CUMA SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Surenin Fazileti: 2

Rasulullah'ın Özellikleri: 2

Kelime Ve İbareler: 3

Açıklaması: 3

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 4

Yahudiler, Tevrat Ve Ölümü İstemek: 4

Belagat: 4

Kelime ve İbareler: 5

Ayetler Arası İlişki: 5

Açıklaması: 5

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 6

Cuma Namazının Farziyeti Ve Cumadan Sonra Çalışmanın Mubah Olması: 6

Belagat: 7

Kelimeler ve İbareler: 7

Nüzul Sebebi: 7

Ayetler Arası İlişki: 8

Açıklaması: 8

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 9


CUMA SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için nida olunduğu zaman Al­lah'ı zikre koşun." ayetindeki cuma namazı için yapılan davete icabet emri­ni ihtiva etmesinden dolayı "Cuma suresi" adını almıştır. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sure ile ilişkisinin şu dört hususta olduğu görül­mektedir:

1- Bundan önceki surede Musa'nın (a.s.) kavmi ile olan durumundan, kavminin ona verdiği ezalar ayıplanarak bahsedilmişti. Bu surede ise, bu ümmetle onlar arasındaki farkın ve İslâm ümmetinin faziletinin ortaya ko­nulması için, bir şeref olmak üzere Rasulullah'ın (s.a.) halinden ve ümme­tinin faziletinden bahsedilmektedir.

2- Önceki surede İsa (a.s.), Muhammed'i veya Ahmed'i (s.a.) müjdele­miş idi. Bu surede ise "Ümmiler arasında kendilerinden bir rasul gönderen O'dur." denilmek suretiyle İsa'nın müjdelediği rasulün işte Hz. Muhammed (s.a.) olduğu zikredilmiştir.

3- Allah Tealâ bundan önceki Saf suresini cihad emriyle bitirmiş ve bu cihada "ticaret" ismini vermişti. Bu sureyi ise cuma emriyle bitirmiş ve bu­nun dünyalık ticaretten hayırlı olduğunu haber vermiştir.

4- Önceki surede Allah Tealâ müminlere, savaşta tek saf halinde ol­malarını emretmişti. Bunun peşinden yine saf halinde olunmayı gerektiren cuma namazına ait surenin gelmesi münasip düşmüştür. Çünkü diğer na­mazların aksine cumanın cemaatle kılınması şarttır.[2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Medine'de inen diğer surelerde olduğu gibi bu surenin de konusu ame­lî hükümlerdir. Burada Cuma günü öğle namazının yerine farz olan cuma namazının hükümleri beyan edilmektedir.

Bu sure de öncekiler gibi Cenab-ı Hakk'ı tenzih ve kemâl sıfatlarıyla tavsif ederek başlamıştır. Sonra peygamberlerin sonuncusu, Allah'ın beşere hediyesi ve rahmeti olan Peygamberimizin (s.a.) sıfatlan sayılmıştır ki bunlar onun Arap oluşu, Kur'an ayetlerini kavmine okuması, onları küfrün çirkinliklerinden temizlemesi, onlara -ister zamanındaki ister sonraki ku­şaklardan olsun- Kitap ve Sünnet'i öğretmesi ve bunun Allah'ın bir ihsanı, nimeti ve rahmeti olduğunu beyan etmesidir.

Sonra Tevrat'ın hükümleriyle amel etmedikleri için Yahudilere tan et­miş ve onları sırtında faydalı kitaplar taşıyıp da onlardan hiçbir şey anla­mayan ve yorgunluktan başka eline bir şey geçmeyen eşeğe benzetmiştir. İşte bu dalâletin ta kendisidir.

Sonra Allah'ın dostu olduklarını söyleyen Yahudilere ölümü temenni etmeleri hususunda meydan okuma talebi zikredilmiştir.

Sure, cuma namazını eda etmeyi teşvik etmiş, hatip minbere çıktığın­da okunan ezan başlayınca cumaya koşmanın vacip olduğunu bildirmiş, namazdan sonra çalışmak ve nzık kazanmak için dağılmayı mubah kılmış, Rasulullah'ı minberde hitap ederken terkedip ticaret kafilesini görmek için koşup giden müminleri ayıplamıştır. [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Müslim Sahihinde İbni Abbas ve Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.) cuma namazında Cuma ve Münafıkun surelerini okuduğunu rivayet etmiş­tir. [4]

 

Rasulullah'ın Özellikleri:

 

1- Göklerde ne var yerde ne varsa, o mülkün maliki, noksanlıklardan münezzeh, mutlak galip, hikmet sahibi Allah'ı teşbih etmektedir.

2- O, ümmiler içinde kendilerinden bir peygamber gönderdi ki onlara ayetlerini okur, onları temizler ve onlara Kitab'ı, hikmeti öğretir. Hal­buki onlar daha evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler.

3- Onlardan henüz kendilerine ka­tılmamış bulunan diğerlerine de (kitabı ve hikmeti öğretir.) O mut­lak galiptir, hikmet sahibidir.

4- Bu, Allah'ın kimi dilerse ona ve­receği bir lütuftur. Allah büyük lü­tuf sahibidir.

 

Kelime Ve İbareler:

 

Canlı vey cansız "göklerde ne var yerde ne varsa, O mülkün sahibi, noksanlıklardan" yani zatına lâyık olmayan sıfatlardan "münezzeh, mutlak galip", varlıkları evirip çevirmede her şeyi yerli yerinde yapan "hikmet sa­hibi Allah'ı teşbih etmektedir.

"O, ümmiler içinde kendilerinden" onlar gibi ümmi "bir peygamber gönderdi ki onlara" onlar gibi ümmi olmasına rağmen Kur'an "ayetlerini okur, onları" şirkten, kötü amel ve inançlardan "temizler" ve onlara "Kitab 'ı, hikmeti" yani dinin esaslarını, Kur'anın hükümlerini öğretir. Arapça-da "ümm" anne demektir. Ümmi, anasından doğduğu gibi kalıp okuma yaz­ma öğrenmemiş olana denir. İslâm geldiğinde Arapların çoğu böyle olduğu için, ayette onlara ümmi denmiştir.

"Halbuki onlar daha" Muhammed gelmeden "evvel hakikaten apaçık bir sapıklık" şirk, hata va cahiliye pislikleri "içinde idiler." Bu ifade onla­rın, kendilerini yönlendirecek bir peygambere çok ihtiyaçları olduğunu gös­termektedir.

"Onlardan" sonra kıyamete kadar gelecek olup "henüz kendilerine ka­tılmamış bulunan diğerlerine de" Kitab'ı ve hikmeti öğretir. "Omutlak ga­liptir" mülkünde yegâne söz sahibidir, yaratmasında ve tercihlerinde, Muhammed'e (s.a.) peygamberlik vermede "hikmet sahibidir." Burada özellikle sahabeye işaret edilmesi onların kıyamete kadar gelecek olan tüm müslü-manlardan daha faziletli olduklarına bir delildir.

Muhammed ve ashabına verilen "bu" ayrıcalık, "Allah'ın kimi dilerse ona verdiği bir lütuftur, Allah büyük lütuf sahibidir." [5]

 

Açıklaması:

 

"Göklerde ne var yerde ne varsa, O mülkün maliki, noksanlıklardan münezzeh, mutlak galip, hikmet sahibi Allah'ı teşbih etmektedir." Yani "O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsra, Yİ I AA) ayetinde de ifade edildiği gibi konuşanı ve konuşmayanı ile bütün yaratılmaşlar Al­lah'ın varlığını, birliğini ve kudretini ikrar ederek O'nu teşbih ve tenzih ederler. Göklerin ve yerin maliki, emir ve hikmetiyle göklerde ve yerde ta­sarrufta bulunan, noksanlıklardan ve hatıra gelebilecek her şeyden mü­nezzeh, kemal sıfatlarıyla muttasıf, hiçbir galibin galebe çalamayacağı ka­hir ve galip sıfatlarına sahip, kudret ve hikmette emsalsiz, yaratılmışların işlerini en güzel şekilde yüreten ve her şeyde hikmet sahibi olan Odur.

Allah Tealâ o yüce zâtını tenzihten sonra Rasulünün (s.a.) temeyyüz ettiği özellikleri zikrederek şöyle buyurdu: "O, ümmiler içinde kendilerin­den bir peygamber gönderdi ki onlara Kitab 'ı, hikmeti öğretir. Halbuki on­lar daha evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler." Yani ümmi Arap toplumunun içinde kendi cinslerinden onu bir elçi olarak gönderen O dur. Araplar ümmi idi, çünkü çoğu okuma yazma bilmiyordu. Rasulullah (s.a.) da onlar gibi ümmi idi. Nitekim Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei'nin İbni Ömer'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) "Biz yazma­yan, hesap yapmayan ümmi bir milletiz." diyerek bunu ifade etmiştir. Ayet-i kerimede de "Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın." (Ankebut, 29/48) buyurulmaktadır.

Rasulullah (s.a.) okuyup yazmayan bir ümmi olmakla ve hiç kimseden bir şey öğrenmemiş olmakla beraber, dünya ve ahiretin en hayırlı yoluna ir-şad eden Kuran ayetlerini ümmetine okuyor, onları küfrün, günahın ve ca-hiliye ahlâkının kirlerinden temizliyor, onlara Kuranı, sünneti, ahkâmı ve hikmetlerini öğretiyordu. İslâm'dan önce onlar akide, hüküm ve nizam ko­nusunda açık bir dalâlet ve yanlışlık içindeydiler. Zira eskiden onlar İbra­him (a.s.)'m dininden idiler sonra onu değiştirdiler, tevhidi bırakıp şirki ve putperestliği aldılar, Allah'ın asla izin vermediği birtakım şeyler icad ettiler. Ehl-i Kitap da aynı şekilde kitaplarını değiştirdiler, tahrif ve tevil ettiler.

Bunun üzerine Allah Tealâ sadece Araplar değil bütün aleme şamil ol­mak üzere kâmil bir din ile rasulü Muhammedi (s.a.) gönderdi. Onun getir­diği bu dinde, onları cennete ve Allah'ın rızasına yaklaştıracak şeylere da­vet, cehenneme ve Allah'ın gazabına yaklaştıracak şeylerden nehyetme dahil beşerin dünyada ve ahirette muhtaç olduğu her şeyin beyanı mevcuttur.

Özellikle ümmi Arapların zikredilmesi Rasulullah'm (s.a.) hususi ola­rak onlara, umumi olarak da bütün insanlara gönderilmiş olmasındandır. Nitekim "Ben seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdim." (Enbiya, 21/106) ve "De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın elçisiyim" (Araf, 7/158) gibi ayet-i kerimelerde onun bütün beşere gönderildiği ifade edil­mektedir.

"Onlardan henüz kendilerine katılmamış bulunan diğerlerine de (kita­bı ve hikmeti öğretir.) O mutlak galiptir, hikmet sahibidir." Yani Allah Te-alâ, ister Arap isterse Fars ve Rum gibi Arap olmayanlardan olsun diğer mümin nesillere de şamil olmak üzere Arap kavminden bir peygamber gönderdi. Bu "nesiller"den maksat henüz sahabe zamanında mevcut olma­yıp da onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan ve müminler ordusuna katılacak olan nesillerdir. Allah Tealâ kudret ve kuvvet sahibidir, İslâm ümmetini yeryüzüne hakim kılmaya kadir olan O'dur. Din koymada, ezeli takdirinde, fiil ve sözlerinde ve kâinatı idare edişinde derin hikmet sahibi olan O'dur.

İmam Buhari'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle dedi: Rasulul-lah'ın (s.a.) yanında oturuyorduk, ona Cuma suresi indi, sureyi okudu. "Onlardan henüz katılmamış bulunan..." ayetine gelince ashab-ı kiram "Ya Rasulallah! Bunlar kim oluyor." dediler. Cevap vermedi. Soru üç defa tek­rar edildi. Selman Farisi'de aramızda idi. Rasulullah (s.a.) elini onun omu-zuna koydu ve "İman Süreyya yıldızında bile olsa bunlardan birtakım adamlar ona ulaşacaklar."[6] dedi. Bu hadiste bu surenin Medine'de indiği­ne, ayrıca Rasulullah'm (s.a.) peygamberliğinin bütün beşeriyete şamil ol­duğuna delâlet vardır. Çünkü ayetteki "diğerleri" sözünü Fars (İran) mille­tine işaret ederek tefsir etmiştir. İşte bu sebeple Fars, Rum ve diğer millet­lere mektuplar göndererek onları Allah'a ve kendisinin getirdiği dine tabi olmaya çağırmıştır.

İbni Ebi Hatem'in Sehl b. Sa'd es-Saidi'den rivayet ettiğine göre Rasu­lullah (s.a.) "Benim ümmetimin (ashabımın) sulbünde birtakım erkekler ve kadınlar vardır ki bunlar cennete hesapsız gireceklerdir." demiş ve peşin­den "Onlardan henüz katılmamış bulunan..." ayetini okumuştur. Bununla ümmet-i Muhammed'den gelecek nesilleri kastetmiştir.

Sonra Allah Tealâ İslâm'ın ve Muhammed (s.a.)'in gönderilmesinin kendisinin bir ihsanı ve rahmeti olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuş­tur: "Bu, Allah'ın kimi dilerse ona vereceği bir lütfudur. Allah büyük lütuf sahibidir." Yani bu İslâm ve vahyin, Muhammed (s.a.)'e bu büyük peygam­berliğin verilmesi Allah'ın fazl ve ihsanındandır, bunu kullarından dilediği­ne verir. Allah Tealâ hiçbir lütfün erişemeyeceği büyük ihsan sahibidir. O, dünyada kullarına Kitabı ve hikmeti öğreten, ahirette amellere kat kat mükâfat verecek olan büyük ikram sahibidir. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:

1- Kâinattaki her şey Allah'ı tenzih ve teşbih eder. Onun varlığını, birliğini ve kudretini ikrar eder.

2- Peygamber şu üç gaye için gönderilir: a) Doğru düşünce ve güzel bir hayat tarzına yöneltecek Kur'an ayetlerini okumak, b) Ümmetini küfür ki­rinden, günahlardan ve cahiliye mefsedetlerinden temizleyerek kalplerini imanla tertemiz yapmak, c) Kur'an ve sünnet ile bunların ihtiva ettiği hü­kümleri, hikmet ve sırları öğretmek.

3- Rasulullah (s.a.) gönderilmeden önce Arap milleti darma-dağmık ve hakdan uzak bir haldeydi.

4-  Maverdi'nin ifade ettiği gibi Hz. Peygamberin (s.a.) ümmi olarak gönderilmesinin üç sebebi vardır: a) Geçmiş peygamberlerin müjdelediği hale muvafık olması, b) Halinin milletinin haline benzemesi ve böylece da­ha kolay uyuşabilmeleri, c) Kendisine vahyedilen Kuranı ve sırları tebliğ ve talim ederken su-i zanna meydan verilmemesi.

5- Rasulullah'ın peygamberliğinin Araplara mahsus olmayıp, onun kı­yamete kadar gelecek bütün insanlığa gönderilmiş olması. "Onlardan he­nüz katılmamış olanlara da" ayeti bunu ifade etmektedir.

6- İslâm, vahiy ve Rasulullah'ın gönderilmesi Yüce Rabbimizin bir lüt-fudur, bunu kullarından dilediğine verir. Allah'ın bundan başka, ibadet yo­lunda harcanan mallar gibi, sıhhat gibi pek çok nimeti gibi insanlara ver­diği daimi lütufları da vardır. Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den riva­yet ettiklerine göre muhacirlerin fakirleri Hz Peygamber'e gelip "Ya Rasu-lallah! Zenginler yüksek dereceler ve ebedî nimetler kazandılar." dediler. Hz Peygamber "Nedir onlar?" dedi. Onlar da: "Bizim kıldığımız namazı on­lar da kılıyor, tuttuğumuz orucu onlar da tutuyor, ama onlar tasadduk edi­yor biz edemiyoruz, onlar köle azat ediyor biz edemiyoruz." dediler. Rasu­lullah (s.a.) onlara: "Size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yeti­şirsiniz, sizden sonrakileri geçersiniz, sizin yaptığınızı yapanlar hariç hiç kimse sizden daha faziletli olamaz." dedi. "Buyur ya Rasulallah!" dediler. O da: "Her namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah, Allahüekber ve el­hamdülillah, dersiniz." buyurdular. Bir zaman sonra bu fakirler Rasulul-lah'a gelip "Ya Rasulallah! Zengin kardeşlerimiz bizim yaptıklarımızı duy­dular, onlar da aynısını yaptılar." dediler. Hz. Peygamber de: "Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir." buyurdular. [8]

 

Yahudiler, Tevrat Ve Ölümü İstemek:

 

5-  Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, ko­ca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir. Allah'ın ayetlerini yalan sa­yan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah zalimler güruhunu muvaffak etmez.

6- De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak, Allah'ın dostları­nın hakikaten yalnız kendiniz oldu­ğunuzu iddia ediyorsanız -doğru söylüyorsanız-, hemen ölümü te­menni edin.

7-  Onlar ellerinin gönderdiği yü­zünden bunu asla istemezler. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.

8- De ki: Sizin hakikaten kaçıp dur­duğunuz ölüm, o size elbette gelip çatacaktır. Sonra gizliyi de aşikârı da bilene döndürüleceksiniz. O, size neler yapardınız haber verecektir.

 

Belagat:

 

"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." ifadesi bir temsilî teşbihtir. Zira benzetme yönü belli tek bir unsur değildir. Yani bunların Tevrat'tan istifa­de etmeyişleri eşeğin kitap taşımasına benzer, yorgunluktan başka eline bir şey geçmez.

"...hemen ölümü temenni edin. Bunu (ölümü) asla istemezler." cümlele­ri arasında selbî tıbak vardır. (Her iki cümlede de "ölüm" geçer ama biri olumlu diğeri olumsuzdur.)

"...gizliyi" ve "aşikârı" kelimeleri arasında tezat vardır. [9]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali" yani Tevrat'la amel etmekle sorumlu tutuldukları halde onunla amel etmeyen, içindekilerden istifade etmeyen, dolayısıyla onda anlatılan son peygambere ait sıfatlara iman etmeyenlerin hali "koca koca" ilmi "kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." Muhammed (s.a.)'in peygamber olduğuna delâlet eden "Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah" inkarcı "zalimler güruhunu muvaffak etmez."

Ya Muhammed, biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız diyen Yahudilere "De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak Allah'ın dostlarının hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız -doğru söylüyorsa­nız-, hemen ölümü temenni edin." Allah'tan canınızı almasını isteyin. Çün­kü O'na ulaşmanın yolu ölümden geçer.

"Onlar" Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr başta olmak üzere "ellerinin gönderdiği" günahlar "yüzünden bunu asla istemezler, Allah Te-alâ o" inkarcı "zalimleri çok iyi bilendir."

Onlara "de ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm, o size elbette gelip çatacaktır. Sonra gizliyi de aşikarı da bilene döndürüleceksiniz. O, si­ze neler yapardınız haber verecektir." Yani iyi ve kötü hepsinin karşılığını verecektir. [10]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Allah Tealâ tevhid ve nübüvveti ispat ettikten sonra, Arap ve ümmi olan peygamberi ümmi Araplara gönderdiğini haber verdi. Yahudiler de ayetin mefhumunu alarak "O sadece Araplara gönderildi, bize gönderilme­di. " dediler. Allah da onlara şöyle cevap verdi: Onlar Tevrat'la amel etmi­yorlar. Tevrat'la ve onda bulunan bu peygamberin geleceğini müjdeleyen ayetle amel etseler kitaplarından istifade ederler ve Muhammed'e iman ederler ve bu sözü söylemezler veya böyle bir şüphe ileri sürmezler. Tev­rat'larından istifade ve onunla amel etmemeleri konusunda onlar kitap ta­şıyan ve yorgunluktan başka eline bir şey geçmeyen eşeğe benzerler.

Sonra Allah Tealâ onların "Biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz." diye­rek ortaya attıkları bir başka şüphe ve iddiaya şu cevabı verdi: Bu sözleri­nin hakikat olduğuna inanıyorlar ve güveniyorlarsa, Allah'tan kendilerinin canlarını almasını ve Allah'ın dostları için hazırladığı ikram sarayına ken­dilerini acilen intikal ettirmesini istesinler. Ama onlar inkâr ve isyanları ve ayetlerde yaptıkları tahrifat sebebiyle asla ölümü isteyemezler. [11]

 

Açıklaması:

 

"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." Yani Tevrat'ın getirdiği hükümle­ri tatbik etmekle mükellef tutuldukları halde onun gereği ile amel etmeye­rek, onda kendilerine emredilenlere uymayarak Tevrat'la amel etmeyi ter-keden Yahudiler, sırtında büyük büyük kitaplar taşıyan fakat kitapla odu­nun farkını anlayamayan eşeğe benzerler, çünkü onda anlama kabiliyeti yoktur. Yahudiler her ne kadar akıl ve idrak sahibi olsalar da kendilerine yararlı olacak hususlarda ve hakikatleri anlamada bu idraklerini kullana­madılar. Zira onlar Tevrat'ın sözlerini ezberlediler, ama anlamaya çalışma­dılar, gereğince amel etmediler, bilakis onu tevil ettiler, tahrif ettiler ve de­ğiştirdiler. Onların hali eşekten daha kötüdür. Çünkü eşekte zaten anlama kabiliyeti yoktur. Ama bunlar, anlama kabiliyetleri olduğu halde kullanmı­yorlar. Bu sebeple Allah bu tipleri "İşte bunlar hayvanlar gibidir, belki da­ha da aşağıdır. İşte bunlar gafillerdir." diyerek "hayvan' diye vasfetmiştir. Sonra Allah Tealâ bu benzerliğin ne kadar kötü olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:

"Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah zalim­ler güruhunu muvaffak etmez." Ey müslümanlar! Siz de onlar gibi olmayın, Allah umumi olarak kâfirleri hayrı ve hakkı bulmakta muvaffak kılmaz, Yahudiler de bu zümredendir.

Bu teşbihte Yahudilerin cahillikleri, ahmaklıkları, zelil ve hakirlikleri-nin iyice ortaya çıkması için eşek misali seçilmiştir. Rasulullah'ı (s.a.) min­berde hitap ederken yalnız bırakıp ticarete gidenlere bir ikaz olmaz üzere önce bu teşbih zikredilmiştir. Hutbeyi dinlemeyip terkeden herkes bunlara benzer. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in İbni Abbas'tan rivayet ettiği hadis-i şerifte Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Cuma günü imam hutbe okurken konuşan koca koca kitaplar taşıyan eşeğe benzer. Ona "sus" diyenin de cu­ması yoktur."

Sonra Yüce Rabbimiz Tevrat'la amel etmeyen Yahudileri yukarıda ge­çen zemme uygun olarak bir daha zemmederek -çünkü kitapla amel etme­yen, hayatı çok seviyor demektir- şöyle buyurdu:

"De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak Allah 'm dostları­nın hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız -doğru söylü­yorsanız-, hemen ölümü temenni edin." Yani ey Rasul de ki: Ey Yahudiler! İnsanların içinden sadece kendinizin Allah'ın dostu ve sevdikleri olduğu­nuzu, hidayet üzere bulunduğunuzu, Muhammed ve ashabının dalâlet üze­re olduğunu iddia ediyorsanız -iddianıza göre- bu ikrama kavuşmak için ölümü isteyin, bu iddianızda doğru iseniz bu iki gruptan dalâlette olana beddua ederek ölümünü isteyin. Çünkü cennetlik olduğunu kesin olarak bilen insan bu dünyadan kurtulmak ister.

Bu mubahele ve Yahudilere meydan okuma şu ayet-i kerimede de zik­redilmiştir:

"De ki: Allah yanında ahiret yurdu (diğer) insanların değil de yalnız sizin ise -doğru iseniz- haydi ölümü temenni edin." (Bakara, 2/94).

Şu ayetle de Hristiyanlara karşı meydan okunmuştur:

"Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında cedelleşirse de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra dua ve niyaz edelim de Allah'ın la­netini yalancıların üstüne olmasını dileyelim." (Ali İmran, 3/61). Müşrikle­re karşı da Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Kim sapıklık içinde ise, çok esirgeyici onu uzattıkça uzatır." (Meryem, 19/75)

Ahmed b. Hanbel, Buhari, Tirmizi ve Nesei, İbni Abbas'tan şunu nak-letmişlerdir: Ebu Cehil mel'unu: "Vallahi Muhammed'i Kabe'nin yanında görürsem gidip boynunu ayaklarımın altına alacağım." dedi. Bunu duyan Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bunu yaparsa melekler onu yakalayacak­tır. Şayet Yahudiler ölümü temenni edebilselerdi hepsi öleceklerdi ve ce­hennemdeki yerlerini göreceklerdi. Allah'ın peygamberine mübahele de bu­lunanlar (beddualaşmayı isteyenler) meydana çıksalardı geriye döndükle­rinde ne mal ne de ehlu iyal bulacaklardı."

Sonra Allah Tealâ, hayatı çok seven, ölümden nefret eden o maddeci Yahudilerin gerçek yüzünü ortaya koyarak, onların kötü amellerinden do­layı ölümü asla temenni edemeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:

"Onlar ellerinin gönderdiği (amelleri) yüzünden bunu asla istemezler. Allah, o zalimleri çok iyi bilendir." Yani Yahudiler işledikleri inkâr, isyan, Allah'ın kitabını değiştirmeleri yüzünden asla ölümü isteyemezler. Allah, ilmi sonsuz, kâfirlerin bütün hallerine muttali olandır, onlara yaptıklarına göre karşılık verir. Bu ağır bir tehdit ve kesin bir vaîddir.

"De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm, o size elbette gelip ça­tacaktır. Sonra gizliyi de aşikarı da bilene döndürüleceksiniz. O, size neler yapardınız haber verecektir." Yani: "Ey peygamber, şu Yahudilere söyle: Si­zin kaçtığınız, yaşamayı sevdiğiniz için hakkında mübahele (beddua oku­ma) yapmaya yanaşmadığınız o ölüm, kaçtığınız taraftan mutlaka size ge­lecek, sonra ölümün ardından göklerde ve yerde görülen ve görülmeyen her şeyi bilen Allah'a döndürüleceksizin de size yapmakta olduğunuz çirkin iş­leri bildirecek ve hak ettiğiniz karşılığı verecektir." Bu da bir tehdit ve va-addir ve ölümden kaçmanın fayda vermeyeceğini göstermede kesin bir ifa­dedir.

"Nerede olursanız ölüm size erişir, muhkem kalelerde olsanız bile." (Ni­sa, 4/78) ayeti de bunu ifade etmektedir. [12]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetler iki açıdan Yahudilerin kötülüğünü beyan ederek şu husus­lara işaret etmektedir:

1- Tevrat'la amel etmeyi bırakan ve Tevrat kendisinden haber verme­sine rağmen Muhammed'e (s.a.) iman etmeyen Yahudilerin bu hali, sırtın­da büyük büyük kitaplar taşıyan fakat onlardan istifade edemeyen eşeğin

haline benzer. Bu ne kadar çirkin bir benzeşmedir. Allah Tealâ kendine zulmeden ve Rabbinin minetlerine karşı nankörlük eden hiç kimseyi hakkı bulmada muvaffak kılmaz.

2- Yahudiler kendilerinin Allah'ın oğulları, ahbabı ve yaranı oldukları iddiasında doğru iseler, Allah dostlarının gittiği yere gitmek için ölümü is­tesinler. Çünkü Allah katında dostlara büyük izzet ve ikram vardır.

3- Fakat bu Yahudiler Muhammed (s.a.)'i yalanlamaları sebebiyle asla ölümü istemeyeceklerdir. İsteseler muhakkak ölürler. Zira hadis-i şerifte varid olduğuna göre bu ayet indiğinde Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a yemin ederim ki onlar ölümü te­menni etselerdi yer yüzünde hiçbir Yahudi kalmaz ölürdü." Bu sözde gayp-tan haber verme ve Rasulullah'ın (s.a.) bir mucizesi vardır.

4- Ancak Allah Tealâ haber verdi ki, ayetleri tahrif ve tağyir etme gibi yaptıkları kötü amelleri sebebiyle Yahudilerin kaçtığı o ölüm mutlaka gele­cektir. Kaçışın onlara faydası olmayacaktır. Sonra onların halleri, sözleri ve davranışları da dahil her şeyi bilen Rableri Allah'a döndürülecekler de o yaptıklarını onlara bildirecek ve amellerinin cezasını verecektir. [13]

 

Cuma Namazının Farziyeti Ve Cumadan Sonra Çalışmanın Mubah Olması:

 

9- Ey iman edenler! Cuma günü na­maz için çağrı yapıldığı zaman he­men Allah'ı zikretmeye koşun. Alış verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.

10- Artık o namaz kılınınca yer yü­züne dağılın, Allah'ın lütfundan (na­sibinizi) arayın. Allah'ı çok zikre­din. Ta ki umduğunuza kavuşasınız.

11-  Onlar bir ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona doğru dağıldılar. Seni ayakta terkettiler. De ki: Allah nezdindeki şey eğlenceden de ticaretten de ha­yırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayır lısıdır.

 

Belagat:

 

"Alış verişi bırakın" da mecaz-ı mürsel vardır. Çünkü sadece alış veriş dile getirilmiş, ama kiralama, şirket kurma, ticarî muamelelerde bulunma vs. insanı cumaya gitmekten alıkoyan her şey kastedilmiştir.

"Onlar bir ticaret, yahut bir oyun bir eğlence..." cümlesinden sonra "Al­lah nezdindeki şey eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır" cümlesinin gelme­si ifadede bir çeşitliliktir. İlk cümlede önce "ticaret" zikredilmiştir, çünkü asıl maksat odur. Sonra "oyun eğlence" zikredilmiştir. Çünkü hiç faydası ol­mayan bir şey uğruna zarar etmek daha ağırdır. Onun için her iki cümlede de yerine göre önemli olan önce zikredilmiştir. [14]

 

Kelimeler ve İbareler:

 

"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman he­men Allah'ı zikretmeye" namaza'&oşura." Bu çağrıdan maksat, Hz. Peygam­ber minberde iken hutbeden önce huzurunda okunan ikinci ezandır. "Cu­ma" cem olmak, yani toplanmak demektir. O gün insanlar namaz için top­landığından bu isimle anılır. Araplar daha önceleri o güne rahmet manası­na "arube" derlerdi. Bu güne "Cuma" ismini ilk veren Ka'b b. Lüey'dir. Ra-sulullahın ilk kıldırdığı cuma namazı hicret esnasında Medine'ye ulaştığı zaman Küba'da Beni Salimoğulları yurdunda kıldırdığı cuma namazıdır. Hicretten önce Medine'de ilk cuma kıldıran Es'ad b. Zurara'dır. Medine'ye bir mil mesafede bir köyde kıldırmıştı. İbni Hacer şöyle der: Cuma namazı Mekke'de farz kılınmıştı ancak gerekli sayı bulunamadığı veya Rasulullah (s.a.) Mekke'de gizliliği tercih ettiği için orada kılmamamıştır.[15] Halbuki cumanın en belirgin özelliği açıkça, alanen kılınmasıdır, "koşun" emri, müslümanm bu ibadeti bir canlılık, ciddiyet, himmet ve gayret içinde eda etmesi lazım geldiğini ifade eder.

"Alışverişi" ve diğer işleri "bırakın. Bilirseniz bu sizin için çok hayırlı­dır. " Çünkü ahiret kazancı dünya kazancından daha hayırlı ve daha kalıcı­dır. Hayırlı olduğunu gerçekten anladıysanız, durmayın hemen yapın.

"Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın." Yasaktan sonra gelen bu emir vücub değil, ibaha ifade eder. Yani namazdan sonra dağılmak mecbu­riyetini değil serbestliği ifade eder. Fıkıh usulünde yasaktan sonra gelen emir ibaha ifade eder diyenler, bu ayeti delil gösterirler.

"Allah'ın lütfundan" size ayrılan nasibinizi "arayın." Topluca bulundu­ğunuz yerlerde "Allah'ı çok zikredin. Ta ki umduğunuza kavuşasınız", iki dünyanın hayrını elde edesiniz.

"Onlar bir ticaret yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona doğru dağıldılar ve seni" minberde hutbe verirken "ayakta terkettiler." Bu­rada "ticaret" kelimesi bütün kazanç çeşitlerini, "oyun, eğlence" kelimeleri de bu kavrama dahil her türlü eğlenceyi ve her türlü çalgı aletini içine alır.

"De ki: Allah nezdindeki şey" yani sevap müminler için "eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır." Çünkü ticaret ve eğlenceden gelmesi beklenen ka­zancın garantisi olmamasına karşılık Allah'ın sevabı muhakkaktır, ebedi­dir. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır" öyleyse O'na güvenin, rızkı O'ndan isteyin. [16]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Onlar bir ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona doğru dağıldılar." ayetinin (11. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Cabir'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) bir cuma günü hutbe irad buyurdukları sırada gıda mad­deleri yüklü bir ticaret kefilesi Medine'ye girdi. Cemaat hutbe esnasında mescidden çıkıp gitti. Rasulullah'ın (s.a.) yanında sadece on iki kişi kaldı. Bunun üzerine "Onlar bir ticaret... gördükleri zaman" ayeti nazil oldu.

Tefsir alimleri şöyle dediler: Medine halkını açlık ve pahalılık vurmuş­tu. Dıhyetü'l-Kelbi bir ticaret kafilesiyle Şam'dan döndü. Kafilenin gelişini herkese duyurmak için davullar çalındı. Bu sırada Hz Peygamber (s.a.) cuma günü cuma hutbesi irad ediyordu. Herkes kafileyi görmeye çıktı. Mes-cidde sadece on iki kişi kaldı. Ebu Bekir ve Ömer de bunlardandı. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Rasulullah şöyle buyurdu: "Peşpeşe çıkıp git-seydiniz ve yanımda kimse kalmasaydı üzerinize vadiden ateş akardı. "[17]

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah, dünyayı ve dünya nimetlerini çok sevdikleri için Yahudile­rin ölümden kaçtıklarını beyan ettikten sonra, müminleri eğitmek ve onla­rı hem dünyada hem de ahirette kendilerine faydalı olacak amele -ki o cu­ma namazına gitmektir- yöneltmek istedi. Çünkü dünya malı fanidir, ahi-ret ve nimetleri ise bakidir. Ayet-i kerimede "Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır" (Alâ, 87/17) buyurulmaktadır. Sonra Allah Tealâ, bazı müslü-manların Rasulullah'ı (s.a.) minberde terkedip gitmelerini kınadı. Onların bir kısmı davul sesini duyar duymaz giderken, bir kısmı da ihtiyaçları ol­duğu için gelen mallardan almak gayesiyle çıkıp gittiler.

Sonra Allah "Dünyadan da nasibini unutma" (Kasas, 28/77) ayet-i ke­rimesinde de işaret edildiği gibi cuma namazı kılındıktan sonra çalışmak ve kazanmak için koşuşturmayı mubah kılmıştır. [18]

 

Açıklaması:

 

"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman he­men Allah'ı zikretmeye koşun, alış verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır." Yani ey Allah'a ve peygamberine iman edenler, cuma günü hatip minbere çıkıp ikinci ezan okunduğu zaman Allah'ın zikrine koşun. Alış veriş ve sair işlerinizi terkedin. Eğer idrak sahibi iseniz, neyin faydalı olacağını biliyorsanız alış verişi terkedip Allah'ın zikrine koşmanız sizin için en hayırlısıdır.

Tabiidir ki bu koşma, cuma ve namaz için abdest veya gusul aldıktan, yeni veya temiz elbiseler giyilip güzel kokular sürünme gibi birtakım ha­zırlıklardan sonra olacaktır.

Burada zikri geçen ezan hatip minbere çıktıktan sonra okunan ezan­dır, çünkü Rasulullah (s.a.) zamanında bu ezan var idi. Birinci ezana gelin­ce: Medine-i Münevvere çok genişlediği için onu ashab-ı kiramın huzurun­da Hz. Osman (r.a.) okutturmuştur. Mescid-i Nebevi'nin yakınında bulu­nan yüksek bir evin damından okunurdu. Kametle beraber buna üçüncü ezan da denilmiştir. Kamet ikinci ezandır. Nitekim Abdullah b. Mugaf-fel'den rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah şöyle buyurmuştur: "İsteyen her iki ezan arasında bir namaz (sünnet) kılabilir." Bununla ezan ve kame­ti kastetmiştir.

Ayet-i kerimede bilhassa alış veriş zikredilmiştir. Çünkü gündüzleri kazanç yollarından insanı meşgul eden sebeplerin en önemlisi budur. Bu ifadede ticaret çeşitlerinin tamamının terkedilmesi lâzım geldiğine bir işa­ret de vardır.

Özellikle cumanın farziyetinden bahsedilmesi, Yahudiler nazarında kutsal olan cumartesiye mukabil cumanın da müslümanlar için meşru kı­lınmış olmasındandır.

Ayet-i kerimedeki koşmaktan maksat, bilinen şekliyle hakikaten koş­mak değil, belki cumaya itibar ve ihtimam göstermektir. Nitekim ayet-i ke­rimede: "Kim de mümin olarak ahireti diler, onun için bir sa'y ile koşar­sa..." (İsra, 17/19) denilmiştir.

Koşarak namaza gitmek hadis-i şeriflerde nehyedilmiştir. Buhari ve Müslim'in Sa/u/ı'lerinde Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste Rasulul-lah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kameti duyduğunuz zaman namaza gidin, telaş göstermeden vakar içinde olun, süratli gitmeyin, yetiştiğinizi imamla kılarsınız, yetişemediğinizi tamamlarsınız."

Yine Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Ebu Katade şöyle dedi: Bir bir gün Rasulullah'la namaz kılarken geriden birtakım sesler işitildi. Namazdan sonra Rasulullah (s.a.) "Ne oluyor?" dedi. "Namaza acele etmiş­tik." dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyle yapmayın, namaza gelirken koşmadan gelin, vakarınızı bozmayın, yetiştiğinizi (imamla) kılarsınız, yetişemediğini­zi tamamlarsınız." buyurdular.

Tirmizi Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet et­ti: "Namaz başladığı zaman ona koşarak gelmeyin, yürüyerek gelin, sekinet ve vakar içinde olun, yetiştiğinizi kılın yetişemediğinizi tamamlayın."

Sonra Allah Tealâ, namazdan sonra dünya için çalışmanın mubah ol­duğunu beyan ederek şöyle buyurdu:

"Artık namaz kılınınca yer yüzüne dağdın. Allah 'm lütfundan (nasibi­nizi) arayın. Allah'ı çok zikredin. Ta ki umduğunuza kavuşasınız." Yani cu­mayı eda edip bitirdiğiniz zaman ticaret ve diğer ihtiyaçlarınızı temin et­mek için yer yüzüne dağılmanıza izin verilmiş ve mubah kılınmıştır. "Pazl", yani lütufdan maksat Allah'ın kullarına muamelâtında ve kazanç­larında ihsan ettiği kârlardır. Bu alış verişiniz ve çalışmalarınız esnasında, size dünyevî ve uhrevî hayırları göstermesine karşılık Allah'a şükredin. Dünya ve ahiretin hayırlarına erişebilmeniz için hamd, teşbih, tekbir ve is­tiğfar gibi sizi Allah'a yaklaştıracak zikirler yapmak suretiyle O'nu çok zik­retmeyi unutmayın.

Burada, mümin dünya işlerini yaparken dünya muhabbetinin ağır basmaması için Allah Tealâ'yı ve O'nun murakabesini unutmaması lazım geldiğine bir işaret vardır. Zira Allah'ın murakabesini unutmamak dünya­da ve ahirette insanın umduğuna nail olmasına vesile olur.

Irak b. Malik (r.a.) cumayı kıldığı zaman çıkıp giderken mescidin kapı­sında durur ve şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi, davetine icabet ettim, farzını kıldım, emrettiğin gibi şimdi gidiyorum, lütfundan bana rızık ver, sen lütuf verenlerin en hayırlısısın."[19]

Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur:"jK"im çarşıya, pazara girer de "Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerikeleh lehülmülkü ve lehülhamdü ve hüve alâkülli şey'in kadir" derse Allah ona yüz bin sevap yazar, yüz bin hatasını da siler. "[20]

Sonra Allah Tealâ, müminlerin bir cuma günü hutbeyi bırakarak da­vul sesine veya Medine'ye gelmekte olan ticaret kafilesine doğru gitmeleri­ni kınayarak şöyle buyurdu:

"Onlar bir ticaret yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona doğru dağıldılar, seni ayakta terkettiler. De ki: Allah nezdindeki şey eğlence­den ve ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır." Yani şu namaz kılan müminler camide hutbeyi dinlerken, başka bir beldeden ti­caret malı yüklü bir kafilenin geldiğini görünce veya bir düğün veya başka bir münasebetle eğlence için çalınan davul sesi veya zurna sesi duyunca dağılıp gittiler ve seni minberde hutbe irad ederken ayakta terkettiler. Ey peygamber, yaptıklarının hata olduğunu onlara şöyle söyle: Ahirette Allah katında bulacağınız büyük ecir ve mükâfat, sizin mescidde Rasulullah'ın (s.a.) hutbesini terkederek gittiğiniz o oyun ve ticaretten daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır, öyleyse rızkı ondan isteyin, taat sayı­lacak amellerle ona yaklaşın. Zira bu, rızık kazanma sebeplerinden biri ve onu celbeden sebeplerin en büyüğüdür. Allah kendisine tevekkül edip da­yanan ve vaktinde rızkı talep edene rızık verir. O, kulların rızkına kefildir. O, namaz kılmasından dolayı hiç kimseyi nızkından mahrum etmez veya rızkından bir şey eksiltmez.[21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Bu ayetlerden şu hükümler çıkartılabilir:

1- Cuma namazı farzdır, cumaya yetişmek için koşmak da aynı şekilde farzdır. "Ey iman edenler!" hitabının muhatabı sadece mükellef olan mü­minlerdir. Bunda icma vardır. Öyleyse hastalar, kötürümler, sefer halinde olanlar, köleler, kadınlar, körler ve ancak birinin yardımıyla yürüyebilen yaşlılar İmam Ebu Hanife'ye göre cuma kılmakla mükellef değildir. Ebu Hanife'nin delili Darakutni'nin Cabir'den rivayet ettiği şu hadistir: Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsa cuma günü ona cuma namazı farzdır. Ancak hasta, yolcu, kadın, çocuk ve köle müstesnadır. Artık kim eğlence veya ticaretle muşgul olarak cuma kıl­mazsa Allah ondan müstağnidir. Zaten Allah ganidir, sena edilmiştir."

Maliki alimleri ve başkaları şöyle demiştir: Üzerine cuma namazı farz olan hiç kimse onu terkedemez. Ancak hastalık veya hastalığın artma kor­kusu veya mahkeme kararı alınmadan devletin malına el koyması veya ca­nına zarar verme korkusu gibi cumayı eda etmesine imkân vermeyen bir özürü olanlar gitmezler.

2- Cuma sadece ezanı duyan camiye yakın Trişiye farzdır. Evi ezan du­yulmayacak mesafede uzak olan "Namaz için ezan okunduğu zaman..." ayetindeki hitaba muhatap değildir.

3- "Cuma günü namaz için nida edildiği zaman hemen Allah'ı zikret­meye koşun." ayeti cumanın ancak ezanla farz olduğuna delâlet eder. Ezan da ancak vakit girince okunur. Malik b. Huveyris'ten rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Namaz vakti geldiği zaman ezan okuyun, sonra kamet getirin, içinizden yaşça en büyüğünüz imam olsun." Buhari'nin Enes b. Malik'ten rivayetine göre Rasulullah (s.a.) cumayı gü­neş meylettiği zaman kılardı.

Ebu's-Sıddık ve Ahmed b. Hanbel'den cumanın zevalden önce kılınabi­leceği rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel, bu hususta Seleme b. Ekva ve İbni Ömer ve Sehl hadislerini delil almıştır ki onlar şöyle diyorlardı: "Biz Rasulullah'la beraber namazı kılar dağılırdık, henüz duvarların gölgesi ol­mazdı." "Cuma günü kaylûleyi ve öğle yemeğini ancak cuma namazından sonra yapardık."

Halef ve selef alimlerinin cumhurunun mezhebi Buhari'nin yukarıda geçen rivayeti ve Veki'in Ya'la İbni İyas'tan, onun da babası İyas'tan yaptı­ğı şu rivayettir ki şöyle diyordu: "Güneş zevali geçtiği zaman Rasulullah'la cumayı kılar sonra eve dönerken gölgeleri takip ederdik." Öğle namazına kıyasla cumanın vakti zevalden sonradır.

Yukarıda geçen ikinci hadis ashab-ı kiramın cumaya çok erken kuşluk vakti veya daha önce gittiklerine delâlet eder, bu sebeple öğle yemeğini an­cak cuma kılındıktan sonra yerlerdi. Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği ha­dis de cumaya erken gitmenin müstehab olduğunu ifade ediyor. Ebu Hu-reyre'den rivayet ettikleri bu hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kim cuma günü cünüblük guslü gibi gusül alır sonra ilk saatlerde giderse, bir deve kurban etmiş gibi sevap alır, daha sonra giden bir sığır kurban et­miş, daha sonra giden bir koç kurban etmiş sevabı alır. Daha sonra giden bir tavuk, beşinciye giden de bir yumurta tasadduk etmiş sevabı alır. İmam minbere çıktığı zaman melekler de hazır bulunur zikri dinlerler."

Buradaki "erken'den maksat alimlerin çoğuna göre o günün ilk za­manlarıdır. Nitekim yukarıda geçen İbni Ömer hadisinde buna işaretle şöyle diyordu: "Onlar cumaya çok erken gittikleri için ancak cumadan sonra kaylûle (öğle uykusu) yapıyor ve öğle yemeği yiyorlardı."

İmam Malik'e göre cumaya erken gitmek ancak zevalden biraz evvel olur. İbnu'l-Arabi "İlk görüş daha sahihtir." demiştir.

4- Cuma namazı her bir müslümana farz-ı ayındır. Ümmetin ve müc-tehidlerin cumhurunun görüşü budur. Zira ayet-i kerimede "Cuma günü namaz için çağrıldığı zaman hemen Allah 'ı zikretmeye koşun, alış-verişi bı­rakın." buyrulmuştur. Rasulullah (s.a.) da hadis-i şerifte şöyle buyurmuş­tur: "Birtakım insanlar var, onlar ya cumaları terketmekten vazgeçerler, yoksa Allah kalplerini mühürler sonra da gafillerden olurlar." Bu hadis cu­manın farz ve farz-ı ayın olduğuna açık bir delildir. İbni Mace'nin Sü-nen'inde Ebu'1-Ca'd ed-Damri'den rivayet edilen şu hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim cumayı önemsemeyerek üç defa terkederse Allah kalbini mühürler." Yine bir hadiste "Cumaya gitmek her müslümanın üze­rine farzdır." buyurulmuştur.

5- Allah Tealâ hiçbir şart zikretmeden mutlak olarak cuma namazına koşmayı vacip kılmıştır. Ancak bütün namazlarda abdestin şart olduğu ayet ve hadislerle sabittir. Maide suresi 6. ayette: "Namaz kılmak istediği­niz zaman yüzünüzü... yıkayın." buyrulmuştur. Buhari, Müslim, Ebu Da-vud ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte "Allah abdestsiz hiçbir namazı kabul etmez." buyrulmuştur.

Cuma için gusül almaya gelince, o sünnet veya müstehaptır, farz değil­dir. Buhari ve Müslim'de Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hanginiz cumaya gelmek isterse yı­kansın." Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen ha­diste, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü gusül almak baliğ olan her müslümana gerekir." Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her hafta yıkanmak Allah'ın her müslüman üzerindeki bir hakkıdır. Başını ve bedenini yıkar." Yine Müs­lim'de Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.) şöyle dediği rivayet ediliyor: "Cuma günü kim abdesti güzelce alır, sonra cumaya gider, sükût eder hutbe­yi dinlerse Allah onun on gündür işlediği günahları affeder. Kim de çör çöp­le oynarsa (hutbeyi dinlemezse) cuması tam olmaz." Bu hadis, on gün gus-lün farz olmadığına açık bir delildir. Nesei ve Ebu Davud'un Sünenlerinde rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü kim abdest alırsa ne güzel, ne ala. Kim de gusül alırsa gusül daha faziletlidir."

Cumaya gidecek kişinin en güzel elbiselerini giymesi, güzel kokular sürünmesi, misvak kullanması, temizlenmesi müstehaptır. Nitekim yuka­rıda geçen Ebu Said hadisinde: "Baliğ olmuş her müslümanın üzerine cu­ma günü gusül alması, misvak kullanması ve evinin güzel kokusundan sü­rünmesi vaciptir." Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste Ebu Eyyub el-Ensari şöyle dedi: Rasulullah'ı dinledim şöyle diyordu: "Cuma günü kim gusül abdesti alır, varsa evinin kokusundan sürünür, en güzel elbisesini gi­yer sonra mescide çıkar, kimseyi rahatsız etmeden -isterse- iki rekat namaz kılar, sonra imam minbere çıktığında farz kılınıncaya kadar sükût ederse, önceki cuma ile bu cuma arasındaki günahlarına keffaret olur."

6- Bayram cumaya tesadüf ederse cuma sakıt olmaz. Ahmed b. Han-bel'e göre sakıt olur. O şöyle dedi: "Bayram ile cuma aynı güne gelirse, bay­ram namazı cumadan önce olacağı ve insanlar onunla meşgul olacağı için cuma farzı sakıt olur." Hz. Osman bayram günü Avali (44) halkının cumaya gelmeyebileceklerini ilân etti. Ancak muhalif görüş bulunduğu zaman sa­habeden yalnız bir kişinin sözü hüccet olmaz. Hz. Osman'la aynı görüşte kimse yoktur. "Cuma günü Allah'ı zikre koşun." emri ile diğer günlerde ol­duğu gibi cuma günü de muhatabız. Ebu Davud, Nesei, Tirmizi ve İbni Ma-ce'nin rivayet ettiklerine göre cuma ve bayram aynı güne geldiği zaman her ikisinde de Alâ ve Gaşiye surelerini okurdu.

7- İslâm'da ilk cuma namazı hakkında alimler ihtilâf ettiler: Abdur-razzak ve Abd İbni Humeyd'in İbni Sirin'den rivayet ettiklerine göre Rasu-lullah (s.a.) Medine'ye gelmeden ve cuma ayeti inmeden önce Medine'li müslümanlar cuma kıldılar. Ensar aralarında şöyle konuştular: Yahudile­rin bir günü var, her hafta o gün toplanıyorlar. Hristiyanlarm da var. Gelin biz de kendimize bir gün tayin edip o gün toplanalım; Allah'ı zikredelim, ona şükredelim. Dediler ki: Cumartesi Yahudilerin, pazar Hristiyanlarm günü. Siz de Urube gününü alın. Onlar cuma gününe Urube=Arap günü derlerdi. O gün Es'ad b. Zurare'nin yanında toplandılar, onlara iki rekat namaz kıldırdı, nasihat etti. Bu güne cuma adını verdiler. Orada toplan­dıkları gün Es'ad onlara bir koyun kesiverdi. Öğle ve akşam yemeklerinde onu yediler. Daha sonra bu konuda cuma ayeti nazil oldu.

Denilir ki: Müslümanlara ilk cumayı kıldıran Mus'ab b. Umeyr'dir.

Bu iki farklı rivayeti şu şekilde birleştirmek mümkündür: Henüz Rasulullah'm (s.a.) emri olmaksızın ilk cumayı kıldıran Es'ad'dır. Rasulul-lah'ın emriyle ilk kıldıran da Mus'ab'dır.

Ancak bu hususta sahih olan şudur: İlk cuma Rasulullah'm Medine'ye gelişinden dört gün sonra Beni Salim yurdunda kıldırdığı cumadır. Beni Salim vadisinde onlara hutbe irad etti ve namaz kıldırdı.

İbni Mace'nin Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasulullah hutbede şöyle buyurdu: "Allah benim şu durduğum yerde, şu günümde, şu ayımda, şu yı­lımda kıyamete kadar sizin üzerinize cumayı farz kıldı. Kim onu önemse­meyerek veya inkâr ederek terk ederse, Allah iki yakasını bir araya getirme­sin, işinde bereket vermesin. Dikkat edin, o kişi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayırlı bir işi kabul edilir. Kim tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder." Alusi diyor ki: Açıkça görülen o ki bu hutbe Medine'de irad edilmişti. Hatta rivayetten anlaşılan bu hutbenin hicretten çok sonra irad edilmiş olduğudur. Çünkü burada hacdan bahsedi­liyor, halbuki hac o zaman farz kılınmamıştı. Esah olan görüşe göre hac hicri altıncı yılda farz kılındı. O halde ya hadisin sıhhatinde tartışma var­dır veya hadis cumanın farziyetini "kıyamete kadar" kaydıyla ifade etmek için irad olunmuştur, denilebilir.[22]

8- Sahih olan görüşe göre cuma günü Allah'ı zikre koşmak vaciptir. Bu zikir namaza, hutbeye, vaaz ve nasihate de şamildir. Hanefilere göre "zik-rullah" hutbenin örfen hutbe denilecek uzunlukta olmasına şamil değildir. Çünkü ayetteki "zikir" mutlak gelmiş uzun veya kısa olmasına dair bir ka­yıt getirilmemiştir. Şu halde hutbe konusunda şart olan mutlak zikirdir. Hutbenin keyfiyetine dair gelen rivayetler onun sünnet veya vacip olduğu­na delâlet eder, hutbesiz cumanın caiz olmayacağına dair delil olamazlar.

Diğer alimlere göre hutbe vaciptir, çünkü o saatte alış-verişi haram kılmaktadır, vacip olmasaydı haram kılmazdı. Çünkü müstehap olan şey mubahı haram kılmaz. Bu husustaki rivayetlere binaen Şafiiler, hatibin hutbeye ait şartlar riayet ederek iki hutbe irad etmesini şart koşarlar.

Cuma namazının sıhhati için alimler belli sayıda cemaatin bulunması­nın şart olduğunda icma etmişlerdir. Çünkü bu namazda birkaç kişi bir araya geldiği için adına toplanma manasında cuma denilmiştir. Ancak en az kaç kişi ile cumanın sahih olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu babda on üç kadar görüş vardır.

Birincisi: İmam Ebu Hanife ve Muhammed'in görüşüdür. Buna göre, imam hariç en az üç erkek bulunmalıdır. Bunların seferi veya hasta olma­ları hükmü değiştirmez. Çünkü çoğulun en azı üçtür. "Alah'ı zikre koşun" kavli şerifi çokluk kipinde olduğu için cumada imamdan ayrı cemaatin bu­lunması şarttır. Cuma "cemaat" kelimesinden alınmıştır. Bu cemaatin bir de hatibi mutlaka olacaktır.

Malikilere göre cuma ve hutbenin sıhhati için en az on iki erkeğin bu­lunması şarttır. Bunlar o beldede mukim olmalı ve hutbenin başından iti­baren namazın selâmı verilinceye kadar imamla beraber olmalıdır. Çünkü sahabenin bir kısmı ticaret kafilesi veye eğlenceyi görmek için çıktıkların­da Rasulullah ile beraber kalanların sayısı on iki idi.

Şafii ve Hanbelilere göre cuma namazı imamdan başka en az kırk kişi olmalı ve bunlar o belde halkından mükellef, hür ve erkek kişiler olmalı, seferi olmamalıdır. Sayıları kırkı geçerse imam seferi olabilir. Çünkü Bey-haki'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.) Medine'de cuma kıldırdığında kırk erkek idiler. Rasulullah'm (s.a.) daha az sayı ile cuma kıldığı sabit olmamıştır. O halde daha azı ile caiz olmaz.

9- Allah Tealâ cuma namazı kılmakla mükellef olan herkesi cuma vaktinde alış veriş yapmaktan menetmiştir. Alış verişten maksat her türlü muameledir. Dolayısıyla şirket, kira ve nikâh akdi gibi insanı namazdan alıkoyacak her iş buna dahildir. Özellikle alış verişin zikredilmesi çarşı pa­zar esnafını en çok meşgul eden şeyin bu olmasındandır. Cumaya gitmesi farz olmayanlara gelince onların alış veriş ve benzeri işleri yapması yasak değildir. Ayet-i kerimedeki "alış verişi terkedin" emri alimlerin çoğunluğu­na göre vücub ifade eder, dolayısıyla bu gibi işlerle meşgul olmak cumhura göre haramdır. Bu haramlık hatibin minbere çıkmasından itibaren namaz bitinceye kadar devam eder. Hanefüere göre bu tahrimen mekruhtur.

Hanefi ve Şafiilere göre cuma vaktinde yapılan akit sahihtir, feshedil­mesi gerekmez, çünkü özünde haram değildir. Yani nehiy özellikle alış veri­şe yöneltilmiş olmayıp o sırada yapılması farz olan ibadetten insanı alıkoy­masından dolayı menedilmiştir, cumayı terk etmeye müteveccihtir. Bu gas-pedilen arsada namaz kılmaya, gaspedilen su ile abdest almaya benzer.

Hanbelilere göre bu akid fasiddir, sahih değildir. Malikilerde meşhur görüşe göre bu akid feshedilmelidir. Zira Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Hz. Aişe'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) "Kim bizim yolumuza uygun olmayan bir iş yaparsa o reddedilir." buyurmuştur. O hal­de kişiyi cumadan alıkoyan her şey -bu cümleden olarak bütün akidler- di­nen haramdır, feshedilir.

10- Allah'ı zikre koşmak, bunun için her işi terketmek müminler için dünyevî menfaatlerden daha hayırlı ve daha faydalıdır. Eğer ilim ehli in­sanlar iseler cumaya gitme ve vaaz ve nasihatlerden istifade etme konu­sunda Allah'ın emirlerine uymanın kendileri için dünyada da ahirette de daha hayırlı olduğunu bilirler. Dünyada iman onlara hayır ve kurtuluş olan yolu gösterir, ahirette ise Allah'ın emirlerine uydukları için onun rıza­sını kazanmaları sebebiyle kurtuluşa ererler.

11- "İhramdan çıkınca avlanın." (Maide, 5/2) ayetinde olduğu gibi "Cu­ma namazı eda edildiği zaman yer yüzüne dağdın." emri de ibaha ifade et­tiğinden, namazdan sonra ticaret için, çeşitli ihtiyaçların temini için, Al­lah'ın lütfundan takdir ettiği rızkı aramak için dağılmak mubahtır. Zira "dağdın" emri bir yasaktan sonra gelmiştir, emir siğası bu halde ibaha ifa­de eder. Dolayısıyla namazdan sonra hiç kimseden -ne vacip olarak ne de mendup olarak- camiden çıkması talep edilmez.

12- "Allah'ı çok zikredin." kavl-i şerifi ile şu zikirlerin yapılması isten­miştir: İbadet ve taat yapmak suretiyle Allah'ı zikretmek. Farzların edası­nı nasip etmesi dahil Allah'ın insana ihsan ettiği nimetlere karşı şükret­mek suretiyle Allah'ı zikretmek. Bir işle meşgul olurken Allah'ı zikretmek. Sadece cuma namazı sırasında hasıl olan zikirle yetinmemek. Said İbni Cübeyr şöyle demiştir: Zikir Allah'a itaattir,  kim Allah'a itaat ederse onu zikretmiştir. Kim itaat etmezse -isterse tesbihatı çok olan bir kişi olsun zikretmiş olmaz.

13- Rasulullah (s.a.) hutbe irad ederken insanların dağılıp gitmesin-deki asıl maksat alış veriş (ticaret) yapmak, ikinci derece maksat ise tica­ret kafilesinin gelişi dolayısıyla yapılan eğlence ve sevince katılmaktır. Bu sebeple "ileyha" zamiri "ticaret" kelimesine gitmekte, "oyun, eğlence" keli­mesine gitmemektedir.

14- "Seni  ayakta terkettiler." ayetini alimler, hutbe esnasında ayakta durmanın meşru olduğuna delil göstermişlerdir ki bu ittifakla benimsenen bir husustur. Rasulullah'ın (s.a.) daima ayakta hutbe irad ettiği hadislerde sabittir. Kendisinden sonra Hulefa-yı Raşidin de böyle yapmıştır. Bu sün­net Emevilere kadar böyle devam etmiştir. Emeviler devrinde hutbeyi otu­rarak okuyanlar çıkmıştır. Ayakta duramadığı için oturarak hutbe irad eden ilk Emevi halifesi Muaviye (r.a.)'dir.

Hutbeyi ayakta vermek Hanefilere göre sünnettir. Oturarak verirse maksat hasıl olduğu için caizdir, ancak tevarüs ederek gelen sünnete mu­halefet olduğu için mekruhtur. Malikilere göre vaciptir, ancak hutbenin sıhhatinin şartlarından değildir. Buna göre imam oturarak hutbe irad ederse hutbesi tamamdır ve sahihtir.

Şafii ve Hanbelilere göre sünnette öyle varid olduğu için hutbenin ayakta verilmesi şarttır, aksi halde sahih olmaz.

Hutbe hakkındaki diğer bazı hükümler de şöyledir:

a) İmam, yani devlet başkanının izni olmasa ve cumada hazır bulun­masa da cuma sahih olur. Küfe valisi Velid b. Ukbe bir gün cumaya gecikti, Abdullah b. Mesud onun izni olmadan cumayı kıldırdı. Rivayete göre Hz. Osman haydutlar tarafından muhasara altında iken Hz. Ali cumayı kıldır­dı. Hz. Osman'dan izin istediğine dair bir haber nakledilmemiştir. Yine ri­vayete göre Medine valisi Said b. el-Ass oradan çıktığı zaman Ebu Musa izin almadan cumayı kıldırdı.

Ebu Hanife devlet başkanının veya vekilinin hazır bulunmasını veya izninin bulunmasını şart koşmuştur. Çünkü bütün toplanmalar ancak izin­le olur, ictimanın manası ancak izinle hasıl olur. Ayrıca cuma İslâm'ın şi­arından biridir, dine ait amellerdendir, o halde alenen ve gösterişli bir şe­kilde eda edilmesi lâzımdır.

b) Malikiler cumanın üstü kapalı mescidde kılınmasını şart koşmuş­lardır. Çünkü "Evimi tavaf edenler için temizle." (Hac, 22/26), "Allah'ın yü-celtilmesine izin verdiği evlerde." (Nur, 24/36) gibi ayetlerde "ev" kelimesi geçmektedir. Örfte evin hakiki manası duvarları ve tavanı olan yapıdır. Hanefiler cumanın, beldenin musallasında kılınmasını şart koştular. Şafii ve Hanbeliler mescidde kılınmasını şart koşmamışlardır. Bütün mezhepler cumanın şehirde kılınacağında ittifak ettiler.

c) "Seni ayakta terkettiler" lafzını esas alarak ulemanın cumhuru, cu­manın sıhhati için hutbenin şart olduğu görüşündedir. Çünkü bu ayet bu­nu terkedenleri zemmetmektedir. Zaten "vacip", terk edenin seran zemme-dildiği hükümdür. Sonra Rasulullah (s.a.) hutbesiz hiç cuma kılmamıştır. Said b. Cübeyr "Hutbe öğle namazının iki rekatı yerindedir, kim hutbeyi terkeder sadece cumayı kılarsa öğle namazının iki rekatını terketmiştir." demiştir.

Hasan-ı Basri ve İbni Macişûn'a göre ise hutbe farz değil sünnettir.

d) Hatib ya bir ok yayına veya bastona yaslanarak hitap eder. Zira İb­ni Mace'nin Sünen'inde Sad b. Ebi Vakkas'tan rivayet ettiğine göre Rasu­lullah (s.a.) harpte ok yayına, cumada da bir bastona yaslanarak hitab ederdi.

e) Alimlerin cumhuruna göre hatip minbere çıkınca cemaate selâm ve­rir. İbni Mace Cabir b. Abdullah'tan Rasulullah'm minbere çıktığı zaman selâm verdiğini rivayet etmiştir. Malikilere göre ise bu selam sünnet değil­dir.

f) Hatibin abdestli olması Şafii'nin kavl-i cedidinde (sonraki görüşün­de) şarttır. Cumhura göre ise şart değildir. İmam Malik'e göre imam hutbe­ye abdestsiz irad ederse kerahet işlemiş olur, ama hutbe sahihtir, namazı abdestli kıldırmışsa hutbenin iadesi lazım gelmez, ancak namazda da ab­destsiz olduğu anlaşılırsa ikisi de iade olunur.

g) Fukahanın ekseriyetine göre hutbenin sıhhati için en azından ham-dele, salvele yapılmalı, takva tavsiye edilmeli ve Kur'an'dan bir ayet okun­malıdır. Hutbenin ikinci bölümünde de birincisi gibi bu dört husus yapıl­malıdır. Ancak birinci bölümdeki bir ayet okuma yerine ikincide vacip olan dua edilmesidir.

Ebu Hanife'ye göre imam sadece hamdele (el-hamdülillah) veya teşbih (subhanallah) veya tekbir (Allahu ekber) getirse hutbe sahih olur. Rivayet olunur ki Hz. Osman bir gün hutbeye çıktı "Elhamdülillah" dedikten sonra tutuldu. Dedi ki: "Ebu Bekir ve Ömer bu makam için makâl (hutbe) hazır­lıyorlardı. Sizin iş yapan bir imamdan daha çok, söz ustası, güzel hutbeler irad edecek bir imama ihtiyacınız var." dedi indi namazı kıldırdı. Bu saha­benin huzurunda olmuştu ve kimse itiraz etmedi.

h) Hutbede anlatılanlar: Müslim, Sahih "inde Abra b. Abdurrahman'ın kızkardeşinin: "Kaf suresini Rasulullah'ın ağzından öğrendim, her cuma minberde onu okurdu." dediğini rivayet etmiştir. Yine Müslim'in Ya'la İbni Umeyye'den, Rasulullah'ın minberde Zuhruf suresi 77. ayeti olan "Cehen­nem ehli şöyle nida eder: Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin." ayetini okurken duyduğunu rivayet etmiştir.

Ebu Davud Merâsü'inde Zühri'den Rasulullah'ın (s.a.) hutbesine şu şe­kilde başladığını rivayet etmiştir.

"Hamd Allah içindir. O'na hamd eder, ondan yardım diler ve ondan bağışlanmamızı dileriz. Nefislerimizin şerrinden Allah'a sığınırız, Allah'ın hidayet verdiğini saptıracak, saptırdığına da hidayet verecek yoktur. Al­lah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahitlik ederiz. Allah onu hakla, önümüzde gelecek olan kıyamet için (müminlere) müjdeci (kâfirlere) uyarıcı olarak gönderdi. Kim Allah'a ve Rasulüne itaat ederse şüphesiz doğru yola girmiştir. Kim de Allah'a ve Rasulüne asi olursa doğru yoldan sapmış olur.

Allah 'tan, bizi kendisine ve Rasulüne itaat edenlerden, razı olduğu şey­lere tabi olanlardan ve gücendiği şeylerden sakınanlardan kılmasını istiyo­ruz.

Şüphesiz biz O'na aitiz ve onun için varız."

Zühri şöyle dedi: Bize ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) hitap ettiği za­man şöyle diyordu: "Her gelecek yakındır, geleceğe uzak yoktur, Allah Tealâ hiç kimsenin acelesi için acele etmez. Allah 'in dilediği olur, insanların dile­diği değil. İnsanlar bir şey murat eder, Allah bir şey murat eder, ama insan­lar hoşlanmasa da Allah'ın dediği olur. Allah'ın yakınlaştırdığını uzaklaş­tıracak, uzaklaştırdığını yakınlaştıracak yoktur. Allah'ın izni olmadan hiç­bir şey olmaz."

Cabir şöyle dedi: Rasulullah cuma günü Allah'a hamdedip peygamber­lere salattan sonra şöyle hitap ederdi: "Ey insanlar! Sizin için işaretler ko­nulmuş, işaretlerinize kadar gidin, sizin için bir son belirtilmiş oraya ka­dar gidin. Mümin iki korku arasındadır. Ömrünün geçirdiği kısmı ile gele­ceği arasındadır; geçirdiği ömrü hakkında Allah 'm ne hüküm verdiğini bil­mez, geri kalan kısmında da ne yapacağını bilmez. Öyleyse kişi kendisi için kendisinden, ahireti için dünyasından, yaşlılıktan önce gençlikten, ölümden önce hayattan alacağını (tedbirini) alsın. Allah'a yemin ederim ki ölümden sonra af taleb etme yoktur, bu dünyadan sonra cennet veya cehennemden başka dünya yoktur. Bu sözümü böyle söyler, kendim ve sizin için Allah 'tan mağfiret dilerim."[23]

ı) Hutbeyi duyan cemaatin sükût etmesi vaciptir. Sünnet olan, duyan duymayan herkesin sükût etmesidir. İnşaallah her ikisi de aynı ecri alırlar. Hutbe esnasında konuşan cuma sevabından mahrum kalır, bununla nama­zı fasid olmaz. Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü imam hutbe irad ederken arkadaşına "sus" dersen lağvetmiş olursun (sevabından mahrum kalırsın). "[24]

i) İmam minbere çıktığı zaman Rasulullah'ın (s.a.) fiiline uyarak ce­maate doğru döner. Ebu Davud mürsel, İbni Mace de muttasıl senetle Sünen'lerinde, ayrıca Hafız Ebu Nuaym'ın da rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) öyle yaparlardı.

j) Cumhura göre, imam hutbe irad ederken camiye giren insan iki re­kat namaz kılar. Müslim Sahih'inde Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasu­lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü hanginiz imam hitap ederken ge­lirse iki rekat namaz kılsın ve namaz caiz olacak kadar kısa okusun." İmam Malik ve İbni Şihab'a göre kılmaz, çünkü imamın minbere çıkması namazı, konuşması konuşmayı keser.

k) Hutbe esnasında uyumak mekruhtur. Semure b. Cündüp Rasulul-lah'tan şöyle rivayet etmiştir: "Hanginize uyku çökerse arkadaşıyla yer de­ğiştirsin."[25]

1) Cumanın fazileti: Hadis imamlarının Ebu Hureyre'den rivayet ettik­lerine göre Rasulullah (s.a.) cuma gününden bahsederken şöyle buyurdu: "O gün öyle bir an vardır ki bir müslüman dua ederken o ana tesadüf etse de Allah'tan bir şey istese mutlaka onu verir." Eliyle de bu vaktin çok kısa olduğunu işaret ediyordu." Müslim'in rivayetine göre Ebu Musa şöyle dedi: Rasulullah'ı dinledim şöyle diyordu: "Bu an, imamın minbere oturmasın­dan namaz kılınana kadar geçen zamandır."

15- Namazın Allah katındaki sevabı eğlencenin zevkinden, ticaretin kârından daha hayırlıdır. Aynı şekilde insan için Allah katında ayrılmış olan rızık, eğlence ve ticaretle elde edilecek şeyden daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Rızıklan takdir edip kolaylaştıran Odur, her şeyin mülkiyetini elinde bulunduran O'dur. Öyleyse hiçbir insanın her hangi bir şey için Allah'a ibadeti ihmal etmesi doğru değildir. Zira onun için ne takdir edilmişse -zayıf halinde bile olsa- ona gelecektir. Başkası için takdir edileni ise güç kuvvetle de olsa elde edemeyecektir. İnsanın yapaca­ğı tek şey rızkın peşinden koşmaktır. İnsanın üzerine vacip olan, Rabbin-den rızık istemek, ona itaat ederek Allah katındaki dünya ve ahiretin en hayırlı nimetlerine nail olmak için yardım talep etmektir.[26]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/439.

[2] Tenasühü'd-Dürer, s. 84.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/439.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/439-440.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/440.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/441-442.

[6] Ayrıca Müslim, Tirmizi, Nesei, İbni Ebi Hatem ve İbni Cerir rivayet etmiştir.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/442-444.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/444.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/445.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/445-446.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/446.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/446-448.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/448-449.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/450.

[15] Alûsî, XXVIII/100.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/450-451.

[17] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s. 243.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/451-452.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/452.

[19] İbni Ebi Hatem rivayet etmiştir. İbni Kesir, IV/367.

[20] Kenzü'l-Ummâl, IV/9327-9443.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/452-454.

[22] Kurtubî, XVIII/98; Alûsî, XXVIII/100.

[23] Aynısı İbni Abbas'tan da rivayet edilmiştir. (İthafü'l-Enam, s. 194).

[24] Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi hariç diğer Kütübü Sitte sahipleri rivayet etmiştir.

[25] Ebu Davud ve Tirmizi İbni Ömer'den: "Hanginiz mescid de uyuklarsa yerini değiştirsin, başka yere otursun." lafzı ile rivayet etmişlerdir.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/454-463.