Din Ölçülerine Göre Münafıkların Sıfatlarının En Çirkinleri: |
Münafıkların Yalancılığını Ve Münafıklığını İspat Eden Deliller: |
Müminlere İkaz: Münafıkların Ahlâkını Almayın, Allah Yolunda Harcayın: |
Bu sure ilk kelimelerinden birinin 'münafikun" olması,
münafıkların sıfatlarından ve Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere karşı tavır ve
tutumlarından bahsetmesi sebebiyle bu adı almıştır.
[1]
Bu surenin önceki sure ile ilişkisi müminlerle münafıklar arasında yapılan
mukayese ve karşılaştırmalarda açıkça görülür. Cuma suresinde müminlerden
bahsedilmiş olup bu surede de onların tam zıddı olan münafıklardan
bahsedilmektedir. Bu sebepledir ki Taberani'nin Evsafında. Ebu Hurey-re'den
rivayet ettiğine göre Rasulullah (s.a.) cumada Cuma suresini okur, müminleri
teşvik eder, Münafikun suresini okur münafıkları sıkıştırırdı.
Diğer taraftan Cuma suresi Rasulullah'ın (s.a.) peygamberliğini hem
kalpleriyle hem dilleriyle yalanlayanlardan bahsetmiştir ki bunlar
Yahudi-lerdir, bu surede de onu diliyle tasdik ettiği halde kalbiyle
yalanlayanlardan bahsedilmektedir ki bunlar da münafıklardır.
[2]
Diğer Medenî surelerde olduğu gibi bu surede de ahkâmdan ve hicretten
sonra Medine toplumunda görülen nifak hareketlerinden bahsedilmektedir.
Sure, münafıkların sıfatlarını sayarak söze başlar. Bunların en önemlileri
iman iddialarındaki yalancılıkları, yalan yere yemin etmeleri, zayıf ve korkak
olmaları, Rasulullah'a (s.a.) ve müminlere karşı tuzak kurmaları ve insanları
Allah'ın dininden vazgeçirmeleri gibi özellikleridir.
Sonra sure onların zelil ve rezil tutumlarından bahsetmektedir ki o da
güçlü olduklarını ve Beni Mustalik gazvesinden Medine'ye döndüklerinde
peygamberi ve müminleri Medine'den çıkaracaklarını iddia etmeleridir.
Son olarak bu sure, müminleri dayanışma içinde olmaya, ibadet ve
ta-ate, ecel gelmeden iç ve dış düşmanlara karşı koyabilmek için Allah yolunda
harcama yapmaya teşvik ederek bitirilmiştir. Zira ecel bir an bile gecikmez.
[3]
1-
Münafıklar sana geldiği
zaman "Şehadet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah'ın peygamberisin."
derler. Allah da bilir ki sen elbette ve
elbette O'nun peygamberisin. Al- lah o münafıkların hiç şüphesiz ya- lancılar
olduğunu da biliyor.
2-
Onlar yeminlerini bir kalkan edindüer ve AUahm y°lundan saptılar. Şüphesiz
onların yaptıkları şeyler ne kötüdür.
3- Bu onların, (önce) iman
edip sonra inkâr eder görünmeleri sebebiy- ledir. Bu yüzden kalplerinin
üstüne mühür basJdı- Onun için onlar
anlamazlar.
4- Onları gördüğün zaman
cisimleri hoşuna gider. Söylerlerse sözlerini
dinlersin. Onlar dayanmış odunlar gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerinde
sanırlar. Düşman onlardır. O halde onlardan sakın. Allah kahretsin onları.
Nasıl olup da döndürülüyorlar!
"Allah o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğunu da
biliyor." mealindeki ayetin Arapçasında, verilen bu haberde asla şüphe
olmadığını vurgulamak için Allah Tealâ "yemin, inne edatı vete'kit
lamı" kullanmıştır.
"Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O'nun
peygamberisin." cümlesi bir ara cümledir. Münafıkların Hz. Peygambere
dedikleri "sen Allah 'm peygamberisin" sözünün aslında doğru
olduğunu, ancak söylediklerine inanmadıkları için yalancı olduklarını ifade
etmek üzere getirilmiştir.
"Onlaryeminlerini bir kalkan edindiler." cümlesinde
"kalkan" kelimesi istiaredir. Kalkan nasıl insanı kılıç
darbelerinden koruyorsa, onlar da yemini, müslüman görünerek mallarını ve
canlarını korumak için kullanmışlardır.
"...iman edip sonra inkâr eder" cümlesinde tezat vardır.
"Dayanmış odunlar gibidir" cümlesinde bu kişiler dayanmış
odunlara benzetildiği için teşbih vardır.
"Allah kahretsin onları." bir beddua cümlesidir.
[4]
İnkârını gizleyip müslüman görünen "münafıklar sana geldiği"
ve huzurunda bulundukları "zaman", kalplerindekinin aksine sadece
dilleri ile "şehadet ederiz ki sen muhakkak ve mutlak Allah'ın
peygamberisin." derler. Allah da bilir ki sen elbette ve elbette O'nun
peygamberisin. Allah Tealâ o münafıkların hiç şüphesiz yalancılar olduğuna da
biliyor." Çünkü onlar aslında onun peygamberliğine inanmıyorlar, bu yüzden
söylediklerinde yalancılardır.
"Onlar yeminlerini" mallarını ve canlarını korumak için
"bir kalkan edindiler ve Allah'ın yolundan saptılar. Şüphesiz onların
yaptıkları şeyler" münafıklıkları ve sapmaları "ne kötüdür."
"Bu" kötü oluşları "onların" önce dilleriyle
"iman edip sonra" kalpleriyle "inkâr eder görünmeleri" ve
bu inkârda devam etmeleri "sebebiyledir. Bu yüzden kalplerinin üstüne
mühür basıldı" da inkârda katmerleştiler. "Onun için onlar"
imanın hakikatini "anlamazlar" doğrusunu bilmezler.
"Onları gördüğün zaman" irilikleriyle, güzellikleriyle
"cisimleri hoşuna gider." Akıcı, tatlı ve düzgün konuştukları için
"söylerlerse sözlerini dinlersin." Ama aslında "onlar"
duvara "dayanmış odunlar gibidir." Korkaklıklarından "her
gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar." En tehlikeli "düşman
onlardır. O halde onlardan sakın. Allah kahretsin onları" helak etsin,
lanet etsin, rahmetinden kovsun. Bu kadar açık delilden sonra "nasıl olup
da" imandan ve haktan "döndürülüyorlar."
[5]
Allah Tealâ münafıkların Rasulullah'a (s.a.) geldikleri zaman, aslında
inanmadıkları halde inandıklarını söylediklerini haber vererek şöyle buyurdu:
"Münafıklar sana geldiği zaman "Şehadet ederiz ki sen
muhakkak ve mutlak Allah'ın peygamberisin." dediler. Allah da bilir ki sen
elbette ve elbette O'nun peygamberisin. Allah o münafıkların hiç şüphesiz
yalancılar olduğunu da biliyor." Yani, ey Allah'ın Rasulü, Abdullah b.
Übey ve arkadaşları gibi münafıklar sana geldikleri ve meclisinde bulundukları
zaman müslüman olduklarını söylerler ve kalplerle dillerin uyum içinde olduğu
bir şahitlik sergileyerek "Senin Allah'ın Rasulü olduğuna şahitlik
ederiz." derler. Allah biliyor ki mesele onların dediği gibidir, yani sen
bütün insanlara gönderilmiş bir peygambersin. Ancak Allah Tealâ şahitlik eder
ki onlar "şahitlik ederiz." sözlerinde yalancıdırlar. Çünkü onlar
söylediklerinin sahih ve doğru olduğuna inanmıyorlar. Dilleriyle söyledikleri
ile kalplerin-deki arasında uygunluk yoktur. İşte bunun için Allah Tealâ
onların kalple-rindekini ortaya çıkardı, onları yalanladı. Onların şahitlikleri
gerçekte şahitlik değil idi. Dolayısıyla buna şahitlik demelerinde de yalancı
idiler.
Sonra Allah Tealâ söylediklerini ispat etmek ve doğru olduklarına insanları
ikna etmek için yeminler ettiklerini haber vererek şöyle buyurdu:
"Onlar yeminlerini bir kalkan edindiler ve Allah'ın yolundan
saptılar. Şüphesiz onların yaptıkları şeyler ne kötüdür." Yani onlar diğer
kâfirlere tatbik edilen öldürme, esir alma ve mallarını ganimet sayma gibi
hükümler kendilerine de tatbik edilmesin, canlarını ve mallarını ölümden, esir
olmaktan ve ganimet olmaktan kurtarsın diye yalan yeminlerini kalkan ve perde
yaptılar. Onların gerçek yüzünü bilmeyen bazı insanlar da onlara aldandılar,
onları müslüman zannettiler ve birçok insana zarar verebilecek olan yaptıkları
bazı hususlarda onları takip ettiler. Zira onlar, peygamberlik hakkında
kendilerinden sadır olan birtakım şüpheye düşürme ve karalama hareketleri
sebebiyle bu insanları imandan, cihattan ve salih amellerden alıkoydular.
Münafıkların yaptıkları bu Allah yolundan çevirme ve nifak hareketleri şüphesiz
çok çirkindir.
Bu ayet onların şu iki büyük cürmü işlediklerine delildir: Yalan yere
yemin etmeleri ve insanları İslâm'a girmekten ve Allah yolunda cihad etmekten
alıkoymaları. İşte onların fiillerinin kabih ve çirkinlikle vasfedil-mesinin
sebebi budur.
Sonra Allah Tealâ onların bu tavrının sebeplerini zikrederek şöyle buyurdu:
"Bu onların (önce) iman edip sonra inkâr eder görünmeleri
sebebiyledir. Bu yüzden kalplerinin üstüne mühür basıldı. Onun için onlar
anlamazlar." Yani şu zikredilen yalan, İslâm'dan çevirmeleri ve
amellerinin çirkin olması, onların iman etmiş gibi görünüp gerçekte inkâr
üzere devam etmeleri sebebiyledir. Bu inkârları yüzünden Allah kalplerini
mühürledi, artık o kalbe iman girmez, o kalp hakkı bulamaz ve oraya hiçbir
hayır giremez. Bu yüzden onlar kendileri hakkında uygun ve olgun olan şeyleri
de anlayamaz.
Rasulullah'm (s.a.) ve peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden delilleri
de kavrayamaz ve idrak edemez oldular.
Sonra Allah Tealâ onların dış görünüşlerinin ne kadar aldatıcı olduğunu
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Onları gördüğün zaman cisimleri hoşuna gider. Söylerlerse
sözlerini dinlersin. Onlar dayanmış odunlar gibidir." Yani onlara baktığın
zaman ci-simlerindeki endam, güzellik ve parlaklık sebebiyle dış görünüşleri
hoşuna gider, konuştukları zaman sözlerini dinlemek hoştur, konuşmalarının fesahati,
düşüncelerinin halâveti ve dillerinin selâsetinden dolayı sözleri hak ve doğru
zannedilir. Onlar duvara dayanmış içi boş kütükler gibidir. "Onları
gördüğün zaman" ayetindeki kişilerden maksat Abdullah b. Übey ve Kays'm
iki oğlu Muğis ve Cedde'dir. Bunlar endamlı ve yakışıklı olmaları sebebiyle
görünüşleri sizin hoşunuza gidebilir. Abdullah b. Übey boylu-pos-lu, parlak ve
fasih konuşan bir adam idi.
"Her gürültüyü kendi aleyhlerinde sanırlar. Düşman onlardır. O
halde onlardan sakın. Allah kahretsin onları. Nasıl olup da
döndürülüyorlar!" Yani münafıklar görünüşleri güzel ve iri yapılı olmalarına
rağmen son derece zayıf, kof ve korkaktırlar. Aşırı korkaklıkları, ruhen boş
olmaları ve içten hezimeti kabullenmiş kişiler olmaları sebebiyle, her sesi,
duydukları her gürültüyü, her olayı kendi başlarına geliyor zannederler. İşte
bunlar azılı düşmanlardır, onların tuzaklarından sakın, hiçbir sırrını onlara
açma, çünkü bu münafıklar senin kâfir düşmanlarının casuslarıdır. Allah onlara
lanet etsin, rahmetinden uzak kılsın, onları helak etsin. Nasıl da haktan yüz
çeviriyorlar, onu bırakıp inkâra meylediyorlar.
Bu ayetin bir benzeri de şu ayettir: "Size karşı pek hasistirler.
Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek
sana baktıklarını görürsün, korku gidince ise, mala düşkünlük göstererek sizi
keskin dilleri ile incitirler. Onlar iman etmiş değillerdir. Bunun için Allah
onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah 'a göre kolaydır." (Ahzab,
33/19)
Ahmed b. Hanbel'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Münafıkları tanıtan birkaç alâmet vardır. Bunlar:
Selâmları lanet, yiyecekleri çalıp çırpma, ganimetleri kaçırmadır. Mecsidlere
istemeyerek giderler, namaza sonunda gelirler, kibirlidirler, ne kimseye ısınırlar
ne de kimse onlara ısınır."
[6]
Bu ayet-i kerimeler şu hususları göstermektedirler:
1- İman kalple tasdiktir,
hakiki söz kalbin sözüdür. İnsan sözü başka özü başka olursa yalancıdır. Buna
göre münafıklar da yalancıdır. Çünkü inandıklarının aksini söylüyorlar. Bu
hüküm ilk ayetten çıkarılmıştır. Orada münafıklar nifakı reddedip imanı kabul
ederek Muhammed'in (s.a.) Allah'ın peygamberi olduğuna şahitlik yapmışlardı.
Bu sözleriyle onlar mevcut hale bir şey ilâve etmiş değiller, zira Allah da
biliyor ki -onların da dilleriyle söyledikleri gibi- Muhammed (s.a.) Allah'ın
Rasulüdür. Ancak her ne kadar onlar İslâm'a girdiklerine ve Hz. Peygamber'i
tasdik ettiklerine görünüşte şahitlik yapsalar ve ağızlarıyla yemin etseler de
Allah onların kalplerinin yalancı olduğuna şahitlik yapmaktadır.
2-
Münafıklar yalan yere yemin
etmekten çekinmezler, insanların İslâm'a girmesine engel olurlar. Meselâ
Abdullah b. Übey'in önderliği ile yeminlerini insanlara karşı kalkan ve siper
olarak kullandılar. Diğer kâfirlere tatbik edilen öldürme, esir alma ve mallarım
ganimet sayma gibi hükümlerin kendilerine tatbik edilmemesi için bu
yeminlerinin arkasına sığındılar. Bazı insanlar da bunlara aldandılar ve
onların müslüman olduklarını zannederek onları taklit ettiler. İşte
münafıkların bu hareketleri Yahudi ve müşriklerden bazı insanların İslâm'a
girmemesine sebep oldu. Kendileri cihada katılmadıkları için onlara uyarak
başkalarının da katılmamalarına sebep oldular. İşte onların bu nifakları,
yalan yere yemin etmeleri, insanları Allah yolundan caydırmaları gibi çirkin
hareketleri ne kadar kötü amellerdir.
Allah Tealâ bu hareketlerinin asla kendisine gizli olmadığını beyan etti.
Lâkin bu konuda hüküm şudur: Kim iman ettiğini söylerse, ona müslüman
muamelesi yapılır.
3-
İnsanlar hakkında verilecek
hüküm şekillerine ve dış görünüşlerine göre değil kendilerinden sadır olan söz
ve fiillere göre verilir. Münafıklar görünüşleri güzel, dilleri fasih
insanlardı. Ancak onlar ruhsuz ve manasız şekiller ve heykeller gibi idiler.
İbni Abbas şöyle der: Abdullah b. Übey güzel yüzlü, parlak, yakışıklı, güzel
konuşan biri idi. Hatta konuştuğu zaman Rasulullah onu dinlerdi. Allah da onu
ayette bu şekilde vasfetmiştir.
Müslim ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettiklerine göre Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza
bakmaz, lâkin sadece kalplerinize ve amellerinize bakar."
4-
"Bu onların (önce) iman
edip sonra inkâr eder görünmeleri sebebiyledir. " ayeti ile Allah
münafıkların kâfir olduğunu bildirmektedir. Çünkü o dili ile ikrar ediyor kalbi
ile inkâr ediyor. Aslolan kalpdekidir. Onların inkarcılığının neticesi olarak
Allah kaplerini mühürledi. Artık iman işaretlerini ve delillerine anlayamaz,
hayır ve hayır yollarının manasını kavraya-maz hale geldiler. Dolayısıyla onlar
daimi inkâr üzeredirler.
5-
Münafıklık genelde insanı
tereddüt ve tedirginliğe, zafiyet ve hezimete, korkaklık ve çekingenliğe
götürür. Bu sebepten münafıklar korkak olur, korkak oldukları için de her olayı
kendi başlarına geliyor zannederler. Mukatil şöyle der: Meselâ askeri birlik
içinde yüksek sesle bir ilân yapılsa veya bir kayıp ilan edilse, bir hayvan
ürkse, kalplerinde hep korku bulunduğu için bunun kendilerini hedeflediğini
zannederler. Onlar daima Allah'ın perdeleri yırtıvereceğinden ve sırlarını meydana
çıkaracağından korkarlar. Her an başlarına bir şey geleceği beklentisi içinde
olurlar.
6-
Münafıklar müminlerin
düşmanıdır, Allah ve Rasulüne karşı tam bir adavet içindedirler. Öyleyse
onların sözleri karşısında dikkatli olmalı, kapılmamalı, bazı zayıf
müslümanları oyuna getirerek ümmetin sırlarına muttali olmak hususunda aşırı
gayret içinde olduklarını unutmamalı ki bu sırlar düşmanlara sızdırılmasın.
7-
Bütün bu kötü sıfatlardan
dolayı bu ayetler de "Allah kahretsin onları. Nasıl olup da döndürülüyorlar!"
şeklinde lanet ve zem ifadesiyle bitirilmiştir. Yani Allah onlara lanet etsin,
rahmetinden kovsun, nasıl da haktan batıla, hidayetten dalâlete
döndürülüyorlar, deliller bu kadar açık olmasına rağmen akılları imanı nasıl
bulamıyor?
[7]
5- Onlara "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar
ediversin." denildiği zaman başlarını çevirdiler. Gördün ki onlar
kibirlerine yedire-miyerek halâ yüz çeviriyorlar.
6- Onlar için istiğfar etmişsin
veya etmemişsin haklarında müsavidir. Allah onları katiyyen affetmez. Şüphe
yok ki Allah, fasıklar güruhunu hidayete erdirmez.
7- Onlar öyle kimselerdir ki "Allah'ın peygamberi nezdinde bulunan
kimseleri beslemeyin. Ta ki dağılıp gitsinler." diyorlardı. Halbuki
göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar anlamazlar.
8- Onlar "Eğer Medine'ye
dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, daha hakir (ve zayıf) olanı Medine'den
muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet
Allah'ındır, peygamberi-nindir, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler.
"Onlar için istiğfar etmişsin veya etmemişsin" cümlesinde
tezat vardır.
[8]
"Onlara "Gelin özür dileyin de Allah 'm peygamberi sizin için
istiğfar ediversin." denildiği zaman" alay ederek, kibirlenerek
"başlarını çevirdiler. Gördün ki onlar" özür dilemeyi
"kibirlerine yetiremeyerek halâ" af dilemekten ve bu çağrıyı
yapandan "yüz çeviriyorlar."
"Onlar için istiğfar etmişsin veya etmemişsin haklarında
müsavidir. Allah onları" inkâra kök saldıkları için "katiyyen
affetmez. Şüphe yok ki Allah" emir tanımayan bu "fasıklargüruhunu
hidayete erdirmez."
"Onlar öyle kimselerdir ki" ensardan tanıdıklarına
"Allah'ın peygamberi nezdinde bulunan" muhacirlerden "kimseleri
beslemeyin, ta ki dağılıp gitsinler" diyorlardı. Halbuki göklerin ve yerin
hazineleri Allah 'indir." rızık hazineleri O'nun elindedir. Muhacirlere de
başkalarına da rızık veren Odur. "Fakat o münafıklar"
cahilliklerinden bunu "anlamazlar", Allah'ın büyüklüğünü, kudretini
ve imkânlarını kavrayamazlar.
Mustalikoğulları gazvesi sırasında "onlar: "Eğer Medine'ye
dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan daha hakir olanı" yani
münafıklar müminleri "Medine'den muhakkak çıkaracaktır." diyorlardı.
Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamber inindir,
müminlerindir. Fakat münafıklar" cahilliklerinden ve gururlarından dolayı
bunu "bilmezler."
[9]
"Onlara "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar
ediversin." denildiği zaman başlarını çevirdiler." ayetinin (5.
ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir'in Katade'den rivayet ettiğine
göre Abdullah b. Ubey'e "Rasulullah'a gitsen de senin için mağfiret talep
ediverse." denildiğinde başını öteye çevirdi. Bunun üzerine "Onlara
"gelin Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar ediversin..." ayeti
indi. İbnül Münzir de İkrime'den benzeri bir nüzul sebebi rivayet etmiştir.
Buhari ve Müslim, aynı manada Tirmizi bu ayetin nüzul sebebi hakkında
şunu naklettiler:
Rasulullah (s.a.), Kubeyd mıntıkasının sahil tarafına düşen Müreysi
denilen yerdeki Mustalikoğulları üzerine bir gazve tertiplemişti. Burada bir su
başında ordu dinlenirken Hz. Ömer'in işçisi Cahcah ile Abdullah b. Übey'in
müttefiki Sinan adında birisi arasında su yüzünden bir kavga çıktı. Cahcah
muhacirleri Sinan da ensarı saflarına çağırdılar. Cahcah Sinan'a bir tokat
attı. Abdullah b. Übey: "Bunu yaptılar ha! Besle kargayı oysun gözünü.
Vallahi Medine'ye döndüğümüzde güçlü olan zayıf ve zelil olanı -yani Muhammedi-
oradan çıkaracak!" dedi. Sonra kavmine şöyle söyledi: "Bu adama
yiyecek vermeyin, yanındaki adamlarını da doyurmayın, er-tafından dağılıp
gitsinler, onu terketsinler." Abdullah b. Übey'in grubunda bulunan Zeyd b.
Erkam "Vallahi zelil sensin, kavmi içinde hakir görülen sensin. Muhammed,
Rahman'm himayesi, müslümanların muhabbeti ile azizdir, güçlüdür. Vallahi bu
sözünden sonra seni asla sevmiyeceğim." dedi. Abdullah ona "Sus, ben
şaka söylüyorum." dedi. Zeyd hadiseyi Rasulullah'a (s.a.) bildirdi. Abdullah
"Vallahi bunu ne söyledim, ne yaptım." diye inkâr ederek özür diledi.
Rasulullah (s.a.) onu affetti. Zeyd: "İçimden çok kötü şeyler geçti,
herkes beni kınadı." dedi. Bunun üzerine Zeyd'i tasdik, Abdullah'ı tekzip
sadedinde Münafikun suresi nazil oldu. Abdullah b. Übey'e: Senin hakkında çok
şiddetli ayetler indi, git Rasulullah'a senin için istiğfar etsin."
dediler. O da ret manasına kafasını çevirdi. Bunun üzerine bu ayetler nazil
oldu.
"Onlar için istiğfar etmişsin veya etmemişsin haklarında müsavidir."
ayetinin (6. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Cerir'in rivayetine göre
Urve şöyle dedi: "Onlar için ister af dile ister dileme. Onlar için yetmiş
kere af dilesen de Allah onları asla affetmeyecek." (Tevbe, 9/80) ayet-i
kerimesi nazil olduğunda Rasulullah (s.a.) "Yetmişten fazla
yapacağım" dedi. Bunun üzerine "Onlar için istiğfar etmişsin veya
etmemişsin haklarında müsavidir..." ayeti indi. İbni Cerir Mücahid ve
Katade'den de bir benzerini rivayet etmiştir. Yine İbni Cerir'in rivayetine
göre İbni Abbas şöyle dedi: Tevbe suresi 80. ayet nazil olduğunda Rasulullah
(s.a.) şöyle buyurdu: "Bunu biliyorum, ancak onlar hakkında bana ruhsat
verildi. Vallahi yetmişten fazla istiğfar edeceğim, belki Allah onları
affeder." Bunun üzerine bu altıncı ayet nazil oldu.
"Onlar öyle kimselerdir ki "Allah 'in peygamberi nezdinde
bulunan kimseleri beslemeyin." ve "Onlar "Eğer Medine'ye
dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan daha hakir (ve zayıf) olanı
muhakkak çıkaracaktır" diyorlardı. " ayetlerinin (7. ve 8. ayetler)
nüzul sebebiyle ilgili olarak daha önce de geçtiği gibi Buhari, Ahmed ve
başkalarının Zeyd b. Erkam'dan rivayet ettiklerine göre o şöyle dedi: Abdullah
b. Übey etrafındakilere "Allah'ın peygamberi nezdinde bulunan kimseleri
beslemeyin. Ta ki dağılıp gitsinler, Medine'ye dönersek güçlü olan, aziz olan,
daha zelil olanı oradan kesin çıkaracak" dediğini duydum. Bunu amcama
anlattım. Amcam da Rasulul-lah'a anlattı. Rasulullah beni çağırdı, hadiseyi ona
da anlattım, Abdullah b. Übey ve adamlarını çağırdı. "Biz böyle bir şey
söylemedik." diye yemin ettiler. Rasulullah onları tasdik etti beni tekzip
etti. Dünya başıma yıkılmıştı. Evde oturdum. Amcam bana "Rasulullah'ın
seni tekzip etmesini ve sana kızmasını beklemiyordun herhalde" dedi. Bunun
üzerine "münafıklar sana geldiği zaman" ayeti indi. Rasulullah beni
çağırdı ve ayeti okudu sonra "Allah seni tasdik etti." dedi.[10]
Tirmizi yine Zeyd b. Erkam'dan şunu rivayet etti: Gazvelerden birinde
bir bedevi su başında ensardan biri ile tartıştı. Bedevi ensardan olanın başına
bir odunla vurup başını yardı. O da Abdullah b. Ubey'e şikayet etti. Abdullah
da "Peygamberin yanındakileri beslemeyin, ta ki dağılıp gitsinler,
Medine'ye döndüğümüz zaman aziz olan zelil olanı çıkaracak." dedi.
"Aziz" ile kendisini "zelil" ile de Rasulullah'ı
kastediyordu.
[11]
Münafıkların yalancılık, yalan yere yemin, Allah yolundan çevirme,
korkaklık, akıllarının zayıf olması, Allah ve Rasulüne düşmanlık gibi hoşa
gitmeyen özelliklerini ve güzel görünümlü olduklarını beyan ettikten sonra,
Allah Tealâ, onların özür dilememeleri, bir Yahudi kabilesi olan
Musta-likoğullan hadisesinin ardından müminleri Medine'den atma gibi gözle görülen
hadiselerden hareket ederek yalancılıklarını ve münafıklıklarını ispat eden
delilleri zikretti.
[12]
Allah Tealâ münafıkların yalancılıklarının delillerini ve Allah'ın onlara
gazabının sebeplerini zikrederek şöyle buyurdu:
1- "Onlara "Gelin
Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar ediversin." denildiği zaman
başlarını çevirdiler. Gördün ki onlar kibirlerine yediremiye-rek halâ yüz
çeviriyorlar." Yani Abdullah b. Ubey'in öncülüğündeki münafıklara
"Gelin Rasulullah'a sizin için Allah'tan af talep ediversin." denildiğinde
kibir göstererek ve bununla alay edip mağfiretten kaçarak gelmediler. Sen
onların, Rasulullah'a (s.a.) gelip af talebinde bulunmayı kibirlerine
yediremedikleri için ondan uzaklaştıklarını gördün. Kendi iddialarına göre
onlar böyle işlerle uğraşacak kadar küçük değiller. Bu da onların iman etmediklerinin
bir ispatıdır. Siyerde meşhur olduğuna göre bu hadise bazılarının dediği gibi
Tebuk Gazvesi'nde değil Beni Mustalik Gazvesi de denilen Mureysi Gazvesi'nde
olmuştur. Çünkü Abdullah b. Übey Tebuk Gazvesine katılanlar arasında yoktu.
Kelbi şöyle dedi: Münafıkların sıfatlarına dair ayetler Rasulullah'a indiğinde
münafıkların aşiretlerinden müslüman olanlar onlara gidip dediler ki:
"Münafıklığınız ortaya çıktı rezil oldunuz, kendi kendinizi mahvettiniz,
gidin Rasulullah'a, münafıklıktan tevbe edin, sizin için af dilemesini rica
edin." Kabul etmediler, istiğfara yanaşmadılar. Bunun üzerine bu ayet
indi.
İbni Abbas da şöyle dedi: Abdullah b. Ubey birçok insanla Uhud'dan geri
dönünce müslümanlar ona kızdılar, azarladılar, ağır sözler söylediler.
Kardeşleri: "Rasulullah'a gitsen de senin için af talep ediverse, gönlünü
alsan iyi olur." dediler. O red manasına başını çevirerek: "Gitmem,
benim için istiğfar etmesini de istemiyorum." dedi. Bunun üzerine bu ayet
nazil oldu.[13]
Tefsircilerin çoğuna göre o istiğfara çağrıldı, çünkü "Aziz olan
zelil olanı Medine'den çıkaracak", "Rasulullah'm yanındakileri
beslemeyin" gibi sözler sarfetmişti. Kendisine "Rasulullah senin için
istiğfar ediversin." denildiğinde "Ne dedim ki" dedi. İşte
ayetteki "başlarını çevirdiler" ifadesi bu hali dile getirmektedir.
Sonra Allah Tealâ onlar için af dilemenin kendilerine fayda vermeyeceğini
beyan ederek şöyle buyurdu:
"Onlar için istiğfar etmişsin veya etmemişsin haklarında
müsavidir.
Allah onları katiyyen affetmeyecek, şüphe yok ki Allah fasıklar
güruhunu hidayete edirmez." Yani Allah fasıkların gösterdikleri kibirin ve
tevbeyi kabul etmeyişlerinin karşılığını verecektir. Bu sebeple Allah Tealâ
beyan etti ki onlar nifakta ısrar ettikleri ve inkârda devam ettikleri için
istiğfar onlara fayda vermez. Kendileri için istiğfar edilse de edilmese de
onlara faydası olmaz ve nifak üzere kaldıkları müddetçe Allah onları asla
affetmez. Çünkü Allah itaattan çıkanları, Allah'a isyanda ısrar edenleri
muvaffak kılmaz. Münafıklar da bu zümredendir.
Yukarıda da geçtiği gibi Katade şöyle dedi: Bu ayetin Tevbe süresindeki
"Onlar için istiğfar et veya istiğfar etme..." ayetinden sonra nazil
olduğunu görüyoruz. Çünkü bu ayet-i kerime indiği zaman Rasulullah (s.a.)
"Rab-bim beni serbest bıraktı, onlar için yaptığım istiğfarı yetmişin
üstüne çıkaracağım." dedi. Bunun üzerine "Allah onları katiyyen
affetmeyecek, şüphe yok ki Allah fasıklar güruhunu hidayete erdirmez."
ayeti indi.
2- "Onlar öyle
kimselerdir ki "Allah'ın peygamberi nezdinde bulunan kimseleri beslemeyin,
ta ki dağılıp gitsinler." diyorlardı." Yani bu münafıklar ensara
şöyle diyorlardı: Muhammed'in etrafındaki muhacirleri beslemeyin ki aç
kalsınlar da etrafından dağılıp gitsinler.
Allah Tealâ bunlara şöyle cevap verdi:
"Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat o
münafıklar anlamazlar." Yani şüphesiz bu muhacirlere rızık veren
Allah'tır, kullarının rızkının anahtarları O'nun elindedir, dilediğine verir,
dilediğine vermez. Lâkin münafıklar rızık hazinelerinin Allah'ın elinde olduğunu
bilmezler ve Allah'ın müminlere bol rızık vermeyeceğine inanırlar.
3-
"Onlar "eğer
Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, daha hakir (ve zayıf)
olanı muhakkak çıkaracaktır." diyorlardı." Yani bu münafıklar şöyle
diyorlardı -diyen de münafıkların reisi Abdullah b. Übey'dir- "Bu gazveden
yani Beni Mustalik gazvesinden Medine'ye dönersek aziz ve güçlü olanlar zelil
ve zayıf olanları oradan çıkaracak." Aziz ile kendilerini zelil ile de
Rasulullah'ı (s.a.) ve ashabını kastediyordu. Abdullah b. Übey Medine'ye
döndükten sonra çok geçmeden öldü. Rasulullah onun affı için dua etti ve ona
gömleğini giydirdi. Bunun üzerine bu ayet nazil oldu.
Allah onların bu sözlerine şu cevabı verdi:
"Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah 'indir, peygamberinindir, müminlerindir. Fakat münafıklar bilmezler." Yani kuvvet ve galibiyet yalnız Allah'a ve O'nun bunları ihsan ettiği peygamberlerine ve mümin kullarına aittir, başkasının değildir. Fakat çok cahil olmaları, iman etmemeleri ve aşırı bir şaşkınlık ve tedirginlik içinde olmaları sebebiyle münafıklar bunu anlayamazlar. "Allah şöyle yazmıştır: Andolsun ki ben galip geleceğim, peygamberlerim de." (Mücadile, 58/21) ayetinde de dediği gibi kullarından dilediğine yardım eden işte o Allah'tır. İzzet ve kuvvetin mal ve teb'a çokluğu ile olacağını zannedenlerin aksine izzet, güç ve kuvvet yalnız Allah'ındır. İzzet kibir değildir. İzzet, insanın kendi gerçek yerini bilerek onurlu ve şahsiyetli bir duygu içinde olmasıdır. Kibir ise insanın kendini bilmemesi, başkalarının hakkını tanım amasıdır.
Rivayet olunur ki Abdullah b. Ubey'in oğlu Abdullah babasına:
"Yemin ederim ki Rasulullah aziz, ben zelilim demedikçe Medine'ye
giremezsin." demiş ve o da bunu söylemiştir.[14]
Bir önceki ayetin sonunda "anlamazlar" burada ise
"bilmezler" denilmiştir ki birincisiyle idrak ve anlayışlarının
azlığı, ikincisiyle de cahilliklerinin ve hamakatlarının çokluğu ifade
edilmiştir.
[15]
Bu ayetler şu hususlara işaret
etmektedir:
1- Allah'ın münafıklara gazap
etmesinin ilk sebebi, yaptıklarından ve söylediklerinden dolayı özür dilemeyi
kabul etmemeleri, kibir göstererek iman etmeyip Rasulullah'tan (s.a.) yüz
çevirmeleridir.
2- Münafıklar için istiğfar
edilmesi de edilmemesi de müsavidir. İstiğfarın onlara hiçbir şekilde faydası
olmaz. Çünkü bu halleriyle Allah onları affetmez ve ezelî ilminde fasık ve
kâfir olarak öleceği sabit olmuş kişiyi Allah hidayete erdirmez.
3- İkinci sebep: Abdullah b.
Ubey ve adamlarını ensara: "Muhammed'in yanındaki muhacir ashabını
doyurmayın, ta ki etrafından dağılıp gitsinler." demeleridir.
4- Allah Tealâ göklerin ve
yerlerin hazinelerinin, rızık anahtarlarının kendi elinde olduğunu, istediği
gibi sarfettiğini beyan etmek suretiyle onlara cevap verdi. Ancak münafıklar,
Allah bir işi murat ettiği zaman onu kolaylaştıracağını idrak edemiyorlardı.
5-
Üçüncü sebep: Yine Abdullah
b. Übey'in izzet ve kuvvetin sadece mal çokluğu ve adam kalabalığı ile
olacağını zannetmesinden dolayı "Beni Mustalik gazvesinden Medine'ye
dönünce aziz olan bizler, zelil ve zayıf olan Muhammed ve ashabını oradan
çıkaracağız." demesidir. Allah Tealâ ona, izzet ve kuvvetin yalnız
kendisine ve bunları kendilerine ihsan ettiği peygamberlerine ve salih
kullarına ait olduğunu beyan ederek cevap verdi. Rivayet olunur ki birisi Hz.
Hasan'a "İnsanlar sende kibir olduğunu söylüyorlar" dedi. O da
"O kibir değil izzettir." dedi.
ve "İzzet Allah'ındır, peygamberinindir ve müminlerindir."
ayetini okudu.
[16]
9- Ey iman edenler! Ne
mallarınız ne evlâtlarınız sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa,
işte onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir.
10- Herhangi birinize ölün1 gelip de "Ey Rabbim beni yakın bir
müddete kadar geciktirseydin de sadaka ver-seydim, salihlerden olsaydım."
diyeceği (an)dan evvel size rızık olarak verdiğimizden harcayın.
11- Halbuki Allah hiçbir
kimseyi, eceli gelince asla geri bırakmaz. Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır.
"Ey iman edenler! Ne mallarınız ne evlâtlarınız" yani onlarla
ilgilenmek "sizi Allah'ı zikretmekten", namaz kılmak ve diğer
ibadetleri yapmaktan "alıkoymasın." Yasağın mallara ve evlâtlara
yöneltilmesi ciddiyet ifade etmesi içindir. "Kim bunu yaparsa", mal
ve evlâtla uğraşırken ibadeti unutursa "işte onlar hüsrana
uğrayanların", alışverişlerinde zarar edenlerin "ta
kendileridir." Çünkü baki olanı verip fani olanı almışlardır.
"Herhangi birinize ölüm" alâmetleri "gelip de "Ey
Rabbim! Beni" çok uzak değil, biraz "yakın bir müddete kadar
geciktirseydin" mühlet verseydin "de" zekât vs. "sadaka
verseydim" hac ve benzeri yapamadığım güzel amelleri yapmak suretiyle
"salihlerden olsaydım, diyeceği an gelmeden evvel" sevabını ahirette
bulmak üzere "size rızık olarak verdiğimizden" yani mallarınızdan bir
kısmını "harcayın."
"Halbuki Allah Tealâ hiçbir kimseyi, eceli gelince asla geri
bırakmaz" mühlet vermez. "Allah Tealâ ne yaparsanız" hepsinden
"hakkıyla haberdardır" karşılığını verecektir.
[17]
Ayetler Arası İlişki :
Münafıkların özelliklerini beyan ettikten, onları zemmedip payladıktan
sonra, Allah Tealâ müminleri münafıkların ahlâkını benimsememeleri için uyardı.
Sonra onlara mallarının bir kısmını hayır yollarında harcamalarını, ölüm anı
gelip çatıncaya kadar bunu geciktirmemelerini emretti. Aksi halde pişman olur,
kaçırdıkları hayır fırsatlarını telafi etmek için ömrün uzatılmasını isterler.
[18]
"Ey iman edenler, ne mallarınız ne evlâtlarınız sizi Allah'ı
zikretmekten alıkoymasın." Yani ey Allah'ı ve peygamberini tasdik eden
müminler, mallarınız ve onlara ait tedbirler, evlâdınız ve onların işleriyle
meşgul olmanız, sizi Kur'an okumak, namaz kılmak, farzları eda etmek, Allah'a
karşı vazifelerinizi yerine getirmek gibi Allah'ı zikretmek sayılan amellerden
alıkoymasın.
Sonra Allah Tealâ emrine muhalefet edilmemesini ikaz ederek ve dünyaya
aldananların sonunun kötü olacağını bildirerek şöyle buyurdu:
"Kim bunu yaparsa işte onlar hüsrana uğrayanların ta
kendileridir." Yani kim dünya ile, süs ve zinetiyle, mal ve metaı ile
oyalanır, dinden, Rab-bine ibadetten ve O'nu zikretmekten uzak kalırsa, kıyamet
günü kendini ve ehlü iyalini tamamen kaybedenlerden olur. Çünkü o, bakiyi
vermiş, faniyi almıştır.
Sonra Yüce Rabbimiz müminleri mallarını hayır yolunda harcamaya teşvik
ederek şöyle buyurdu:
"Herhangi birinize ölüm gelip de "Ey Rabbim! Beni yakın bir
müddete kadar geciktirseydin de sadaka verseydim, salihlerden olsaydım."
diyeceği (an)dan evvel size rızık olarak verdiğimizden harcayın." Yani
size rızık olarak verdiklerinizden bir kısmını, ölüm sebepleri gelip,
alametleri görülüp kişinin "Ey Rabbim! Bana biraz mühlet verseydin,
ölümümü kısa da olsa bir müddet daha geciktirseydin de malımı tasadduk etseydim
ve salih insanlardan biri olsaydım." demeden önce, nimetlere şükür,
fakirlere rahmet, ümmetin umumi yararını gözetme olmak üzere hayır yolunda
harcayın.
Bu delâlet ediyor ki dini vecibelerini vaktinde yapmayan herkes, ölüm
anında pişman olacak ve kayıplarını telâfi etmek için çok az da olsa ömrünün
uzatılmasını isteyecektir. Fakat artık her şey bitmiştir.
Tirmizi ve İbni Cerir'in İbni Abbas'tan rivayet ettiklerine göre
Rasu-lullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Kimin hac edecek kadar veya üzerine
zekât farz olacak kadar malı olur da bunu yapmazsa, ölüm anında geriye dönüş
talebinde bulunacaktır." Birisi "Ey İbni Abbas! Allah'tan kork, o
dönüşü sadece kâfir isteyecek." deyince İbni Abbas: "Şimdi size bir
ayet okuyacağım." dedi ve açıklamasını yaptığımız bu ayeti okudu.
"Halbuki Allah hiçbir kimseyi, eceli gelince asla geri bırakmaz.
Allah ne yaparsanız, hakkıyla haberdardır." Yani hangi can olursa olsun
ömrünü bitirip eceli geldiği zaman Allah Tealâ asla geri bırakmaz.
Amellerinizden hiçbir şey Allah'a gizli olmaz. O bütün amellerinizin karşılığım
verecektir. İyiliğe iyilikle, kötülüğü gazap ve azapla ve rahmet ve rızasından
uzaklaştırmak suretiyle mukabele edecektir.
[19]
Ayet-i kerimeler şu hususları
ifade etmektedir:
1-
Kur'an-ı Kerim okumak, daima zikir halinde
olmak, beş vakit namazı eda etmek, zekâtı vermek, hacca gitmek ve diğer bütün
farzları eda etmek gibi Allah'a taat ifade eden amellerle meşgul olmak farzdır.
2- Mal ve evlât ve onlara dair
işlerle uğraşmak, münafıkların yaptığı gibi insanı Allah'a ait hakların
edasından alıkoymamalıdır. Zira mal konusunda çok cimri olmaları sebebiyledir
ki münafıklar "Peygamberin yanındakileri beslemeyin." dediler. Mal
ve evlâdın kendisini Rabbine taatten alıkoyduğu kişi hüsrana ve zarara
uğrayanın ta kendisidir.
3-
"Size verdiğimiz
rızıktan harcayın." ayet-i kerimesi zekâtı geciktirmeden hemen eda
etmenin vacip olduğuna delâlet eder, geciktirilmesi asla caiz değildir. Aynı
şekilde diğer ibadetlerin de vakti geldiğinde hemen eda edilmesi vacip olur.
Ayet-i kerime bu umumi ifadesi içinde bilhassa vacip olan infakı teşvik
etmektedir. Çünkü ceza sadece vacip olanın terki sebebiyle terettüp eder,
nafile olana terettüp etmez. Bu infak ya mutlaktır veya özellikle ci-had
yolunda harcamadır. Hangisi olursa olsun fırsatlar kaçmadan, tevbele-rin kabul
edilmeyeceği ve amelin fayda vermeyeceği an gelmeden, yani insanın kaçan
fırsatları telâfi etmek için ölümünün geciktirilmesini isteme anı gelmeden
infak etmelidir. Ayet-i kerime, bu umumi ifadesiyle haccın edası fevri (farz
olduğu sene eda edilmelidir) diyen cumhura göre hacca şâmil değildir.
4-
İbni Abbas "ölümümü
geciktirsen..." ayeti hakkında şöyle dedi: Bu ayet-i kerime tevhid ehli
için en çetin ayettir, çünkü ahirette, Allah'ın nez-dinde nail olacağı nimetin
daha hayırlı olduğunu bilen hiç kimse dünyaya dönmeyi veya ölümünün
geciktirilmesini temenni etmez. Alimler şehidi bundan istisna etmişlerdir.
Çünkü o gördüğü izzet ve ikram sebebiyle tekrar öldürülmek için geri dönmeyi
temenni eder.
5- Allah Tealâ iyi ve kötü
kulların yaptığı her şeyden haberdardır, hiçbir şey O'na gizli olmaz. Hayır
veya şer, herkese yaptığının karşılığını verecektir.
[20]
[1] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/465.
[2] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/465.
[3] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/465.
[4] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/466-467.
[5] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/467.
[6] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/467-469.
[7] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/469-471.
[8] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/472
[9] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/472-473.
[10] Bu hadisi Tirmizi de rivayet
etmiş ve "Bu, sahih hasen bir hadistir." demiştir.
[11] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/473-474.
[12] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/474-475.
[13] Razî, XXX/15.
[14] Kurtubî, XVIII/129.
[15] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/475-477.
[16] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/477.
[17] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/478.
[18] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/478-479.
[19] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/479-480.
[20] Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/480.