Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
İhtiras, Gün Gelir Din Ve Ahlâk Sınırlarını Aşar
İstiğfar Kimler İçin Geçerlidir?
Üstünlük Ve Şeref Kime Yakışır Veya Kim Bu Meziyete Lâyıktır?
İki Hayata Birden Yönelip Sağlam Denge Kurmak
Takdir Edilen Eceli Geciktirmek Mümkün Müdür?
Tamamı Medine'de
inmiştir. Bunun aksine bir görüş veya tesbit ortaya
koyan olmamıştır[1]. Birinci âyetinde
münafıklar konu edildiğinden, bu sıfat aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı : 11
Kelime »
: 180
Harf »
: 976 [2]
1- Medine'de,
İslâm'a girmekten başka çare bulamayan ve özellikle Hz.
Peygamber (A.S.) hicret etmeden önce, orada lider olmaya namzet gösterilen
Abdullah b. Ubey b. Selûl
başta olmak üzere münafıklar, İslâm'ı içinden yıkmaya yönelmişlerdi. Sûrenin
hemen hemen bu baş belası ikiyüzlü dönekler hakkında
İndiği anlatılarak yönlendirici bilgiler veriliyor.
2- Mü'minler ise ibâdet ve taâtte bulunmaya
ve Allah yolunda harcamaya tahrik ve teşvik ediliyor. [3]
1-Münafıklar
sana geldikleri zaman derler ki: «Biz gerçekten senin Allah Peygamberi
olduğuna şehadet ediyoruz.» Allah, senin, kendi peygamberi
olduğunu elbette bilir ve Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehâdet eder.
2-Onlar
yeminlerini siper edindiler de öylece Allah yolundan alıkoydular. Gerçekten
onların yaptıkları ne kötü şeydir!
3-Bu
böyledir. Çünkü onlar önce inanıp sonra İnkâr ettiler. Bu yüzden kalpleri
mühürlendi, o sebeple onlar (hakkı) anlamazlar.
4-Onları
gördüğün zaman bedenî yapıları hoşuna gider; konuşmaya başlarlarsa, sözlerine
kulak verirsin. Onlar, bir yere dayatılmış keresteler gibidirler. Her
haykırışı aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman kendileridir. Onlardan sakınıp
tetik üzere olun. Allah, onları gebertip kahretsin; nereden nasıl
çevriliyorlar?!
Huzaa'dan bir kol olan Benî Mustalık
Kabilesi, kabile reisleri Haris b. Dırar kumandasında
toplanarak Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i
öldürmeyi ve mevcut Müslümanları dağıtmayı plânladılar. Bunun için birtakım
hazırlıklara başladılar. Resûlüllah (A.S.) onların
bu teşebbüsünü zamanında haber aldı ve vakit kaybetmeden İslâm mücahitlerini
toplayıp yılanı deliğinde ezmeğe karar verdi. Birkaç gün sonra harekat başadı ve sözü edilen kabileye yakın «Müreysi
Kuyusu»nun başına indiler ve kabileyi kuşattılar.
Savaş başladı, kısa zamanda savaşın kaderi belli oldu : Benî Mustalık Kabilesi'nden 10 kişi, Müslümanlardan da bir kişi
öldürülmüş oldu. Zaten Hz. Peygamber'in (A.S.) amacı,
insanları öldürüp kahretmek değil, onlara ilâhî mesajın ferahlatıcı havasını
ulaştırmaktı. Ne var ki, adı geçen kabile İslâmiyeti
ortadan kaldırmak niyetiyle saldırıya geçme
hazırlıklarına başlayınca, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bu fitne ateşini, etrafa yayılmadan, daha zararlı düzeye gelmeden söndürmek
zorunda kaldı. O bakımdan az zayiatla vb insan kanı fazla dökmeden neticeye
vardı; kısa sürede bu kabilenin savaşçılarını esir almayı başardı.
Savaştan hemen sonra Hz. Ömer'in (RA) seyisliğini yapan bir adamla Hazrec Kabilesinden bir adam su konusunda tartıştılar ve
kavgaya tutuştular. Hazredi adam: «Ey Hazrecli'ler yetişin!» diye seslenirken, Hz. Ömer'in seyisi de: «Ey Muhacirler yardıma koşun!»
diyerek sesini yükseltti. Bu olayı İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde
edilen fırsatı kaçırmamayı düşünen ünlü münafık Abdullah b. Ubey b. Selûl hemen koştu ve Hz. Peygamber (A.S.) aleyhine Medineli'leri
kışkırtmaya başladı. Sonra da şu sözleri çekinmeden ağzından kaçırıverdi:
«Muhacirler şehrimizde iyice çoğaldılar. Köpeği besleyip semizletirsen,
çok sürmez seni parçalayıp yer,»
Abdullah b. Ubey buna benzer birtakım yakışıksız ve ölçüsüz sözler sarfetti. Sonra da şöyle tavsiyede bulundu: «Medine'ye
döner dönmez, artık aziz olanlar zelîl olanları sürüp çıkarmalıdır.»
Ortalık iyice karıştı
ve huzursuzluk doğdu. Abdullah ortamı biraz daha İslâm aleyhinde kullanmayı
ihmal etmedi ve Medineli'lere şöyle serzenişte
bulundu : «Bütün bunları kendiniz yaptınız. Bu adamları yurdunuza davet edip
soktunuz, onlarla mallarınızı paylaşacak kadar ölçüyü kaçırdınız. Sizler artık
uyanmalısınız; malınızı ve imkânlarınızı onlardan çekiniz, çok sürmez Medine'yi
bırakıp başka yerlere hicret ederler.»
Durum derhal Hz. Peygamber'e (A.S.) bildirildi. Fazlasıyla üzülüp öfkelenen
Hz. Ömer (R.A.), Resûlüllah'a
(A.S.) : «İzin ver de Bilâl şu münafığın boynunu vursun!» dedi. Hz. Peygamber (A.S.), ilâhî hidâyetle ve yüksek dehasıyla
olayı büyütmedi ve Ömer'e (R.A.) şu hassas konuyu hatırlattı : «Ya Ömer! Senin dediğini yapacak olursak, ne olacağını bilir
misin? Muhammed (A.S.) kendi arkadaşlarını öldürtüyor» derler. Bu İslâm'ın yüce
davasına zarar verir. Şimdi söyle, böyle bir sonuç daha mı iyi olur?»
Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hem İslâm'ın geleceğini
düşündü, hem de Medine'de hayli tarafdarı bulunan
Abdullah b. Ubey'e dokunul-mamasını emretti.
Abdullah b. Ubey ise, çevirdiği entrikanın Hz.
Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince, acele gelip o gibi sözler sarfetrrr*lî*ine dair yemin etti.
Hz. Peygamber olayı büyütmeden derhal Medine'ye
dönmeye karar verdi.
Çok geçmeden yukarıdaki âyetler indirilerek, Ubey oğlu Abdullah'ın ve yandaşları olan diğer münafıkların
yalancı oldukları açıklandı. [4]
Aynı konu. Buharı ve
Müslim'de de Zeyd b. Erkam'dan
(R.A.) rivayetle özetlenmiştir. [5]
Uzun yıllar savaşıp
kan gütme doğrultusunda birbirlerini iyice zayıflatan Evs
ve Hazrec kabileleri, bir asra yakın kavga ve
sürtüşmeden yorgun ve bitkin düşmüşlerdi. Kavgaya, vuruşmaya son vermek için
iki taraf da birtakım çareler düşünüp araştırıyorlardı. Sonunda iki tarafın da
razı olacağı bir lider belirlenmiş bulunuyordu. O da, Medineli Abdullah b. Ubey b. Selûl idi. Kabilelerin
hazırlığı sürerken Akabe bey'atleri gerçekleşti ve kısa
zamanda Hz. Peygamber'e (A.S,), aynı zamanda İslâmiyete ısınıp son dinin kendilerine ve diğer kabile ve
milletlere huzur, güven, mutluluk ve kardeşlik getireceğine inandılar ve bu
sebeple Resûlüllah'ı (A.S.) Medine'ye davet ettiler.
Vakit gelince ilâhî
emir ve izinle Resûlüllah (A.S.) Efendimjz
Medine'ye hicret etti ve büyük bir coşku ve sevgiyle karşılandı. Böylece
Medine'ye reis olmasına ramak kalmışken bütün plân ve programlan alt-üst olan
Abdullah b. Ubey b. Selûl,
Peygambere (A.S.) karşı açıktan bir düşmanlığın kendisine çok pahalıya mal
olacağını hesaba katarak İslâm'a girmiş gibi göründü ve böylece kaleyi içinden
fethetmeyi plânladı. Benî Musta-lık
Kabilesi'yle yapılan savaştaki tavrı ve sinsice kışkırtmalarda bulunması, onun
rengini ortaya çıkartmış bulunuyordu. Şüphesiz ki bu olay onun sürdürdüğü fitne
zincirinin sadece bir halkasını oluşturuyordu. Bunun ötesinde çevirdiği bir
sürü hainane entrikalar birbirini izliyordu.
Kur'ân'ı Kerîm'de konumuzu oluşturan âyetlerle isim
verilmeden, şahıs üzerinde durulmadan «münafıklar» sıfatı kullanılarak genel
ölçüler içinde bu ikiyüzlü dönek hâinlerin karakteri yedi madde halinde açıklanıyor
:
1- Allah'a
ve Peygambere inanmalarında ve İslâmiyeti din seçmelerinde
ciddiyet ve samimiyet yoktur. Bunlar dış görünüşleriyle müslüman,
iç yapıla»" İtibariyle kâfir idiler. O sebeple de münafıkların yalancı
olduğu bildiriliyor. Söz ve davranışları kalplerinde gizlediklerine uymuyordu.
2- Allah'a
yemin etmek suretiyle renklerini belli etmemeye özen gösterirler ve böylece
samimi mü'minleri aldatmaya çalışırlar.
3- Gerçek mü'minleri ve bir de İslâmiyete
ısınanları Allah yolundan alıkoymak için birçok entrikalar çevirirler.
4- Münafıkların
yolu ve tutumu çok çirkin ve tehlikelidir.
5- Önce
inanır gibi görünürler, sonra renkleri az-çok belli olunca açıktan inkâra
sapmakta bir sakınca görmezler. Dıştan müslüman,
içten kâfir olmaları, onları, küfrünü izhar eden kâfirlerden ve müşriklerden
daha tehlikeli kılmaktadır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak
onların kalplerini mühürler de gerçeği bir türlü idrâk edemezler.
6- Bunlar
dış kıyafetlerine, fiziksel yapılarına çok önem verilrer
ve yaldızlı cümle kullanmaya dikkat ederler. Böylece kendilerini gerçek mü'-minlerin gıptasına sebep olacak düzeyde tutarlar.
7- Bunlar
Allah ve din düşmanıdırlar. Mü'minlerden korkarlar;
imân cephesinden yükselen bir sesten ödleri kopar. Her biri bir yere dayatılan
cansız keresteler gibi ruhsuz ve vicdansızdırlar.
Cenâb-ı Hak, kendilerinde bunca kötülükleri taşıyan
münafıklardan sakınmamız ve korunmamız için şu iki önemli hususu kıstas olarak
veriyor :
a)
Münafıklar son derece tehlikeli düşmanlardır. Fırsat buldukları zaman yapamıyacakları fenalık yoktur.
b) Münafıklardan
sakınıp her zaman tetik üzere olun. Çünkü onlar ortama uyup her renge
girebilirler.
Bunun için münafıklar
tel'in edilmekte ve münafık kaldıkları takdirde ilâhî rahmete lâyık olamıyacakları bildirilmektedir. [6]
Münafıklar konu edildi
ve onların yalancı kişiler olduklarına dikkat çekilerek birtakım bilgiler
verildi. Sonra da bu ikiyüzlü döneklerin karakterleri üzerinde durularak mü'minlerin onlara karşı çok dikkatli olmaları gereğine
işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
münafıkların Hakk'a dönüp ilâhî mağfirete maz-har kılınmalarını arzu eden mü'minlerin
samimi düşünce ve duygularına değiniliyor. Sonra da onların dosdoğru imân
etmedikçe, hiç Kimsenin onlardan yana istiğfarda bulunmasının bir yararı
olmayacağı bildiriliyor.
Arkasından
münafıkların Medine'de kargaşa ve fitne çıkarmaya çalıştıkları belirtilerek mü'minlerin ona göre tedbirli olmaları isteniliyor. [7]
5- Onlara,
«gelin de Allah'ın Peygamberi sizin için bağışlanma dilesin» denilince,
başlarını çevirirler, büyüklük taslayarak yüzlerini döndürdüklerini görürsün.
6- Onlar
için bağışlanma dilesen de, bağışlanma dilemesen de kendilerine göre birdir, farketmez. Allah elbette onları bağışlamıyacaktır.
Şüphesiz ki Allah, ilâhî sınırı aşan sapıkları doğru yola eriştirmez.
7-Bunlar o
kimselerdir ki, «Allah'ın pöygamberi'nin yanında bulunanlara
(yardım olarak) harcama yapmayın ki dağılıp
gitsinler» derler. Göklerin ve yerin hazîneleri Allah'ındır, Fakat
ikiyüzlü dönekler (bu gerçeği) anlamazlar.
8-Derler ki: «Eğer Medine'ye dönersek and olsun ki, üstün ve şerefli olanlar, aşağılık alçaktan
oradan çıkaracaktır.» (Oysa) üstünlük ve şeref Allah'a, Peygamberine ve" mü'minlere aittir. Ne var ki münafıklar (bunu)
bilmezler.
«Onlara, gelin de
Allah'ın Peygamberi sizin için bağışlanma dilesin, denilince, başlarını
çevirirler..»
Münafıkların ileri
gelenlerinden Abdullah b. Ubey b. Selûl'ün
ortalığı iyice karıştırıp Ansarla Muhacirleri
kışkırtarak karşı karşıya getirme çabası ve olayın Resûlüllah'ın
(A.S.) yüksek irfan ve hilmiyle tesirsiz hale
getirilmesi, şüphesizki İslâm tarihinde önemli
hâdiselerden biridir. Öyle ki, olayın tezgâhlanışı mü'minleri
çok üzmüş, münafıklar ise şaşkına dönmüştü. O kadar ki, Abdullah b. Ubey açtığı tehlikeli gediği kapatmak için kimseyi
kışkırtmadığını yeminle belirterek göz göre göre
yalan söylemişti.
Ansar'dan bazı önemli kişiler ve Abdullah b. Ubey'in yakınları açılan bu gediğin ve kangren olmaya yüz
tutan yaranın bir an önce kapanması için Abdullah b. Ubeyy'e,
bizzat Resûlüilah (A.S.) Efendimiz'e
baş vurmasını ve bağışlanma dileğinde bulunmasını ısrarla teklif ettiler. Ne
var ki, kin ve ihtiras, kıskançlık ve baş olma duygusu kabarınca hiçbir ölçü
kabul etmez, ahlâk ve fazîlet adına ne varsa pervasızca çiğner. O bakımdan adı
geçen, yapılan ciddi ve samimi teklîfi kabul etmeyi sahte gururuna yediremedi
ve onlara arkasını çevirmek suretiyle reddettiğini anlatmak istedi.
Bu azılı münafığın
plânı -az yukarıda kısaca değindiğimiz gibi- şöyle idi: En küçük olayları bile
abartıp İslâm aleyhine değerlendirmek; fakat her vesileyle zevahiri kurtarmak
için Hz. Muhammed'i (A.S.) arkadaşlarının yanında övmek
ve O'nun Allah'ın Resulü olduğunu söylemek. Nitekim Benî M ustalık kabilesiyle
yapılan savaşa, hem elde edilecek ganimetten hisse almak, hem de ortaya çıkan
birtakım tatsız olayları İslâm aleyhine çevirmek için katıldı ve çıkan önemsiz
bir olayı derhal değerlendirip İslâm aleyhine kullandı. Sonra da işler
çığırından çıkmaya başlayınca, kendini temize çıkartmak için yalan yere yemin
edip mü'minleri yatıştırmaya çalıştı.
İlgili âyetlerle bu ve
benzeri münafıkların içyüzleri açıklanırken, plân ve entrikalarının iki ana
maddesine dikkat çekiliyor:
1- Medine
yerlilerini, Mekke'den hicret edip gelen muhacirlere karşı ilgisiz kılmaya ve
onlardan her türlü yardımlarını kesmeye inandırmak,
2- Aksi
halde yakın gelecekte yabancıların, yani Mekkeli'lerin
Medine'de daha da çoğalıp yerli halka söz hakkı tanımayacaklarını kalp ve
kafalara işleyip ciddi tedbir almalarını sağlamak.
Benî Mustalık Kabilesi'yle yapılan savaştan hemen sonra,
yukarıda da değindiğimiz gibi, Medineii bir adam ile
Mekkeli bir adamın tartışmasını kendi plânı doğrultusunda değerlendiren
Abdullah b. Ubey b. Selûl,
sözünü ettiğimiz iki hususu işlemeye çalışmıştır.
Yine ilgili âyetle
münafıkların değişmeyen huylarından ikisi konu edilmekte ve ona göre tedbîr
alınması istenmektedir:
a) Haktan her vesileyle yüz çevirirler,
b) Büyüklük taslayarak nefislerine ve
ihtiraslarına mağlûp olurlar.
Böyleoe ilâhî sınırları aşıp gerçeğe sırt çevirirler. Onlar
bu çizgide ısrar ettikleri, yani huylarını değiştirmedikleri sürece, ne
peygamberin, ne de başka bir mü'minin onlar için
Allah'tan bağışlanma dilemesinin bir anlamı
kalmıyor. [8]
Saplandığı küfür
bataklığından kurtulmaya azmedip kalbini hakka açanlar ve bir de mü'min olduğu halde işlediği günahlardan pişmanlık duyup
biriken seyyiat kirlerinden temizlenmek isteyen
Müslümanlar için Allah'tan af ve mağfiret, rahmet ve inayet dilemenin mutlaka
yararı ve olumlu tesiri vardır. Zira bu durumda kul irâdesini kullanıp hidayete
ermek için belli çizgiye gelip dayanmıştır. Gerisi Cenab-ı
Hakk'ın takdîr ve irâdesine kalmıştır; dilerse kabul
eder, dilerse geri çevirir. Ama bu durumda o kula merhamet edip bağışlamak sünnetullahın bir gereğidir. [9]
«Derler ki: «Eğer
Medine'ye dönersek and olsun ki, üstün ve şerefli
olanlar, aşağılık alçakları oradan çıkaracaktır.» (Oysa) üstünlük ve şeref
Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere aittir. Ne var ki
münafıklar (bunu) bilmezler.»
Benî Mustalık Kabilesi'yle yapılan savaş Müslümanlardan yana
başarıyla sona ermişti. Bunu bir türlü hazmedemiyen
ve her vesileyle fitne çıkartmak isteyen ünlü münafık Abdullah b. Ubey, iki Müslüman arasındaki tartışma ve kavgayı İslâm
aleyhine kullanmakta tereddüt etmedi. Sonra da Medine yerlisi olan kendini ve
yandaşlarını üstün, şerefli ve aziz kişiler
olarak tanıtıp
Mekke'den hicret edip gelenleri hakir ve aşağılık kimseler olarak
vasıflandırdı. Medine'ye dönünce bu aşağılık kişileri kendi yurtlarından
çıkaracaklarını pervasızca söylemekten çekinmedi.
Şüphesiz bu sözler çok
çirkin bir nifak, kin ve düşmanlığın açığa çıkan deliliydi. Medineii münafıkların İslâm'a karşı iyice cephe aldıklarını
gösteriyor ve ilk fırsatta yapamıyacakları bir
kötülüğün bulunmayacağını gösteriyordu.
Fakat münafıkların
bilmediği bir gerçek vardı; o da hakiki şeref ve üstünlüğün Allah'a,
Peygamberine ve mü'minlere ait olduğuydu. Çünkü hak
incelebilir ama kopmaz; aynı zamanda sağlam adımlarla ve ağır bir tempoyla yol
alır; gösterişten uzak bir iz bırakır, sarsılmaz temel oluşturur ve sabırlı,
temkinli bir metotla dâvasını yürütür. Küfür ve nifak ise, ataktır, şarlatan ve
şirrettir. Dört nala gider, ama amacına ulaşmadan hezimete uğrar, hakkın
yumruğu altında beyni parçalanır. Nitekim Medine dönüşünden hemen sonra
münafıklar iyice baş aşağı geldiler. Müslümanlar ise, saadet ve ebedilik vaadeden yolda emin adımlarla yürümeye devam ettiler. Arap
Yarımadası'nı aydınlatan İslâm güneşi karşısında müşrik ve münafıkların
gözleri körleşip şaşkına döndüler. Medine onların değil, gerçek mü'minlerin yurdu oldu.
Bu kural her çağda ve
İslâm'ın yeşerdiği her bölge ve ülkede geçerlidir. Hakk'a
dosdoğru bağlanan mü'minler, Hz.
Peygamberin ve O'nun çevresinde kümelenen sadık Müslümanların yolunda azimle
yürüdükleri takdirde, karşılarına çıkan küfür ve tuğyanı, nifak ve şikakı hezimete uğratırlar. Zafer eninde sonunda onlardan
yana tecelli eder. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
Medine'de kargaşa ve fitne çıkarmaya çalışıp mü'minleri
zor duruma düşürmeye yeltenen münafıkların tutumu konu edildi ve onlara karşı mü'minlerin her zaman uyanık bulunmalarına işarette
bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
mal ve evlâdın dünya hayatıyla ilgili nimetler olduğuna değiniliyor ve bundan
dolayı mü'minin Allah'a olan ibâdetini ihmal etmemesi
emrediliyor. Sonra da çalışıp elde edilen mal ve servetin belli bir bölümünün
Allah yolunda harcanmasının lüzumu üzerinde duruluyor ve ölüm gelip çatmadan önoe mü'minin ibâdet ve
harcamasıyla âhiretini nura kavuşturması isteniliyor.
Zira eceli geri çevirmenin veya geciktirmenin söz konusu olamıyacağı
belirtilerek hayatın geçici olduğuna atıf yapılıyor. [11]
9- Ey imân
edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan meşgul edip
alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, işte onlar zarara uğrayanlardır.
10- Henüz
sizden birinize ölüm gelmeden ve o da: «Rabbım! Beni
yakın bir ecele geciktirseydin de sadaka versem ve iyi-yararlı kişilerden
olsam.» demeden önce size rızık olarak verdiğimizden
(Allah için, Û'nun yolunda) harcayın.
11-And olsun ki, Allah, hiçbir canlıyı eceli geldiğinde
elbette geciktirmez. Allah işleyegeldiğiniz
şeylerden haberlidir.
«Ey imân edenler!
Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan meşgul edip alıkoymasın. Kim
böyle yaparsa, işte onlar zarara uğrayanlardır.»
Cenâb-ı Hak 9 ve 10. âyetlerle, iki hayatı birden
kucaklamamızı, o bakımdan mal ve evlâd sevgisinde
ölçü ve dengeyi kaçırmamamızı emretmektedir. O bakımdan mü'minlerin
hem maddeyle mâna, hem dünya ile âhi-ret arasında sağlam köprü kurmaları
gerekmekte ve dünya hayatından maksat ve hikmetin ancak bu olduğuna işarette
bulunmaktadır. Şöyle ki: Mal ve evlât dünya nimetleri arasında çoğu zaman baş
köşeyi tutmakta ve ön plânda yürütülmektedir. Dünya hayatının tatlılığı da
içimizi doldurma, kalbimizi yönlendirme derecesine varmaktadır. Oysa bu çok
hatalı ve sakıncalıdır. Aynı zamanda insanı hilkatin amacından ve insan olarak
yaratılmanın hikmetinden uzaklaştırmaktadır. Çünkü mal ve evlât, dünya hayatının
birer süsüdür, hiçbir zaman onun amaç ve gayesi değildir. Hayata bağlılık ise,
insanda fıtrî bir arzudur; âhiret hayatıyla
değerlendirilmezse, ölçü ve sınırı aşar. Böyle olunca da iki hayat arasında
tamamlayıcı denge ve düzen diye bir ölçü kalmaz.
Kişi, hayatın hikmet
ve anlamından habersiz bir hava içine girince, mal hırsı gemi azıya alır, evlât
sevgisi ve onun parlak geleceğini düşünüp hayal etme sonu gelmeyen bir
meşguliyet doğurur. İstekler, arzular, ihtiraslar birbirini izler ve böylece
kişiyi namazdan, zekâttan, hacdan ve diğer hayırlardan; uhrevî yatırımlardan
alıkoyan Derken yolun sonuna gelinmiş olur, yani ecel kapıyı çalarak ömrün son
çizgisine gelindiğini haber verir. Bu durumda kaçırılan fırsatları telafi etme
zamanı çoktan gerilerde kalmış ve amaç edindiği her şey ondan kopup
uzaklaşmıştır.
İşte ilgili âyetlerle,
hayatımızın plân ve programını çizip bize yol gösteren Cenâb-ı
Hak aklımıza seslenmekte, kendimizi toparlamamızı istemektedir. [12]
«And
olsun ki, Allah, hiçbir canlıyı eceli
geldiğinde geciktirmez. Allah işleyegeldiğiniz
şeylerden haberlidir.»
İnsanın ömrü ezelde
takdir edilip yazılmıştır. Cenâb-ı Hak olayları sebeplere
bağlamış, sebepleri de kendi kudretine bağlı plânda lâyık olduğu yere
oturtmuştur. Sebeplerin oluşmasını ise, ezelî ilmiyle önceden tesbit edip belirlemiştir. O'nun ilmi ve tesbiti yanılmayacağına göre, vakti saati gelince,
olayların meydana çıkması için de sebeplerin oluşması gecikmez ve şaşmaz, tesbit edildiği gibi aynen gerçekleşir.
Her insanın ecelini bu
plân ve programa göre düzenlemiştir. Öyle ki, kişinin bulunduğu ortam ve
şartlar içinde hayatını nasıl koruyacağını, nasıl değerlendireceğini ve nasıl
tahrip edip tedrici intihara doğru sürükleyeceğini; onun irâdesi doğrultusunda
sebeplerin nasıl oluşacağını da Ce-nâb-ı Hak ezeli ve ebedî ilmiyle tesbit
etmiş bulunuyor ve ona göre o kişiye bir ömür süresi belirliyor. Artık O'nun
belirlediği gün ve saat gelince kişinin eceli gelmiş oluyor. Bu durumda onun
ecelini biraz olsun geciktirmek mümkün değildir.
Günümüzde tıbbın
ilerlemesi ve birçok faydalı ilâçların keşfedilmesi ve çok uzman tabiplerin
yetişmesi, kader konusunu bilmeyen kimseleri yanıltmakta ve ecelin
geciktirilebileceği inancını onlarda doğurmaktadır. Oysa hakikat onların
düşündüğü veya. inandığı gibi değildir. Bunu bir misâl ile açıkladığımızda
konu daha iyi anlaşılacak ve şüpheler zail olacaktır. Şöyle ki:
A böbreklerinden
rahatsızdır. İki böbreği de fonksiyonunu kaybetmek üzeredir. Kan kanseri
denilen lösemi had safhaya gelmiştir. O bakımdan müdahale edilmezse, hasta
kısa zamanda hayatını kaybedecek durumdadır. Tıbbî bütün imkânlar kullanılarak
hastanın bir süre daha yaşaması sağlanmış oluyor. Buna eceli geciktirme
diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü Cenâb-ı Hak her
şeyi kapsayıp kuşatan, geçmiş ve geleceği kucaklayan ilmiyle (A)nın bu durumunu tesbit etmiş ve
ecelini ona göre tak-dîr etmiştir. O bakımdan (A)nın mukadder olan eceli gelince aynen gerçekleşir.
İlgili âyetle Cenâb-ı Hak, hem dünyada ölümlü bir hayat yaşadığımızı ve
ecellerin ezelî ilmiyle tesbit ve takdîr edilip
belirlendiğini haber vermekte, hem de geçici bir hayatla meşgul olurken
Allah'ı ve ikinci hayatı unutmamamızı telkîn ve tavsiye etmektedir.
Böylece Cenâb-ı Hak, Münafikun Süresiyle
çok önemli üç olaya dikkatlerimizi çekmektedir:
1-
Müslümanların içine sızan münafıklar her zaman büyük bir tehlike arzeder.
2- Mü'minlerin hak yolunda birleşmesi ve İslâm'ın yüce
davasına sa-rılmasıyla,
başta münafıklar olmak üzere Allah ve din düşmanlarının hezimete uğraması mukadderdir.
3- Dünya
malı ve evlâd gaye ve amaç değil, hayatın geçici
süsleridir. Bunlarla uğraşırken Allah'ı ve ikinci hayatı unutmak, ibâdeti
ihmal etmek büyük gaflettir ve neticesi hüsrandır.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
dertlerimize deva, kalplerimize şifâ olan, hadîsleriyle iki hayatın anlam ve
hikmetini bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize sa-lât-ü selâmlar olsun. [13]
[1] Tefsîr-i Kurtubî: 18/120
[2] Lübabu't-te'vîl:
4/271
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
12/6198.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6198.
[4] İbn İshak'dan
özetlenerek.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6200-6201.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6201-6203.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6203.
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6205-6206.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6206.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6206-6207.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6207.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6208-6209.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6209-6210.