MÜNAFİKUN SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İniş Sebebi 2

Münafıklar Ve İç Huzursuzluk. 3

Âyetler Arasında Bağlantı 3

Meali; 4

İhtiras, Gün Gelir Din Ve Ahlâk Sınırlarını Aşar. 4

İstiğfar Kimler İçin Geçerlidir?. 4

Üstünlük Ve Şeref Kime Yakışır Veya Kim Bu Meziyete Lâyıktır?. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali 5

İki Hayata Birden Yönelip Sağlam Denge Kurmak. 5

Takdir Edilen Eceli Geciktirmek Mümkün Müdür?. 6


MÜNAFİKUN SÛRESİ

 

Tamamı Medine'de inmiştir. Bunun aksine bir görüş veya tesbit or­taya koyan olmamıştır[1]. Birinci âyetinde münafıklar konu edildiğinden, bu sıfat aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Âyet sayısı   :   11

Kelime   »      : 180

Harf       »      : 976    [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- Medine'de, İslâm'a girmekten başka çare bulamayan ve özellikle Hz. Peygamber (A.S.) hicret etmeden önce, orada lider olmaya namzet gösterilen Abdullah b. Ubey b. Selûl başta olmak üzere münafıklar, İslâm'ı içinden yıkmaya yönelmişlerdi. Sûrenin hemen hemen bu baş belası iki­yüzlü dönekler hakkında İndiği anlatılarak yönlendirici bilgiler veriliyor.

2- Mü'minler ise ibâdet ve taâtte bulunmaya ve Allah yolunda har­camaya tahrik ve teşvik ediliyor. [3]

 

Meali:

 

1-Münafıklar sana geldikleri zaman derler ki: «Biz gerçekten se­nin Allah Peygamberi olduğuna şehadet ediyoruz.» Allah, senin, kendi pey­gamberi olduğunu elbette bilir ve Allah, münafıkların şüphesiz yalancılar olduklarına şehâdet eder.

2-Onlar yeminlerini siper edindiler de öylece Allah yolundan alıkoy­dular. Gerçekten onların yaptıkları ne kötü şeydir!

3-Bu böyledir. Çünkü onlar önce inanıp sonra İnkâr ettiler. Bu yüz­den kalpleri mühürlendi, o sebeple onlar (hakkı) anlamazlar.

4-Onları gördüğün zaman bedenî yapıları hoşuna gider; konuşma­ya başlarlarsa, sözlerine kulak verirsin. Onlar, bir yere dayatılmış kereste­ler gibidirler. Her haykırışı aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman kendileridir. Onlardan sakınıp tetik üzere olun. Allah, onları gebertip kahretsin; nere­den nasıl çevriliyorlar?!

 

İniş Sebebi

 

Huzaa'dan bir kol olan Benî Mustalık Kabilesi, kabile reisleri Haris b. Dırar kumandasında toplanarak Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i öldürmeyi ve mevcut Müslümanları dağıtmayı plânladılar. Bunun için birtakım hazır­lıklara başladılar. Resûlüllah (A.S.) onların bu teşebbüsünü zamanında haber aldı ve vakit kaybetmeden İslâm mücahitlerini toplayıp yılanı de­liğinde ezmeğe karar verdi. Birkaç gün sonra harekat başadı ve sözü edilen kabileye yakın «Müreysi Kuyusu»nun başına indiler ve kabileyi ku­şattılar. Savaş başladı, kısa zamanda savaşın kaderi belli oldu : Benî Mus­talık Kabilesi'nden 10 kişi, Müslümanlardan da bir kişi öldürülmüş oldu. Zaten Hz. Peygamber'in (A.S.) amacı, insanları öldürüp kahretmek değil, onlara ilâhî mesajın ferahlatıcı havasını ulaştırmaktı. Ne var ki, adı geçen kabile İslâmiyeti ortadan kaldırmak niyetiyle saldırıya geçme hazırlıklarına başlayınca, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu fitne ateşini, etrafa yayılma­dan, daha zararlı düzeye gelmeden söndürmek zorunda kaldı. O bakım­dan az zayiatla vb insan kanı fazla dökmeden neticeye vardı; kısa sürede bu kabilenin savaşçılarını esir almayı başardı.

Savaştan hemen sonra Hz. Ömer'in (RA) seyisliğini yapan bir adam­la Hazrec Kabilesinden bir adam su konusunda tartıştılar ve kavgaya tu­tuştular. Hazredi adam: «Ey Hazrecli'ler yetişin!» diye seslenirken, Hz. Ömer'in seyisi de: «Ey Muhacirler yardıma koşun!» diyerek sesini yük­seltti. Bu olayı İslâm aleyhine değerlendirmeyi ve elde edilen fırsatı ka­çırmamayı düşünen ünlü münafık Abdullah b. Ubey b. Selûl hemen koştu ve Hz. Peygamber (A.S.) aleyhine Medineli'leri kışkırtmaya başladı. Son­ra da şu sözleri çekinmeden ağzından kaçırıverdi: «Muhacirler şehrimiz­de iyice çoğaldılar. Köpeği besleyip semizletirsen, çok sürmez seni parça­layıp yer,»

Abdullah b. Ubey buna benzer birtakım yakışıksız ve ölçüsüz sözler sarfetti. Sonra da şöyle tavsiyede bulundu: «Medine'ye döner dönmez, artık aziz olanlar zelîl olanları sürüp çıkarmalıdır.»

Ortalık iyice karıştı ve huzursuzluk doğdu. Abdullah ortamı biraz da­ha İslâm aleyhinde kullanmayı ihmal etmedi ve Medineli'lere şöyle serzenişte bulundu : «Bütün bunları kendiniz yaptınız. Bu adamları yurdunuza davet edip soktunuz, onlarla mallarınızı paylaşacak kadar ölçüyü kaçırdı­nız. Sizler artık uyanmalısınız; malınızı ve imkânlarınızı onlardan çekiniz, çok sürmez Medine'yi bırakıp başka yerlere hicret ederler.»

Durum derhal Hz. Peygamber'e (A.S.) bildirildi. Fazlasıyla üzülüp öf­kelenen Hz. Ömer (R.A.), Resûlüllah'a (A.S.) : «İzin ver de Bilâl şu müna­fığın boynunu vursun!» dedi. Hz. Peygamber (A.S.), ilâhî hidâyetle ve yük­sek dehasıyla olayı büyütmedi ve Ömer'e (R.A.) şu hassas konuyu hatır­lattı : «Ya Ömer! Senin dediğini yapacak olursak, ne olacağını bilir misin? Muhammed (A.S.) kendi arkadaşlarını öldürtüyor» derler. Bu İslâm'ın yü­ce davasına zarar verir. Şimdi söyle, böyle bir sonuç daha mı iyi olur?»

Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, hem İslâm'ın geleceğini düşündü, hem de Medine'de hayli tarafdarı bulunan Abdullah b. Ubey'e dokunul-mamasını emretti.

Abdullah b. Ubey ise, çevirdiği entrikanın Hz. Peygamber tarafından duyulduğunu öğrenince, acele gelip o gibi sözler sarfetrrr**ine dair ye­min etti. Hz. Peygamber olayı büyütmeden derhal Medine'ye dönmeye ka­rar verdi.

Çok geçmeden yukarıdaki âyetler indirilerek, Ubey oğlu Abdullah'ın ve yandaşları olan diğer münafıkların yalancı oldukları açıklandı. [4]

Aynı konu. Buharı ve Müslim'de de Zeyd b. Erkam'dan (R.A.) rivayetle özetlenmiştir. [5]

 

Münafıklar Ve İç Huzursuzluk

 

Uzun yıllar savaşıp kan gütme doğrultusunda birbirlerini iyice zayıf­latan Evs ve Hazrec kabileleri, bir asra yakın kavga ve sürtüşmeden yor­gun ve bitkin düşmüşlerdi. Kavgaya, vuruşmaya son vermek için iki taraf da birtakım çareler düşünüp araştırıyorlardı. Sonunda iki tarafın da razı olacağı bir lider belirlenmiş bulunuyordu. O da, Medineli Abdullah b. Ubey b. Selûl idi. Kabilelerin hazırlığı sürerken Akabe bey'atleri gerçekleşti ve kısa zamanda Hz. Peygamber'e (A.S,), aynı zamanda İslâmiyete ısınıp son dinin kendilerine ve diğer kabile ve milletlere huzur, güven, mutluluk ve kardeşlik getireceğine inandılar ve bu sebeple Resûlüllah'ı (A.S.) Medine'­ye davet ettiler.

Vakit gelince ilâhî emir ve izinle Resûlüllah (A.S.) Efendimjz Medine'ye hicret etti ve büyük bir coşku ve sevgiyle karşılandı. Böylece Medine'ye reis olmasına ramak kalmışken bütün plân ve programlan alt-üst olan Abdullah b. Ubey b. Selûl, Peygambere (A.S.) karşı açıktan bir düşman­lığın kendisine çok pahalıya mal olacağını hesaba katarak İslâm'a girmiş gibi göründü ve böylece kaleyi içinden fethetmeyi plânladı. Benî Musta-lık Kabilesi'yle yapılan savaştaki tavrı ve sinsice kışkırtmalarda bulunma­sı, onun rengini ortaya çıkartmış bulunuyordu. Şüphesiz ki bu olay onun sürdürdüğü fitne zincirinin sadece bir halkasını oluşturuyordu. Bunun öte­sinde çevirdiği bir sürü hainane entrikalar birbirini izliyordu.

Kur'ân'ı Kerîm'de konumuzu oluşturan âyetlerle isim verilmeden, şa­hıs üzerinde durulmadan «münafıklar» sıfatı kullanılarak genel ölçüler içinde bu ikiyüzlü dönek hâinlerin karakteri yedi madde halinde açıkla­nıyor :

1- Allah'a ve Peygambere inanmalarında ve İslâmiyeti din seçme­lerinde ciddiyet ve samimiyet yoktur. Bunlar dış görünüşleriyle müslüman, iç yapıla»" İtibariyle kâfir idiler. O sebeple de münafıkların yalancı olduğu bildiriliyor. Söz ve davranışları kalplerinde gizlediklerine uymuyordu.

2- Allah'a yemin etmek suretiyle renklerini belli etmemeye özen gös­terirler ve böylece samimi mü'minleri aldatmaya çalışırlar.

3- Gerçek mü'minleri ve bir de İslâmiyete ısınanları Allah yolundan alıkoymak için birçok entrikalar çevirirler.

4- Münafıkların yolu ve tutumu çok çirkin ve tehlikelidir.

5- Önce inanır gibi görünürler, sonra renkleri az-çok belli olunca açıktan inkâra sapmakta bir sakınca görmezler. Dıştan müslüman, içten kâfir olmaları, onları, küfrünü izhar eden kâfirlerden ve müşriklerden daha tehlikeli kılmaktadır. Bu yüzden Cenâb-ı Hak onların kalplerini mühürler de gerçeği bir türlü idrâk edemezler.

6- Bunlar dış kıyafetlerine, fiziksel yapılarına çok önem verilrer ve yaldızlı cümle kullanmaya dikkat ederler. Böylece kendilerini gerçek mü'-minlerin gıptasına sebep olacak düzeyde tutarlar.

7- Bunlar Allah ve din düşmanıdırlar. Mü'minlerden korkarlar; imân cephesinden yükselen bir sesten ödleri kopar. Her biri bir yere dayatılan cansız keresteler gibi ruhsuz ve vicdansızdırlar.

Cenâb-ı Hak, kendilerinde bunca kötülükleri taşıyan münafıklardan sakınmamız ve korunmamız için şu iki önemli hususu kıstas olarak ve­riyor :

a) Münafıklar son derece tehlikeli düşmanlardır. Fırsat buldukları za­man yapamıyacakları fenalık yoktur.

b) Münafıklardan sakınıp her zaman tetik üzere olun. Çünkü onlar ortama uyup her renge girebilirler.

Bunun için münafıklar tel'in edilmekte ve münafık kaldıkları takdirde ilâhî rahmete lâyık olamıyacakları bildirilmektedir. [6]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Münafıklar konu edildi ve onların yalancı kişiler olduklarına dikkat çekilerek birtakım bilgiler verildi. Sonra da bu ikiyüzlü döneklerin karak­terleri üzerinde durularak mü'minlerin onlara karşı çok dikkatli olmaları gereğine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, münafıkların Hakk'a dönüp ilâhî mağfirete maz-har kılınmalarını arzu eden mü'minlerin samimi düşünce ve duygularına değiniliyor. Sonra da onların dosdoğru imân etmedikçe, hiç Kimsenin on­lardan yana istiğfarda bulunmasının bir yararı olmayacağı bildiriliyor.

Arkasından münafıkların Medine'de kargaşa ve fitne çıkarmaya ça­lıştıkları belirtilerek mü'minlerin ona göre tedbirli olmaları isteniliyor. [7]

 

Meali;

 

5- Onlara, «gelin de Allah'ın Peygamberi sizin için bağışlanma di­lesin» denilince, başlarını çevirirler, büyüklük taslayarak yüzlerini döndür­düklerini görürsün.

6- Onlar için bağışlanma dilesen de, bağışlanma dilemesen de ken­dilerine göre birdir, farketmez. Allah elbette onları bağışlamıyacaktır. Şüp­hesiz ki Allah, ilâhî sınırı aşan sapıkları doğru yola eriştirmez.

7-Bunlar o kimselerdir ki, «Allah'ın pöygamberi'nin yanında bulu­nanlara (yardım olarak) harcama yapmayın ki dağılıp  gitsinler» derler. Göklerin ve yerin hazîneleri Allah'ındır, Fakat ikiyüzlü dönekler (bu ger­çeği) anlamazlar.

 8-Derler ki: «Eğer Medine'ye dönersek and olsun ki, üstün ve şe­refli olanlar, aşağılık alçaktan oradan çıkaracaktır.» (Oysa) üstünlük ve şeref Allah'a, Peygamberine ve" mü'minlere aittir. Ne var ki münafıklar (bunu)

bilmezler.

 

İhtiras, Gün Gelir Din Ve Ahlâk Sınırlarını Aşar

 

«Onlara, gelin de Allah'ın Pey­gamberi sizin için bağışlanma dilesin, denilince, başlarını çevirirler..»

Münafıkların ileri gelenlerinden Abdullah b. Ubey b. Selûl'ün ortalığı iyice karıştırıp Ansarla Muhacirleri kışkırtarak karşı karşıya getirme ça­bası ve olayın Resûlüllah'ın (A.S.) yüksek irfan ve hilmiyle tesirsiz hale getirilmesi, şüphesizki İslâm tarihinde önemli hâdiselerden biridir. Öyle ki, olayın tezgâhlanışı mü'minleri çok üzmüş, münafıklar ise şaşkına dön­müştü. O kadar ki, Abdullah b. Ubey açtığı tehlikeli gediği kapatmak için kimseyi kışkırtmadığını yeminle belirterek göz göre göre yalan söylemişti.

Ansar'dan bazı önemli kişiler ve Abdullah b. Ubey'in yakınları açılan bu gediğin ve kangren olmaya yüz tutan yaranın bir an önce kapanması için Abdullah b. Ubeyy'e, bizzat Resûlüilah (A.S.) Efendimiz'e baş vur­masını ve bağışlanma dileğinde bulunmasını ısrarla teklif ettiler. Ne var ki, kin ve ihtiras, kıskançlık ve baş olma duygusu kabarınca hiçbir ölçü kabul etmez, ahlâk ve fazîlet adına ne varsa pervasızca çiğner. O ba­kımdan adı geçen, yapılan ciddi ve samimi teklîfi kabul etmeyi sahte gu­ruruna yediremedi ve onlara arkasını çevirmek suretiyle reddettiğini an­latmak istedi.

Bu azılı münafığın plânı -az yukarıda kısaca değindiğimiz gibi- şöyle idi: En küçük olayları bile abartıp İslâm aleyhine değerlendirmek; fakat her vesileyle zevahiri kurtarmak için Hz. Muhammed'i (A.S.) arkadaşları­nın yanında övmek ve O'nun Allah'ın Resulü olduğunu söylemek. Nitekim Benî M ustalık kabilesiyle yapılan savaşa, hem elde edilecek ganimetten hisse almak, hem de ortaya çıkan birtakım tatsız olayları İslâm aleyhine çevirmek için katıldı ve çıkan önemsiz bir olayı derhal değerlendirip İs­lâm aleyhine kullandı. Sonra da işler çığırından çıkmaya başlayınca, ken­dini temize çıkartmak için yalan yere yemin edip mü'minleri yatıştırmaya çalıştı.

İlgili âyetlerle bu ve benzeri münafıkların içyüzleri açıklanırken, plân ve entrikalarının iki ana maddesine dikkat çekiliyor:

1- Medine yerlilerini, Mekke'den hicret edip gelen muhacirlere karşı ilgisiz kılmaya ve onlardan her türlü yardımlarını kesmeye inandırmak,

2- Aksi halde yakın gelecekte yabancıların, yani Mekkeli'lerin Me­dine'de daha da çoğalıp yerli halka söz hakkı tanımayacaklarını kalp ve kafalara işleyip ciddi tedbir almalarını sağlamak.

Benî Mustalık Kabilesi'yle yapılan savaştan hemen sonra, yukarıda da değindiğimiz gibi, Medineii bir adam ile Mekkeli bir adamın tartışmasını kendi plânı doğrultusunda değerlendiren Abdullah b. Ubey b. Selûl, sözü­nü ettiğimiz iki hususu işlemeye çalışmıştır.

Yine ilgili âyetle münafıkların değişmeyen huylarından ikisi konu edil­mekte ve ona göre tedbîr alınması istenmektedir:

a)  Haktan her vesileyle yüz çevirirler,

b)  Büyüklük taslayarak nefislerine ve ihtiraslarına mağlûp olurlar.

Böyleoe ilâhî sınırları aşıp gerçeğe sırt çevirirler. Onlar bu çizgide ısrar ettikleri, yani huylarını değiştirmedikleri sürece, ne peygamberin, ne de başka bir mü'minin onlar için Allah'tan bağışlanma dilemesinin bir an­lamı

kalmıyor. [8]

 

İstiğfar Kimler İçin Geçerlidir?

 

Saplandığı küfür bataklığından kurtulmaya azmedip kalbini hakka açanlar ve bir de mü'min olduğu halde işlediği günahlardan pişmanlık duyup biriken seyyiat kirlerinden temizlenmek isteyen Müslümanlar için Allah'tan af ve mağfiret, rahmet ve inayet dilemenin mutlaka yararı ve olumlu tesiri vardır. Zira bu durumda kul irâdesini kullanıp hidayete er­mek için belli çizgiye gelip dayanmıştır. Gerisi CenabHakk'ın takdîr ve irâdesine kalmıştır; dilerse kabul eder, dilerse geri çevirir. Ama bu du­rumda o kula merhamet edip bağışlamak sünnetullahın bir gereğidir. [9]

 

Üstünlük Ve Şeref Kime Yakışır Veya Kim Bu Meziyete Lâyıktır?

 

«Derler ki: «Eğer Medine'ye dönersek and olsun ki, üstün ve şerefli olanlar, aşağılık alçak­ları oradan çıkaracaktır.» (Oysa) üstünlük ve şeref Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere aittir. Ne var ki münafıklar (bunu) bilmezler.»

Benî Mustalık Kabilesi'yle yapılan savaş Müslümanlardan yana başa­rıyla sona ermişti. Bunu bir türlü hazmedemiyen ve her vesileyle fitne çı­kartmak isteyen ünlü münafık Abdullah b. Ubey, iki Müslüman arasındaki tartışma ve kavgayı İslâm aleyhine kullanmakta tereddüt etmedi. Sonra da Medine yerlisi olan kendini ve yandaşlarını üstün, şerefli ve aziz kişiler

olarak tanıtıp Mekke'den hicret edip gelenleri hakir ve aşağılık kimseler olarak vasıflandırdı. Medine'ye dönünce bu aşağılık kişileri kendi yurtla­rından çıkaracaklarını pervasızca söylemekten çekinmedi.

Şüphesiz bu sözler çok çirkin bir nifak, kin ve düşmanlığın açığa çı­kan deliliydi. Medineii münafıkların İslâm'a karşı iyice cephe aldıklarını gösteriyor ve ilk fırsatta yapamıyacakları bir kötülüğün bulunmayacağını gösteriyordu.

Fakat münafıkların bilmediği bir gerçek vardı; o da hakiki şeref ve üstünlüğün Allah'a, Peygamberine ve mü'minlere ait olduğuydu. Çünkü hak incelebilir ama kopmaz; aynı zamanda sağlam adımlarla ve ağır bir tempoyla yol alır; gösterişten uzak bir iz bırakır, sarsılmaz temel oluşturur ve sabırlı, temkinli bir metotla dâvasını yürütür. Küfür ve nifak ise, ataktır, şarlatan ve şirrettir. Dört nala gider, ama amacına ulaşmadan hezimete uğrar, hakkın yumruğu altında beyni parçalanır. Nitekim Medine dönü­şünden hemen sonra münafıklar iyice baş aşağı geldiler. Müslümanlar ise, saadet ve ebedilik vaadeden yolda emin adımlarla yürümeye devam etti­ler. Arap Yarımadası'nı aydınlatan İslâm güneşi karşısında müşrik ve mü­nafıkların gözleri körleşip şaşkına döndüler. Medine onların değil, gerçek mü'minlerin yurdu oldu.

Bu kural her çağda ve İslâm'ın yeşerdiği her bölge ve ülkede geçer­lidir. Hakk'a dosdoğru bağlanan mü'minler, Hz. Peygamberin ve O'nun çevresinde kümelenen sadık Müslümanların yolunda azimle yürüdükleri takdirde, karşılarına çıkan küfür ve tuğyanı, nifak ve şikakı hezimete uğ­ratırlar. Zafer eninde sonunda onlardan yana tecelli eder. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Medine'de kargaşa ve fitne çıkarmaya çalışıp mü'minleri zor duruma düşürmeye yeltenen münafıkların tutumu konu edil­di ve onlara karşı mü'minlerin her zaman uyanık bulunmalarına işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, mal ve evlâdın dünya hayatıyla ilgili nimetler ol­duğuna değiniliyor ve bundan dolayı mü'minin Allah'a olan ibâdetini ihmal etmemesi emrediliyor. Sonra da çalışıp elde edilen mal ve servetin belli bir bölümünün Allah yolunda harcanmasının lüzumu üzerinde duruluyor ve ölüm gelip çatmadan önoe mü'minin ibâdet ve harcamasıyla âhiretini nura kavuşturması isteniliyor. Zira eceli geri çevirmenin veya geciktirmenin söz konusu olamıyacağı belirtilerek hayatın geçici olduğuna atıf yapılıyor. [11]

 

Meali

 

9- Ey imân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmak­tan meşgul edip alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, işte onlar zarara uğra­yanlardır.

10- Henüz sizden birinize ölüm gelmeden ve o da: «Rabbım! Beni yakın bir ecele geciktirseydin de sadaka versem ve iyi-yararlı kişilerden olsam.» demeden önce size rızık olarak verdiğimizden (Allah için, Û'nun yolunda) harcayın.

11-And olsun ki, Allah, hiçbir canlıyı eceli geldiğinde elbette gecik­tirmez. Allah işleyegeldiğiniz şeylerden haberlidir.

 

İki Hayata Birden Yönelip Sağlam Denge Kurmak

 

«Ey imân edenler! Mallarınız ve çocuklarınız sizi Allah'ı anmaktan meşgul edip alıkoymasın. Kim böyle yaparsa, işte onlar zarara uğrayanlardır.»

Cenâb-ı Hak 9 ve 10. âyetlerle, iki hayatı birden kucaklamamızı, o ba­kımdan mal ve evlâd sevgisinde ölçü ve dengeyi kaçırmamamızı emretmektedir. O bakımdan mü'minlerin hem maddeyle mâna, hem dünya ile âhi-ret arasında sağlam köprü kurmaları gerekmekte ve dünya hayatından maksat ve hikmetin ancak bu olduğuna işarette bulunmaktadır. Şöyle ki: Mal ve evlât dünya nimetleri arasında çoğu zaman baş köşeyi tutmakta ve ön plânda yürütülmektedir. Dünya hayatının tatlılığı da içimizi doldur­ma, kalbimizi yönlendirme derecesine varmaktadır. Oysa bu çok hatalı ve sakıncalıdır. Aynı zamanda insanı hilkatin amacından ve insan olarak ya­ratılmanın hikmetinden uzaklaştırmaktadır. Çünkü mal ve evlât, dünya ha­yatının birer süsüdür, hiçbir zaman onun amaç ve gayesi değildir. Hayata bağlılık ise, insanda fıtrî bir arzudur; âhiret hayatıyla değerlendirilmezse, ölçü ve sınırı aşar. Böyle olunca da iki hayat arasında tamamlayıcı denge ve düzen diye bir ölçü kalmaz.

Kişi, hayatın hikmet ve anlamından habersiz bir hava içine girince, mal hırsı gemi azıya alır, evlât sevgisi ve onun parlak geleceğini düşünüp hayal etme sonu gelmeyen bir meşguliyet doğurur. İstekler, arzular, ihtiras­lar birbirini izler ve böylece kişiyi namazdan, zekâttan, hacdan ve diğer hayırlardan; uhrevî yatırımlardan alıkoyan Derken yolun sonuna gelinmiş olur, yani ecel kapıyı çalarak ömrün son çizgisine gelindiğini haber ve­rir. Bu durumda kaçırılan fırsatları telafi etme zamanı çoktan gerilerde kal­mış ve amaç edindiği her şey ondan kopup uzaklaşmıştır.

İşte ilgili âyetlerle, hayatımızın plân ve programını çizip bize yol gös­teren Cenâb-ı Hak aklımıza seslenmekte, kendimizi toparlamamızı iste­mektedir. [12]

 

Takdir Edilen Eceli Geciktirmek Mümkün Müdür?

 

«And olsun   ki, Allah, hiçbir canlıyı eceli geldiğinde geciktirmez. Allah işleyegeldiğiniz şeylerden ha­berlidir.»

İnsanın ömrü ezelde takdir edilip yazılmıştır. Cenâb-ı Hak olayları se­beplere bağlamış, sebepleri de kendi kudretine bağlı plânda lâyık olduğu yere oturtmuştur. Sebeplerin oluşmasını ise, ezelî ilmiyle önceden tesbit edip belirlemiştir. O'nun ilmi ve tesbiti yanılmayacağına göre, vakti saati gelince, olayların meydana çıkması için de sebeplerin oluşması gecikmez ve şaşmaz, tesbit edildiği gibi aynen gerçekleşir.

Her insanın ecelini bu plân ve programa göre düzenlemiştir. Öyle ki, kişinin bulunduğu ortam ve şartlar içinde hayatını nasıl koruyacağını, na­sıl değerlendireceğini ve nasıl tahrip edip tedrici intihara doğru sürükleyeceğini; onun irâdesi doğrultusunda sebeplerin nasıl oluşacağını da Ce-nâb-ı Hak ezeli ve ebedî ilmiyle tesbit etmiş bulunuyor ve ona göre o ki­şiye bir ömür süresi belirliyor. Artık O'nun belirlediği gün ve saat gelince kişinin eceli gelmiş oluyor. Bu durumda onun ecelini biraz olsun geciktir­mek mümkün değildir.

Günümüzde tıbbın ilerlemesi ve birçok faydalı ilâçların keşfedilmesi ve çok uzman tabiplerin yetişmesi, kader konusunu bilmeyen kimseleri yanıltmakta ve ecelin geciktirilebileceği inancını onlarda doğurmaktadır. Oysa hakikat onların düşündüğü veya. inandığı gibi değildir. Bunu bir mi­sâl ile açıkladığımızda konu daha iyi anlaşılacak ve şüpheler zail olacak­tır. Şöyle ki:

A böbreklerinden rahatsızdır. İki böbreği de fonksiyonunu kaybet­mek üzeredir. Kan kanseri denilen lösemi had safhaya gelmiştir. O bakım­dan müdahale edilmezse, hasta kısa zamanda hayatını kaybedecek du­rumdadır. Tıbbî bütün imkânlar kullanılarak hastanın bir süre daha yaşa­ması sağlanmış oluyor. Buna eceli geciktirme diyebilir miyiz? Diyemeyiz. Çünkü Cenâb-ı Hak her şeyi kapsayıp kuşatan, geçmiş ve geleceği ku­caklayan ilmiyle (A)nın bu durumunu tesbit etmiş ve ecelini ona göre tak-dîr etmiştir. O bakımdan (A)nın mukadder olan eceli gelince aynen ger­çekleşir.

İlgili âyetle Cenâb-ı Hak, hem dünyada ölümlü bir hayat yaşadığımızı ve ecellerin ezelî ilmiyle tesbit ve takdîr edilip belirlendiğini haber ver­mekte, hem de geçici bir hayatla meşgul olurken Allah'ı ve ikinci hayatı unutmamamızı telkîn ve tavsiye etmektedir.

Böylece Cenâb-ı Hak, Münafikun Süresiyle çok önemli üç olaya dik­katlerimizi çekmektedir:

1- Müslümanların içine sızan münafıklar her zaman büyük bir teh­like arzeder.

2- Mü'minlerin hak yolunda birleşmesi ve İslâm'ın yüce davasına sa-rılmasıyla, başta münafıklar olmak üzere Allah ve din düşmanlarının hezi­mete uğraması mukadderdir.

3- Dünya malı ve evlâd gaye ve amaç değil, hayatın geçici süsle­ridir. Bunlarla uğraşırken Allah'ı ve ikinci hayatı unutmak, ibâdeti ihmal etmek büyük gaflettir ve neticesi hüsrandır.

Bu sûrenin de tefsîrini bize müyesser kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar; dertlerimize deva, kalplerimize şifâ olan, hadîsleriyle iki hayatın anlam ve hikmetini bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimize sa-lât-ü selâmlar olsun. [13]

 

 



[1] Tefsîr-i Kurtubî:  18/120

[2] Lübabu't-te'vîl: 4/271

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6198.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6198.

[4] İbn İshak'dan özetlenerek.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6200-6201.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6201-6203.

[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6203.

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6205-6206.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6206.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6206-6207.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6207.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6208-6209.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6209-6210.