirdi. Bu da ancak onların müslüman olmaları ile mümkün olurdu. Nitekim Mekke
fethinden sonra Ebu Süfyan, Haris, Süheyl ve Hakim b. Hizam gibi bazıları
müslüman oldular. Müslümanlar da onlara karıştılar. Rasulullah (s.a.) Ebu
Süfyan'ın kızı Ümmü Habibe'yi nikahladı. Ümmü Habibe daha önce Abdullah b. Cahş
ile nikâhlı idi. Her ikisi de Habeşistan'a hicret edenler arasındaydı. Ancak
kocası Abdullah Hristiyan oldu ve Hristiyan olarak öldü, Ümmü Habibe müslüman
kaldı. Rasulullah (s.a.) Necaşi'ye haber gönderdi, Necaşi kendi parasından dört
yüz dinar mehir ödeyerek vekâleten onu Rasulul-lah'a nikahladı. Hadis-i
şerifte: "Sevdiğini sevmekte itidalli ol, olur ki bir gün buğz ve nefret
ettiğin birisi olur. Buğz ve kin tutarken de itidali elden bırakma, olur ki o
bir gün sevdiğin bir kişi olur."[14]
"Olur ki Allah..." sözü Allah'ın bir vaadidir. Allah Tealâ kalpleri evirip çevirmeye, halleri değiştirmeye ve muhabbet sebeplerini kolaylaştırmaya kadirdir. Kullar tevbe ederler, teslim olurlar ve Allah'ın dinine dönerler, tavsiyelerine kulak verirlerse, O onları af eder, onlara merhamet eder. Adavetten kin ve kasvetten sonra kalpleri birbirine ısındıran, darma dağınık kalpleri birleştiren O'dur. Nitekim Allah Tealâ ensara bu nimeti hatırlatarak şöyle buyurdu: "Allah'ın size olan minetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız da O gönüllerinizi birleştirmiş ve O'nun nimeti sayesinde kardeş olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken sizi oradan kurtarmıştı." (Ali İmran, 3/103). Ve yine ensara hitaben Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştu: "Ben sizi dalâlet içinde bulmamış mı idim, Allah benim sebebimle sizi hidayete erdirmemiş mi idi. Siz paramparça iken Allah benim sebebimle sizi birleştirmedi mi?" Yüce Rabbimiz bu meyanda şöyle buyuruyor: "O seni yardımıyla ve müminlerle destekleyendir. Ve onların kalplerinin arasını birleştirendir. Sen yeryüzünde bulunan her şeyi verseydin yine onların gönüllerini birleştiremezdin, fakat Allah onların aralarını bulup kaynaştırdı. Çünkü O mutlak galiptir, hikmet sahibidir." (Enfal, 8/63). [15]
8- Sizinle din hususunda savaş yapmamış sizi yurtlarınızdan da
çikarmamı olanlara iyilik ve onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi men
etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever.
9- Ancak Allah sizi, sizinle din hususunda savaş yapmış, sizi
yurtlannızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmekten
men eder. Kim onları dost edinirse, işte bunlar zalimlerin ta kendileridir.
"Sizinle... savaşmamış... olanlara iyilik... etmekten
menetmez.", "savaş yapmış... olanlara dostluk etmekten meneder."
cümleleri arasında tezat sanatı vardır.
[16]
Kâfirlerden "sizinle din hususunda savaş yapmamış sizi yurtlarınızdan
da çıkarmamış olanlara iyilik" te bulunmak "ve onlara adaletle muamele
etmekten", sizi hakem tutarlarsa aralarında adaletle hükmetmenizden
"Allah sizi menetmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever."
"Ancak Allah Tealâ sizi" Mekke müşrikleri gibi "sizinle
din hususunda savaş yapmış sizi yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza"
yardım etmiş "arka çıkmış olanlarla dostluk etmekten" onları
kendinize dost ve yardımcı seçmekten "meneder. Kim onları dost
edinirse" dostluğu yerinde kullanmadığı için "işte bunlar zalimlerin
ta kendileridir."
[17]
Ahmed b. Hanbel, Buharı ve Müslim'in Ebu Bekir'in kızı Esma'dan
naklettiklerine göre o şöyle dedi: "Annem bana geldi, henüz müşrik idi.
Ra-sulullah'a gittim ve 'Ya Rasulallah! Annem bana geldi, beni özlemiş, görüşeyim
mi?" dedim. Rasulullah (s.a.) da: "Evet, annenle görüş."
buyurdular. Bunun üzerine "Sizinle din hususunda savaş yapmamış..."
ayeti (8. ayet) indi.
Ahmed b. Hanbel, Bezzar, Hakim ve diğerlerinin Abdullah b. Zü beyr'den
rivayet ettiklerine göre o şöyle dedi: Abduluzza'nm kızı Kuteyle, Ebu Bekir'den
kızı Esma'ya hediyeler getirdi, henüz müşrik olan Esma bu hediyeleri kabul
etmedi evine girmesine razı olmadı. Hemen kardeşi Ai-şe'ye haber göndererek
bunu Rasulullah'a (s.a.) sormasını istedi Hz. Aişe de bunu Rasulullah'a söyledi.
Rasulullah (s.a.) Esma'ya annesinin hediyelerini kabul etmesini ve evine
almasını emretti. Bunun üzerine "Sizinle din hususunda savaş
yapmamış..." ayeti (9. ayet) nazil oldu.[18]
Bu ayetler kâfirleri dost edinmekten nehyedip İbrahim (a.s.) ve yanındaki
müminlerin örnek alınmasını teşvik ettikten ve Allah'ın müşriklerin hallerini
küfürden imana doğru değiştirmeye kadir olduğunu müminlere haber vererek onları
rahatlattıktan sonra, kâfirlerden müminlerle savaşmamış, onları yurtlarından
çıkarmamış ve çıkarılmalarına yardım etmemiş olanlarıyla irtibatın devam
etmesi hususunda ruhsat vermektedir.
[19]
"Sizinle din hususunda savaş yapmamış, sizi yurtlarınızdan da
çıkarmamış olanlara iyilik ve onlara adaletle muamele etmekten Allah sizi men
etmez. Çünkü Allah adalet yapanları sever." Yani Allah Tealâ, sizinle sulh
içinde geçinen, kadınlar ve zayıflar gibi sizinle din konusunda savaşmayan ve
sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kâfirlere sıla-i rahim, komşuluk yapma, misafir
etme gibi iyilik ve hayırları yapmaktan sizi men etmez. Ve yine sizin, sözünde
durma, emaneti yerine verme, satın aldığınız şeylerin parasını eksiksiz ödeme
gibi onların hakkı olan şeyi vermenizi men etmez. Çünkü Allah adil davrananları
sever ve onlardan razı olur. Zalimlere ise gazap duyar ve azap eder.
Sonra Allah Tealâ onlarla yapılan muamelelerde yasaklanan hususları
sınırlandırarak şöyle buyurdu:
"Ancak Allah sizi, sizinle din hususunda savaş yapmış, sizi
yurtlarınızdan çıkarmış ve çıkarılmanıza arka çıkmış olanlara dostluk etmekten
men eder. Kim onları dost edinirse, işte bunlar zalimlerin ta
kendileridir." Yani Allah Tealâ sizi ancak size düşmanlık eden Kureyş
içindeki küfrün öncülerini ve müslümanlarla harp eden diğer benzerlerini,
sizinle savaşan ve sizi çıkarmaya çalışanlara yardım eden diğer Mekke halkını
dost edinmenizi yasaklamakta ve onlara düşmanca davranmanızı emretmektedir.
Sonra Allah onlara dostça davrananlara karşı yaptığı tehdidi tekit
ederek, onları kim dost edinir ve onlarla yardımlaşırsa, işte bunların kendisine
zulmedenlerin ta kendileri olduğunu beyan etti. Çünkü bunlar Allah'ın,
Rasulünün ve Kitabının düşmanı olmaları sebebiyle düşmanlığı ha-ketmiş olanları
dost edinmişlerdir.
"Ey iman edenler! Yahudileri ve Hristiyanları dost edinmeyin. Zira
onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz
Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez." (Maide, 5/51) ayeti de bu
ayetin bir benzeridir.
[20]
Bu iki ayet, kâfirlerin müslümanlara karşı ya sulh veya düşmanlık olmak üzere iki durumdan biri içinde olacaklarını açıklarken müslümanların da gayri müslimlerle alâkasını şu iki hâl ile sınırlandırmıştır.
1-
Müslümanlarla din veya dünya
için savaşmamış, onları yurtlarından çıkarmamış ve çıkarılmalarına yardım
etmemiş olan kâfirlere iyilikte bulunmak caizdir. Müslümanlarla onlar
arasındaki davalarda adaletli hükmetmek lâzımdır. Çünkü Allah adil davrananları
sever ve bütün insanlara karşı adaletli olmayı emreder. O halde savaşan ve
savaşmayan hakkında da adaletli olmak vacipdir.
Bu ilk ayette bahsedilenler, Rasulullah'a (s.a.) karşı savaşmamak ve
ona düşmanlıkta başkalarına arka çıkmamak üzere Hz. Peygamberle anlaşma yapan
Huzâa kabilesidir. Bunlar Rasulullah'a (s.a.) karşı savaşmamak ve Onu
yurdundan çıkarmamak üzere anlaşma yapmışlardı. Rasulul-lah (s.a.) da onlara
iyilikte bulunulmasını ve müddetin sonuna kadar anlaşmaya sadık kalınmasını
emretti.
Katade şöyle dedi: Bu, henüz cihad emri gelmeden ve sulh içinde olunması
emredilen İslâm'ın ilk senelerinde idi. Sonra bu, "Müşrikleri bulduğunuz
yerde öldürün" (Tevbe, 9/5) ayeti ile nesh olundu.
Tefsir alimlerinin ekserisine göre ise sadedinde bulunduğumuz bu ayet
muhkemdir, nesh edilmemiştir. Yukarıda geçen Ebu Bekir'in kızı Esma'nın müşrik
annesine iyilikte bulunmasına müsade edilmesi de buna delildir.[21]
Bazı alimlere göre bu ayet, kâfir bir babanın nafakasının müslüman oğul
üzerine vacip olduğuna delâlet etmektedir. Bu görüşe şu şekilde cevap verilmiştir:
Bir şeye izin vermek veya yasak etmemek onun vacip olduğuna delâlet etmez,
belki sadece mubah olduğunu gösterir.
2- Müslümanlarla din konusunda
savaşan, onları yurtlarından çıkaran ve çıkarılmalarında yardımcı olanları
dost, yardımcı ve ahbap edinmek caiz değildir, ki bunlar müşrik olan Mekke
ahalisidir. Kim bunu yaparsa o şiddetli cezayı hak etmiş zalimin ta kendisidir.
Kısacası Allah Tealâ, birinci gruba iyilik edilmesini nehyetmiyor, ancak
ikinci grubun dost edinilmesini nehyediyor.
[22]
10- Ey iman edenler! Mümin (olduklarını söyleyen) kadınlar hicret
ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin -Allah onların imanını en iyi
bilendir-, mümin oldukların bilirseniz onları kâfirlere geri dön-Bunlar onlara
helâl de-Onlar da bunlara helâl ol-Kocalanmn ödedikleri şeyi (mehri) onlara
verin. Mehirlerini verirseniz sizin onları nikahlamanızda üzerinize vebal
yoktur. Kâfir eşlerinizi nikâh altında tutmayın; siz sarfettiğiniz şeyi (mehri)
isteyin, onlar da harcadıkları şeyi istesinler. Bu, Allah'ın hükmüdür.
Aranızda O hükmeder. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir.
11-Eşlerinizden biri kaçar da siz de savaşta ganimet elde ederseniz, eşleri
gitmiş olanlara harcadıkları mehir kadar verin. İman etmekte olduğunuz
Allah'tan korkun.
"...Allah onların imanını en iyi bilendir." cümlesi insanî
ilişkilerde dış görünüşe göre hareket edilmesi lâzım geldiğine işaret eden bir
ara cümledir. Çünkü insan ancak insanın dışa yansıyan tarafını bilebilir.
İnsanın içindeki hesabı Allah'adır
"Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz."
cümlelerinde Bedi' ilminde aks ve tebdil diye isimlendirilen edebî sanat
vardır..
[23]
"Ey iman edenler! Mümin" olduklarını söyleyen
"kadınlar" küfür yurdundan "hicret ederek size geldikleri
zaman" gerçekten iman etmiş olduklarını kesin anlamak için "onları
imtihan edin -Allah onların imanını en iyi bilendir-" Bazı işaretlerden
veya yemin etmelerinden "mümin olduklarını bilirsiniz" buna kanaat
getirirseniz "onları kâfirlere geri döndürmeyin." Bu şekilde gelen
kadınlara Hz. Peygamber, kâfir kocalarını sevmedikleri veya müslümanlardan
birine aşık oldukları için değil de sırf İslâm için yurtlarından çıkıp
geldiklerine dair yemin ettiriyordu. İşte bunlar kâfir kocalarına
gönderilmezler. Çünkü artık "bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara
helâl olmazlar. Kocalarının" hanımlarına "ödedikleri şeyi (mehri)
onlara" kocalarına "verin." Ondan sonra hanımlara
"mehirlerini verirseniz sizin onları nikahlamanızda üzerinize vebal
yoktur." Çünkü artık İslâm, onların kâfir kocalarıyla kalmalarına
engeldir. Ayette o kadınlara tekrar mehir verilmesi emredildiğinden
anlaşılıyor ki kâfir kocalarına ödenen mehir, bir ikram olarak, onlara
verilmesi vacip olan mehrin yerine geçmemiştir.
"Kâfir eşlerinizi nikâh altında tutmayın."Hu kadın, ister
kocası müs-lüman olduktan sonra şirk üzere kalmış olsun, isterse kendisi
müslüman olduktan sonra İslâm'dan dönüp müşriklere katılmış olsun aynıdır.
"Siz" de İslâm'dan dönüp kâfirlere katılan ve onlardan
biriyle evlenen hanımınıza "sarfettiğiniz şeyi (mehri)" o kâfir
eşinden "isteyin. Onlar da" müslüman olup hicret eden hanımlarına
"harcadıkları şeyi" hanımına koca olan müslümandan "istesinler.
Bu" ayette anlatılanların hepsi "Allah'ın hükmüdür. Aranızda O
hükmeder. Allah hakkıyla bilendir, hikmet sahibidir", hükümleri
hikmetinin gerektirdiği şekilde koyar.
Ey müslümanlar "eşlerinizden biri" İslâm'ı terkeder kâfirlere
"kaçar da" daha sonra İslâm ordusu olarak "siz de" onlarla
yaptığınız "savaşta" galip gelir "ganimet elde ederseniz"
bundan, "eşleri" kaçıp "gitmiş olanlara" kaçan eşlerine
"harcadıkları mehir kadar verin" ki zararları karşılanmış olsun.
"İman etmekte olduğunuz Allah'tan korkun" çünkü O'na iman etmek
O'ndan korkmayı gerektirir.
[24]
Buhari ve Müslim'in Misver ve Mervan b. Hakemden rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) Hudeybiye günü Kureyşli müşriklerle anlaşma yaptığı
zaman mümin kadınlardan bazıları Hz. Peygambere geldiler. Bunun üzerine
"Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek..." ayeti (10. ayet)
indi.
Vahidi'nin rivayetini göre İbni Abbas şöyle dedi: Mekke müşrikleri Rasulullah
(s.a.) ile Hudeybiye sulhunu yaptılar. Bunun şartlarından biri de şu idi: Mekke
halkından Rasulullah'a gelen olursa Hz. Peygamber onu geri gönderecek, ama
Mekkeli olup da müslüman olanlardan biri müşriklere geçerse geri
gönderilmeyecekti. Böylece yazıp imzaladılar. Yazma işi bittikten sonra, daha
Rasulullah (s.a.) Hudeybiye'de iken Eslemilerden Haris'in kızı Sübey'a
Rasulullah'a (s.a.) geldi. Arkasından kâfir olan kocası geldi ve "Ey
Muhammed hanımımı geri ver, sen bizden sana gelenleri geri verme şartını kabul
ettin, işte anlaşma henüz mürekkebi kuramadı.' dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil
oldu.[25]
Bir rivayete göre bu kadın Ukbe b. Ebi Muayt'ın kızı Ümmü Gülsüm idi.
Bir başka rivayete göre bu ayet Ebu Hassen Dahdaha'nın hanımı Bişr'in kızı
Ümeyye hakkında nazil oldu. Bir başka rivayete göre Sayfi b. Rahib'in hanımı
Saide adında bir kadın hakkında nazil olmuştur. Sulh zamanı Rasulullah'a
(s.a.) gelmişti. Mekke'li bir müşrik olan kocası gelip "Onu bana geri
verin." dedi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
İbni Meni'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle dedi: Hz. Ömer müslü-man
olmuştu. Hanımı ise gecikti, müşriklerin içinde kaldı. Bunun üzerine
"kâfir eşlerinizi nikâh altında tutmayın" ayeti indi.
İbni Ebi Hatem'in Hasan-ı Basri'den rivayetine göre, "Eşlerinizden
biri kâfirlere kaçar da..." ayeti (11. ayet) Ümmü Hikem hakkında
inmiştir. Bu kadın Ebu Süfyan'ın kızı idi, müslüman oldu, sonra İslâm'ı
terketti, Sa-kif kabilesinden bir adamla evlendi. Bunun dışında Kureyş
kabilesinden müslüman olup da sonra irtidat eden kadın olmamıştır.
[26]
Yüce Allah müslümanlarla gayri müslimler arasında sulh dönemine ait
hükümleri beyan ettikten sonra bu ayette şu hükümleri açıkladı:
Da-ru'1-küfürden (Küfür yurdundan) Daru'l-İslâm'a (İslâm yurduna) hicret eden
kadınların geri verilmesi. Hudeybiye sulhundan sonra bu kadınlarla nikahlanmak.
Müşrik kadınlarla evlenmek. Bu kadınların mehirlerini kocalarına vermek. Küfür
diyarına kaçan kadınların mehirlerinin ganimet mallarından müslüman kocalarına
ödenmesi. Bütün bunlarda takvaya sa-rılınması.
Kurtubi şöyle der: Allah Tealâ, Müslümanlara müşriklerle dostluğu
terketmelerini emredince bu, müslümanlann küfür diyarından İslâm beldesine
hicret etmesini icap ettirdi. Nikâh dostluk sebeplerinin en
kuvvetlilerindendir. Bu sebeple Allah kadınların hicret etmelerinin hükümlerini
de beyan etmiş olmaktadır.
[27]
"Ey iman edenler! Mümin (olduklarını söyleyen) kadınlar hicret
ederek size geldikleri zaman onları imtihan edin." Yani ey Allah'ı ve
Rasulünü tasdik edenler! İman eden kadınlar kâfirler arasından çıkıp hicret
ederek size geldiklerinde, İslâm'da ne kadar samimi olduklarını anlamak için
onları imtihan edin, gelişlerinin sebebini sorun. "İmtihan edin"
emrinin vücubmu, nedb mi yoksa istihbab mı ifade ettiğine dair üç görüş vardır.
Hadise şudur: Rasulullah (s.a.) Hudeybiye günü Kureyş ile bir anlaşma
yaptı. Anlaşma şartlarından biri de, Kureyş'ten kim müslüman olur da
Rasulullah'a (s.a.) gelirse onun Kureyş'e geri verilmesi şeklinde idi. Daha
sonra bazı kadınlar Rasulullah (s.a.) tarafına hicret etti. Allah Tealâ bunların
müşriklere geri gönderilmemesini murat etti ve imtihan edilmelerini emretti.
Bunlara kocasından kaçma, sırf yerini yurdunu değiştirme, dünyevî bir çıkar
peşinde olma gibi bir niyetle hicret etmediklerine, bilakis Allah ve Rasulünü
sevdikleri ve dinini arzu ettikleri için hicret ettiklerine dair yemin
ettirilirdi. Bu şekilde yemin edebilirlerse Rasulullah (s.a.) onların
kocalarına, ödedikleri mehri ve yaptıkları masrafları öder, o kadınları geri
vermezdi.
"Allah onların imanını en iyi bilendir, mümin olduklarını
bilirseniz onları kâfirlere geri döndürmeyin." Yani bu imtihan aslında
sadece zahirdeki bir iştir. Ama hakikatta onların gerçek halini Allah'tan
başka kimse bilmez. Allah size zahire göre hüküm vermenizi emreder, niyetleri
ancak O bilir. Emredilen bu imtihanı yaptıktan sonra, zahire göre sizde onların
mümin olduğu kanaati ağır basarsa onları kâfir kocalarına geri göndermeyin.
Ayet-i kerimede bu kanaat (zan), zann-ı galib ve ictihad ile ulaşılan bir netice
olduğu için "ilim" ile ifade edilmiştir. Kıyas "ilim"
makamında kabul edilir.
İbni Kesir şöyle dedi: Ayetin burası, imanın varlığına yakinen muttali
olmanın mümkün olduğuna dair bir delildir.
Sonra Allah Tealâ yine bu kadınları ilgilendiren hükümleri bildirerek
şöyle buyurdu:
1-
"Bunlar onlara helâl
değildir. Onlar da bunlara helâl olmaz." Yani mümin hanımlar kâfirlere
helâl değildir. Kadının müslüman olması kâfir kocasından ayrılmasını
gerektirir. Kâfir erkekler de müslüman kadınlara helâl olmazlar. Müslüman
hanımları müşrik erkeklere haram kılan ayet işte budur. İslâm'ın ilk yıllarında
mümin kadınların müşriklerle evlenmesi caiz idi. Bu sebeple Ebu'l-As b. Rabi
peygamberimizin kızı Zeyneb'in kocası idi. Zeyneb müslüman olduğu halde kocası
müşrik idi. Bedirde esir düşünce Zeyneb, annesi Hatice'den kalma gerdanlığını
fidye yapması için ona verdi. Peygamberimiz bu gerdanlığı görünce çok
duygulandı ve ashab-ı kirama "Zeyneb'in hatırı için esirini serbest
bırakmayı uygun görürseniz öyle yapın." buyurdular.
Peygamberimiz
(s.a.), kızı Zeyneb'i Medine'ye göndermesi şartıyla onu serbest bıraktı.
Ebu'l-As da sözünde durdu ve hanımını Zeyd b. Harise ile Rasulullah'a (s.a.)
gönderdi. Zeyneb hicri ikinci yılda meydana gelen Bedir harbinden sonra
sekizinci senede kocası müslüman oluncaya kadar Medine'de ikâmet etti. Ebu'l-As
müslüman olunca peygamberimiz onu önceki ni-kâhlarıyla, yeni bir mehir
konuşmadan kocasına geri verdi.[28]
Ahmed b. Hanbel İbni Abbas'dan bunu şöyle nakletti: "Zeyneb kocasının
İslâm'a girişinden altı sene evvel hicret etmişti. Rasulullah (s.a.) onu
önceki nikâhı üzere ve yeni mehir ve şahitliğe lüzum görmeden kocası Ebu'l-As a
geri verdi. "[29]
Ayrılışından iki sene sonra geri döndüğünü söyleyenler de vardır.
Abd İbni Humeyd'in Amr b. Şuayb'dan, onun babasından, onun da dedesinden
naklettiğine göre Rasulullah (s.a.) kızını, kocası Ebu'1-As'a yeni bir nikâh ve
yeni bir mehirle geri vermiştir. Yezid b. Harun İbni Abbas hadisinin senet
bakımından daha sağlam olduğunu, ancak tatbikatın Amr b. Şuayb hadisine göre
olduğunu söylemiştir. İbni Abbas hadisine ise cumhur şu cevabı vermiştir:
Muhtemeldir ki henüz iddeti bitmemiş idi. Zira ekseriyetin görüşüne göre koca
müslüman olmadan kadının iddeti biterse mevcut nikâh kendiliğinden sona erer.
2-
"Kocalarının ödedikleri
şeyi onlara verin." Yani müşrik kocalarını terkederek hicret eden mümin
kadınların kocalarının ödedikleri mehirleri onlara ödeyin. Bu gösteriyor ki
Hudeybiye sulhu sadece erkekleri kapsamaktadır. İmam Şafiî'ye göre kocasının
dışındaki akrabaları onu isterse kadın geri gönderilmediği gibi mehir de
ödenmez.
3-
"Mehirleri verirseniz
sizin onları nikahlamanızda üzerinize vebal yoktur.' Yani, ey müminler
mehirlerini verdiğiniz takdirde hicret eden mümin kadınları nikahlamanızda
üzerinize bir vebal ve günah yoktur. Bunun yanında iddetinin bitmiş olması ve
velisinin izni gibi şartlar da bulunması lâzımdır.
4- "Kâfir eşlerinizi
nikâh altında tutmayın." Yani ey müminler müşrik kadınları nikahlamanız ve
mevcut nikâhlarını devam ettirmeniz size haram kılınmıştır. Kimin hanımı kâfir
müşrik ise din ayrılığından dolayı nikâhı sona erdiğinden, o artık onun hanımı
değildir. İslâm'ın ilk zamanlarında müslümanlarla müşrikler arasında
karşılıklı nikahlanma oluyordu. Sonra işte bu ayetle nesh edildi. Bu hüküm
müşrik kadınların haram olduğu konusunda açıktır ve onlara mahsustur. Ehl-i
Kitap olan kadınlara şâmil değildir. Kadın şirkte devam ederse nikâh
kendiliğinden kalkar. İddeti bitmemiş dahi olsa onun kız kardeşiyle veya
beşinci bir kadınla nikâhlan-masına bir mani yoktur.
Daha Önce de geçtiği gibi Misver ve Mervan b. Hakem'den rivayet edilen
sahih habere göre Rasulullah (s.a.) Hudeybiye günü Kureyş kâfirleri ile anlaşma
yaptığı zaman iman eden kadınlardan bazıları Rasulullah'a (s.a.) geldi. Bunun
üzerine "Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldikleri
zaman" ayeti "Kâfir eşlerinizi nikâh altında tutmayın" kısmına
kadar nazil oldu. Bu nazil olunca Hz. Ömer o gün iki tane hanım boşadı. Daha
sonra bunlardan biri Muaviye ile diğeri Safvan ile evlendi.
5- "Siz sarfettiğiniz
şeyi (mehri) isteyin. Onlar da harcadıkları şeyi istesinler. " Yani
hanımlarınız dinden dönerlerse mehirlerini isteyin, onlar da müslümanlar
tarafına hicret eden hanımlarının mehirlerini istesinler. Tefsir alimleri
şöyle dedi: Müslüman kadınlardan dinden dönerek anlaşma yapan kâfirler tarafına
kaçarlarsa, kâfirlere "Bunun mehrini ödeyin." denir, onlardan bir
kadın müslüman olarak gelirse müslümanlara "Bunların mehirlerini kâfir
kocalarına verin." Denirdi.[30]
"Bu Allah'ın hükmüdür. Aranızda o hükmeder. Allah hakkıyla bilendir,
hikmet sahibidir." Yani her iki taraftan mehirlerin geri verilmesi,
Hu-deybiye sulhundaki maddeler ve kadınların bu anlaşmadan istisna edilmesi
gibi yukarıda zikredilenler Allah'ın hükmüdür. Bu hükümler Hudeybi-ye'de taraf
olan müşriklerle ilgilidir. Anlaşmaya girmeyenler bundan hariçtir. Allah her
şeyi bilir, hiçbir şey ona gizli olmaz, kullarının maslahatına neyin uygun
olduğunu çok iyi bilir. Sözlerinde ve fiillerinde derin hikmet vardır, bu
sebeple yalnız hikmetinin muktezası olan şeyi emreder.
İbnü'l-Arabi
şöyle der: "Mehirleri geri verme meselesi sadece o zamana ve o hadiseye
mahsustur. Ümmetin icmaı bu yöndedir."[31]
6-
"Eşlerinizden biri
kâfirlere kaçar da siz de savaşta ganimet elde ederseniz, eşleri gitmiş
olanlara harcadıkları mehir kadar verin. İman etmekte olduğunuz Allah'tan
korkun." Yani eşlerinizden biri müslüman iken dinini terkederek dar-ı
küfre gidip onlara katılırsa, siz de Kureyş'ten veya başka kâfirlerden harpte
ganimet elde ederseniz, hanımı firar etmiş olan kocalara aldığınız
ganimetlerden -eğer müşrikler mehrini kocasına vermeyecek olursa-
sarfettikleri mehir kadar verin. Allah'ın size ceza vereceği bir şey yapmaya
teşebbüs etmekten sakının, Allah'tan korkun, hükümlerini ve dinini tatbik edin.
İbni Abbas ve diğer bazı alimler şunu naklettiler: Muhacirlerden birinin
hanımı kâfirlere katılırsa, ganimet henüz beş hisse yapılarak taksim edilmeden
Rasulullah (s.a.) ganimet mallarından bu şahsın hanımına ödediği mehir kadar
ona ödenmesini emrederdi.
Kısacası, kâfirlerin dar-ı küfre dönen kadınların mehrini göndermeleri
gerekir. Bu mümkün olursa ne alâ, olmazsa kâfirlerden elde edilen ganimet
mallarından o kadının mehri müslüman kocasına ödenir.
Zühri ve Mesruk'tan rivayet edildiğine göre kâfirlere kaçan müslüman
bir kadının mehrini müslümanların kâfirlerden istemesi ve müslüman olup
müslümanlara sığınan kadının mehrini kâfirlerin müslümanlardan istemesi
Allah'ın hükümlerinden biri idi. Bu hükmü müslümanlar kabul etti. Müşrikler
reddetti. Bunun üzerine "Eşlerinizden biri kâfirlere kaçar da..." ayeti
nazil oldu.
Hasan-ı Basri ve Mukatil'in rivayetlerine göre de bu ayet, kocası Abas
b. Temim el-Kuraşî'yi terkederek irtidat edip giden Ebu Süfyan'ın kızı Üm-mü
Hakim hakkında nazil olmuştur. Kureyş'ten bundan başka dinden dönen kadın
olmamıştır. O da daha sonra tekrar İslâm'a dönmüştür.
[32]
Bu ayetler şu hükümlere işaret etmektedir:
1-
Şirk diyarından İslâm
diyarına hicret eden kadınların müslüman-lıklarındaki samimiyet ve doğruluğu
anlamak için onları imtihan etmek vaciptir. İbni Abbas'a göre bu imtihan ona
kocasından nefret ettiği için veya yurdunu değiştirmek veya dünyevî bir
menfaat veya müslümanlardan bir erkeği sevdiği için gelmediğine, bilakis Allah
ve Rasulünü sevdiği için geldiğine dair yemin ettirilmesi şeklinde olurdu. Bu
şekilde yemin ederse Rasulullah (s.a.) kocasına mehrini ve yaptığı masrafı
verir ve o kadını geri göndermezdi. İşte "mümin olduklarını bilirseniz
onları kâfirlere geri döndürmeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da
bunlara helâl olmazlar." ayetinin tatbiki budur.
2- Alimlerin ekseriyetine göre
bu ayet-i kerime, Hudeybiye sulhunda yer alan "Kureyş'ten müslüman olup
müslümanlar tarafına gelenlerin geri verilmesi" şeklindeki hükmün
kadınlara da şâmil olan kadarını neshetmiş-tir. Bu sünnetin Kur'an-ı Kerim'le
neshedilebileceği görüşünde olanlara göredir. Bazılarına göre de bu ayet,
anlaşma metninin sadece erkekleri içine aldığını beyan sadedinde nazil
olmuştur. Bazı alimler de "sulh anlaşmasındaki maddenin umuma (erkek ve
kadın) teşmil edilmesi vahiy yoluyla değil bilakis Rasulullah'ın (s.a.)
içtihadıyla olmuştur. Ve bu içtihadına karşı bir ecir almıştır."
demişlerdir. Bu ayet-i kerime Rasulullah'ın (s.a.) bu içtihadının tasvip
edilmediğinin ifadesidir. Sulhtaki umum ifade eden hükümden maksat "Kureyş'ten
kim velisinin izni olmadan Muhammed'e gelirse geri gönderilir."
maddesidir.
Hanefilere
göre bu hüküm hem erkekler hem de kadınların hepsi hakkında neshedilmiştir.
Devlet reisinin düşmanla "Kendilerine müslüman olarak gelenlerin geri
gönderilmesi" şartını taşıyan bir anlaşma yapması caiz olmaz, çünkü
müslümanm diyar-ı şirkte ikamet etmesi caiz değildir. Buna "Darü'l-harpte
birbirlerinin ateşlerini görecek şekilde müşriklerle beraber oturan her
müslümandan beriyim." mealindeki hadisi delil göstermişlerdir. Bu mecazi
bir ifadedir. Yani müslümanın evini müşriklerin evlerinden uzakta kurması ve
dar-ı İslâm'da müslümanlarla oturması lâzım geldiği ifade edilmektedir. İşte bu
müslümanların müşriklere geri gönderilmeşini neshetmektedir, zira Rasulullah (s.a.)
dar-ı harpte onlarla beraber oturan müslümanlardan beri olduğunu
bildirmektedir.
Maliki ve Şafiî'ye göre bu hüküm mensuh değildir, bu şartı ihtiva eden
bir sulh akdi yapmak caizdir. İmam Şafiî "Böyle bir akit yapmak ancak ya
halifenin veya onun tayin ettiği bir kişinin yetkisindedir, çünkü o bütün
mallarda velayet hakkına sahiptir." demektedir.
3-
Bu imtihan zahirdedir,
hakikatta onların imanının varlığını ancak Allah bilir, çünkü o bütün gizlilere
muttalidir. Hicret eden kadınların mümin olduğu kanaatine varılırsa onları
küfür ülkesine geri göndermek caiz olmaz, çünkü Allah hiçbir mümin kadının bir
kâfirle, hiçbir mümin erkeğin de müşrik bir kadınla nikâhlanmasını helâl
kılmamıştır. Ayrılmalarının sebebi de kadının müslüman olmasıdır, hicret etmesi
değildir. Çünkü Yüce Allah ("Bunlar onlara helâl değildir, onlar da
bunlara helâl olmaz" buyurarak helâl olmayışın illetinin ülke farkı değil
müslüman olmak olduğunu beyan etmiştir.
Ebu Hanife ve Malike göre onları ayıran dâr, yani ülke farkıdır. İbni
Abbas'tan rivayet edildeğine göre ülke farkı nikâh bağını keser.
Buna göre darü'l-harpte bir kadın müslüman olup dar-ı İslâm'a gelse
dar-ı harpteki kâfir kocasından a:TÜmış olur, iddet beklemesi de lâzım gelmez.
Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre ayrılırlar, ama kadın iddet beklemelidir. Daha
sonra kocası müslüman olsa eski hanımını ancak yeni bir nikâhla alabilir.
Süfyan Sevri bu görüştedir.
Maliki ve Şafii'ye göre iddet bitmeden yani üç hayız görmeden kocası
müslüman olursa, o onun hanımıdır. Yani iddet bitmedikçe ayrılık vaki olmaz,
iddet bittikten sonra da ancak yeni bir akitle eski kocasına helâl olur.
4-
Hanımı müslüman olan kâfir
kocasına mehir ve diğer masrafları vermeleri bir ahde vefa olmak üzere
müslümanların üzerine vaciptir. Ta ki o koca hem mal ve hem de eşini kaybederek
iki yönden zarara uğramasın.
5- Kâfir koca mehri talep
etmedikçe tazmin edilmez, koca darü'l-İslâm'a gelmeden kadın ölürse mehri
tazmin edilmez, çünkü mehrin ona verilmesine mani olunması diye bir şey
olmamıştır. Yine mehir şarap ve domuz ise tazmin edilmez, çünkü bunlar şer'an
mal kabul edilen şeyler değildir.
Bu hüküm hakkında İmam Şafii'nin iki görüşü vardır: Birincisi: Bu
mensuhtur. İkincisi: Kocası talep ederse mehir verilir. Kocadan başka diğer
velilerin bunu istemeye hakkı yoktur.
6-
Mehrin ve masrafların
Beytülmalden (devlet hazinesinden) kocalara verilmesi kendisinden talep
edilecek merci devlet reisidir. Mukatil'in dediği gibi bu hüküm sadece
müslümanların sulh yaptığı kavmin kadınlarının mehrinin verilmesi ile
ilgilidir. Sulh yapmayanların mehri zaten geri verilmez. Bu gün de
müslümanların, o önceki haller gibi haller zuhur ederse başkalarıyla aralarında
yapacakları anlaşmalarda bu hükümle amel etmelerinde bir mahzur yoktur. Yani
hanımları müslüman olup İslâm diyarına göç ettikleri takdirde mehir ve
masraflarını vermek şartı üzere onlarla bir sulh anlaşması yaparsak bu ahde
vefa göstermemiz vacip olur.
7-
Müslüman olup hicret eden bu
kadınlar iddetlerini bekledikten sonra müslümanların bunlarla evlenmesi
caizdir. Şayet nikâhtan sonra fakat zifaftan önce müslüman olurlarsa hemen
evlenebilir, çünkü ona iddet beklemesi vacip değildir.
8-
"Kâfir eşlerinizi nikâh
altında tutmayın" ayeti putperest ve müşrik kadınlarla nikâhlanmanm haram
olduğuna delildir. Bu hüküm Ehl-i Kitap olmayanlara aittir. Ehl-i Kitap olan
Yahudi ve hristiyan kadınları nikahlamak caizdir, "...mehirlerini
verirseniz mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap
verilen iffetli kadınlar da... size helâldir." (Maide, 5/5) ayeti buna
delildir.
Bir mecusi veya putperest müslüman olsa, hanımı müslüman olmasa Maliki
mezhebine göre derhal ayrılırlar. İmam Şafii ve Ahmed b. Hanbel'e göre iddetini
tamamlayıncaya kadar mühlet verilir. Ebu Hanife'ye göre hanım müslüman olsa
kocasına müslüman olması telkin edilir, kabul etmezse araları ayrılır.
Bu ihtilaf, zifaftan sonra müslüman olanlar hakkındadır. Ama zifaftan
önce ise aralarındaki nikâh bağı derhal biter, çünkü bu halde kadına iddet
beklemesi lâzım gelmez. İmam Malik'e göre İslâm'dan dönen kadın hakkında da
hüküm aynıdır. Yani derhal ayrılık vaki olur, çünkü ayet-i kerimede
"Kâfir eşlerinizi nikâh altında tutmayın." buyurulmaktadır. İmam
Şafii ve Ahmed'e göre zifaftan önce de olsa kadın iddetini tamamlayıncaya kadar
beklenir.
Kan koca Hristiyan iken hanım müslüman olsa İmam Malik, Şafii ve
Ahmed'e göre iddet sonuna kadar beklenir. Putperestin hanımı müslüman olması
halinde de hüküm aynıdır. Kadının iddeti içinde koca müslüman olursa nikâh
devam eder, yoksa ayrılırlar.
9-
Müslüman bir kadın irtidat
ederek İslâm devleti ile arasında sulh anlaşması olan kâfirler tarafına gitse
onlardan mehri istenir, kâfirlerden bir kadın müslüman olarak İslâm diyarına
hicret etse mehri onlara gönderilir. Bu hüküm Hudeybiye sulhundan sonra
Rasulullah'ın (s.a.) zamanına ait bir hüküm idi.
10- Kâfirler, dinden dönerek
onlara giden müslüman kadının mehrini vermezlerse bunun harp ganimetlerinden
kocasına ödenmesi vacip olur. Katade bunun sadece sulh yapılan kâfirlere ait
bir hüküm olduğunu, sonra "Berae" suresinde nesholunduğunu
söylemiştir. Bazı alimlere göre de halen sabittir
11- Allahu teala şu ayeti
kerimelerle yukarıda geçen hükümlere aykırı davranılmaması konusunda uyarıda
bulunmuştur. Bu, Allahın hükmüdür. Aranızda O hükmeder. iman etmekte olğahtan
kork de haddi aşmaktan sakının buyurmuştur.Allah hakkıyla bilendir, hikmet
sahibidir" iman etmekte olduğunuz Allah'tan korkun." yani
emrolunduğunuz şeylerde haddi aşmaktan sakının buyurmuştur.
[33]
12- Ey peygamber, mümin kadınlar -Allah'a hiçbir şeyi eş tutmamaları,
hırsızhk yapmamaları, zina etmemeleri, evlâtlarını öldürmemeleri, arasında bir
iftira düzüp getirmemeleri, her hangi
bir iyilik hususunda sana asi olmamalan
şartıyla-ana bıatleşmeye geldikleri zaman Matlarını kabul et.Onlar için
Allah'tan mağfiret isteyi-'
ver. Çünkü Allah çok yargılayıcı, esirgeyicidir.
13- Ey iman edenler! Üzerlerine Allah'ın azaP ettit ° kavim ile dost
olmayın ki onlar kâfirlerin kabir ehlinden ümidi kestikleri gibi ahi-retten
ümidi kesmişlerdir.
"Elleriyle ayakları arasında bir iftira düzüp getirmemeleri"
cümlesi "buluntu çocuk"tan kinayedir.
"...kâfirlerin kabir ehlinden ümidi kestikleri gibi..."
cümlesinde mücmel bir teşbih-i mürsel vardır. Ayrıca bu ayetin, surenin ilk
ayetiyle sıkı bağlantısı vardır, çünkü her ikisinde de "kâfirleri dost
edinmek" yasaklanmıştır. Burada (raddülacüz alessadr) (bir ifadenin
başında geçen ibareyi sonra tekrarlama) diye adlandırılan edebî bir sanat
vardır.
[34]
"Ey peygamber! Mümin kadınlar -Allah hiçbir şeyi eş tutmamaları
hırsızlık yapmamaları, zina yapmamaları" kızları diri diri toprağa
gömerek "evlâtlarını öldürmemeleri", kocalarından olmadığı halde
buldukları bir çocuğun nesebini ona nispet ederek "elleriyle ayakları
arasında bir iftira düzüp getirmemeleri", dinin hoş görüp teşvik ettiği
"herhangi bir iyilik hususunda sana asi olmamaları şartıyla- sana
biatleşmeye" sözleşmeye "geldikleri zaman biatlerini kabul et",
verdikleri bu sözlerinde durdukları takdirde karşılıksız bırakma. "Onlar için
Allah'tan mağfiret isteyiver. Çünkü Allah çok yargılayıcı, çok
esirgeyicidir."
"Ey iman edenler! Üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim",
yani genel olarak kâfirler veya özel olarak Yahudiler "ile dost olmayın ki
onlar kâfirlerin" dirileceklerini asla inanmadıkları "kabir ehlinden
ümidi kestikleri gibi", ahireti inkâr ettiklerinden veya o konuda Hz.
Peygamberle inatlaşmaları sebebiyle orada kendilerine bir şey verilmeyeceğini
iyi bildiklerinden dolayı "ahiretten ümidi kesmişlerdir."
[35]
"Ey peygamber! Mümin kadınlar..." ayeti (12. ayet) Mekke'nin
fethinde inmiştir. Rasulullah'a (s.a.) önce erkekler sonra da kadınlar biat
etmiştir. Buhari'nin Urve'den rivayet ettiğine göre Hz. Aişe şöyle demiştir:
Rasulul-lah (s.a.) bu ayette geçen şartlarla hicret eden kadınları imtihan
ederdi. Kim bu şartları kabul ederse ona sözle "Sana biat ettim." der
idi. Hayır, vallahi biat ederken Rasullah'ın eli asla bir kadının eline
dokunmamıştır. Sadece sözle "Bu şartlarla sana biat ettim." der idi.
Sahih-i Müslim'de Hz. Aişe (r.a.)'nin şöyle dediği rivayet edilir:
Mümin hanımlar hicret ettikleri zaman yukarıdaki ayette geçenlerden imtihana
tabi tutulurlardı. Onlardan kim bu "şartlan kabul ederse mihneti (zor sorumlulukları)
kabul etmiş olurdu. Onlar sözle bunları kabul edince Rasu-lullah (s.a.) da
onlara "Gidebilirsiniz, biatinizi kabul ettim." der idi. Hayır,
vallahi Rasullahın eli hiçbir kadının eline asla dokunmamıştır, onlardan sadece
sözle biatlerini alırdı. Hz. Aişe devamla şöyle dedi: "Vallahi Rasulullah
asla bir kadının elini tutmadı. Onlardan biat alırken sadece sözle "Sizin
biatinizi kabul ettim" der idi."
Rivayet olunduğuna göre Rasulullah (s.a.) kadınlarla biat ederken önlerinde
bir kumaş parçası vardı, böylece onlara biat şartlarını söylerdi.
Ahmed b. Hanbel'in Teym kabilesinden Rukayye kızı Emime'den rivayet
ettiğine göre o şöyle dedi: Biat etmek için bir grup kadın arasında Rasulullah'a
gittim. Kur'an-ı Kerim'de geçen "Allah'a hiçbir şeyi eş koşmama, hırsızlık
yapmama..." şartlan üzerine bizden söz aldı ve "Gücünüz yettiği
kadar, tamam mı?" dedi. Biz de "Allah ve Rasulü bize karşı bizden
daha merhametlidir." dedikten sonra "Ey Allah'ın Rasulü! Bizimle
musafaha yapmaz mısınız?" dedik. O da "Hayır, ben kadınlarla musafaha
yapmam, benim bir kadına sözüm yüz kadına sözümdür." Dedi.[36]
Ahmed b. Hanbel'in bir başka rivayetinde "Bizden hiçbir kadınla musafaha
yapmadı." ilâvesi vardır.
İbnü'l Münzir'in İbni Abbas'tan rivayet ettiğine göre Abdullah b. Ömer
ile Zeyd b. Haris'in Yahudilerden birisi ile ahbablıklan vardı. Bunun üzerine
"Ey iman edenler, üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim ile dost
olmayın." ayeti (13. ayet) nazil oldu.
[37]
Rivayet olunduğuna göre Rasulullah (s.a.) Mekke fethi günü erkeklerle
biatleşmeyi bitirdikten sonra kadınların biatini kabul etmeye başladı.
Rasulullah (s.a.) Safa tepesinde Hz. Ömer biraz aşağısında Rasulullah'ın (s.a.)
emriyle kadınların biatini kabul ediyor ve Hz. Peygamber adına onlara tebliğ
ediyordu.
[38]
"Ey peygamber, mümin kadınlar -Allah'a hiçbir şeyi eş
tutmamaları..." Yani Allah ve Rasulüne iman eden kadınlar tevhid ve taat
üzere sana ahit vermek ve biat etmek için gelirlerse onlardan ne bir put, ne
taş, ne melek ve ne de beşer Allah'a hiçbir şeyi eş koşmamak, hırsızlık yapmamak,
çocuklarını öldürmemek, kocalarına onlardan olmayan hiçbir çocuğu nispet
etmemek şartları üzerine biat al. (Zira onlar İslâm'dan önceki cahiliye zamanlarında
kız çocuklarını diri diri toprağa gömerlerdi).
"Her hangi bir iyilik konusunda sana asi olmamak..." Allah'a
itaat ifade eden her şey buna dahildir. Yani ölenin ardından ağıt yakarak
ağlamak, üstünü başını yırtmak, saçını-başını yolmak, yüzünü tırnaklarıyla yırtmak,
kahretmek, mahremi olmayan erkekle baş başa kalmak gibi dinin nehyettiği veya
emrettiği her şey buna dahildir. Ey Nebi! Bu şartlar üzere onların biatini
kabul et, bundan sonra da onların affı için Allah'tan mağfiret talep et. Allah
kullarının günahlarını affedici, onlara merhamet edicidir. İslâm'dan önce
işledikleri günahlar yüzünden onlara azap etmez, Mekke fethi esnasında yapılan
bu ahde, vefa gösterirlerse onlara bol ecir verir.
Rivayet olunur ki Rasulullah (s.a.) kadınlara hitaben "Allah'a
hiçbir şeyi ortak koşmamanız şartı üzere size biat ediyorum." deyince Uhud
günü Hz. Hamza'ya yaptıklarından dolayı Rasulullah'ın (s.a.) kendisini tanımasından
korkan ve bu yüzden yüzünü kapatan Utbe kızı Hind "Vallahi biz putlara
tapmadık, sen erkeklere koşmadığın şartı bize koşuyorsun: Erkeklere sadece
İslâm ve cihad üzere biat alıyorsun." dedi. Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.) "Hırsızlık yapmayacaksınız" dedi. Hind: "Ebu Süfyan çok
cimri bir adam, ben aç kalmayacak kadar onun malından (sormadan) alabilir
miyim?" dedi. Orada bulunan kocası Ebu Süfyan da "Helâl olsun."
deyince Rasulullah (s.a.) Hind'i tanıdı ve güldü "Sen Hind misin?"
dedi. Bunun üzerine Hind "Allah müşrikleri affetsin." dedi.
Rasulullah "Zina etmeyeceksiniz" deyince Hind: "Hür
kadın zina eder mi?" dedi. Rasulullah "Çocuklarınızı
öldürmeyeceksiniz." yani kızları diri diri toprağa gömmeyeceksiniz, kasten
çocuk düşürmeyeceksiniz deyince Hind "Biz büyütüp yetiştirdik, siz Bedir
günü onları öldürdünüz, siz ve ölenler bunu daha iyi biliyorsunuz." dedi.
Hz. Ömer buna çok güldü, Rasulullah (s.a.) da tebessüm etti. Hind bununla Bedir'de
öldürülen oğlu Han-zala'yı kastediyordu.
Rasulullah "Kocanızdan olmayan bir çocuğu ona nispet edip de
iftira atmayın." dediğinde Hind "Vallahi iftira çok çirkin bir iştir,
bize emrettiklerin olgun ve güzel ahlâktan başka bir şey değil." dedi.
Rasulullah (s.a.) "İyi olan (maruf) hiçbir hususta bana asi olmayın"
dediğinde Hind: "Vallahi içimizde herhangi bir hususta sana asi olmak
olsaydı şu mecliste bulunmazdık." dedi.
Burada zina umumidir, Rasulullah (s.a.) bir hadisinde "Eller zina
eder, gözler zina eder, ayaklar zina eder, organ da bunu ya tasdik eder veya
tekzip eder."[39]
buyurmuştur.
Rasulullah (s.a.) "Yanaklarını tokatlayan, yakasını yırtan ve
cahiliye davasına kalkışan bizden değildir."[40]
diyerek ölenin ardından ağıt yakmanın, yas tutmanın haram olduğunu teyit
etmiştir.
Urve b. Zübeyr Hz. Aişe'den şöyle rivayet etti: Utbe kızı Fatıma biat
etmek üzere Rasulullah'a (s.a.) geldi. Rasulullah ayette geçen "Allah'a
şirk koşmama, hırsızlık yapmama, zina etmeme... şartlarını sıralayınca kadın
utancından elini başına koydu. Onun bu hareketi Rasulullah'ın (s.a.) hoşuna
gitti. Hz. Aişe ona: "Hanım! Bunları kabul et, vallahi bizim biat ettiğimiz
şeyler de bunlardan başka değildi." dedi. O da "Evet" dedi.
Rasulullah (s.a.) ayetteki şartlar mucibince ona biat etti.
Bu şartlar sadece kadınların biatine mahsus değildir. Erkekler de bu
şartlar üzerine biat etmişlerdir.
Buhari Ubade b. Samit'ten şunu rivayet etti: Rasulullah'ın (s.a.) yanında
idik. Kadınların biat şartlarını ihtiva eden ayeti okuyarak "Bu şartlar
üzerine bana biat eder misiniz? Sizden kim bu ahdine vefa gösterirse ecri
Allah'a aittir, kim de bunlardan bir şey irtikap eder de cezalandırılırsa bu
ona keffarettir. Kim bunlardan bir şey irtikap eder de Allah onu gizlerse (yani
dünyada cezasını çekmezse) onun işi Allah'a kalmıştır, isterse azap eder
isterse af eder." dedi.
Muhammed b. İshak ve İbni Ebi Hatem'in yine Ubade b. Samit'ten rivayet
ettiğine göre o şöyle dedi: Ben birinci Akabe biatine katılanlar içindeydim,
on iki kişi idik, henüz cihad farz kılınmamıştı. Kadınların biat şartlan yani
ayette zikredilen bu şartlar üzerine biz de Rasulullah'a biat ettik. Rasulullah
(s.a.) da "Eğer sözlerinizde durursanız size cennet vardır."
buyurdular.
Sonra Allah Tealâ surenin başında olduğu gibi sonunda da kâfirleri dost
edinmekten nehyederek şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, üzerlerine Allah'ın gazap ettiği o kavim ile
dost olmayın ki onlar, kâfirlerin kabir ehlinden ümidi kestikleri gibi,
ahiretten ümidi kesmişlerdir." Yani, ey İslâm mesajına iman edenler!
Allah'ın gazap ve lanet ettiği, rahmetinden tardedip uzaklaştırdığı Yahudi,
Hristiyan ve diğer kâfirleri dost, yardımcı ve ahbap edinmeyin. Onlar öldükten
sonra dirilmeye inanmadıkları için ölülerinin dirilmesinden ümidi kestikleri
gibi, Allah'a ve ahiret gününe iman etmek için mevcut bunca delil ve mucizelere
rağmen küfür ve inatları yüzünden ahirete iman edemez hale geldiler ve Allah'ın
ezelî hükmünde ahiret sevabından ve nimetlerinden ümidi kestiler.
İbni Abbas şöyle dedi: Allah Tealâ, Hatıb b. Ebi Beltea'yı kastederek
"Yahudileri ve müşrikleri dost edinmeyin." buyurdu. Bir kısım fakir
müslü-manlar Yahudilerden birtakım ihtiyaçlarını temin edebilmek için
müslü-manların haberlerini onlara aktarıyorlardı, bundan nehyolundular. Yahudiler
Rasulullah'ı (s.a.) çok iyi tanıdıkları halde iman etmediler ve bu sebeple
ahiretlerini ifsad ettiler. Öldükten sonra dirilmeye iman etmeyen kâfirlerin,
ölülerinin diri olarak geri dönmesinden ümidi kestikleri gibi ahiretten ümidi
kestiler. Onların bu ümitsizliğinin sebebi Rasulullah'ın (s.a.) peygamberliğini
yalanlamalarıdır.
[41]
İlk ayet Allah'a şirk koşmanın, hırsızlığın, zinanın, cahiliye devrinde
yaptıkları gibi kız çocuklarını diri diri toprağa gömmenin, buluntu çocukların
babalarından başkasına nispet edilmesinin, emir ve yasaklarda Allah'ın dinine
isyan etmenin haram olduğuna delâlet etmektedir.
Bu ayet-i kerimede dinde nehyedilen esaslar açıkça beyan edilmiştir ki
bunlar altı tanedir. Burada zikredilmeyip emredilen esaslar da altıdır. Bunlar:
Kelime-i şehadet, namaz, zekât, oruç, hac ve cünüblükten çıkmak için gusül
almaktır. Burada sadece nehyedilenler, zikredilmiştir. Çünkü ne-hiy her zaman
ve mekânda daima vardır, dolayısıyla bu daimi şartlara dikkat çekilmesi daha önemli
ve daha gerekli olmaktadır. Bu hususlar üzerine biat sadece kadınlara
yapılmamıştır. Nitekim birinci Akabe biatında ensar-dan yine bu şartlar üzerine
biat alınmıştır. Dolayısıyla bu hüküm hem kadınlara hem erkeklere şâmildir.
İkinci ayet-i kerime kâfirleri dost edinmenin, müslümanların haberlerini
ve sırlarını onlara aktarmanın ve onları dost ve ahbap edinmenin haram
olduğunu teyid etmiştir. Çünkü müslümanların maslahatı konusunda onlara güvenilmez, bilakis müslümanlara
hiyanet ederler ve bunu onlarla yaptıkları savaşlarda ortaya koyarlar. Kâfirler
ahireti inkâr eden, öldükten sonra dirilmeye ve hesap verileceğine inanmayan
bir güruhtur. Kabirdeki ölülerinin dirilip dünyaya dönmelerinden ümidi
kestikleri gibi ahirette sevap alacaklarından da öyle ümidi kesmişlerdir.
[42]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/385.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/385.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/385-386.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/387.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/387-388.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/388-389.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/389-391.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/391-392.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/393.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/394.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/395.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/395.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/395-398.
[14] Tirmizi Simen'inde, Beyhaki
Şuabu'l-îmah'da Ebu Hureyre'den Taberani Abdullah b. Amr'dan, Darakutni
îfrad'da, Beyhaki Şuabu'l-İman'da Ali'den Buhari Edebü'l-Müfred'de Ali'den
mevkufen rivayet etmişlerdir. Hadis hasendir.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/398-399.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/400.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/400.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/400-401.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/401.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/401-402.
[21] Kurtubî, XVIII/59.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/402.
[23] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/403.
[24] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/403-404.
[25] Vahidî, Esbâbün-Nüzul, s.
241.
[26] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/404-405.
[27] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/405.
[28] İbni Kesir, IV/351.
[29] Ebu Davud, Tirmizi ve İbni
Mace de rivayet etmişlerdir.
[30] İbnü'l-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1786.
[31] a.g.e. Kurtubî, XVIII/68.
[32] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/405-409.
[33] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/409-412.
[34] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/413.
[35] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/413-414.
[36] Ayrıca bunu Tirmizi, Nesei,
İbni Mace, İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim de rivayet etmiştir.
[37] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/414.
[38] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/415.
[39] Müslim'in Ebu Hureyre'den
rivayetinde bu hadis şu lafızlarla gelmiştir: "Her insana zinadan bir pay
yazılmıştır, çaresiz onu yapar: Gözler, zinası bakmaktır, kulaklar, zinası
dinlemektir, dil, zinası konuşmaktır, eller zina eder onların zinası tutmaktır,
ayaklar zina eder onların zinası zinaya yürümektir, kalp arzu ve temenni eder.
Organ bunu tasdik veya tekzip eder."
[40] Ahmed, Buhari, Müslim,
Tirmizi, Nesei ve İbni Mace İbni Mesud'tan rivayet etmişlerdir.
[41] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/415-417.
[42] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/417-418.