MÜLK SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 3

Mülkü Kudret Elinin Altında Tutan Allah Çok Yüce, Cok Mübarektir. 3

Ölümü Ve Dirimi Yaratan O'dur. 3

Hayat Bir Yarıştır. 3

Uyumlu, Dengeli Ve  Düzenli Yedi Gök. 3

Şihab (Kayan Yıldız, Düşen Meteorit) 4

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

Bunca Açik Belgeye Rağmen  İnkâr Mı?. 5

İşiten Ve Akleden Bir Baş. 6

Âyetler Arasında Bağlantı 6

Meâli : 6

Gaybe İman. 7

O, Gizli-Açık Her Şeyi Bilir. 7

Yeryüzünü Yaşanacak Duruma Getiren O'dur. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 8

Meali: 8

Göktekilerin Sizi Yere Göçürmesinden Güvende Misiniz?. 8

Yıkılıp Yok Olan Kavim Ve Milletler. 8

Kuşların Kanat Açıp Saf Saf Uçuşu. 9

Allah'la Yarışabilir Miyiz?. 9

Cenâb-I Hak Rızkımızı Kesecek Olursa, Onun Kapısını Kim Bize Açabilecektir?  9

Doğru Kalp İle Eğri Kalp. 9

İnsana Verilen Üç Büyük Nimet 10

İnsanın Yeryüzüne Yayılması 10

Âyetler Arasındaki Bağlantı 10

Meali: 11

İlgili  Hadîsler. 11

Kıyamet Olayına İnanmayanlar. 11

Kıyametin Kopmasıyla İlgili Bilgi Allah'a Mahsustur. 11

Resûlüllah'ın (A.S.) Bir An Önce Ölmesini İsteyenler. 12

Peygamberin Görevi 12

İnkarcılar, Vaadolunan Azabın Yaklaştığını Görünce.. 12

Akla Işık Tutan Belge. 12


MÜLK SÛRESİ

 

Tamamı Mekke'de inmiştir. Bu tesbite muhalefet eden olmamıştır.

Birinci âyette CenâbHakk'ın mülk-ü saltanatından, bütün mülkün O'nun kudret elinde bulunduğundan ve her şey üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğundan söz edilmekte ve böylece «mülk» kelimesi sûreye isim olmaktadır.

Ayrıca bu sûreye hem «el-Vâkiye», hem de «el-Münciye» adı da ve­rilmiştir.[1]

İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre :

AshabKirâm'dan bir adam, çadırını, kabir olduğunu sanmadığı bir yere kuruyor. Bir süre sonra çadırının altından bir insanın Mülk sûre­sini okumaya başladığına ve sonuna kadar devam edip bitirdiğine şahit oluyor. Medine'ye döndüğünde Resûlüllah (A.S.) Efendimize geliyor ve ola­yı anlatıyor. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyuruyor: «Mülk Sûresi, (azap ve kötülüğü) engelleyicidir ve insanı kabir azabından kurtarıcıdır.»[2]

«Şüphesiz ki Kur'ân'da bir sûre vardır ki o otuz âyettir; o sûre bir adam için şefaatçi oldu ve kıyamet gününde onu Cehennem ateşinden çıkar­tıp Cennet'e koydu. İşte o Mülk Sûresi'dir.» [3]

«İsterim ki (Tebareke'llezî bi-yedihi'l-mülk) sûresi her mü'minin kalbin­de bulunsun.» [4]

Âyet sayısı : 30

Kelime sayısı: 335

Harf sayısı:    1313[5]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- CenâbHakk'ın yüksek kudretinden söz edilerek mülk-ü saltana­tın bütünüyle O'na ait olduğu belirtiliyor.

2- Ölüm ve dirimin yaratılmasının sebep ve hikmeti üzerinde duru­luyor.

3- Göklerin yedi tabakadan ibaret olduğuna değinilerek kâinat dü­zeninde kusursuz dengenin bulunduğuna; plânsız, programsız gelişigüzel hiçbir şeyin yaratılmadığına dikkat çekiliyor. -

4- Dünya semâsının yıldızlarla süslendiği ve,yıldızlardan kopan me­teoritlerin cin ve şeytanları kovaladığı açıklanıyor.

5- İnkâr ve azgınlık içinde ömrünü  noktalayan kâfirlere hazırlanan azabın birkaç safhası konu edilerek yaşamakta olan inkarcılar uyarılır.

6- Dosdoğru imân edenler müjdeleniyor.

7- Yerkürenin insanların yaşayışına uygun yaratıldığı çok yönlendirici bir anlatımla işleniyor.

8- CenâbHakk'ın sünneti gereği, azıp sapıtan kavim ve milletlerin O'nun azabından hiçbir zaman kendilerini güven içinde hissetmemeleri ha­ber verilerek, olayları ve sebepleri harekete geçirenin sadece Cenâb-ı Hak olduğuna işaret ediliyor.

9- Kuşların hılkatındaki hikmete bakmamız emrediliyor.

10- CenâbHakk'ın insanoğluna verdiği sayısız nimetlerden söz edi­lerek bazı organlar örnek gösteriliyor.

11- Kıyametin kopmasıyla ilgili bilginin ancak Allah yanında olduğu, kimselere bu hususta kesin bilgi verilmediği açıklanarak Hz. Peygamberin (A.S.) görevinin sınırları çiziliyor.

12- Yerüstü, yeraltı kaynaklar dahil olmak üzere her şeyin ilâhî kud­ret ve irâdeye bağlı bulunduğuna atıf yapılarak inkarcıların aklına sesle­niliyor ve daha objektif düşünmeleri isteniliyor. [6]

 

Meali:

 

1- Mülk-ü saltanatın tasarrufunu elinde tutan (Allah) çok yüce, çok mübarektir. O'nun kudreti her şeye yeter.

2- Hanginizin daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkar­mak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur. O, çok üstündür, çok güçlüdür ve çok bağışlayandır.

3- O ki, yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahman'in yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin! Gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin?

4- Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak, gözün yorgun-bitkin hal­de alçalmış olarak sana döner.

5- And olsun ki biz, dünya semâsını {veya en yakın semâyı) kandil­lerle süsledik; onları şeytanlara atılacak şeyler yaptık ve onlara alev alev köpüren Cehennem azabını hazırladık.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, ademoğlunu ölüm olayıyla aşağılamış ve dünyayı hayat yurdu, sonra da ölüm yurdu yapmıştır. Âhireti ise, ceza (amel­lere karşılık verme) yurdu ve sonra da sonsuzluk, ölümsüzlük yurdu kıl­mıştır.»[7]

İbn Ömer (R.A.) diyor ki:

-Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Tebareke Sûresini okumaya başladı, tâki (Li yebluveküm eyyuküm ahsenü amelen) âyetine geldi ve şöyle bu­yurdu : «En güzel amelde bulunan, Allah'ın haram kıldığı şeylerden en çok sakınıp uzak kalan ve Allah'a taât-ü ibâdette en çok sürat gösteren kim­sedir.»[8]

 

Mülkü Kudret Elinin Altında Tutan Allah Çok Yüce, Cok Mübarektir

 

«Mülk-ü saltanatın tasarrufunu elin­de tutan (Allah) çok yüce, çok mübarektir. O'nun kudreti her şeye yeter.»

Bu âyetle, kâinatın her parçasıyla ve bütünüyle ilâhî kudretin tasarrufu altında bulunduğu ve her sistem ve şeyin önceden belirlenip hazırlanan kusursuz bir plâna göre programlandığı belirtilmektedir.

Böylece CenâbHakk'ın kendi mülkünde tasarrufu ne bir meleğe, ne bir peygambere, ne de başka bir kimseye havale etmediğine işaretle in­sanların tasarruf alanının çok sınırlı ve geçici olduğu vurgulanıyor.

Mu'cize ve keramet dışında câri kanunların, kurulu denge ve düzenin değişmesi veya başkasının bunları değiştirmesi söz konusu değildir. Deni­lebilir ki, nükleer bir savaş dünyanın dengesini bozabilir. Bu bir müda­fi)

hale sayılmaz mı? Elbetteki sayılmaz; çünkü ezelî plânda buna yer veril­mişse, böylesine bir olay plâna bağlı programın bir bölümünü teşkil eder. Zira Cenâb-ı Hak dileseydi, kâinatta çok değişik bir sistem ve düzen ku­rar, bu düzende ne atoma, ne de nükleer bir savaşa yer vermezdi. Yer verdiğine göre, meydana geleoek bu tür olaylar O'nun tasarrufuna bir mü­dahale sayılmaz.

Şüphesiz o çok mübarektir, çok yücedir, çok azametlidir, bolluk ve bereket kaynağıdır. Aynı zamanda kudreti sınırsızdır. İlmi herşeyi kapsa­yıp kuşatmıştır. Hazırladığı plânı ona göre çizmiş ve neticeye bağlamıştır.[9]

 

Ölümü Ve Dirimi Yaratan O'dur

 

«Hanginizin daha güzel amel­de bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan O'dur.»

Ölüm, hayatın anlam ve hikmetini; hayat da var olmanın sırrını öğre­tiyor. Sonsuz hayatın değer ve hikmeti, fâni hayatın sona ermesiyle; ikinci hayat için hazırlanan kusursuz nimetlerin kıymeti, çileli bir hayat dönemin­den geçtikten sonra anlaşılabilir.

İşte hayat ve ölümün takdîr edilmesinin sebeplerinden biri de budur. Çünkü bu sebepler insanı daha düzenli, şuurlu, kalıcı ve daha iyi bir hayat sürmeye davet etmektedir. O bakımdan sonsuz ve kusursuz nimetlere an­cak büyük gayretler, düzenli hizmetler ve birtakım fedakârlıklarla erişile­bilir.[10]

 

Hayat Bir Yarıştır

 

Hayat, gayesi, hedefi, hareket noktası ve hikmeti belirlenen bir yoldur. Kurulan ri?7arn ve hazırlanan program gereği, dünya hayatında daha İyiyi, daha güzeli ve daha yararlı olanı yapmaya yönelik bir yarıştır. Bu yarışta başarılı olabilmek için insana lüzumlu yetenekler ve yardımcı faktörler ve­rilmiştir. Onları hayat kanunları doğrultusunda yerli yerince kullananlar başarılı, kullanamıyanlar başarısız olurlar.

Şüphesiz dünya hayatının bütün bu Önemli safhaları, sünnetullah ge­reği birer imtihan olarak beşerin önüne konulmuştur. Bu gerçeği ancak semavî kitap ve gönderilen peygamberden öğrenmek mümkündür.

Hayatın böylesine renkli ve sistemli programlanması, o çok üstün, çok güçlü ve yegâne bağışlama sahibi CenâbHakk'ın eseridir. Ceza vermek­te acele etmez; işlediği günahlardan pişmanlık duyan ve Hakk'a yönele­rek tevbe ve istiğfarda bulunan kullarını affeder.

Böylece âyetin son kısmında anılan «Azîz» ve «Gafur» sıfatları, insan aklını kâinatta hâkim olan kudrete çevirmek ve insanın düşünce ufkunu ge­nişletmek içindir.[11]

 

Uyumlu, Dengeli Ve  Düzenli Yedi Gök

 

«O ki, yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin.»

Talâk Sûresi'nin 12. âyetinin tefsirinde kısmen belirttiğimiz gibi, uyum­lu, dengeli, düzenli yedi gökten söz ediliyor ve bu, ilmî açıdan Allah'ın var­lığına, kudretinin sınırsızlığına delil ve belge gösteriliyor. Şüphesiz kâinat bizim tasavvurumuzun çok üstünde bir büyüklüğe ve genişliğe sahiptir. Be­şinci âyette : «Biz, dünya semasını (veya en yakın semayı) kandillerle süs­ledik» buyurularak, yedi tabakadan neyin kasdedildiğine bir işarette bulu­nuluyor. Dünya seması, onu her tarafından süsleyen yıldızların yer aldığı göktür. Anoak çıplak gözle görebildiğimiz veya teleskoplarla inceleyebildi­ğimiz yıldızlar mı, yoksa kâinatta mevcut bütün yıldızlar mı kasdediliyor? Âyeti bu iki değişik şekilde yorumlamak mümkün. Ancak hangi yorum kabul edilirse edilsin, dünya semasının veya en yakın semânın ötesinde altı sema daha vardır ki onların özellikleri henüz bilinmemekte ve teknik imkânlarla tesbit edilememektedir. İlmî araştırmalar ve gelişen teknik imkânlar henüz güneş sisteminin bile özelliklerini bütünüyle tesbit etmiş değildir. Bunun öte­sinde sayısı belirsiz sistemler, galeksiler söz konusudur ki beşer ilmi he­nüz o sınırlara erişememiştir. O bakımdan âyette «dünya seması» veya «en yakın sema» denilmesi, araştırıcılara ipucu vermeye yönelik bir anlatımdır.

Ayrıca burada dünya semasının yıldızlarla donatıldığı bildirilirken, di­ğer âyetlerle bu sûredeki âyetin bütünlüğü içinde onların üç ayrı faydası­na dikkat çekiliyor:

1- Göğe yükselmek  isteyen  cin ve şeytanlara   karşı  birer nükleer başlık gibi fırlatılıp geri çevrilmeleri sağlanır.

2- Geceleri yönleri belirlememize yardımcı olurlar.

3- Dünyamızı süsler ve kâinatta yer alan sistemlerin dengesinin birer parçası olarak düzeni sağlarlar.

Gökteki milyonlarca sistemlerde bir düzensizlik söz konusu olabilir mi?

Kur'ân, ikinci ve üçüncü âyetlerle daha çok ilim adamlarına, gökteki yıldız ve bağlı bulundukları sistemlerin hem kendilerinde, hem de diğer sistemle olan bağlantısında bir düzensizlik ve uyumsuzluk olup olmadığını dikkatle gözetleyip incelemelerini tavsiye etmekte ve sonra da sonucu yine kendisi açıklamaktadır: «Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; gözün yorgun-bitkin halde alçalmış olarak sana döner.»[12]

 

Şihab (Kayan Yıldız, Düşen Meteorit)

 

Cenâb-ı Hak, konumuzu oluşturan bu âyette, cin ve şeytanlara birer roket anlamında fırlatılan yıldızlardan, meteoritlerden söz ederken «rücû-men li'ş-şeyatin» sözünü kullanmıştır. Hicir Sûresi 18, Saffat Sûresi 10, Cin Sûresi 8,9. âyetlerle «şihab» ve «şühüb» isimlerini kullanmıştır. Uzay­da meydana gelen olayların bir kısmını rasathanelerdeki gözlemlerle tes-bit edip onları astrofizik açısından değerlendirebiliyoruz. Ancak bu olayla­rın içyüzünün dayalı olduğu hikmeti bilemiyoruz. Çünkü biz insanların bu husustaki bilgimiz deney ve gözleme dayanmaktadır. Oysa her olayda yer alan görevli meleklerin önceden programlandığı şekilde olayları düzenle­dikleri bir gerçektir.

Biz meteoritlerle ilgili, ancak güneş sisteminde ve ona çok yakın olan sistemlerde yer alan ve birçoğu hakkında belirli, yani hesaplanmış yörüngeler üzerinde hareket eden gökcisimlerinin bulunduğunu tesbit ede­biliyoruz. Oysa diğer sistemlerde sayısı, belirsiz buna benzer olaylar cere­yan etmektedir.. Cenâb-ı Hak, İlgili âyetle bu meteoritler hakkında bilgi vermekte ve sebeplerinden birini açıklamaktadır.

Bilindiği gibi, kâfir olan cinler ve bir de şeytanlar ışından yaratılmış­lardır. Göklere çıkma yeteneğine sahiptirler. Fezada yine sayısı belirsiz melekler, emir ve komuta zincirinde ilâhî buyruk gereği devamlı haberleş­me halindedirler. Şeytan ve kâfir cinler bu esrarlı âlemde inen haberleri dinlemek isterler. Oysa bu onlara yasak kılınmıştır. Yükselmeye başladık­ları zaman «şihab» denilen meteoritler birer roket veya nükleer başlıklı füze gibi onlara fırlatılır ve böylece geri dönmeleri sağlanır.

Olayın içyüzü astrofizik açısından bilinmese de kâinatın çok mü­kemmel işleyen düzenine bakıp bu olaya inanmak gerekir.

Meteoritlerin -kendi ışınları yoktur. Dünya çekim alanına girenleri at­mosferde sürtünmeden dolayı akkor haline gelir; kimi parçalanıp toz ha­line girerken, kimi de yeryüzüne düşebilmektedir.

Konuya astrofizik (yani fizik ilminin astronomiye uygulandığı ilim da­lı), astronomi ve astronomik uzaklıklar açısından bakıldığı zaman, kâina­tın büyüklüğü, ilâhî kudretin sınırsızlığı çok daha rahat anlaşılabilir.

Yalnız Samanyolu denilen galeksı/e bakılınca, en az yüz milyon yıldı­zın onu oluşturduğu görülür. Güneş ise bu yıldızlardan sadece biridir. Şüp­hesiz bu galeksiden başka uzayda birçok galeksiler vardır. Onlardan bir kısmı o derece uzaktır ki ışıkları bize yüz milyonlarca yılda ancak ulaşa­bilmektedir. Bu da kâinatın akıl almaz büyüklükte olduğunun bir başka belgesidir.

Yapılan astronomik hesaplara göre, en parlak yıldız olan Sirius, dün­yamızdan sekiz ışık yılı, yani 75 684 400 000 000 km. uzaklıktadır.

Günümüzde yıldızlar hakkında bilgi edinmenin başlıca dört metodu söz konusudur. Tayf analizi, Dopper etkisi, fotometre ve fotoğraf..

İlgili âyetle, gerekli metodlarla araştırma yapılmasına işaret edilmekte ve insan aklı harekete geçirilmek istenmektedir.[13]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ölüm ve dirimin yaratılmasının sebep ve hik­metlerinden biri üzerinde duruldu. İlâhî kudretin yüceliğini yansıtan gök­lerin yedi tabaka halinde tam uyum ve denge üzere bulunduğuna değinil­di. Sonra da dünya semasının veya en yakın semanın yıldızlarla süslendiği belirtilerek ilim adamlarına hareket noktası gösterildi.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca delil ve belgelere rağmen inkârında ısrar edip o vaziyette ölenlerin âhiret âleminde uğratılacakları elim azabın önem­li safhaları açıklanıyor. Gönderilen peygambere gönül kulağını verip teb-lîğ ettiği esasları akıl terazisinde tartmanın ve her zaman aklın yolunu seç­menin lüzumu belirtiliyor. Sonra da aklını bu doğrultuda kullanıp Cenâb-ı Hak'tan saygı ile korkan mü'minler büyük ecirle müjdeleniyor. [14]

 

Meali:

 

6- Rablartnı inkâr edenler için de Cehennem azabı vardır. Orası ne kötü gidiş yeridir!

7- Oraya itilip atılacakları zaman kaynayıp uğuldamanın kötü sesi­ni işitirler.

8- Neredeyse öfkeli köpürmesinden patlayıp paralanacak. Oraya ne kadar bir bölük insan itilip atılırsa, bekçileri onlara : «Size uyarıcı peygam­ber gelmedi mi?» derler.

9- Onlar da: «Evet bize gerçekten uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve Allah birşey indirmemiştir, siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, de­dik» diye cevap verirler.

10- Hem derler ki: «Eğer biz işitseydik ve aklımızı kullansaydrk, alevi kabarıp köpüren cehennemlikler arasında olmazdık.»

11- Böylece günahlarım gizlemeyip söylerler. Alev alev köpüren Ce­hennem dostlarına uzaklık ve helak olsun!

 

Bunca Açik Belgeye Rağmen  İnkâr Mı?

 

«Rablarını   inkâr edenler  için Cehennem azabı vardır. Orası ne kötü gidiş yeridir!»

Cenâb-i Hakk'ın üstün kudretine değinilerek isbatlayıcı belgelere yer verildikten sonra hâlâ aklını kullanmayıp inkâr ve tuğyanda ısrar edenler bir defa daha uyarılıyor. Böylece aklın ilimle ve bu ikisinin de imânla bir­leştirilmesinin lüzumuna işaretle, duygusunu ve önyargısını aklının önünde tutan kâfirler kınanıyor. Hakikate sırt çevirmenin çok fena bir akibete yol açacağı   haber veriliyor.

Böylece Cehennem ateşinin çok yüksek ısı derecesinde yanmaya de­vam ettiğinden korkunç uğultular çıkarmakta olduğunu yedinci âyette yer alan anlatımdan öğreniyoruz. Şüphesiz bu beyânla, hem Cehennem hak­kında kısa, fakat aydınlatıcı bilgi veriliyor, hem de inkarcı şaşkınlar uyarı-larak ölmeden önce Hakk'a dönmeleri isteniliyor.

Uslûb-i İlâhî gereği, Kur'ân-ı Kerîm'de, konumuzu oluşturan âyet da­hil Cehennem'in 13 kadar isim ve sıfatına yer verilmiştir. Şöyle ki:

1- Saîr,

2- Gavaş,

3- Eşedd-i harr,

4- -i Sedîd,

5- Hasîr,

6- Azâb-i ğaram,

7- Zefîr ve Şehîk,

8- Serabiluhüm min katiran,

9- Min fevkihim zülel,

10- '-i Hamîm,

11- Sekar,

12- Hâviye,

13- Naren Telezzâ,

14- Zat-i Leheb.[15]

Bu sıfat ve isimlerin taşıdığı mana : Saîr: İyice kızışıp boy boy köpürüp yükselen ateş. Gavaş: Örtü misali kat kat ateş tabakaları. Eşedcl-i harr: Cok şiddetli yüksek derecedeki ısı. '-i Sedîd : Kanlı, irinli suya benzer tiksindirici bir sıvı. Hasır: Çepeçevre kuşatan bir zindan.

Azâb-i ğaram: Sadece deriyi yakıp devamlı acı ve ıstırap veren bir işkence.

Zefîr ve Şehîk: Şiddetli inilti ve sesli sesli soluk veya derinden gelen korkunç inilti ve uğultu.

Katiran: Katrandan gömlekler.

Bu, ısı derecesi yüksek olan taş kömüründen akan katran bölümünü ve katranın bedene bulaşacağını ifade etmektedir.

Zülel: Ateşten kat kat tabakalar.

'-i Hamîm : Isı derecesi çok yüksek sıvı,

Sekar: Yakıp deriyi değiştiren ateş.

Hâviye : İyice yanıp kor haline gelen kömür.

Telezzâ : Köpürüp dalga, dalga; boy boy yükselen ateş.

Zât-i Leheb : Alevi perde perde yükselip ısı derecesi yüksek olan ateş.

Bütün bu isim ve sıfatları biraraya getirdiğimizde, Cehennem'in nasıl bir azap yeri olduğunu; yanan yakıtından akan katran ve irinli kan misâli sıvısı bulunduğunu; içinde müthiş patlamaların ve o sebeple ateş kütlele­rinin yükseldiğini, bütün çıkış yollarının kapalı tutulduğunu anlarız.

Isısı bu kadar yüksek olan Cehennem ateşinin, içine atılan insanları bir anda yakıp kül haline getirmiyeceği hususuna gelince : Âhiret âlemin­de ruhlara giydirilen bedenlerin, o âleme has bir özellik taşıdığı; ateşin sadece deriye ve dolayısıyla sinir uçlarına tesir edebileceği ortaya çıkıyor. Günümüzde ateşte yanmayan birtakım maddelerin tesbit edildiğini biliyoruz. O halde âhirette CenâbHakk'ın, hiç ölmeyecek, hasta olmayacak, yıpranmayacak bir beden yaratıp insana vermesi elbetteki mümkündür. Bunun keyfiyetini bilmemiz ise, pek mümkün değildir Bugün için hayal bile edemediğimiz birtakım ilâhî kanunlar o gün işler duruma geçer ve hükmünü yürütür. Nitekim Tâhâ Sûresi 74. âyetle. Cehennem ahvalinden söz edilirken, «Orada ne ölür, ne de yaşar!» buyurulmaktadır. [16]

 

İşiten Ve Akleden Bir Baş

 

«Hem derler ki: Eğer biz işitseydik ve aklımızı kullansaydık, alevi kabarıp köpüren cehennemlikler ara­sında olmazdık.»

Cehennem'e atılacak azgın kâfirlerin oradaki durumu tasvîr edilirken, görevli bekçilerin : «Size uyarıcı peygamber gelmedi mi?» sorusuna, on­lar : «Evet, bize gerçekten uyarıcı geldi, ama biz onu yalanlaaiK ve Allah bir şey indirmemiştir; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik» diye cevap verirler. Sonra da şunu ilâve ederler: «Eğer biz işitseydik ve aklı­mızı kullansaydık, alevi kabarıp köpüren Cehennem'in yaranları arasında olmazdık.»

Bu anlatım ve uyarı; aynı zamanda tasvîr, insanın hakka, gerçeğe yö­nelmesinin;  hakikati bulabilmesinin iki yolu bulunduğunu öğretiyor:

a) Uyarıcı mürşidin sesine kulak verip ciddiyetle dinlemek,

b) Dinlediği şeyleri aklın süzgecinden geçirip tam bir idrâk içinde de­ğerlendirerek sonuç çıkarmak..

Yoksa şartlanmış bir kafa, büyülenmiş bir kalp ile hissi aklın üstünde ve önünde tutarak gerçeği işitmek ve anlamak, aklın ışığında değerlen­dirmek çok zor, bazan da  imkânsızdır.

Kendini inkârın bu çizgisine getirenlerin çoğu hakikati ancak öldük­ten sonra Âhiret Âlemi'nde anlayabilir; ama neden sonra.. Nitekim 11. âyet­le, Cehennem'e girecek olan inkarcı sapıkların böyle bir itirafta buluna­cakları haber verilerek, ölmeden önce sağduyu ve akl-i selimi kullanmanın lüzumuna atıfta bulunuluyor. [17]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Kâinattaki mutlak ve kusursuz düzen ve dengeden söz edilerek insan aklına ışık tutuldu ve sonra aklını kullanmayıp hakikatten uzaklaşanların âkibeti hakkında bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aklını imânla birleştirip eserden müessire geçiş sağlayan ve bu açıdan hareketle, kâinatı tasarrufu altında tutan Yüee Kud-ret'in varlığına inanmakla kalmayıp, O'nun gözetimi altında bulunduğunu düşünerek korkan; korktuğu için de söz ve davranışlarını ilâhî hayat dü­zenine uyduran; aynı zamanda böyle bir idrâkle iç disiplini sağlayan mü'-minlere mağfiret ve büyük mükâfat va'dediliyor. Sonra da Cenâb-ı Hak'la kulları arasındaki irtibata değinilerek bilgi veriliyor. [18]

 

Meâli :

 

12-Şüphesiz ki, Rabbından gıyabında saygı ile korkup eğilenler için bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.

13-Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın fark etmez. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp dolaşanı, duygu ve düşüncelerin aslım ve mahiyetini bilendir.

14-O Yaratan hiç bilmez mi? O, Lâtîf'dir (çok lütuf sahibidir; her şeyin bütün inceliklerini, özelliklerini en iyi bilendir). (Her şeyden) haberlidir.

15-O, yeryüzünü sizin yararınıza baş eğdirdi (üzerini yaşanacak du­ruma getirdi). Bunun için yerin engebelerinde gezip dolaşın da, Allah'ın rızkından yeyin. (Yeniden dirilip kalkınca) dönüşünüz ancak O’nadır.

 

Gaybe İman

 

«Şüphesiz ki, Rabbından gıya­bında saygı ile korkup eğilenler için bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.»

Dış dünyanın tesirlerini, ölçü ve anlamını duyularımızla algılayabiliyor ve bu açıdan bir sonuca varabiliyoruz. Kısacası, deney ve gözlem sınırla­rına giren eşyayı anlayabiliyor ve onları az-çok tanıyabiliyoruz. Bu sınırın dışında kalan ve «fizikötesi» kabul edilen gaybe inanmak ise, duyu sınırını aşar; bütünüyle akıl ve idrâk, bu ikisiyle birleşip bütünleşen imân sınırına girer. Böylece sınırlı olan akıl imânla birleştirilince, gaybe gönül kapısını açma imkânı doğar.

Cenâb-ı Hak mutlak birdir; öncesiz ve sonrasızdır. O'nun zatının ma­hiyetini bilmemiz, idrak etmemiz mümkün değildir. Zira bizim hem duyula­rımız, hem de akıl ve idrakimiz sınırlıdır. O ise, sınırsızdır ve keyfiyeti, ma­hiyeti bilinmemektedir.

O halde Allah'ı sıfatlarıyla, eserleriyle, kurduğu mükemmel düzeniyle, hazırladığı plân ve programıyla bilip tanımamız mümkündür. Buna pratik­ten bir misâl verecek olursak, elektriği gösterebiliriz: Bu güç ve enerjiyi bizatihi göremiyoruz, ancak eşyadaki tezahürleriyle varlığını kabul ediyo­ruz.

O bakımdan Kur'ân'ın ikinci sûresinin başında, diğer sûrelerde ve bu­rada gaybe imânın lüzumu üzerinde duruluyor. Zira hiçbir âmil insanı bu kadar yönlendiremez ve düzenli bir iç ve dış disiplinine kavuşturamaz. Aynı zamanda insanın kalbini ve vicdanını hiçbir müeyyide böylesine dol-duramaz.

İlim hücrenin yapısını biliyor, ama canlılık vasfının nasıl oluştuğunu bilemiyor. Hücrede hayat bulunduğu kesindir; biz o hayatı ancak hücrenin faaliyet ve yüklendiği programı yerine getirmesinden anlayabiliyoruz. O halde «görmediğimiz, göremediğimiz şeye inanmayız» demek, varlık âle­minde görülmesi mümkün olmayan bir çok şeylerin de red ve inkârı demek­tir. En azından insanın kendi ruhunu, aklını ve benzeri manevî yetenekle­rini inkâr etmesi sonucunu doğurur. [19]

 

O, Gizli-Açık Her Şeyi Bilir

 

  «Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın farketmez. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp dolaşan duygu ve düşüncelerin aslını ve mahiyetini bilendir.»

Cenâb-ı Hak madem ki zaman ve mekân kavramları dışında sınırsızdır; bu sebeple de Öncesiz ve sonrasızdır; o halde ilmiyle, kudretiyle, rahmet ve âtıfetiyle her şeyi kapsayıp kuşatmış ve ilmi her şeye mutlak anlamda nü­fuz etmiştir. Gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da, gönlümüzden geçen­leri de bilir. İnsanın beyin mekanizmasını da O hazırlamış ve hafıza, dü­şünme arşivini o kurmuştur. O arşive neler yerleştirdiğimizi ve neler yer­leştirmek istediğimizi çok iyi tesbit etmektedir. Zira düğme O'nun kudret parmağının altında bulunuyor. 13 ve 14. âyetlerle bu gerçeğe değiniliyor. Çünkü Cenâb-ı Hak Latiftir, bütün incelikleri, gizlilikleri bilir. Habîr'dir, il­mi her şeyden haberdardır.

Böylece CenâbHakk'ın iki sıfatı anılarak hayatımızı ona göre tan-zîm etmemiz istenmekte ve bu iki sıfatın ışığı altında nefsimiz üzerinde imân ve aklımızla hâkimiyet kurmamız tavsiye edilmektedir. [20]

 

Yeryüzünü Yaşanacak Duruma Getiren O'dur

 

«O, yeryüzünü sizin yararınıza baş eğdir­di (üzerini yaşanacak duruma getirdi)..»

İlâhi irâde, ezeli kudret ve ilmiyle tecelli edince, insanoğlu İçin yer­küreyi yarattı. İlk insan Adem (A.S.) henüz yaratılmadan Onun ve nesli­nin hayat beşiği hazırlandı da adına «Dünya» denildi.

Dünya yüz milyonlarca yıl önce kendi ekseni etrafında dönerken yer kabuğunun erimiş bir maden kütlesi halinde olduğu sanılmakta ve bağlı bu­lunduğu ilâhî hilkat kanunu gereği yavaş yavaş soğuyarak kürenin yüzeyin­de hafif minerallerden meydana gelen ince bir kabuk bağladığı neticesine teorik olarak varılmaktadır. Demir, nikel gibi daha ağır minarellerin küre­nin merkezine doğru çekilerek ağır bir çekirdek oluşturduğu da bu teoriler arasında yer almaktadır.

Böylece engebeli, hayat şartlarına elverişli, canlıların ihtiyaçlarını kar­şılayacak kaynaklara sahip bir yüzey meydana gelmiştir. Dağıyla, tepesiyle,ovasıyla, nehir ve deniziyle insanoğlunun hizmetine ve istifadesine veril­diği kesindir.

Bu kadar ince hesaplara, şaşmayan tekâmül kanununa dayalı olarak var kılınan dünya, her parçasıyla ve nimetiyle O Yüce Yaratan'ın varlığı­na, birliğine delâlet etmektedir. Bu gerçeği görmemek, anlamamak kadar körlük ve basiretsizlik olur mu?

Evet bize gereken, yeryüzünün dalgalı, engebeli yüzeyinde gezip araş­tırma ve incelemede bulunmak; CenâbHakk'ın hazırlayıp istifademize ver­diği rızıklardan bilerek yararlanmak ve her lokmasını ağzımıza korken, her çiçeğini koklarken, havasını teneffüs edip hayat bulurken, tatlı sularını yu­dumlarken Yaratan Yüce Kudret'e şükretmektir. Çünkü yolculuğumuz bit­memiş, arzu ve isteklerimiz son kertesine gelmemiştir. Daha huzurlu, kalıcı ve ebediyen mutlu edici bir hayata doğru nefes nefes ilerlemekte ve yak­laşmaktayız. Yolculuğumuz böylece devam edip ya Cennet'te, yada Cehen-nem'de noktalanacak ve hepimiz istesek de, istemesek de CenâbHakk'a dönmek zorunda kalacağız. Bu programı değiştirecek ve engelleyecek hiç­bir kuvvet yoktur. 15. âyetle bu hakikat bize haber verilerek aklımızı çok iyi kullanmamız ve onu sağlam imânla birleştirip hayatımızı ona göre dü­zenlememiz en.redilmektedir. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, varlıkta yer alan delil ve belgelere bakıp CenâbHakk'ın sonsuz kudretinin damgasını gören ve bu imân atmosferi içinde O Kudret'ten saygıyla korkan mü'minler büyük mağfiret ve rahmetle müjde­lendi. Yerkürenin ve üzerindeki kabuğun nasıl oluştuğu hakkında kısa bilgi verilerek insan aklına seslenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, gelip geçen inkarcı sapıkların âkibetine dikkat çekiliyor ve ilâhî kudretin her şey üzerinde mutlak hükümran bulunduğu düşündürücü bir anlatımla işleniyor. Havada uçan kuşlar üzerinde .ciddi araştırma yapıp ilâhî hilkat kanununun yüceliğinin izlerini görmemiz tavsi­ye ediliyor. Sonra da ilâhî inayet ve lûtuflara atıf yapılarak duygu ve dü­şüncemiz, akıl ve idrakimiz yönlendirilmek isteniyor. [22]

 

Meali:

 

16- Göktekilerin sizi yere göçürüvermesinden emin misiniz?O takdirde bakarsınız ki ansızın yer sallanıp çalkalanır.

17- Ve göktekilerin üzerinize taş yağdıran şiddetli bir rüzgar göndermesinden güvende misiniz?O taktirde tehdid eden uyarıcının nasıl olduğunu bileceksiniz.

18-  And olsun ki, onlardan öncekiler de (hakkı) yalanlamışlardı. Beni tanımamak nasılmış (bir görün)?

19- Onlar, üzerlerinde   diziler halinde  kanatlarını   açıp  kapayarak uçan kuşları görmediler mi? Onları ancak Rahman (olan Allah) tutar. Şüp­hesiz ki O, her şeyi görüp bilendir.

20- Yoksa Rahmân'dan başka O'na karşı size yardım eden ordunuz mu var? Kâfirler ancak aldanma ve gaflet içindedirler.

21- Yoksa (Allah) rızkını tutup kesecek olursa, kim sizi rızıklandırır? Hayır, onlar bir azgınlık ve nefret içinde inatla ısrar etmektedirler.

22- Yüzükoyun yürüyen mi daha doğru yoldadır, yoksa dümdüz yol­da dimdik yürüyen mi?

23- De ki: Sizi yaratıp varlık alanına getiren, size işiten kulaklar, gören gözler, anlayan gönüller veren O'dur. Ne de az şükredersiniz?

24- De ki: Sizi üretip yeryüzüne yayan O'dur. Ve siz ancak diriltilip hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.

 

Göktekilerin Sizi Yere Göçürmesinden Güvende Misiniz?

 

«Göktekilerîn sizi yere göçürüvermesinden emin misiniz?. O takdirde bakarsınız ki, ansızın yer sallanıp çalkanır.»

Göktekilerden maksat, yağmur, kasırga, tayfun, fırtına veya göreve ha­zır bekleyen melekler olabilir.

Sebeplerin kısa sürede oluşup olayları meydana getirmesini çoğu za­man önceden tesbit etmemiz mümkün değildir. Olayların sebep ve illetlere, bunların da belli kanunlara, kanunların da ilâhî kudrete bağlandığı bir ger­çektir. Böylece Cenâb-ı Hak bir şeyin meydana gelmesini murad ettiği za­man melekler vasıtasıyla sebep ve illetleri harekete geçirir de umulma­dık bir zamanda ya kahredici, ya da ferahlatıcı olaylar vücut bulur. Bu du­rumda ya volkanik bir depremi, ya tektonik bir sarsıntıyı, ya da tahripkâr bir kasırgayı harekete geçiren melekler işbaşı yapar. Bu olayların zahirî sebep ve illetleri bilinse bile, o sebeplerin hangi plân ve programa göre oluşturulup harekete geçirildiğini insanların çoğu bilmez.

Kur'ân-ı Kerîm, kâinat düzenlemesinde mutlak bir kudretin hâkim ve nafiz bulunduğunu ve O'nun her şeyi birtakım sebeplere bağlayıp kendi tasarrufu altında tuttuğunu haber vererek Hakk'ı inkâr ve reddin hiçbir ya­ran olmayacağına dikkat çekmektedir. [23]

 

Yıkılıp Yok Olan Kavim Ve Milletler

 

«And olsun ki, onlardan öncekiler de (hakkı) yalanlamışlardı. Beni tanımamak nasılmış (bir görün}!»

İlgili âyetle, küfür ve azgınlığı, sapıklık ve ahlâksızlığı inatla sürdüre­rek her vesileyle hakkın karşısına red ve inkârla çıkan ve her türlü kötü­lüğe, inançsızlığa prim veren kadroların, kavim ve milletlerin eninde so­nunda tabii bir afetin harekete geçirilmesiyle yeryüzünden silindikleri mi­sâl veriliyor ve onlardan artakalan tarihî belgeleri gezip görmemize işaret­te bulunuluyor.

Şüphesiz günümüze kadar ayakta durma şansına sahip olan tarihî ka­lıntılar mahzun boyunlarını bükerek her parçasıyla Hakk'ı red ve inkâr eden sapıkların sonunun ne olduğunu fısıldamakta, ziyaretçilerin kalp ve vicdan­larına seslenmekte; Allah'ı tanımamanın ne olduğunu açıklayıp belge hü­viyetiyle yansıtmakta, ibret almayanlar hakkında tarihin tekerrür edeceği­ni âdeta haykırmaktadır.

 

Kuşların Kanat Açıp Saf Saf Uçuşu

 

 «Onlar, üzerlerinde diziler halinde kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi?..»

Kuşların .kanat çırparak havalanması, belli mesafelerde uçup dolaşma­sı, her yanıyla ilâhî kudretin ve sanatın çok belirgin eseri değil midir? Şüp­hesiz bu olayın gerçekleşmesi, birtakım fiziksel kanunlara bağlıdır: Ke­miklerinin iliksiz olması, kanatlarının simetrik  olarak  düzgün tutulması, tüylerinin arasında hava boşluklarının bulunması, vücutlarının çok ince bir yağ salgılayıp tüylerini kaygan hale getirmesi bu cümledendir. Bütün bu fevkalâde fizikî kanunlar ve ince hesaplar kör ve sağır, şuursuz ve bilgi­siz tabiatın eseri midir? Binlerce tesadüfün bir zincirin halkaları gibi bir-araya gelmesiyle mi bunlar gerçekleşmiştir? Yoksa çok mükemmel plân ve programla ortaya konulan ilâhî sanatın kendisi midir?

Okyanusları aşan, yaz-kış yer değiştiren kuşlara kim bu duygu ve ye­teneği ve içgüdüyü vermiştir? Kim onları bu düzenli ve bilinçli yer değiştirme olayından alıkoyabilir? Meğer ki kâinatta sürüp gelen bu ve benzeri dengeli olayları bozmaya kalkışanlar olsun; o takdirde insanoğlu kendi ha­yat düzenine kasdetmiş olur.

Şüphesiz Rahman olan, rahmeti her şeyi kapsayıp kuşatan Cenâb-ı Hak her şeyi en iyi bilen ve görendir. O'nun kudret elinden çıkan her şey mükemmeldir; dengeli ve düzenlidir. Denge ve düzene şuursuzca el uza­tanlar ise, insanlardır.

 

Allah'la Yarışabilir Miyiz?

 

Her canlı kendi şartları ve bulunduğu ortam içinde kendi cinsiyle ya­rışır. Filin aslanla yarışması; kaplumbağanın tavşan veya tilkiyle koşuya çıkması ne kadar gülünçse, insanoğlunun da Allah ile yarışmaya heveslen­mesi o kadar gülünç ve anlamsızdır. Zira onun ne CenâbHakk'a karşı koyacak bir ordusu vardır, ne de canlıları dünya durdukça besleyecek kay­nakları vardır. Cenâb-ı Hak, yeryüzünde denizlerle ve ırmaklarla su den­gesini sağlamakta, buharlaşmayı gerçekleştirip yeryüzüne feyiz ve bere­ket indirmektedir. Bitkileri toprakla beslemekte, damarları vasıtasıyla suyu onların yapraklarının ucuna kadar kusursuzca ulaştırmaktadır. Güneşle aramızdaki mesafeyi yararlı bir çizgide tutan; atmosfer tabakasını belli ka­lınlıkta koruyan O değil mfdir? O'nunla yarışmak mümkün müdür? Okya­nusta sevkettiği tayfunun karşısına çıkıp onu geri çevirebilir miyiz? Dün­yanın dönüş hızını eksiltip artırabilir miyiz? Yeni bir plânla yeni ve değişik bir dünya vücuda getirebilir miyiz?

O halde inkâr ve tuğyanın, ahlâksızlık ve bencilliğin anlamı nedir? Şaşkın kâfir kime kafa tutmakta veya kiminle yarışmak hevesindedir?

Şüphesiz inkarcı sapıklar hep aldanma ve gaflet içinde bocalama çiz­gisinde bir ömür tüketmektedirler. Yirminci âyetle onların bu hali tasvir edilmekte; yirmi birinci âyetle onların duygularının, ön yargılarının akılla­rının önünde yürüdüğüne işaret edilmektedir.

 

Cenâb-I Hak Rızkımızı Kesecek Olursa, Onun Kapısını Kim Bize Açabilecektir?

 

Yoksa (ALLAH) rızkını tutup kesecek olursa, kim sizi rızıklandırır?..»

Canlıların rızkını oluşturup meydana getiren belli sebepler ve kanunlar söz konusudur. Güneş, yağmur, hava, toprak ve daha önce hazırlanan yeraltı ve yerüstü kaynakları bu cümledendir. Bütün bunları hizmete sevk eden Cenâb-ı Hak, bunlarla ilgili kanunları ibtal edecek olsa, rızık diye bir şey kalır mı? Yeryüzünde geniş çapta bir değişiklik meydana getirip kara parçalarını denizlerin istilasına uğratsa, ortada ne kalır? Ne var ki O, kâi­natı düzen ve dengede tutan kanunlarını kıyamete kadar ibtal etmez. Ezelî kanunlarına müdahalede bulunmaz; hepsi de programlandığı gibi devam eder.

Bu hakikatleri anlamamak için ya kör, ya da geri zekâlı olmak gere­kir. Yirmi ikinci âyetle bu incelik yansıtılmakta ve insanla hayvan arasın­daki farka değinilerek, bu farkı göremiyenlerin de bir bakıma hayvanlaş-tıklarına işaret edilmektedir.

 

Doğru Kalp İle Eğri Kalp

 

«Yüzükoyun  yürü-yen mi daha doğru yoldadır, yoksa dümdüz yolda dimdik yürüyen mi?..»

Burada nefis bir benzetme vardır: Hayvanlar insanlardan yana fayda sağlasınlar diye yaratılmış ve onların buyruğuna verilmiştir. İnsanoğlu en şerefli canlı olarak yeryüzünde Allah'ın halîfesi olarak bulunuyor; o ba­kımdan da iki ayak üzeri dimdik durabilme nîmetine erdirilmiştir. Hayvan­lar ise, İnsanın istifadesine verildiği için çoğu yüzükoyun iki veya dört ayaklı, ya da sürüngen olarak yaratılmışlardır. İnsanla hayvan arasındaki bu açık fark ne ise, inkarcıyla mü'min arasındaki fark odur. Birinin kalbi eğiktir, diğerinin kalbi doğru ve düzenlidir.

Nitekim bu âyet-i kerîme, A'raf Sûresi 179. âyetle şöyle açıklanmak­tadır : «Şanıma and olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu Cehennem için yarattık; kalpleri vardır onunla (hakkı) anlamazlar, gözleri vardır, onunla (hakikati) görmezler, kulakları vardır, onunla (doğruyu) işitmezler. İşte bun­lar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir, belki daha da sapık ve şaşkındırlar. İşte gafiller ancak bunlardır!»

İnsana Verilen Üç Büyük Nimet

 

yaratıp varlık alanına getiren, size işiten kulaklar, gören gözler, anlayan gönüller veren O'dur. Ne de az şükredersiniz?»

İşitme, görme ve anlama.. Bunlar birbirini tamamlayan değerlerdir. Öyle ki, hakkı, doğruyu, iyiyi ve faydalıyı anlayabilmek için önce Hakk'ın sesine kulak verip O'nun buyruğunu işitmek ve eserini görmek gerekir. İşitip gördüğümüzü akıl ve idrâk terazisine koyup tartmamız ve öylece onun değer ölçüsünü belirlememiz bizi sağlıklı sonuca götürür. İşittiğimizi, gör­düklerimizi aklımızdan ayrı tuttuğumuz, onları sadece duygu kefesine koy­duğumuz takdirde, hiç birinin gerçek yüzünü ve hakiki değerini anlayıp tesbit etmemiz mümkün olmaz. Zira akıl denilen ilâhî mevhibe, insanın ken­di düşünce ve davranışlarını bilmesine; olayları inceleyip içyüzünü anla­masına, muhakeme edip belirlemesine yarayan bir yeteneği olarak bilin­mektedir. Onun tarifi de bu mana çerçevesinde yer alır.

Böyle bir yeteneği bize lütfeden Allah'a şükretmek kadar tabii ne ola­bilir? Bir de bu üç organın her yanıyla ilâhî damgayı taşıdığı bir gerçektir. Şöyle ki:

Kulak: Vücudumuzun sihirli radarıdır. Onu yaratıp hizmete sevkeden O Yüce Kudret, öylesine bir sistem kurmuştur ki, akla durgunluk vermekte, her türlü yanlış görüş ve inanışı reddetmektedir. Öyle ki: Ses titreşimleri havada dalgalar halinde yayılarak dış kulağa gelir. Dış kulak yolundan ku­lak zarına kadar ulaşan bu titreşimler orta kulakta birbirine mafsallaşmış çekiç, örs ve üzengi kemiklerinden geçerek oval pencereden iç kulağa at­lar. İç kulakta işitmede görevli özel hücre ve cisimcikler aracılığıyla işit­me sinirine ve oradan da beyindeki işitme merkezine varır. Böylece be­yinde, gelen sesler manâ bakımından değerlendirilir. Bir sesin ne yandan geldiğini, uzaklığını, yakınlığını anlamamızı da dış kulaktaki girintiler, çı­kıntılar sağlar.

Göz ise, dünyaya açılan pençeremizdir ve başlıbaşına harika bir or­gandır. Merkezleri aynı olan 3 kattan oluşur. Şüphesiz görmeyi sağlayan iki gerçek vardır. Bunlar ışık ve gerektiği gibi çalışan bir görme aygıtıdır. Görme aygıtı göz ve buna bağlı sinirlerden oluşur.

Gözdeki ağtabakaya düşen ışığın burada oluşturduğu fotokimyasoi değişimlerin sonucu olarak, beyinde görme olayı gerçekleşir. Söz konusu fotokimyasal değişimler, sinir hücrelerini uyarırlar; bu uyarılar, sinir tel­leri aracılığıyla beyinde değerlendirilerek ışık olarak algılanırlar.

Anlaşıldığı gibi, ortada işiten ve gören iki eser vardır. Herbiri taşıdığı özellikleriyle Hakk'ın yüksek sanatını yansıtmakta ve «Allah vardır, bir­dir» demektedir.

 

İnsanın Yeryüzüne Yayılması

 

«De ki: Sizi üretip yeryüzü­ne yayan O'dur. Ve siz ancak diriltilip hepiniz O'nun huzurunda toplana­caksınız.»

Bu da ezelde hazırlanan plân ve ona bağlı programın uygulanma saf­halarından biridir.

Kıtaların kayması teorisine göre, yerkabuğu başlangıçta tek bir küt­le iken sonradan yavaş yavaş kayıp parçalanarak bugünkü kıtalar halin­deki kara parçalarını meydana getirmiştir. Yerkabuğu parçalanmadan ön­ce de üzerinde insan denilen canlının yaşadığı anlaşılıyor; yani ilk insan Adem (A.S.) yeryüzüne indirildiği zaman, yerkabuğunun tek bir kütle ol­duğu neticesi ortaya çıkıyor. Yoksa o günkü ilkel imkânlarla okyanusları aşıp Amerika ve Avustralya gibi karaparçalarına gidip yerleşmek müm­kün değildir.

İnsanları böylesine bir plânla yeryüzüne yayan Yüce Kudret, onları öl­dürdükten sonra diriltip hepsini mahşer alanında biraraya getirecektir. Bu da CenâbHakk'ın ezelî takdirlerinden biridir ki değişmesi söz konusu değildir.

 

Âyetler Arasındaki Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, yok edilen inkarcı kavim ve milletlerin hazîn âki-betine dikkat çekildi. Sonra da CenâbHakk'ın insanoğluna lütfettiği ni­metler sıralanarak kudretinin erişilmezliği konu edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kıyamet olayının ne zaman meydana geleceğiyle ilgili bilginin Allah'a mahsus olduğu ve Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırına değinilerek O'nun açık bir uyarıcı bulunduğu belirtiliyor. Sonra da ilâhî kudretin her şeye hâkim olduğu konu edilerek misâller veriliyor.

 

Meali:

 

25- (İnkarcı maddeciler) derler ki: Eğer doğru kimseler iseniz bu vaad (azap tehdidi) ne zaman?

26- De ki: Bunun bilgisi ancak Allah kalındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.

27- Vaadolunan azabın yaklaştığını görünce, o küfre sapanların yüz­leri bir tuhaf olup çirkinleşir. Onlara : «Sizin istediğiniz, davet edip durdu­ğunuz bu idi!.» denilir.

28- De ki: Söyler misiniz, eğer Allah beni ve benimle beraber olan­ları yok edecek veya bize merhamet edecek olsa, ya kâfirleri elem verici azaptan kim kurtarabilir?

29- De ki: (Kurtaracak olan yalnız) O Rahman (olan Allah)dır. Biz O'na imân ettik ve sadece O'na güvenip dayandık. İleride kimin açık bir sapıklık içinde olduğunu bileceksiniz.

30- De ki: Suyunuz iyice çekilip kaynağı kuruyacak olursa, söyler misiniz kim size akan bir su kaynağı getirebilir?

 

İlgili  Hadîsler

 

«Melek Cebrail genç bir adam suretine girip Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'e geldi; birkaç soru sordu. Bu arada şunları da sordu :

  Kıyamet'in kopması ne zaman? Resûlüllah (A.S.) ona şu cevabı verdi:

— Bu hususta sorulan kimse, onu sorandan daha bilgili değildir. Ne var ki sana onun alâmetlerinden haber verebilirim: Câriye kendi efendi­sini doğurduğu; ne oldukları belirsiz deve (sığır) çobanlarının bina yapıp (o binaları yüksek tutmada) birbirleriyle yarıştıkları zaman (kıyametin ya­kın olduğu söylenebilir).» [24]

Resûlüllah (A.S.) bu açıklamayı yaptıktan sonra şu âyeti okudu:

«Şüphesiz ki kıyametin kopuş saatiyle ilgili bilgi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır; ana rahmindekini(n nasıl bir insan olacağını) O bilir. Hiç kimse yann ne kazanıp elde edeceğini bilemez. Hiç kimse hangi yerde öleceğini bilmez. Allah elbette (her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeyden mut­laka) haberlidir.»

[25]

Kıyamet Olayına İnanmayanlar

 

«(İnkarcı maddeciler) derler ki: Eğer doğru kimseler iseniz bu vaad (azap tehdidi) ne zaman?»

«Kıyamet» ve «Âhiret» gerçeği olmasaydı, dünyanın ölümlü hayatı an­lamsız ve hikmetsiz kalırdı. Dünya ve ölüm olmasaydı, Âhiret'e gerek gö­rülmez ve o bakımdan da takdir edilip hazırlanmazdı.

Ancak tarih boyunca gönderilen her peygamber Allah'ın varlığından, birliğinden ve O'na imânın lüzumundan söz ettiği gibi, mutlaka Âhiret'ten ve ona inanmanın lüzumundan da haber vermiş ve bu konuda hitap ve ir-şad etmek istedikleri kavim ve milletleri yönlendirmeye çalışmıştır.

Bunun sebebi çok açıktır: Hayatı birtakım geçici zevklerden ibaret sayıp nefsinin bütün arzularını, hiçbir engel, manevî müeyyide ve sınır tanımadan yerine getirmeye özenenlerin çoğu böylesine sınır tanımaz hürri­yetlerini meşru sınırlar içine alan, işlediği her şeyden sorumlu tutulacağını haber veren ve öldükten sonra ikinci hayata kaldırılıp dünyada yaptıkla­rından hesaba çekileceğini telkin eden peygambere ve semavî kitaba inan­mak istemezler; aynı zamanda dinî hükümleri ve beyânları, «eskilerin ma­salları» diye vasıflandırarak kendilerini öylesine bir havadan uzaklaştı­rırlar. Zaten şehevî duyguların gemi azıya aldığı ve maddenin tek amaç ve hedef seçildiği kavim ve toplumlarda kutsal değerlere itibar edenler parmakla gösterilecek kadar azdır.

O bakımdan Âhiret'i inkâr ederken alaylı bir tavırla : «Eğer doğru kim­seler iseniz bu vaad (azap tehdidi) ne zaman?» diye sorarlar.

 

Kıyametin Kopmasıyla İlgili Bilgi Allah'a Mahsustur

 

De ki: Bunun bilgisi ancak Allah katındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.»

Öyle konular ve bilgiler vadır ki, Cenâb-ı Hak hikmeti gereği onları ken­di katında tutup hiç bir kuluna bildirmemiştir. Kıya met'in kopuş zamanıyla ilgili bilgi de bunlardan biridir.

Neden bu çok önemli bilgi gizli tutulmuştur? Şüphesiz ki konu üzerin­de iyice düşündüğümüzde birkaç sebep ve hikmetinin olduğunu anlarız. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz:

a) Kıyamet her an kopabilir düşüncesi ve endişesi ortadan kalkar, o sebeple de inananların bir kısmında iç disiplini tam anlamıyla sağlanmış olmazdı.

b) Yakın bir tarihte meydana  geleceği  kesin şekilde bilinince, yine imân eden kavim ve milletlerde hayat canlılık ve hareketini kaybeder, ruh­larda bir uyuşma ve gönüllerde bir atalet başlardı. Böylece hareketten ve çalışıp çabalamaktan ibaret olan dünya hayatı hedefinden kısmen de ol­sa sapmış olurdu.

c) Yine yakın bir gelecekte meydana geleceği kesin şekilde bilinin­ce, ilim ve teknikte duraklama başlar ve bugünkü medeniyet vücut bul­mazdı.

d) İmân edenlerle, imân etmiyenler arasında büyük bir uçurum mey­dana gelir ve çok çalışan inkarcılar, inananları kahredip silecek çizgiye gelirlerdi.

 

 

 

 

Resûlüllah'ın (A.S.) Bir An Önce Ölmesini İsteyenler

 

«De ki:  Söyler misiniz, eğer Allah beni ve benimle beraber olanları yok edecek veya bize merhamet edecek olsa, ya kâfirleri elem verici azaptan kim kurtara­bilir?»

İslâm'ın cihanı aydınlatan ilâhî nurunu söndürmek, dünya" tarihinde en büyük, en yararlı ve en kalıcı inkılabı yapan Hz. Muhammed'in (A.S.) aziz vücudunu ortadan kaldırabilmek için Mekkeli müşriklerin, sapık ve azgın kâfirlerin baş vurmadıkları işkence, denemedikleri yol ve yöntem kalmamıştı. Hezeyan, şarlatanlık, sataşma, saldırı birbirini izliyordu. Ne var ki, küfür azgınlaşıp gemi azıya aldıkça, mü'minlerin imân ve irfanı daha da artıyor ve dâvalarına daha çok bağlanmalarına bir bakıma yardımcı veya itici kuvvetlerden biri oluyordu. Böylece tez, antitezin şiddeti nisbetinde kuvvet kazanıyor ve gelişme imkânı buluyordu.

Müşrikler bütün uğraşmalarına rağmen bu manzarayı görünce büsbü­tün çileden çıkıyor ve tek çare olarak Hz. Muhammed'in (A.S.) vücudunu ortadan kaldırmayı düşünüyorlardı. Oysa Resûlüllah'ın (A.S.) hayatta kal­ması ve getirdiği ilâhî mesajı teblîğ edip son sözünü söylemesi hem Mek­keli müşrikler, hem de bütün insanlık için lüzumlu idi. Bu gerçeği anlaya­mayıp Onun ölmesini temenni edenlerin bir gün doğru yolu bulmalarına sebep olabilirdi. Öldürülmesi ise, onların ilâhî hışma ve azaba uğramala­rını çabuklaştırırdı.

Cenâb-ı Hak müşrikleri daha etraflı düşünmeye; mü'minlere de güven ve güç vermeye yönelik olarak yukarıdaki âyetle rahmetinin sesini duyur­mayı murad etti. Şüphesiz kurtarıcı yalnız Rahman olan Allah'tır. İmân doğ­rultusunda O'na güvenip dayanmak başarı ve selâmetin tek yoludur. Hz. Muhammed (A.S.) ve ashabı da bu çizgide hareket ederek yalnız O'na gü­venip dayandılar. Sonunda küfür ve tuğyan hızını kaybetti, müşrikler baş-aşağı geldi; hak, rahmet ve haşmetiyle yükseldi. Düne kadar ortada hak­sızlık, saldın, zayıfı ezme, yağmacılık, güvensizlik hakim iken, bu kötü ha­va yerini sevgi ve saygıya, kardeşlik ve dostluğa, birlik ve dirliğe, adalet ve hakkaniyete bıraktı. Bedir Savaşı'nda, sonra da Mekke'nin fethinde müşrikler kimlerin açık sapıklık ve azgınlık içinde olduğunu ayân-beyân görüp anladılar.

 

Peygamberin Görevi

 

Peygamberin görevi, ilâhî buyrukları apaçık teblîğ etmek ve bu doğ­rultuda halkı hakka irşad edip küfür ve tuğyandan, ahlâksızlık ve aşırı mad­decilikten dolayı hazırlanan uhrevî azaptan haber vermek; aynı zamanda inkâr ve ahlâksızlığı son kertesine getirenlerin dünyada da ilâhî azaptan kurtulamıyacaklarını teblîğ edip uyarmak ve dosdoğru imân edenleri bü­yük mükâfatlarla müjdelemektir.

Böylece «Peygamber mutlak anlamda her şeyi bilir» demek doğru ol­maz. Zira O, ancak Allah'ın vahiy yoluyla bildirdiğini bilir. Dinî konuda kendiliğinden konuşmaz, kendi hevesine göre hüküm vermez. Kıyametin kopuş tarihi Ona bildirilmediği için, soranlara şu cevabı vermesi emredil-mektedir: «De ki: Bunun bilgisi ancak Allah kalındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.»

[26]

İnkarcılar, Vaadolunan Azabın Yaklaştığını Görünce..

 

«Vaadolunan azabın yaklaştığını görünce, o küfre sapanların yüzleri bir tuhaf çirklnleşir

İnkarcı sapıklar, azgın münafıklar hakkında vaadolunan azabın ne ol­duğu hususunda birtakım farklı tefsîrler ve tesbitler olmuştur:

a)  Âhiret günündeki azap,

b)  Bedir Savaşı'nda uğratıldıkları hezimet ve perişanlık,

c)  Ölümleri gelip kapıyı çalınca, varacakları yerin kendilerine göste­rilmesiyle kalplerini dolduran korku.

İşte inananlarla inanmayanların böyle anlardaki durumlarından doğan açık fark.. Birincilerde bir neşe ve ümit; tebessüm ve huzur duygusu.. İkin­cilerde üzüntü ve umutsuzluk.. O yüzden bunların yüzünde tuhaf bir çir­kinleşme hâkim olur ve âhiret gününde bu suçlu günahkâr inkarcılar ve ikiyüzlü dönekler simalarından tanınırlar.[27]

 

Akla Işık Tutan Belge

 

<<De : Suyunuz iyice çekilip kaynağı kuruyacak olsa, söyler misiniz kim size akan bir kaynağı getire­bilir?»

Mülk Sûresi'nde birçok uyarıcı, aklı harekete geçirici, vicdanlara ses-lenici âyet ve belgeler sıralandıktan sonra, yine akla ışık tutan bir diğer belgeyle konu noktalanıyor. Su kaynaklarının çekilip kurumasına dikkat çekiliyor. Şöyle ki: Dünya'da su dengesini muhafaza eden ve sürdüren birtakım sebepler ve kanunlar vardır. Örneğin, yerkürenin onda yedisinin denizlerle kaplı olması, su ve yağmur ihtiyacını karşılamaktadır. Aynı za­manda dağların ve tepelerin konumu da buna yardımcı olarak yeraltı ve yerüstü kaynakları beslenmekte, aklını, enerjisini bilerek kullanan kavim ve milletler için yeterli su bulunmaktadır.

Şayet oendb-ı Hak bu kurduğu plânda bir değişiklik yapsa, dengeyi bozup kaynakların yer değiştirmesini veya tamamen kurumasını gerçek­leştirse, kim, hangi kuvvet bozulan dengeyi düzeltebilir ve kaynaklan ha­rekete geçirebilir?

Böylece kâinattaki bütün nimetlerin insanoğlu için yaratılıp sadece onun istifadesine verildiği belirtiliyor. Hiçbir nimetin gelişigüzel, plânsız, programsız olmadığını; her denge ve düzenin O Yüce Mevlâ'nın varlığına ve birliğine delâlet ettiğine işarette bulunularak akıl sahiplerinin kendiJeri-ni duygularının tesirinden kurtarıp bu belge ve açık delilleri görmeleri is­teniliyor.

Mülk Sûresi'ne, Mülk-ü saltanatı tasarrufu altında tutan CenabHakk'-ın çok mübarek, çok aziz, çok yüce olduğu belirtilerek başlandı ve hem yeryüzünde, hem de bütün kâinatta denge ve düzeni kuranın ancak O ol­duğuna değinilerek sûre noktalandı.

Bize bu sûrenin de tefsirini müyesser kılan Yüce Rabbımıza sonsuz hamd-u senalar; O'nun hayat veren mesajını bize kusursuz teblîğ eden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun.

 



[1] el-Câmi'u Li Ahfcâmi'I-Kur'ân : 18/205

[2] Tirmizî/sevâbü'l-Kur'ân :  9

[3] Tirmizî: 9/46-28-93

[4] Kurtubî/Sa'lebî'den rivayet etmiştir:   18/205

[5] Tefsirü Garâibi'l-Kur'ân, Nisabûrî: 29/2

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6286.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6287.

[7] İbn Ebî Hatim - Ma'mer : Katade'den - İbn Kesir : 4/396

[8] Tefsîr-i Kurtubî: 18/208

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6289.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6289-6290.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6290.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6290-6291.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6291-6292.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6292-6293.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6293.

[15] Nisa : 55, A'raf : 41, Tevbe: 81, İbrahim : 16, Isrâ : 8, Furkan : 65,- Hûd : 106, İbrahim; 50, Zümer : 16, Muhammed : 15, Kamer 48, Kariâ 11, Leyi ; 4, Teb-bet Sûresi..

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6295-6297.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6297.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6298.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6299.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6300.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6300-631.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6301.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6303.-6304

[24] Buhari/imân: 37- Müslim/imân : 5- İbn Mâce/mukaddeme: 9- Ebû Dâ-vud/sünnet; 1- Tirmizî/imân: 4- Nesâl/imân: 5, 6- Ahmed: 1/27, 52, 319- 2/426

[25] Lukmân Sûresi: 34

[26] Bu konuda geniş bilgi için bak:Necm Süresi:3-5.ayetlerin tefsiri

[27] Bu konuda geniş bilgi için bak:Rüm Süresi:12,Rahman Süresi:41.