Cuma Namazının Farziyeti Ve Cumadan Sonra Çalışmanın Mubah Olması: |
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için nida olunduğu zaman Allah'ı zikre koşun." ayetindeki cuma namazı için yapılan davete icabet emrini ihtiva etmesinden dolayı "Cuma suresi" adını almıştır. [1]
Bu surenin önceki sure ile ilişkisinin şu dört hususta olduğu görülmektedir:
1- Bundan önceki surede
Musa'nın (a.s.) kavmi ile olan durumundan, kavminin ona verdiği ezalar
ayıplanarak bahsedilmişti. Bu surede ise, bu ümmetle onlar arasındaki farkın ve
İslâm ümmetinin faziletinin ortaya konulması için, bir şeref olmak üzere
Rasulullah'ın (s.a.) halinden ve ümmetinin faziletinden bahsedilmektedir.
2- Önceki surede İsa (a.s.), Muhammed'i veya Ahmed'i (s.a.) müjdelemiş idi. Bu surede ise "Ümmiler arasında kendilerinden bir rasul gönderen O'dur." denilmek suretiyle İsa'nın müjdelediği rasulün işte Hz. Muhammed (s.a.) olduğu zikredilmiştir.
3- Allah Tealâ bundan önceki
Saf suresini cihad emriyle bitirmiş ve bu cihada "ticaret" ismini
vermişti. Bu sureyi ise cuma emriyle bitirmiş ve bunun dünyalık ticaretten
hayırlı olduğunu haber vermiştir.
4-
Önceki surede Allah Tealâ müminlere,
savaşta tek saf halinde olmalarını emretmişti. Bunun peşinden yine saf halinde
olunmayı gerektiren cuma namazına ait surenin gelmesi münasip düşmüştür. Çünkü
diğer namazların aksine cumanın cemaatle kılınması şarttır.[2]
Medine'de inen diğer surelerde olduğu gibi bu surenin de konusu amelî
hükümlerdir. Burada Cuma günü öğle namazının yerine farz olan cuma namazının
hükümleri beyan edilmektedir.
Bu sure de öncekiler gibi Cenab-ı Hakk'ı tenzih ve kemâl sıfatlarıyla tavsif ederek başlamıştır. Sonra peygamberlerin sonuncusu, Allah'ın beşere hediyesi ve rahmeti olan Peygamberimizin (s.a.) sıfatlan sayılmıştır ki bunlar onun Arap oluşu, Kur'an ayetlerini kavmine okuması, onları küfrün çirkinliklerinden temizlemesi, onlara -ister zamanındaki ister sonraki kuşaklardan olsun- Kitap ve Sünnet'i öğretmesi ve bunun Allah'ın bir ihsanı, nimeti ve rahmeti olduğunu beyan etmesidir.
Sonra Tevrat'ın hükümleriyle amel etmedikleri için Yahudilere tan etmiş
ve onları sırtında faydalı kitaplar taşıyıp da onlardan hiçbir şey anlamayan
ve yorgunluktan başka eline bir şey geçmeyen eşeğe benzetmiştir. İşte bu
dalâletin ta kendisidir.
Sonra Allah'ın dostu olduklarını söyleyen Yahudilere ölümü temenni
etmeleri hususunda meydan okuma talebi zikredilmiştir.
Sure, cuma namazını eda etmeyi teşvik etmiş, hatip minbere çıktığında
okunan ezan başlayınca cumaya koşmanın vacip olduğunu bildirmiş, namazdan sonra
çalışmak ve nzık kazanmak için dağılmayı mubah kılmış, Rasulullah'ı minberde
hitap ederken terkedip ticaret kafilesini görmek için koşup giden müminleri
ayıplamıştır.
[3]
Müslim Sahihinde İbni Abbas ve Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.)
cuma namazında Cuma ve Münafıkun surelerini okuduğunu rivayet etmiştir.
[4]
1- Göklerde ne var yerde ne
varsa, o mülkün maliki, noksanlıklardan münezzeh, mutlak galip, hikmet sahibi
Allah'ı teşbih etmektedir.
2- O, ümmiler içinde
kendilerinden bir peygamber gönderdi ki onlara ayetlerini okur, onları temizler
ve onlara Kitab'ı, hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha evvel hakikaten apaçık
bir sapıklık içinde idiler.
3- Onlardan henüz kendilerine
katılmamış bulunan diğerlerine de (kitabı ve hikmeti öğretir.) O mutlak
galiptir, hikmet sahibidir.
4-
Bu, Allah'ın kimi dilerse
ona vereceği bir lütuftur. Allah büyük lütuf sahibidir.
Canlı vey cansız "göklerde ne var yerde ne varsa, O mülkün sahibi,
noksanlıklardan" yani zatına lâyık olmayan sıfatlardan "münezzeh,
mutlak galip", varlıkları evirip çevirmede her şeyi yerli yerinde yapan
"hikmet sahibi Allah'ı teşbih etmektedir.
"O, ümmiler içinde kendilerinden" onlar gibi ümmi "bir
peygamber gönderdi ki onlara" onlar gibi ümmi olmasına rağmen Kur'an
"ayetlerini okur, onları" şirkten, kötü amel ve inançlardan "temizler"
ve onlara "Kitab 'ı, hikmeti" yani dinin esaslarını, Kur'anın
hükümlerini öğretir. Arapça-da "ümm" anne demektir. Ümmi, anasından
doğduğu gibi kalıp okuma yazma öğrenmemiş olana denir. İslâm geldiğinde
Arapların çoğu böyle olduğu için, ayette onlara ümmi denmiştir.
"Halbuki onlar daha" Muhammed gelmeden "evvel hakikaten
apaçık bir sapıklık" şirk, hata va cahiliye pislikleri "içinde
idiler." Bu ifade onların, kendilerini yönlendirecek bir peygambere çok
ihtiyaçları olduğunu göstermektedir.
"Onlardan" sonra kıyamete kadar gelecek olup "henüz
kendilerine katılmamış bulunan diğerlerine de" Kitab'ı ve hikmeti
öğretir. "Omutlak galiptir" mülkünde yegâne söz sahibidir,
yaratmasında ve tercihlerinde, Muhammed'e (s.a.) peygamberlik vermede
"hikmet sahibidir." Burada özellikle sahabeye işaret edilmesi onların
kıyamete kadar gelecek olan tüm müslü-manlardan daha faziletli olduklarına bir
delildir.
Muhammed ve ashabına verilen "bu" ayrıcalık, "Allah'ın
kimi dilerse ona verdiği bir lütuftur, Allah büyük lütuf sahibidir."
[5]
"Göklerde ne var yerde ne varsa, O mülkün maliki, noksanlıklardan
münezzeh, mutlak galip, hikmet sahibi Allah'ı teşbih etmektedir." Yani
"O'nu övgü ile teşbih etmeyen hiçbir şey yoktur." (İsra, Yİ I AA)
ayetinde de ifade edildiği gibi konuşanı ve konuşmayanı ile bütün yaratılmaşlar
Allah'ın varlığını, birliğini ve kudretini ikrar ederek O'nu teşbih ve tenzih
ederler. Göklerin ve yerin maliki, emir ve hikmetiyle göklerde ve yerde tasarrufta
bulunan, noksanlıklardan ve hatıra gelebilecek her şeyden münezzeh, kemal
sıfatlarıyla muttasıf, hiçbir galibin galebe çalamayacağı kahir ve galip
sıfatlarına sahip, kudret ve hikmette emsalsiz, yaratılmışların işlerini en
güzel şekilde yüreten ve her şeyde hikmet sahibi olan Odur.
Allah Tealâ o yüce zâtını tenzihten sonra Rasulünün (s.a.) temeyyüz
ettiği özellikleri zikrederek şöyle buyurdu: "O, ümmiler içinde kendilerinden
bir peygamber gönderdi ki onlara Kitab 'ı, hikmeti öğretir. Halbuki onlar daha
evvel hakikaten apaçık bir sapıklık içinde idiler." Yani ümmi Arap
toplumunun içinde kendi cinslerinden onu bir elçi olarak gönderen O dur.
Araplar ümmi idi, çünkü çoğu okuma yazma bilmiyordu. Rasulullah (s.a.) da onlar
gibi ümmi idi. Nitekim Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Nesei'nin İbni Ömer'den
rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) "Biz yazmayan, hesap
yapmayan ümmi bir milletiz." diyerek bunu ifade etmiştir. Ayet-i kerimede
de "Sen bundan önce ne bir yazı okur ne de elinle onu yazardın."
(Ankebut, 29/48) buyurulmaktadır.
Rasulullah (s.a.) okuyup yazmayan bir ümmi olmakla ve hiç kimseden bir
şey öğrenmemiş olmakla beraber, dünya ve ahiretin en hayırlı yoluna ir-şad eden
Kuran ayetlerini ümmetine okuyor, onları küfrün, günahın ve ca-hiliye ahlâkının
kirlerinden temizliyor, onlara Kuranı, sünneti, ahkâmı ve hikmetlerini
öğretiyordu. İslâm'dan önce onlar akide, hüküm ve nizam konusunda açık bir
dalâlet ve yanlışlık içindeydiler. Zira eskiden onlar İbrahim (a.s.)'m
dininden idiler sonra onu değiştirdiler, tevhidi bırakıp şirki ve putperestliği
aldılar, Allah'ın asla izin vermediği birtakım şeyler icad ettiler. Ehl-i Kitap
da aynı şekilde kitaplarını değiştirdiler, tahrif ve tevil ettiler.
Bunun üzerine Allah Tealâ sadece Araplar değil bütün aleme şamil olmak
üzere kâmil bir din ile rasulü Muhammedi (s.a.) gönderdi. Onun getirdiği bu
dinde, onları cennete ve Allah'ın rızasına yaklaştıracak şeylere davet,
cehenneme ve Allah'ın gazabına yaklaştıracak şeylerden nehyetme dahil beşerin
dünyada ve ahirette muhtaç olduğu her şeyin beyanı mevcuttur.
Özellikle ümmi Arapların zikredilmesi Rasulullah'm (s.a.) hususi olarak
onlara, umumi olarak da bütün insanlara gönderilmiş olmasındandır. Nitekim
"Ben seni ancak alemlere rahmet olarak gönderdim." (Enbiya, 21/106)
ve "De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize Allah'ın elçisiyim" (Araf,
7/158) gibi ayet-i kerimelerde onun bütün beşere gönderildiği ifade edilmektedir.
"Onlardan henüz kendilerine katılmamış bulunan diğerlerine de
(kitabı ve hikmeti öğretir.) O mutlak galiptir, hikmet sahibidir." Yani
Allah Te-alâ, ister Arap isterse Fars ve Rum gibi Arap olmayanlardan olsun
diğer mümin nesillere de şamil olmak üzere Arap kavminden bir peygamber
gönderdi. Bu "nesiller"den maksat henüz sahabe zamanında mevcut olmayıp
da onlardan sonra kıyamete kadar gelecek olan ve müminler ordusuna katılacak
olan nesillerdir. Allah Tealâ kudret ve kuvvet sahibidir, İslâm ümmetini
yeryüzüne hakim kılmaya kadir olan O'dur. Din koymada, ezeli takdirinde, fiil
ve sözlerinde ve kâinatı idare edişinde derin hikmet sahibi olan O'dur.
İmam Buhari'nin rivayetine göre Ebu Hureyre şöyle dedi: Rasulul-lah'ın
(s.a.) yanında oturuyorduk, ona Cuma suresi indi, sureyi okudu. "Onlardan
henüz katılmamış bulunan..." ayetine gelince ashab-ı kiram "Ya
Rasulallah! Bunlar kim oluyor." dediler. Cevap vermedi. Soru üç defa tekrar
edildi. Selman Farisi'de aramızda idi. Rasulullah (s.a.) elini onun omu-zuna
koydu ve "İman Süreyya yıldızında bile olsa bunlardan birtakım adamlar ona
ulaşacaklar."[6] dedi.
Bu hadiste bu surenin Medine'de indiğine, ayrıca Rasulullah'm (s.a.)
peygamberliğinin bütün beşeriyete şamil olduğuna delâlet vardır. Çünkü
ayetteki "diğerleri" sözünü Fars (İran) milletine işaret ederek
tefsir etmiştir. İşte bu sebeple Fars, Rum ve diğer milletlere mektuplar
göndererek onları Allah'a ve kendisinin getirdiği dine tabi olmaya çağırmıştır.
İbni Ebi Hatem'in Sehl b. Sa'd es-Saidi'den rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.) "Benim ümmetimin (ashabımın) sulbünde birtakım erkekler ve kadınlar
vardır ki bunlar cennete hesapsız gireceklerdir." demiş ve peşinden
"Onlardan henüz katılmamış bulunan..." ayetini okumuştur. Bununla
ümmet-i Muhammed'den gelecek nesilleri kastetmiştir.
Sonra Allah Tealâ İslâm'ın ve Muhammed (s.a.)'in gönderilmesinin
kendisinin bir ihsanı ve rahmeti olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Bu, Allah'ın kimi dilerse ona vereceği bir lütfudur. Allah büyük lütuf
sahibidir." Yani bu İslâm ve vahyin, Muhammed (s.a.)'e bu büyük peygamberliğin
verilmesi Allah'ın fazl ve ihsanındandır, bunu kullarından dilediğine verir.
Allah Tealâ hiçbir lütfün erişemeyeceği büyük ihsan sahibidir. O, dünyada
kullarına Kitabı ve hikmeti öğreten, ahirette amellere kat kat mükâfat verecek
olan büyük ikram sahibidir.
[7]
Bu ayet-i kerimeler şu hususlara işaret etmektedir:
1-
Kâinattaki her şey Allah'ı
tenzih ve teşbih eder. Onun varlığını, birliğini ve kudretini ikrar eder.
2-
Peygamber şu üç gaye için
gönderilir: a) Doğru düşünce ve
güzel bir hayat tarzına yöneltecek Kur'an ayetlerini okumak, b) Ümmetini küfür kirinden,
günahlardan ve cahiliye mefsedetlerinden temizleyerek kalplerini imanla
tertemiz yapmak, c) Kur'an ve sünnet
ile bunların ihtiva ettiği hükümleri, hikmet ve sırları öğretmek.
3- Rasulullah (s.a.)
gönderilmeden önce Arap milleti darma-dağmık ve hakdan uzak bir haldeydi.
4-
Maverdi'nin ifade ettiği gibi Hz. Peygamberin
(s.a.) ümmi olarak gönderilmesinin üç sebebi vardır: a) Geçmiş peygamberlerin
müjdelediği hale muvafık olması, b) Halinin milletinin haline benzemesi ve
böylece daha kolay uyuşabilmeleri, c) Kendisine vahyedilen Kuranı ve sırları
tebliğ ve talim ederken su-i zanna meydan verilmemesi.
5- Rasulullah'ın
peygamberliğinin Araplara mahsus olmayıp, onun kıyamete kadar gelecek bütün
insanlığa gönderilmiş olması. "Onlardan henüz katılmamış olanlara
da" ayeti bunu ifade etmektedir.
6- İslâm, vahiy ve
Rasulullah'ın gönderilmesi Yüce Rabbimizin bir lüt-fudur, bunu kullarından
dilediğine verir. Allah'ın bundan başka, ibadet yolunda harcanan mallar gibi,
sıhhat gibi pek çok nimeti gibi insanlara verdiği daimi lütufları da vardır.
Buhari ve Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre muhacirlerin
fakirleri Hz Peygamber'e gelip "Ya Rasu-lallah! Zenginler yüksek dereceler
ve ebedî nimetler kazandılar." dediler. Hz Peygamber "Nedir
onlar?" dedi. Onlar da: "Bizim kıldığımız namazı onlar da kılıyor,
tuttuğumuz orucu onlar da tutuyor, ama onlar tasadduk ediyor biz edemiyoruz,
onlar köle azat ediyor biz edemiyoruz." dediler. Rasulullah (s.a.)
onlara: "Size bir şey öğreteyim mi? Onunla sizi geçenlere yetişirsiniz,
sizden sonrakileri geçersiniz, sizin yaptığınızı yapanlar hariç hiç kimse
sizden daha faziletli olamaz." dedi. "Buyur ya Rasulallah!"
dediler. O da: "Her namazın ardından otuz üçer defa sübhanallah,
Allahüekber ve elhamdülillah, dersiniz." buyurdular. Bir zaman sonra bu
fakirler Rasulul-lah'a gelip "Ya Rasulallah! Zengin kardeşlerimiz bizim
yaptıklarımızı duydular, onlar da aynısını yaptılar." dediler. Hz.
Peygamber de: "Bu Allah'ın lütfudur, onu dilediğine verir." buyurdular.
[8]
5- Kendilerine Tevrat yükletilip
de sonra onu taşımayanların hali, koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali
gibidir. Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah
zalimler güruhunu muvaffak etmez.
6- De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak, Allah'ın
dostlarının hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız -doğru
söylüyorsanız-, hemen ölümü temenni edin.
7- Onlar ellerinin gönderdiği yüzünden
bunu asla istemezler. Allah o zalimleri çok iyi bilendir.
8- De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm, o size elbette gelip
çatacaktır. Sonra gizliyi de aşikârı da bilene döndürüleceksiniz. O, size neler
yapardınız haber verecektir.
"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali,
koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." ifadesi bir temsilî
teşbihtir. Zira benzetme yönü belli tek bir unsur değildir. Yani bunların
Tevrat'tan istifade etmeyişleri eşeğin kitap taşımasına benzer, yorgunluktan
başka eline bir şey geçmez.
"...hemen ölümü temenni edin. Bunu (ölümü) asla istemezler."
cümleleri arasında selbî tıbak vardır. (Her iki cümlede de "ölüm"
geçer ama biri olumlu diğeri olumsuzdur.)
"...gizliyi" ve "aşikârı" kelimeleri arasında tezat
vardır.
[9]
"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların
hali" yani Tevrat'la amel etmekle sorumlu tutuldukları halde onunla amel
etmeyen, içindekilerden istifade etmeyen, dolayısıyla onda anlatılan son
peygambere ait sıfatlara iman etmeyenlerin hali "koca koca" ilmi
"kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." Muhammed (s.a.)'in peygamber
olduğuna delâlet eden "Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne
kötüdür. Allah" inkarcı "zalimler güruhunu muvaffak etmez."
Ya Muhammed, biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız diyen Yahudilere
"De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak Allah'ın dostlarının
hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız -doğru söylüyorsanız-,
hemen ölümü temenni edin." Allah'tan canınızı almasını isteyin. Çünkü
O'na ulaşmanın yolu ölümden geçer.
"Onlar" Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini inkâr başta olmak
üzere "ellerinin gönderdiği" günahlar "yüzünden bunu asla
istemezler, Allah Te-alâ o" inkarcı "zalimleri çok iyi
bilendir."
Onlara "de ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm, o size
elbette gelip çatacaktır. Sonra gizliyi de aşikarı da bilene döndürüleceksiniz.
O, size neler yapardınız haber verecektir." Yani iyi ve kötü hepsinin
karşılığını verecektir.
[10]
Allah Tealâ tevhid ve nübüvveti ispat ettikten sonra, Arap ve ümmi olan
peygamberi ümmi Araplara gönderdiğini haber verdi. Yahudiler de ayetin
mefhumunu alarak "O sadece Araplara gönderildi, bize gönderilmedi. "
dediler. Allah da onlara şöyle cevap verdi: Onlar Tevrat'la amel etmiyorlar.
Tevrat'la ve onda bulunan bu peygamberin geleceğini müjdeleyen ayetle amel
etseler kitaplarından istifade ederler ve Muhammed'e iman ederler ve bu sözü
söylemezler veya böyle bir şüphe ileri sürmezler. Tevrat'larından istifade ve
onunla amel etmemeleri konusunda onlar kitap taşıyan ve yorgunluktan başka
eline bir şey geçmeyen eşeğe benzerler.
Sonra Allah Tealâ onların "Biz Allah'ın oğulları ve
sevdikleriyiz." diyerek ortaya attıkları bir başka şüphe ve iddiaya şu
cevabı verdi: Bu sözlerinin hakikat olduğuna inanıyorlar ve güveniyorlarsa,
Allah'tan kendilerinin canlarını almasını ve Allah'ın dostları için hazırladığı
ikram sarayına kendilerini acilen intikal ettirmesini istesinler. Ama onlar
inkâr ve isyanları ve ayetlerde yaptıkları tahrifat sebebiyle asla ölümü
isteyemezler.
[11]
"Kendilerine Tevrat yükletilip de sonra onu taşımayanların hali,
koca koca kitaplar taşıyan eşeğin hali gibidir." Yani Tevrat'ın getirdiği
hükümleri tatbik etmekle mükellef tutuldukları halde onun gereği ile amel
etmeyerek, onda kendilerine emredilenlere uymayarak Tevrat'la amel etmeyi
ter-keden Yahudiler, sırtında büyük büyük kitaplar taşıyan fakat kitapla odunun
farkını anlayamayan eşeğe benzerler, çünkü onda anlama kabiliyeti yoktur.
Yahudiler her ne kadar akıl ve idrak sahibi olsalar da kendilerine yararlı
olacak hususlarda ve hakikatleri anlamada bu idraklerini kullanamadılar. Zira
onlar Tevrat'ın sözlerini ezberlediler, ama anlamaya çalışmadılar, gereğince
amel etmediler, bilakis onu tevil ettiler, tahrif ettiler ve değiştirdiler.
Onların hali eşekten daha kötüdür. Çünkü eşekte zaten anlama kabiliyeti yoktur.
Ama bunlar, anlama kabiliyetleri olduğu halde kullanmıyorlar. Bu sebeple Allah
bu tipleri "İşte bunlar hayvanlar gibidir, belki daha da aşağıdır. İşte
bunlar gafillerdir." diyerek "hayvan' diye vasfetmiştir. Sonra Allah
Tealâ bu benzerliğin ne kadar kötü olduğunu beyan ederek şöyle buyurmuştur:
"Allah'ın ayetlerini yalan sayan kavmin vasfı ne kötüdür. Allah
zalimler güruhunu muvaffak etmez." Ey müslümanlar! Siz de onlar gibi
olmayın, Allah umumi olarak kâfirleri hayrı ve hakkı bulmakta muvaffak kılmaz,
Yahudiler de bu zümredendir.
Bu teşbihte Yahudilerin cahillikleri, ahmaklıkları, zelil ve
hakirlikleri-nin iyice ortaya çıkması için eşek misali seçilmiştir.
Rasulullah'ı (s.a.) minberde hitap ederken yalnız bırakıp ticarete gidenlere
bir ikaz olmaz üzere önce bu teşbih zikredilmiştir. Hutbeyi dinlemeyip terkeden
herkes bunlara benzer. Nitekim Ahmed b. Hanbel'in İbni Abbas'tan rivayet ettiği
hadis-i şerifte Rasulullah şöyle buyurmuştur: "Cuma günü imam hutbe
okurken konuşan koca koca kitaplar taşıyan eşeğe benzer. Ona "sus"
diyenin de cuması yoktur."
Sonra Yüce Rabbimiz Tevrat'la amel etmeyen Yahudileri yukarıda geçen
zemme uygun olarak bir daha zemmederek -çünkü kitapla amel etmeyen, hayatı çok
seviyor demektir- şöyle buyurdu:
"De ki: Ey Yahudiler! İnsanları bir tarafa bırakarak Allah 'm
dostlarının hakikaten yalnız kendiniz olduğunuzu iddia ediyorsanız -doğru
söylüyorsanız-, hemen ölümü temenni edin." Yani ey Rasul de ki: Ey
Yahudiler! İnsanların içinden sadece kendinizin Allah'ın dostu ve sevdikleri
olduğunuzu, hidayet üzere bulunduğunuzu, Muhammed ve ashabının dalâlet üzere
olduğunu iddia ediyorsanız -iddianıza göre- bu ikrama kavuşmak için ölümü
isteyin, bu iddianızda doğru iseniz bu iki gruptan dalâlette olana beddua
ederek ölümünü isteyin. Çünkü cennetlik olduğunu kesin olarak bilen insan bu
dünyadan kurtulmak ister.
Bu mubahele ve Yahudilere meydan okuma şu ayet-i kerimede de zikredilmiştir:
"De ki: Allah yanında ahiret yurdu (diğer) insanların değil de
yalnız sizin ise -doğru iseniz- haydi ölümü temenni edin." (Bakara, 2/94).
Şu ayetle de Hristiyanlara karşı meydan okunmuştur:
"Artık sana ilim geldikten sonra kim seninle onun hakkında
cedelleşirse de ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve
kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra dua ve niyaz edelim de
Allah'ın lanetini yalancıların üstüne olmasını dileyelim." (Ali İmran,
3/61). Müşriklere karşı da Allah Tealâ şöyle buyurmuştur: "De ki: Kim
sapıklık içinde ise, çok esirgeyici onu uzattıkça uzatır." (Meryem, 19/75)
Ahmed b. Hanbel, Buhari, Tirmizi ve Nesei, İbni Abbas'tan şunu
nak-letmişlerdir: Ebu Cehil mel'unu: "Vallahi Muhammed'i Kabe'nin yanında
görürsem gidip boynunu ayaklarımın altına alacağım." dedi. Bunu duyan
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Bunu yaparsa melekler onu yakalayacaktır.
Şayet Yahudiler ölümü temenni edebilselerdi hepsi öleceklerdi ve cehennemdeki
yerlerini göreceklerdi. Allah'ın peygamberine mübahele de bulunanlar
(beddualaşmayı isteyenler) meydana çıksalardı geriye döndüklerinde ne mal ne
de ehlu iyal bulacaklardı."
Sonra Allah Tealâ, hayatı çok seven, ölümden nefret eden o maddeci
Yahudilerin gerçek yüzünü ortaya koyarak, onların kötü amellerinden dolayı
ölümü asla temenni edemeceklerini beyan ederek şöyle buyurdu:
"Onlar ellerinin gönderdiği (amelleri) yüzünden bunu asla
istemezler. Allah, o zalimleri çok iyi bilendir." Yani Yahudiler
işledikleri inkâr, isyan, Allah'ın kitabını değiştirmeleri yüzünden asla ölümü
isteyemezler. Allah, ilmi sonsuz, kâfirlerin bütün hallerine muttali olandır,
onlara yaptıklarına göre karşılık verir. Bu ağır bir tehdit ve kesin bir
vaîddir.
"De ki: Sizin hakikaten kaçıp durduğunuz ölüm, o size elbette
gelip çatacaktır. Sonra gizliyi de aşikarı da bilene döndürüleceksiniz. O,
size neler yapardınız haber verecektir." Yani: "Ey peygamber, şu
Yahudilere söyle: Sizin kaçtığınız, yaşamayı sevdiğiniz için hakkında mübahele
(beddua okuma) yapmaya yanaşmadığınız o ölüm, kaçtığınız taraftan mutlaka size
gelecek, sonra ölümün ardından göklerde ve yerde görülen ve görülmeyen her
şeyi bilen Allah'a döndürüleceksizin de size yapmakta olduğunuz çirkin işleri
bildirecek ve hak ettiğiniz karşılığı verecektir." Bu da bir tehdit ve
va-addir ve ölümden kaçmanın fayda vermeyeceğini göstermede kesin bir ifadedir.
"Nerede olursanız ölüm size erişir, muhkem kalelerde olsanız
bile." (Nisa, 4/78) ayeti de bunu ifade etmektedir.
[12]
Bu ayetler iki açıdan Yahudilerin kötülüğünü beyan ederek şu hususlara
işaret etmektedir:
1- Tevrat'la amel etmeyi
bırakan ve Tevrat kendisinden haber vermesine rağmen Muhammed'e (s.a.) iman
etmeyen Yahudilerin bu hali, sırtında büyük büyük kitaplar taşıyan fakat
onlardan istifade edemeyen eşeğin
haline benzer. Bu ne kadar çirkin bir benzeşmedir. Allah Tealâ kendine zulmeden ve Rabbinin minetlerine karşı nankörlük eden hiç kimseyi hakkı bulmada muvaffak kılmaz.
2- Yahudiler kendilerinin
Allah'ın oğulları, ahbabı ve yaranı oldukları iddiasında doğru iseler, Allah
dostlarının gittiği yere gitmek için ölümü istesinler. Çünkü Allah katında
dostlara büyük izzet ve ikram vardır.
3- Fakat bu Yahudiler Muhammed
(s.a.)'i yalanlamaları sebebiyle asla ölümü istemeyeceklerdir. İsteseler
muhakkak ölürler. Zira hadis-i şerifte varid olduğuna göre bu ayet indiğinde
Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Muhammed'in nefsi elinde olan Allah'a
yemin ederim ki onlar ölümü temenni etselerdi yer yüzünde hiçbir Yahudi kalmaz
ölürdü." Bu sözde gayp-tan haber verme ve Rasulullah'ın (s.a.) bir
mucizesi vardır.
4-
Ancak Allah Tealâ haber
verdi ki, ayetleri tahrif ve tağyir etme gibi yaptıkları kötü amelleri
sebebiyle Yahudilerin kaçtığı o ölüm mutlaka gelecektir. Kaçışın onlara
faydası olmayacaktır. Sonra onların halleri, sözleri ve davranışları da dahil
her şeyi bilen Rableri Allah'a döndürülecekler de o yaptıklarını onlara
bildirecek ve amellerinin cezasını verecektir.
[13]
9- Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen
Allah'ı zikretmeye koşun. Alış verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için çok
hayırlıdır.
10- Artık o namaz kılınınca yer yüzüne dağılın, Allah'ın lütfundan (nasibinizi)
arayın. Allah'ı çok zikredin. Ta ki umduğunuza kavuşasınız.
11- Onlar bir ticaret, yahut bir
oyun, bir eğlence gördükleri zaman ona doğru dağıldılar. Seni ayakta
terkettiler. De ki: Allah nezdindeki şey eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır.
Allah rızık verenlerin en hayır lısıdır.
"Alış verişi bırakın" da mecaz-ı mürsel vardır. Çünkü sadece
alış veriş dile getirilmiş, ama kiralama, şirket kurma, ticarî muamelelerde
bulunma vs. insanı cumaya gitmekten alıkoyan her şey kastedilmiştir.
"Onlar bir ticaret, yahut bir oyun bir eğlence..."
cümlesinden sonra "Allah nezdindeki şey eğlenceden de ticaretten de
hayırlıdır" cümlesinin gelmesi ifadede bir çeşitliliktir. İlk cümlede
önce "ticaret" zikredilmiştir, çünkü asıl maksat odur. Sonra
"oyun eğlence" zikredilmiştir. Çünkü hiç faydası olmayan bir şey
uğruna zarar etmek daha ağırdır. Onun için her iki cümlede de yerine göre
önemli olan önce zikredilmiştir.
[14]
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen
Allah'ı zikretmeye" namaza'&oşura." Bu çağrıdan maksat, Hz.
Peygamber minberde iken hutbeden önce huzurunda okunan ikinci ezandır.
"Cuma" cem olmak, yani toplanmak demektir. O gün insanlar namaz için
toplandığından bu isimle anılır. Araplar daha önceleri o güne rahmet manasına
"arube" derlerdi. Bu güne "Cuma" ismini ilk veren Ka'b b.
Lüey'dir. Ra-sulullahın ilk kıldırdığı cuma namazı hicret esnasında Medine'ye
ulaştığı zaman Küba'da Beni Salimoğulları yurdunda kıldırdığı cuma namazıdır.
Hicretten önce Medine'de ilk cuma kıldıran Es'ad b. Zurara'dır. Medine'ye bir
mil mesafede bir köyde kıldırmıştı. İbni Hacer şöyle der: Cuma namazı Mekke'de
farz kılınmıştı ancak gerekli sayı bulunamadığı veya Rasulullah (s.a.) Mekke'de
gizliliği tercih ettiği için orada kılmamamıştır.[15]
Halbuki cumanın en belirgin özelliği açıkça, alanen kılınmasıdır,
"koşun" emri, müslümanm bu ibadeti bir canlılık, ciddiyet, himmet ve
gayret içinde eda etmesi lazım geldiğini ifade eder.
"Alışverişi" ve diğer işleri "bırakın. Bilirseniz bu
sizin için çok hayırlıdır. " Çünkü ahiret kazancı dünya kazancından daha
hayırlı ve daha kalıcıdır. Hayırlı olduğunu gerçekten anladıysanız, durmayın
hemen yapın.
"Artık o namaz kılınınca yeryüzüne dağılın." Yasaktan sonra
gelen bu emir vücub değil, ibaha ifade eder. Yani namazdan sonra dağılmak mecburiyetini
değil serbestliği ifade eder. Fıkıh usulünde yasaktan sonra gelen emir ibaha
ifade eder diyenler, bu ayeti delil gösterirler.
"Allah'ın lütfundan" size ayrılan nasibinizi
"arayın." Topluca bulunduğunuz yerlerde "Allah'ı çok zikredin.
Ta ki umduğunuza kavuşasınız", iki dünyanın hayrını elde edesiniz.
"Onlar bir ticaret yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman
ona doğru dağıldılar ve seni" minberde hutbe verirken "ayakta
terkettiler." Burada "ticaret" kelimesi bütün kazanç
çeşitlerini, "oyun, eğlence" kelimeleri de bu kavrama dahil her türlü
eğlenceyi ve her türlü çalgı aletini içine alır.
"De ki: Allah nezdindeki şey" yani sevap müminler için
"eğlenceden de ticaretten de hayırlıdır." Çünkü ticaret ve eğlenceden
gelmesi beklenen kazancın garantisi olmamasına karşılık Allah'ın sevabı
muhakkaktır, ebedidir. "Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır"
öyleyse O'na güvenin, rızkı O'ndan isteyin.
[16]
"Onlar bir ticaret, yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman
ona doğru dağıldılar." ayetinin (11. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak
Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Cabir'den rivayet ettiklerine
göre Rasulullah (s.a.) bir cuma günü hutbe irad buyurdukları sırada gıda maddeleri
yüklü bir ticaret kefilesi Medine'ye girdi. Cemaat hutbe esnasında mescidden
çıkıp gitti. Rasulullah'ın (s.a.) yanında sadece on iki kişi kaldı. Bunun
üzerine "Onlar bir ticaret... gördükleri zaman" ayeti nazil oldu.
Tefsir alimleri şöyle dediler: Medine halkını açlık ve pahalılık vurmuştu.
Dıhyetü'l-Kelbi bir ticaret kafilesiyle Şam'dan döndü. Kafilenin gelişini
herkese duyurmak için davullar çalındı. Bu sırada Hz Peygamber (s.a.) cuma günü
cuma hutbesi irad ediyordu. Herkes kafileyi görmeye çıktı. Mes-cidde sadece on
iki kişi kaldı. Ebu Bekir ve Ömer de bunlardandı. Bunun üzerine bu ayet nazil
oldu. Rasulullah şöyle buyurdu: "Peşpeşe çıkıp git-seydiniz ve yanımda
kimse kalmasaydı üzerinize vadiden ateş akardı. "[17]
Yüce Allah, dünyayı ve dünya nimetlerini çok sevdikleri için Yahudilerin
ölümden kaçtıklarını beyan ettikten sonra, müminleri eğitmek ve onları hem
dünyada hem de ahirette kendilerine faydalı olacak amele -ki o cuma namazına
gitmektir- yöneltmek istedi. Çünkü dünya malı fanidir, ahi-ret ve nimetleri ise
bakidir. Ayet-i kerimede "Ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır"
(Alâ, 87/17) buyurulmaktadır. Sonra Allah Tealâ, bazı müslü-manların
Rasulullah'ı (s.a.) minberde terkedip gitmelerini kınadı. Onların bir kısmı
davul sesini duyar duymaz giderken, bir kısmı da ihtiyaçları olduğu için gelen
mallardan almak gayesiyle çıkıp gittiler.
Sonra Allah "Dünyadan da nasibini unutma" (Kasas, 28/77)
ayet-i kerimesinde de işaret edildiği gibi cuma namazı kılındıktan sonra
çalışmak ve kazanmak için koşuşturmayı mubah kılmıştır.
[18]
"Ey iman edenler! Cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman hemen
Allah'ı zikretmeye koşun, alış verişi bırakın. Bilirseniz bu sizin için çok
hayırlıdır." Yani ey Allah'a ve peygamberine iman edenler, cuma günü hatip
minbere çıkıp ikinci ezan okunduğu zaman Allah'ın zikrine koşun. Alış veriş ve
sair işlerinizi terkedin. Eğer idrak sahibi iseniz, neyin faydalı olacağını
biliyorsanız alış verişi terkedip Allah'ın zikrine koşmanız sizin için en hayırlısıdır.
Tabiidir ki bu koşma, cuma ve namaz için abdest veya gusul aldıktan,
yeni veya temiz elbiseler giyilip güzel kokular sürünme gibi birtakım hazırlıklardan
sonra olacaktır.
Burada zikri geçen ezan hatip minbere çıktıktan sonra okunan ezandır,
çünkü Rasulullah (s.a.) zamanında bu ezan var idi. Birinci ezana gelince:
Medine-i Münevvere çok genişlediği için onu ashab-ı kiramın huzurunda Hz.
Osman (r.a.) okutturmuştur. Mescid-i Nebevi'nin yakınında bulunan yüksek bir
evin damından okunurdu. Kametle beraber buna üçüncü ezan da denilmiştir. Kamet
ikinci ezandır. Nitekim Abdullah b. Mugaf-fel'den rivayet edilen hadis-i
şerifte Rasulullah şöyle buyurmuştur: "İsteyen her iki ezan arasında bir
namaz (sünnet) kılabilir." Bununla ezan ve kameti kastetmiştir.
Ayet-i kerimede bilhassa alış veriş zikredilmiştir. Çünkü gündüzleri
kazanç yollarından insanı meşgul eden sebeplerin en önemlisi budur. Bu ifadede
ticaret çeşitlerinin tamamının terkedilmesi lâzım geldiğine bir işaret de
vardır.
Özellikle cumanın farziyetinden bahsedilmesi, Yahudiler nazarında
kutsal olan cumartesiye mukabil cumanın da müslümanlar için meşru kılınmış
olmasındandır.
Ayet-i kerimedeki koşmaktan maksat, bilinen şekliyle hakikaten koşmak
değil, belki cumaya itibar ve ihtimam göstermektir. Nitekim ayet-i kerimede:
"Kim de mümin olarak ahireti diler, onun için bir sa'y ile koşarsa..."
(İsra, 17/19) denilmiştir.
Koşarak namaza gitmek hadis-i şeriflerde nehyedilmiştir. Buhari ve
Müslim'in Sa/u/ı'lerinde Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri hadiste Rasulul-lah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Kameti duyduğunuz zaman namaza gidin, telaş
göstermeden vakar içinde olun, süratli gitmeyin, yetiştiğinizi imamla
kılarsınız, yetişemediğinizi tamamlarsınız."
Yine Buhari ve Müslim'in rivayetlerine göre Ebu Katade şöyle dedi: Bir
bir gün Rasulullah'la namaz kılarken geriden birtakım sesler işitildi. Namazdan
sonra Rasulullah (s.a.) "Ne oluyor?" dedi. "Namaza acele etmiştik."
dediler. Rasulullah (s.a.) "Öyle yapmayın, namaza gelirken koşmadan gelin,
vakarınızı bozmayın, yetiştiğinizi (imamla) kılarsınız, yetişemediğinizi
tamamlarsınız." buyurdular.
Tirmizi Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.) şöyle dediğini rivayet etti:
"Namaz başladığı zaman ona koşarak gelmeyin, yürüyerek gelin, sekinet ve
vakar içinde olun, yetiştiğinizi kılın yetişemediğinizi tamamlayın."
Sonra Allah Tealâ, namazdan sonra dünya için çalışmanın mubah olduğunu
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Artık namaz kılınınca yer yüzüne dağdın. Allah 'm lütfundan
(nasibinizi) arayın. Allah'ı çok zikredin. Ta ki umduğunuza kavuşasınız."
Yani cumayı eda edip bitirdiğiniz zaman ticaret ve diğer ihtiyaçlarınızı temin
etmek için yer yüzüne dağılmanıza izin verilmiş ve mubah kılınmıştır. "Pazl",
yani lütufdan maksat Allah'ın kullarına muamelâtında ve kazançlarında ihsan
ettiği kârlardır. Bu alış verişiniz ve çalışmalarınız esnasında, size dünyevî
ve uhrevî hayırları göstermesine karşılık Allah'a şükredin. Dünya ve ahiretin
hayırlarına erişebilmeniz için hamd, teşbih, tekbir ve istiğfar gibi sizi
Allah'a yaklaştıracak zikirler yapmak suretiyle O'nu çok zikretmeyi unutmayın.
Burada, mümin dünya işlerini yaparken dünya muhabbetinin ağır basmaması
için Allah Tealâ'yı ve O'nun murakabesini unutmaması lazım geldiğine bir işaret
vardır. Zira Allah'ın murakabesini unutmamak dünyada ve ahirette insanın
umduğuna nail olmasına vesile olur.
Irak b. Malik (r.a.) cumayı kıldığı zaman çıkıp giderken mescidin kapısında
durur ve şöyle dua ederdi: "Ya Rabbi, davetine icabet ettim, farzını
kıldım, emrettiğin gibi şimdi gidiyorum, lütfundan bana rızık ver, sen lütuf
verenlerin en hayırlısısın."[19]
Hadis-i şerifte şöyle varid olmuştur:"jK"im çarşıya, pazara
girer de "Lâ ilahe illallahü vahdehu lâ şerikeleh lehülmülkü ve lehülhamdü
ve hüve alâkülli şey'in kadir" derse Allah ona yüz bin sevap yazar, yüz
bin hatasını da siler. "[20]
Sonra Allah Tealâ, müminlerin bir cuma günü hutbeyi bırakarak davul
sesine veya Medine'ye gelmekte olan ticaret kafilesine doğru gitmelerini
kınayarak şöyle buyurdu:
"Onlar bir ticaret yahut bir oyun, bir eğlence gördükleri zaman
ona doğru dağıldılar, seni ayakta terkettiler. De ki: Allah nezdindeki şey
eğlenceden ve ticaretten de hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en
hayırlısıdır." Yani şu namaz kılan müminler camide hutbeyi dinlerken,
başka bir beldeden ticaret malı yüklü bir kafilenin geldiğini görünce veya bir
düğün veya başka bir münasebetle eğlence için çalınan davul sesi veya zurna
sesi duyunca dağılıp gittiler ve seni minberde hutbe irad ederken ayakta
terkettiler. Ey peygamber, yaptıklarının hata olduğunu onlara şöyle söyle:
Ahirette Allah katında bulacağınız büyük ecir ve mükâfat, sizin mescidde
Rasulullah'ın (s.a.) hutbesini terkederek gittiğiniz o oyun ve ticaretten daha
hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır, öyleyse rızkı ondan
isteyin, taat sayılacak amellerle ona yaklaşın. Zira bu, rızık kazanma
sebeplerinden biri ve onu celbeden sebeplerin en büyüğüdür. Allah kendisine
tevekkül edip dayanan ve vaktinde rızkı talep edene rızık verir. O, kulların
rızkına kefildir. O, namaz kılmasından dolayı hiç kimseyi nızkından mahrum
etmez veya rızkından bir şey eksiltmez.[21]
Bu ayetlerden şu hükümler çıkartılabilir:
1-
Cuma namazı farzdır, cumaya
yetişmek için koşmak da aynı şekilde farzdır. "Ey iman edenler!"
hitabının muhatabı sadece mükellef olan müminlerdir. Bunda icma vardır.
Öyleyse hastalar, kötürümler, sefer halinde olanlar, köleler, kadınlar, körler
ve ancak birinin yardımıyla yürüyebilen yaşlılar İmam Ebu Hanife'ye göre cuma
kılmakla mükellef değildir. Ebu Hanife'nin delili Darakutni'nin Cabir'den
rivayet ettiği şu hadistir: Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim Allah'a
ve ahiret gününe iman ediyorsa cuma günü ona cuma namazı farzdır. Ancak hasta,
yolcu, kadın, çocuk ve köle müstesnadır. Artık kim eğlence veya ticaretle
muşgul olarak cuma kılmazsa Allah ondan müstağnidir. Zaten Allah ganidir, sena
edilmiştir."
Maliki alimleri ve başkaları şöyle demiştir: Üzerine cuma namazı farz olan
hiç kimse onu terkedemez. Ancak hastalık veya hastalığın artma korkusu veya
mahkeme kararı alınmadan devletin malına el koyması veya canına zarar verme
korkusu gibi cumayı eda etmesine imkân vermeyen bir özürü olanlar gitmezler.
2- Cuma sadece ezanı duyan
camiye yakın Trişiye farzdır. Evi ezan duyulmayacak mesafede uzak olan
"Namaz için ezan okunduğu zaman..." ayetindeki hitaba muhatap
değildir.
3-
"Cuma günü namaz için
nida edildiği zaman hemen Allah'ı zikretmeye koşun." ayeti cumanın ancak
ezanla farz olduğuna delâlet eder. Ezan da ancak vakit girince okunur. Malik b.
Huveyris'ten rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Namaz vakti geldiği zaman ezan okuyun, sonra kamet getirin, içinizden
yaşça en büyüğünüz imam olsun." Buhari'nin Enes b. Malik'ten rivayetine
göre Rasulullah (s.a.) cumayı güneş meylettiği zaman kılardı.
Ebu's-Sıddık ve Ahmed b. Hanbel'den cumanın zevalden önce kılınabileceği
rivayet edilmiştir. Ahmed b. Hanbel, bu hususta Seleme b. Ekva ve İbni Ömer ve
Sehl hadislerini delil almıştır ki onlar şöyle diyorlardı: "Biz
Rasulullah'la beraber namazı kılar dağılırdık, henüz duvarların gölgesi olmazdı."
"Cuma günü kaylûleyi ve öğle yemeğini ancak cuma namazından sonra
yapardık."
Halef ve selef alimlerinin cumhurunun mezhebi Buhari'nin yukarıda geçen
rivayeti ve Veki'in Ya'la İbni İyas'tan, onun da babası İyas'tan yaptığı şu
rivayettir ki şöyle diyordu: "Güneş zevali geçtiği zaman Rasulullah'la
cumayı kılar sonra eve dönerken gölgeleri takip ederdik." Öğle namazına
kıyasla cumanın vakti zevalden sonradır.
Yukarıda geçen ikinci hadis ashab-ı kiramın cumaya çok erken kuşluk vakti veya daha önce gittiklerine delâlet eder, bu sebeple öğle yemeğini ancak cuma kılındıktan sonra yerlerdi. Buhari ve Müslim'in rivayet ettiği hadis de cumaya erken gitmenin müstehab olduğunu ifade ediyor. Ebu Hu-reyre'den rivayet ettikleri bu hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kim cuma günü cünüblük guslü gibi gusül alır sonra ilk saatlerde giderse, bir deve kurban etmiş gibi sevap alır, daha sonra giden bir sığır kurban etmiş, daha sonra giden bir koç kurban etmiş sevabı alır. Daha sonra giden bir tavuk, beşinciye giden de bir yumurta tasadduk etmiş sevabı alır. İmam minbere çıktığı zaman melekler de hazır bulunur zikri dinlerler."
Buradaki "erken'den maksat alimlerin çoğuna göre o günün ilk zamanlarıdır.
Nitekim yukarıda geçen İbni Ömer hadisinde buna işaretle şöyle diyordu:
"Onlar cumaya çok erken gittikleri için ancak cumadan sonra kaylûle (öğle
uykusu) yapıyor ve öğle yemeği yiyorlardı."
İmam Malik'e göre cumaya erken gitmek ancak zevalden biraz evvel olur.
İbnu'l-Arabi "İlk görüş daha sahihtir." demiştir.
4-
Cuma namazı her bir
müslümana farz-ı ayındır. Ümmetin ve müc-tehidlerin cumhurunun görüşü budur.
Zira ayet-i kerimede "Cuma günü namaz için çağrıldığı zaman hemen Allah 'ı
zikretmeye koşun, alış-verişi bırakın." buyrulmuştur. Rasulullah (s.a.)
da hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Birtakım insanlar var, onlar ya
cumaları terketmekten vazgeçerler, yoksa Allah kalplerini mühürler sonra da
gafillerden olurlar." Bu hadis cumanın farz ve farz-ı ayın olduğuna açık
bir delildir. İbni Mace'nin Sü-nen'inde Ebu'1-Ca'd ed-Damri'den rivayet edilen
şu hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kim cumayı önemsemeyerek üç
defa terkederse Allah kalbini mühürler." Yine bir hadiste "Cumaya
gitmek her müslümanın üzerine farzdır." buyurulmuştur.
5-
Allah Tealâ hiçbir şart
zikretmeden mutlak olarak cuma namazına koşmayı vacip kılmıştır. Ancak bütün
namazlarda abdestin şart olduğu ayet ve hadislerle sabittir. Maide suresi 6.
ayette: "Namaz kılmak istediğiniz zaman yüzünüzü... yıkayın."
buyrulmuştur. Buhari, Müslim, Ebu Da-vud ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet
ettikleri hadis-i şerifte "Allah abdestsiz hiçbir namazı kabul
etmez." buyrulmuştur.
Cuma için gusül almaya gelince, o sünnet veya müstehaptır, farz değildir. Buhari ve Müslim'de Abdullah b. Ömer'den rivayet edilen hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Hanginiz cumaya gelmek isterse yıkansın." Yine Buhari ve Müslim'de Ebu Said el-Hudri'den rivayet edilen hadiste, Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü gusül almak baliğ olan her müslümana gerekir." Sahih-i Müslim'de Ebu Hureyre'den rivayet edilen hadiste Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Her hafta yıkanmak Allah'ın her müslüman üzerindeki bir hakkıdır. Başını ve bedenini yıkar." Yine Müslim'de Ebu Hureyre'den Rasulullah'ın (s.a.) şöyle dediği rivayet ediliyor: "Cuma günü kim abdesti güzelce alır, sonra cumaya gider, sükût eder hutbeyi dinlerse Allah onun on gündür işlediği günahları affeder. Kim de çör çöple oynarsa (hutbeyi dinlemezse) cuması tam olmaz." Bu hadis, on gün gus-lün farz olmadığına açık bir delildir. Nesei ve Ebu Davud'un Sünenlerinde rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü kim abdest alırsa ne güzel, ne ala. Kim de gusül alırsa gusül daha faziletlidir."
Cumaya gidecek kişinin en güzel elbiselerini giymesi, güzel kokular
sürünmesi, misvak kullanması, temizlenmesi müstehaptır. Nitekim yukarıda geçen
Ebu Said hadisinde: "Baliğ olmuş her müslümanın üzerine cuma günü gusül
alması, misvak kullanması ve evinin güzel kokusundan sürünmesi vaciptir."
Ahmed b. Hanbel'in rivayet ettiği hadiste Ebu Eyyub el-Ensari şöyle dedi:
Rasulullah'ı dinledim şöyle diyordu: "Cuma günü kim gusül abdesti alır,
varsa evinin kokusundan sürünür, en güzel elbisesini giyer sonra mescide
çıkar, kimseyi rahatsız etmeden -isterse- iki rekat namaz kılar, sonra imam
minbere çıktığında farz kılınıncaya kadar sükût ederse, önceki cuma ile bu cuma
arasındaki günahlarına keffaret olur."
6-
Bayram cumaya tesadüf ederse
cuma sakıt olmaz. Ahmed b. Han-bel'e göre sakıt olur. O şöyle dedi:
"Bayram ile cuma aynı güne gelirse, bayram namazı cumadan önce olacağı ve
insanlar onunla meşgul olacağı için cuma farzı sakıt olur." Hz. Osman
bayram günü Avali (44) halkının cumaya gelmeyebileceklerini ilân etti. Ancak
muhalif görüş bulunduğu zaman sahabeden yalnız bir kişinin sözü hüccet olmaz.
Hz. Osman'la aynı görüşte kimse yoktur. "Cuma günü Allah'ı zikre
koşun." emri ile diğer günlerde olduğu gibi cuma günü de muhatabız. Ebu
Davud, Nesei, Tirmizi ve İbni Ma-ce'nin rivayet ettiklerine göre cuma ve bayram
aynı güne geldiği zaman her ikisinde de Alâ ve Gaşiye surelerini okurdu.
7-
İslâm'da ilk cuma namazı
hakkında alimler ihtilâf ettiler: Abdur-razzak ve Abd İbni Humeyd'in İbni
Sirin'den rivayet ettiklerine göre Rasu-lullah (s.a.) Medine'ye gelmeden ve
cuma ayeti inmeden önce Medine'li müslümanlar cuma kıldılar. Ensar aralarında
şöyle konuştular: Yahudilerin bir günü var, her hafta o gün toplanıyorlar.
Hristiyanlarm da var. Gelin biz de kendimize bir gün tayin edip o gün
toplanalım; Allah'ı zikredelim, ona şükredelim. Dediler ki: Cumartesi
Yahudilerin, pazar Hristiyanlarm günü. Siz de Urube gününü alın. Onlar cuma
gününe Urube=Arap günü derlerdi. O gün Es'ad b. Zurare'nin yanında toplandılar,
onlara iki rekat namaz kıldırdı, nasihat etti. Bu güne cuma adını verdiler.
Orada toplandıkları gün Es'ad onlara bir koyun kesiverdi. Öğle ve akşam
yemeklerinde onu yediler. Daha sonra bu konuda cuma ayeti nazil oldu.
Denilir ki: Müslümanlara ilk cumayı kıldıran Mus'ab b. Umeyr'dir.
Bu iki farklı rivayeti şu şekilde birleştirmek mümkündür: Henüz
Rasulullah'm (s.a.) emri olmaksızın ilk cumayı kıldıran Es'ad'dır.
Rasulul-lah'ın emriyle ilk kıldıran da Mus'ab'dır.
Ancak bu hususta sahih olan şudur: İlk cuma Rasulullah'm Medine'ye
gelişinden dört gün sonra Beni Salim yurdunda kıldırdığı cumadır. Beni Salim
vadisinde onlara hutbe irad etti ve namaz kıldırdı.
İbni Mace'nin Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasulullah hutbede şöyle buyurdu: "Allah benim şu durduğum yerde, şu günümde, şu ayımda, şu yılımda kıyamete kadar sizin üzerinize cumayı farz kıldı. Kim onu önemsemeyerek veya inkâr ederek terk ederse, Allah iki yakasını bir araya getirmesin, işinde bereket vermesin. Dikkat edin, o kişi tevbe etmedikçe ne namazı, ne zekâtı, ne haccı, ne orucu, ne de hayırlı bir işi kabul edilir. Kim tevbe ederse Allah tevbesini kabul eder." Alusi diyor ki: Açıkça görülen o ki bu hutbe Medine'de irad edilmişti. Hatta rivayetten anlaşılan bu hutbenin hicretten çok sonra irad edilmiş olduğudur. Çünkü burada hacdan bahsediliyor, halbuki hac o zaman farz kılınmamıştı. Esah olan görüşe göre hac hicri altıncı yılda farz kılındı. O halde ya hadisin sıhhatinde tartışma vardır veya hadis cumanın farziyetini "kıyamete kadar" kaydıyla ifade etmek için irad olunmuştur, denilebilir.[22]
8-
Sahih olan görüşe göre cuma
günü Allah'ı zikre koşmak vaciptir. Bu zikir namaza, hutbeye, vaaz ve nasihate
de şamildir. Hanefilere göre "zik-rullah" hutbenin örfen hutbe
denilecek uzunlukta olmasına şamil değildir. Çünkü ayetteki "zikir"
mutlak gelmiş uzun veya kısa olmasına dair bir kayıt getirilmemiştir. Şu halde
hutbe konusunda şart olan mutlak zikirdir. Hutbenin keyfiyetine dair gelen rivayetler
onun sünnet veya vacip olduğuna delâlet eder, hutbesiz cumanın caiz
olmayacağına dair delil olamazlar.
Diğer alimlere göre hutbe vaciptir, çünkü o saatte alış-verişi haram
kılmaktadır, vacip olmasaydı haram kılmazdı. Çünkü müstehap olan şey mubahı
haram kılmaz. Bu husustaki rivayetlere binaen Şafiiler, hatibin hutbeye ait
şartlar riayet ederek iki hutbe irad etmesini şart koşarlar.
Cuma namazının sıhhati için alimler belli sayıda cemaatin bulunmasının
şart olduğunda icma etmişlerdir. Çünkü bu namazda birkaç kişi bir araya geldiği
için adına toplanma manasında cuma denilmiştir. Ancak en az kaç kişi ile
cumanın sahih olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu babda on üç kadar görüş
vardır.
Birincisi: İmam Ebu Hanife ve Muhammed'in görüşüdür. Buna göre, imam
hariç en az üç erkek bulunmalıdır. Bunların seferi veya hasta olmaları hükmü
değiştirmez. Çünkü çoğulun en azı üçtür. "Alah'ı zikre koşun" kavli
şerifi çokluk kipinde olduğu için cumada imamdan ayrı cemaatin bulunması
şarttır. Cuma "cemaat" kelimesinden alınmıştır. Bu cemaatin bir de
hatibi mutlaka olacaktır.
Malikilere göre cuma ve hutbenin sıhhati için en az on iki erkeğin bulunması
şarttır. Bunlar o beldede mukim olmalı ve hutbenin başından itibaren namazın
selâmı verilinceye kadar imamla beraber olmalıdır. Çünkü sahabenin bir kısmı
ticaret kafilesi veye eğlenceyi görmek için çıktıklarında Rasulullah ile
beraber kalanların sayısı on iki idi.
Şafii ve Hanbelilere göre cuma namazı imamdan başka en az kırk kişi
olmalı ve bunlar o belde halkından mükellef, hür ve erkek kişiler olmalı,
seferi olmamalıdır. Sayıları kırkı geçerse imam seferi olabilir. Çünkü
Bey-haki'nin İbni Mesud'dan rivayetine göre Rasulullah (s.a.) Medine'de cuma
kıldırdığında kırk erkek idiler. Rasulullah'm (s.a.) daha az sayı ile cuma
kıldığı sabit olmamıştır. O halde daha azı ile caiz olmaz.
9- Allah Tealâ cuma namazı
kılmakla mükellef olan herkesi cuma vaktinde alış veriş yapmaktan menetmiştir.
Alış verişten maksat her türlü muameledir. Dolayısıyla şirket, kira ve nikâh
akdi gibi insanı namazdan alıkoyacak her iş buna dahildir. Özellikle alış
verişin zikredilmesi çarşı pazar esnafını en çok meşgul eden şeyin bu
olmasındandır. Cumaya gitmesi farz olmayanlara gelince onların alış veriş ve
benzeri işleri yapması yasak değildir. Ayet-i kerimedeki "alış verişi
terkedin" emri alimlerin çoğunluğuna göre vücub ifade eder, dolayısıyla
bu gibi işlerle meşgul olmak cumhura göre haramdır. Bu haramlık hatibin minbere
çıkmasından itibaren namaz bitinceye kadar devam eder. Hanefüere göre bu
tahrimen mekruhtur.
Hanefi ve Şafiilere göre cuma vaktinde yapılan akit sahihtir, feshedilmesi
gerekmez, çünkü özünde haram değildir. Yani nehiy özellikle alış verişe
yöneltilmiş olmayıp o sırada yapılması farz olan ibadetten insanı alıkoymasından
dolayı menedilmiştir, cumayı terk etmeye müteveccihtir. Bu gas-pedilen arsada
namaz kılmaya, gaspedilen su ile abdest almaya benzer.
Hanbelilere göre bu akid fasiddir, sahih değildir. Malikilerde meşhur
görüşe göre bu akid feshedilmelidir. Zira Ahmed b. Hanbel ve Müslim'in Hz.
Aişe'den rivayet ettikleri hadis-i şerifte Rasulullah (s.a.) "Kim bizim
yolumuza uygun olmayan bir iş yaparsa o reddedilir." buyurmuştur. O halde
kişiyi cumadan alıkoyan her şey -bu cümleden olarak bütün akidler- dinen
haramdır, feshedilir.
10-
Allah'ı zikre koşmak, bunun
için her işi terketmek müminler için dünyevî menfaatlerden daha hayırlı ve daha
faydalıdır. Eğer ilim ehli insanlar iseler cumaya gitme ve vaaz ve
nasihatlerden istifade etme konusunda Allah'ın emirlerine uymanın kendileri
için dünyada da ahirette de daha hayırlı olduğunu bilirler. Dünyada iman onlara
hayır ve kurtuluş olan yolu gösterir, ahirette ise Allah'ın emirlerine
uydukları için onun rızasını kazanmaları sebebiyle kurtuluşa ererler.
11- "İhramdan çıkınca
avlanın." (Maide, 5/2) ayetinde olduğu gibi "Cuma namazı eda
edildiği zaman yer yüzüne dağdın." emri de ibaha ifade ettiğinden,
namazdan sonra ticaret için, çeşitli ihtiyaçların temini için, Allah'ın
lütfundan takdir ettiği rızkı aramak için dağılmak mubahtır. Zira
"dağdın" emri bir yasaktan sonra gelmiştir, emir siğası bu halde
ibaha ifade eder. Dolayısıyla namazdan sonra hiç kimseden -ne vacip olarak ne
de mendup olarak- camiden çıkması talep edilmez.
12-
"Allah'ı çok
zikredin." kavl-i şerifi ile şu zikirlerin yapılması istenmiştir: İbadet
ve taat yapmak suretiyle Allah'ı zikretmek. Farzların edasını nasip etmesi
dahil Allah'ın insana ihsan ettiği nimetlere karşı şükretmek suretiyle Allah'ı
zikretmek. Bir işle meşgul olurken Allah'ı zikretmek. Sadece cuma namazı
sırasında hasıl olan zikirle yetinmemek. Said İbni Cübeyr şöyle demiştir: Zikir
Allah'a itaattir, kim Allah'a itaat
ederse onu zikretmiştir. Kim itaat etmezse -isterse tesbihatı çok olan bir kişi
olsun zikretmiş olmaz.
13-
Rasulullah (s.a.) hutbe irad
ederken insanların dağılıp gitmesin-deki asıl maksat alış veriş (ticaret)
yapmak, ikinci derece maksat ise ticaret kafilesinin gelişi dolayısıyla
yapılan eğlence ve sevince katılmaktır. Bu sebeple "ileyha" zamiri
"ticaret" kelimesine gitmekte, "oyun, eğlence" kelimesine
gitmemektedir.
14-
"Seni ayakta terkettiler." ayetini alimler,
hutbe esnasında ayakta durmanın meşru olduğuna delil göstermişlerdir ki bu
ittifakla benimsenen bir husustur. Rasulullah'ın (s.a.) daima ayakta hutbe irad
ettiği hadislerde sabittir. Kendisinden sonra Hulefa-yı Raşidin de böyle
yapmıştır. Bu sünnet Emevilere kadar böyle devam etmiştir. Emeviler devrinde
hutbeyi oturarak okuyanlar çıkmıştır. Ayakta duramadığı için oturarak hutbe
irad eden ilk Emevi halifesi Muaviye (r.a.)'dir.
Hutbeyi ayakta vermek Hanefilere göre sünnettir. Oturarak verirse
maksat hasıl olduğu için caizdir, ancak tevarüs ederek gelen sünnete muhalefet
olduğu için mekruhtur. Malikilere göre vaciptir, ancak hutbenin sıhhatinin
şartlarından değildir. Buna göre imam oturarak hutbe irad ederse hutbesi
tamamdır ve sahihtir.
Şafii ve Hanbelilere göre sünnette öyle varid olduğu için hutbenin
ayakta verilmesi şarttır, aksi halde sahih olmaz.
Hutbe hakkındaki diğer bazı hükümler de şöyledir:
a) İmam, yani devlet başkanının
izni olmasa ve cumada hazır bulunmasa da cuma sahih olur. Küfe valisi Velid b.
Ukbe bir gün cumaya gecikti, Abdullah b. Mesud onun izni olmadan cumayı
kıldırdı. Rivayete göre Hz. Osman haydutlar tarafından muhasara altında iken
Hz. Ali cumayı kıldırdı. Hz. Osman'dan izin istediğine dair bir haber
nakledilmemiştir. Yine rivayete göre Medine valisi Said b. el-Ass oradan
çıktığı zaman Ebu Musa izin almadan cumayı kıldırdı.
Ebu Hanife devlet başkanının veya vekilinin hazır bulunmasını veya
izninin bulunmasını şart koşmuştur. Çünkü bütün toplanmalar ancak izinle olur,
ictimanın manası ancak izinle hasıl olur. Ayrıca cuma İslâm'ın şiarından
biridir, dine ait amellerdendir, o halde alenen ve gösterişli bir şekilde eda
edilmesi lâzımdır.
b)
Malikiler cumanın üstü
kapalı mescidde kılınmasını şart koşmuşlardır. Çünkü "Evimi tavaf edenler
için temizle." (Hac, 22/26), "Allah'ın yü-celtilmesine izin verdiği
evlerde." (Nur, 24/36) gibi ayetlerde "ev" kelimesi geçmektedir.
Örfte evin hakiki manası duvarları ve tavanı olan yapıdır. Hanefiler cumanın,
beldenin musallasında kılınmasını şart koştular. Şafii ve Hanbeliler mescidde
kılınmasını şart koşmamışlardır. Bütün mezhepler cumanın şehirde kılınacağında
ittifak ettiler.
c)
"Seni ayakta
terkettiler" lafzını esas alarak ulemanın cumhuru, cumanın sıhhati için
hutbenin şart olduğu görüşündedir. Çünkü bu ayet bunu terkedenleri
zemmetmektedir. Zaten "vacip", terk edenin seran zemme-dildiği
hükümdür. Sonra Rasulullah (s.a.) hutbesiz hiç cuma kılmamıştır. Said b. Cübeyr
"Hutbe öğle namazının iki rekatı yerindedir, kim hutbeyi terkeder sadece
cumayı kılarsa öğle namazının iki rekatını terketmiştir." demiştir.
Hasan-ı Basri ve İbni Macişûn'a göre ise hutbe farz değil sünnettir.
d) Hatib ya bir ok yayına veya
bastona yaslanarak hitap eder. Zira İbni Mace'nin Sünen'inde Sad b. Ebi
Vakkas'tan rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) harpte ok yayına, cumada da
bir bastona yaslanarak hitab ederdi.
e) Alimlerin cumhuruna göre
hatip minbere çıkınca cemaate selâm verir. İbni Mace Cabir b. Abdullah'tan
Rasulullah'm minbere çıktığı zaman selâm verdiğini rivayet etmiştir. Malikilere
göre ise bu selam sünnet değildir.
f) Hatibin abdestli olması
Şafii'nin kavl-i cedidinde (sonraki görüşünde) şarttır. Cumhura göre ise şart
değildir. İmam Malik'e göre imam hutbeye abdestsiz irad ederse kerahet işlemiş
olur, ama hutbe sahihtir, namazı abdestli kıldırmışsa hutbenin iadesi lazım
gelmez, ancak namazda da abdestsiz olduğu anlaşılırsa ikisi de iade olunur.
g) Fukahanın ekseriyetine göre
hutbenin sıhhati için en azından ham-dele, salvele yapılmalı, takva tavsiye
edilmeli ve Kur'an'dan bir ayet okunmalıdır. Hutbenin ikinci bölümünde de
birincisi gibi bu dört husus yapılmalıdır. Ancak birinci bölümdeki bir ayet
okuma yerine ikincide vacip olan dua edilmesidir.
Ebu Hanife'ye göre imam sadece hamdele (el-hamdülillah) veya teşbih
(subhanallah) veya tekbir (Allahu ekber) getirse hutbe sahih olur. Rivayet
olunur ki Hz. Osman bir gün hutbeye çıktı "Elhamdülillah" dedikten
sonra tutuldu. Dedi ki: "Ebu Bekir ve Ömer bu makam için makâl (hutbe)
hazırlıyorlardı. Sizin iş yapan bir imamdan daha çok, söz ustası, güzel
hutbeler irad edecek bir imama ihtiyacınız var." dedi indi namazı
kıldırdı. Bu sahabenin huzurunda olmuştu ve kimse itiraz etmedi.
h) Hutbede anlatılanlar: Müslim, Sahih "inde Abra b. Abdurrahman'ın kızkardeşinin: "Kaf suresini Rasulullah'ın ağzından öğrendim, her cuma minberde onu okurdu." dediğini rivayet etmiştir. Yine Müslim'in Ya'la İbni Umeyye'den, Rasulullah'ın minberde Zuhruf suresi 77. ayeti olan "Cehennem ehli şöyle nida eder: Ey Malik! Rabbin hakkımızda hüküm versin." ayetini okurken duyduğunu rivayet etmiştir.
Ebu Davud Merâsü'inde Zühri'den Rasulullah'ın (s.a.) hutbesine şu şekilde
başladığını rivayet etmiştir.
"Hamd Allah içindir. O'na hamd eder, ondan yardım diler ve ondan
bağışlanmamızı dileriz. Nefislerimizin şerrinden Allah'a sığınırız, Allah'ın
hidayet verdiğini saptıracak, saptırdığına da hidayet verecek yoktur. Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna
şahitlik ederiz. Allah onu hakla, önümüzde gelecek olan kıyamet için
(müminlere) müjdeci (kâfirlere) uyarıcı olarak gönderdi. Kim Allah'a ve
Rasulüne itaat ederse şüphesiz doğru yola girmiştir. Kim de Allah'a ve Rasulüne
asi olursa doğru yoldan sapmış olur.
Allah 'tan, bizi kendisine ve Rasulüne itaat edenlerden, razı olduğu şeylere tabi olanlardan ve gücendiği şeylerden sakınanlardan kılmasını istiyoruz.
Şüphesiz biz O'na aitiz ve onun için varız."
Zühri şöyle dedi: Bize ulaştığına göre Rasulullah (s.a.) hitap ettiği
zaman şöyle diyordu: "Her gelecek yakındır, geleceğe uzak yoktur, Allah
Tealâ hiç kimsenin acelesi için acele etmez. Allah 'in dilediği olur,
insanların dilediği değil. İnsanlar bir şey murat eder, Allah bir şey murat
eder, ama insanlar hoşlanmasa da Allah'ın dediği olur. Allah'ın
yakınlaştırdığını uzaklaştıracak, uzaklaştırdığını yakınlaştıracak yoktur.
Allah'ın izni olmadan hiçbir şey olmaz."
Cabir şöyle dedi: Rasulullah cuma günü Allah'a hamdedip peygamberlere
salattan sonra şöyle hitap ederdi: "Ey insanlar! Sizin için işaretler konulmuş,
işaretlerinize kadar gidin, sizin için bir son belirtilmiş oraya kadar gidin.
Mümin iki korku arasındadır. Ömrünün geçirdiği kısmı ile geleceği arasındadır;
geçirdiği ömrü hakkında Allah 'm ne hüküm verdiğini bilmez, geri kalan
kısmında da ne yapacağını bilmez. Öyleyse kişi kendisi için kendisinden,
ahireti için dünyasından, yaşlılıktan önce gençlikten, ölümden önce hayattan
alacağını (tedbirini) alsın. Allah'a yemin ederim ki ölümden sonra af taleb
etme yoktur, bu dünyadan sonra cennet veya cehennemden başka dünya yoktur. Bu
sözümü böyle söyler, kendim ve sizin için Allah 'tan mağfiret dilerim."[23]
ı) Hutbeyi duyan cemaatin
sükût etmesi vaciptir. Sünnet olan, duyan duymayan herkesin sükût etmesidir.
İnşaallah her ikisi de aynı ecri alırlar. Hutbe esnasında konuşan cuma
sevabından mahrum kalır, bununla namazı fasid olmaz. Ebu Hureyre'den rivayet
edildiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma günü imam hutbe
irad ederken arkadaşına "sus" dersen lağvetmiş olursun (sevabından
mahrum kalırsın). "[24]
i) İmam minbere çıktığı zaman
Rasulullah'ın (s.a.) fiiline uyarak cemaate doğru döner. Ebu Davud mürsel,
İbni Mace de muttasıl senetle Sünen'lerinde, ayrıca Hafız Ebu Nuaym'ın da
rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) öyle yaparlardı.
j)
Cumhura göre, imam hutbe
irad ederken camiye giren insan iki rekat namaz kılar. Müslim Sahih'inde
Cabir'den rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Cuma
günü hanginiz imam hitap ederken gelirse iki rekat namaz kılsın ve namaz caiz
olacak kadar kısa okusun." İmam Malik ve İbni Şihab'a göre kılmaz, çünkü
imamın minbere çıkması namazı, konuşması konuşmayı keser.
k) Hutbe esnasında uyumak
mekruhtur. Semure b. Cündüp Rasulul-lah'tan şöyle rivayet etmiştir:
"Hanginize uyku çökerse arkadaşıyla yer değiştirsin."[25]
1)
Cumanın fazileti: Hadis
imamlarının Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah (s.a.) cuma
gününden bahsederken şöyle buyurdu: "O gün öyle bir an vardır ki bir
müslüman dua ederken o ana tesadüf etse de Allah'tan bir şey istese mutlaka onu
verir." Eliyle de bu vaktin çok kısa olduğunu işaret ediyordu."
Müslim'in rivayetine göre Ebu Musa şöyle dedi: Rasulullah'ı dinledim şöyle
diyordu: "Bu an, imamın minbere oturmasından namaz kılınana kadar geçen
zamandır."
15- Namazın Allah katındaki
sevabı eğlencenin zevkinden, ticaretin kârından daha hayırlıdır. Aynı şekilde
insan için Allah katında ayrılmış olan rızık, eğlence ve ticaretle elde
edilecek şeyden daha hayırlıdır. Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Rızıklan takdir edip kolaylaştıran Odur, her şeyin mülkiyetini elinde
bulunduran O'dur. Öyleyse hiçbir insanın her hangi bir şey için Allah'a ibadeti
ihmal etmesi doğru değildir. Zira onun için ne takdir edilmişse -zayıf halinde
bile olsa- ona gelecektir. Başkası için takdir edileni ise güç kuvvetle de olsa
elde edemeyecektir. İnsanın yapacağı tek şey rızkın peşinden koşmaktır.
İnsanın üzerine vacip olan, Rabbin-den rızık istemek, ona itaat ederek Allah
katındaki dünya ve ahiretin en hayırlı nimetlerine nail olmak için yardım talep
etmektir.[26]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/439.
[2] Tenasühü'd-Dürer, s. 84.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/439.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/439-440.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/440.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/441-442.
[6] Ayrıca Müslim, Tirmizi,
Nesei, İbni Ebi Hatem ve İbni Cerir rivayet etmiştir.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/442-444.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/444.
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/445.
[10] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/445-446.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/446.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/446-448.
[13] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/448-449.
[14] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/450.
[15] Alûsî, XXVIII/100.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/450-451.
[17] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzul, s.
243.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale
Yayınları: 14/451-452.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/452.
[19] İbni Ebi Hatem rivayet
etmiştir. İbni Kesir, IV/367.
[20] Kenzü'l-Ummâl, IV/9327-9443.
[21] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/452-454.
[22] Kurtubî, XVIII/98; Alûsî,
XXVIII/100.
[23] Aynısı İbni Abbas'tan da
rivayet edilmiştir. (İthafü'l-Enam, s. 194).
[24] Ahmed b. Hanbel ve Tirmizi
hariç diğer Kütübü Sitte sahipleri rivayet etmiştir.
[25] Ebu Davud ve Tirmizi İbni
Ömer'den: "Hanginiz mescid de uyuklarsa yerini değiştirsin, başka yere
otursun." lafzı ile rivayet etmişlerdir.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir,
Risale Yayınları: 14/454-463.