MÜNÂFİKÛN SÛRESİ
Nurlu
Medînede inmiştir, Onbİr âyettir. AUahü Teâlâ âyet-İ celîlesinde şöyle
buyuruyor:
"Münafıklar sana geldiği zaman 'Şehâdet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah'ın
peygamberisin' dediler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O'nun
peygamberisin (Fakat) Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da bfllyor."
Münafıkların
gururlarını ve yalancılıklarını payimâl etmek için
Allah Teâlâ peygamberini ve mü'minleri
uyarıyor. Yâ Muhammedi O münafıklar sana gelip
gönüllerinin aksine dilleriyle tanıklık getirirler. Derler ki: "Sen
Allah'ın Rasûlüsün! Ama gönülleri bunun münkiridir.
Bunlar şahit olmasa da Allah bilir ki: Sen Allah'ın peygamberisin. Fakat Allah
şahittir ki bu münafıklar yalancıdırlar. Kalpleriyle tasdikleri yoktur. Bunlar
îman üzere değillerdir. Herşeyleri dülerindedir. Samimiyetleri hiç olmamıştır.
Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve
Allah'ın yolundan saptılar. Hakikat, onların yaptıkları şeyler ne
kötüdür!"
Münafıklar
yalan yere yemin etmeyi âdet hâline getirdiler. Böylece
(Cüz:
28 Âyet: 3-4) Münâfıkûn Sûresi 217
kendilerini
ölümden kurtardılar. İnkârlarını gizlediler. Çeşitli yeminlerle savaşlara
katılmazlardı. Veya bozgunculuk yapmak için savaşırlardı, İslama
girenlere hep engel olurlardı. Çünkü kalplerinde "küfür" vardı. Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Bu (şundandır): Çünkü onlar (zahiren) îman
ettiler. (Fakat) sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalplerinin üstüne (küfür)
mührü hasıldı. Onun İçin onlar anlamazlar."
Yâni
bunlar halkı İslâmdan menederek
kalplerindeki küfrün gereğini yapmış olurlar. Görünüşte ise imanlıdırlar. Ama
îmanın yuvası kalp olduğu için münafıklar kalpleriyle kâfir oldukları için
hidâyet nasîb olmaz,.. Gerçek îmanı da anlayamazlar.
Münafıklar mankafadır... Bu bakımdan hem gönülleriyle hem dilleriyle îman
etmeye ve bu îmana bağlı ihlâslı işler yapmaya rağbet
etmezler. Münafıklar nasipsizdirler.
Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Onları gördüğün zaman gövdeleri hoşuna gider.
Eğer söylerlerse sözlerini dinlersin. Onlar giydirilmiş (kocaman) odunlar
gibidir. Her gürültüyü aleyhlerinde sanırlar. (Asıl) düşman onlardır. O halde
onlardan sakın. Allah gebertsin onları. Nasıl olup da (Haktan)
döndürülüyorlar?"
Cr
münafıkların başı "Abdullah bin Übey b. Selûl" iri yarı, kılık-kıyâfeti dikkat çekici idi.
Dilbaz biriydi. Fasîh konuşurdu. Görenin gözünü ve gönlünü doldururdu. Bundan
dolayı Hak Teâlâ buyurdu ki: Yâ
Muhammedi Bunların gövdeleri ve konuşmaları hoşuna gider. Seninle konuşurlarsa
onları doğrularsın. Bunları gerçekten inanmış kimseler sanırdın. Halbuki onlar
ruhsuz oldukları için "korkuluklar" gibidirler. Bu korkuluklar, bir
duvara dayanmasa devrilirler. Münafıklar da bir duvar gibidirler. Durmalarının
hiç faydası yoktur. Nitekim o duvar, Ona yaslanan korkuluklar, işitmezler, hiç
bir gerçeği anlamazlar. Bunlar Öyle korkaktırlar ki bir ses İşit-seler düşman geliyor diye bunu aleyhlerine olan bir ses
sanırlar. Bunlar düşmanlardır. Görünüşlerine bakmayın. Bunlardan sakının. Allah
kahret-
218 Münâfıkûn Sûresi {Cüz:
28 Âyet: 5-6)
sin
bunları. Bunların bir çoğu Haktan, sonuna kadar dönmüşlerdir. Başkalarını da
döndürürler. Münafık her role giren sahtekâr bir (aktör) dür.
Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Onlara: 'Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için
İstiğfar ediversin' denildiği zaman başlarını çevirdiler. Gördün ki onlar (özür
dilemeyi bile) kibirlerine yedîremeyerek hâlâ "yüz döndürüyorlar."
Abdullah
bin Übeyy'in dostu "Sinan-ı Cühenî"
ile Hz. Ömer (r.a)fın
kölesi, hizmetçisi "Cencâh bin Saîd" arasında bir kavga çıkmıştı. Abdullah bunu
fırsat bilerek muhacirler aleyhine ileri geri konuştu. Zeyd
bin Erkâm müdâhele etti.
Efendimiz (s.a.v) hakkında edepsizce sözlerini kesmesini İstemişti.
"—Kavmin içinde zelîl olan, züğürt olan, menfur olan sensin sen. O miraca
çıkandır. Müslümanların gözbebeğidir." dedi. Ubeyy
"Sen bizim dengimiz değilsin. Sus" dedi. Zeyd
de peygamberimiz (s.a.v)' e anlattı. Hz. Ömer
"Boynunu vurayım şu münâftkın" dedi.
Peygamberimiz: "Hayır. Mu-hammed ashabını
öldürtüyor dedirtmem" dedi. Übeyyi çağırttı,
sordu. O ise "Vallahi, ben böyle bir şey söylemedim. Zeyd
yalan söylüyor" dedi. Zeydin yanlış anladığını
sandılar. Zeyd bundan dolayı pek üzüldü. Âyet-i
kerîme geldi.
Müslümanlar:
"— Ya Abdullah! Hakkında âyet geldi. Git Rasûlullah'a. O senin affın için Allah'a yalvarsm, dedi. O münâfıkın
cevâbı tam bir inkâr psikozudur:" *—îman et dediniz ettik (Kendisi inanmak
istemiyormuş). Zekât vermemi istediniz, verdik. Bir Muhammede
secde etmediğimiz kaldı! Bu da çok oluyor," dîye cevapladı. Bu olaydan
sonra merkum çok yaşamadı. Çetin bir hastalığa yakalandı. Geberdi gitti.
Küfürlerinden santim sapmadılar. Onlar nifaktan dönmedikleri için yapsalar da
bu istiğfarların onlara faydası yoktur.
Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha onlara
istiğfar etmemişsin, haklarında birdir. Allah onları katiyyen
yarhğamaz. Şüphe yok ki Allah fâsıkîar
güruhuna hidâyet etmez."
{Cü2:
28 Âyet: 7-8) Münâfikûn Sûresi 219
Yâ
Muhammedi Bunlar için istiğfar etsen de, etmesen de birdir. Allah asla bunları
bağışlamaz. Madem ki bunlar nifak içindeler. Hak Tâlâ
fasıldan hidâyete erdirmez. Çünkü onlar fâsıklık
üzere devam ediyorlar.
Yüce
Allah şöyle buyurdu:
"Onlar Öyle kimselerdir ki "Allah'ın
peygamberi nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin. Tâ
kî dağılıp gitsinler" diyorlardı. Halbuki göklerin ve yerin hazîneleri
Allah'ındır. Fakat o münafıklar İnce anlamazlar."
Abdullah
bin Übeyy bir gazada Rasûlullah
(s.a.v) ile beraberdi. Arkadaşlarına dedi ki: "Münafık olarak bizler Muhâmmedin yanındakilere bir-şey vermeyelim. Böylece bunlar
dağılıp gitsinler. Biz de kurtulmuş oluruz". Bu arada muhacirlerden bir
adam Ensârdan birini dövdü. Her İki taraf da
taraflarını çağırmaya başladılar. Bunu duyan Rasûlullah
(s.a.v): "N'oluyor size eski câhiliyye
âdetlerini hortlatarak fitneye düşüyorsunuz?" buyurdu. Bu arada utanmaz
adam Abdullah şöyle dedi: "Vallahi Medineye
varınca bizden çok azîz olan oradan çok zelîl olanı (hâşâ Efendimiz) Elbette
çıkaracaktır!" Bu söz üzerine Hz. Ömer: "—Yâ Rasûlallah! Vallahi şu münâfıkm müsaade buyur da boynunu vurayım!" dedi.
"— Hayır. Muham-med
ashabını ördürtüyor derler," dedi.
Ashabın
fakirlerine yardım etmemekle "ekonomik ambargo" uyguluyorlardı.
Halbuki göklerin ve yerin hazîneleri Allah'ındır. Fakat bu mankafa münafıklar
inceliklerden hiç mi hiç anlayamazlar Nifak onları aptal yapmıştır ." Fasık yapmıştır. Dönek yapmıştır. Korkak yapmıştır. Rüsvay yapmıştır. Dilediğine rızkı O verir. Ama bu
münafıklar Allah'ın emrinden ve hikmetinden habersizdirler. Anlamazlar.
Şimdi
de şu menfur sözlerini Allah bildiriyor:
"Onlar 'Eğer Medîneye
dönersek, andolsun, en şerefli ve kuvvetli olan
(imiz) oradan en hakîr (ve zayii) olanı muhakkak çıkaracak-
220
Münâfikûn
Sûresi (Cüz: 28 Âyet: 9-11)
tır1 derler. Halbuki şeref, kuvvet ve
galibiyet Allah'ındır, Peygambe-rinindir,
mü'mlnlertndir. Fakat münafıklar (bunu da)
bilmezler."
Münafıkların
"bu erzel düşüncelerini" yüce Allah
reddederek şöyle buyurdu: İzzette, kuvvette, şerefde
Allah'ın üstüne yoktur. Hiçbir varlık Onu asla geçemez.
Hepsi gerçek anlamda Allah'ındır. Ona bağlı Rasûlünündür.
Allah ve Rasûlüne itaatkâr hâlis mü'minlerindir.
Allahü Teâlâ mü'minlere güç ve kuvvet verdi, sıkışık durumlarda onlara
sürpriz yardımlarını esirgemedi. îman Onun lûtfüyledir.
Fakat bu ahmak münafıklar, bu inceliği asla anlayamazlar. îmanda derinleşmeyi
anlamsız bulurlar. İzzeti ve şerefi malla, neseble
kazanacaklarını sanırlar. Bilâkis İzzet îman ve İslâm'dadır. Aklını ilahî
iradeye aykırı çalıştırmiyorsa bir kişi "takva
ipine" iyice yapışır. İbâdette sâbit-kadem olur. Böylece Yüce Allah
katında ebedî izzeti bulmuş olur,
Bundan
sonra Allahü Teâlâ mü'min kullarına nasîhât ederek şöyle bu yurmaktadır:
"Ey
îman edenleri Sizi ne mallarınız, ne
evlâtlarınız Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar
hüsrana uğrayanların ta kendileridir."
Ey
mü'minler! Mallarınız, oğullarınız ve kızlarınız sîzi
Allah'a itaatten gafil kılmasın. Bir kimsenin malı, oğlu ve kızı Allah yoluna
engelse önce bunlarda bir islâha girişmelidir.
Bununla uğraşırken "nafile ibâdeti bile" terketmek
caiz ve hatta gereklidir.
Bu
düşüncelerle ibâdet insana huzur vermez. Mü'mini
ilerletmez. Bir rekâr namazı kılmaya bunlar
engeldirler. Böylece bu mallarının genelde dünyada da bize huzur vermediği çok
görünmüştür. Hayırsız evlâdın da dünyada huzur kaçırdığı bir vakıadır. Âhirette de hüsrandır.
Bundan
sonra infak etmeye teşvikle yüce Rabbimiz buyuruyor :
{Cüz:
28 Âyet: 11) MünâfıkÖn Sûresi 221
"Herhangi birinize ölüm gelip deı 'Ey Rabbim, beni yakın bir müddete kadar gecikdlrseydin de sadaka verip dursaydım, iyi adamlardan
olsaydım' diyeceğinden evvel rtzık olarak
verdiğimizden (Allah yolunda) harcayın. Halbuki Allah hiçbir kimseyi, eceli
gelince, asla geri bırakmaz. Allah, ne yaparsanız, hakkiyle haberdardır."
Mülkünden
size emânet verdiği mallarınızdan Allah yolunda harcayın. Ölüm gelmeden önce
infâk edin. Ölümün gecikmesini istemeden önce infâk ediniz. "Ey Rabbim,
beni tekrar dünyaya dönder de bolca sadaka vereyim de
iyilerden olayım. Dahhâk (r.a) İbn-i
Abbâs (r.a)1 tn şöyle
dediğini rivayet ediyor: °— Malı olduğu halde zekât vermeyen, haccetmeyen kimse
ölüm vaktinde geri dünyaya dönmek İster. O zaman kusurunu derinden hissedip
böyle söylenir." Bu sözü İbn-i Abbas söyleyince bir adam şöyle dedi: "—Allah'tan kork
yâ İbn-i Abbas (Abdullah), O dünyaya geri dönmek isteyenler kâfirler
olacaktır." Ona İlgili âyet-i kerîmeleri okudu. Adam az-bilgili olduğu
için şöyle sordu: "— Yâ Abdullah! Ne kadar zekât
vereceğiz? Malımızın % (yüzde) kaçını vermek vaciptir, farzdır? İbn-i Abbas: "—yüzdür hemde beşdir hem" dedi. Yâni
"yüzde iki buçuk" oluyor. Adam yine: "—Ne kadar malı olan Hacca
gidecek?" dedi.
İbn-i Abbâs: "Gidip gelene kadar ailesinin nafakası olacak
ve kendisinin de biniti veya onun bedeli olacak" dedi. Adamın kafasındaki
problemleri çözülmüş oldu.
Kişi;
ecel gelmezden önce hayırları ön plânda tutarak, kendinden önce âhirette "ona manevî azık" olacak amel-i sâlihler, infâklar, sadakalar göndersin. Allahü Teâlâ sizin ne
yaptığınızı, ne niyetle yaptığınızı, ne derece doğru ve eğri yaptığınızı sizden
önce O bilir. Bütün yönleriyle o yaptığınızı bilendir. Eğer "hayır
grubu" ameller işlerseniz sizi iki dünyada da mutlu kılar. Bir kimse
"hayır işlerini çoğaltırsa" onun da sonu "hayrolur."