MÜNÂFİKUN SURESİ

 

63

 

İndiği Yer :

 

Medine

 

İniş Sırası :

 

104

 

Âyet sayısı :

 

11

 

Nüzulü

 

Mushaf'taki sıralamada altmış üçüncü, iniş sırasına göre yüz dördüncü sûre­dir. Hac sûresinden sonra, Mücâdele sûresinden önce Medine'de nazil olmuştur.[1]

 

Âdı

 

İlk âyetinde geçen ve "münafıklar" anlamına gelen "münâfîkûn" kelimesi sû­reye ad olmuştur. [2]

 

Konusu

 

Sûrede ağırlıklı olarak, iman ettiklerini söyledikleri için müslüman muame­lesi gören ve onlarla iç İçe yaşayan ama gerçekte inanmayan ve müminler aleyhi­ne çalışmalar yapan münafıklar hakkında önemli bilgi ve tasvirlere yer verilmek­te, onların görünüşlerine aldanmamalan ve sinsi faaliyetlerine karşı uyanık dav­ranmaları konusunda müslümanlar uyarılmakta, münafıkların bu tutumlarına de­vam etmelerinin kendilerinin aleyhine olacağı yönünde dolaylı bir ikazda bulunul­makta; son âyetlerde müminlere, hiçbir gerekçenin Allah'ı unutmayı ve sahip ol­duğu imkânları başkalarıyla paylaşmamakta direnmeyi haklı kılmayacağı hatırla­tılmaktadır. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla... 1. Münafıklar sana geldikle­rinde "Tanıklık ederiz ki sen gerçekten Allah'ın elçisisin" derler. Senin hiç kuşkusuz kendi elçisi olduğunu AUah elbette biliyor; ama Allah tanıklık eder ki münafıklar kesinlikle yalancıdırlar. 2. Onlar yeminlerini kalkan edinip Al­lah yolundan yan çizmişlerdir. Onların yaptıkları ne kadar çirkin! 3. Şöyle ki, onlar önce inanıp ardından inkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir; artık anlayıp kavrayamazlar. 4, Onlara şöyle bir baktığında dış görünüşleri sana iyi bir izlenim verir; konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir. Her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar. Asıl düşman onlardır, onlardan korun! Allah kahretsin onları! Na­sıl da haktan yüz çeviriyorlar! 5. Onlara "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için ba­ğışlama dilesin" dendiğinde başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslar bir eda ile uzaklaştıklarını görürsün. 6. Bağışlanmaları için Allah'a dua et­mişsin veya etmemişsin onlar için birdir. Allah onları asla bağışlamayacaktır. Şüphesiz Allah günaha saplananları doğruya eriştirmez. 7. Onlar, "Resûlul-lah'ın yanındakilere geçimlik bir şeyler vermeyiniz ki dağılıp gitsinler" di­yenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır; ama münafıklar an­lamıyorlar! 8. Şöyle diyorlar: "Hele Medine'ye dönelim, o zaman güçlü olan zayıf olanı oradan çdtaracak!" Halbuki asd güç ve izzet Allah'ındır, Resûlü-nündür, müminlerindir; fakat münafıklar bunu bilmezler! [4]

 

Tefsiri

 

1-8. Münafık, sözlükte "tükenme, saklanma, köstebeğin veya Arap tavşanı­nın deliğine girmesi veya çıkması" gibi anlamlar taşıyan "n-f-k" kökünden türetil­miş olup Kur'an'da "gerçekte İman etmediği halde Öyle görünen, inanç ve davranışlarında iki yüzlü olan" kişiler için kullanılır. Bu durumda olmaya nifak denir. "Çıkar ve İtibar sağlama amacıyla kendisine dindar süsü verme" anlamına gelen riya ise hem bazı müminlerin ahlakî bir zaafını hem de gerçekte iman etmemiş olan münafıkların müslüman hatta dindar görünmek için sergiledikleri sahte dav­ranışları ifade etmek üzere kullanılabilen bir kavramdır.

Münafıklar müslüman kabul edilmelerinin avantajlarını kullandıklarından, müslümanlar için açıktan düşmanlık edenlere göre daha tehlikeli olmuşlardır. Bu sebeple Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadislerde münafıkların özellikleri ve verebilecek­leri zararlar üzerinde geniş olarak durulmuş, bu konuda daha dikkatli olmaları için müminler uyarılmıştır. [5]

Resûlullah'ın hicretinden önce Medine'deki (o günkü adıyla Yesrib şehrin­deki) Evs ve Hazrec adlı iki meşhur Arap kabilesi arasında derin ihtilâflar yaşan­mıştı. Esasen aynı isimleri taşıyan iki kardeşin soyundan gelen bu kabileler Yemen tarafından buraya göç edip yerleştiklerinde uzun bir süre oradaki yahudilerin ha­kimiyeti altında yaşamışlar, yaklaşık 492 yılında bağımsızlıklarını kazanmalarının ardından yahudilerin kışkırtmalarıyla birbirlerine düşüp Arap tarihinde benzerine rastlanmayan bir çekişme ve savaş süreci İçine girmişlerdi. Bu savaşların en şid­detlisi de Hz. Peygamberin hicretinden beş yıl kadar önce yapılan ünlü Buâs sa­vaşıydı. Bu savaşın ardından bir durulma süreci başlamış ve Medine'de siyasî bir birlik oluşturulması ve başına Hazrec kabilesinin reisi Abdullah b. Übey b. Se-lûTün getirilmesi hususunda bir mutabakat oluşmuştu. Hatta Resûlullah'uı gelişin­den kısa bir süre önce Abdullah'a takılacak kraliyet tacının yapımı için Medineli sanatkârlara sipariş bile verilmişti. İşte Hz. Peygamber'in buraya hicret edip yer­leşmesi bu projenin sonuçsuz kalmasına yol açtığı için Abdullah b. Übey'in Resû-lullah'a ve müslümanlara duyduğu kin ve husumet hiçbir zaman dinmemiştir. Ab­dullah, müşrik olarak kalması halinde müslüman birliğine zarar veremeyeceğini anladığından, Bedir savaşının ardından müslüman olduğunu açıklamış, ama her fırsatta bir taraftan anılan İki kabile arasındaki ezelî rekabeti alevlendirmeye ve yeni kardeş kavgaları çıkarmaya çalışmış, diğer taraftan da Mekke rnüşrikleriyle ve Medine ve civarındaki yahudİ kabüeleriyle gizli temaslar kurup müslümanlar aleyhine türlü entrikalar çevirmiştir. Kur'an'da münafıkların -tabiî ki onların başı olarak Abdufiâhi). Übey'in- yürüttüğü yıkıcı ve bölücü faaliyetlerden bazılarına -isim verilmeden- yapılmış özel atıflar vardır. Uhud savaşma çıkarken yaptığı dö­neklik[6] Hz. Âişe hakkındaki çirkin iftirayı tertip edip yayması Tebük seferi öncesinde, sefer sırasında ve son­rasında müslümanlanşpralevİyatını sarsmaya çalışması [7]  bun­ların başlıca! andır,-Bütün bunlara rağmen Abdullah öldüğünde[8]  oğlunun onun cenazesiyle İlgilenmesi ricası karşısında Hz. Peygamber'in sergile­diği tavır ancak, onun "bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olması"yla[9] İzah edilebilecek bir hoşgörü ve zarafet içermekteydi. Şu var ki Ab­dullah'ın inançsız olduğu objektif delillerle ortaya çıktığı gibi ayrıca Allah tarafın­dan Resûlullah'a da bildirilmişti. Onun için kendisinden bu gibilerin cenaze nama­zını kılmamak suretiyle artık onlara karşı açık bir tavır ortaya koyması istendi[10]

Hakim kanaate göre bu sûre Müreysi' seferi (diğer adıyla Benî Mustalik se­feri) esnasında meydana gelen şu olay üzerine inmiştir: Bu seferden dönüleceği sı­ralarda biri Muhacirim diğeri Ensâr yanlısı iki adam arasında su yüzünden bir kav­ga çıktı. Bir rivayete göre Muhâcirûn tarafından olan Hz. Ömer'in ücretlisi Ceh-câh b. Saîd adlı bedevi, Ensâr tarafından olan ise Abdullah b. Übey'in kabilesiy­le aralarında antlaşma bulunan Cühenîler'den Sinan b. Yezîd idi. Biri "Ey Ensâr, yetişin!" diye, diğeri de "Ey Muhâcirûn, yetişin!" diye kendi taraflarını yardıma çağırdılar. Resûlullah bunu işitince, onları yatıştırdı; yaptığı etkili konuşmada bu tür bölücü sloganlardan hoşnut olmadığını ve bunun Câhiliye geleneği olduğunu da belirtti. Olay Abdullah b. Übey'in kulağına gidince hemen bunu fırsat bilip müslümanlar arasında tefrika çıkarmaya yeltendi. Kendi kavminden olanlara şöy­le dedi: "Bunlar (Muhâcirûn) bizim beldemizde bize kafa tutuyor, üstünlük taslı­yorlar. Onlarla bizim durumumuz 'Köpeğini semirt, seni yesin' sözündekİne don­du. Hele Medine'ye varalım, göreceksiniz ki güçlü olan zayıf olanı oradan çıkara­cak! Aslında bunu kendiniz yaptınız, onlara beldenizde yer verip imkânlarınızı paylaştınız. Muhammed'in yanındakilere yardım etmeyin ki dağılıp gitsinler!" Bu sözleri işiten ve o sırada henüz çok genç olan Zeyd b, Erkam, yapılan konuşma­dan dolayı rahatsızlığını dile getirip tepki gösterince Abdullah onu azarladı. Zeyd durumu amcasına, o da Hz. Peygamber'e aktardı. Hz. Ömer Abdullah'ın boynu­nun vurulmasını önerdi. Resûlullah bunu kabul etmedi ve henüz normal hareket vakti gelmediği halde hemen yola koyulma talimatı verdi. Uzun bir süre mola ver­medi; mola verdiğinde herkes yorgunluktan uyuyakaldı. Böylece söylentilerin ar­tıp işin alevlenmesini önledi. O arada Abdullah'ı çağırtıp "Bana şöyle şöyle bir söz ulaştı; bu sözün sahibi sen misin?" diye sordu. O, "Sana kitabı indiren Allah'a yemin ederim ki böyle şeyler söylemedim" dedi. Bunun üzerine Resûlullah onun hakkında bir işlem yapmadı. Zeyd ise yalancı konumuna düştüğü için çok üzül­müştü. Medine'ye dönünce Allah Teâlâ Münafıkûn sûresini indirdi. Hz. Peygam­ber Zeyd'in kulağım tutup "Allah seni doğruladı ve bu kulağın hakkını verdi" di­ye ona iltifat etti. Bazı kimseler Abdullah'a kendisi hakkında sert ifadeler içeren âyetler İndiğini söyleyerek Resûlullah'a gidip Allah'tan kendisi için bağışlama di­lemesi İçin ricada bulunmasını önerdiler. O ise başını çevirip "İman et dediniz et-tİm, zekât ver dediniz verdim, geriye bir tek Muhammed'e secde etmediğim kal­dı !" diyerek itiraz etti. Kaynaklarda ayrıca Abdullah'ın samîmi bir müslüman olan oğlunun ona gösterdiği sert tepkilerle ilgili rivayetler de yer almaktadır[11] Tefsir,hadis ve siyer kitapların­da bazı ayrıntı farklarıyla ve değişik rivayetler halinde aktarılan bu olay, -bütünü itibariyle- münafıkların o günkü şartlarda sahip oldukları toplumsal konuma uy­gun düşmektedir. Ancak "Gelin, Allah'ın Resulü sizin için bağışlama dilesin, den­diğinde başlarını çevirirler ve onların büyüklük taslar bir eda ile uzaklaştıklarını görürsün" anlamında bir âyet indikten sonra Abdullah b. Übey'in belirtilen sözü söylemesi ve tavrı takınması mâkul durmadığı için, bazı yazarlar rivayetlerin bu kısmını şöyle İzah ederler: Âyetlerin nüzulünden önce Abdullah'tan Peygamber'e gidip özür dilemesi ve bağışlanması için dua etmesini istenmiş, âyetler de bundan sonra İnip hem onun tavrına hem de genel olarak münafıkların hallerine gönder­me yapmış olabilir[12] İbn Âşûr'a göre ise daha önce zaten Abdul­lah Hz. Peygamber'le görüşüp bu sözleri söylemediğini ifade ettiği ve müteakip âyette "Allah onları asla bağlamayacaktır" buyurulduğu için anılan âyeti Abdul­lah'ın özür dilemesinin istenmesiyle izah etmek uygun olmaz; bu, münafıklarla il­gili -başka sûrelerde benzerleri görülen- genel bir tasvir niteliğindedir. [13]

Öte yandan, yine bu sefer dönüşünde ve yine Abdullah b. Übey'İn tertibiyle Hz. Âişe'ye iftira olayının meydana gelmiş olması da oldukça dikkat çekicidir. [14] Bu iki tecrübeyle birlikte müslümanlar önemli psikolojik sıkıntılar yaşamakla beraber, Resûlullah'm sabırlı ve sağduyulu davranmasıyla münafıkla­rın ve onların başı Abdullah b. Übey'in Medine toplumu nezdindekî itibarı da he­men hemen sıfırlanmış oluyordu. Nitekim yukarıda belirtilen olayı aktaran bazı kaynaklarda kaydedildiğine göre işin hakikati ortaya çıktıktan sonra Resûl-i Ekrem, başlangıçta sertlik yanlısı davranan Hz. Ömer'e bu gelişmeleri hatırlatıp iz­lediği yöntemin doğruluğunu ona da onaylatmıştır ki, ikinci halife olarak uzun bir süre müslümanlann yönetim sorumluluğunu üstlenecek olan Hz. Ömer için bu ol­dukça önemli bir tecrübeydi.

İlk dört âyette, münafıklar iman ettiklerini söylerken veya Resûlullah ve müslümanlar aleyhine dediklerini ve yaptıklarını inkâr ederken bu beyanlarını ye­minlerle teyit etmeye çalışsalar da, Allah katındaki değerlendirme açısından bun­ların kendilerini aldatmaktan öte bir anlam taşımadığı ama bu açıklamalarını ve yeminlerini siper edinerek bir süre müslüman muamelesi görmüş olacakları bildi­rilmektedir. Özleriyle sözlerinin bir olmadığını davranışlarıyla ortaya koyan, ira­delerini o yönde kullanan bu kimseler, artık gönüllerini imanın ışığına kendi elle­riyle kapatmışlar, böylece Allah tarafından kalplerinin mühürlenmesi sonucunu hak etmişlerdir; artık yaptıkları İşin mahiyetini kavrama, vicdan muhasebesi yap­ma, Allah'ın İnsana verdiği en büyük nimet olan akıl yeteneği ve buna bağlı dona­nımlarını kullanıp davranışlarını ahlâkî açıdan değerlendirme yetilerini yitirmiş­lerdir. O sebeple 4. âyette bunların, ancak dış görünüşüyle ilgi çeken ama insanî değerlerden yoksun bulunan varlıklar olduklarına ilişkin ağır bir benzetme yapıl­mıştır.

2, âyette yer alan ve "Allah yolundan yan çizmişlerdir" şeklinde çevrilen cümleyi "Allah yolundan saptırmışlardır" şeklinde de anlamak mümkündür. Bu takdirde münafıkların iman etmek isteyenleri imandan alıkoyan veya henüz imanı güçlü olmayan bazı müslümanlan hak yoldan saptıran faaliyetlerine işaret edilmiş olur. [15]  3. âyetteki lafız olarak "onlar önce iman edip ardın­dan inkâr ettiler" mânasına gelen ifade daha çok mecazî anlamda düşünülerek "inanmış göründükleri halde içlerinden inkâr ettiler" şeklinde açıklanmıştır. Başka bir yoruma göre burada, bazılarının iman etmeye çok yaklaşmış olduktan ama yi­ne de inkâr yolunu tercih ettikleri anlatılmaktadır. Bununla birlikte bu ifadeyi ha­kikat mânasında kabul edip şu şekilde anlamak da mümkündür: Münafıklar iman konusunda hep aynı durumda değildi; kimi önce Kur'an'dan ve nübüvvet nurun­dan etkilenerek iman etmiş, ama iman kalbine iyice yerleşmediğinden -içine düşen kuşkular veya çevresinden gelen kınamalar sebebiyle- inkarcılığa dönmüştü. Mü­nafıklardan iken daha sonra içtenlikle tövbe edip iyi birer müslüman haline gelen­lerin bu gruptan olmaları muhtemeldir. [16]  4. âyetteki ifadeler da-ha çok bu konudaki tarihî bilgiler ışığında şu şekilde açıklanmıştır: Abdulah b. Übey ve yandaşları olan münafıklar giyim kuşamlanndaki ihtişamla dikkat çeken, kalıplan yerinde, ifadeleri düzgün kimselerdi. "Ey Allah'ın Resulü" diye hitap ederek saygılı oldukları izlenimini veren tumturaklı sözlerle Hz. Peygamber'in ve müminlerin kendilerini dinlemelerini sağlarlardı. Ama dinleme sırası kendilerine geldiğinde bilinçsiz, ruhsuz varlıklar gibi, verilen bütün mesajlara kulaklarını tı­karlar, iyi niyetle dinlemeye ve gelişmeye kapalı bir halde dururlar, dinler gibi dav­ranırlardı. Akıllan fikirleri hıyanetlerini ortaya çıkaracak, maskelerini düşürecek bir açıklama yapılması veya kendilerine dışarıdan âni bir saldın gelmesi ihtimali­ne takılıydı. Bir konuda ilân yapılması gibi dışarıdan yüksek bir ses gelse tedirgin olurlar ve telâşlanırlardı. "Onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir" şeklin­de bir benzetme yapılarak akıl ve idraklerini söylenenlere tıkamış oldukları, "Her gürültüyü kendilerine yönelik sanırlar" ifadesiyle de haince düşünce ve eylemleri­nin kendilerini iyice evhamlı hale getirdiği belirtilmektedir. [17] Hasan Basri Çantay bazı Lügat ve hadis kaynaklarından deliller de göstererek, "Ama onlar sanki bir yere dayanmış kütükler gibidir" me­alindeki cümlede geçen "müsennede" kelimesine "(çubuklu Yemen kumaşı) giy­dirilmiş" anlamını vermiştir. Bu yaklaşıma göre cümleyi "Onlar sanki şık elbiseler giydirilmiş kütükler gibidir" şeklinde çevirmek mümkündür. [18]  Bu âyetler­de bir tipleme ve bir karakter bozukluğu tasviri söz konusu olduğundan, bunların belirli kişilerle sınırlı bir anlatım olduğunu söylemek isabetli olmaz. Kuşkusuz bi­linen somut olaylar âyetlerin anlaşılmasını kolaylaştırmaktadır; fakat ifadelere so­yut bir anlatım üslûbunun hâkim olması, müminlerin bütün zamanlarda ve her yer­de bu tiplerin benzerleriyle karşılaşılabileceği ve bunlara karşı çok dikkatli olun­ması gerektiği mesajını vermektedir.

Münafıklar için bağışlanma kapısının kapanmış olduğunu belirten 6. âyette­ki ifadeyi 5. âyetin ışığında yorumlamak ve bu sonucun orada açıklandığı üzere kendi bağnazlıklarından ve ısrarlı tercihlerinden kaynaklandığına dikkat etmek ge­rekir. Nitekim münafıkların cehennemin en derinlerine atılacağını bildiren âyetler­de dahi istisna yapılmış, bunlardan tövbe edip kendini düzelten ve gönülden tesli­miyet içine girenlerin Allah'ın büyük mükâfatlara layık gördüğü müminlerle bera­ber olacakları bildirilmiştir. [19]

7. âyette yer verilen "Resûlullah'ın yanındakilere geçimlik bir şeyler verme­yiniz ki dağılıp gitsinler" şeklindeki sözün, yukarıda özetlenen olay sırasında mü­nafıkların başı tarafından söylenen küstahça ifadelerden biri olduğu anlaşılmakta­dır. Bununla birlikte âyette, o olayla ve kişiyle sınırlı olmaksızın, her yerde ve her dönemde bulunan münafıkların zihniyetine ve fırsatını bulduklarında başvurduk-lan bir yola dikkat çekme mânası taşıdığı da açıktır. Çünkü kendilerini güçlü ko­numda hissedenlerin, kendi inanç ve düşüncelerine boyun eğdirmek istedikleri ki­şi ve topluluklara karşı uyguladıkları bu ekonomik baskı yöntemini kısa bir süre önce Mekke müşrikleri de müslümanlara karşı çok ağır bir biçimde uygulamışlar­dı. Âyette belirtildiği üzere münafıklar da aynı yöntemi uygulamayı denediler. Şöyle ki, Ensâr'ın Mekke'den hicret eden iman kardeşleriyle hemen bütün imkân­larını paylaşmaları onların kısa bir süre içinde kendi geçim düzenlerini kurmaları­nı sağlamıştı. Bunun yanı sıra, Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in infakla ilgili teşvik­leri neticesinde oluşan güzel bir yardımlaşma düzeni sayesinde, başta Mescid-i Nebî'nin bir eğitim ünitesi gibi faaliyet gösteren Suffe öğrencileri olmak üzere di­ğer yoksul müslumanlar da maişetlerini karşılıyordu. Münafıklar da nıüslüman gö­ründükleri ve müslüman muamelesi gördükleri için içtenlikle olmasa da bu düze­ne katkı sağlıyorlardı. Yine müslüman sayıldıkları için Abdullah b. Übey ve yan­daşları kendi akrabaları ve has hemşehrileri olan Ensâr'ı etkilemekten geri durmu­yorlardı. Âyette onların rasyonel bir tedbir olarak düşündükleri bu yolun her za­man aynı sonucu vermeyeceği, yerin ve göklerin mutlak sahibi ve mâliki olan Al­lah dilerse nice mahrumiyetleri geniş imkânlara dönüştürebileceği bildirilmekte, müminlerin maneviyatı yükseltilmektedir. Tabiî ki bu maneviyat yükseltici ifade -konuya ilişkin başka âyetler ve Resûlullah'ın tatbikatı ışığında değerlendirildiğin­de- müslümanlara dünya hayatıyla ilgili olarak verilmiş bir güvence anlamı içer­memekte, aksine onlara dinin ve aklın icaplarım kavrama çabasını sürdürmeleri, sağlam bir imanla Kur'an'ın gösterdiği doğrultuda çalışmaya devam etmeleri öde­vini dolaylı olarak hatırlatmaktadır. 7 ve 8. âyetlerin son cümlelerinde münafıkla­rın bu hakikati kavrayamadıklarına, bilmediklerine vurgu yapılması da bu mânayı destekler niteliktedir.

8. âyette geçen izzet kelimesi sözlükte "güçlü ve üstün olmak, yenmek, say­gın olmak" gibi mânalara gelen "izz" kökünden türetilmiş bir isim olup bu anlam­ların yanında bir kimsenin başkaları karşısında bedenî, psikolojik, ekonomik, sos­yal statü vb. yönlerden güçlü, etkin ve saygın olmasını, baskı altına alınamaz bir konumda bulunmasını da ifade eder ve "acizlik, alçaklık" mânasındakl "zillef'in karşıtı olarak kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de izzet kelimesi Allah, Resulü ve mü­minler hakkında olumlu bir anlam İfade ederken, inkarcı ve münafıklar hakkında onların İslâm, Kur'an ve gerçekler karşısında bilinçsizce kapıldıkları kibir, gurur, inat ve öfke duygularını, bu duyguların etkisiyle işledikleri kötülükleri sürdürme­lerini anlatır. [20]  Nitekim konumuz olan âyette de "iz­zet" ve "zillet" ile aynı kökten olup "güçlü olan" ve "zayıf olan" diye çevirdiğimiz kelimeler münafıkların sırf kaba kuvvete dayalı olarak düşündükleri bir üstünlüğü ifade etmekte; Allah'a, Resulüne ve müminlere nispetle kullanılan "izzet" kelime­si ise gerçek, kesintisiz ve sonsuz saygınlığı belirtmektedir. Bu sebeple Râgıb el-Isfahânî bunu "hakiki izzet", bunların dışında kalanların kendilerinde vehmettik­leri izzeti de "sun'î izzet" olarak değerlendirmektedir. Kur'an'da ve hadislerde ay­nı kökten türeyen kelimeler arasında en fazla Allah'ın isimlerinden olarak "azîz" kelimesinin kullanılmış olması da bu anlayışı destekler niteliktedir. [21]

 

Meali

 

9. Ey iman edenler! Mallarınız da çocuklarınız da sizi Allah'ı anmaktan alıkoymasın. Bunu yapanlar mutlaka hüsrana uğramışlardır. 10. Her birini­ze ölüm gelip "Rabhiın! Ne olur bana azıcık daha süre tanışan da gönüllü yardımlarda bulunsam ve iyi kişilerden olsam" diye yalvarmadan önce size verdiğimiz rızıklardan başkaları için de harcayın. 11. Allah eceli gelince hiç kimsenin ölümünü ertelemez. Allah yapıp ettiklerinizden tamamen haber­dardır. [22]

 

Tefsiri

 

9-11. Kur'an'da, yer yer dünyaya aşırı düşkünlük göstermenin tehlikelerine ve dünya hayatının varlık sebebi olan sınavın icaplarından olarak insana bazı şey­lerin cazip gösterildiğine sık sık değinilir. 9. âyetten açıkça anlaşıldığı üzere bura­da kişiye yüklenen ödev, onun ailesiyle ilgilenmemesi, kazanç sağlayıcı işlerle meşgul olmaması değil, hayatın tabiî akışı içinde ve insanın doğasının bir gereği olarak zaten gösterilmekte olan bu ilgi ve meşguliyetin, hayatın gerçek anlamını unutturacak ve Allah'a kul olma bilincini yitirmeye yol açacak bir sapmaya yol aç-mamasıdır. [23]  İnsan kendisini dünya telâşının anaforuna kaptınrsa, âhiret için bir şeyler yapmak gerektiğine inansa bile, henüz önünde uzun bir ömür bulunduğunu düşünüp varlık amacına İlişkin görevlerini ileriye erteleme gibi yanılgılara kapılır. Değişmez ger­çek olan ölümle yüz yüze geldiği zaman ise kendisine ek süre verilmesi için yal­varır. Ama sınav süresi dolmuş, artık sıra değerlendirmeye gelmiştir. [24] 7. âyette münafıkların başkaları için ve Allah yolunda yapılan harca­malar (infak) konusundaki hasis tutumları kınanmıştı; burada ise insanı lâyık ol­duğu yerde tutacak olan iki temel davranışa vurgu yapılmaktadır: 1. Allah'ı anma­yı yani O'nun kulu olduğunu unutmamak, 2. Sahip olduğu imkânları gönüllü ola­rak başkalarıyla paylaşmaya çalışmak. İnsanî değerler bakımından düşük düzeyde olan bireyler ve toplumlar, başkalarından ne koparabilecekleri, bu açıdan yüksek düzeyde olanlar ise başkalarına ne verebilecekleri üzerinde yoğunlaşırlar. İnsanlık tarihindeki çekişmelerin ve geliştirilen sosyal düzenlerin özü de bu iki noktadan bağımsız değildir. [25]

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/283.

[2] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/283.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/283.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/284.

[5] özellikle bk. Bakara 2/8-20; Nisa 4/138-147; Tevbe 9/38 vd., özellikle 61-70; Ahzâb 33/4-5,12-20

[6] bk. Âl-i İmrân 3/122^,166-167

[7] bk. Tevbe 9/38 vd

[8] hicrî 9/m. 631

[9] En­biyâ 21/107

[10] ay­rıca bk. Tevbe 9/80, 84

[11] bk. Bu-hârî, "Tefsir", 63; Tirmizı, "Tefsir", 63 ; Müsned, IV, 370,373; İbn Hişâm, es-SÎ-retü'n-Nebeviyye (Mustafa es-Sekâ), ffl, 302-305; Taberî, XXVIII, 108-117; Ze-mahşerî, IV, 101-102; Elmahlı, VII, 5003-5008)

[12] Derveze, X, 88

[13] XXVIII, 231-233,243-244

[14] bk. Nûr 24/11-20

[15] İbn Atıyye, V, 311-312

[16] İbn Atıyye, V, 312; İbn Âşür, XXVIII, 237-238; başka yorumlar için bk. Zemahşerî, IV, 100-101

[17] Taberî, XXVIII, 107-108; Zemahşerî, IV, 101

[18] III, 10464047; bura­daki kütük benzetmesinin başka bazı izahları için bk. Razı, XXX, 16

[19] ayrıca bk. Nisa 4/145-147; Tevbe 9/80

[20] bk. Bakara 2/206; Sâd 38/2

[21] Daha fazla bil­gi için bk. Mustafa Çağrıcı, "İzzet", Dİ A, XXIII, 555-556; ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/26; Fâtır 35/10

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/285-291.

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/291.

[23] ayrıca bk. Âl-i İmrân 3/14; Enfâl 8/28; Sebe' 34/37; Teğâbün 64/14

[24] Bu konuda benzer bir tasvir için bk. MüminÛn 23/99-100; "ecel" hakkında bk. En'âm 6/2; A'râf 7/34

[25] înfak hakkında bk. Bakara 2/245,254, 261

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/291-292.