Medine
110
11
Mushaftaki sıralamada altmış ikinci, iniş sırasına göre yüz onuncu
sûredir. Saf
sûresinden sonra, Fetih sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur. Bazı araştırmacılar, 11.
âyette değinilen ve sûrenin nüzul sebebi olarak gösterilen olayın meydana gelişiyle
ilgili bir kısım karinelerden hareketle hicretin birinci yılında indiğini belirtirler. [1]
Derveze, sûrede yahudilerden
bahsedildiği, Hendek savaşından sonra ise Medine'de yahudi kalmadığı
noktasından hareketle en azından bu savaştan söz eden Ahzâb sûresinden önce inmiş
olması gerektiğini ifade eder. [2] Aynı kanaati
paylaşan Süleyman Ateş, Ebû Hüreyre'den yapılan -sûrenin kendisinin müslüman
olmasından sonraki bir tarihte indiği bilgisini içeren- rivayetin
sahih olamayacağını, çünkü onun Hayber'in fethi sırasında Hz. Peygamber'e
gelip müslüman olduğunu ifade eder ve bu rivayeti ona yapılmış bir iftira olarak
niteler. [3] Fakat İbn Aşûr'un belirttiği gibi Hendek savaşından sonra da bazı
mlislümanlarm Hayber yahudileriyle ortak ziraî faaliyetleri devam ediyordu ve
aralarında sıkı bir iletişim bulunuyordu[4] dolayısıyla sûrede onlardan söz edilmesini
yadırgamamak gerekir ve Ebû Hüreyre'nin rivayeti esas alınarak bu sûrenin
Hayber'in fethedildiği yıl nazil olduğu düşünülebilir. [5]
Adını cuma namazının Öneminden söz
eden 9. âyetinden almıştır.[6]
Esmâ-i hüsnâdan dört ismin yer
aldığı bir teşbih ifadesiyle başlayan sûrede Hz. Peygamber'in
gönderilmesinin hikmetlerine değinilmekte, kendilerine Tevrat verilenlerin
bu ilâhî emanetin sorumluluğunu taşıyamadıklan belirtilip yahudile- rin bazı
bencilce iddiaları eleştirilmekte, cuma namazının müslümanlar açısından
taşıdığı önem ve bu ibadetin anlamı üzerinde durulmaktadır.
Bazı müfessirlere göre bu sûrede
yahudilerin kendileri için övünç konusu yaptıkları şu üç iddia çürütülmüştür:
a) Yalnız kendilerinin kutsal kitap sahibi oldukları ve başka bir toplumun
içinden peygamber çıkamayacağı, b) Kendilerinin Allah'ın has ve imtiyazlı
kullan oldukları, c) Allah'ın kendileri için kutsal bir gün (cumartesi)
belirlediği ve müslümanlann kutsal kitaplarında ise böyle bir belirleme
bulunmadığı[7]
Rahman ve rahim olan Allah'ın
adıyla... 1. Göklerde bulunanlar da yerde bulunanlar da egemenliğin mutlak
sahibi, her türlü eksiklikten uzak, azîz ve hakîm olan Allah'ı teşbih
ediyor. 2. Ümmîlere kendi içlerinden, onlara âyetlerini okuyacak, onları
arındıracak, onlara kitabı ve hikmeti öğretecek bir elçi gönderen O'dur,
Oysa onlar daha önce apaçık bir sapkınlık içindeydiler. 3. (O, ileride)
onlardan (olacak), henüz kendilerine katılmamış bulunan daha
başkalarına da (gönderilmiştir). O azizdir, hakimdir. 4. Bu Allah'ın lüt-fudur, onu
dilediğine verir. Allah büyük lütuf sahibidir. 5. Tevrat'la yükümlü tutulup
da onu taşıyamayanların durumu, koca koca kitaplar taşıyan iner- kebin
durumuna benzer, Allah'ın âyetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü! Allah
zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz. 6. De ki: "Ey yahudiler! Bütün
insanlar bir yana yalnız kendinizin Allah'ın dostları olduğunuzu iddia ediyorsanız,
haydi ölümü temenni edin bakalım, şayet sözünüze sadıksanız!" 7. Ama onlar
daha önce yapıp ettikleri yüzünden asla ölümü istemeyeceklerdir. Allah
zalimleri çok iyi bilmektedir. 8. Şöyle de: "Biliniz ki, kendisinden kaçıp
durduğunuz ölüm, muhakkak gelip size çatacaktır. Sonra akıl ve duyularla idrak edilemeyeni de
edileni de bilen Allah'a döndürüleceksiniz, O da size yapıp etmiş olduklarınızı bildirecektir." [8]
1. Evrendeki bütün varlıkların Allah'ı teşbih ettiğine ilişkin ifadelerde
-önceki sûrenin başında olduğu gibi- yer yer geçmiş zaman fiili kullanılmış; ama
Arap dilinde bu zaman kalıbıyla daima geçmişte olup bitme anlamı değil bazen
fiilin konusunun gerçekleştiğini kesin biçimde belirtme anlamı kastedildiğinden
orada ve benzeri yerlerde bu fiil "teşbih etmektedir" şeklinde
çevrilmiştir. Bu ve benzeri âyetlerde ise "teşbih ediyor" veya
"teşbih eder" anlamına gelen bir fiil kullanılması, teşbih
olgusunun halen devam ettiğine ve böyle sürüp gideceğine özel vurgu yapan bir
ifade olarak anlaşılmıştır. [9]
2-4, Peygamberin temel görevi Allah'ın âyetlerini okuma yani
aldığı vahyi olduğu gibi bildirme, insanları arındırma yani ruhen yücelmeleri,
davranış güzelliğine erişmeleri ve insana yaraşmayan hallerden kurtulmaları
için onları eğitme, tebliğ ve eğitimle yetinmeyip aynı zamanda öğretme ve
açıklama (kitabı ve hikmeti Öğretme) şeklinde özetlenmekte, Resûl-i Ekrem'in
yalnız ilk muhataplarına değil daha sonra geleceklere de elçi olarak
gönderildiği belirtilmekte, peygamber ve vahiy gönderme veya peygamberlik
görevi vermenin ilâhî bir lütuf olduğu, bunun da ancak Allah'ın dilemesine
bağlı bulunduğu bildirilmektedir. Ümmî kelimesi bu bağlamda, "büyük
çoğunluğu okuma yazma bilmeyen Araplar" veya "kendilerine ait ilâhî
bir kitabı olmayan topluluk" anlamlarıyla açıklanmıştır. [10]
3. âyetin "(O, ileride)
onlardan (olacak), henüz kendilerine katılmamış bulu-nan daha
başkalarına da (gönderilmiştir)" şeklinde çevrilen kısmı Önceki âyete gramer
açısından şu şekillerde bağlanabilmektedir: a) Ümmîlere ve -henüz kendilerine
katılmamış olan- daha başkalarına da gönderilmiş bir elçi, b) Ümmîlere ve
-henüz kendilerine katılmamış olan- daha başkalarına da Allah'ın âyetlerini okuyan (...) bir
elçi[11] İbn Âşûr Arap dili kurallarına göre birinci
şıkkı doğru bulmaz. Fakat her iki ihtimale göre âyetin mesajı açısından farklı
bir sonuç çıkmamaktadır; kendisinin de belirttiği üzere burada amaç, Hz. Muhammed'İn
(s.a.) peygamberliğinin belirli bir dönem ve belirli bir toplumla sınırlı
olmadığını ifade etmektir. [12] Bu anlamı daraltıcı yorumlar
yapılmış olmakla beraber, bunlar sağlam bir delile dayanmamaktadır. Taberî
de bu yorumlan naklettikten sonra âyetin anlamının genel olduğunu belirtir. [13]
5-8. Esasen yahudi telakkisine göre iman esaslarının aynca
bildirilmesine gerek yoktur; zira her yahudi dünyaya gelişiyle birlikte,
Allah'la çeşitli peygamberler ve özellikle Hz. Mûsâ arasında yapılan ilâhî
ahde bağlı olmaktadır. Hatta bu sebeple ayrıca bir iman ikrarı ve
bunun için gerekli formül uzun süre tespit edilememiştir. Söz konusu ahit
tabiî ki öncelikli olarak Allah'ın peygamberleri aracılığıyla
bildirdiklerine sahip çıkma, onları gizlememe ve gereğini yerine getirme taahhüdünü
içeriyordu[14] Ne var ki kendilerine Tevrat yüklenen yani
onunla yükümlü tutulan[15] yahudiler bu
sözlerini hatırlamak istemediler. Ama bu yükümlülüğü inkâr da edemedikleri için
Tevrat'ın yükü sırtlarında kalmış oldu. Bu yük omuzlarında hissettikleri bir
sorumluluk olmaktan
çok sırtlarında taşıdıkları bir ağırlık halinde kaldığı için, bu tutumu benimseyenler 5. âyette oldukça ağır bir benzetme
yapılarak eleştirilmiştir. Sırtında koca koca kitaplar taşıdığı halde onların
sadece maddî ağırlığı altında ezilen ama kendisiyle onların içerikleri arasında bir bağ kurma yeteneğine sahip
olmayan merkep benzetmesi, bir mesel
(somut düşünmeyi ve sonuçlar çıkarmayı kolaylaştıran canlı bir örnek) olduğu için kuşkusuz sırf Tevrat'la yükümlü
tutulanlara değil benzer tutumu benimseyen bütün ilâhî dinlerin mensuplarına
yöneltilmiş bir eleştiri ve uyan niteliğindedir. Âyetin son cümlesi de bu
uyannm genel olduğunu göstermektedir.
Bakara sûresinin 94. âyetinde de
yahudilere, şayet Allah katında âhiret yurdunun başka insanlara değil sırf
kendilerine ait olduğu iddiasında samimî iseler, ölümü istemeleri çağrısı
yapılmış ve 95. âyetinde bunu asla yapamayacakları belirtilmiştir.
Bu ifadeden onların âhiret mutluluğunun sırf kendilerinin olacağım iddia ettikleri anlaşılmaktadır. Burada
ise âhiretle ilgili kuruntularına değil, bütün insanlar içinde yalnız kendilerinin Allah'ın dostları oldukları iddiasına
gönderme yapılmakta, ama kendisinden
kaçıp durdukları ölümü asla temenni etmeyecekleri hatırlatılarak bu iddialarında da samimi
olmadıklarına dikkat çekilmektedir.
Kur'an'in değişik âyetlerinden
anlaşıldığına göre İlâhî dinlerin temel iman esasları aynıdır, Hz. Musa'ya
bildirilenle Hz. Muhammed'e bildirilen arasında bu açıdan fark
yoktur. Halbuki Bakara sûresinin 96. âyetinin tefsiri sırasında belirtildiği üzere
Hz. Musa'ya nispet edilen Tevrat'ta âhiret fikri zayıf ve müphem olup ölüm
sonrası diriliş ve âhiret hayatıyla ilgili bilgiler ve inanç esasları ancak
tarih olarak oldukça geç dönemlere ait Kutsal Kitap metinlerinde yer
tutabilmiştir. Kanaatimizce, birçok çağdaş Kitab-ı Mukaddes araştırmacısı
tarafından kabul edilen mevcut Tevrat'ın, farklı metinlerin bir araya
getirilmesi sonucunda oluşturulduğu ve aynı kaynaktan gelmediği yönündeki
tespit de dikkate alındığında, Tevrat'taki bu durum ile yahudilerin kendi yapıp
ettikleri yüzünden ölüm sonrasına ait beklentilerinin zayıflamasından söz
edilen bir bağlamda Tevrat'la ilgili sorumluluklarının bilincinde
davranmadıkları eleştirisine yer verilmesi arasında bir bağ kurularak,
yahudilerin Tevrat'ın bu konuya ilişkin İçeriğini korumada kusurlu davrandıkları
uyarısının yapıldığı sonucuna ulaşılabilir. 5. âyetin "Allah'ın âyetlerini
yalan sayan kavmin
misali ne kötü!" şeklinde çevrilen son cümlesi de bu kanaati desteklemektedir. Şu var ki bu husus, 5. âyette
belirtildiği üzere, (yazılı) Tevrat ile sınırlıdır ve Yahudilik'te âhiret inancının bulunmadığı anlamına
gelmemektedir. Hatta aksine, konuya
ilişkin araştırmalar yahudi tarihi boyunca -ifade ediliş biçimi, içinde
yaşanan çağa, coğrafyaya ve kültüre göre farklılıklar taşısa da- öldükten
sonra hayatın devam ettiği fikrinin ve âhiret İnancının var olduğunu ortaya
koymaktadır. [16]
Bakara süresindeki çağrı ile burada
yapılan çağn arasındaki ortak nokta ise, ölümü asla İstemeyeceklerinin asıl
sebebi öteki hayata dönük ümitlerini söndürecek derecede kötü işler yapmış ve
âhiret hayatının varlığını bildikleri halde dünya hayatına
taparcasına bağlanmış olmalarıdır. Bu son nokta Bakara sûresinin 96. âyetinde
"Yemin olsun ki, onları insanların yaşamaya en düşkünü olarak bulursun"
şeklinde, burada 8. âyette de "kendisinden kaçıp durduğunuz ölüm"
denerek ifade edilmiştir. [17]
9. Ey iman edenler! Cuma günü namaz
için çağrı yapıldığında Allah'ı anmaya koşunuz ve alışverişi
bırakınız. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. 10. Namaz kılındı mı
artık yeryüzüne dağıtınız ve Allah'ın lütfundan nasip arayınız. Allah'ı da
çok anın ki kurtuluşa eresiniz. 11. Ama onlar bir ticaret veya
eğlence gördüklerinde ona yönetip seni ayakta bırakıverdiler. De ki:
"Allah'ın nezdinde olan, eğlenceden de ticaretten de üstündür. Allah nzık verenlerin
en hayırlısıdır." [18]
9-11. Müslümanların cuma günü yaptıkları haftalık toplu
ibadetin önemi üzerinde durulmakta ve Resûlullah döneminde yaşanan
bir olay ışığında ibadet ciddiyeti ve mabet âdâbıyla ilgili bir
uyan yapılmaktadır.
Dilimizde cuma şeklinde
telaffuz edilen "cum'a" (cumu'a, cunıa'a) kelimesi,
"toplamak, bir araya getirmek" anlamına gelen "cem"'
kökünden türetilmiş bir isimdir. İslâm'dan önce 'arûbe" diye anılan bu
gününün cum'a adını almasının sebebi hakkında değişik izahlar
bulunmakla beraber, bunların ortak noktası toplantı günü olması
özelliğidir. Bu günün Önemi ve faziletiyle ilgili birçok hadis bulunmaktadır,
Bunlardan ikisinin anlamı şöyledir: "Güneşin doğduğu en hayırlı gün cumadır.
Âdem o gün yaratılmış, o gün cennete girmiş ve o gün cennetten çıkarılmıştır.
Kıyamet de cuma günü kopacaktır"[19] "Cumada öyle bir an vardır ki eğer
müslüman bir kul o anı denk getirir Allah'tan iyi bir dilekte
bulunursa Allah onu kendisine muhakkak verir"[20] Bazı
rivayetlere dayanarak müslümanlar cuma gününün kendileri için bir bayram günü
olduğunu kabul ederler ve bu güne ayrı bir önem verirler. Cuma hazırlığı çerçevesinde
sünnet olan işlerin başında boy abdesti almak gelir; hatta bu, bazı âlimlere
göre farzdır.
Cuma günü öğle vaktinde öğle
namazı yerine kılınan namaza cuma namazı denir. BelH şartların varlığı
halinde cuma namazının farz olduğu hususunda icmâ vardır. Cuma
namazının tarihçesi hicret öncesine uzanır. Peygamberliğin 11. yılı (m. 620)
hac mevsiminde gerçekleşen ilk Akabe görüşmesi sonucunda Yesribli (Medineli)
altı kişinin müslüman olmasını takiben bu şehirde İslâmiyet yayılmaya başlamış,
hatta ertesi yıl yapılan Birinci Akabe Biati'nın ardından Resûl-i Ekrem Medineliler'e
İslâm dini hakkında bilgi vermesi ve Kur'an öğretmesi için Mus'ab b.
Umeyr'i görevli olarak göndermişti. İşte kaynaklar anılan bu ilk görüşmede Hz. Peygamber'e
ilk olumlu cevabı veren ve peygamberliğin 13. yılında (m. 622) yapılan
İkinci Akabe Biatı'nda kendi aile çevrelerindeki İslâmî gelişmeleri takiple görevli
on iki kabile sorumlusuna başkan (Nakîbü'n-Nukabâ) seçilen Es'ad b. Zü-râre'nin
Medine yakınlarında cuma namazı kıldırdığını kaydetmektedir. Bazı rivayetlerde
Mus'ab b. Umeyr'in de bu dönemde Medine'de cuma namazı kıldırdığı belirtilir.
Hz. Peygamber'in ilk defa cuma namazı kıldırması ise hicret esnasında olmuştur.
Şöyle ki, Resûlullah Medine'ye bir saat mesafede bulunan Küba'ya varınca
orada konaklamış ve pazartesiden perşembeye kadar ashabı ile beraber çalışarak
İslâm'ın ilk mescidini inşa etmiştir. Cuma günü buradan hareket edip Medine
yakınlarında Rânûna vadisine ulaştığında buradaki Salim b. Avf kabilesine misafir
olmuş ve o sırada cuma vakti girdiğinden anılan vadideki namazgahta cuma namazını
kıldırmıştır. Günümüzde, bu yerde inşa edilmiş ve Mescid-i Cum'a adıyla
anılan küçük bir cami bulunmaktadır. O tarihten sonra toplu cuma ibadeti düzenli
bir farîza olarak ifa edilmekle beraber konumuz olan âyetlerle bu ibadetin
önemi pekiştirilmiş ve -aşağıda açıklanacağı üzere- bir olaydan hareketle hem
bu namazın cemaat olarak yerine getirilmesi gereği hem de bu sırada dikkat
edilecek bazı hususlarla ilgili mesajlar verilmiştir.
9. âyetteki özel vurgunun
yanı sıra Resûlullah'ın birçok hadisinden cuma namazının diğer
namazlardan daha güçlü bir farîza olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan
biri meâlen şöyledir: "Her kim önemsemediği için üç cumayı terk ederse, Allah
onun kalbini mühürler. [21] Hürriyeti kısıtlanmamış, yolculuk
halinde olmayan ve geçerli mazereti bulunmayan müslüman erkeklere cuma namazı
farzdır. Hastalık, camiye gidemeyecek ölçüde yaşlılık,
hasta bakıcılık, hava ve yol durumunun sağlığa zarar verecek ölçüde olumsuz
olması, can ve mal güvenliğinin tehlikeye girmesi cuma namazına gitmemeyi
meşru kılan mazeretlerdir. Yine fakihlerin birçoğuna göre camiye götürecek
kimsesi bulunsa bile âmâya cuma namazı farz değildir. Kendilerine cuma namazı farz
olmayan kadınlar ve geçerli mazereti bulunan erkekler camiye gidip bu namazı
kıldıkları takdirde ayrıca öğle namazı kılmaları gerekmez. Cuma namazının ge-çerli
olabilmesi için ileri sürülen şartlar özetle şunlardır: 1. Cuma kılınacak yerin
şehir veya şehrin civarında bir yerleşim birimi olması, 2. Caminin belli
özellikler taşıması, 3. Namazın devlet başkanı veya devlet
otoritesinin izin verdiği bir imam tarafından kıldınlması, 4. Belirli sayıda
cemaat bulunması, 5. Muayyen vakitte kılınması, 6. Hutbe okunması. Bu namazın
müslümanlann hayatında özel bir öneme sahip olması sebebiyle ve
konuya ilişkin uygulamaların da etkisiyle müctehidler belirtilen
hususlarda bazı şartlar ileri sürmüşlerse de zamanla bu görüş aynlıklan-nın söz
konusu içtihatların asıl amacı dışına çıkarılarak derinleştirildiği bir gerçektir.
Esasen vakit ve hutbe şartı ile ilgili önemli bir ihtilaf bulunmamaktadır: Cuma
namazının vakti -Hanbelîler'in dışındaki- üç mezhebe göre öğle namazının
vaktiyle aynıdır; hutbenin şart olduğunda ise görüş birliği
vardır. Diğer şartlara gelince, bunlarla ilgili görüşlerin
delilleri ve amaçlan dikkate alındığında, küçük veya büyük bir yerleşim
biriminde bulunan müslümanlann cemaatte belirli bir sayı aranmaksızın
ve arkasında namaz kılmaya razı olunan bir imam bulunduğunda cuma
namazını kılmalarının gerekli olduğu sonucuna ulaşılabilmektedir.
Cuma ibadetinin önemine
ilişkin delillere konu olan asıl namazın iki rekât olduğu
hususunda İslâm âlimleri arasında görüş birliği vardır. Buna cuma namazının
farzı denmektedir. Bu namazı kıldırırken imam, öğle namazından farklı olarak Fâtiha'yı
ve zamm-ı sûreyi sesli okur. Resul-i Ekrem'in cuma günü öğle vaktinde gerek
hutbeden önce gerekse anılan İki rekât farz namazdan sonra bir miktar nafile
namaz kıldığı bilinmektedir. Fakat rekât sayılan hakkında farklı rivayetler bulunduğu
için bu konuda mezhepler de farklı değerlendirmeler yapmışlardır. Hanefî
mezhebince benimsenen uygulama şudur; Hutbeden önce dört rekât, farzdan sonra
da Ebû Hanîfe'ye göre dört rekât, Ebû Yusuf ve Muhammed b. Hasan'a göre
biri dört diğeri iki olmak üzere toplam altı rekât sünnet kılınır. Yukarıda
değinilen sıhhat şartlanndaki eksiklik veya eksiklikler
sebebiyle kılınan cuma namazının geçerli olmayabileceği ihtimalinden hareketle
bazı yerlerde "zuhr-İ âhir" adıyla kılınan
dört rekâtlik namazın sünnette ve sahabe tatbikatında bir dayanağı bulunmamaktadır.
Cuma namazı beş vakte ilave
bir namaz olmayıp cuma günlerinde -yükümlüleri açısından- öğle
vaktinin ibadetidir. Bütün İslâm âlimlerine göre, namazla yükümlü olmakla
beraber kendisine cuma namazı farz olmayanlar veya farz olup da
bu namazı kaçıranlar dört rekât öğle namazı kılarlar.
9. âyette yer alan buyruk
gereğince cuma namazı ile yükümlü olanların cuma namazı İçin
çağn yapıldığında her işi bırakıp hemen toplu ibadet mahalline yönelmeleri
gerekir. Burada "alışverişi bırakınız" buyurulmasını lafızcı bir
yaklaşımla yorumlayıp sadece alışverişle meşgul olmanın
yasaklandığını söyleyenler bulunmakla beraber âlimlerin çoğunluğuna göre
maksat bununla sınırlı olmayıp benzeri işler, hatta namazdan
alıkoyan her türlü meşgale de bu kapsamdadır. Râzî bir taraftan
alışverişin günlük hayatın en yaygın meşguliyet türü olması diğer taraftan da
ticaretle uğraşanların kendilerini kazanma arzusuna kaptırma ihtimalinin daha fazla
olması sebebiyle bu örneğin seçilmiş olduğunu belirtir. [22] Tabiî
ki -o sırada güvenlik görevi ifa etme gibi- gerekli ve meşru olan meşgaleler bu
kapsamda değildir.
Hz. Peygamber ve ilk İki
halife zamanında sadece, imam hutbe için minbere çıktığında ezan okunuyordu;
üçüncü halife Hz. Osman cuma vaktinin geldiğini haber vermek üzere bir de dış tarafta ezan okutmaya başladı ve bu bütün
sahabîler tarafından uygun görüldü;
bu konuda sahabe icmâsı meydana geldi. Bu uygulama öncesinde âyette sözü edilen
ve başka işleri terketmeyi gerektiren çağrının ülkemizde "iç ezan"
diye bilinen ezan olduğunda şüphe bulunmamakla beraber, bir kısım fakihler Hz. Osman zamanında başlatılan ezanın
da icmâ ile sabit olması ve cuma namazına çağrı niteliği taşıması
sebebiyle anılan yasağın artık dış ezanla birlikte
başladığını savunmuşlardır. Ezandan namazın tamamlanmasına kadarki süre içinde alışveriş ve benzeri bir işle meşgul olmak
yasaklanmış olmakla beraber bu esnada yapılan hukuki muamelelerin
geçerli olup olmadığı hususunda fakihler arasında
görüş ayrılığı vardır. [23]
Ayetin "Allah'ı anmaya
koşunuz" diye çevrilen kısmında "Allah'ı anmaktan
maksadın cuma namazının ayrılmaz bir parçası olan hutbe ile birlikte iki rekâtlık
farz namaz olduğu genellikle ifade edilir. Hatta mezhep imamlarından Ebû
Hanife buradaki "Allah'ı anma" ifadesine dayanarak, hutbenin rüknünü
"Allah'a hamd, O'nu teşbih ve tehlil etmek" şeklinde
belirlemiş yani bu şekilde hutbenin asgari gereğinin yerine
getirilmiş olacağına hükmetmiştir. Bu arada bazı müfessirler, Hz. Peygamber'i,
Hulefâ-i Râşidîn'i ve takva sahibi müminleri övme ve öğüt verme içerikli
hutbeler bu kapsamda sayılırsa da bazı zâlim yöneticileri övücü ifadelerin
"Allah'ı anma" değil "şeytanı anma" olarak nitelenmesi
gerektiğini hatırlatırlar. Müfessirlerce genellikle, "koşunuz"
emrinden gerçek anlamda koşma, telaşla yürüme ve hızla gitmenin kastedilmedİği
belirtilir. Bununla birlikte bazıları bunun "gidiniz" anlamına
geldiğini nitekim bu mânaya gelen bir kıraatin de
bulunduğunu savunurken, bazıları kalp ve niyetle yönelme, bazıları da bir aksiyon
(amel) gösterme yani işe koyulma mânasında olduğunu söylerler. İbn Atıyye
son anlamı açıklarken kalkıp abdest almak, elbisesini giymek, yola çıkmak gibi
eylemlerin hepsinin bu kapsamda düşünülmesi gerektiğini kaydeder. [24]
10. âyette geçen "yeryüzüne
dağılınız" anlamındaki buyruk, cuma namazının kılınmasından sonra çalışmaya,
dünya işiyle meşgul olmaya dinî bir engel bulunmadığını belirtmektedir. Bu
ifadeyle muhtemelen, müslümanlann yakın çevrelerinde dinî telakkilerine en
fazla muttali oldukları yahudilerin cumartesi gününe ilişkin uygulamaları dolaylı
biçimde eleştirilmiş olmaktadır. Zira onlar bir taraftan bu konuda kutsal
kitaplarında yer alan ifadeyi Yüce Allah'ın kudretini sınırlar ve O'na noksanlık izafe
eder bir biçime dönüştürmüşler. [25] bir taraftan da ya bu güne ilişkin buyruğa hiç
uymama yahut onu çerçevesi dışına taşuıp cumartesiyi abartılı bir yasaklar
günü haline getirme şeklinde aşırılıklara gitmişlerdi[26] Böylece
"yeryüzüne dağılınız" buyurularak, cuma namazı çağrısı üzerine dünya meşgalesini bırakıp
hemen toplu ibadet mahalline gitme
vecibesinin yanlış anlaşılması önlenmiş, yasağın namaz süresiyle sınırlı olduğuna açıklık getirilmiştir. İfadenin asıl
amacı bu olmakla beraber, buradaki emir
ifadesinden aynca çalışmaya teşvik anlamı da çıkarılabilir; çünkü âyetin devamında "ve Allah'ın lütfundan nasip
arayınız" buyurulmaktadır. Bu da, namaz süresine ilişkin yasağın tembelliğe itici bir sebep olarak algılanmaması
için yapılmış bir uyan olmalıdır. Şu var ki "Bu ifade, -Ehl-i kitaba
benzememek için- cuma gününün tatil
edilmesinin dinen doğru olmadığını göstermektedir" şeklindeki çıkarıma[27]
katılmak mümkün değildir. Zira bilinçli bir tercihle haftalık dinlenme gibi meşru bir ihtiyacın
karşılanmasını bu tür gerekçelerle önlemek de dinden olmayan şeyleri dine mal
etme sonucunu doğurur. [28] Öte yandan bu âyetin "Allah'ı da çok anınız ki kurtuluşa eresiniz"
mealindeki cümlesiyle, gerçek dindarlığa
yalnız mabed içinde İbadet edilmekle ulaşılamayacağına, burada olduğu gibi
mabet dışında da Allah'ı anmanın, iş ve ticaret hayatında da O'nun rızasını
gözetmenin önemli olduğuna vurgu yapıldığı dikkatten kaçırılmamalıdır. [29]
Önemli bir eleştirinin yer aldığı
11. âyette değinilen olayla ilgili olarak kaynaklarda yer alan bilgiler özetle
şöyledir: Bir gün Resûlullah cuma hutbesi irat ederken Medine'ye bir ticaret
kervanının ulaştığını ilân eden sesler duyuldu. O sıralarda kıtlık olduğu İçin
gıda maddesi getirecek bir kervanın gelmesi dört gözle bekleniyordu. Bu sesleri duyan
cemaatin önemli bir kısmı o anda ibadet halinde olduklarını unutup yerlerinden
fırladılar ve o tarafa doğru koşmaya başladılar; mescitte sadece on iki kişinin
kaldığı rivayet edilir. [30] Hz. Peygamber'i
minberde bu şekilde (ayakta dururken) bırakıp gidenlerin ilk muhacirler ve
ensâr değil
henüz İslâm'ı özümseyememiş yeni miislümanlar olması da muhtemeldir. [31] nitekim bazı
rivayetlerde yukarıda belirtilen sayı daha yüksektir. [32]
Onları telaşlandıran asıl âmil, gecikip
mal alma fırsatını kaçırma kaygısıydı. Fakat kervanın gelişi o günkü âdetlere
göre çalgı aletleriyle ve insanların ona eşlik eden sevinç çığhklarıyla duyurulduğu
için bu koşuşturma aynı zamanda bir şenlik ve eğlence havası da oluşturuyordu. İşte âyette bu
sebeple hem ticaret hem eğlence faktörüne değinilmiştir; ama "ona"
zamirinin müennes (dişil) olması, yöneldikleri esas şeyin eğlence değil ticaret olduğunu
göstermektedir. Bununla birlikte âyette, ister alışveriş yapma ister şenliğe
katılma arzusuyla olsun, böyle önemli bir ibadetin yarım bırakılmasının tasvip edilemeyeceği,
hele Hz. Peygamber'i o halde terk etmenin asla edebe uygun olmadığı
bildirilerek bu olay ışığında ibadet, toplu hareket, mâbed âdabı ve peygambere
saygı konularında daha bilinçli, titiz ve dikkatli olunması gerektiği uyarısı yapılmıştır.
Taberî, bu olayın Resulullah
zamanında birkaç defa tekerrür ettiğine dair bir rivayete yer vermekle beraber bu
ihtimali zayıf görür. [33] İbn Âşûr da âyetin "brrakıverirler" şeklinde
geniş zaman İfade etmediğine dikkat çeker. [34]
Bütün varlıkların sürekli olarak
Yüce Allah'ı teşbih ettiği belirtilerek başlayan sûre, rızık verenlerin en
hayırlısının Allah olduğu yani bütün varlıkları kapsayan bir görüp gözetmenin de yine
O'na mahsus bir sıfat oluşu hatırlatılarak sona ermektedir. [35]
[1] bk. Emin Işık,
"Cuma Sûresi", Dİ A, VIII, 92
[2] VIII, 227
[3] IX, 429,431
[4] XXVIII, 169
[5] XXVIII, 204,205
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/269.
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/269.
[7] bk. Zemahşerî, IV, 97
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/269-270.
[8] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/270-271.
[9] Râzî, XXX, 2;
"tesbîh" hakkında bk. İsrâ 17/44; bu âyette geçen esmâ-i hüsnâdan "melik,
kuddûs, azîz ve hakîm"in anlamları için bk. Haşr 59/22-24
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/271.
[10] pey-'gamberin belirtilen
görevleri ve muhatapların daha önce açık bîr sapkınlık içinde olmaları hakkında bk.
Bakara 2/129,151; Âl-i İmân 3/164; "hikmet" hakkında bk. Bakara 2/269;
"ümmîler" kelimesinin anlamlan hakkında bk. Bakara 2/78; Âl-İ İmrân 3/20, 75;
"ümmî peygamber" tabiri hakkında bk. A'râf 7/157,158
[11] Şevkânî, V, 259
[12] XXVIII, 210-211
[13] XXVIII, 95-96
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/271-272.
[14] bk. Âl-i İmrân 3/81,187
[15] Zemahşerî, IV, 96-97
[16] Bu konuda bilgi,
özellikle Tora'da ölüm sonrası hayatın varlığını gösteren bazı pasaj ve ifadelere
dikkat çeken açıklamalar için bk. İsmail Taşpmar, Duvarın Öteki Yüzü! Yahudi
Kaynaklarına Göre Yahudilik'te Âhiret İnancı, İstanbul 2003
[17] Tevrat ve Yahudilik
hakkında bilgi için bk. Âl-İ İmrân 3/3-4; Ömer Faruk Harman,
"Tevrat", İFAV Arus., IV, 363-367; a. mlf.,
"Yahudilik", İFAVAns., IV, 464-470; ölümün mahiyeti hakkında bk. Âl-i
İmrân 3/185; nefis-ruh-insan ilişkisi için bk. Nisa 4/1; İsrâ 17/85
Prof. Dr.
Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez,
Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/272-273.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/274.
[19] Müslim,
"Cum'a", 18
[20] Müslim,
"Cum'a", 13-15
[21] Ebû Davud,
"Salât", 210; Tirmizî, "Cum'a", 7
[22] XXX, 10
[23] Bilgi için bk.
Elmalılı, VII, 4961-4990; Hayrettin Karaman, "Cuma", Dİ A, VIII,
85-89
[24] bk. Ze-mahşerî, IV, 98-99; İbn
Atıyye, V, 308-309; Şevkânî, V, 261-262. Hutbe ve ilgili hükümler hakkında
bilgi için bk. Mustafa Baktır, "Hutbe", DİA, XVIII, 425-428
[25] Tekvin 2/2-3
[26] bk. Bakara 2/65; A'râf
7/163-165
[27] bk. Kasimî, XVI, 164
[28] aynca bk. Fur-kan 25/47; Rûm 30/23;
Zâriyât 51/17-18; Nebe' 78/9
[29] Emin Işık, "a.g.m", VIH,
93
[30] Buhârî,
"Tefsir", 62; Tirmi-zî, "Tefsîr", 62; Taberî, XXVIII, 103-105; İbn
Atıyye, V, 309
[31] Derveze, VIII, 233
[32] bk. Zemahşerî, IV, 99;
Râzî, XXX, 10
[33] XXVIII, 104, 105
[34] XXVIII, 229
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr.
Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş,
Kur’an Yolu:V/274-279.