Bu sûre, oniki ayet
olup, Medenî'dir.[1]
"Ey peygamber,
kadınları boşayacağınız vakit, iddetlerine doğru boşaym. O iddeti de sayın.
Rabbiniz Allah'dan korkun, onları, evlerinden çıkarmayın. Kendileri de
çıkmasmlar. Apaçık bir kötülük yapmış olmaları müstesna... Bunlar, Allah'ın
sınırları (kanunlarıdır). Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine
zulmetmiş olur. Bilemezsin belki Allah bunun arkasından, bir başka durum peydah
ediverir" (Talak, 1).[2]
Bu sürenin, Önceki
sûreyle münasebeti şudur: Allah Teâlâ, o sûrenin başında, "Mülk O'nun,
Hamd O'na aittir ve O herşeye kadirdir" buyurmuştur. Mülk, nizamının
sağlanacağı bir şekilde üzerinde tasarruf edilmeye muhtaçtır. Hamd de, bu
tasarrufun, üzerlerinde tasarruf edilenler için, âdilâne ve lütufkârane
yapılmasına ve böyle bir tasarruftan menedeceklerin üstesinden gelinebilmesine
muhtaçtır. 8u sûredi ilgili hükümlerin anlatılması, işte hakkında herhangi bir
düşünceye dalmaya ihtiyaç bırakmayacak bir biçimde, bütün bu hususlara muhtaç
olunacağını kapsamaktadır. Binâenaleyh işte bu yönden, bu sûrenin, geçen sûre
ile alâka ve irtibatı vardır.
Bu sûrenin başı ile o
sûrenin sonu arasındaki ilgi ve münasebet de şöyledir: Allah Teâlâ, o sûrenin
sonunda, "gaybı ve aşikârı bilen" ifadesiyle, ilminin mükemmelliğine,
bu sûrenin başında da, kadınların yararına olan ve boşanmalarıyla ilgili
hükümleri mükemmel bir biçimde bildiğine temas etmiş, böylece o küllî (genel)
ifadelerini, bu cüz'î (Özel) konularla adeta açıklamıştır.[3]
Cenâb-ı Hakk, "Ey
peygamber, kadınları boşayacağınız vakit..." buyurmuştur. Enes (r.a)'dan
şu rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Hatsa (r.a)*yı boşadı.
O da ailesine gitti. Bu ayet işte bunun üzerine nazil oldu. Şöyle de denmiştir:
"O, çok namaz kılıp, çok oruç tutan bir hanım olduğundan Hz. Peygamber onu
tekrar nikahlamıştır." Binâenaleyh Hz. Hafsa (r.a)'nın evinden çıkıp, baba
evine gitmesi üzerine bu ayet nazil oldu. Hz. Peygamber (s.a.s) onu boşadığı
zaman, Allah Teâlâ işbu "kendileri de (evlerinden) çtkmasmlar"
ayetini inzal etti."
Kelbî "Hz.
Peygamber (s.a.s), Hz. Hafsa (r.a)'ya bir sır söyledi. O da onu, Hz. Aişe
(r.a)'ye anlattığı için, Hz. Peygamber (s.a.s) öfkelenip, Hz. Hafsa (r.a)'yı
boşadı Bunun üzerine bu ayet nazil oldu" demiştir.
Süddi ise, bu ayetin
hanımını hayızlı iken boşadığı için, Abdullah b. Ömer (r.a hakkında nazil
olduğunu söylemiştir ki bu hadise meşhurdur. Mukâtll de şöyle der "Bir
takım kimseler de, Abdullah b. Ömer'in yaptığını yaptılar. Bunlar, Amr b. Sa'îd
b. el-As ve Utbe b. Gazvân'dır. İşte bu ayet, bunlar hakkında nazil oldu."[4]
Hak Teâlâ'nın hitabı hakkında şu iki izah yapılabilir:
a) Cenâb-ı
Hakk, peygamberine nida etmiş, sonra da, önderleri olduğu için, onur ümmetine
hitaben, "Kadınları boşayacağınız vakit..." buyurmuştur. Binâenaleyh
Peygamber (s.a.s)'e, çoğul sigasıyla hitab edildiğinde, ümmeti, bu hitabın
içine dahi olur. Ebû İshâk şöyle der: "Bu hitab, Hz. Peygamber
(s.a.s)'edir. Mü'minler de bı hitabın muhtevasına dahildirler."
b) Ayetin takdirî
manası, "Ey Peygamber,
ümmetine, "Hanımlarınız
boşayacağınız vakit, şöyle şöyle yapın" de" şeklindedir. Buna göre,
ayette, mukadde bir (de) kelimesi var.
Ferrâ ise "Cenâb-ı Hak, hitabı sadece Hz. Peygambe' (s.a.s)'e yapmış, ama
hükmü herkese teşmil etmiştir. Nitekim sen, aslında gruba hitap kasdıyla
muayyen bir şahsa: "Yazıklar olsun. Allah'dan korkup-utanmaz mısınız k sen
ona ve onun ehl-i beytine gidiyorsun" dersin. "Boşayacağınız
vakit" ifades "boşamak istediğiniz zaman" demek olup, tıpkı,
"Namaza kalktığınızda" (Maide, 6) ayeti gibi olup bu, "Namaz
kılmak istediğinizde..." demektir. Bu husustaki izah daha önce geçmişti.[5]
Cenâb-ı Hak, "Iddetlerine doğm
boşayın" buyurmuştu' Abdullah (b. Mes'ûd) (r.a) şöyle der: "Bir
kimse hanımını boşamak istediğinde, om içinde onunla cinsî münasebette
bulunmadığı bir temizlik döneminde boşardı." B Mücâhidin de görüşüdür.
İkrtme, Mukâtil ve Hasan el-Basrî de "Allah Teâlâ kocalara, hanımlarını
boşamak istediklerinde, İçinde cinsî
münasebette bulunmadıkları bir temizlik dönemi içinde boşamalarını
emretmiştir. Bu, Hak Teâlâ'nın "iddetlenne doğru" buyruğundan
anlaşılmaktadır. İfade, "iddet zamanlannt doğru demektir. Bu zaman da,
ümmetin icmâı ile, kadınının temizlik dönemidir"[6]
Ayetteki
"iddetlerine doğru" ifadesine, "iddetlerini ortaya koymak
için..." manası da verilmiştir. Bir gurup müfessir yine, "iddetlerine
doğru boşamak", kadını, temiz olduğu dönemde cima etmeksizin
boşamaktır" demiştir. Velhasıl temizlik döneminde boşamak gereklidir. Aksi
halde yapılan boşama, "sünnî" (sünnete uygun) talak olmaz. Sünnî
talak ise, ancak hayızdan kesilmiş ve hamile olmayan fakat, kendisi ile cinsî
münasebette bulunulmuş, balığa (akıl-baliğ) kadınlar için düşünülebilir.
Küçük olan, cinsî
münasebette bulunulmamış olup, hayızdan kesilmiş ve hamile kadınlar için, ne
"sünnî" ne de "bid'i" (bidata uygun) talak olmaz. Bunlar,
iddetlerini "kur' " (hayız-temizlik) dönemlerine göre beklemezler.
Çünkü talakın sayısında, Şâflî mezhebine göre, sünnet ve bidat diye birşey
yoktur. Hatta bir kimse hanımını bir temizlik döneminde üç talakla boşasa, bu
"bid'i" olmaz.
Fakat Iraklılar
(Hanefîler) bu görüşte değildirler. Çünkü onlar, "Talakın (boşamanın)
sayısında sünnet olanın, kişinin, her bir temizlik döneminde, ayrı bir talak
vermesidir" demişlerdir. "Nazm" sahibi de, ayetteki
"iddetlerine doğru boşayın" ifadesinin, talakın sıfatı olduğunu
söyleyerek der ki: "Bu nasıl böyle olmasın. Çünkü lâm, şöyle çeşitli manalara
gelir:[7]
1) İzafet
için...Bu, lâm harf-i cerrinin asıl manasıdır.
2) Sebep ve
illeti göstermek için 'Allah rızası için sizi yedirip içiriyor uz" (insan,
9) ayetinde olduğu gibi...
3) İndinde,
esnasında manasına "Güneşin kayması
esnasında..." (isra, 76) ayetinde olduğu gibi.
(4) (de - da) manasına. "Haşr'm başlangıcında..." (Haşr, 2)
ayetinde olduğu gibi. İşte tefsir ettiğimiz ayettte de bu son manadadır. Çünkü
ayetteki bu ifade, "Onları iddetleri içinde boşayın" yani
"iddetlerine elverişli bir zaman içinde boşayın" manasınadır.
Keşşaf sahibi de,
ayetteki bu ifadeyi, "iddetlerinin başında boşayın" manası vermiştir.
Bu tıpkı arabın "Ona, Muharrem ayından geri kalan bir geceyi karşılarken
geldim" demesi gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s), bu ifadeyi, şeklinde de okumuştur.
Binâenaleyh kadın, "kur* "larından, ilkinden önceki temizlikte
boşandığında, iddetini karşılayacak şekilde boşanmış olur. Bundan da maksad, o
kadınların, kendileriyle cinsî münasebet yapılmamış bir temizlik döneminde
boşanıp, bu hallerini iddetleri bitinceye kadar korumaları kastedilmiştir. İşte
boşanmanın en güzeli, en "sünnî"si ve pişmanlıktan en uzak olanı
budur.
Bunun delili, İbrahim
en-Nehfiî'den rivayet edilen şu husustur: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in
ashabı, hanımlarını, sünnete uygun olarak, bir talakla boşamayı tercih
ederlerdi. Sonra da bu talakın iddeti bitinceye kadar, başka talak
vermezlerdi." Ashab nezdinde, en sevimsiz görülen boşama şekli ise, bir
kimsenin, üç talakla birden hanımını boşaması idi.
Malik b. Enes de,
"Ben, talak'ın birer birer verilmesinden başka yol tanımıyorum' demiş ve
ister birden, ister ayrı ayrı olsun, üç talakla boşamayı, kerih görmüştür
Ebû Hanlfe ve
arkadaşlarına gelince, bunlar, bir temizlik döneminde, birden fazla talak
vermeyi kerih görmüşlerdir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, İbn Ömer'e hanımını
hayızlı iken boşadığı için, "Allah'ın sana emri böyle değildir. Sünnete
uygun olan. o kadım, temizlik döneminin başında olarak boşaman ve onu her
"kur' "da, bir talakla boşamandır" dediği rivayet edilmiştir. Şafiî'ye
göre ise, üç talakın birden verilmesinde bir beis yoktur. Şafiî, "Talakın
sayılan hususunda, ne "sünnî", ne de "bid'i" herhangi bir
şey tanımıyorum. Hepsi mubahtır. Binâenaleyh talakın sünn? olabilmesi için, bir
tane olması ve vaktini gözetmen gibi birşey yoktur" demiştir. Ebû Hanlfe,
hem talakın ayrı ayrı verilmesine, hem de vaktine riayet ederken, Şafiî sadece
vakti (yani temizlik içinde boşamayı) nazar-ı dikkate almıştır.[8]
Cenâb-ı Hak, "O iddeti de sayın" buyurmuştur.
Bu, "O kadının "kar' "larını sayın; o kar' lan ve iddet içinde
vacib olan hak ve hükümleri gözetin. Günlerin sayısını bizzat tesbit edin,
sağlama bağlayın. Sayacağınız şeyler hayızların sayısıdır" demektir. Bu
saymanın kocalara emredilişiyle ilgili, şu iki izah yapılabilir:
1) Bu,
hakların ve geçimin, kendilerinin ayrılmaz vasfı olanların, kocalar olmasından
ötürüdür.
2) İddet içerisinde, coluk-çocuğu korumak için... Ayetle ilgili şöyle
birkaç bahis var:
Birinci Bahis:
Talaka, "sünnî" ve "bid'i" diye adlar verilmesinin hikmeti
nedir? Deriz ki: Talaka "bld'l" adı verilmiştir. Çünkü kadın hayızlı
iken, talak verildiğinde, bu hayıztı günlerini, iddetinden sayamayacak; aksine
iddeti üç kar' dan fazla olacak; böylece iddet uzayacak ve adeta dört kar'
olacak, hem sonra o kadın; esnasında boşandığı o hayız döneminde sanki
muallakta kalmış gibidir (yani ne boşanmış gibi, ne evli gibidir). Akıl,
kişileri zarara sokmayı hoş görmez. Kadın, içinde cinsî münasebette bulunulmuş
bir temizlik döneminde boşanması halinde; erkek bu münasebetten bir çocuğun olup
olmayacağından emin değildir. Eğer bir çocuk olacağını bilirse, onu boşamaz. Bu
böyledir. Çünkü erkek, aralarında bir çocuk olmadığı zaman, hanımını daha kolay
boşar. Ama kendisinden bir çocuğa hamile olması halinde, bunu arzu etmez.
Doolayısıyla koca hanımını, onunla cima ettiği bir temizlik döneminde karısının
hamile olmadığı düşüncesiyle onu boşar, sonra onun gebe olduğunu anlarsa pişman
olur. Binâenaleyh kocanın, o kadını hayızlı İken boşamasında kadın için; içinde
cinsî münasebette bulunduğu ve bu münasebetten ötürü de hamile kaldığı bir
temizlik döneminde boşamasında da koca için bir kötülük vardır. Dolayısıyla
kadın, kendisiyle cinsî münasebette bulunulmamış bir temizlik döneminde
boşanırsa, hu İki husustan da uzak durulmuş olur. Çünkü kadın, kocasının
kendisini boşadığı ano. ı itibaren iddet beklemeye başlar ve bu bekleyiş, üç
"kar' " sürer. Erkek de, o kadının kendi çocuğuna hamile olmadığına,
zahiren de olsa emin olur.[9]
İkinci Bahis:
Sünnete muhalif olarak verilen talaklar, bir boşanma sayılır mı? Deriz ki:
Evet, sayılır, fakat günahtır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, huzurunda
hanımını üç talakla boşayan bir kocaya, "Daha ben aranızda iken, Allah'ın
kitabıyla oynuyorsunuz öyle mi?" dediği rivayet edilmiştir.[10]
Üçüncü Bahis: Küçüklüğünden
veya yaşlılığından, yahut da başka sebeplerden ötürü, hayız görmeyen kadınlar,
sünnî talakla nasıl boşanır? Deriz ki: Küçük, hayızdan kesilmiş ve hamile
kadınların Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre, talak, üçer aydır (aylara göre
ayarlanır). İmam Muhammed ve Züfer ise şöyle demişlerdir: "Sünnî talak,
ancak bir boşamayla yapılan talaktır" demişlerdir. Kendileriyle cinsî
münasebette bulunulmamış kadınlar ise, sünnî olarak, ancak bir taiakla
boşanılırlar. Bunda talak verilmesi için vakit gözetilmez (hayızlı veya temiz
olmasına bakılmaz).
Dördüncü Bahis:
Cinsî münasebette bulunulmuş bir kadının bir talakla, fakat "bâin"
olarak boşanması mekrûn mudur? Deriz ki: Âlimlerimizden bu hususta gelen
rivayetler (görüşler) farklıdır. Fakat görünen odur ki bu mekruhtur.[11]
Beşinci Bahis:
"Kadınları boşayacağınız vakit" ifadesi, hem kendisiyle halvet
yapılmış, hem hayız görüp, halvet yapılmayanları, hem hayızdan kesilmişleri,
hem hayız görmeyecek kadar küçük olanları, hem de hamile kadınları içine alan
genel bir ifadedir. Öyle ise bu ifadeyi sadece hayız gören ve kendisiyle cinsî
münasebette bulunulmuş kadınlara has kabul etmek nasıl doğru olabilir? Deriz
ki: Burada ne umumîlik, ne de hususîlik söz konusu değildir. Fakat "nisa"
{kadınlar) sözü, insanların dişilerine verilen bir cins isimdir. Bu manada
cinsiyyet ise, hem hepsinde, hem bir kısmında vardır. Binâenaleyh buradaki
"kadınlar" ifadesiyle hem bunlar, hem onlar kastedilmiş olabilir.
Binâenaleyh peşisıra, "(Onları) iddetlerine doğru boşaym" denilince,
"kadınlar" ifadesinin, onlardan bir kısmı hakkında kullanıldığı
anlaşmış olur. Bunlar da hayız gören ve "medhûlün bihâ" (halvet
yapılmış) kadınlardır. Keşşaf sahibi de bunu aynen zikretmiştir.
Cenâb-ı Hakk daha
sonra, "Rabbiniz Allah'dan korkun. Onları evlerinden çıkarmayın. Kendileri
de çıkmasmlar. Apaçık bir kötülük yapmış olmaları müstesna... Bunlar, Allah'ın
sınırlarıdır. Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendisine zulmetmiş
olur. Bilemezsin, belki Allah bunun arkasından bir iş peydah ediverir"
buyurmuştur.
Mukâtil, ayetteki,
"Allah'dan ittikâ edin" ifadesine, "Allah'ı sayın. Binâenaleyh
emirleri hususunda O'na isyan etmeyin" manasını vermiştir.[12]
ifadesi,
"bosadığınız o hanımları, boşamadan önce beraberce oturduğunuz o evlerden
çıkarmayın" demektir. Binâenaleyh o evler, boş olur da, kadın oraya dönüp
gelmek isterse, kocalara, satın alma, kiralama ve benzeri yollarta. başka evler
bulma hususunda kadınlara yardımcı olmaları gerekir. Kadınlara da, Allah hakkı
için, o evlerden çıkmamak düşer. Fakat görünen bir zaruret hali olması
müstesna... Binâenaleyh kadın gece ve gündüz (zaruret olmaksızın) bu evden
çıkarsa, bu çıkış haram olur. Fakat iddet devam eder.[13]
Cenâb-ı Hak,"Apaçık
bir kötülük yapmış olmaları müstesna..." buyurmuştur. İbn Abbas (r.a),
"Buradaki "fahişe" (kötülük) kelimesiyle, "zina
etmeleri" kastedilmiştir. Dolayısıyla bu kadınlar kendilerine zina
cezasının uygulanması için, evlerden çıkarlar" demiştir. Dahhâk ve çoğu
âlimler, "O halde bu görüşe göre, ayetteki "fahişe" kelimesi,
"zina etmek" manasınadır" demişlerdir. İbn Ömer (r.a), bu
ifadeyle, kadınların, iddetleri bitmezden önce o evden çıkmaları hususunun
kastedildiğini söylerken; Süddî ve diğer kalanlar, bu ifadeyle, "apaçık
isyan"ın yani "geçimsizliğin" kastedildiğini söylemişlerdir. İbn
Abbas (r.a)'ın bu kelimeye "O kadınların edepsizce davranmaları ve
konuşmaları müstesna..." manasını verdiği de rivayet edilmiştir. Dolayısıyla
o kadınların huysuzluklarından ve edepsizliklerinden ötürü o evlerden
çıkarılmaları mubah olur. Bu sebeple de, kocaların, onları evlerinden çıkarma
hakkı vardır
Ayetle ilgili şöyle
birkaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
Eşler, bu "süknâ" (mesken) hakkını, karşılıklı anlaşma ile kaldırabilirler
mi? Deriz ki: Karı-kocalığın sürdüğü zamanlarda, kocaya farz olan mesken,
sadece kadın için bir haktır. Dolayısıyla kadının tek başına bunu ibtâl etme
hakkı vardır. Bunun izahı şöyledir: Eşler, nikâh) sürdürdükleri müddetçe,
maksadları iyi geçinmek ve biribirlerinden istifade etmektir. Hem sonra bu
maksadın tastamam yerine getirilebiimesi için, kadının, kocanın ona ihtiyacı
olduğu zamanlarda kocası için hazır halde olmasıdır. Bu ise, ancak kocanın,
yemesi-içmesi, katığı, giyeceği ve evi gibi nafakası hususunda o kadına yeterli
olduğunda söz konusudur. Ki bütün bunlar sayesinde biraz önce bahsettiğimiz
istifadelerin tam ve mükemmel olduğu vasıtalar zincirine dahildirler.
Hem sonra, bundan da
öteye, suyun (meninin yani neslin) ve benzeri şeylerin korunma hakkı (ve
vazifesi) vardır. Binâenaleyh boşanma olduğunda, temei istifade unsuru ortadan
kalkmış olur. Bu istifadenin ortadan kalkması ise, kadından ötürü kocaya
gereken vasıtaların (vazifelerin) ortadan kalkması iledir. Dolayısıyla da erkek
suyunu (menisini-soyunu) muhafaza etme ihtiyacını hisseder. Bu sebeple de, onu
muhafaza etme işi temel unsur olur. Böylece de, muhafaza işinin gerekmesi
yüzünden, bunu sağlayacak vasıtalar (vazifeler) gündeme gelir.
Çünkü bunun temeli,
bir meskene varıp dayanır. Çünkü o muhafaza, ancak mesken ile sağlanır.
Dolayısıyla bu durumda mesken, evlilik sebebiyle o kadına tahsis edilmiş birşey
olmaz. "Suyu koruma", hukukullah (Allah'ın hakları) cümlesinden ve
karı-kocanın karşılıklı anlaşıp düşüremeyecekleri şeyler cümlesindendir. Bu
sebeple, kocası istese bile kadın o evden çıkamaz. Yine kadın istese bile
kocası onu ordan çıkaramaz. Ancak o evin yıkılması yahut, evi gasbedenin
çıkarması, yahut evin kira müddetinin sona ermesi durumunda, evden taşınma;
yahut bir fitne, bir sel, bir yangın yahut da canı tehlikeye düşürecek birşey
korkusu durumu müstesna... Binâenaleyh kendisinden ötürü kadın evden çıkmasına
sebep bu şeyler son bulduğunda, kadın tekrar oraya döner.[14]
İkinci Bahis: Cenâb-ı
Hakk, "Rabbiniz Aliah'dan korkunuz" demiş de, sadece "Allah'dan
korkun" dememiştir (niçin)? Deriz ki: Böyle söylemesinde, öbür türlü
söylemesinde bulunmayan beliğ bir incelik vardır. Çünkü "Rab"
kelimesi, o kimselerin, çeşitli ortamların son derece mükemmel bir biçimde
sağlanması ile, in'am ve ikram demek olan terbiyenin (rububiyyetin) meydana
geldiğine dikkatlerini çekmektedir. Dolayısıyla bu eğitmenin elden kaçırılacağı
endişesiyle insanlar, alabildiğine ittika (endişe) duyarlar.
Üçüncü Bahis:
Bu ayette, hem kocaların kadınları o evlerden çıkarmalarından, hem de
kadınların kendiliklerinden çıkmalarından bahsedilmesinin hikmeti nedir? Deriz
ki: "Kocaların çıkarmaları", kocaların onları, kendilerine
kızdıkları, beraber oturmayı istemedikleri, yahut da kendilerinin o eve
ihtiyaçları olmasından ötürü çıkarmamaları, istemeleri halinde ise, kadınların
çıkmasına müsaade etmemeleri manasınadır. Bu, erkeklerin, yasağın kalkması
hususunda izinlerinin geçersiz olduğunu bildirmek içindir. Kadınlar da,
isteseler bile, o evden kendiliklerinden çıkamazlar.
Dördüncü Bahis:
(...mübeyyenetin) şeklinde de okunmuştur. Bu kelimeyi kesre ile ,
"mübeyyinetin" şeklinde okuyana göre bunun anlamı, "Bu
fahişe hayasızlık" hakkında
düşünüldüğünde, onun bir "fahişe hayasızlık" olduğu ortaya çıkar
demek olur. Fetha ile, "mübeyyenetin" şeklinde okuyanlara göre manası
ise, "Onun bir hayasızlık olduğu kanıtlanmış, tesbit edilmiş..."
şeklinde olur.[15]
Cenâb-ı Hak,
"Bunlar, Allah'ın sınırlandır" buyurmuştur. "Hudûd", meselâ
yasaklar gibi, aşılamayan, yapılamayan engeller anlamındadır. Gerçekte
"hadd" ise, bir şeyin kendisine varıp dayandığı son nokta-çizgi
demektir. Mukâtil, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kelime ile, bahsi geçen "sünnî
talak" ve diğer hükümleri kastettiğini söyler.
Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın sınırlarını
asarsa..." buyurmuştur ki, bu, "sünni talak1' ile boşamayan ve
iddetinden sayılabilecek bir halde İken boşamayan (yani hayızlı iken boşayan)
kimseler hakkında bir tehdittir.
Ayetteki,
"Şüphesiz kendisine zulmetmiş olur". "Kendisini zarara sokmuş..."
demektir. Mana, "Kim, Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu sınırları aşarsa,
kendisini, Rabbinin koymadığı bir mevkie koymuş, oraya yerleştirmiş
olur..." şeklinde de olabilir. Çünkü "zulüm", bir şeyi,
bulunması gerekli olan yerden başka bir yere koymaktır.
Cenâb-ı Hak,
"Bilemezsin, belik Allah bunun arkasından yeni bir durum peydah
ediverir..." buyurmuştur. İbn Abbas, "Cenâb-ı Hakk bu ayetle
kişînin.verdiği talaktan ötürü pişmanlık doyacağını ve iddeti içinde hanımına
dönmeyi arzulayacağını kastetmiştir" demiştir. Ki bu, boşamada müstehap
olanın, talakları ayrı ayrt vermek olduğunun bir delilidir. Ebû İshâk da,
"Bir kimse, aynı anda hanımın üç talak ile boşarsa, bu durumda Cenâb-ı
Hakk'ın, "Belki Allah bunun arkasından bir iş peydah ediverir..." ifadesinin
bir manası kalmaz..." demiştir.[16]
"Sonra,
müddetlerini doldurdukları zaman, onları, ya güzellikle tutun, yahut güzellikle
kendilerinden ayrılın ve içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun.
Şahitliği, Allah için dosdoğru edâ edin. işte bu, Allah'a ve ahiret gününe iman
etmekte olanlara verilen öğüttür. Kim, Allah'tan korkarsa, Allah ona bir başka
kapı açar, onu ummadığı bir cihetten rızıklandırır. Kim, Allah'a güvenip
dayanırsa O, kendisine yeter. Şüphesiz ki Allah, emrini yerine getirendir. Allah
her şey için bir ölçü tayin etmiştir" (Talak, 2-3).
Cenâb-ı Hak,
"Sonra müddetlerini doldurdukları zaman..." buyurmuştur ki bu,
"o kadınlar, iddet zamanlarının bitimine yaklaştıklarında..." demek
olup, "iddet zamanları bittiğinde..." demek değildir. Binâenaleyh,
burada "zamanın gelmesi, ulaşması" ile kastedilen, bu zamanın bizzat
gelmesi değil, yaklaşmasıdır ki, bunun tefsiri daha önce geçmişti. Keşşaf
sahibi şöyle der: "Bu ifadeyle, "iddetin sonu ve bitişi ile yüzyüze
gelinmesi" kastedilmiştir. Şu halde, şimdi siz, muhayyersiniz. İsterseniz
ric'at eder (kadına döneksiniz, isterseniz, iyilikle onu boşarsınız. İsterseniz
de, ric'atı da ayrılmayı da terkedersiniz..." manası kastedilmiştir.
Zararın devam ettirilmesi ise, erkeğin o kadına iddeti bitiminde müracaat edip,
sonra da hem iddeti uzatmak, hem de o kadına işkence etmek ve onu cezalandırmak
için yeniden boşanmak şeklinde olur.[17]
Cenâb-ı Hak, 'Ve
içinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit tutun..." buyurmuştur. Bu,
"o erkeklere, hem boşarken hem de kadınlarına yeniden dönerken, adil
kimseleri şahit tutmaları emrolunrnuştur.." demektir. Bu şahit tutma işi,
Cenâb-r Hakk'ın, "Alışveriş yaptığınızda şahitler tutun..." (Bakara.
282) ayetinde de olduğu gibi, Ebû Hanifeye göre menduptur. Şafiî'ye göreyse,
karısına yeniden dönerken farz; ayrılırken ve onu boşarken ise mendubtur.
Şahit tutmanın
faydaları şu şekilde sıralanmıştır. Bir kere, aralarında karşılıklı bir
inkârlaşma meydana gelmez. Erkek, o kadını iyilikle salıverdiği hususunda
töhmet altında tutulmaz. Eşlerden biri ötüp de geriye kalanın vâris olması
için, evliliğin sürdüğünü iddia etmemesi.. Yine bu şahit tutma işinin, ihtiyata
binâen emrolunduğu zira, kadın, kocasının kendisini tekrar nikahladığını inkâr
edip, böylece iddetinin son bulduğunu ve başka bir kocayla evlenmek istemesini
önlemek için olduğu ifade edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hakk, şahit olacak kimselere hitap ederek, "Şahitliği dosdoğru edâ
edin..."buyurmuştur ki, bunun ne demek olduğu daha önce geçmişti.
Cenâb-ı Hak, "Kim
Allah'tan korkarsa, ona bir çıkış yeri ihsan eder..." buyurmluştur. Şa'bî,
bu ayete, "Kim iddetine doğru boşarsa, Allah Teâlâ bu kimse için, onun,
kadına yeniden dönmesine bir yol halkeder" derken, başkaları da bu
ifadeye, "İnsanlara zor gelen bütün şeyler hususunda bir çıkış yolu
yaratır.." anlamı vermişlerdir. Kelbî de, "Kim, musibetlere
sabrederse, Allah o kimseye, cehennemden kurtulup cennete götüren bir çıkış
yolu ihsan eder..." manasını vermişlerdir.
Bu ayet Hz. Peygamber
(s.a.s) nezdinde okunduğunda, Hz. Peygamber, "Dünya şüphelerinden, ölüm
sekerâtından ve kıyamet gününün sıkıntılarından bir çıkış yolu ihsan
eder..." buyurmuştur.[18]
Müfessirlerin çoğu
şöyle demlişlerdir: Bu ve devamı olan ayetler, Avf İbn Mâlik el-Eşcaî hakkında
nazil olmuştur. Düşmanlar, oğlunu esir almışlardı. Derken, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e gelir, bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e anlatır ve ihtiyacını ona arzeder
de, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Allah 'tan kork, sabret ve
"La havle ve la kuvvete illâ billâh..'." cümlesini söylemeye devam
et.. "[19] der, adam da böyle yapar.
Bir gün, evde iken oğlunu karşısında bulur, zira oğlu düşmanların elinden
kurtulmuş, derken bir deve sürüsüne rastgelmiş ve onu da sürüp babasına
getirmişti.
Keşşaf sahibi de şöyle
der: "Babası evde bulunduğu bir sırada, oğlu kapıyı çalar. Yanında da yüz
deve getirmişti. Öyle ki, düşmanlar bu develeri görememişler, o da bunları
sürüp getirmişti.. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, ".. onu ummadığı bir cihetten
rızıklandırır.."ifadesiyle anlatılan bu husustur." Şöyle de
denebilir: "Kim Allah'tan korkar, helâl kazancı tercih eder ve ailesine
(onun huysuzluğuna) karşı sabrederse, eğer bir sıkıntısı varsa, Allah onun bu
sıkıntısını giderir ve onu, ummadığı bir yerden rızıklandırır.."
Yine, Keşşaf sahibi,
ayetteki, "kim Allah'tan ittikâ ederse.." ifadesinin, biraz önce
geçen "talâk"ın sünnî (sünnete uygun) bir şekilde verilmesini tekid
eden bir cümle-i itirâziyye olduğunu söylemiştir.
Cenâb-ı Hak, "Kim
Allah'a güvenip dayanırsa, O, kendisine yeter.." buyurmuştur ki, bu,
"Kim, kendisini gelip bulan (musibetler) hususunda Allah'a güvenirse,
Allah onu üzen bu şeyler hususunda ona yeter.." demektir. İşte bundan
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) "Kim insanların en güçlüsü olmak isterse
Allah'a dayansın, tevekkül etsin.." buyurmuştur. ifâdesi, izafet ile şeklinde okunmuştur ki, bu ifadenin manası,
"emrini infaz eden, yerine getiren" şeklindedir. Mufaddal ise, bu
ifâdeyi şeklinde okumuştur. Ki bu
durumda Mufaddal, ifâdesini 'nin haberi
kılmış, ifadesini de hâl tutmuş olur. İbn Abbas da, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadesi
ile, bunun bütün mahlukat hakkında böyle olacağını kastettiğini söylemiştir ki,
buna göre mana "Allah, sizin hakkınızda dilediği hususlarda emrini
ulaştıracaktır" şeklindedir.
Cenâb-ı Hak,
"Allah her şey için bir ölçü tayin etmiştir..." buyurmuştur. Ki,
buradaki ijJü kelimesi ve anlamlarında olup, bu, Allah'a tevekkül etmesi ve
işleri O'na havale etmenin gerekliliğini beyan eden bir ifadedir. Kelbî ve
Mukâtil ise bu ifadeye, "Sıkıntı ve refaha dair bir şeyin, Cenâb-ı Hakk'ın
takdir ettiği bir noktaya varıp dayanacağı, ne bir an önce ne de bir an sonra
vaki olamayacağı bir zamanı vardır.." şeklinde mana vermişlerdir. İbn
Abbas da, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, "Meşîetimle yarattığım her şeyi
takdir ettim.." manasını kastettiğini söylemiştir.
Ulemânın ekserisine
göre, ifâdesine kadar bir ayet, Buradan
ijii ifadesine kadar da diğer bir ayettir. Kûfelilere ve Medinelilere göre ise,
tümü bir ayettir. Bu ayette "Kadınların hallerini görüp gözetmedeki
takvanın, mala (zenginliğe) varıp dayandığı" hususunda bir nükte
bulunmaktadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hakk, "Kim Allah'tan korkarsa, ona
yeni bir kapı açar" buyurmuştur ki, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onlar
fakir iseler, Allah onları fazlıyla zenginleştirir.,"(Nur,32) ayeti
gibidir.
İmdi eğer,
"Cenâb-ı Hakk'ın, 'Kim Allah a dayanırsa, O ona yeter" ifadesi,
rızık, yiyecek elde etmek için çalışıp çabalamanın gerekmediğine; "Cuma
namazı ifa edildiği (bittiği) zaman yeryüzüne düğüm ve Allah'ın lütfundan isteyin.,
"(Cum'a, 10) ayeti ise savaşmanın gerekliliğine delalet etmektedir. Bunlar
nasıl telif edilir? Biz deriz ki: Cum'a Süresindeki ayet, bunun gerekliliğine
delalet etmez. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifadeleri, daha önce de geçtiği gibi,
mübahlık içindir. İbâha ise, mecburilik, "muhayyerliğe" ters düştüğü
için çalışıp çabalamaya ihtiyaç duymaya ters düşen şeylerdendir.[20]
"Kadınlarınız
içinde (artık) adetten kesilmiş olanlarla, henüz adetini görmemiş bulunanların
iddetleri de, eğer şüphe ederseniz, onların iddeti üç aydır. Hamile kadınların
iddetleri ise, yüklerini vaz etmeleri (doğurmalarıdır). Kim, Allah'tan
korkarsa, O, kendisine her işinde bir kolaylık verir, işte bu, Allah'ın size
indirdiği emirdir. Kim Allah'tan korkarsa, O, onun kusurlarını örter, onun
mükâfaatmı büyütür" (Talak, 4-5).
Cenâb-ı Hakk, Bakara
Sûresi'nde, hayız gören; kocası ölmüş kadınların iddetlerini bildirmiş, burada
da, orada bahsetmediği diğer kadınların iddetlerinden bahsetmiştir. Rivayet
olunduğuna göre Muâz b. Cebel, "Ey Allah'ın Resulü, biz hayız gören
kadınların iddetinin ne olduğunu Öğrendik. Peki, hayız görmeyenlerin iddeti
nedir?"
deyince, Cenâb-ı Hak,
işbu ayetini indirdi.
Cenâb-ı Hak,
"eğer şüphe ederseniz..." buyurmuştur ki bu, "Eğer, hayız görmedikleri
o iddet içinde onların hamile olup olmadıkları şüphesine düşerseniz, işte
bunların hükmü budur, üç aydır" demektir. Bunun, "Eğer, buluğa ermiş
kadınların, hayızdan kesilme yaşına erip ermedikleri hususunda şüpheye
düşerseniz bunun hayız mı yoksa "istihâze kanı mı (hastalıktan dolayı
gelen) olduğunu kestiremezseniz, bunların iddetleri üç aydır. Ulema bu yaşı
altmış ve ellibeş ile sınırlamışlardır.[21]
"Bunların
iddetleri üç aydır.." ayeti nazil olunca da, birisi ayağa kalkarak,
"Ey Allah'ın Resulü, peki hayız görmeyecek derecede küçük olanların iddeti
ne kadardır?" deyince, "henüz adetini görmemiş bulunanlar..."
ayeti nazil oldu.. Ki bu, "Bunlar da, hayızdan kesilmiş yaşlı kadınlar
gibi olup, iddetleri üç aydır.." demektir.[22]
Derken, bir başka
birisi ayağa kalkaraka, "Peki, ey Allah'ın Resulü, hamile kadınların
iddeti ne kadardır?" deyince de, "Hamile kadınların iddetleri ise,
yüklerini vaz etmeleridir (doğurmalarıdır).." kısmı indi. Ki, bunun da
manası, "onların, kocalarıyla aralarındaki şeyin, bağın sona ermesi
hususundaki iddet süreleri, o çocuklarını doğurmalarıdır.." şeklindedir.
Ki bu ifade, her hamile kadın hakkında genel bir ifadedir. Hz. AH (r.a), bu iki
müddetten en uzun süreli olanını nazarı dikkate alır ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Kocası ölmüş kadınlar..."
(Bakara,234) ayetinin hükmünün, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hamile kadınların
iddetleri ise..." ayetinin bu hükmüne giremeyeceğini söyleyerek şöyle demiştir:
"Çünkü, çocukları doğurma işi, ancak boşama iddetinde söz konusu olur.
Dolayısıyla bu, kadın hayız gören bir kadın olup da kocası öldüğünde
bekleyeceği iddete ters düşmez." İbn Abbas'a göre de, kocası ölmüş hamile
kadınların iddeti, iki zamandan en uzun olanıdır.
İbn Mes'ûd ise, şöyle
der: "Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi, yeni başlayan, Cenâb-ı Hakk'ı ifadesine
atfedilmeyen bir cümle olması da mümkündür. Bu ifadenin mübteda olması halinde
bütün iddetleri içine alır." Bunun delili, Sübey'a bint el-Hâris ile
ilgili haberdir. Çünkü o, kocasının ölümünden onbeşgüı, sonra çocuğunu
doğurmuş, Allah'ın Resulü de ona, "evlenebilirsin.." demiştir.
Böylece bu ifade, dört ay on gün geçmeden Önce de, evlenmenin mubah olduğuna
delâlet eder. Hamilenin iddeti ise, her halükârda, çocuğunu doğurması ile sona
erer.
Hasan el-Basrî ise şöyle
demiştir: "Eğer kadın, iki çocuğundan birisini doğurursa iddeti sona erer.
Çünkü Hak Teâlâ "Onların hamlini
doğurmaları" buyurmuş, "Onların hamlerini doğurmaları" dememiş.
Ancak bu doğru değildir. Ayet-i kerime,
şeklinde de okunmuştur.
Ayetteki, "Kim
Allah'tan korkarsa, O, kendisine her işinde bir kolaylık verir" cümlesi,
"Allah, işlerinde o kimseye yardım eder; işlerini ona kolaylaştırır ve
salih amel yapmaya onu muvaffak eder" demektir. Atâ bu ifadeye,
"Allah bu kimsenin dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırır" manasını
vermiştir.
Cenâb-ı Hak, 'İşte bu,
Allah'ın size indirdiği emridir" buyurmuştur. Bu, "O bahsedilen
hükümler Allah'ın size indirdiği emirleridir. Kim O'na itaatta bulunmak
suretiyle, Allah'dan korkar da, Muhammed (s.a.s)'in getirdikleriyle amel
ederse, Allah bu kimsenin, bir namaz vaktinden diğer namaz vaktine kadar ve bir
cum'adan diğer cum'aya kadar işlemiş olduğu günahlarını Örter ve ahirette onun
ücretini bolca verir" demektir ki bu, İbn Abbas (r.a)'ın tefsiridir.
Buna göre eğer,
"Hak Teâlâ, "vaz etmeleri" buyurmuş; ama
"doğurmaları.." dememiştir (niçin)?" denilirse, biz deriz ki:
Hami, kadınların karnında bulunan şeylerin tümüne verilen isimdir. Eğer bu
kimsenin dediği gibi olsaydı, bu kadınların iddetleri, "haml'ferinin bir
kısmını vaz etmeleriyle son bulurdu. Halbuki durum böyle değildir.[23]
"(Boşanan o
kadınları) gücünüzün yettiği kadar, ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında
oturdun. (Evleri), başlarına dar getirmek için, onlara zarar vermeyin. Eğer
onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını verin. Eğer
sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda bu hususta güzelce
müşavere edin. Eğer zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın
emzrinr. (Hali-vakti) geniş ulan. Nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar
verilmiş olanlar do-, nafakayı Allah'in kendisine vurdiği kadarından versin.
Allah hiçtir kimseye, ona verdiğinden fazlasını yükJemez. Allah güçlükten sonra
bir kolaylık İhsan eder" (Talak, 6-7).
Ayetteki, "(Onları)
oturtun" ifadesi ve daha sonra gelenler, "Kim Allah'dan
korkarsa.." (Talak, 5) ayetinde geçen takva (korku) şartını açıklayan
ifadelerdir. Buna göre, sanki, "Boşanmış kadınlar hakkında, nasıl takva
ile muamele edilir?" denilmiş de, bunun üzerine böyle cevap verilmiş.
Keşşaf sahibi şöyle der 'deki
"min" harf-i cerri zâid olup (manada bir tesiri olmayıp), mana
"Siz nerede oturuyorsanız, onları da orada oturtun"
şeklindedir."
Ebu Ubeyde, ifadesine, "vus'atınıza göre"
manasını verirken; Ferrâ, "takatiniz oranında..." manasını vermiştir.
Ebû İshâk da, "Arapça'da "mal sahibi oldum" manasında,
denilir" demiştir. Ayetteki bu kelime, hem vav'ın fethası, hem de
kesresiyle okunmuştur. O halde "vücd", vus' ve takat (güç ve kudret)
demektir.
Ayetteki, ifadesi, "mesken(ler)
ve nafaka hususlarında cimri davranmak ve işi yokuşa sürmek suretiyle, o
kadınlara zarar vermeyi yasaklayan" bir ifadedir.[24]
Hak Teâlâ'nın,
"Eğer onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını
verin" ifadesi, talak-ı bâin ile boşanmış kadının hükmünü beyan eden bir
İfadedir. Çünkü rlc'î talak ile boşanmış kadın, hamile olmasa da, nafakayı
hakeder. Eğer bu kadın üç talak ile boşanmış, yahut "hul' " yapmış
(mal karşılığı boşanmış ise), hamile olması durumu hariç, böylesi kadın için
nafaka yoktur. İmâm Malik ve Şafiî'ye göre de, talak-ı bâin ile boşanmış
kadının, nafaka değil sadece, mesken hakkı vardır. Hasan el-Basrî ve Hammad'dan
rivayet edildiğine göre, Fatıma bintl Kays ile ilgili şu hadisten ötürü,
böylesi kadının ne nafaka, ne de mesken hakkı vardır: "Fatıma'nın kocası,
onu bâin talak (kesin talak) ile boşadı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s),
"Artık senin ne mesken, ne de nafaka hakkın var" buyurdu.[25]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Eğer sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin" ay
"Daha önce de geçtiği gibi, emzirme hakkı ve ücretini verin" demektir
ki bu, "hernekadar o çocuğun doğmasından ötürü gelmiş ise de, süt, o
kadının mülkü olduğunun delilidir. Aksi halde kadın buna karşılık ücret alamazdı.
Bu ifade de aynı zamanda, emzittirme ve nafaka vermenin, çocuklardan ötürü
kocanın; onları tutma, koruma, terbiye etme ve ona kefil olmanın kadının hakkı
oluşunun delili vardır. Aksi halde kadın, ücretin tamamını değil de bir kısmını
alabilirdi.[26]
Hak Teâlâ'nın,
"Aranızda bu hususta güzelce müşavere edin" ifadesine gelince, Ata,
Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki "maruf" ile, lütuf-ihsan, manasını
kastettiğini söyler. Mukâtil ise, bunun, ana-babanın karşılıklı anlaşmalarını
ifade ettiğini söyler. Müberred de bu ifadeye, "Taraflar birbirlerine
ma'rufu emretsinler" manasını vermiş ve ayetteki hitabın, eşlere
(karı-kocaya) olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh buradaki maruf ile, erkeğin
hanımı ve ona vereceği nafaka hakkında kusur etmemesi; kadının da, o çocuk ve
onu emzirme hususunda kusur etmemesi kastedilmiştir. kelimesinin izahı daha
önce geçmişti. Bunun, "Kadının güçlük hissettiğinde, erkeğin, çocuğunu
emzirme hususunda, o kadınla müşavere etmesi" manasına geldiği de ileri
sürülmüştür.
Cenâb-ı Hak "Eğer
(ücret konusunda) zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın
emziriri" buyurmuştur.[27]
Daha sonra da
"(Hali-vakti) geniş olan nafakayı genişliğine göre verir" ifadesiyle,
bu infakın miktarını beyan etmiş. Hali-vakti yerinde olanlara, emziren
kadınlara buna göre davranmalarını, ücretini ona göre vermelerini; hali-vakti
yerinde olmayanlara da, hallerine göre ücret vermelerini emretmiştir. Bu,
tıpkı, "Zengin olan kudretince, darda bulunan halince... "(Bakara.
236) ayeti gibidir.
Cenâb-ı Hak,
"Allah hiçbir kimseye ona verdiğinden yani ona verdiği rızıktan fazla
mükellefiyet yüklemez" buyurmuştur. Süddî bu ifadeye, "Allah, fakiri
zengini tuttuğu mükellefiyetin aynısıyla mükellef tutmaz" manasını
vermiştir.[28]
Hak Teâlâ"Allah
güçlükten yani darlık ve sıkıntıdan sonra bir kolaylık, yani bir zenginlik,
bolluk ve genişlik ihsan eder" buyurmuştur. Çünkü o zaman, müslümanlar
genellikle fakr-u zaruret içinde idiler. Bundan dolayı Allah Teâlâ onlara, bu
darlıktan sonra bir kolaylığın olacağını bildirmiştir ki bu, onlar için
umdukları şeyi müjdelemek gibi bir şeydir.
Ayetle ilgili şöyle
bir kaç bahis vardır:
Birinci Bahis:
ne manayadır? Deriz ki: Bu, min-i ba'ziyye olup,"Eğer sizin sadece bir
eviniz varsa, o boşadığınız kadını, bu evinizin bir kısmında, bazı yerlerinde
oturtun" demektir.
İkinci Bahis:
ifadesinin i'rabtaki yeri nedir? Deriz ki: Bu
ifadesinin, bir atfı beyânı, bir tefsiri olup, mana: "Onları,
gücünüze göre olan meskenlerinizin bir yerinde oturtun" şeklindedir.
Üçüncü Bahis: Sizce her boşanan kadının nafaka verilmesi
gerektiğine göre, ayetteki, "Eğer onlar hamile iseler..." şartının
hikmeti ve manası nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti şudur: Doğurma müddeti eğer
uzarsa, doğurma süresi geçtiği için, artık nafaka verilmesi gerektiği
sanılabilir. Dolayısıyla Allah bu ifadeyle, böyle bir yanlış zannı ortadan
kaldırmıştır.[29]
"Rabbisinin ve
O'nun peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmış olan, nice memleket(Ier) vardır
ki Biz onları en çetin bir hesaba çektik ve akıllara şaşkınlık verecek bir
azaba düçâr ettik, işte o diyarlar yaptıklarının vebalini tatmış ve işlerinin
sonu bir hüsran olmuştur. Allah, bunların benzerleri için de, pek çetin bir
azab hazırladı. O halde, ey iman etmiş olan akl-ı selim sahipleri, Allah'dan
korkun. Allah size gerçek bir zikir indirmiştir. îman edip de sâlih amellerde
bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak için bir de peygamber göndermiştir. O
(peygamber), Allah'ın herşeyi açık açık gösteren ayetlerini size okuyup durmaktadır.
Kim Allah'a iman eder ve sâlih amellerde bulunursa, onu altından ırmaklar akan
cennetlere, hepsini de içlerinde ebediyyen kalmak üzere yerleştirir. Allah ona
gerçekten ne güzel rızık (mükâfaat) vermiştir! Allah yedi göğü ve onlar kadar
da yeri yaratmış olandır. (Allah'ın) emri, bunlar arasında durmadan iner.
Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu ve ilmiyle herşeyi kuşatmış olduğunu
bilmeniz içindir bunlar..." (Talak, 8-12).
Ayetteki, ile ilgili
izah daha önce geçmiş olup, Hak Teâtâ aslında, içinde yaşayan ahaliyi
kastederek, bu memleketleri, "Rabbisinin emrinden uzaklaşıp azmış"
ifadesi ile, azgınlık ile tavsif etmiştir. Bu tıpkı, "O beldeye sor'
(Yusuf, 82) ayetinde olduğu gibidir. İbn Abbas (r.a) kelimesine
"Rabbisinden yüz çevirmiş" manasını verirken; Mukâtll, "Rabbinin
ve peygamberlerinin emrine muhalefet etmiş..." manasını vermiştir.
ifadesi, "Allah
ve memleketlerin halkını, dünyadaki yaptıklarına göre hesaba çekip
cezalandırmıştır" demektir. "Azab" manası, "şaşkınlık
verscek bir azaba düçâr ettik" ifadesinden anlaşılmaktadır ki bu da,
"çok çetin ve büyük bir " demektir. Bu manaya göre Cenâb-ı Hakk,
hesab çekişini, "azab etmesi" ite açıklamıştır. Kelbî de ayette bir
takdîm-te'hir olup, takdirinin, "Dünyada onları azaba düçâr ettik,
âhirette de çok çetin bir hesabla sigaya çektik" şeklinde olduğunu;
buradaki hesabla, âhiret hesâb ve azabının kastedildiğini söylemiştir.
"İşte o diyarlar
yaptıklarının vebalini tatmış" yani yaptıklarının çetin azabını ve
küfürlerinin cezasını tatmışlardır. İbn Abbas (r.a) buradaki
"vebal..."e, "küfürlerinin neticesini görüp-tattılar"
manasını vermiştir.
''(Bunların)
işinin sonu, yani azgınlarının neticesi, bir hüsran, yani bir âhiret iflası ve
ziyanı, olmuştur." Bu mana, HakTeâlâ'nın, "Allah bunların benzerleri
için de pek çetin bir azab hazırladı" cümlesinden anlaşılmaktadır. Cenâb-ı
Hakk bu beyanı ile, Mekke kâfirlerini, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yalanlamaktan,
dolayısıyla da kendilerinden önceki ümmetlerin başına gelen şeylerin aynısının
başlarına gelmesinden korkutmuş, uyarmıştır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"O halde ey akl-ı selim sahipleri Allah'tan korkun" hitabı mü'minlere
yönelik bir hitab olup, Allah'ı ve Resulünü inkârdan korkun" demektir.[30]
Ayetteki, "Allah
size, bir zikir, bir resul indirmiştir" cümlesi ile ilgili şu iki izah
yapılabilir:
a) Allah
size bir zikir (hatırlatma) indirmiştir ki bu zikir, peygamberdir. Allah,
Peygamber (s.a.s), onların dinleri ve ahiretleri ile ilgili şeyleri bu
kimselere hatırlattığı için, kendisine "zikir" adını vermiştir.
b) Ayetin
takdiri manası, "Allah size bir zikir (Kur'ân) indirdi ve bir peygamber
gönderdi" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki resul
(peygamber) ile Cebrail kastedilmiştir ve bu, bir zikirden bedeldir. Çünkü
Cebrail Allah'ın ayetlerini okur (hatırlatır). Binâenaleyh onun inişi, zikrin
(Kur'ân'ın) inişi demek olur." "Zikir" kelimesiyle bazan da
"şeref" manası kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk bu manada, "Şüphesiz ki o senin için ve kavmin
için bir zikirdir" (Zuhruf,
44) buyurmuştur. Bu ifade ile bazan, "Kur'ân" manası da kastedilir.
Nitekim Cenâb-ı Hakk, bu manada,"Biz o zikri indirdik" (Nahl, 44)
buyurmuştur.
Ayetteki,
"resul" kelimesi,"O (zikir), peygamberdir" ki size
"Allah 'm ayetlerini apaçık olarak okumaktadır" şeklinde de
okunmuştur. Ayetteki, "mübeyyinât", "mübeyyenât" şeklinde
de okunmuştur. Buradaki, "Ayetler", hüccetler-deliller manasınadır.
Kelimenin "mübeyyinât" şeklinde okunması halinde mana, "ilahî
emir ve yasakları, helâl ve haramları açıklayan ayetler..." şeklinde olur,
"mübeyyenât" şeklinde okunması halinde ise, Allah Teâlâ, ayetlerini
açıklamış olduğunu ve Kendi katından geldiğini beyan etmiş olur.
Hak Teâlâ, "İman
edip de salih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak
için..."yani, "küfrün karanlığından, imanın nuruna (aydınlığına);
şüphenin karanlığından, hüccetin nuruna; cehennemin karanlığından, ilmin nuruna
çıkarmak için (peygamber göndermiştir) buyurmuştur.
Ayetle ilgili birkaç
bahis vardır:
Birinci Bahis:
Ayetteki "... akl-ı selim sahipleri, Allah'tan korkun" hitabının,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinizin ve O'nun peygamberinin emrinden uzaklaşıp
azmış olan, nice memleket(ler) vardır.." ifadesiyle ilgisi var mıdır, yok
mudur? Biz deriz ki: "Allah'tan korkun" hitabı "memleket"
kelimesiyle, "ora halkı"nın kastedildiğini söyleyenlerin görüşünü
destekler. Çünkü bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın bu hitabının, akıl sahiplerine
olduğunu gösterir. Aklı olmayanlara hitap edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın, "nice
memleket(ler)" ifadesinin, hem terkib'i, hem de terğîb'i ihtiva eden bir
ifade olduğu da ileri sürülmüştür.[31]
İkinci Bahis:
İman, gerçekte, "takva"nın ta kendisidir. Halbuki, iman etmiş olan
akl-ı selim sahipleri, ister istemez müttakiler zümresindendir. Binâenaleyh,
daha nasıl bunlara, "Allah'tan korkun.." diye hitap edilebilir? Biz
deriz ki: Takvanın, çeşitli derece ve kademeleri vardır. O halde, bu demektir
ki, takvanın ilk basamağı şirkten korunmadır. Geriye kalan basamakları ve
dereceleri ise, şirkin dışında kafan günahlardan korunmadır. Binâenaleyh, iman
ehline, "muttaki olmaları" emrolunduğunda bu emir, "şirk"
açısından değil, küçük ve büyük günahlar açısından verilmiş olan bir emir olur.[32]
Üçüncü Bahis:
Allah'ı tasdik eden herkes, karanlıklardan nura çıkmış olur. Durum
böyle olunca, ayetteki, yerine,"... kâfir olanları çıkarmak
için..." denilmesi gerekmez miydi? Biz deriz ki, bu ifade ile "iman edenleri çıkarması için..."
ibaresi kastedilmiştir; zira, mazı sigasıyla muzari sigası kastediiebılir.
Nitekim, meselâ Cenâb-ı Hak (Al-i İmran, 55) buyurmuştur ki, bu takdirindedir.
Ayetteki ifadeye, "İman etmelerinden sonra kendileri için ortaya çıkan bir
takım karanlıklardan, iman edenleri çıkarması için..." şeklinde de mana
verilebilir.
Ayetteki, "Kim Allah'a iman eder..."
cümlesinde Allah'ın, mü'mintere vermiş olduğu mükâfaatın büyük ve son derece
hayran bırakan türden olduğu vurgulanmıştır. kelimesi, nûn ile de okunmuştur.
"Allah ona
gerçekten ne güzel rmk (mökafaat) vermiştir!" cümlesine gelince, Zeccac bu
ifadeye, "Allah, bu kimseyi, nimetleri sona ermeyen, cennetlerle
nzıklandırmıştır..." manasını vermiştir. Ayetteki kelimesine,
"dünyada taat, ahirette mükâfaat manası da verilmiştir ki, bunun bir
benzeri de, "Rabbimiz; bize dünyada da ahirette de bir güzellik
ver.."(Bakara, 201) ayetidir.[33]
Kelbî, Cenâb-ı
Hakk'ın, tıpkı bir kubbe gibi, biribiri üstünde yedi gök; tabakalar halinde ve
birbirine bitişik olma açısından da, yerden de bir bu kadarını yarattığını
söylemiştir ki, bu, tıpkı, meşhur olan şu görüş gibidir: Yer, üç tabakadır.
Birisi, sırf yer (toprak) tabakası; diğeri, salt toprak olmayan çamur tabakası;
üçüncüsü de, bir tarafı denize, bir tarafı da karaya açılan tabaka ki, işte,
mamur ve meskûn olan tabaka da budur.
Cenâb-ı Hakk'ın, hem
yedi kat göğe, hem de o gökteki yıldızlara, yani gezegenlere nisbetle yedi
"iklim (mıntıka, bölge)'nin kastedilmiş olmasında akıldan uzak görülecek
bir taraf yoktur. Çünkü, bu yıldızlardan her birinin özelliği, o yerin
mıntıkalarından herbirinde ortaya çıkar, böylece de yer, işte bu açıdan yedi
tane olmuş olur. Binâenaleyh, işte bu, aklın kabul edeceği, karşı çıkmayacağı
İzahlardır. Müfessirlerden, bunların dışında kalan ve nakledilegelen izaha
gelince, bütün bunlar, aklın kabul edemeyeceği şeyler türündendir. Ki,
bunlardan birisi de yedi kat göğün şu şekilde izah edilmesidir:
1) Mevcun
(tutulmuş dalga),
2) Kaya; 3) Demir; 4) Bakır; 5) Gümüş; 6) Altın;
7) Yakut...
Yine, bunların herbirisi arasında beş yüz yıllık mesafe bulunduğunun ve
herbirinin kalın kalın tabakalardan meydana geldiğinin söylenmesine gelince,
bütün bunlar da, muhakkik alimlerce muteber olmayan görüşlerdir. Bu hususta
mütevatir bir naklin bulunması durumu müstesna... (Yerin), yediden çok olması
da mümkündür. Bunun ne ve nasıl olduğunu en iyi bilen ise, Allah'tır.
Binâenaleyh, ayetteki, ifadesi, kendisi arasında mübtedâ ve haber olan bir
ifadedir. "Yedi kat gök..." ifadesine atfı düşünülecek, nasb ile,
şeklinde okunmuştur. Bu, mübtedâ olmak üzere, merfû olarak da şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda haber
ifâdesi olmuş olur.
Cenab-ı Hakk'ın,
"(Aflah'm) emri, bunlar arasında durmadan iner..." ifadesine gelince,
Atfl şöyle der: "Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile, yerin ve göğün her katında
bulunan mahlûkattna olan vahyini kastetmiştir." Mukatll de, Cenab-ı Hakk'ın
bu ifade ile, en üst gökten, en alt yere doğru olan vahyedişini kastettiğini
söyler. Mücâhid de bu cümleye "Bir kısmına hayat vermek, bir kısmını
Öldürmek, meselâ şunu emîn kılmak, diğerini ise imha etmek hususunda emri
iner..." manasını vermiştir. Katâde de, "Gökler ve yerin herbirinde,
Cenâb-ı Hakk'ın bir yaratığı, bir emri ve bir yargısı, hükmü vardır..."
manasını vermiştir. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur.
Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu... bilmeniz için..."
buyurmuştur. Ayetin başındaki fiil, yâ ile, "bilsinler... diye"
şeklinde de okunmuştur. Ki bu, "Sizler, göklerin, yerin yaratılışı ve
orada devam eden ince tedbiri düşündüğünüzde, kudreti, bu derecede olan zatın
bu kudretini, "ligayrihî" (başkasından ötürü olan) olmadığını, tam
aksine zatı gereği olan bir kudret olduğunu ve hiçbir şeyin, yapmayı dilediği
hiçbir şeyden O'nu alıkoyamayacağını bilesiniz diye..." anlamındadır. Bu
ifadenin ne demek olduğu, daha önce de anlatılmış idi.
"ve ilmiyle
herşeyi kuşattı..." ifadesine gelince, bu, "o, külft ve cüzi olan
herşeyi bilir; O'nun ilminden ne gökte, ne de yerde, zerre miktarı dahi olsa
hiçbir şey hariç kalamaz; her şeyi hakkıyla bilen ve yok ettikten sonra,
yeniden var etmeye kadir olandır" demektir.
Âlemlerin Rabbi olan
Allah yücedir; güç, kuvvet ve kudret, ulu ve yüce olan Allah'ın elindedir.
Salât u selâm, peygamberin seyyidi, müttakîlerin önderi ve nebilerin sonuncusu,
efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onun ailesine ve bütün ashabına olsun.
(Amin).[34]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/527.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/529.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/529-530.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/530.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/530.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/530.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/531.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/531-532.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/532.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/532.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/533.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/533.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/533-534.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/534-535.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/535.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/535-536.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/536.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/536-537.
[19] Müslim, Cevaiz, 15 (2/636); Tirmizî, Daavât, 131
(5/580).
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/537-538.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/539.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/539.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/539-540.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/540-541.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/541.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/542.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/542.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/542.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/542-543.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/543-544.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/544-545.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/545.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/545-546.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 21/546-547.