Sure: "Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir duvar gibi saf
bağlayarak savaşanları sever." ayetinde geçen "saff' kelimesinden
dolayı bu ismi almıştır.
[1]
Bu surenin önceki sure ile münasebeti şu iki hususta görülür:
1-
Önceki sure hem başında, hem
aralarda, hem de sonunda kâfirlerle dostluğu nehyetmişti. Bu sure ise
düşmanların karşısında ümmetin birlik olmasını ve bir tek saf halinde durmasını
emretmektedir.
2-
Önceki sure, savaş hali
dışında, ister İslâm devleti içinde ister dışında olsun, müslümanlarla gayr-i
müslimler arasındaki ilişkilere ait hükümlerden bahsetmişti. Bu sure ise
mevcut düşmanlık sebebiyle cihada teşvik etmekte ve cihadı terkedenleri
kınamakta, onları peygamberlerine asi olan İsrailoğullan'na benzetmektedir.
Zira onlar önce kendilerini cihada çağıran Musa (a.s.)'ya, sonra da mucizeler
ve deliller göstererek kendisine ve bilahare geleceğini müjdelediği Muhammed
(s.a.) tabi olmalarını isteyen İsak (a.s.)'ya isyan etmişler, emrine
uymamışlardı.
[2]
Bu surenin konusu ve üzerinde durulan en önemli husus, savaş ve
düşmanlara karşı cihad, Allah yolunda canını feda etme ve mücahidlerin alacağı
büyük sevaplardır. Bütün bunlar Medine'de inmiş olan diğer surelerde de
görülen şer'i hükümlerdendir.
Sure, Allah Tealâ'yı teşbih ve tenzih ederek, sureyi indirenin azametine
dikkat çekerek başlamış, Hakkin nurunun yükselmesi, kelime-i tevhidin
yücelmesi için surede tavsiye edilen İslâm ümmetinin birliğinin muhafaza
edilmesinin ve düşmanlarla savaşırken tek bir saf halinde durmasının farz
olması gibi hususların önemini beyan etmiş, sonra da sözü ile fiili birbirini
tutmayanları kınamıştır.
Sonra, peygamberleri Musa (a.s.) ve İsa (a.s.)'nm emirlerine karşı gelen
İsrailoğulları'nın yaptığı gibi muhalefet edip isyan etmekten, tefrika çıkarmaktan
sakındırmıştır. Zira Musa (a.s.) onlara inkarcılarla savaşmalarım, İsa (a.s.)
kendisinden sonra gelecek Ahmed'e (s.a.) tabi olmalarını emretmişti -ki bu
O'nun geleceğinin bir müjdesidir-. Sonra "Allah'ın nurunu ağızlarıyla
söndürmek istiyorlar." ayetiyle bunu yapmak isteyenlere müşrikleri misal
olarak göstermiştir.
Bunun peşinden İslâm'ın zaferinin, onun diğer dinlere karşı galip ve
üstün geleceğinin müjdesini zikretmiştir.
Sonra hidayet yolunu tarif etmiş, ebedî saadet yolunu ve uhrevî cezadan
kurtulmanın çaresini açıklamıştır ki bu ancak Allah ve Rasulüne imanı ilân
edip, malı ile canı ile Allah yolunda cihad etmekle mümkündür. Sonra bu cihadın
birer semeresi olan dünyada zafer ile ahirette mücahidle-rin alacağı sevaptan
bahsetmiş, havarilerin İsa (a.s.)'ın dinine yardım ettikleri gibi Allah'ın
dinine yardım edilmesini emretmek suretiyle de bunu tekit etmiştir. Surenin
sonunda zikredilen Allah'ın dinine yardım etmeye davet emri ile surenin başı ve
sonu arasındaki münasebet sağlanmıştır.
[3]
Ahmed b. Hanbel'in rivayetine göre Abdullah b. Selâm şöyle dedi:
Hangimiz gitsin de Rasulullah'a hangi amelin Allah'a daha sevimli olduğunu
sorsun, diye müzakeresini yaptık. Kimse kalkıp gitmedi. Sonra Rasulul-lah
(s.a.) bizi teker teker çağırıp topladı ve bize Saff suresinin tamamını okudu.
Tirmizi'nin yine Abdullah b. Selam'dan rivayet ettiğine göre o şöyle
dedi: Ashabdan bir grup insan oturmuştuk. Hangi amelin Allah'a daha sevimli
olduğunu bilsek onu yapardık, diye konuşuyorduk. Bunun üzerine Saff suresi indi
ve Rasulullah (s.a.) bize onu okudu.
[4]
1- Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ı teşbih eder. O üstündür,
hikmet sahibidir.
2- Ey iman edenler! Yapmayacağı-
3- Yapmayacağınız şeyi söylemeniz,
Allah yanında şiddetli bir buğza se- bep olur.
4- Allah kendi yolunda kenetlenmiş
bir yapı gibi saf bağlayarak sava-şanları sever.
"Yapamayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?" sorusu tevbih ve
inkâr sorusudur, yani yapılanı ayıplama, kınama ve reddetmeyi ifade eder. Yukarıdaki
soru cümlesi ile "yapmayacağınız şeyi söylemeniz" cümlesi arasında, yaptıklarının
çok çirkin olduğunu göstermek için tekrar eden lafızdan dolayı itnab vardır.
"kenetlenmiş bir yapı gibi" cümlesi mufassal teşbih-i
mürseldir. Vech-i şebeh (benzeme yönü) zikredilmemiştir ki o "metanet ve
kaynaşmada" bir yapıya benzemeleridir.
[5]
"Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ı teşbih eder."
cümlesinde "hep-si'ni ifade etmek için Arapçada teşbih edecek canlı
varlıkları ifade eden "men" edatı yerine, cansız varlıkları işaret
eden "ma" edatının getirilmesi varlıkların çoğunun cansız olmasından
dolayıdır.
"O üstündür" mülkünde hükümranlık ve güç sahibi, yaratmasında
ve varlıkların işlerini düzenlemede "hikmet sahibidir."
"Ey iman edenler! Yapamayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"
Burada maksat, müslümanlar Uhud savaşında yenilmelerine rağmen bazılarının
abartılı ifadelerle cihad istemelerini, yaparız ederiz demelerini kınamaktır.
"Yapamayacağınız şeyi söylemeniz, Allah yanında şiddetli bir
buğza" ve öfkeye "sebep olur."
"Allah Tealâ kendi yolunda" tuğlaları "kenetlenmiş bir
yapı gibi saf bağlayarak savaşanları sever", onlara ikram eder, yardımda
bulunur.
[6]
Daha önce de geçtiği gibi sahih olduğunu söyleyen Tirmizi ile Hakim ve
Darimi'nin rivayetlerine göre Abdullah b. Selâm şöyle dedi: Rasulul-lah'ın ashabından
bir grup oturmuş müzakere ediyorduk ve aramızda amellerden hangisinin Allah'a
daha sevimli geldiğini bilsek onu yaparız, diyorduk. Bunun üzerine bu sure
nazil oldu. Hemen Rasulullah (s.a.) bizi çağırıp onu bize okudu.
İbni Cerir'in naklettiği benzer bir rivayette İbni Abbas şöyle diyor:
Ci-had farz kılınmadan evvel idi. Müminlerden bir grup insan aralarında
"Allah hangi amelin kendisine daha sevimli olduğunu bize bildirse de onu
yapsak." diye konuşuyorlardı. Hemen Allah Tealâ peygamberine şunu bildirdi:
Allah'ın en sevdiği amel şüphesiz Allah'a iman, Allah'a imanı reddeden asilere
karşı cihad ve peygamberinin peygamberliğini ikrar etmektir. Cihad emri gelince
de müminlerden bazılarının hoşuna gitmedi ve tatbiki zor geldi. Bunun üzerine:
"Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz." ayeti nazil oldu.[7]
Abdullah b. Revaha'nın şu sözü de bunu teyid etmektedir: "Allah'ın
en çok sevdiği ameli bilseydik onu yapardık dediler, cihad emri nazil olunca da
bu hoşlarına gitmedi."
[8]
"Göklerde ve yerdekilerin hepsi Allah'ı teşbih eder. O üstündür,
hikmet sahibidir." Yani akıl sahibi olsun veya olmasın, göklerde ve
yerdeki varlıkların hepsi Allah'ı teşbih eder, Onun azametini, kudretini,
vahdaniyetini ve bütün kemal sıfatlarını kabul eder. O kuvvetlidir, galiptir ve
mağlup edilmesi mümkün olmayacak şekilde kullarının üzerinde hakimdir, işlerinde
ve sözlerinde, yarattıklarını idare etmede ve onları irşad edip işlerini
yönlendirmede hikmet sahibidir.
Sonra Allah Tealâ ahlakî ve amelî faziletleri tavsiye ederek şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler, yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?"
Yani Allah'a ve peygamberine iman edenler, niçin söylediğinizin aksini
yapıyorsunuz? Bu, söz verip de sözünde durmayanlara karşı bir cevaptır. İbni
Kesir şöyle dedi: Selef alimlerinden, vaad edilen şey ister kişinin lehine
ister aleyhine olsun yerine getirilmesinin vacip olduğunu söyleyenler, bu ayeti
delil getirmişlerdir. Ayrıca Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği şu hadisi de
hüccet almışlardır: Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Münafığın alâmeti üçtür:
Söz verdiği zaman sözünden döner, konuştuğu zaman yalan söyler, emanete hıyanet
eder." Bir başka sahih hadiste şöyle buyurur: "Şu dört şey kimde
bulunursa halis bir münafık olur. Bunlardan bir tanesi bulunursa onu
terkedinceye kadar o kişide münafıklık özelliklerinden biri vardır."
Rasulullah sözünden dönmeyi de bunların arasında zikretti.
İmam Malik'e göre vaadedip söz veren kişi vaadettiği şahsı bir sıkıntıya
düşürecekse, mesela "Evlen, sana her gün şu kadar para vereceğim." dese,
o da buna güvenerek evlense bu vaadinde durması vaciptir, çünkü buna bir insan
hakkı taalluk etmiştir.
Cumhura göre vaadine vefa göstermek her ne kadar manevî ve insanî
açıdan vacip olsa da kazaen (mahkeme nazarında bir hak ifade etmesi açısından)
vacip olmaz. Yine bu ulema bu ayeti de şöyle anladılar: Bu ayet bazılarının
üzerine cihadın farz olmasını temenni etmeleri ve farz olunca da bir kısmının
bu vaadden dönmeleri üzerine nazil olmuştu. Dolayısıyla burada vaadinde
durmanın vücubuna dair bir delâlet yoktur. Şu ayet-i kerimeler de bunun
benzeridir: "Kendilerine "Ellerinizi (savaştan) çekin, namazı
dosdoğru kılın, zekâtı verin." denilen kimselere bakmaz mısın? Şimdi onların
üzerine muharabe farz kılınınca içlerinden bir zümre, insanlardan Allah'tan
korkar gibi, hatta daha şiddetli bir korku ile korkuyorlar. Onlar "Ey
Rabbimiz! Üzerimize şu muharebeyi niçin farz kıldın1? Bizi yakın bir zamana
kadar geciktirmeli değil miydin." dediler. De ki: "Dünyanın faydası
pek azdır, ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Siz hurma çekirdeğinin
ince ipliği kadar bile haksızlığa uğratılmayacaksınız."
"Nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş yüksek kalelerde
bulunun ölüm size yetişir." (Nisa, Alil-İS).
"İman etmiş olanlar "Keşke cihad hakkında bir sure indirilmiş
olsaydı" derler. Hükmü açık bir sure indirilip onda savaş zikredilince de
kalplerinde bir maraz olanların sana, ölümden dolayı bayılmış kişinin bakışı
gibi baktıklarını görürsün." (Muhammed, 47/20).
Sonra Yüce Allah sözü ile fiili birbirini tutmayanları zemm ederek
şöyle buyurdu:
"Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah yanında şiddetli bir buğza
sebep olur." Yani söylediğiniz sözü bırakıp başkasını yapmanız büyük bir.
günahtır. Zira sözden dönme, enaniyeti sevmenin, başkalarının çıkarını, onurunu
ve vaktini hiçe saymanın, fertler ve cemaatler arası güveni ihlal etmenin bir
göstergesidir. Sözden dönme dönen için ne kadar kötü ve çirkindir. İşte bu
yüzden bütün insanlar nazarında kötü olduğu ve nefretle karşılandığı gibi
Allah nezdinde de şiddetle buğz edilen ve cezalandırılan bir hareket
sayılmıştır.
Savaşı terkedip kaçanları kötüleyip kınamasına mukabil Allah cihada
koşanları methederek şöyle buyurdu:
"Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir yapı gibi saf bağlayarak
savaşanları sever." Yani Allah savaşanlardan razı olur, bir saf halinde,
arada boşluk kalmaksızın birbirine kenetlenmiş muhkem bir yapı gibi, yerlerinden
oynatılamayan sıralanmış kütleler halinde Allah yolunda savaşanlara sonsuz
sevaplar verir.
Bu ayet-i kerimede şu hususlara işaret edilmektedir: Düşmanlarıyla
savaşırken müminlerin nasıl bir ve bütün halinde duracakları, değişik bir üslûp
ile cihada teşvik, müminlerin kuvveti ve Allah'ın emrini yerine getirme
konusunda asla gecikmeksizin titizlik göstermeleri, savaş meselesinin ciddiyet,
dikkat ve itina, birlik ve kararlılık içinde ve dayanışma halinde uygulanması
lazım geldiği, gevşeklik göstermeden büyük bir gayret ve azimle sürdürülüp,
düşmanın ölümden asla korkmayan kararlı kalplerle karşılanması gerektiği...
İşte kuvvetli ümmetler şerefini böyle korur, heybet ve haysiyetini böyle
pekiştirir, başkalarının saygısını böyle kazanır.
[9]
Bu ayetler şu hususlara işaret eder:
1- Göklerde ve yerde her şeyin
Allah'ı teşbih, tenzih ve temcid etmesi (yüceltmesi), O'nun Rab olduğuna,
vahdaniyetine, azametine, kudretine ve bütün kemâl sıfatlarıyla muttasıf
olduğuna delildir.
2-
"Yapmayacaklarınızı
niçin söylüyorsunuz?" ayeti, içinde ibadet ve taat bulunan bir işi yapmayı
taahhüt eden herkesin üzerine buna vefa göstermeyi vacip kılmaktadır. Zira kim
kendi iradesiyle bir şeyi taahhüt ederse seran da onu yapması lâzım gelir.
Bunler iki kısımdır:
a) Nezir=adak: Bu da iki
çeşittir. Birincisi: "Allah için şu kadar oruç veya namaz veya sadaka
üzerime farz olsun." gibi herhangi bir şarta bağlı olmayan ibadet
nezirleri. Bunun mutlaka yerine getirilmesi lâzım geldiğinde icma vardır.
Diğeri de mesela "Gurbetteki filanım gelirse" veya "Allah beni
şu işin şerrinden kurtarırsa üzerime şu kadar sadaka vacip olsun." gibi
bir şarta bağlı olan nezirler. Alimlerin çoğunluğuna göre bunun da yerine
getirilmesi lâzımdır. Bazılarına göre de lâzım gelmez. Ayet-i kerime çoğunluğun
görüşüne delildir. Çünkü ayet mutlak ifadesiyle ne şekilde olursa olsun
yapmayacağı şeyi söyleyen herkesi zemmetmektedir. İmam Şafii'ye göre
"Filanla konuşursam Allah için oruç tutmak üzerime farz olsun" gibi
ibadet ve nezir kastedilmeyen öfke ve husumet ifade eden nezirlerin yerine
getirilmesi vacip değildir.
b) Vaad=söz verme:
"Evlenirsen sana bir dinar yardım ederim." veya "bir şey satın
alırsan sana şu kadar para veririm." gibi vaatler bir sebebe bağlı ise
fakihler bunun yerine getirilmesi lâzım geldiğinde ittifak etmişlerdir.
Mücerred bir vaatten ibaret ise yukarıda geçen ayetin nüzul sebebine bakılarak
yine de yerine getirilmesi lâzım gelir denilmiştir. Lâzım gelmez diyenler de
vardır. İbnü'l-Arabi ve Kurtubi: "Bana göre sahih olan görüş bir mazeret
hali hariç her halükârda vaadin yerine getirilmesi vaciptir"[10]
demişlerdir.
3- Vaadde=sözden dönme seran
kötü, günah ve cezayı celbeden bir harekettir.
4- Allah Tealâ kendi yolunda
bir saf halinde, yani birbirine kenetlenmiş şekilde savaşanlardan razı olur.
Bu, Allah yolunda cihad ederken sebat etmenin, bir bina gibi yerinden kımıldamamanın
vacip olduğuna delâlet eder.
Buradaki saf halinde olmaktan her zaman düşman karşısında tek saf
halinde sıralanmanın gerektiği anlaşılmamalı. Elbetteki duruma ve şartlara
göre düşmanla ne şekilde çarpışılması gerekiyorsa öyle çarpışılmalı. Saftan maksat
birbirinize kenetlenmiş ve sebatlı bir şekilde çarpışmaktır.
[11]
5- Hani Musa kavmine: "Ey kavmim! Benim size hakikaten Allah'ın
peygamberi olduğumu bildiğiniz halde niçin bana eza veriyorsunuz." demişti.
İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman Allah da onların kalplerini döndürdü. Allah
fasıklar güruhuna hidayet etmez.
6- Meryem oğlu İsa da bir zaman (şöyle) demişti: Ey İsrailoğulları! Ben
size Allah'ın peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik edici, benden sonra
gelecek bir peygamberi de -ki adı Ahmed'tir- müjdeleyici olarak (geldim). Fakat
o kendilerine açık açık burhanlar getirince "Bu apaçık bir büyüdür."
dediler. Allah zalim kavme hidayet vermez.
7- Kendisi İslâm'a davet edilip dururken, Allah'a karşı yalan uydurandan
daha zalim kimdir? Allah zalimler güruhunu muvaffak kılmaz.
8- Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar. Halbuki
Allah -kâfirler hoşlanmasa da- kendi nurunu tamamlayıcıdır.
9- O, peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. Çünkü O -müşrikler
hoşlanmasa da- bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır.
"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar."
cümlesinde istiare vardır. Lini ortadan kaldırmaya çalışan, ağzıyla güneşi söndürmek
isteyene benzetilmiş, "Allah'ın nuru", "Allah'ın dini"
manasına kullanılmıştır.
[12]
Hz. Peygamber (s.a.)'in emrine uymayan ve cihadı terkedenleri yermek ve
bunların da Musa peygambere aykırı davrananlara benzediğini hatırlatmak için
Allah Tealâ şöyle buyurdu: "Hani Musa kavmine: "Ey kavmim! Benim
size" gösterdiğim mucizelerden sonra "hakikaten Allah'ın peygamberi
olduğumu bildiğiniz halde" emrime uymayıp, cihadı terkederek isyan etmek
suretiyle "niçin bana eza veriyorsunuz?" demişti. Musa (a.s.)'yı üzen
şeylerden biri de kavminin ona fıtık olmuş, husyeleri şişmiş diye iftira atmalarıdır.
"Bildiğiniz halde" ifadesinde İsrailoğullannın son derece cahil bir
toplum olduğuna işaret vardır. Çünkü Allah'ın elçisine saygı göstermek yerine
rahatsız ederek yapılması gerekenin tam tersini yaptılar. "İşte
onlar" Musa'ya eza ederek, getirdiği hak ve hidayet yolundan çıkarak
"sapıp eğril-dikleri zaman Allah da onların kalplerini döndürdü" hak
ve hidayeti kabulden çevirdi. "Allah Tealâ fasıklar güruhuna hidayet
etmez" itaatten çıkan inkarcıları, hakkı veya cenneti tanıma konusunda
başarılı kılmaz.
Ya Muhammed yine hatırla! Hani "Meryemoğlu îsa da bir zaman (şöyle)
demişti: "Ey İsrailoğulları! Ben size" gönderilmiş "Allah'ın
peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ı" ve Zebur'u "tasdik edici,
benden sonra gelecek bir peygamberi de -ki adı Ahmed'dir- müjdeleyici olarak
(geldim)." Peygamberimizin isimlerinden biri de Rabbini en çok öven
anlamına gelen Ahmed'dir. "Fakat o kendilerine açık açık burhanlar"
deliller, alâmetler ve mucizeler "getirince" bu "apaçık bir
büyüdür" dediler. Allah zalim" kâfir "kavme hidayet vermez"
onları kurtuluşa yönlendirmez.
"Onlar" sihirdir, şiirdir, kehanettir diyerek
"ağızlarıyla Allah'ın nurunu" yani dinini veya kitabını ve Rasulullah'ın
getirdiği hakkı "söndürmeye yelteniyorlar." bunu istiyorlar.
"Halbuki Allah, kâfirler" bu davetin her tarafta yayılmasından
"hoşlanmasalar da kendi nurunu tamamlayıcıdır" dinini galip getirip
her yere yayacaktır.
"O, peygamberini hidayet" (Kur'an veya mucizeler) ve hak din
ile gönderendir. Çünkü o, içinde yalnız Allah'ın birliğine ve şirki yok etmeye
yönelik davet olduğu için "müşrikler hoşlanmasa da bunu diğer bütün
dinlerden üstün kılacaktır."
[13]
"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar."
ayetinin (8. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Maverdi'nin Ata'dan, onun da
İbni Abbas'dan nakletiğine göre Rasulullah'a (s.a.) gelmekte olan vahiy kırk
gün kesildi. Ka'b b. Eşref Yahudilere: "Müjde! Allah, Muhammed'e indirmekte
olduğu nuru söndürdü, zaten Allah onun bu işini tamamlayacak değildi."
dedi. Hz. Peygamber buna üzüldü. Bunun üzerine "Onlar ağızlarıyla
Allah'ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar" ayeti nazil oldu ve bir
daha vahiy hiç kesilmedi.[14]
Yüce Allah cihada teşvik edip savaşı terkederek geri duranları zemmettikten
sonra, müminlere Musa (a.s.) ile kavmi arasında geçen kıssayı hatırlatıyor:
Musa (a.s.) "Ey kavmim! Mukaddes toprağa girin" (Maide, 5/21) diyerek
onları zalimlerle savaşmaya davet ettiğinde onlar emrine uymamışlar ve isyan
etmişlerdi. Allah Tealâ, İsrailoğullan'nın peygamberlerine yaptığını
müminlerin Hz. Peygambere yapmamaları için bunu nakletti. Sonra yine
İsrailoğulları ile İsa (a.s.) arasında geçen kıssayı hatırlattı: İsa (a.s.)
onlara açık açık deliller ve mucizeler getirdiğinde ve kendisinden sonra Ahmed
adında bir peygamberin geleceğini onlara müjdelediğinde ona tabi olmayıp
reddetmişlerdi. Bu iki kıssanın bir arada zikredilmesinin sebebi, Musa ve İsa
(a.s.)'nın her ikisinin de İsrailoğulları'na gönderilmiş peygamberlerden
olmaları ve muhalefet edenlerin de aynı İsrailoğulları olmasıdır.
Sonra Allah Tealâ Hz. Peygamberin İslâm'a davetine icabet etmeyip
mucizelerin sihir olduğunu söyleyerek Allah'a iftira eden o asi müşrikleri
yerdi. Sonra onların bu iftiradan hedeflediklerini zikretti ki bu, Allah'ın dinini
ortadan kaldırıp nurunu söndürmektir. Halbuki Allah nurunu tamamlayacak ve
dinini diğer bütün dinlere üstün kılacaktır.
[15]
Yüce Allah, Musa (a.s.) ve İsa (a.s.) peygamberlerin kavimlerinin onlara
yaptıkları muhalif hareketleri, bu ümmetin Rasulullah'ın (s.a.) emirlerir ne
karşı yapmamaları için uyararak şöyle buyurdu:
"Hani Musa kavmine: "Ey kavmim! Benim size hakikaten Allah'ın
peygamberi olduğumu bildiğiniz halde niçin bana eza veriyorsunuz."
demişti." Yani, ey Muhammed, Musa (a.s.)'nın kavmi Beni İsrail'e söylediği
"Ey kavmim! Allah'ın üzerinize farz kıldığı hükümlerden benim size
emrettiklerime uymamak, hakkımda kötü ve çirkin şeyler söylemek suretiyle beni
niçin üzüyorsunuz, halbuki siz benim peygamberliğim icabı size getirdiğim
emirlerde doğru olduğumu yakinen biliyorsunuz, peygambere saygı gösterilir.
Benim peygamberliğimi ispat eden mucizelerimi de görüyorsunuz." dediğini
sen de kavmine hatırlat.
"Ey iman edenler! Siz de Musa'yı incitenler gibi olmayın. Nihayet
Allah onu dedikleri şeyden temize çıkardı. O, Allah katında itibarlı
idi." (Ah-zab, 33/69) ayet-i kerimesinde de görüldüğü gibi bu, müminlere
bir öğretme ve Musa (a.s.)'ın rahatsız edildiği gibi onların da
peygamberlerine ezavermemeleri yönünde bir yasaklamadır. Ayrıca burada
Rasulullah'm (s.a.) ister kendi kavminden ister başkalarından olsun kâfirlerden
gördüğü sıkıntılara karşı ona bir teselli ve bir "sabret" emri
vardır. Nitekim Rasulul-lah (s.a.): "Allah Musa'ya rahmet eylesin, bundan
daha fazla eza edildi, yine de sabretti." buyurmuşlardı.
"İşte onlar sapıp eğrildikleri zaman Allah da onların kalplerini
döndürdü. Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez." Yani İsrailoğulları
Hakkı terkedip peygamberlerine uymayıp ona eza verdikleri zaman Allah da
kalplerini hidayetten uzaklaştırdı, Hakk'tan çevirdi ve işlediklerinin bir cezası
olarak şüphe ve tereddütte bıraktı. Şu ayet-i kerime de bunu ifade etmektedir:
"Onlar, evvelce indirilenlere iman etmedikleri gibi (bundan sonra da iman
etmeyeceklerdir.) Biz onların gönüllerini ve gözlerini çevirmiş, kendilerini
azgınlıkları, taşkınlıkları içinde serseri ve şaşkın halde terketmiş
bulunuyoruz." (En'am, 6/110)
Allah Tealâ peygamberlerini inkâr edip onlara isyan eden kâfir kavimlere
Hakk'ı bulmakta yardımcı olmaz, hidayeti göstermez.
"Meryem oğlu İsa da bir zaman (şöyle) demişti: Ey İsrailoğulları
ben size Allah'ın peygamberiyim. Benden önceki Tevrat'ı tasdik edici, benden
sonra gelecek bir peygamberi de -ki adı Ahmed'dir- müjdeleyici olarak (geldim)."
Yani, ey Muhammed! Sen de kavmine İsa'nın haberini söyle. Hani o şöyle demişti:
Ey İsrailoğulları! Ben size İncil'i getiren Allah'ın elçisiyim, size Tevrat'a
muhalif bir şey getirmedim, bilakis onu teyid ediyor, ikmal ediyorum. Öyle ise
bana nasıl asi oluyor, benden nasıl kaçıyor ve bana nasıl muhalif
davranıyorsunuz? Tevrat nasıl ki benim geleceğimi müjdelemiş ve ben onun verdiği
haberin doğruluğunu gösteriyorsam, ben de benden sonra gelecek birisini
müjdeliyorum ki o, adı Ahmed olan, Mekke'li, Arap asıllı, ümmi olan bir
peygamberdir. Ahmed'in manası, kendisinde bulunan güzel hasletler sebebiyle
başkalarından daha çok övülen kişi demektir. İşte nasıl ki İsa (a.s.)
İsrailoğulları'na gelen peygamberlerin sonuncusu ise kendisinden sonra risalet
ve nübüvvet olmayan Muhammed (s.a.) de rasullerin ve nebilerin sonuncusudur.
Buhari ve Müslim'in Cübeyr b. Mut'ım'dan rivayet ettiklerine göre o
şöyle dedi: Rasulullah (s.a.)'ı dinledim şöyle diyordu: "Benim birden
fazla ismim vardır: Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Allah'ın kendisi sebebiyle
küfrü mahvedip sildiği Mâhi'yim, ben Haşir'im yani insanlar benim peşimde
toplanacaklar ve ben Âkib'im yani nebilerin sonuncusuyum." Müslim ve Ebu
Davud et-Teyalisî'nin Ebu Musa el-Eşarî'den rivayetine göre o şöyle dedi:
Rasulullah bizatihi kendisi bize isimlerini saydı. Bunlardan unutmadıklarımız
şunlardır: Rasulullah (s.a.) "Ben Muhammed'im, ben Ahmed'im, ben Haşir'im,
Mukfi (son peygamber)im, rahmet, tevbe ve mel-hame (cihad)peygamberiyim."
buyurdular.
Ka'b el-Ahbar'dan nakledildiğine havariler İsa peygambere: "Ey Allah'ın
ruhu bizden sonra ümmet gelecek mi?" dediler, o da "Evet, Muham-med'in
ümmeti gelecektir. Onlar hikmet ve ilim sahibi, iyilik ve takva sahibidirler,
sanki onlar fıkıhta nebiler gibidir. Allah'ın verdiği azıcık rızıkla O'ndan
razı olurlar, Allah da onların az ameline razı olur."
Tevrat'ın beşinci sifrinin yirminci faslında şöyle denilmektedir: Allah
Sina'dan geldi, Sair'den tecelli etti, Faran dağlarından zuhur etti." Sina
vahyin Musa (a.s.)'ya, Sair İsa (a.s.)'ya, Faran da (Mekke dağlan) vahyin
Muhammed (s.a.)'e indiği yerlerdir.
Yuhanna İncili'nin onbeşinci faslında şöyle denilmektedir: "Mesih
Ye-su şöyle dedi: Şüphesiz "Faraklit" babamın göndereceği hakkın
ruhudur, size her şeyi bildirecektir." Faraklit hamdetme manasına gelen
bir lafızdır ki bu Rasulullah'ın (s.a.) isimlerinden Ahmed ve Muhammed'e bir
işarettir.
"Fakat o kendilerine açık açık burhanlar-getirince "Bu apaçık
bir büyüdür." dediler." Yani önceki kitaplarda geleceği müjdelenen
Ahmed kafi delillerle, mucizelerle gönderilince kâfirler ve muhalifler
"senin bu getirdiklerin şüphe götürmeyen açık bir sihirdir." dediler.
Bir görüşe göre de bu söz İsa (a.s.)'ya söylenmiştir.
Sonra Allah Tealâ İslâm'a ve tevhide davet edilen muhalif ve muarızların
hükmünü zikrederek şöyle buyurdu:
"Kendisi İslâm'a davet edilip dururken Allah'a karşı yalan uydurandan
daha zalim kimdir? Allah zalimler güruhuna hidayet etmez." Yani, tevhid ve
ihlasa davet edilip dururken Allah Tealâ hakkında yalan söyleyip O'na eş ve
ortak koşanlardan daha zalim kimse olamaz. Yüce Allah, Rabbi-ni inkâr ederek
kendi kendine zulmeden kâfirleri Hakka ve doğruya irşad etmez. İşte bu Mekke
müşrikleri de onlardandır.
"Onlar ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmeye yelteniyorlar.
Halbuki Allah -kâfirler hoşlanmasa da- kendi nurunu tamamlayacıdır." Yani
işte bu kâfirler İslâm davetini ortadan kaldırmak, hidayetine mani olmak ve yalan
fışkıran ağızlarıyla davetine mukavemet göstermek için var güçleriyle
çalışıyorlar. Bunlar güneşin nurunu ağzıyla söndürmeye çalışan kişiye
benzerler. Nasıl bu mümkün değilse İslâm davetini akamete uğratmak da öyle
mümkün değildir. Bunun için Allah "Halbuki Allah -kâfirler hoşlanmasa da-
kendi nurunu tamamlayıcıdır." buyurmuştur. Yani kâfirler hoşlanmasa da
Allah İslâm dinini bütün aleme yayacak, onu diğer dinlere karşı yüceltecek ve
elçisi Muhammedi (s.a.) teyid edip ona destek olacaktır.
"O, peygamberini hidayet ve hak din ile gönderendir. Çünkü O, -müşrikler
hoşlanmasa da- bunu diğer bütün dinlerden üstün kılacaktır." Yani diğer
bütün dinlere üstün gelmesi onlara galebe çalması için hak din ve hidayetle
elçisi Muhammed'i gönderen O'dur. Müşrikler hoşlanmasa da şüphesiz o üstünlük
gerçekleşecektir.
Ayet-i kerimelerde önce "kâfirler hoşlanmasa da" denildi.
Bunlar Yahudiler, Hristiyanlar ve müşriklerdir. Daha sonra da "müşrikler
hoş görme-se de" denildi. Yani Allah önce ilk ayette nurdan ve onun
söndürülmesin-den bahsetti. Burada uygun olan "örtmek" ve
"kapatmak" manasına gelen "küfür=inkâr" kelimesidir. Sonra
rasulden, peygamber göndermekten ve hak dinden bahsetti. Buna ilk itiraz
müşriklerden geldi. Çünkü Rasulul-lah'ı (s.a.) istemeyenlerin çoğu Kureyş'ten
idi. Onlar da müşrik idiler. "Nur" kelimesi "din" ve
"Rasul'den daha umumi olduğundan, birinci ayette İslâm'a karşı çıkanların
tamamını ifade eden "kâfirler"den bahsetmek uygun olmuştur.
"Kâfir" lafzı "müşrik" lafzından daha umumidir.
"Rasul" ve "din" ise "nur"dan daha hususi=dar bir
mana ifade ettiğinden ikinci ayette "kâfir" kelimesinden daha
hususi=dar bir mana ifade eden "müşriklerden" bahsetmek münasip
olmuştur..[16]
Bu ayetler şu hususları göstermektedir:
1-
Peygamberlerin emirlerine
muhalefet etmek bunu yapanların azaba çarpılmasına sebep olur. Yüce Allah,
cihad emri geldiğinde müminlerden bazılarının biraz ağır davranmaları üzerine,
peygamberi Muhammed (s.a.)'e, bu hallerinin Musa ve İsa peygamberlerin tevhid
ve Allah yolunda cihad etme emirlerine muhalefet eden ve bu yüzden başlarına
azap inen İs-railoğulları'nın haline benzediğini kavmi Araplara anlatmasını
emretti.
2- Allah kulları hakkında
hayrı ister, sebepsiz hiç kimseyi saptırmaz. Dolayısıyla hidayeti bulanları
saptırmaz, ancak zalimleri ve fasıkları saptırır. İsrailoğulları hak yoldan
çıkınca Allah da onların kalplerini saptırmış yani onları hidayetten, taatten,
imandan ve sevaptan başka tarafa meylet-tirmiştir.
3- İsa (a.s.)'ya inen İncil,
Musa (a.s.)'ya inen Tevrat'ın bir tamamlayıcısı olarak inmiştir. Dolayısıyla
İsa (a.s.) kavmine, Tevrat'a muhalif hiçbir emir getirmemiştir ki ondan
kaçsınlar. Tevrat İsa (a.s.)nın geleceğini, İsa (a.s.) da Muhammed (s.a.)'in
geleceğini müjdelemiştir. Bu gayet mantıklıdır. Zira peygamberliğin kaynağı
tektir, gayesi birdir ki bu, Allah'ın birliğine ve O'na kulluğa,
peygamberlere, meleklere, ilâhi kitaplara ve ahiret gününe imana davetten
ibarettir.
4- Henüz insanlar isim
vermeden önce, Yüce Rabbimiz bizim peygamberimizin ismini koymuştur.
"Ahmed", Rabbine hamd edenlerin ençok hamd edeni demektir.
Peygamberlerin hepsi Allah'a hamdeder, ama bizim peygamberimiz onların en çok
hamd edenidir. "Muhammed" ise tekrar tekrar övülen demektir. Vakıa da
buna uygundur. Zira o, bu dünyada gösterdiği yol sebebiyle herkese faydalı olan
ilim ve hikmet sebebiyle övülmüştür. Ahirette de şefaati sebebiyle övülecektir.
Sonra o "Ahmed" olmadan "Mu-hammed" olmamıştır. Zira o önce
Rabbine hamdetti O'nu övdü, O da onu peygamberlikle şereflendirdi. Bu
sebepledir ki İsa (a.s.)'nın müjdesinde geçen "Adı Ahmed'dir."
sözündeki Ahmed, "Muhammed" isminden öncedir. Allah Tealâ İsa
(a.s.)'ya "Bu Ahmed'in ümmetidir." dediği zaman 'Ya rabbi! Beni
Muhammed'in ümmetinden kıl." diyerek Muhammed ismini zikretmiştir.
5- İsa (a.s.) ve Rasulullah
(s.a.)'tan her biri açık deliller yani mucizeler ve peygamberliklerine dair
deliller getirdikleri zaman muarızları "Bunlar sihirdir" dediler.
6- Bu kadar mucizeleri
görüldükten sonra İsa (a.s.) ve Muhammed (s.a.)'i inkâr etmek şaşılacak şeydir.
Peygamberlerin peygamberliklerini, Allah'ın varlığını inkâr edenler veya
yaratılmışlardan birini O'na ortak koşan müşrikler kesinlikle en zalim
insanlardır.
7- Kâfirlerin Allah'ın dinini yok etme gayretleri ve yalanla, inkârla
İslâm davetine karşı koyma çalışmaları hepsi boştur ve sonuçsuzdur. Hakk'ı yok
etmek isteyenlerin bu halleri, ağzıyla güneşin nurunu söndürmek isteyip de
bunun imkânsız olduğunu gören kişinin haline benzer.
8- Bütün kâfirler istemese de
Allah kudretiyle, tedbiriyle nurunu tamamlayacak ve dinini bütün aleme
yayacaktır.
9- Müşrikler hiç hoşlanmasa da, İslâm'ı bütün dinlerden üstün kılmak için Allah Tealâ Rasulü Muhammed (s.a.)'i hak olarak gönderdi. Ebu Hu-reyre: "Dini bütün dinlere üstün kılma İsa (a.s.)'nın çıkmasıyla olacaktır." demiştir. Zira o zaman müslüman olmadık kâfir kalmayacaktır. Müslim Sahih'inde Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Meryem oğlu İsa adil bir hakem olarak mutlaka inecek, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. İhtiyaç olmadığı için develerin zekâtı alınmayacak, düşmanlık, buğz ve haset kalkacak, İsa (a.s.) insanlara (zekât) mallarını almalarını teklif edecek, fakat kimse kabul etmeyecektir. "[17]
10- Ey iman edenler! Size, elem
verici bir azaptan sizi kurtaracak bir ticareti göstereyim mi?
11- Allah'a ve peygambere iman
eder, mallarınızla, canlarınızla da Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer
bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır.
12- O, sizin günahlarınızı af eder, sizi.içinde ırmaklar cennetlere
ve Adn cennetlerindeki çok güzel
meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluştur.
13. Seveceğiniz başka bir ticaret
daha var:bir fetih. Sen müminlere müjdele.
14" Ey iman edenler! Allah'ın yar- dımcdan olun. Nitekim Meryem
oğlu İsa havarilerine "Allah'a (davette) benim yardımcılarım kim?" de
havariler de "Allah'ın yardımcıları biziz." demişlerdi. İşte
İsrailo-ğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı. Nihayet
biz o iman edenleri düşmanlarına karşı destekledik de bu surette galip
çıktılar.
"...sizi kurtaracak bir ticareti göstereyim mi?" teşvik ve
özendirme sorusudur.
"...bir zümre iman etmiş, bir zümre de küfürde kalmıştı"
cümleleri arasında tezat vardır.
[18]
"Ey iman edenler! Size, elem verici bir azaptan sizi kurtaracak
bir ticareti" yani salih ameli "göstereyim mi? Allah'a ve peygambere
iman eder" ve bu iman üzere kalır "mallarınızla canlarınızla da Allah
yolunda cihad edersiniz." Bu cümle, ticaretin ne olduğunu açıklamaktadır
ki o da imanla cihadı bütünleştirmektedir. Ayrıca bu cümle emir kalıbıyla değil
haber si-gasıyla gelmiştir. Bunun sebebi, cihadın terkedilemeyecek
yükümlülüklerden olduğunu bildirmektir.
"Eğer bilirseniz bu" iman ve cihad "sizin için daha
hayırlıdır." Allah'ın bu emrini yerine getirirseniz "O, sizin
günahlarınızı af eder, sizi içinde ırmaklar akan cennetlere ve Adn
cennetlerindeki çok güzel" ve tertemiz "meskenlere koyar, işte
bu" affedilme ve cennetlere konulma "en büyük kurtuluştur. "
"Seveceğiniz başka bir ticaret", size verilecek başka bir
nimet "daha var: Allah'tan yardım ve yakın bir fetih. Sen" bunları
"müminlere müjdele." "seveceğiniz" ifadesinde müminlerin
dünyayı ahirete tercih ettiklerine dair ince bir gönderme (tariz) vardır.
Burada vaad edilen fetih Mekke fethidir.
Ya Muhammed İsa'nın samimi inananlarına dediği gibi sen de ashabına
şöyle de: "Ey iman edenler! Allah'ın" dinini yaymada
"yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu İsa havarilere "Allah 'a
(davette) benim yardımcılarım kim? demiş, havariler de "Allah'ın
yardımcıları biziz." demişlerdi." Havari, kişinin dostu ve has adamı
demektir. İsa'nın havarileri ona ilk iman edenlerdir. On iki kişi idiler.
"İşte" bunun üzerine "İsrailoğullarından bir zümre" İsa
Allah'ın kuludur, göğe kaldırılmıştır diyerek ona "iman etmiş, bir zümre
de" o Allah'ın oğludur, yanına almıştır diyerek "küfürde kalmıştı.
Nihayet biz" bu iki gruptan "o iman edenleri düşmanlarına karşı"
kuvvetli delillerle "destekledik de bu surette" deliller sayesinde
"galip çıktılar." Bu, İsa (a.s.)'nın göğe yükselmesinden sonra oldu.
[19]
İbni Cerir'in Ebu Salih'ten rivayet ettiğine göre ashab-ı kiramdan bazıları
"Allah'ın en sevdiği amelin hangisi olduğunu bilsek, yaparız."
dediler. Bunun üzerine "Ey iman edenler! Size...bir ticareti göstereyim
mi?" ayeti (10. ayet) indi. Ancak bundaki cihad emrinden hoşlanmadılar.
Bunun üzerine de "Yapamayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz?" ayeti
indi.
İbni Ebi Hatem İbni Abbas'tan da benzeri bir rivayet nakletmiştir. Yine
İbni Ebi Hatem'in İbni Abbas'tan ve İbni Cerir'in Dahhak'tan naklettiklerine
göre "Yapamayacağınız şeyi niye söylüyorsunuz?" ayeti, savaşta vurma,
öldürme gibi yapmadığı şeyleri yapmış gibi söyleyen birisi hakkında inmiştir.
İbni Ebi Hatem'in Said b. Cübeyr'den naklettiğine göre "Ey iman
edenler! size... bir ticareti gösetereyim mi?" ayeti (10. ayet) nazil
olunca müslümanlar "Bu ticaretin ne olduğunu bilsek bu uğurda mallarımızı,
evlâtlarımızı bile veririz." dediler. Bunun üzerine "Allah'a ve
peygambere iman eder..." ayeti (11. ayet) indi.
[20]
Müminleri Allah yolunda cihada teşvik edip, Musa ve İsa peygamberlere
isyan eden İsrailoğullan gibi olmamaları için böyle bir isyandan sakındırdıktan
sonra, Allah Tealâ hiç zarar etmeyip daima kâr eden bir ticaretten bahsetti ki
bu ticaret Allah'a iman, O'nun yolunda mal ve canla cihad-dır. Sonra
havarilerin İsa (a.s.)'a yardım etmesi gibi müminlerin Allah'ın dinine ve
peygamberine yardım etmesini teşvik etmiştir.
[21]
"Ey iman edenler! Size, elem verici bir azaptan sizi kurtaracak
bir ticareti göstereyim mi?" Yani ey Allah'ı ve Rasulunü tasdik edenler,
size kıyamet günü şiddetli ve elem verici azaptan kurtuluşunuzu
gerçekletirecek kârlı ve faydalı bir ticareti göstereyim mi?
Bu, tevsik ve terğib ifade eden bir üslûptur. Allah Tealâ büyük sevaba
nail ettiği için salih amelleri ticaret yapma gibi saymıştır, çünkü ticarette
nasıl kazanç elde edilirse müminler de salih amellerde öyle kazanırlar. Bu da
cennete girmeleri ve cehennemden kurtulmalarıdır. Bu ticaretin cinsi, müteakip
iki ayette beyan edildiği gibi iman ve cihaddır. Bunların karşılığı cennettir.
"Şüphesiz Allah, müminlerden, onlara vereceği cennet karşılığında
canlarını ve mallarını satın aldı." (Tevbe, 9/111) ayetinde de ifade edildiği
gibi bu kazançlı bir alış veriştir.
Sonra bu ticaretin çeşidini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Allah'a ve peygambere iman eder, mallarınızla, canlarınızla da
Allah yolunda cihad edersiniz." Yani o ticaret Allah ve Rasulüne olan
imanınızda devam etmeniz, ameli sırf Allah için yapmamz, Allah'ın kelimesini
yüceltmek, dinini yaymak için malla, canla cihad etmenizdir. Burada Allah
Tealâ önce "mallan" zikretti. Çünkü harcamaya önce ondan başlanır.
"Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." Yani eğer
geleceğin şuurunda iseniz, o hususta bilginiz varsa bu zikredilen iman ve
cihad sizin için daha hayırlıdır ve sizin canlarınızdan ve mallarınızdan ve
dünya ticaretinizden, sırf ona önem vermenizden daha iyidir. Çünkü mühim olan
neticeler ve hedeflerdir, bu şerefli neticeyi bilgi sahibi olmayanlar idrak
edemez.
Cihad iki çeşittir: Birincisi nefisle cihad. Bu, onu birtakım
arzulardan alıkoymak, aşırı hırsı terketmek, yaratılanlara şefkat ve merhamet
göstermektir. İkincisi ise düşmanla cihaddır. Bu, Allah'ın dinini yaymak için
düşmanlara karşı koyup düşmanlıklarını defetmektir.
Sonra Allah Tealâ iman ve cihadın meyvalannı zikrederek şöyle buyurdu:
"O, sizin günahlarınızı af eder, sizi altından ırmaklar akan cennetlere
ve Adn cennetlerindeki çok güzel meskenlere koyar. İşte bu, en büyük kurtuluştur."
Yani benim emrettiklerimi ve gösterdiklerimi yaparsanız günahlarınızı
bağışlar, sizi köşklerinin altlarından nehirler akan cennetlere, gönüllere hoş
gelen meskenlere koyar, ölümle ve oradan çıkmak suretiyle son bulmayacak olan
ebedî cennetlerde yüksek dereceler veririm. İşte bu zikredilen af ve cennete
koyma, daha ötesi olmayan en büyük kurtuluştur. İşte bu, iman ve cihadın uhrevî
meyvasıdır.
Sonra Allah Tealâ dünyevî semeresini zikrederek şöyle buyurdu:
"Seveceğiniz başka bir ticaret daha var: Allah 'tan yardım ve
yakın bir fetih." Yani sizin hoşlanacağınız bir başka nimet veya meziyet
daha vardır ki o da Allah'ın size açık yardımı ve Mekke, İran ve Bizans fetihleri
gibi çok yakın fetihlerdir. Yani siz Allah yolunda cihad ederseniz, dinine
yardım ederseniz Allah Tealâ "Ey iman edenler! Eğer siz Allah 'a yardım
ederseniz O da size yardım eder ve ayaklarınızı sabit tutar." (Muhammed,
47/7) ve "Allah kendisine yardım edene muhakkak yardım eder." (Hac,
22/40) gibi ayetlerde de ifade ettiği gibi size yardım etmeyi tekeffül
etmiştir.
"Sen müminlere müjdele." Yani, Ey Rasul! Müminleri dünyada
zafer ve yardımla, ahirette çenetle müjdele.
Sonra Allah Tealâ her zaman dinine ve peygamberine yardım edilmesini
emrederek şöyle buyurdu:
"Ey iman edenler! Allah'ın yardımcıları olun. Nitekim Meryem oğlu
İsa havarilerine 'Allah'a (davette) benim yardımcılarım kim?" demiş, havariler
de "Allah'ın yardımcıları biziz" demişlerdi." Yani, ey Allah'ı
ve elçisini tasdik edenler! Şimdi yaptığınız gibi her halükârda, söz ve fiille,
can ve mal ile Allah'ın dinine yardımcı olmaya ve onu teyid etmeye devam edin.
Havarilerin İsa (a.s.)'ın davetine icabet ettikleri gibi siz de Allah ve
Rasulüne icabet edin. Hani o kavmine: "Allah'a davet ederken bana kim
yardımcı olacak, Allah'a yaklaştıracak amellerde sizden kim bana yardım ve
desteği tekeffül edecek?" demişti. Havariler de "Biziz Allah'ın
dininin yardımcıları ve peygamberlik vazifende seni destekleyecekler!"
demişlerdi.
Havariler İsa (a.s.)'a ilk iman eden ashabı, has adamları ve yardımcıları
idiler. Toplam on iki kişiydiler. İsa (a.s.) onları Şam topraklarında yaşayan
İsrail ve Yunanlılara davetçi olarak gönderdi, onlara dini tebliğ ediyorlardı.
Rasulullah (s.a.) da hac mevsimlerinde aynen öyle nida ediyordu:
"Rabbimin davetini tebliğ ederken beni kim himaye edecek! Zira Kureyş,
benim, Rabbimin davetini tebliğ etmeme mani oldu." Nihayet Allah Tealâ
Medine halkından Evs ve Hazrec kabilesine bunu nasip etti, beldelerinde
dinini yaymak üzere ona biat ettiler.
"İşte İsrailoğulları'ndan bir zümre iman etmiş, bir zümre de
küfürde kalmıştı." Yani İsa (a.s.) Rabbinin davetini kavmine tebliğ edip
havariler de onu destekleyince İsrailoğulları'ndan bir grup gerçek imanı buldu
ve İsa'ya (a.s.) Allah'ın kulu ve Rasulü olarak doğru şekilde iman ettiler. Diğer
bir grup ise dalâlette kalıp İsa'yı inkâr ettiler, peygamberliğini kabul
etmediler, onu ve annesini çirkin şeylerle itham ettiler. İsa (a.s.)'a iman edenlerden
bir grup da aşırı giderek onu, Allah'ın ona ihsan ettiği peygamberlik
makamının üstüne çıkardılar, onu Allah'ın oğlu veya bizzat kendisi veya baba,
oğul ve ruhulkuds üçlüsünün üçüncüsü diye tavsif ettiler. Böylece Hristiyanlar
birçok grup ve fırkalara ayrıldılar."Nihayet biz, iman edenleri
düşmanlarına karşı dektekledik de bu suretle galip çıktılar." Yani
"Muhakkak biz peygamberlerimize ve iman edenlere yardım ederiz."
(Gafir, 40/51) ayetinde de beyan edildiği gibi biz müminlere, İsa'nın kavminden
onlara düşmanlık edenlere karşı yardım ettik, batıl yolda olanlara karşı hak
yolda olanları katımızdan verdiğimiz hüccetle ve ruhla takviye ettik de onlar
düşmanlarına karşı üstün ve galip geldiler.
Abdurrazzak ve Abd b. Humeyd'in rivayetlerine göre "Ey iman edenler!
Allah'ın yardımcıları olun!" ayeti hakkında Katade şöyle dedi: "Elhamdülillah
öyle de oldu: Yetmiş kişi Rasulullah'a (s.a.) gelip Akabe'de biat ettiler, onu
himaye edip yardım ettiler. Neticede Allah dinini üstün kıldı."
İbni İshak ve İbni Şadın rivayetlerine göre Rasulullah (s.a.) Akabe'de
buluştukları gruba şöyle dedi: "Bana içinizden on iki kişi çıkarın,
havarilerin Meryem oğlu İsa'ya kefil olduğu gibi bunlar da kavimlerine kefil
olsunlar." Sonra Rasulullah seçilenlere: "Siz, havarilerin Meryem
oğlu İsa'ya kefil oldukları gibi kavminize kefilsiniz, ben de kavmimin
kefiliyim." dedi. Onlar da "Evet" dediler.
[22]
Bu ayetler şu hususlara işaret etmektedir:
1- Allah Tealâ kıyamet günü
kişiyi elim azaptan kurtaracak bol kazançlı ticaret yolunu göstermiştir ki bu,
Allah ve Rasulüne iman etmek, malla canla o uğurda cihad etmektir. Mukatil
"Sizegöstereyim mi...?" ayetinin Osman b. Maz'un hakkında nazil
olduğunu söylemiştir. Osman Rasul-lulah'a (s.a.) "Bana izin verseniz
Havle'yi boşasam, bir köşeye çekilsem, iğdiş olup et yemeyi kendime haram
kılsam, geceleri hiç uyumasam, gündüzleri hep oruçlu geçirsem." dediğinde
Rasulullah: "Benim sünnetimden biri de evlenmedir. İslâm'da ruhbanlık
yoktur. Ümmetimin ruhbanlığı Allah yolunda cihad, iğdişi oruçtur. Allah 'm
size helâl kıldığı güzel şeyleri kendinize haram etmeyin. Uyumak, gece
sünnetimdendir. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir."
buyurdular. O zaman Osman b. Maz'un'un: "Ya Rasulallah! Hangi çeşit
ticaretler Allah'a daha sevimli gelir, onu yapmayı istiyorum." demesi
üzerine bu ayet indi.
2- İnsan iyi düşünse, görür ki
geleceğini hesap etse aslında iman ve ci-had, mal ve candan hayırlıdır. Bunun
için Allah Tealâ "Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır."
buyurmuştur. Yani bunun sizin için hayırlı olduğunu bilirseniz hayrınıza olur.
Çünkü hayrın semeresi ancak onun hayırlı olduğuna inandıktan sonra hasıl olur.
3- İmanın ve Allah yolunda
cihadın ahiretteki mükâfatı günahların affı, cennete girme, o cennetlerdeki
temiz ve güzel meskenlerde ebedî ikamet etmedir. İşte bu, ebedî ve sermedî
saadetin ta kendisidir.
4- İman ve cihadın dünyada da
başka fayda ve meziyetleri vardır ki bu, düşmanlara karşı zafer ve üstünlük
elde etme, tarihte olduğu gibi Mekke, İran ve Bizans gibi düşman beldelerini
fethetme ve müminlerin Allah'ın rızasına nail oldukları müjdesini almalarıdır.
5- İsa (a.s.) "Allah'ın
dinine kim yardım edecek, bana kim destek olacak" dediğinde havarilerin
ona yardım edip destek olmaları gibi Allah Tealâ, dinine yardımın devamlı
olmasını ve bu yolda sebat edilmesini emretmiştir.
6- İsa (a.s.) göklere yükseldikten sonra İsrailoğulları ile Hristiyanlar onun durumu hakkında ihtilâfa düştüler. Bir kısmı ona iman edip bir kısmı inkâr ederek üç gruba ayrıldılar. Bir grup "O, Allah idi, bu sebeple göklere çıktı." dedi. Bir kısmı, "O, Allah'ın oğlu idi, Allah onu göklere çekti." dedi. Diğer bir kısmı da "O Allah'ın kulu ve elçisidir, bu sebeple Allah onu göklere kaldırdı." dediler. Bu sonuncu grup müslüman olanlarıdır. Daha sonra bu gruplardan her birinin peşinden gidenler oldu. Sonra Allah Tealâ İsa'ya Allah'ın kulu ve peygamberi olarak iman edenlere, İsa'yı inkâr edenlere karşı yardım etti, neticede galip geldiler.
Sonra bu gurup Muhammed (s.a.)'in gönderilmesi suretiyle desteklenmiş
ve kâfir olanlara karşı üstünlük kazanmışlardır.
[23]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/419.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/419.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/419-420.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/420.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/421.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/421.
[7] İbni Kesir, IV/358.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/422.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/422-424.
[10] İbnul-Arabî,
Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1788, Kurtubî, XVZlI/79.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/424-425.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/426.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/427.
[14] Kurtubî, XVIII/85.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/427-428.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/428.
[16] Razî, XXIX/315-316.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/428-431.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/431-432.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/433.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/433-434.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/434-435.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/435.
[22] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/435-437.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/437-438.