Bu sûre, onbir ayettir
ve Medenîdir.[1]
"Münafıklar sana
geldiği zaman, "Şehâdet ederiz ki sen, kesinlikle Allah'ın
peygamberisin" dediler. Allah da bilir ki sen, elbette O'nun
peygamberisin. Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalana olduklarına şehâdet
eder" (Münafikûn. 1).
Bu sûrenin, kendinden
Önceki sûreyle münasebeti şöyledir: O sûre, hem Peygamber (s.a.s)'in
nübüvetlerinden, hem de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tevrat'ı yüklenenlerin hali
(Cuma,5) ayetinde, darb-ı mesel getirerek, peygamberi kalb ve dil ile
yalanlayanlardan bahsetmişti. Bu sûre de, Peygamber (s.a.s)'i, lisanen değil
de, kalben yalanlayanlardan bahsetmiştir. Bu sûrenin başı ile, o sûrenin sonu
arasındaki münasebet de şöyledir Cenâb-ı Hakk o sûrenin sonunda, Cum'a namazı
için seslenildikten (ezan okunduktan) sonra, mü'minlerin, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e saygı duymaları, onun hakkına riayet etmeleri ve edâ bakımından
peygambere uymayı, başka şeyleri takdim etmeleri gerektiğine, peygambere
saygısız davranıp, başka şeylerin poşine düşmenin, münafıkların huylarından
olduğuna dikkat çekmiştir. Yalancılar ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin başında da
buyurduğu gibi, münafıklardır. Nitekim Cenâb-ı Hakk, "Münafıklar, yani
Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlar! sana geldiğizaman, yani yanma geldütlerinde,
"Şehadet ederiz ki sen, kesinlikle Allah'ın peygamberisin"
derler" buyurmuştur. Münafıkların sözü burada bitmiştir.
Cenâb-ı Hakk, daha
sonra söze başlayarak, "Allah da bilir ki sen, elbette O'nun
peygamberisin" buyurmuştur ki bu, "Seni peygamber olarak gönderen
O'dur. Binâenaleyh senin peygamber olduğunu bilir. Allah o münafıkların, açığa
vurduklarından başka bir (niyet ve inancı) gizlediklerine şehadet eder"
demektir.
Bu ayet, imanın
hakikatinin, kalb ile olduğunu gösterir. Her sözün hakikati de böyledir. Çünkü
aksine inandığı sözü söyleyen kimse, yalancıdır. Çünkü yalan, lafzî var oluşla
(görünürde meydana gelen ile), zihnî var oluş arasındaki terslikten ibarettir
ve bu tıpkı, cehaletin, zihnî var oluş ile, haricî (dünyevî) var oluş (vakıa)
arasındaki terslikten ibaret oluşu gibidir. Baksana o münafıklar dilleriyle
"Biz senin Allah'ın peygamber olduğuna şehadet ediyoruz" diyorlar,
Allah Teâlâ ise, onların sözlerinin kalblerindeki inançlarına ters oluşundan
dolayı, onları, "yalancı" diye adlandırmıştır. Bazı kimseler de şöyle
demişlerdir: "Allah Teâlâ, o münafıkları, "Şehadet ederiz ki sen,
kesinlikle Allah'ın peygamberisin" demeleri hususunda yalanlamamış,
aksine, "(Münafıklar, o sözü) söylemediklerine dair Allah'a yemin
ediyorlar" (Tevbe, 74) ve "Sizden olduklarına dâir Allah'a and
ederler" (Tevbe, 56) ayetlerinde de beyan buyurduğu gibi, o münafıklardan
sâdır olan diğer yalanlar hususunda, yalancı olduklarını söylemiştir.
Ayetteki, (geldiği
zaman) ifâdesinin cevabı, cümlesi olup bu, "Onlar, senin yanına
geldiklerinde, peygamber olduğuna şâhidlik ederler Binâenaleyh dillerindeki bu
sözleri, kalblerindekine uymadığı için, bu şehadetlerinde yalancıdırlar"
demektir.
Ayetle ilgili şöyle
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
O münafıklar, "şehadet ederiz ki sen kesinlikle Allah'ın
peygamberisin" demişlerdir. Eğer onlar, "Senin Allah'ın peygamberi
olduğunu biliyoruz" demiş olsalardı, bu söz, Kur'ân'da geçen ifadelerinin,
manasını aynen ifade eder miydi, etmez miydi? Deriz ki: İfade etmezdi. Çünkü
onların, "şehadet ederiz ki..." şeklindeki sözleri, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in peygamberliği üzerine yapılmış açık ve sarîh bir şehadettir. Ama
"biliyoruz" ifadesi, ilgili bilginin var olduğu hususunda sarîh
(açık) değildir.[2]
"Onlar
yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah'ın yolundan saptılar. Gerçekten,
onların yaptıkları şeyler ne kötüdür! Bu böyledir, çünkü onlar,iman ettiler,
ama sonra kâfir oldular. Bu yüzden kalblerinin üstüne mühür basıldı. Artık
onlar anlamazlar" (Münafikûn, 2-3).
Ayetteki, "Onlar
yeminlerini bir kalkan edindiler" ifadesi, "Onlar yeminlerini,
başlarına gelmesinden endişe duydukları öldürülme ve benzeri belâlardan
sayesinde kurtulup emin olacakları bir kalkan-bir siper edindiler"
demektir. Keşşaf sahibi, ayetin bu ifadesiyle, münafıkların, "şehadet
ederiz ki sen kesinlikle Allah'ın peygamberisin" şeklindeki sözlerinin
kastedilmiş olabileceği; çünkü bu sözün de, onların yalan yeminlerinden biri
olduğunu; zira "şehadet" sözünün te'kid açısından yemin yerine
geçebileceğini; mesela bir kimsenin, "yemin ederim ki" manasında,
"Allah için şehadet ederim ki" diyebileceğini söylemiştir.[3]
Ebü Hanife de, işte bu
ayeti delil getirerek, "Şehadet ederim ki" ifadesini, "Yemin
ederim ki" manasına geldiğini söylemiştir. Yine bunu, münafıkların, yemini
hafife almaları hususunda, onların bu vasfını anlatan bir ifade olması da mümkündür.
İmdi, eğer, "Peki
o halde onlar, daha niçin, sizin de dediğiniz gibi, "Allah adına şehadet
ederiz ki..." dememişler de, "şehadet ederiz ki..."
demişlerdir?" denilirse, buna bazıları şöyle cevap verir: "Şehadet
ederiz ki..." ifadesi, mü'min kimsenin kendisiyle yemin edeceği bir
ifadedir. Binâenaleyh bu Örfen, "Allah adına şehadet ederiz ki..."
manasındadır. işte bundan ötürü, Hak Teâlâ burada sadece, "şehadet ederiz
ki..." ifadesini kullanmıştır."
Ayetteki,
"Allah'ın yolundan saptılar" ifadesi, "Bizzat kendileri, Allah'a
ve peygamberine itaattan yüz çevirdiler" demektir. Bunun, "Onlar,
güçsüz ve şahsiyeti zayıf kimseleri, Peygamber (s.a.s)'e ittiba etmekten
alıkoydular" manasına olduğu da söylenmiştir.
"Gerçekten
onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!" Çünkü onlar müslümanları güç
durumda bırakmak, onların yaptığının aksini yapmak için, küfrü ortaya
koymuşlardır.
Ayetteki,
"Bu" kelimesi, "Onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!"
ifadesine işarettir. Mukatil buna, "Bu yalan, zahiren mü'min görünüp de,
gizlide kâfir olmaları sebebiyledir" manasını vermiştir ki bunda,
"Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğuna şehadet eder"
(Münafıkûn. 1) ayetini te'kid vardır.[4]
Cenâb-ı Hak, "Bu
yüzden kalblerinin üstüne mühür basıldı. Artık onlar anlamazlar"
buyurmuştur ki bu, "Onlar düşünmezler ve zahirî (açık) delillerden
yararlanmazlar" demektir. İbn Abbas (r.a), ayettekifiilini,
"hatm" (mühürleme) manası verirken, Mukâtil, "Onların kalblerine
küfür damgası basıldı. Dolayısıyla onlar Kur'ân'ı ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in
doğruluğunu anlamazlar" manasını vermiştir. Buna, "Onlar,
kendilerinin hak üzere olduklarını sanıyorlardı, ama Allah Teâlâ, onların,
kalblerine böylesi bir mührün basıldığını anlamadıklarını haber vermiştir"
şeklinde de mana verilmiştir.
Bu ayetle ilgili
birkaç bahis var:
Birinci Bahis:
Allah Teâlâ, daha önce de, kâfirlerin fiillerinden bahsetmiş; ama bunun
peşisıra, "Onların yaptıkları şeyler ne kötüdür!" bu vurmamıştır.
Öyle ise burada niçin böyle demiştir?
Deriz ki: O münafıkların
fiilleri, yukarıda geçtiği gibi, müslümanların onların canlarını ve mallarını
mubah görmelerine karşı bir siper saydıkları o yalan yeminleriyle içiçedir.[5]
İkinci Bahis: Münafıklar,
hep sürüp giden bir küfür üzeredirler. Öyle ise Cenâb-ı Hakk niçin, "Onlar
iman ettiler, ama sonra kâfir oldular" buyurmuştur?
Deriz ki: Keşşaf
sahibi, bu hususta şu üç izahı yapmıştır:
1) Ayetteki
"iman ettiler.,." ifadesi, "Kelime-i şehadet getirdiler ve
İslâm'a giren kimselerin yaptığını yaptılar, "ama sonra kâfir
oldular", yani "daha sonra küfürleri ortaya çıktı" demektir.
2) Bu ifade,
"mü'minlerin yanında iman ettiklerini söylediler, "ama sonra kâfir
oldular", yani "İslâm'la alay etmek için, reislerinin yanında kâfir
olduklarını ortaya koydular" demektir. Bu manaya göre ayet, tıpkı,
"iman edenlerle karşılaştıklarında, "iman ettik"
derler,,"(Bakara. 14) ayeti gibidir.
3) Bu ifade
ile, onlardan zımmî olanlar kastedilmiştir.[6]
Üçüncü Bahis:
Kalblere mühür basma, ancak Allah'dan olabilir. Allah Teâlâ kalblerini
mühürleyip, imana kapatınca da, onların düşünüp, delillerden yararlanarak
doğruyu bulmaları mümkün olmaz. Bu durumda da, bu, Cenâb-ı Hakk'a karşı,
onların lehine, bir hüccet (delil) olmuş olur. Çünkü onlar böylece, "Bizim
İslâm'dan yüz çevirişimiz, gafletimizden; gafletimiz de Hak Teâlâ'nın,
kalblerimizi mühürlemiş olmasından ötürüdür" diyebilirler, buna ne
dersiniz? Deriz ki: Allah'tan olan bu mühürleme işi, onların kötü fiillerinden
ve Hak'dan yüz çevirmeyi zaten maksad edinmiş olmalarından ötürüdür. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, bu münafıkları, kendi cahil nefisleri ve batı) arzularıyla
başbaşa bırakmış gibidir.[7]
"Onları gördüğün
zaman, gövdeleri (görünüşleri) hoşuna gider. Eğer (söz) söyleseler dinlersin.
Onlar, giydirilmiş kütükler gibidirler. Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine
sanırlar. Asü düşman onlardır. O halde onlardan sakın. Allah onları kahretsin!
Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar. Onlara, "Gelin, Allah'ın
peygamberi sizin için istiğfar etsin" denildiğinde, başlarını çevirirler.
Gördün ki onlar, gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar. Onlar için
ha istiğfar etmişsin, ha istiğfar etmemişsin, onlar için birdir, (Çünkü) Allah
onları kesinlikle affetmez. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet
etmez" (Mûnafikûn, 4-6).[8]
Bil ki Cenâb-ı Hakk,
"Onları gördüğün zaman..."buyurmuştur. Bu, "Abdullah b. Übeyy.
Muğîs b. Kay s ve Cedd b. Kays (gibilerini) gördüğünde..." demektir. Çünkü
bunlar, cüsseli ve yakışıklı idiler. Dolayısıyla bu gösterişli oluşlarından
ötürü, görünüşleri hoşa gidiyordu. Abdullah b. Übeyy, iri yapılı, yakışıklı ve
güzel konuşan birisi idi. Birşey konuştuğunda, Hz. Peygamber (s.a.s) onu
dinlerdi. İşte bu husus, ayetteki, "Eğer (söz) söyleseler
dinlersin..." ifadesiyle anlatılmaktadır ki bu, "Eğer onlar,
"Şüphesiz sen, Resûlüllah'sın" derlerse, sen onların bu sözlerine
itibar edersin" demektir.
Ayetteki, (dinlersin) ifadesi, meçhul olarak, iâIJ
(sözü dinlerin) şeklinde de okunmuştur.
Hak Teâlâ bu
kimseleri, "huşub'a yani elbise giydirilmiş odun kütüklerine benzetmiştir.
"Huşub" kelimesi, tıpkı, bedene (ç. büdn) esed (ç'üsd) kelimeleri
gibi, çoğul olarak hüşb şeklinde okunduğu gibi, semere (sümür) kelimesi gibi,
hüşüb şeklinde, medere ç. meder gibi, haşeb şeklinde de okunmuştur ki huşb
şeklindeki okuyuş, İbn Abbas (r.a); harekeli şekil ise, ehl-i Hicaz'ın
lehcesidir.
"Kütük",
düşünüp anlayamaz. Münafıklar da aynen böyledir. Binâenaleyh münafıklar,
anlamayı ve basiret sahibi olmayı istememeleri açısından, tıpkı bir kütük gibi
kabul edilmişlerdir.[9]
Ayetteki müsennede
sözüne gelince, Arapça'da "Ona meyletti, yöneldi" manasında,
"yöneltti, meylettirdi" manasında tabirleri kullanılır. Dolayısıyla o
yöneltilen şey, "müsned" olmuş olur. Ayetteki kelimenin şeddesi ise,
tekid için getirilmiştir. "Huşub", bir bakıma meyve veren ve büyüyen
ağaçlara benzediği için, müsennede sözüyle tavsif edilmiştir.[10]
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, o münafıkları korkak diye tavsif etmiş ve onları bu vasıflarından dolayı
ayıplayarak, "Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine sanırlar"
buyurmuştur. Mukâtil söyle der: Asker içinde biri bağırdığında, bir hayvan
bağından kurtulup, bir ses çıkardığında, yahut da bir yitik için ilan verildiğinde,
münafıklar, kalblerine sinmiş o korkudan ötürü, kendilerinin kastedildiğini ve
kendilerine seslenildiğini zannederler. Bu böyledir, çünkü onlar, Allah
Teâlâ'nın, kendilerinin sır perdelerini açacağı, sırlarını ortaya koyacağı
korkusu içinde olup, her an başkalarına bu işin geleceğini beklemektedirler.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, peygamberine onların düşman olduklarını bildirerek, "Asıl düşman
onlardır. O halde onlardan sakın" yani "Sırlarını onlara güvenme,
onlann görünüşlerine aldanma. Çünkü onlar, başkalarıyla mukayese
edildiklerinde, düşmanlıkta had safhaya ulaşmış kimselerdir" buyurmuştur.
Ayetteki, "Allah
onları, kahretsin. Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar"
cümlesi, geçen ifadeyi açıklayan bir cümle olup, münafıklar için bir bedduadır
ve Allah'ın kendi zatından onlara lanet etmesini, onları rüsvay etmesini
isteyen ve mü'minlere böyle beddua etmelerini öğreten bir ifadedir. ifadesi de,
"Hakdan nasıl döndürülüyorlar" demek olup, bu, onların
cehaletlerinden, dalaletlerinden ve kendilerinin hak üzere oldukları
kuruntusundan bir teaccüb, bir hayrettir.[11]
Cenâb-ı Hak
"Onlara, ''Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar etsin"
denildiğinde..." buyurmuştur. Kelbî şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerîm,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e, münafıkların vasıflarını bildirince, münafıkların
mü'min akrabaları, onlara gidip, "Yazıklar olsun sizel Münafıklığınız
ortaya çıktı ve rezil-rüsvay oldunuz. Kendinizi mahvettiniz. Bari, Resûlüllah'a
gidip, münafıklıktan artık vazgeçtiğinizi ona söyleyip, sizin için istiğfar
etmesini rica ediniz" dediler. Ama o münafıklar buna aldırmadılar, bu
hususta inad ettiler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu."[12]
İbn Abbas (r.a) da
şöyle demiştir: "Abdullah b. Übeyy, pek çok adamıyla, Uhud'dan savaşmadan
geri dönüp, müslümanlardan ayrılınca, müslümanlar ona buğzetmeye başladılar,
onu sert dille eleştirdiler ve kulağı duya duya hoşlanmayacağı sözler
söylediler. Bunun üzerine kardeşleri, Übeyy'e, "Keşke Resûlüllah'a gitsen
de, o da senin için istiğfar etse ve senden hoşnud olsa" dediler. O da,
"Ben ona gitmem, benim için istiğfar etmesini istemem" dedi ve yüzünü
dönüp gitti. İşte o zaman bu ayet nazil oldu."
Ekseri müfessirlere
göre ise, Abdullah b. Übeyy, "Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli
ve kuvveti! olan, oradan en hakîr ve zayıf olanı çıkaracaktır" (Münafikûn,
8) ve "Allah'ın peygamberinin etrafında bulunanları beslemeyin"
(Mümfikûn, 7) dediği için, istiğfar talebinde bulunmaya çağırdı ve ona "Gel,
Resûlüllah, senin için istiğfar etsin" denildi de, o da, "Ne dedin!
Ne dedin!" dedi. İşte ayetteki, "Başlarını çevirirler"
ifadesiyle onun bu tavrı kastedilmiştir. Bu kelime şeddesiz olarak, şeklinde de
okunmuştur. Şeddeli okunuşu ise teksiri (işin çokça yapıldığını) göstermek
içindir. Tek bir kişi kastedilerek, zamir cem? getirilebilir. Bu,
arap şiirinde çokça
rastlanan bir durumdur.
Çünkü Cerîr,
"Allah, sizin,
verdiği ahde bağlı olan kimseler olduğunuzu sanan kimsenin iyilik ve hayrını
vermesin... (Farkında değildir ki), olan olmuştur..." demiştir. Cerîr bu
ifadesiyle, tek bir kadına hitab etmiştir.
Ayetteki, "Gördün
ki onlar gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar" ifadesine
gelince, bu, "Onlar, Resûlüllah'ın kendileri için istiğfar etmesinden yüz
çeviriyorlar.." demektir.[13]
Allah Teâlâ,
Peygamber (s.a.s)'in onlar İçin mağfiret talebinde bulunmasının da onlara bir
fayda vermeyeceğini belirterek "Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha
istiğfar etmemişsin, onlar için birdir" buyurmuştur. Katâde bu ayetin,
"Onlar için ister istiğfar et, ister etme... Yetmiş kez de istiğfar
etsen... " (Tevbe, 80) ayetinden sonra nazil olduğunu söyleyerek şöyle
demiştir: "Çünkü bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Rabbim
beni serbest bıraktı. Dolayısıyla, ben yetmişten fazla istiğfarda
bulunurum" buyurdu. Bunun üzerine Hak Teâlâ, "Allah onları kesinlikle
bağışlamaz. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a), "Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini
söyler. Bazı kimseler de, "Bu ayette Allah Teâlâ'nın beyan (açıklama)
manasındaki hidayetin yanısıra, başka hidayetin de sahibi olduğunun izahı
yatmaktadır. Bu hidayet de, hidayete ereceğini bildiği kimseler hakkında,
hidayete erme fiilini yaratmasıdır" demişlerdir. Bunun manasının,
"Fasık oldukları için Allah onları hidayete erdirmez" şeklinde olduğu
da İleri sürülmüştür. Mu'tezlle ise, "Onlar fasık olup, saptıklarında,
Allah onları hidayete erenler diye adlandırmaz" manasını vermiştir.[14]
Ayetle ilgili birkaç
bahis var:
Birinci Bahis:
Cenâb-ı Hakk niçin o münafıkları, kendisinden istifade edilen başka şeylere
değil de, "huşubun musennede" (giydirilmiş kütükler)e
benzetmiştir?" Deriz ki: Bu teşbih, başka teşbihlerde bulunmayan, şöyle
pek çok ince manaları ihtiva etmektedir:
1) Keşşaf
sahibi, şöyle demektedir: "Münafıklar, iman, hayır ve güzel namına ne varsa,
hepsinden uzak birer
kalıb oldrukları için,
duvara dayandırılmış kütüklere-kerestelere benzetilmişlerdir. Bir
de kütükten-keresteden istifade edildiğinde, bu ya tavanda, ya
duvarda, ya da yararlanılan başka yerlerde kullanılırlar. Böylece o münafıklar,
kendilerinden istifade edilmeyişleri açısından bu kütüklere benzetilmişlerdir.
Bu ifade ile,
duvara yaslandırılmış kerestelerden yontulup-yapılmış putların kastedilmiş
olması da mümkündür. Böylece münafıklar, şekillerinin güzellği, ama
faydalarının azlığı hususunda bunlara benzetilmiş olurlar.
2)
"Huşubun musennede" aslında, kendinden istifade edilmeye elverişli,
taze dallardır. Bunlar daha sonra böyle kupkuru, kabasaba hale gelmişlerdir.
Kâfir ve münafık da aslında aynen, şöyle veya böyle olmaya elverişli
varlıklardı. Ama sonra bu Özelliklerini kaybetmişlerdir.
3) İnsanlardan
kâfir olanlar, kütüktürler, odundurlar. Nitekim Hak Teâlâ, "Siz cehennem
odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" (Enbiya. 96) buyurmuştur. Huşubu
müsennede de odundur.
4) Duvara
yaslandırılmış kütüklerin birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğru iki ucu
vardır. Münafıklar da böyledir. Çünkü münafığın iki tarafı vardır. İç
(batınî-asfi) ucu kâfirlere doğru, dış (zahirî) ucu müslümanlara doğrudur.
5) "Huşubun
müsennede"nin dayandığı şey, cansız varlıklar ve bitkilerdir.
Münafıkların dayanıp-güvendikleri şeyler
de böyledir. Çünkü
münafıkların dayandıkları, putperest müşriklerdir. Putlar da ya
cansızlardan, ya bitkilerden yapılmışlardır."
İkinci Bahis:
Allah Teâlâ münafıkları önce huşubun müsennedeye (dayandırılmış veya
giyindirilmiş kütüklere) benzetmiş, daha sonra da bu teşbihe ters düşen birşeyi
beyan buyurmuştur. Bu da, "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Ası!
düşman onlardır" ifadesidir. Halbuki kütükler, asta zanda bulunamazlar (ne
dersiniz)? Diyoruz ki: Müşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün bih (kendisine
benzetilenin, her bakımdan birbirlerine benzemesi şart değildir. Dolayısıyla bu
münafıklar, istifade edilmeyiş açısından kütüklere benzetilmişlerdir. Yoksa
onlar, sesleri ve benzeri şeyleri duyup-duymama açısından kütüklere benzetilmiş
değillerdir.
Üçüncü Bahis:
Cenâb-ı Hakk, herbiri de biraz önce bahsi geçenler zümresinden olmalarına
rağmen, "Allah kâfirler güruhunu", yahut "münafıklar
güruhunu" yahut da, "kibirlenenler güruhunu hidayete erdirmez"
buyurmayıp, "Fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur (niçin)?
Deriz ki: Bu, güruhlardan herbiri, "fasıklar"a dâhildirler ve ayet,
"Allah, fasıktan, yani kâfirleri, münafıkları ve müstekbirleri hidayete
erdirmez" manasındadır.[15]
"Onlar
"Resulüllah yanında bulunanları desteklemeyin, böylece dağılıp
gitsinler" diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri
Allah'ındır. Fakat o münafıklar anlamazlar. Onlar, "Eğer Medine'ye dönersek,
andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir ve zayıf olanı mutlaka
çıkaracak" diyorlardı. Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır,
peygamberlerinindir müminlerindir. Fakat münafıklar bilemezler' (Münafikûn,
7-8}.
Allah Teâlâ, kötü
sözlerini haber vererek, onların şöyle şöyle diyenler olduklarını bildirmiştir.
Dağılıp gitsinler demektir. Bu ifade, yiyecekleri bittiğinde kavim için
kullanılan ifâdesinden olmak üzere, "Böylece yiyecek şeyleri
kalmasın..." şeklinde de okunmuştur.[16]
Müfessirler şöyle
demişlerdir: Hz. Ömer (r.a)'in ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b.
Übeyy'in ücretlisi (adamı) ile bir savaşta dövüştü. Hz. Ömer (r.a)'in adamı,
Abdullah b. Übeyy için, hoşlanmayacağı sözler sarfetti, onun hakkında sert
sözler kullandı. Abdullah da, yanında bir takım kimseler varken öfkelenip,
"Ama, Allah'a yemin ederim ki, eğer Medine'ye dönersek, daha şerefli ve
güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır"
dedi. "Daha şerefli ve güçlü" ifadesiyle kendisini, "hakir ve
zayıf" ifadesiyle, (hâşa) Resulüllah'ı kastetti. Kavmine dönüp,
muhacirleri kastederek, "Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz
onlar, memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlar Muhammed'in etrafından
sökülüp gitsinler diye, onlara infakta bulunmayın" dedi. İşte bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.
Ayetteki, kelimesi, yâ'nın fethası ile şeklinde de
okunmuştur. Hasan el-Basrî ve İbn Ebî Able, nûn ile ve "e'azz" ve
"ezeli" kelimelerinin nasbi ile okumuşlardır.[17]
Cenâb-ı Hak,
"Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır" buyurmuştur.
Mukâtil bu ifadeye, "Rızıkların, bitkilerin ve yağmurların anahtarları
(kaynaklan) Allah'ındır" manasını vermiştir ki bu, "Rezzâk olan
Allah'dır" demektir. Bu tıpkı, "De ki; Sizi gökten ve yerden
nzıklandıran kimdir?.." (Yunus. 31) ayeti gibidir. Me'ânî âlimleri,
"Allah'ın hazineleri" tabirine, "Allah'ın makdûratı" (kadir
olduğu şeyler) mahlûkatı manasını vermişlerdir. Çünkü çıkarmayı istediği
herşey, bu makdurât içine dahildir. Cüneyd, "Allah'ın gökteki hazineleri,
gayblar âlemi; yerdeki hazineleri ise, mahlukattn kalbleridir. Çünkü Allah
allamu'l-guyûb ve mukallibe'l-kulûb'dur
demiştir.[18]
Hak Teâlâ'nın,
"Fakat o münafıklar anlamazlar" ifadesi, "O münafıklar birşeyin
olmasını istediğinde, Allah'ın işinin, o şey için "ol" demesi
olduğunu; o şeyin de hemen olacağını bilemezler" demektir.
Ayetteki "Onlar
"Eğer Medine'ye dönersek..” diyorlardır" ifadesi, "Eğer bu
savaştan Beni Mustalık savaşından Medine'ye dönersek" demektir. Cenâb-ı
Hakk, bu sözlerini kendilerine reddederek, kabul etmeyerek, "Halbuki izzet
(şeref, kuvvet ve galibiyet) Allah'ındır, peygamberinindir,
mü'minleiindir." buyurmuştur ki bu, "Güç ve kuvvet Allah'ın, aziz kılıp
desteklediği Resulünün ve mü'minlerindir" demektir. Cenâb-ı Hakk,
peygamberine (s.a.s), yardım etmek suretiyle, onu ve taraftarlarını aziz
(üstün-galib) kılmış, onların dinini, diğer dinlere galib getirmiş ve
peygamberine, bunun böyle olacağını haber vermiştir. Ama münafıklar bunu
bilememişlerdir. Eğer onlar
bunu kestirselerdi, böyle
söz söylemezlerdi.[19]
Keşşaf sahibi,
ifâdesine şu manayı vermiştir: "Zillet, hakirlik ve horluk, nasıl ki
şeytan için, şeytanın kâfir ve münafık dostları için ise, izzet (şeref) de işte
sadece ve sadece Allah'a, Resulüne ve mü'minlere mahsustur." Üstü
eski-püskü olan salına hanımlardan birinin şöyle dediği nakledilir: "İslâm
olmam, bana yetmez mi? İslâm öyle bir izzettir ki onunla beraber zillet olmaz.
Öyle bir servettir ki onunla beraber fakirlik olmaz."
Ali b. Hasan (r.a)'dan
şu rivayet edilmiştir: Bir adam onu "İnsanlar sende bir şaşkınlık olduğunu
iddia ediyorlar" deyince, o, "Bu şaşkınlık değil, aksine izzettir.
Çünkü bu, beraberinde zillet olmayan izzet, fakirlik olmayan bir
zenginliktir" dedi ve bu ayeti okudu. Ariflerden biri bu ince manayı
anlatmak için şöyle demiştir: "İzzet, kibirden başka birşeydir. Mü'minin
kendi kendisini zelil hale düşürmesi helal olmaz. O halde izzet, insanın,
kendisini iyi tanıması ve dünyevi bir takım maksadlar İçin şahsiyetini ayaklar
altına almaktan korumasıdır. Kibir ise, insanın kendini tanımaması ve kendini
haketmediği makamın üzerine çıkarmasıdır. O halde izzet, şekil bakımından kibre
benzer ama, hakikati (özü) açısından kibirden farklıdır ve bu tıpkı, tevazünün,
zillet ile karıştırılması gibidir. Halbuki teva2u, övgüye değer bir sıfattır.
Zillet, alçaklık, şahsiyetsizlik ise, kötü bir sıfattır. Kendisinde kibre
benzer bir durum olduğu halde izzet (şeref-şahsiyet), kınanmayan aksine övülen
bir sıfat olduğu için, Hak Teâlâ, "İşte bu (azab) yeryüzünde haksız yere
kibirlenmenizden dolayıdır" (Ahkâf, 20) buyurmuştur ki burada izzet
sıfatının "hak" ile "haklı olmak" ile kazanılacağına
gizli-ince bir işaret vardır. Açıklığa-alçalmaya meyletmeksizin tam tevazu
çizgisinde durmak, onu korumak, büyük bir ateş üstünde kurulmuş izzet köprüsü
üzerinde durmak demektir.
Buna göre eğer,
"Cenâb-ı Hakk önceki ayetin sonunda, "Münafıklar anlamazlar"
buyururken, sonraki ayetin sonunda "münafıklar bilemezler"
buyurmuştur, bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk,
birinci ayetle onların, akıl, anlayış ve zekâlarının azlığını; ikinci ayetle
ise, onların ahmaklık ve cehaletlerinin çokluğunu anlatmak istemiştir.
"anlamazlar" ifadesi, ya gibi babından, yada, babındandır. Birincisi,
fıkhın (anlamanın), zorlukla elde edildiğini anlatır; ikincisi ise, kolaylıkla
elde edildiğini anlatır. O halde, birincisi, 'ilâcı (kesbiliği), ikincisi ise
mizacî (fıtrîliği) ifade eder.[20]
"Ey iman edenler,
sizi ne mallarınız, ne evlatlarınız, Allah'ın zikrinden alıkoymasın. Kim bunu
yaparsa, işte onlar hüsrana uğramışların ta kendileridir. Herhangi birinize
ölüm gelip de "Ya Rabbi, ecelimi yakın bir zamana kadar erteleseydin de,
sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım" demesinden evvel, size nzık
olarak verdiğimizden infâk edin. Halbuki Allah, hiçbir kimseyi eceli geldiği
zaman asla geri bırakmaz. Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır"
(Mûnafikûn, 9-11).
Ayetteki, ifadesi,
"münafıkları meşgul ettiği gibi, mallarını ve evlatlarınız sizi meşgul
etmesin" demektir. Müfessirler bu hususta değişik izahlar yapmışlardır:
Kimileri bu ayetlerin münafıklar hakkında nazil olduğunu söylerlerken, kimileri
de mü'minler hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki, "Allah'ın
zikri" ifadesine, namaz, zekât,hac ve benzeri, "Allah'ın
farzları"; yahut (mutlak manada "Allah'a taat" manaları
verilmiştir. Dahhâk, "Beş vakit namaz" manası verirken; Mukâtil,
"Bu ve bundan sonraki ayetler, mü'min olduklarını söyleyen münafıklara
hitap olan ayetlerdir" demiştir. "Kim bunu yaparsa..." ifadesi,
"Kimi, malı ve çocukları Allah'ı zikirden oyalarsa, işte onlar hüsrana
uğramışların ta kendileridir, yani ticaretlerinde, yaptıkları alış-verişte
zarara uğrayanlardır" demektir. Çünkü onlar, ebedî ve çok kıymetli bir
şeyi, fâni ve adi şeyler değiştirmişlerdir. Bu ifadeye, "Onlar, Allah'ın
Resulü (s.a.s)'nün anlattığı tevhid ve ba's (öldükten sonra dirilme) gibi
şeyteri inkar etmek suretiyle zarara uğramış kimselerin ta kendileridir"
şeklinde de mana verilmiştir. Kelbî, "Allah'ın zikri" ifadesine
"cihâd" manasını verirken, buna, "Kur'ân hakkında tefekkür ve
istidlal" gibi manalar da verilmiştir.
Ayetteki, "Size
rızık olarak verdiğimizden infâk edin" hitabı hakkında, İbn Abbas (r.a),
"Allah Teâlâ bununla, malların zekâtını kastetmiştir. Buradaki harf-i cerh, ba'ziyyet ifade etmektedir"
der. Bu ifadeyle, vâcib (farz) olan intakların kastedildiği de söylenmiştir.
"Herhangi
birinize ölüm gelmezden ... evvel" ifadesi, "ölümün emareleri
görünmeye başlamazdan önce..." demektir. Çünkü bu durumda kişi, yeniden
dünyaya dönmeyi isteyecektir. İşte bu husus da, "Ya Rabbi, ecelimi yakın
bir zamana kadar erteleseydin" ayetinde anlatılmaktadır. Cenâb-ı Hakk'ın,
bu ayetler ile, insanları, Kendisini zikre, yani hep hatırda tutmaya ve
mallarında cimrilik etmemeye teşvik ettiği de söylenmiştir. Bu ifade,
"Keşke bana mühlet versen ve ecelimi biraz daha geriye atsan" demek
olup, bu geriye atma işi, insanın ömrünün artırılmasını ifade eden bir
husustur. İnsan bunu, sadaka vermek, zekât vermek ve günahlardan arınmak için
istemektedir. Bu hususu da ayette, "Sadaka verseydim ve salihlerden
olsaydım" ifadesiyle anlatılmaktadır, İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Bu,
ayetin muhatablannın, mü'minier olmadığını gösterir. Çünkü mü'min, yeniden
dünyaya dönmeyi istemez." Dahhâk da, "ölüm, haccetmemiş, zekâtını
vermemiş, birisinin başına gelip çattığında, hep dünyaya yeniden dönmeyi
ister" der ve bu ayeti okurmuş. Keşşaf sahibi ise bu ayette,
"Kendisine mühlet tanıma gibi ümitsizliğe düştüğü, nefsini zar-zor aldığı,
artık harcama imkânı kalmadığını, kabul edilme vaktinin geçtiğini göstermeden
önce,.." manasını vermiştir. Çünkü insan bu durumda, infak etmediğine
yanar, fırsatı kaçırdığından ötürü parmaklarının ucunu ısırır (pişman olur),
İbn Abbas (r.a)'ın bu ayetle ilgili olarak, "Ölümün sultası başınıza
çökmezden önce, tasadduk edin. Çünkü bu an geldiğinde, artık ne bir tevbe kabul
edilir, ne de bir ibadet fayda verir" dediği de rivayet edilmiştir.
İbn Abbas (r.a)
ayetteki, "salihlerden olsaydım" ifâdesine, "haccetseydim"
manasını vermiştir. Bu İfade, şeklinde de okunmuş olup, bu kıraat, ifadesinin
lafzına göredir. Müberred, bu okuyuşun, mâ-kablinden (öncesinden) ötürü
olduğunu, çünkü mâ kablindeki kelimesinin temenni manasına olan istifhamın
(sorunun) cevabı olduğunu; meczûm, yani
şeklindeki okuyuşun ise, fâ edatının dahil olduğu kelimenin mahalline
göre olduğunu söylemiştir. Übeyy (r.a) kelimeyi, aslı üzere, şeklinde
okumuş; kelimesini ise, o kelimenin
mahalline atfetmiştir.
Sibeveyh, kelimelerin
mahal üzerine atfedilmesi hususunda şöyle pek çok şiir misal getirmiştir:
"Ey Muaviye;
Bizler beşeriz, kolaylaştır ve yumuşak ol.. Dağ değil, demir de değiliz.."
Burada, "hadîd" kelimesi, "cibâl" kelimesinin mahalline
atfen, mansub okunmuştur. "Cibâl"in başındaki bâ harf-i cerri,
hazfedilmesi mümkün olan "glecek zaman" manası için getirilmemiştir.
İbn Ebî Selma'nın şu beyti ise, yukarıdaki durumun tam tersini gösterir:
"Ben, artık geçmişe yetişemeyeceğimi ve gelen şeyin önüne geçemeyeceğimi
anladım." İbn Ebî Selma'nın bunu şeklinde dediği ve "sabık"
kelimesini mana bakımından o kelime üzerine atfettiği sanılmaktadır. Ebû Amr'ın
ayetteki o kelimeyi şeklinde okuyuşuna gelince, bu kıraat bunu, mana üzerine
değil, lafza hamletmiştir (atfetmiştir).
Hak Teâlâ daha sonra
ömrü bitmiş, eceli gelip çatmış kimselerin süresini uzatmayacağını haber
vererek, "Halbuki Allah hiçbir
kimseyi eceli geldiği zaman asla geri bırakmaz" yani, "Her canın
öleceği o (belli) zaman gelip çattığında, Allah onun ölümünü sonraya
bırakmaz" buyurmuştur. Keşşaf sahibi bu ifadenin kesinlikle olmayacağını
anlatacak tarzda, eceli sonraya bırakmanın söz konusu olmadığını anlatan bir
ifade olduğunu söylemiştir.
Velhasıl Hak Teâlâ'nın
"Sizi ne mallarınız ne evlatlarınız, Allah'ın zikrinden alıkoymasın"
ifadesi, kişiye, ölümü gelip çatmazdan Önce zikretmesi ve bu zikri sürdürmesi
gerektirdiğine; "Verdiğimizden infak edin" ifadesi de, verilen
şeylere şükrü gerektirdiğine dikkat çekmektedir.
Ayetteki,
"Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" cümlesi, "Allah,
bu kimselerin, dünyaya yeniden döndürülmeleri halinde bile, yine zekât
vermeyeceklerini, haccetmeyeceklerini bilir" demek olup, tıpkt "Eğer
onlar, dünyaya geri döndürülselerdi, şüphesiz yasaklandıkları şeyleri yine
yaparlardı" (En'âm, 28) ayeti gibidir. Müfessirier, ayetin hitabının, iyi
veya kötü her ameli içine alan bir hitab olduğu kanaatindedirler. Asım, âdı
ifâdesine uygunluk arzetsin diye, fiili, yâ ile (onların yaptıklarından)
şeklinde okumuştur. Çünkü "nefs" kelimesi, lafzan müfred (tekil) ise
de, bununla çok kimseler kastedilmiştir. Dolayısıyla bu kıraat,
"nefs" kelimesinin manasına göredir. Allah en iyisini bilir. Salat-u
selâm efendimiz, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve bütün ashabına olsun. (Âmin).[21]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/493.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/495-496.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/496-497.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/497.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/497-498.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/498.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/498.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/498-499.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/499.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/499.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/499-500.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/500.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 21/500-501.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/501.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/501-502.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/502-503.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/503.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/503.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/503-504.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/504.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/504-507.