MÜNAFİKÛN SÛRESİ 2

1- Kalkan Edinilen Yeminler: 3

2- "Allah Adına Şahitlik Ederim..." vb. Lafızların Yemin Oluşu: 3

3- Münafıklar Allah'ın Hükümlerinin Uygulanmasını Engelleyerek Allah'ın Yolunu Engellerler: 4

1- Ölüm. Gelmeden Önce İnfak Etmeli: 8

2- Dünyada İken İtaat Etmeyenler, Ahirette Dünyaya Dönüşü Faydasız Yere Temenni Ederler; 8

3- İbn Abbas'ın Bu Buyrukları Farz Olan Hac ve Zekâtın Hemen Edâ Edilmesine Dair Delil Göstermesi: 8

4- Tevhid Ehli -Şehidler Dışında- Dünyaya Geri Döndürülmeyi Temenni Etmezler: 8


MÜNAFİKÛN SÛRESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı İle

Umumun görüşüne göre Medine'de inmiştir. Onbir âyettir.[1]

 

1. Münafiklar sana geldiklerinde dediler ki: "Şehadet ederiz ki, mu­hakkak sen Allah'ın Rasûlüsün." Allah da biliyor ki sen hiç şüp­hesiz O'nun Rasûlüsün. Ve Allah şahitlik eder ki, muhakkak mü­nafıklar yalancıdırlar.

 

"Münafıklar sana geldiklerinde dediler Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" buyruğu ile ilgili olarak Buhârî'nin rivayet ettiğine göre Zeyd b. Erkam şöyle demiştir: Amcam ile birlikte idim. Abdullah b. Ubeyy b. Selûl'un: "Rasûlullah'ın yanındakilere infak etmeyin; ta ki dağı-hp gitsinler." (d-Münzfikun, 63/7) dediğini ve ayrıca: "Eğer Medine'ye donersek, elbette ki en şerefli ue kuvvetti olan, en hakir olanı oradan mutla­ka çıkartacaktır" (el-Münafikun, 63/8) dediğini duydum. Bunu amcama anlattım, amcam da Rasûlullah (sav)'a söyledi. Rasûlullah (sav) da Abdullah b. Ubeyy ile arkadaşlarına haber gönderdi. Onlar: Böyle bir şey söylemedik­lerine dair yemin ettiler. Rasûlullah (sav) onları tasdik etti, benî yalanladı. Ben­zerini görmediğim bir keder ve üzüntü gelip beni buldu. Evimde oturdum. Yüce Allah: "Münafıklar sana geldiklerinde... Rasûlullah'ın yanındakile­re infak etmeyin ta ki dağılıp gitsinler" (7. âyet) buyruğuna ve daha sonra: "Elbetteki en şerefli ve en kuvvetli olan en hakir olanı oradan çıkartacak­tır" (8. âyet) buyruğuna kadar indirdi. Rasûlullah (sav) bana haber gönder­dikten sonra: "Şüphesiz Allah seni tasdik etti" diye buyurdu. Bu hadisi Tir-mizi rivayet etmiş olup, hasen sahih bir hadistir, demiştir[2]

Tirmizi'de Zeyd b. Erkam'dan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Rasûlul­lah (sav) ile birlikte gazada idik. Beraberimizde bedevilerden bir takım kimseler de vardı. O bakımdan bir an önce suya varalım diye koşuşuyorduk. Bedeviler bizden önce suya ulaşıyorlardı. Arkadaşlarından önce giden bede­vi Arap havuzu doldurur, etrafına taşlar koyardı. Darın sonra da arkadaşla­rı gelinceye kadar üzerini deri bir örtü ile kapatırdı. Ensardan bir kişi (bu şe­kilde su biriktirmiş) bedevi bir Arabın yanına gitti. İçsin diye devesinin yu­larını gevşetti, Bedevi onu bırakmak istemedi. Bu sefer ensardan olan o şa­hıs bir taş çekip aldı, bunun üzerine su da çekildi. Bedevi bir tahta parçası alıp, onu ensardan olan o şahsın başına vurdu ve başını yaraladı. Ensardan olan bu şahıs münafıkların başı Abdullah b. Ubeyy'in yanına gitti. Ona du­rumu haber verdi. -Bu kişi onun arkadaşlarındandı.- Abdullah b. Ubeyy bu işe öfkelendi, sonra da: Rasûlullah'ın yanında bulunanlara infak etmeyin ta ki; onlar da -bedevileri kastediyor- etrafından dağılıp gitsinler. Bedeviler de Rasûlullah (sav)'ın yanma yemek esnasında hazır bulunurlardı. Abdullah de­di ki: Onlar Muhammed'in yanından ayrılıp gittiler mi siz de Muhammed'e yemek getiriniz. Böylelikle hem kendisi, hem de onun yanında bulunanlar yemek yesin. Sonra da arkadaşlarına şöyle dedi: Andolsun Medine'ye döne­ceğiniz vakit, hiç şüphesiz en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan çıkartacaktır.

Zeyd dedi ki: Bu sırada ben amcamın terkisinde idim. Abdullah b. Ubeyy'in sözlerini işittim, amcama söyledim. O da gidip Rasûlullah (sav)'a haber verdi. Rasûlullah (sav) Ubeyy'e haber gönderdi, o da yemin ederek bu­nu inkâr etti. Rasûlullah (sav) bunun üzerine onu tasdik etti, beni de yalan­ladı. Amcam bana gelerek şöyle dedi: Sen ne yapmak istedin? İşte sonunda Rasûlullah (sav) da münafıklar da (Tirmizi'de; Müslümanlar da) sana öfke­lendi ve seni yalanladı. (Zeyd b. Erkara) dedi ki: O lakımdan daha önce hiç­bir kimseye karşı göstermedikleri kadar bana karşı cüretkârlık gösterdiler. (Tir­mizi'de: Hiçbir kimsenin kederlenmediği kadar kederlendim, şeklinde) Ni­hayet Rasûlullah Csav) ile birlikte bir seferde yol alıyorken kederden başımı öne eğmişken Rasûlullah (sav) yanıma gelerek kulağımı büktü ve yüzüme gül­dü. Onun bu halini dünyada ebediyyen yaşamaya değiştirmem. Sonra Ebu Bekir bana yetişerek: Rasûlullah (sav) sana ne dedi? diye sordu. Ben: Bir şey demedi, sadece kulağımı büktü ve yüzüme karşı güldü, dedim. Ebu Bekir: Müjde sana! dedi. Sonra Ömer bana yetişti, ona da Ebu Bekir'e söylediğimin benzerini söyledim. Sabah olunca Rasûlullah (sav), el-Münafikun Sûresi'ni okudu. Ebu'1-İsâ dedi kir Bu hasen, sahih bir hadistir[3]

Huzeyfe b. el-Yeman'a münafıka dair soru soruldu da şöyle dedi: Müna­fık, İslâm'ın niteliklerini bilen fakat gereğince amel etmeyendir. Bugünkü mü­nafıklar Rasûlullah (sav)'ın dönemindekilerden daha da kötüdürler. Çünkü onlar o gün münafıklıklarını gizlerken, bugün onu açığa vurmaktadırlar[4]

Buhari ve Müslim'de yer alan rivayete göre Ebu Hureyre Peygamber (sav)'m şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Münaftkın alâmeti üçtür: Konuştu mu yalan söyler, söz verdi mi sözünde durmaz, ona bir şey emanet edildi mi hainlik eder."[5]

Abdullah b. Amr'dan rivayete göre Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Dört haslet vardır ki; her kimde bulunurlarsa, o kimse katıksız münafık olur. Kimde bu hasletlerden bir tanesi bulunursa, onu terkedinceye kadar o kim­sede münafıklıktan bir haslet bulunur: Bir şey emanet edildiğinde hainlik ed­er, konuştu mu yalan söyler, söz verdi mi sözünde durmaz, tartıştı mı günah­kârca konuşur.[6]

Böylece Peygamber (sav) bütün bu hasletleri taşıyan kimsenin münafık olacağını haber vermiştir, onun haberi de doğrudur.

el-Hasen'den rivayet edildiğine göre ona bu hadis zikredilmiş, o da şöy­le demiş: Şüphesiz ki Yakuboğulları konuştular, yalan söylediler, söz verdi­ler, sözlerinde durmadılar, kendilerine emanet verildi emanete hainlik etti­ler. Peygamber (sav)'tn bu sözü ancak müsi umanları uyarmak anlamını ta­şır ve onları bu hasletleri alışkanlık haline getirmekten bir sakındırınadır. Bunların sonunda kendilerini münafıklığa kadar götürebileceğinden dolayı taşı­dığı bir endişeyi ifade etmektedir. Yoksa manası istemeyerek ve alışkanlık haline getirmeksizin bu işleri yapacak otursa, münafıktır demek değildir, et-Tevbe Sûresi'nde (9/75-78. âyetler, 8, başlıkta) bu hususa dair yeterli açık­lamalar geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

RasûlıiUah (sav) buyurdu ki: "Mü'min konuştu mu doğru söyler, söz ver­di mî yerine getirir, ona bir şey emanet edildi mi onu eksiksiz geri verir."[7]

Yani, kâmil bir mü'min konuştu mu doğru söyler.., Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

"Derler ki: Şehadet ederiz ki, muhakkak sen Allah'ta Rasûlüsün" De­nildiğine göre buradaki "şehadet ederiz" yemin ederiz anlamındadır. Bura­da yemin, şehadet etmek diye ifade edilmiştir. Çünkü yemin olsun, şehadet olsun, lafızları görülmeyen bir hususun sabit olduğunu belirtmektir. Kays b. Zerih'in şu beyitinde de bu anlamda kullanılmıştır;

"Allah'ın huzurunda şahidlik ederim ki şüphesiz ben severim onu, İşte bu benim yanımda ona ait olandır, peki ya onun yanında

bana ait olan ne vardır?"

Bunun zahiri anlamında olması ve onların imam itiraf edip kendilerinin münafık olmadıklarını belirtmek üzere Muhammed'in (sav) Allah'ın Rasûlü olduğuna fiilen şahitlik etmeleri anlamına gelme ihtimali de vardır. Daha uy­gun görülen de budur.

"Allah da biliyor ki sen, hiç şüphesiz" onların dilleriyle ifade ettikleri gi­bi "O'nun Rasûlüsün. Ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar" dı­şa vurdukları dilleriyle şahitlik edip yemin etmeleri ile "yalancıdırlar."

e!-Ferrâ dedi ki: "Ve Allah şahitlik eder ki muhakkak münafıklar" kalp­leriyle, vicdanlarıyla "yalancıdırlar." Bu açıklamaya göre yalanlamaları on­ların kalplerinde olan bir şeydir. Bu imanın kalpte tasdikten ibaret olduğu­na ve gerçek sözün kalbin sözü olduğuna delil teşkil etmektedir. Her kim bir şey söyler ve onun aksine inanırsa, o kimse yalancıdır. Bu hususa dair ye­terli açıklamalar el-Bakara Sûresi'nin (2/8. âyet, 3. başlıkta) başta raflarında geçmiş bulunmaktadır.

Yüce Allah, onların yalan yere yemin eniklerini belirtmektedir, diye de açıklanmıştır. Bu da yüce Allah'ın: "Onlar muhakkak sizden olduklarına da­ir Allah'a yemin ederler" (el-Tevbe, 9/56) buyruğunda dile getirilmektedir. [8]

 

2. Onlar yeminlerini kalkan edindiler de Allah'ın yolundan yan çizdiler. Gerçekten de onların bu yaptıkları ne kötüdür.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız; [9]

 

1- Kalkan Edinilen Yeminler:

 

"Onlar yeminlerini kalkan" örten bir siper "edindiler." Bu buyruk, da­ha önce geçen: "Şehadet ederiz ki muhakkak sen Allah'ın Rasûlüsün" (1. âyet) buyruğuna işaret değildir. Bu, Buharı ve Tirmizî'nİn nüzul sebebi ile il­gili olarak sözünü ettikleri İbn Ubeyy'in yemin ederek o sözleri söylemedi­ğine işarettir.

ed-Dahhak dedi ki: Bununla onların Allah adına yemin ederek; "Şüphe­siz ki onlar sizdendirler" diye söyledikleri sözleri kastetmektedir. Bir diğer görüşe göre onların yeminlerinden kasıt, yüce Rabbimizin et-Tevbe Sûresi'nde haber verdiği; "Onlar (o sözü) söylemediklerine dair Allah adına yemin eder­ler" (et-Tevbe, 9/74) dîye sözünü ettiği yeminleridir. [10]

 

2- "Allah Adına Şahitlik Ederim..." vb. Lafızların Yemin Oluşu:

 

Bir kimse: Allah adına kasem ederim yahut Ailah adına şahitlik ederim ya­hut Allah adına kesinlikle söylerim yahut Allah adına yemin ederim yahut Al­lah adına kasem ettim yahut Allah adına şahitlik ettim, Allah adına kesinlik­le söyledim ya da Allah adına yemin ettim diyecek olur da bütün bunlarda "billahi: Allah adına yemin ederim" diyecek olursa, bunun yemin olduğun­da görüş ayrılığı yoktur. Malik ve mezhebine mensup ilim adamlarına göre de şayet; "Kasem ederim, şahitlik ederim, kesinlikle söylerim ya da yemin ede­rim" deyip de -Aİİah adına demeyi kastetmesi şartıyla- fakat "Ailah adına..." demeyecek olursa, yine durum böyledir. Ancak şayet "billahi; Allah adına" demeyi kastetmemi^ ise yemin olmaz. el-Kiya (et-Taberi) bunu Şafii'nin görüşü olarak da nakletmtştir. Şafii dedi ki: Yemin etmek niyetiyle; Aİlah adı­na şahitlik ederim diyecek olursa, bu yemin olur,

Ebu Hanife ve mezhebine mensup ilim adamları da şöyle demişlerdir: Al­lah adına şahitlik ederim ki, gerçekten şu olmuştur, diyecek olursa, bu bir yemin olur. Şayet yemin niyeti olmaksızın: Şehadet ederim ki böyle oldu, di­yecek plursa, bu da bu âyet-i kerime dolayısıyla bir yemin olur. Çünkü yü­ce Allah münafıkların şahitliklerini sözkonusu ettikten sonra: "Onlar yemin­lerini kalkan edindiler" diye buyurmaktadır.

Şafii'ye göre ise bu -yemin niyetiyle dahi olsa- yemin olmaz. Çünkü yü­ce Allah'ın: "Onlar yeminlerini kalkan edindiler" buyruğu İle yüce Allah'ın; "Dediler ki: Şehadet ederiz ki..." buyruğu kastediimemiştir. Bununla ancak et-Tevbe Sûresi'nde yer alan: "Söylemediklerine dair Allah'a yemin ederler" (et-Tevbe, 9/74) buyruğu kastedilmektedir. [11]

 

3- Münafıklar Allah'ın Hükümlerinin Uygulanmasını Engelleyerek Allah'ın Yolunu Engellerler:

 

"Allah'ın yolundan yan çizdiler." O'ndan yüz çevirdiler. Buradaki: "Yan çizdiler" buyruğu: mastarından gelmektedir; ya da mü'minleri Allah'ın haklarında uygulanması gereken öldürülmek, esir alın­mak, mallarının alınması gibi Allah'ın hükümlerini uygulamaktan çevirdiler, döndürdüler, demektir. O vakit bu: mastarından gelen bir fiildir ya da kendileri geri kalıp başkalarının da onlara uyması suretiyle insanların cihâ­da çıkmalarına engel oldular.

Şöyle de açıklanmıştır: Onlar yahudilerle müşrikleri İslâm'a girmekten alı­koydular. Bunu da: İşte bizler onları inkâr ediyoruz. Eğer Muhammed ger­çek bir peygamber olsaydı, bizim bu halimizi bilir ve bizi başkalarının ibret alacağı bir şekilde cezalandırırdı, demeleri ile oluyordu. Yüce Allah böyle­ce onlarının hallerinin kendisine gizli kalmadığını fakat O'nun; imanı açığa vuran kimseye zahiren imanın hükümlerinin uygulanması şeklinde hük­mettiğini açıklamıştır.

"Gerçekten de onların bu yaptıkları ne kötüdür!" Yani münafıklıkları, yalan yeminleri ve Allah'ın yolundan alıkoymaları şeklindeki bu kötü amel­leri oldukça kötü İşlerdir. [12]

 

3- Bu ise onların iman etmelerinden sonra kâfir olmalarındandır. Bunun için de kalplerine mühür vuruldu. Bu yüzden onlar anla­mazlar.

 

Bu buyruk ile yüce Allah, münafığın kâfir olduğunu bildirmektedir. Ya­ni onlar dilleriyle ikrar etmekle birlikte, kalpleriyle kâfir olmuşlardır.

Âyet-i kerimenin önce iman eden, sonra irtidad eden bir topluluk hakkın­da indiği de söylenmiştir.

"Bunun İçin de kalplerine mühür vuruldu." Yani kalpleri küfür ile mü­hürlendi. "Bu yüzden onlar" imanı da, hayrı da "anlamazlar.7*

Zeyd b. Ali: "Bunun için de kalplerine mühür vuruldu" buyruğunu: "Bunun için de Allah kalplerini mühürledi" diye okumuş­tur. [13]

 

4. Onları gördüğün zaman cüsselerİ hoşuna gider. SÖZ söylerlerse sözlerini dinlersin. Halbuki onlar dayandırılmış keresteler gibi­dir. Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşmanlar on­lardır. Sakın onlardan! Allah kahretsin onları! Nasıl da döndürü­lüyorlar?

 

"Onları gördüğün zaman cüsseleri" kıl iki arı ve görünüşleri "hoşuna gi­der. Söz söylerlerse sözlerini dinlersin" buyruğu ile kastedilen Abdullah b. Ubeyy'dir. İbn Abbas dedi ki; Abdullah b. Ubeyy yakışıklı, iri yarı, sağlık­lı, güzel yüzlü ve tatlı dilli birisi idi. Konuşmaya başladı mı Peygamber (sav) konuşmasını dinlerdi. Allah da onu şekil itibariyle kusursuz ve maksa­dını güzel bir şekilde açıklamak nitelikleriyle nitelendirmiştir.

el-Kelbî dedi ki: Maksat İbn Ubeyy, el-Cedd b. Kays ve Mualtib b. Ku-şeyr'dir. Bunlar iri yarı, güzel görünümlü ve fasahatli konuşan kimselerdi.

Müslim'in Sct/ıi/ı'inde: "Halbuki onlar dayandırılmış keresteler gibidir" [14]buyruğu hakkında şöyle denilmektedir: Bunlar olabildiğince güzel erkekler­di.' " Adeta dayandırılmış kütükler gibi idiler. Yüce Allah onları işitmeyen, akletmeyen, ruhsuz bedenler, akılsız cisimler gibi duvara dayandırılmış ke­restelere benzetmektedir.

Bir diğer açıklamaya göre yüce Allah, onları içinden yenilip bitirilmiş, bun­dan dolayı İçinde ne olduğu bilinmeyen, başkasına dayandırılmış kerestele­re benzetmektedir.

"Keresteler" anlamındaki kelimeyi Kumbul, Ebu Amr ve el-Kisaî (Ötreli okumak yerine) "şın" harfini sakin olarak: diye: okumuşlardır. el-Be- b. Âzib'in kıraati bu olduğu gibi, Ebu Ubeyd de bunu tercih etmiştir. Çün­kü bunun tekili: şeklindedir. Tıpkı -bir tek deve için- denilirken, çoğulunun diye gelmesi gibi. Ayrıca dilde -tekili-: vezninde ge­lip de çoğulu: vezninde getirilen bir kelime bulunmamaktadır. Ancak bu kelimenin (orta harfinin) sakin okunmasının ağırlığından ötürü de­nilmesi ve buna bağlı olarak bunun böylece okunması gerekir,

el-Yezidî'nin naklettiğine göre bu; 'in çoğuludur. Yüce Allah'ın: "Sık ve bol ağaçlı bahçeler" (Abese, 80/30) buyruğundaki: " ve hol ağaçlı" anlamındaki lafzın tekilinin: gelmesi gibi.

Diğerleri İse sakil ("şın" harfini ötreli) olarak okumuşlardır. İbn Ke-sir'den, el-Bezzî'nin, Amr'dan Ayyaş'ın rivayeti böyle olduğu gibi; Âsmı'dan gelen rivayetlerin çoğunluğu da böyledir. Ebu Halim de bu okuyuşu tercih etmiştir. Sanki bu kelime bu okuyuşu ile:'in ve: nin çoğulu gi­bidir Bu durumda Meyve, mahsul" lafzının; ile şeklinde çoğullarının gelmesine benzemektedir. Diğer taraftan: "Kereste" laf­zının çoğulu diye de yapılır. Tıpkı: Deve" kelimesinin çoğu­lunun ile diye (birincisinde "dal' harfi sakin, diğerinde de öt­reli) gelmesi gibidir. "Keresteler" lafzını İbnu'l-Müseyyeb'in "ha" ve "şın' harflerini üstün olarak okuduğu da rivayet edilmiştir.

Sîbeveyh dedi ki: "Keresle, keresteler" lafzı (vezin itibariyle) "eve, develer" gibidir, üon harfi "he (yuvarlak te)': olmayan la­fızlardan benzeri de "Arslan, arslanlar" ile Put, putlar" lafızlarıdır. Bu kelime "Keresteler" diye de okunmaktadır ki; bu şekliyle cemu'1-cem, (çoğulun çoğulu)dur. "Kereste" onun tekili olup, çoğulu: diye; çoğulunun çoğulu ise; diye gelir. Tıpkı: "Meyve kelimesinin çoğulunun: şeklinde, çoğulun çoğulunun da: şeklînde gelmesi gibidir.

"Dayandırmak (isnâd)" ise bir şeyi (bir başka şeyin üzerine) eğmek de­mektir. "O şeyi dayandırdım, eğdim" denilir. "Dayandı­rılmış" ise çokluk ifade etmek içindir. Yani onlar kanlarım kurumak mak­sadı ile yeminlerine dayanmışlardır,

"Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşmanlar onlardır."

Yani onlar /eryad eden herkesin kendi aleyhlerine feryad ettiğini kabul ederler. Onlar asıl düşmanlardır. Buna göre buradaki "asıl düşmanlar on­lardır" anlamındaki ifadede hazfedilmiş zamir olmadığı kabul edi­lecek olursa, ikinci mefulün yerini tutmaktadır. Bu buyruğu ile yüce Allah on­ları korkaklık ve manevi bakımdan güçsüz olmakla nitelendirmektedir. Mu-katil ve es-Süddi dedi ki: Yani asker karargahında bir kimse: bir al dizgin­lerinden kurtuidu, diye seslenecek yahutta bir kayıp mal olduğuna dair bir ilanda bulunulacak olursa, kendilerinin kastedildiklerini sanırlar. Buna sebep kalplerindeki korkudur. Şair el-Ahtal'ın elediği gibi:

"Sen onlardan sonra bile hala herbir şeyi

Onlara hücum eden atlılar ve askerler zannedersin."

Bir başka açıklamaya göre: "Herbir feryadı kendi aleyhlerine sanırlar.

Asıl düşmanlar onlardır" sözünde mana itibariyle takdir edilmiş ifadeler var­dır, ondan sonrasına ihtiyacı yoktur. İfadenin takdiri de şöyledir: Onlar her­bir feryadı kendi aleyhlerine zannederek farkedildîklerini ve münafıklıkla­rının bilindiğini sanırlar. Çünkü kişinin kendisinden şüphe edildiğini zannet­mesinin insana verdiği bir korku vardır. Daha sonra yüce Allah peygambe­rine hitab ederek: "Asıl düşmanlar onlardır" diye yeni bir ifade başlamak­tadır. ed-Dahhak'm açıklamasının ifade ettiği anlam budur.

Bir diğer görüşe göre anlamı şudur: Onlar mescidde duydukları herbir fer­yadı kendi aleyhlerine ve Peygamber (sav)'ın bununla onların öldürülmele­rini emrettiğini sanırlar. O bakımdan onlar sürekli olarak yüce Allah'ın on-iar hakkında kanlarını mubah kılacak ve örtüler arkasında sakladıklarını açı­ğa çıkarmaya sebeb teşkil edecek bir emir indirmesinden korkup, dururlar. Bu anlamda şair şöyle demektedir:

"Eğer o bir kuş olsaydı, ben onu

Ubeyd ve Eznem'i çağıran serbest bir kuş sanacaktım,"

 (Şairin sözünü ettiği) "Eznem" Yerbû' oğullarının bir koludur.

Daha sonra yüce Allah onları: "Asıl düşmanlar onlardır, sakın onlardan"

diye nitelendirmektedir. Bu görüşü Abdurrahman b. Ebi Hatim nakletmiştir. Allah'ın: "Sakın onlardan" buyruğu iki şekilde açıklanmıştır. Birincisine göre onların sözlerine güvenmekten yahut sözlerine meyletmekten sakın, ikin­cisine'göre senin düşmanlarını meylettirmeklerinden (aleyhine kışkırtmala­rından) ve ashabını sana yardım etmekten uzaklaştırmalarından sakın.

"Allah kahretsin onları!" Allah'ın laneti üzerlerine olsun, demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas ve Ebu Malik yapmıştır. Bu bir yergi ve azar ifadesi­dir. Araplar: "Allah kahretsin onu, ne kadar da şairdir!" söz­lerinde de bu ifadeyi hayrec anlamında kullanırlar.

"Allah kahretsin onları" buyruğu, Allah onları karşısındakini kahreden bir düşman ile savaşa tutuşan kimsenin konumuna düşürsün, demektir. Çünkü yüce Allah, inatlaşarak karşı koyan herkesi kahredendir. Bu açıkla­mayı da İbn İsa nakletmiştir.

"Nasıl da döndürülüyorlar?" Nasıl da yalanlıyorlar? Bu açıklama İbn Ab-bas'a aittir. Katade: Nastl da haktan dönüyorlar demektir, demiştir. el-Hasen: Doğru yoldan nasıl da yüz çeviriyorlar anlamındadır, demiştir. Anlamının: De­liller apaçık olmakla birlikte akılları nasıl olur da bundan başka bir tarafa sa­pıp gider, şeklinde olduğu da söylenmiştir ki; burada kullanılan fiil döndür­mek, yüz çevirmek anlamında olan; 'den gelmektedir.

"Nasıl" anlamındaki anlamındadır. Buna dair açıklamalar da­ha önceden (el-Bakara, 2/223. âyet, 1, başlık ve Âl-i İmran, 3/40. âyetin tef­sirinde) geçmiş bulunmaktadır. [15]

 

5- Onlara: "Gelin, Allah Rasûlü sizin için mağfiret dilesin" denildi­ğinde başlarını çevirirler ve sen onların büyüklenerek yüz çevir­diklerini görürsün.

 

"Onlara: Gelin, Allah Rasûlü sizin için mağfiret dilesin, denildiğinde...''

buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şöyle demiştir: Kur'ân-ı Kerim'in onların niteliklerini belirten buyrukları nazil olunca, aşiretlerinden olan kimseler on­lara giderek şöyle dediler: Artık gizleyip sakladığınız münafıklığınız açığa çıkmış bulunuyor. Haydi münafıklıktan dolayı Allah'ın Rasûlüne tevbe ettiğini­zi bildirin ve sizin için mağfiret dilemesini isteyin.

Ancak münafıklar başlarını çevirdiler. Yanı böyle bir teklifi kabul etme­diler ve alay ederek başlarını salladılar.

Yine ondan rivayet edildiğine göre Abdullah b. Ubeyy'in her vesile ile ta­kındığı bir tavrı vardı. Bu konumuyla o Allah'a ve Rasûlüne itaate teşvik edi­yordu. Ona: Rasûiuilah (sav) sana kızgın ve öfkeli iken bunun sana hiçbir fay­dası olmaz. Haydi onun yanına git de senin için mağfiret dilesin, denildi. Ab­dullah bunu kabul etmeyip, "onun yanına gitmem" dedi.

Bu âyetlerin nüzul sebebine gelince, Peygamber (sav) sahile doğru Ku-dcycl tarafından el-Mureysi' diye bilinen bir su kenannda bulunan Mustalık oğullan üzerine gaza tertibledi. el-Müşellel denilen yerdeki bir su başında Ömer (r.a)'ın Cehcah adındaki ücretle tuuuğu bir şahıs iie Abdullah b. Ubeyy'in Sinan adındaki antlaşmalısı birbirleriyle çekiştiler. Cehcah muha­cirleri, Sinan da ensarı yardıma çağırdı. Cehcah, Sinan'a bir tokat indirdi. Ab­dullah b, Ubeyy: Bunu da mı yapacaklardı? Allah'a yemin ederim bizim mi­salimizle onların misali ancak öncekilerin söyledikleri: "Besle köpeğini ye­sin seni!" (besle kargayı oysun gözünü) sözüne benzer. Allah'a yemin ede­rim, eğer Medine'ye dönecek olursak, şüphesiz daha aziz olan -Ubeyy ken­disini kastediyor- daha zelil olanı -bununla da Muhammed (sav)'ı kastediyor-çıkaracaktır. Sonra kavmine şöyîe dedi: Bu adama arük yiyecek vermeyiniz. Onun yanında bulunanlara da infakta bulunmayınız ki, etrafından dağılıp onu terketsinler.

Abdullah tarafında bulunan Zeyd b. Erkanı: Allah'a andoisun ki, zelil olan, kavminde değersiz olan sensin. Rahman tarafından aziz bilinen, müslüman-lar tarafından da sevilen ise Muhammed (sav)'dır. Allah'a yemin ederim, sen bu sözü söyledikten sonra ebediyyen seni sevmeyeceğim.

Bu sefer Abdullah; Sus, sesini çıkarma. Ben laf oisun diye söyledim, de­di. Ancak Zeyd onun bu söylediklerini Peygamber (sav)'a bildirince Abdul­lah, Allah adına yemin ederek böyle bir şey yapmadığını, böyle bir söz söy­lemediğini söyledi. Peygamber (sav) da onun mazeretini kabui etti. Zeyd de­di ki: Ben içten içe bundan çok rahatsız oldum, insanlar da beni kınadı. Bu­nun üzerine Münafikun Sûresi Zeyd'in doğru söylediğini ve Abdullah'ın ya­lan söylediğini belirterek nazil oldu. Abdullah'a: Senin hakkında çok ağır âyet­ler inmiş bulunuyor. Senin İçin mağfiret dilemesi için Rasûiullah (sav)'ın ya­nına git, denildi. Fakat o başını öbür tarafa çevirince, bu âyetler nazil oldu. Bu rivayeti bu anlamda Buharı, Müslim ve Tirmizi rivayet etmiştir[16] Ve sûrenin baş ta raflarında geçmiş bulunmaktadır.

"Sizin için mağfiret dilesin" buyruğu münafıklıktan tevbe etmenizi di-tesin çünkü tevbe için dua etmek, mağfirel için dua etmektir, diye de açık­lanmıştır.

"Ve sen onların büyüklenerek yüz çevirdiklerini görürsün." Allah Ra-sûlünden yüz çevirip imana karşı büyüklük gösterdiklerini görürsün.

"Çevirirler" anlamındaki buyruğu Nâfi' ("vav" harfini şeddestz olarak): diye okumuş, diğerleri ise şeddeli okumuşlardır. Bu okuyuşu Ebu Ubeyd tercih etmiş olup: Bu, işin çokluk tarafından işlendiğini belirten bir fiildir, demiştir.

en-Nehhas ise: Ebu Ubeyd bu hususta yanılmıştır, der. Çünkü buyruk Ab­dullah b, Ubeyy hakkında inmiştir. Kendisine: Gel, Allah Rasûlü (senin için mağfiret dilesin) denilince, o da alay olmak üzere başını sallamıştı. Şayet: Pe­ki, onun hakkında çoğul kiple nasıl haber verilir? diye sorulacak olursa, so­rana şöyle cevab verilir: Araplar insandan kinaye yoluyla (zamir kullanarak) söz ettiklerinde bu şekilde fiili kullanırlar. Sİbeveyh, Hassan'a ait şu beyiti zikretmektedir;

"Yaptığınız işin gizli kalacağını sanmıştınız, Halbuki aramızda kendisini olanlardan haberdar eden

vahyi alan bir Rasûl vardır."

Hassan bu beyitinde Mekke'de çaldığı bir şey dolayısıyla Hassan b. el-Ubeyrık'a hitab etmektedir. Başından geçen olay meşhurdur.

Bu buyruğun hem Ubeyy hakkında, hem de onun yaptıklarını yapanlar hakkında haber veriyor olması da mümkündür.

Denildiğine göre İbn Ubeyy başını öbür tarafa çevirince şöyle demiş: İman etmemi emrettiniz, işte iman ettim, Malımın zekâtını vermemi söylediniz, iş­te verdim. Geriye bir Muhammed'e secde etmediğim kaldı. [17]

 

6. Onlar için mağfiret dİlesen de, dilemesen de haklarında bîrdir. Allah onlara asla mağfiret etmez. Şüphesiz ki Allah fâsıklar top­luluğunu hidâyete erdirmez.

 

"Onlar İçîn mağfiret dilesen de, dilemesen de haklarında birdir." Bü­tün bunlar arasında fark yoktur. Senin mağfiret dilemenin hiçbir faydası ol­maz. Çünkü Allah onlara mağfiret buyurmaz. Yüa: Allah'ın: "Gerçekten o in­kâr edenleri uyarsan da, uyarmasan da onlar için birdir, iman etmezler." (el-Bakara, 2/6) buyruğu ile: "Sen öğüt versen de, öğüt verenlerden olmasan da bizim için birdir." (eş-Şuarâ, 26/136) buyruktan buna benzemektedir. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.

"Şüphesiz ki Allah" İlminde, fasık olarak öleceği bilinen "fasıklar toplu­luğunu hidâyete erdirmez." [18]

 

7. "Rasûlullah'ın yanındakilere infak etmeyin; ta ki dağılıp gitsin­ler" diyenler onlardır. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Al­lah'ındır. Fakat münafıklar iyi bilmezler.

 

Buyruğun nüzul sebebini daha önceden zikretmiş bulunuyoruz. İbn Ubeyy de şöyle demişti: Muhammed'in yanında bulunan kimselere infak et­meyin ki dağıiıp gitsinler. Onun etrafından ayrılıp, dağıtsınlar.

Yüce Allah, bu buyruğu İle göklerin ve yerin hazinelerinin yalnız kendi­sinin olduğunu ve dilediği gibi infak ettiğini onlara bildirmektedir.

Bir adam Hatim el-Esamm'e: Nereden yiyiyorsun? diye sormuş, o; "Gök­lerin ve yerin hazineleri Allah'ındır" diye cevab vermiş.

el-Cüneyd dedi ki: Göklerin hazineleri gayblar, yerin hazineleri kalpler­dir. O gayblan en iyi bilen, kalpleri evirip çevirendir.

eş-Şiblî: "Göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır." O halde nereye gi­diyorsunuz? dermiş.

"Fakat münafıklar" bir işi murad etti mi Allah'ın o işi kolaylaştıracağını "iyi bilmezler." [19]

 

8. Derler ki: "Eğer Medine'ye dönersek elbette en şerefli ve kuvvet­li olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır." Halbuki şe­ref, üstünlük ve galibiyet Allah'ındır, Rasûlünündür ve iman edenlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.

 

Bu sözleri söyleyen -önceden de geçtiği üzere- İbn Ubeyy'dir. Şöyle de denilmiştir: İbn Ubeyy'in: "Elbetteki en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir olanı oradan mutlaka çıkartacaktır" demesi ile Medine'ye dönüp, ölmesi arasında ancak birkaç gün geçmişti. Rasûlullaiı (sav) onun için mağfiret di­ledi ve ona gömleğini giydirdi. Bunun üzerine şu: "Allah onlara asla mağ­firet etmez" âyeti nazil oldu. Bütün bunlara dair açıklamalar yeteri kadarıy­la daha önceden et-Tevbe Sûresi'nde (9/84. âyet, 1. başlıkta) geçmiş bulun­maktadır.

Bir diğer rivayete göre Abdullah b. Abdullah b. Ubeyy b. Selul babasına (Abdullah b. Ubeyy'e) dedi ki: Kendisinden başka hiçbir ilah olmayana ye­min ederim ki; sen: Şüphesiz en şerefli ve kuvvetli (aziz) olan Allah'ın Ra-sûlüdür. En hakir ve zelil olan da benim, demediğin sürece Medine'ye gire­meyeceksin demiş, o da bunu söylemişti.

Böylece onlar izzetin (şeref, güç ve kuvvetin) kaynağının mal çokluğu ve uyanların fazlalığı olduğu vehmine kapılmışlardı. Yüce Allah ise izzetin, güç ve kuvvetin ancak Allah'ın olduğunu açıkladı. [20]

 

9. Ey İman edenleri Mallarınız da, evlâtlarınız da sizi Allah'ı anmak­tan alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, İşte onlar hüsrana uğra­yanların ta kendileridir.

 

Bu buyrukla yüce Allah, mü'minleri münafıklann huylanndan sakındırmak-tadır. Yani münafıkların yaptıkları gibi siz de mallarınızla uğragmaym. Çün­kü münafıklar mallarıyla cimrilik ettiklerinden dolayı Rasûlullah'ın yanında bulunanlara infak etmeyin, demişlerdi.

"Allah'ı anmaktan" hac ve zekâttan "alıkoymasın." Kur'ân okumak­tan,., diye.açıklandığı gibi; sürekli zikirden... diye de açıklanmıştır. Bir baş­ka açıklamaya göre; beş vakit namazdan... Bu açıklamayı ed-Dahhak yapmış­tır. el-Hasen; Bütün farzlardan... demiştir. O da sanki; Allah'a İtaatten... de­miş gibidir.

Buyruğun münafıklara hitab olduğu da söylenmiştir. Yani sizler sözünüz­le iman ettiğinizi belirtiyorsunuz, artık kalbinizle de iman ediniz.

"Kim bunu yaparsa* malıyla, evladıyla uğraşıp Rabbine itaatten uzak ka­lırsa "İşte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir." [21]

 

10. Herhangi birinize ölüm gelip de: "Rabbim, beni yakın bir zama­na kadar geciktirmeydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" diyeceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiği­miz rızıktan infak edin...

11. Halbuki eceli geldiğinde Allah hiçbir kimseyi asla geri bırakmaz. Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: [22]

 

1- Ölüm. Gelmeden Önce İnfak Etmeli:

 

"Herhangi birinize ölüm gelip de... diyeceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin" buyruğu, zekâtı edâ etmekte eli çabuk tutmanın vadb olduğuna ve onu geciktirmenin asla caiz olmadığına delildir. Muayyen olarak vakti geldiği takdirde diğer bütün ibadetler de böyledir. [23]

 

2- Dünyada İken İtaat Etmeyenler, Ahirette Dünyaya Dönüşü Faydasız Yere Temenni Ederler;

 

"Rahibim, beni yakın bir zamana kadar gecik tirşeydin de sadaka ver-seydimve salihlerden olsaydım..." buyruğu, böyle bir kimsenin salih amel işlemek Üzere dünyaya geri döndürülmeyi isteyeceğini göstermektedir.

Tirmizî'nin rivayetine güre ed-Dahhâk b. Müzâhim, İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir Her kimin kendisini Rabbinin Beytini hacca ulaş­tıracak kadar yahutta onda zekâtın verilmesi farz' olacak kadar bir malı bu­lunur da bunu yapmayacak olursa, ölüm halinde geri döndürülmeyi isteye­cektir. Bir adam: Ey İbn Abbas Allah'tan kork, dedi. Çünkü geri döndürül­meyi ancak kâfirler isteyecektir. Bunun üzerine İbn Abbas ona şöyle dedi: Ben bu hususa dair sana Kıır'ân-ı Kerim'den bazı buyruklar okuyacağım: "Ey iman edenleri Mallarınız da, evlâtlarınız da sizi Allah'ı anmaktan alı­koymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendi­leridir. Herhangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım' diye­ceği bir zamanın gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan infak edin... Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyruklarım okudu. Adaın: Zekâtı farz kılan nedir? diye sordu. İbn Abbas: Mal ikiyüz (dirhem)'i bulup asarsa dedi. Adam; Peki haca farz kılan nedir? diye sorunca: Azık ve binek, diye cevap verdi[24]

Derim ki: Bu hadisi el-Halîmî Ebu Abdillah el-Huseyn b. el-Hasen "Min-hacu'd-Din" adlı eserinde merfu bir hadis olarak rivayet etti ve: İbn Abbas dedi ki: Rasûlullah (sav) buyurdu ki: "Her kimde kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunur da..." diyerek hadisi zikretmiş bulunmaktadır. Bu ha­dis, lafzıyla daha önce Âl-i İmran Sûresi'nde (3/97. âyet, 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır, [25]

 

3- İbn Abbas'ın Bu Buyrukları Farz Olan Hac ve Zekâtın Hemen Edâ Edilmesine Dair Delil Göstermesi:

 

İbnu'l-Arabî dedi ki: İbn Abbas nafileyi dışarda tutarak özel olarak farzın infâkı hususunda âyetin umumi ifadesini delil almıştır. Onun bu infakı, ze­kât diye tefsir etmesi, genel olarak Ve ikiyüz dirhem ile takdir etmesi sahihtir. Ancak buna dayanarak hac ile ilgili görüşünü belirtmesinde açıklanma­sı zor bir taraf vardır. Çünkü eğer: Haccın edasında terâhî (yani haccetme im­kânı buiur bulmaz değil de daha sonraya ertelemek) caizdir, diyecek ulur­sak, o vakit haccetmeden önce ölen kimsenin masiyet işlemiş olacağı husu­sunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır, demek olur. Bu bakımdan âyet-i kerime buna delil olamaz.

Eğer hac derhal (fevren) eda edilmelidir diyecek olursak, âyetin buna ge­nel manastyla delil olması doğru bir delillendirmedir. Çünkü kendisine hac vacib olmakta birlikte, haccı edâ etmeyen bir kimse yüce Allah'tan öyle bir muamele iie karşılaşacaktır ki; bundan dolayı terketmiş olduğu ibadetleri ye­rine getirmek için geri döndürülmeyi arzu edecektir.

Hac emrinin yerine getirilmesi için azık ve bineğin gerekli miktar olarak tesbit edilmesine gelince, bu hususta ilim adamları arasında bilinen meşhur bir görüş ayrılığı vardır. İbn Abbas'ın sözünün ise bununla bir ilgisi yoktur. Çünkü geri dönüşü istemek ve tehdidin kapsamına hakkında ictihad edilen meseleler de, ihtilâf edilmiş, meseleler de girmez. Bunun kapsamına ancak üzerinde ittifaka varılmış meseleler girer. Doğrusu bu tehdidin icma ile ya da Kur'ân nassı ile farz olan infakın nasıl harcanması gerektiğini kapsadığıdıı. Çünkü bunun dışında katan hususlar hakkında tehdidin muhakkak olarak söz-konusu olduğunu söylemeye imkân yoktur. [26]

 

4- Tevhid Ehli -Şehidler Dışında- Dünyaya Geri Döndürülmeyi Temenni Etmezler:

 

 ...se..."; se...ya, meii değil mi..." demektir. Bu durumda bu bir istifham olur. Buradaki: olumsuz edatının sıla olduğu (fazladan gel­diği) da söylenmiştir. O vakit ifade temenni anlamına gelir. (Mealde de bu­na göredir.)

"Sadaka verseydim" buyruğu temenniye başa "fe" harfi getiril­mek suretiyle cevab olarak nasbedilmiştir.

"Olsaydım" buyruğu "sadaka verseydim" buyruğuna atfediimiş-tir. Bu (şekilde nasb ile okuyuş) Ebu Amr, İbn Muhaysın ve Mücahid'in oku­yuşudur. Diğerleri ise "fe"nin konumuna atf ile: "Olsaydım" diye cezm İle okumuşlardır. Çünkü: "Sadaka verseydim" buyruğunda eğer "fe" bulunmamış olsaydı, cezm ile yani; şeklinde gelecekti.

"Allah kimi saptırırca artık onu doğru yola İletecek olmaz ve o bunla­rı... bırakıverir* buyruğıındaki "bunları... bırakıvcrir" anlamındaki şeklinde "re" harfini cezın ile okuyanların okuyuşu da (bu yönüy­le) buna benzemektedir.

İbn Abbas dedi ki: Bu âyet-i kerime tevhid ehli için çok ağırdır. Çünkü Al­lah nezdinde âhirette herhangi bir hayrı bulunan hiçbir kimse, dünyada ge­ri dönüşü ya da süresinin ertelenmesini temenni etmez.

Derim ki: Şehid müstesnadır. Çünkü o tekrar öldürülsün diye geri dönü­şü temenni edecektir. Buna sebeb ise göreceği lütuf ve ihsanlardır.

"Allah yaptıklarınızdan" hayır ya da şer olsun "hakkıyla haberdar­dır."

"Yaptıklarınızdan" buyruğu genel olarak muhatab kipi şeklin­de "te" ile okunmuştur. Ancak Âsım'dan, Ebu Bekir ve es-Sülemî ölüp de bu sözü söyleyecek kimsenin söylediği sözü haber vermek üzere "ye" İle ("Al­lah yaptıklarından hakkıyla haberdardır" anlamında) diye okumuşlardır.

Yüce Allah'a hamd ile ve O'nun yardımı ile Münafikûn Sûresi burada so­na ermektedir. [27]

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/365.

[2] Buharı, IV, 1859; Tirmizî, V, 415

[3] Tirmizi, V, 415; Hakim, Müstedrek, II, 531; Taherânî, Kebir, V, 1X6

[4] Bukârî, VI, 2604; Tayalisi, Müsned, I, 55; Ueyhakî, es-Sünenü'l-Kübrâ, VIII, 200; Cafer b. Muhammet! b, el-Hasen, d-Firyâbî, Sıfatu'l-Münâfık, Kuveyt 1405, s. 63

[5] Buharı, I, 21, II, 952, III, 1010, V, 2262; Müslim, I. 78; Tirmizi, V, 19; Müsned, II, 357

[6] Buhârl, I, 21, II, 868, III, 1160; Müslim, I, 7H; Tirmizi, V, 19; Bb&Dâvûd, IV, 221; Nesâî, VIII, İlâ; Müsned, II, 122, 189, 198, 200

[7] Aym manada, yakın lafızlarla; Mâ'mer b. Râçicl, et-Câıni', XI, 160, el-Firyâbi, Sıfatu'l-Münafık, s. 50; lîeyhakî, Şuabu't-îman, IV, 365; Mııhainmeci b, Nasr el-Mervezi, Ta'gi-mu Kadn's-Satât, Metline 1406, 11, 609

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/365-369.

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/369.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/369.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/369-370.

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/370.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/370-371.

[14] Müslim, IV, 2140; Buhârl, IV, 1H60; Müsned, IV, 373; Taherani, Kebir, V, 189; Beyha-ki, es-Sünenü'l-Kübra, VIII, 198

[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/371-374.

[16] Jîirinci âyetin Tefsirinde 2ikrecUien bu hadisin kaynakları da orada gösterilmiştir.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/374-376.

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/377.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/377.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/378.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/378-379.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/379.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/379-380.

[24] Tirmizi, V, 418

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/380.

[26] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/380-381.

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 17/381-382.