Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Mülkü Kudret Elinin Altında Tutan Allah Çok Yüce, Cok Mübarektir
Uyumlu, Dengeli Ve Düzenli Yedi
Gök
Şihab (Kayan Yıldız, Düşen Meteorit)
Bunca Açik Belgeye Rağmen İnkâr
Mı?
Yeryüzünü Yaşanacak Duruma Getiren O'dur
Göktekilerin Sizi Yere Göçürmesinden Güvende Misiniz?
Yıkılıp Yok Olan Kavim Ve Milletler
Kuşların Kanat Açıp Saf Saf Uçuşu
Cenâb-I Hak Rızkımızı Kesecek Olursa, Onun Kapısını Kim Bize
Açabilecektir?
Kıyametin Kopmasıyla İlgili Bilgi Allah'a Mahsustur
Resûlüllah'ın (A.S.) Bir An Önce Ölmesini İsteyenler
İnkarcılar, Vaadolunan Azabın Yaklaştığını Görünce..
Tamamı Mekke'de
inmiştir. Bu tesbite muhalefet eden olmamıştır.
Birinci âyette Cenâb-ı Hakk'ın mülk-ü
saltanatından, bütün mülkün O'nun kudret elinde bulunduğundan ve her şey
üzerinde mutlak tasarruf sahibi olduğundan söz edilmekte ve böylece «mülk» kelimesi
sûreye isim olmaktadır.
Ayrıca bu sûreye hem
«el-Vâkiye», hem de «el-Münciye»
adı da verilmiştir.[1]
İbn Abbas (R.A.)dan yapılan
rivayete göre :
— Ashab-ı
Kirâm'dan bir adam, çadırını, kabir olduğunu
sanmadığı bir yere kuruyor. Bir süre sonra çadırının altından bir insanın Mülk
sûresini okumaya başladığına ve sonuna kadar devam edip bitirdiğine şahit
oluyor. Medine'ye döndüğünde Resûlüllah (A.S.)
Efendimize geliyor ve olayı anlatıyor. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyuruyor: «Mülk Sûresi, (azap ve kötülüğü)
engelleyicidir ve insanı kabir azabından kurtarıcıdır.»[2]
«Şüphesiz ki Kur'ân'da bir sûre vardır ki o otuz âyettir; o sûre bir
adam için şefaatçi oldu ve kıyamet gününde onu Cehennem ateşinden çıkartıp
Cennet'e koydu. İşte o Mülk Sûresi'dir.» [3]
«İsterim ki (Tebareke'llezî bi-yedihi'l-mülk) sûresi her mü'minin
kalbinde bulunsun.» [4]
Âyet sayısı : 30
Kelime sayısı: 335
Harf sayısı: 1313[5]
1- Cenâb-ı Hakk'ın yüksek
kudretinden söz edilerek mülk-ü saltanatın bütünüyle O'na ait olduğu
belirtiliyor.
2- Ölüm ve
dirimin yaratılmasının sebep ve hikmeti üzerinde duruluyor.
3- Göklerin
yedi tabakadan ibaret olduğuna değinilerek kâinat düzeninde kusursuz dengenin
bulunduğuna; plânsız, programsız gelişigüzel hiçbir şeyin yaratılmadığına
dikkat çekiliyor. -
4- Dünya
semâsının yıldızlarla süslendiği ve,yıldızlardan kopan meteoritlerin cin ve
şeytanları kovaladığı açıklanıyor.
5- İnkâr ve
azgınlık içinde ömrünü noktalayan
kâfirlere hazırlanan azabın birkaç safhası konu edilerek yaşamakta olan
inkarcılar uyarılır.
6- Dosdoğru
imân edenler müjdeleniyor.
7- Yerkürenin
insanların yaşayışına uygun yaratıldığı çok yönlendirici bir anlatımla
işleniyor.
8- Cenâb-ı Hakk'ın sünneti gereği, azıp sapıtan kavim ve milletlerin
O'nun azabından hiçbir zaman kendilerini güven içinde hissetmemeleri haber
verilerek, olayları ve sebepleri harekete geçirenin sadece Cenâb-ı
Hak olduğuna işaret ediliyor.
9- Kuşların hılkatındaki hikmete bakmamız emrediliyor.
10- Cenâb-ı Hakk'ın insanoğluna
verdiği sayısız nimetlerden söz edilerek bazı organlar örnek gösteriliyor.
11- Kıyametin
kopmasıyla ilgili bilginin ancak Allah yanında olduğu, kimselere bu hususta
kesin bilgi verilmediği açıklanarak Hz. Peygamberin
(A.S.) görevinin sınırları çiziliyor.
12- Yerüstü,
yeraltı kaynaklar dahil olmak üzere her şeyin ilâhî kudret ve irâdeye bağlı
bulunduğuna atıf yapılarak inkarcıların aklına sesleniliyor ve daha objektif
düşünmeleri isteniliyor. [6]
1- Mülk-ü
saltanatın tasarrufunu elinde tutan (Allah) çok yüce, çok mübarektir. O'nun
kudreti her şeye yeter.
2- Hanginizin
daha güzel amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi
yaratan O'dur. O, çok üstündür, çok güçlüdür ve çok bağışlayandır.
3- O ki,
yedi göğü tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahman'in
yarattığında hiçbir düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin! Gözünü bir çevir de
bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk görebilir misin?
4- Sonra
gözünü tekrar tekrar çevir de bak, gözün
yorgun-bitkin halde alçalmış olarak sana döner.
5- And olsun ki biz, dünya semâsını {veya en yakın semâyı)
kandillerle süsledik; onları şeytanlara atılacak şeyler yaptık ve onlara alev alev köpüren Cehennem azabını hazırladık.
«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, ademoğlunu ölüm olayıyla aşağılamış ve dünyayı
hayat yurdu, sonra da ölüm yurdu yapmıştır. Âhireti
ise, ceza (amellere karşılık verme) yurdu ve sonra da sonsuzluk, ölümsüzlük
yurdu kılmıştır.»[7]
İbn Ömer (R.A.) diyor ki:
-Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, Tebareke Sûresini okumaya başladı, tâki (Li yebluveküm
eyyuküm ahsenü amelen)
âyetine geldi ve şöyle buyurdu : «En güzel amelde bulunan, Allah'ın haram
kıldığı şeylerden en çok sakınıp uzak kalan ve Allah'a taât-ü
ibâdette en çok sürat gösteren kimsedir.»[8]
«Mülk-ü saltanatın
tasarrufunu elinde tutan (Allah) çok yüce, çok mübarektir. O'nun kudreti her
şeye yeter.»
Bu âyetle, kâinatın
her parçasıyla ve bütünüyle ilâhî kudretin tasarrufu altında bulunduğu ve her sistem
ve şeyin önceden belirlenip hazırlanan kusursuz bir plâna göre programlandığı
belirtilmektedir.
Böylece Cenâb-ı Hakk'ın kendi mülkünde
tasarrufu ne bir meleğe, ne bir peygambere, ne de başka bir kimseye havale
etmediğine işaretle insanların tasarruf alanının çok sınırlı ve geçici olduğu
vurgulanıyor.
Mu'cize ve keramet dışında câri kanunların, kurulu denge ve
düzenin değişmesi veya başkasının bunları değiştirmesi söz konusu değildir.
Denilebilir ki, nükleer bir savaş dünyanın dengesini bozabilir. Bu bir müdafi)
hale sayılmaz mı?
Elbetteki sayılmaz; çünkü ezelî plânda buna yer verilmişse, böylesine bir olay
plâna bağlı programın bir bölümünü teşkil eder. Zira Cenâb-ı
Hak dileseydi, kâinatta çok değişik bir sistem ve düzen kurar, bu düzende ne
atoma, ne de nükleer bir savaşa yer vermezdi. Yer verdiğine göre, meydana geleoek bu tür olaylar O'nun tasarrufuna bir müdahale
sayılmaz.
Şüphesiz o çok
mübarektir, çok yücedir, çok azametlidir, bolluk ve bereket kaynağıdır. Aynı
zamanda kudreti sınırsızdır. İlmi herşeyi kapsayıp
kuşatmıştır. Hazırladığı plânı ona göre çizmiş ve neticeye bağlamıştır.[9]
«Hanginizin daha güzel
amelde bulunacağını deneyip ortaya çıkarmak için ölümü ve dirimi yaratan
O'dur.»
Ölüm, hayatın anlam ve
hikmetini; hayat da var olmanın sırrını öğretiyor. Sonsuz hayatın değer ve
hikmeti, fâni hayatın sona ermesiyle; ikinci hayat için hazırlanan kusursuz
nimetlerin kıymeti, çileli bir hayat döneminden geçtikten
sonra anlaşılabilir.
İşte hayat ve ölümün
takdîr edilmesinin sebeplerinden biri de budur. Çünkü bu sebepler insanı daha
düzenli, şuurlu, kalıcı ve daha iyi bir hayat sürmeye davet etmektedir. O
bakımdan sonsuz ve kusursuz nimetlere ancak büyük gayretler, düzenli hizmetler
ve birtakım fedakârlıklarla erişilebilir.[10]
Hayat, gayesi, hedefi,
hareket noktası ve hikmeti belirlenen bir yoldur. Kurulan ri?7arn
ve hazırlanan program gereği, dünya hayatında daha İyiyi, daha güzeli ve daha
yararlı olanı yapmaya yönelik bir yarıştır. Bu yarışta başarılı olabilmek için
insana lüzumlu yetenekler ve yardımcı faktörler verilmiştir. Onları hayat
kanunları doğrultusunda yerli yerince kullananlar başarılı, kullanamıyanlar
başarısız olurlar.
Şüphesiz dünya
hayatının bütün bu Önemli safhaları, sünnetullah gereği
birer imtihan olarak beşerin önüne konulmuştur. Bu gerçeği ancak semavî kitap
ve gönderilen peygamberden öğrenmek mümkündür.
Hayatın böylesine
renkli ve sistemli programlanması, o çok üstün, çok güçlü ve yegâne bağışlama
sahibi Cenâb-ı Hakk'ın
eseridir. Ceza vermekte acele etmez; işlediği günahlardan pişmanlık duyan ve Hakk'a yönelerek tevbe ve
istiğfarda bulunan kullarını affeder.
Böylece âyetin son
kısmında anılan «Azîz» ve «Gafur» sıfatları, insan aklını kâinatta hâkim olan
kudrete çevirmek ve insanın düşünce ufkunu genişletmek içindir.[11]
«O ki, yedi göğü
tıpatıp uyum halinde yaratmıştır. Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir
düzensizlik, uygunsuzluk göremezsin.»
Talâk Sûresi'nin 12.
âyetinin tefsirinde kısmen belirttiğimiz gibi, uyumlu, dengeli, düzenli yedi
gökten söz ediliyor ve bu, ilmî açıdan Allah'ın varlığına, kudretinin
sınırsızlığına delil ve belge gösteriliyor. Şüphesiz kâinat bizim
tasavvurumuzun çok üstünde bir büyüklüğe ve genişliğe sahiptir. Beşinci âyette
: «Biz, dünya semasını (veya en yakın semayı) kandillerle süsledik» buyurularak, yedi tabakadan neyin kasdedildiğine
bir işarette bulunuluyor. Dünya seması, onu her tarafından süsleyen
yıldızların yer aldığı göktür. Anoak çıplak gözle görebildiğimiz
veya teleskoplarla inceleyebildiğimiz yıldızlar mı, yoksa kâinatta mevcut
bütün yıldızlar mı kasdediliyor? Âyeti bu iki değişik
şekilde yorumlamak mümkün. Ancak hangi yorum kabul edilirse edilsin, dünya
semasının veya en yakın semânın ötesinde altı sema daha vardır ki onların
özellikleri henüz bilinmemekte ve teknik imkânlarla tesbit
edilememektedir. İlmî araştırmalar ve gelişen teknik imkânlar henüz güneş
sisteminin bile özelliklerini bütünüyle tesbit etmiş
değildir. Bunun ötesinde sayısı belirsiz sistemler, galeksiler
söz konusudur ki beşer ilmi henüz o sınırlara erişememiştir. O bakımdan âyette
«dünya seması» veya «en yakın sema» denilmesi, araştırıcılara ipucu vermeye
yönelik bir anlatımdır.
Ayrıca burada dünya
semasının yıldızlarla donatıldığı bildirilirken, diğer âyetlerle bu sûredeki
âyetin bütünlüğü içinde onların üç ayrı faydasına dikkat çekiliyor:
1- Göğe
yükselmek isteyen cin ve şeytanlara karşı
birer nükleer başlık gibi fırlatılıp geri çevrilmeleri sağlanır.
2- Geceleri
yönleri belirlememize yardımcı olurlar.
3- Dünyamızı
süsler ve kâinatta yer alan sistemlerin dengesinin birer parçası olarak düzeni
sağlarlar.
Gökteki milyonlarca
sistemlerde bir düzensizlik söz konusu olabilir mi?
Kur'ân, ikinci ve üçüncü âyetlerle daha çok ilim adamlarına,
gökteki yıldız ve bağlı bulundukları sistemlerin hem kendilerinde, hem de diğer
sistemle olan bağlantısında bir düzensizlik ve uyumsuzluk olup olmadığını
dikkatle gözetleyip incelemelerini tavsiye etmekte ve sonra da sonucu yine
kendisi açıklamaktadır: «Sen, Rahmân'ın yarattığında hiçbir düzensizlik,
uygunsuzluk göremezsin; gözünü bir çevir de bak, acaba bir çatlak, bir bozukluk
görebilir misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de
bak; gözün yorgun-bitkin halde alçalmış olarak sana döner.»[12]
Cenâb-ı Hak, konumuzu oluşturan bu âyette, cin ve
şeytanlara birer roket anlamında fırlatılan yıldızlardan, meteoritlerden söz
ederken «rücû-men li'ş-şeyatin» sözünü kullanmıştır. Hicir
Sûresi 18, Saffat Sûresi 10, Cin Sûresi 8,9.
âyetlerle «şihab» ve «şühüb»
isimlerini kullanmıştır. Uzayda meydana gelen olayların bir kısmını
rasathanelerdeki gözlemlerle tes-bit edip onları
astrofizik açısından değerlendirebiliyoruz. Ancak bu olayların içyüzünün
dayalı olduğu hikmeti bilemiyoruz. Çünkü biz insanların bu husustaki bilgimiz
deney ve gözleme dayanmaktadır. Oysa her olayda yer alan görevli meleklerin
önceden programlandığı şekilde olayları düzenledikleri bir gerçektir.
Biz meteoritlerle
ilgili, ancak güneş sisteminde ve ona çok yakın olan sistemlerde yer alan ve
birçoğu hakkında belirli, yani hesaplanmış yörüngeler üzerinde hareket eden
gökcisimlerinin bulunduğunu tesbit edebiliyoruz.
Oysa diğer sistemlerde sayısı, belirsiz buna benzer olaylar cereyan
etmektedir.. Cenâb-ı Hak, İlgili âyetle bu
meteoritler hakkında bilgi vermekte ve sebeplerinden birini açıklamaktadır.
Bilindiği gibi, kâfir
olan cinler ve bir de şeytanlar ışından yaratılmışlardır. Göklere çıkma
yeteneğine sahiptirler. Fezada yine sayısı belirsiz melekler, emir ve komuta
zincirinde ilâhî buyruk gereği devamlı haberleşme halindedirler. Şeytan ve
kâfir cinler bu esrarlı âlemde inen haberleri dinlemek isterler. Oysa bu onlara
yasak kılınmıştır. Yükselmeye başladıkları zaman «şihab»
denilen meteoritler birer roket veya nükleer başlıklı füze gibi onlara
fırlatılır ve böylece geri dönmeleri sağlanır.
Olayın içyüzü
astrofizik açısından bilinmese de kâinatın çok mükemmel işleyen düzenine bakıp
bu olaya inanmak gerekir.
Meteoritlerin -kendi
ışınları yoktur. Dünya çekim alanına girenleri atmosferde sürtünmeden dolayı
akkor haline gelir; kimi parçalanıp toz haline girerken, kimi de yeryüzüne
düşebilmektedir.
Konuya astrofizik
(yani fizik ilminin astronomiye uygulandığı ilim dalı), astronomi ve
astronomik uzaklıklar açısından bakıldığı zaman, kâinatın büyüklüğü, ilâhî
kudretin sınırsızlığı çok daha rahat anlaşılabilir.
Yalnız Samanyolu
denilen galeksı/e bakılınca, en az yüz milyon yıldızın
onu oluşturduğu görülür. Güneş ise bu yıldızlardan sadece biridir. Şüphesiz bu
galeksiden başka uzayda birçok galeksiler
vardır. Onlardan bir kısmı o derece uzaktır ki ışıkları bize yüz milyonlarca
yılda ancak ulaşabilmektedir. Bu da kâinatın akıl almaz büyüklükte olduğunun
bir başka belgesidir.
Yapılan astronomik
hesaplara göre, en parlak yıldız olan Sirius, dünyamızdan
sekiz ışık yılı, yani 75 684 400 000 000 km.
uzaklıktadır.
Günümüzde yıldızlar
hakkında bilgi edinmenin başlıca dört metodu söz konusudur. Tayf analizi, Dopper etkisi, fotometre ve fotoğraf..
İlgili âyetle, gerekli
metodlarla araştırma yapılmasına işaret edilmekte ve
insan aklı harekete geçirilmek istenmektedir.[13]
Yukarıdaki âyetlerle,
ölüm ve dirimin yaratılmasının sebep ve hikmetlerinden biri üzerinde duruldu.
İlâhî kudretin yüceliğini yansıtan göklerin yedi tabaka halinde tam uyum ve
denge üzere bulunduğuna değinildi. Sonra da dünya semasının veya en yakın
semanın yıldızlarla süslendiği belirtilerek ilim adamlarına hareket noktası
gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
bunca delil ve belgelere rağmen inkârında ısrar edip o vaziyette ölenlerin âhiret âleminde uğratılacakları elim azabın önemli
safhaları açıklanıyor. Gönderilen peygambere gönül kulağını verip teb-lîğ ettiği esasları akıl
terazisinde tartmanın ve her zaman aklın yolunu seçmenin lüzumu belirtiliyor.
Sonra da aklını bu doğrultuda kullanıp Cenâb-ı
Hak'tan saygı ile korkan mü'minler büyük ecirle
müjdeleniyor. [14]
6- Rablartnı inkâr edenler için de Cehennem azabı vardır.
Orası ne kötü gidiş yeridir!
7- Oraya
itilip atılacakları zaman kaynayıp uğuldamanın kötü sesini işitirler.
8- Neredeyse
öfkeli köpürmesinden patlayıp paralanacak. Oraya ne kadar bir bölük insan
itilip atılırsa, bekçileri onlara : «Size uyarıcı peygamber gelmedi mi?»
derler.
9- Onlar da:
«Evet bize gerçekten uyarıcı geldi ama biz yalanladık ve Allah birşey indirmemiştir, siz ancak büyük bir sapıklık
içindesiniz, dedik» diye cevap verirler.
10- Hem
derler ki: «Eğer biz işitseydik ve aklımızı kullansaydrk,
alevi kabarıp köpüren cehennemlikler arasında olmazdık.»
11- Böylece
günahlarım gizlemeyip söylerler. Alev alev köpüren Cehennem
dostlarına uzaklık ve helak olsun!
«Rablarını inkâr edenler için Cehennem azabı vardır. Orası ne kötü
gidiş yeridir!»
Cenâb-i Hakk'ın üstün kudretine
değinilerek isbatlayıcı belgelere yer verildikten
sonra hâlâ aklını kullanmayıp inkâr ve tuğyanda ısrar edenler bir defa daha
uyarılıyor. Böylece aklın ilimle ve bu ikisinin de imânla birleştirilmesinin
lüzumuna işaretle, duygusunu ve önyargısını aklının önünde tutan kâfirler
kınanıyor. Hakikate sırt çevirmenin çok fena bir akibete
yol açacağı haber veriliyor.
Böylece Cehennem
ateşinin çok yüksek ısı derecesinde yanmaya devam ettiğinden korkunç uğultular
çıkarmakta olduğunu yedinci âyette yer alan anlatımdan öğreniyoruz. Şüphesiz bu
beyânla, hem Cehennem hakkında kısa, fakat aydınlatıcı bilgi veriliyor, hem de
inkarcı şaşkınlar uyarı-larak ölmeden önce Hakk'a dönmeleri isteniliyor.
Uslûb-i İlâhî gereği, Kur'ân-ı
Kerîm'de, konumuzu oluşturan âyet dahil Cehennem'in 13 kadar isim ve sıfatına
yer verilmiştir. Şöyle ki:
1- Saîr,
2- Gavaş,
3- Eşedd-i harr,
4- Mâ-i Sedîd,
5- Hasîr,
6- Azâb-i ğaram,
7- Zefîr ve Şehîk,
8- Serabiluhüm
min katiran,
9- Min fevkihim zülel,
10- Mâ'-i Hamîm,
11- Sekar,
12- Hâviye,
13- Naren Telezzâ,
14- Zat-i Leheb.[15]
Bu sıfat ve isimlerin
taşıdığı mana : Saîr: İyice kızışıp boy boy köpürüp
yükselen ateş. Gavaş: Örtü misali kat kat ateş tabakaları. Eşedcl-i harr: Cok şiddetli yüksek
derecedeki ısı. Mâ'-i Sedîd
: Kanlı, irinli suya benzer tiksindirici bir sıvı. Hasır: Çepeçevre kuşatan bir
zindan.
Azâb-i ğaram: Sadece deriyi
yakıp devamlı acı ve ıstırap veren bir işkence.
Zefîr ve Şehîk: Şiddetli inilti ve sesli sesli
soluk veya derinden gelen korkunç inilti ve uğultu.
Katiran: Katrandan gömlekler.
Bu, ısı derecesi
yüksek olan taş kömüründen akan katran bölümünü ve katranın bedene bulaşacağını
ifade etmektedir.
Zülel: Ateşten kat kat tabakalar.
Mâ'-i Hamîm : Isı derecesi çok yüksek sıvı,
Sekar: Yakıp deriyi değiştiren ateş.
Hâviye : İyice yanıp
kor haline gelen kömür.
Telezzâ : Köpürüp dalga, dalga; boy boy
yükselen ateş.
Zât-i Leheb : Alevi perde perde
yükselip ısı derecesi yüksek olan ateş.
Bütün bu isim ve
sıfatları biraraya getirdiğimizde, Cehennem'in nasıl
bir azap yeri olduğunu; yanan yakıtından akan katran ve irinli kan misâli
sıvısı bulunduğunu; içinde müthiş patlamaların ve o sebeple ateş kütlelerinin
yükseldiğini, bütün çıkış yollarının kapalı tutulduğunu anlarız.
Isısı bu kadar yüksek
olan Cehennem ateşinin, içine atılan insanları bir anda yakıp kül haline getirmiyeceği hususuna gelince : Âhiret
âleminde ruhlara giydirilen bedenlerin, o âleme has bir özellik taşıdığı;
ateşin sadece deriye ve dolayısıyla sinir uçlarına tesir edebileceği ortaya
çıkıyor. Günümüzde ateşte yanmayan birtakım maddelerin tesbit
edildiğini biliyoruz. O halde âhirette Cenâb-ı Hakk'ın, hiç ölmeyecek,
hasta olmayacak, yıpranmayacak bir beden yaratıp insana vermesi elbetteki
mümkündür. Bunun keyfiyetini bilmemiz ise, pek mümkün değildir Bugün için hayal
bile edemediğimiz birtakım ilâhî kanunlar o gün işler duruma geçer ve hükmünü
yürütür. Nitekim Tâhâ Sûresi 74. âyetle. Cehennem
ahvalinden söz edilirken, «Orada ne ölür, ne de yaşar!» buyurulmaktadır. [16]
«Hem derler ki: Eğer
biz işitseydik ve aklımızı kullansaydık, alevi kabarıp köpüren cehennemlikler
arasında olmazdık.»
Cehennem'e atılacak
azgın kâfirlerin oradaki durumu tasvîr edilirken, görevli bekçilerin : «Size
uyarıcı peygamber gelmedi mi?» sorusuna, onlar : «Evet, bize gerçekten uyarıcı
geldi, ama biz onu yalanlaaiK ve Allah bir şey
indirmemiştir; siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik» diye cevap
verirler. Sonra da şunu ilâve ederler: «Eğer biz işitseydik ve aklımızı
kullansaydık, alevi kabarıp köpüren Cehennem'in yaranları arasında olmazdık.»
Bu anlatım ve uyarı;
aynı zamanda tasvîr, insanın hakka, gerçeğe yönelmesinin; hakikati bulabilmesinin iki yolu bulunduğunu
öğretiyor:
a) Uyarıcı
mürşidin sesine kulak verip ciddiyetle dinlemek,
b) Dinlediği
şeyleri aklın süzgecinden geçirip tam bir idrâk içinde değerlendirerek sonuç
çıkarmak..
Yoksa şartlanmış bir
kafa, büyülenmiş bir kalp ile hissi aklın üstünde ve önünde tutarak gerçeği
işitmek ve anlamak, aklın ışığında değerlendirmek çok zor, bazan
da imkânsızdır.
Kendini inkârın bu
çizgisine getirenlerin çoğu hakikati ancak öldükten sonra Âhiret
Âlemi'nde anlayabilir; ama neden sonra.. Nitekim 11. âyetle, Cehennem'e
girecek olan inkarcı sapıkların böyle bir itirafta bulunacakları haber
verilerek, ölmeden önce sağduyu ve akl-i selimi
kullanmanın lüzumuna atıfta bulunuluyor. [17]
Kâinattaki mutlak ve
kusursuz düzen ve dengeden söz edilerek insan aklına ışık tutuldu ve sonra
aklını kullanmayıp hakikatten uzaklaşanların âkibeti hakkında
bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
aklını imânla birleştirip eserden müessire geçiş
sağlayan ve bu açıdan hareketle, kâinatı tasarrufu altında tutan Yüee Kud-ret'in varlığına
inanmakla kalmayıp, O'nun gözetimi altında bulunduğunu düşünerek korkan;
korktuğu için de söz ve davranışlarını ilâhî hayat düzenine uyduran; aynı
zamanda böyle bir idrâkle iç disiplini sağlayan mü'-minlere
mağfiret ve büyük mükâfat va'dediliyor. Sonra da Cenâb-ı Hak'la kulları arasındaki irtibata değinilerek
bilgi veriliyor. [18]
12-Şüphesiz
ki, Rabbından gıyabında saygı ile korkup eğilenler
için bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.
13-Sözünüzü
ister gizleyin, ister açıklayın fark etmez. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp
dolaşanı, duygu ve düşüncelerin aslım ve mahiyetini bilendir.
14-O Yaratan
hiç bilmez mi? O, Lâtîf'dir (çok lütuf sahibidir; her
şeyin bütün inceliklerini, özelliklerini en iyi bilendir). (Her şeyden)
haberlidir.
15-O,
yeryüzünü sizin yararınıza baş eğdirdi (üzerini yaşanacak duruma getirdi).
Bunun için yerin engebelerinde gezip dolaşın da, Allah'ın rızkından yeyin.
(Yeniden dirilip kalkınca) dönüşünüz ancak O’nadır.
«Şüphesiz ki, Rabbından gıyabında saygı ile korkup eğilenler için
bağışlanma ve büyük mükâfat vardır.»
Dış dünyanın
tesirlerini, ölçü ve anlamını duyularımızla algılayabiliyor ve bu açıdan bir
sonuca varabiliyoruz. Kısacası, deney ve gözlem sınırlarına giren eşyayı
anlayabiliyor ve onları az-çok tanıyabiliyoruz. Bu sınırın dışında kalan ve
«fizikötesi» kabul edilen gaybe inanmak ise, duyu
sınırını aşar; bütünüyle akıl ve idrâk, bu ikisiyle birleşip bütünleşen imân
sınırına girer. Böylece sınırlı olan akıl imânla birleştirilince, gaybe gönül kapısını açma imkânı doğar.
Cenâb-ı Hak mutlak birdir; öncesiz ve sonrasızdır. O'nun
zatının mahiyetini bilmemiz, idrak etmemiz mümkün değildir. Zira bizim hem
duyularımız, hem de akıl ve idrakimiz sınırlıdır. O ise, sınırsızdır ve
keyfiyeti, mahiyeti bilinmemektedir.
O halde Allah'ı
sıfatlarıyla, eserleriyle, kurduğu mükemmel düzeniyle, hazırladığı plân ve
programıyla bilip tanımamız mümkündür. Buna pratikten bir misâl verecek
olursak, elektriği gösterebiliriz: Bu güç ve enerjiyi bizatihi göremiyoruz,
ancak eşyadaki tezahürleriyle varlığını kabul ediyoruz.
O bakımdan Kur'ân'ın ikinci sûresinin başında, diğer sûrelerde ve burada
gaybe imânın lüzumu üzerinde duruluyor. Zira hiçbir
âmil insanı bu kadar yönlendiremez ve düzenli bir iç ve dış disiplinine
kavuşturamaz. Aynı zamanda insanın kalbini ve vicdanını hiçbir müeyyide
böylesine dol-duramaz.
İlim hücrenin yapısını
biliyor, ama canlılık vasfının nasıl oluştuğunu bilemiyor. Hücrede hayat
bulunduğu kesindir; biz o hayatı ancak hücrenin faaliyet ve yüklendiği programı
yerine getirmesinden anlayabiliyoruz. O halde «görmediğimiz, göremediğimiz şeye
inanmayız» demek, varlık âleminde görülmesi mümkün olmayan bir çok şeylerin de
red ve inkârı demektir. En azından insanın kendi
ruhunu, aklını ve benzeri manevî yeteneklerini inkâr etmesi sonucunu doğurur. [19]
«Sözünüzü ister gizleyin, ister açıklayın farketmez. Şüphesiz ki O, gönüllerde dönüp dolaşan duygu ve
düşüncelerin aslını ve mahiyetini bilendir.»
Cenâb-ı Hak madem ki zaman ve mekân kavramları dışında
sınırsızdır; bu sebeple de Öncesiz ve sonrasızdır; o halde ilmiyle, kudretiyle,
rahmet ve âtıfetiyle her şeyi kapsayıp kuşatmış ve ilmi her şeye mutlak anlamda
nüfuz etmiştir. Gizlediğimizi de, açığa vurduğumuzu da, gönlümüzden geçenleri
de bilir. İnsanın beyin mekanizmasını da O hazırlamış ve hafıza, düşünme arşivini
o kurmuştur. O arşive neler yerleştirdiğimizi ve neler yerleştirmek
istediğimizi çok iyi tesbit etmektedir. Zira düğme
O'nun kudret parmağının altında bulunuyor. 13 ve 14. âyetlerle bu gerçeğe
değiniliyor. Çünkü Cenâb-ı Hak Latiftir, bütün
incelikleri, gizlilikleri bilir. Habîr'dir, ilmi her
şeyden haberdardır.
Böylece Cenâb-ı Hakk'ın iki sıfatı
anılarak hayatımızı ona göre tan-zîm etmemiz
istenmekte ve bu iki sıfatın ışığı altında nefsimiz üzerinde imân ve aklımızla
hâkimiyet kurmamız tavsiye edilmektedir. [20]
«O, yeryüzünü sizin
yararınıza baş eğdirdi (üzerini yaşanacak duruma getirdi)..»
İlâhi irâde, ezeli
kudret ve ilmiyle tecelli edince, insanoğlu İçin yerküreyi yarattı. İlk insan
Adem (A.S.) henüz yaratılmadan Onun ve neslinin hayat beşiği hazırlandı da
adına «Dünya» denildi.
Dünya yüz milyonlarca
yıl önce kendi ekseni etrafında dönerken yer kabuğunun erimiş bir maden kütlesi
halinde olduğu sanılmakta ve bağlı bulunduğu ilâhî hilkat kanunu gereği yavaş yavaş soğuyarak kürenin yüzeyinde hafif minerallerden
meydana gelen ince bir kabuk bağladığı neticesine teorik olarak varılmaktadır.
Demir, nikel gibi daha ağır minarellerin kürenin
merkezine doğru çekilerek ağır bir çekirdek oluşturduğu da bu teoriler arasında
yer almaktadır.
Böylece engebeli,
hayat şartlarına elverişli, canlıların ihtiyaçlarını karşılayacak kaynaklara
sahip bir yüzey meydana gelmiştir. Dağıyla, tepesiyle,ovasıyla, nehir ve
deniziyle insanoğlunun hizmetine ve istifadesine verildiği kesindir.
Bu kadar ince
hesaplara, şaşmayan tekâmül kanununa dayalı olarak var kılınan dünya, her
parçasıyla ve nimetiyle O Yüce Yaratan'ın varlığına, birliğine delâlet
etmektedir. Bu gerçeği görmemek, anlamamak kadar körlük ve basiretsizlik olur
mu?
Evet bize gereken,
yeryüzünün dalgalı, engebeli yüzeyinde gezip araştırma ve incelemede bulunmak;
Cenâb-ı Hakk'ın hazırlayıp
istifademize verdiği rızıklardan bilerek yararlanmak
ve her lokmasını ağzımıza korken, her çiçeğini koklarken, havasını teneffüs
edip hayat bulurken, tatlı sularını yudumlarken Yaratan Yüce Kudret'e
şükretmektir. Çünkü yolculuğumuz bitmemiş, arzu ve isteklerimiz son kertesine
gelmemiştir. Daha huzurlu, kalıcı ve ebediyen mutlu edici bir hayata doğru
nefes nefes ilerlemekte ve yaklaşmaktayız.
Yolculuğumuz böylece devam edip ya Cennet'te, yada Cehen-nem'de noktalanacak ve hepimiz istesek de, istemesek
de Cenâb-ı Hakk'a dönmek
zorunda kalacağız. Bu programı değiştirecek ve engelleyecek hiçbir kuvvet
yoktur. 15. âyetle bu hakikat bize haber verilerek aklımızı çok iyi kullanmamız
ve onu sağlam imânla birleştirip hayatımızı ona göre düzenlememiz en.redilmektedir. [21]
Yukarıdaki âyetlerle,
varlıkta yer alan delil ve belgelere bakıp Cenâb-ı Hakk'ın sonsuz kudretinin damgasını gören ve bu imân
atmosferi içinde O Kudret'ten saygıyla korkan mü'minler
büyük mağfiret ve rahmetle müjdelendi. Yerkürenin ve üzerindeki kabuğun nasıl
oluştuğu hakkında kısa bilgi verilerek insan aklına seslenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
gelip geçen inkarcı sapıkların âkibetine dikkat
çekiliyor ve ilâhî kudretin her şey üzerinde mutlak hükümran bulunduğu
düşündürücü bir anlatımla işleniyor. Havada uçan kuşlar üzerinde .ciddi
araştırma yapıp ilâhî hilkat kanununun yüceliğinin izlerini görmemiz tavsiye
ediliyor. Sonra da ilâhî inayet ve lûtuflara atıf
yapılarak duygu ve düşüncemiz, akıl ve idrakimiz yönlendirilmek isteniyor. [22]
16-
Göktekilerin sizi yere göçürüvermesinden emin misiniz?O takdirde bakarsınız ki
ansızın yer sallanıp çalkalanır.
17- Ve
göktekilerin üzerinize taş yağdıran şiddetli bir rüzgar göndermesinden güvende
misiniz?O taktirde tehdid eden uyarıcının nasıl
olduğunu bileceksiniz.
18- And olsun ki,
onlardan öncekiler de (hakkı) yalanlamışlardı. Beni tanımamak nasılmış (bir
görün)?
19- Onlar,
üzerlerinde diziler halinde kanatlarını
açıp kapayarak uçan kuşları
görmediler mi? Onları ancak Rahman (olan Allah) tutar. Şüphesiz ki O, her şeyi
görüp bilendir.
20- Yoksa
Rahmân'dan başka O'na karşı size yardım eden ordunuz mu var? Kâfirler ancak
aldanma ve gaflet içindedirler.
21- Yoksa
(Allah) rızkını tutup kesecek olursa, kim sizi rızıklandırır?
Hayır, onlar bir azgınlık ve nefret içinde inatla ısrar etmektedirler.
22- Yüzükoyun
yürüyen mi daha doğru yoldadır, yoksa dümdüz yolda dimdik yürüyen mi?
23- De ki:
Sizi yaratıp varlık alanına getiren, size işiten kulaklar, gören gözler,
anlayan gönüller veren O'dur. Ne de az şükredersiniz?
24- De ki:
Sizi üretip yeryüzüne yayan O'dur. Ve siz ancak diriltilip hepiniz O'nun huzurunda
toplanacaksınız.
«Göktekilerîn sizi
yere göçürüvermesinden emin misiniz?. O takdirde bakarsınız ki, ansızın yer
sallanıp çalkanır.»
Göktekilerden maksat,
yağmur, kasırga, tayfun, fırtına veya göreve hazır bekleyen melekler olabilir.
Sebeplerin kısa sürede
oluşup olayları meydana getirmesini çoğu zaman önceden tesbit
etmemiz mümkün değildir. Olayların sebep ve illetlere, bunların da belli
kanunlara, kanunların da ilâhî kudrete bağlandığı bir gerçektir. Böylece Cenâb-ı Hak bir şeyin meydana gelmesini murad
ettiği zaman melekler vasıtasıyla sebep ve illetleri harekete geçirir de
umulmadık bir zamanda ya kahredici, ya da ferahlatıcı olaylar vücut bulur. Bu durumda ya volkanik bir depremi, ya tektonik
bir sarsıntıyı, ya da tahripkâr bir kasırgayı
harekete geçiren melekler işbaşı yapar. Bu olayların zahirî sebep ve illetleri
bilinse bile, o sebeplerin hangi plân ve programa göre oluşturulup harekete
geçirildiğini insanların çoğu bilmez.
Kur'ân-ı Kerîm, kâinat düzenlemesinde mutlak bir kudretin
hâkim ve nafiz bulunduğunu ve O'nun her şeyi birtakım sebeplere bağlayıp kendi
tasarrufu altında tuttuğunu haber vererek Hakk'ı
inkâr ve reddin hiçbir yaran olmayacağına dikkat çekmektedir. [23]
«And
olsun ki, onlardan öncekiler de (hakkı) yalanlamışlardı. Beni tanımamak
nasılmış (bir görün}!»
İlgili âyetle, küfür
ve azgınlığı, sapıklık ve ahlâksızlığı inatla sürdürerek her vesileyle hakkın
karşısına red ve inkârla çıkan ve her türlü kötülüğe,
inançsızlığa prim veren kadroların, kavim ve milletlerin eninde sonunda tabii
bir afetin harekete geçirilmesiyle yeryüzünden silindikleri misâl veriliyor ve
onlardan artakalan tarihî belgeleri gezip görmemize işarette bulunuluyor.
Şüphesiz günümüze
kadar ayakta durma şansına sahip olan tarihî kalıntılar mahzun boyunlarını
bükerek her parçasıyla Hakk'ı red
ve inkâr eden sapıkların sonunun ne olduğunu fısıldamakta, ziyaretçilerin kalp
ve vicdanlarına seslenmekte; Allah'ı tanımamanın ne olduğunu açıklayıp belge
hüviyetiyle yansıtmakta, ibret almayanlar hakkında tarihin tekerrür edeceğini
âdeta haykırmaktadır.
«Onlar, üzerlerinde diziler halinde
kanatlarını açıp kapayarak uçan kuşları görmediler mi?..»
Kuşların .kanat
çırparak havalanması, belli mesafelerde uçup dolaşması, her yanıyla ilâhî
kudretin ve sanatın çok belirgin eseri değil midir? Şüphesiz bu olayın
gerçekleşmesi, birtakım fiziksel kanunlara bağlıdır: Kemiklerinin iliksiz
olması, kanatlarının simetrik
olarak düzgün tutulması,
tüylerinin arasında hava boşluklarının bulunması, vücutlarının çok ince bir yağ
salgılayıp tüylerini kaygan hale getirmesi bu cümledendir. Bütün bu fevkalâde
fizikî kanunlar ve ince hesaplar kör ve sağır, şuursuz ve bilgisiz tabiatın
eseri midir? Binlerce tesadüfün bir zincirin halkaları gibi bir-araya
gelmesiyle mi bunlar gerçekleşmiştir? Yoksa çok mükemmel plân ve programla
ortaya konulan ilâhî sanatın kendisi midir?
Okyanusları aşan,
yaz-kış yer değiştiren kuşlara kim bu duygu ve yeteneği ve içgüdüyü vermiştir?
Kim onları bu düzenli ve bilinçli yer değiştirme olayından alıkoyabilir? Meğer
ki kâinatta sürüp gelen bu ve benzeri dengeli olayları bozmaya kalkışanlar
olsun; o takdirde insanoğlu kendi hayat düzenine kasdetmiş
olur.
Şüphesiz Rahman olan,
rahmeti her şeyi kapsayıp kuşatan Cenâb-ı Hak her
şeyi en iyi bilen ve görendir. O'nun kudret elinden çıkan her şey mükemmeldir;
dengeli ve düzenlidir. Denge ve düzene şuursuzca el uzatanlar ise,
insanlardır.
Her canlı kendi
şartları ve bulunduğu ortam içinde kendi cinsiyle yarışır. Filin aslanla
yarışması; kaplumbağanın tavşan veya tilkiyle koşuya çıkması ne kadar gülünçse,
insanoğlunun da Allah ile yarışmaya heveslenmesi o kadar gülünç ve
anlamsızdır. Zira onun ne Cenâb-ı Hakk'a
karşı koyacak bir ordusu vardır, ne de canlıları dünya durdukça besleyecek kaynakları
vardır. Cenâb-ı Hak, yeryüzünde denizlerle ve
ırmaklarla su dengesini sağlamakta, buharlaşmayı gerçekleştirip yeryüzüne feyiz
ve bereket indirmektedir. Bitkileri toprakla beslemekte, damarları vasıtasıyla
suyu onların yapraklarının ucuna kadar kusursuzca ulaştırmaktadır. Güneşle
aramızdaki mesafeyi yararlı bir çizgide tutan; atmosfer tabakasını belli kalınlıkta
koruyan O değil mfdir? O'nunla
yarışmak mümkün müdür? Okyanusta sevkettiği tayfunun
karşısına çıkıp onu geri çevirebilir miyiz? Dünyanın dönüş hızını eksiltip
artırabilir miyiz? Yeni bir plânla yeni ve değişik bir dünya vücuda getirebilir
miyiz?
O halde inkâr ve tuğyanın,
ahlâksızlık ve bencilliğin anlamı nedir? Şaşkın kâfir kime kafa tutmakta veya
kiminle yarışmak hevesindedir?
Şüphesiz inkarcı
sapıklar hep aldanma ve gaflet içinde bocalama çizgisinde bir ömür
tüketmektedirler. Yirminci âyetle onların bu hali tasvir edilmekte; yirmi
birinci âyetle onların duygularının, ön yargılarının akıllarının önünde
yürüdüğüne işaret edilmektedir.
Yoksa (ALLAH) rızkını
tutup kesecek olursa, kim sizi rızıklandırır?..»
Canlıların rızkını
oluşturup meydana getiren belli sebepler ve kanunlar söz konusudur. Güneş,
yağmur, hava, toprak ve daha önce hazırlanan yeraltı ve yerüstü kaynakları bu
cümledendir. Bütün bunları hizmete sevk eden Cenâb-ı
Hak, bunlarla ilgili kanunları ibtal edecek olsa, rızık diye bir şey kalır mı? Yeryüzünde geniş çapta bir
değişiklik meydana getirip kara parçalarını denizlerin istilasına uğratsa,
ortada ne kalır? Ne var ki O, kâinatı düzen ve dengede tutan kanunlarını
kıyamete kadar ibtal etmez. Ezelî kanunlarına
müdahalede bulunmaz; hepsi de programlandığı gibi devam eder.
Bu hakikatleri
anlamamak için ya kör, ya
da geri zekâlı olmak gerekir. Yirmi ikinci âyetle bu incelik yansıtılmakta ve
insanla hayvan arasındaki farka değinilerek, bu farkı göremiyenlerin
de bir bakıma hayvanlaş-tıklarına işaret edilmektedir.
«Yüzükoyun yürü-yen mi daha doğru yoldadır, yoksa dümdüz
yolda dimdik yürüyen mi?..»
Burada nefis bir
benzetme vardır: Hayvanlar insanlardan yana fayda sağlasınlar diye yaratılmış
ve onların buyruğuna verilmiştir. İnsanoğlu en şerefli canlı olarak yeryüzünde
Allah'ın halîfesi olarak bulunuyor; o bakımdan da iki ayak üzeri dimdik
durabilme nîmetine erdirilmiştir. Hayvanlar ise, İnsanın istifadesine
verildiği için çoğu yüzükoyun iki veya dört ayaklı, ya
da sürüngen olarak yaratılmışlardır. İnsanla hayvan arasındaki bu açık fark ne
ise, inkarcıyla mü'min arasındaki fark odur. Birinin
kalbi eğiktir, diğerinin kalbi doğru ve düzenlidir.
Nitekim bu âyet-i
kerîme, A'raf Sûresi 179. âyetle şöyle açıklanmaktadır
: «Şanıma and olsun ki, cin ve insanlardan birçoğunu
Cehennem için yarattık; kalpleri vardır onunla (hakkı) anlamazlar, gözleri
vardır, onunla (hakikati) görmezler, kulakları vardır, onunla (doğruyu)
işitmezler. İşte bunlar (bu şuursuzlar) hayvanlar gibidir, belki daha da sapık
ve şaşkındırlar. İşte gafiller ancak bunlardır!»
yaratıp varlık alanına
getiren, size işiten kulaklar, gören gözler, anlayan gönüller veren O'dur. Ne
de az şükredersiniz?»
İşitme, görme ve
anlama.. Bunlar birbirini tamamlayan değerlerdir. Öyle ki, hakkı, doğruyu,
iyiyi ve faydalıyı anlayabilmek için önce Hakk'ın
sesine kulak verip O'nun buyruğunu işitmek ve eserini görmek gerekir. İşitip
gördüğümüzü akıl ve idrâk terazisine koyup tartmamız ve öylece onun değer
ölçüsünü belirlememiz bizi sağlıklı sonuca götürür. İşittiğimizi, gördüklerimizi
aklımızdan ayrı tuttuğumuz, onları sadece duygu kefesine koyduğumuz takdirde,
hiç birinin gerçek yüzünü ve hakiki değerini anlayıp tesbit
etmemiz mümkün olmaz. Zira akıl denilen ilâhî mevhibe,
insanın kendi düşünce ve davranışlarını bilmesine; olayları inceleyip içyüzünü
anlamasına, muhakeme edip belirlemesine yarayan bir yeteneği olarak bilinmektedir.
Onun tarifi de bu mana çerçevesinde yer alır.
Böyle bir yeteneği
bize lütfeden Allah'a şükretmek kadar tabii ne olabilir? Bir de bu üç organın
her yanıyla ilâhî damgayı taşıdığı bir gerçektir. Şöyle ki:
Kulak: Vücudumuzun
sihirli radarıdır. Onu yaratıp hizmete sevkeden O
Yüce Kudret, öylesine bir sistem kurmuştur ki, akla durgunluk vermekte, her
türlü yanlış görüş ve inanışı reddetmektedir. Öyle ki: Ses titreşimleri havada
dalgalar halinde yayılarak dış kulağa gelir. Dış kulak yolundan kulak zarına
kadar ulaşan bu titreşimler orta kulakta birbirine mafsallaşmış çekiç, örs ve
üzengi kemiklerinden geçerek oval pencereden iç
kulağa atlar. İç kulakta işitmede görevli özel hücre ve cisimcikler
aracılığıyla işitme sinirine ve oradan da beyindeki işitme merkezine varır.
Böylece beyinde, gelen sesler manâ bakımından değerlendirilir. Bir sesin ne
yandan geldiğini, uzaklığını, yakınlığını anlamamızı da dış kulaktaki
girintiler, çıkıntılar sağlar.
Göz ise, dünyaya
açılan pençeremizdir ve başlıbaşına
harika bir organdır. Merkezleri aynı olan 3 kattan oluşur. Şüphesiz görmeyi
sağlayan iki gerçek vardır. Bunlar ışık ve gerektiği gibi çalışan bir görme
aygıtıdır. Görme aygıtı göz ve buna bağlı sinirlerden oluşur.
Gözdeki ağtabakaya
düşen ışığın burada oluşturduğu fotokimyasoi
değişimlerin sonucu olarak, beyinde görme olayı gerçekleşir. Söz konusu
fotokimyasal değişimler, sinir hücrelerini uyarırlar; bu uyarılar, sinir telleri
aracılığıyla beyinde değerlendirilerek ışık olarak algılanırlar.
Anlaşıldığı gibi,
ortada işiten ve gören iki eser vardır. Herbiri
taşıdığı özellikleriyle Hakk'ın yüksek sanatını
yansıtmakta ve «Allah vardır, birdir» demektedir.
«De ki: Sizi üretip
yeryüzüne yayan O'dur. Ve siz ancak diriltilip hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız.»
Bu da ezelde
hazırlanan plân ve ona bağlı programın uygulanma safhalarından biridir.
Kıtaların kayması
teorisine göre, yerkabuğu başlangıçta tek bir kütle iken sonradan yavaş yavaş kayıp parçalanarak bugünkü kıtalar halindeki kara
parçalarını meydana getirmiştir. Yerkabuğu parçalanmadan önce de üzerinde
insan denilen canlının yaşadığı anlaşılıyor; yani ilk insan Adem (A.S.)
yeryüzüne indirildiği zaman, yerkabuğunun tek bir kütle olduğu neticesi ortaya
çıkıyor. Yoksa o günkü ilkel imkânlarla okyanusları aşıp Amerika ve Avustralya
gibi karaparçalarına gidip yerleşmek mümkün
değildir.
İnsanları böylesine
bir plânla yeryüzüne yayan Yüce Kudret, onları öldürdükten sonra diriltip
hepsini mahşer alanında biraraya getirecektir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın ezelî
takdirlerinden biridir ki değişmesi söz konusu değildir.
Yukarıdaki âyetlerle,
yok edilen inkarcı kavim ve milletlerin hazîn âki-betine
dikkat çekildi. Sonra da Cenâb-ı Hakk'ın
insanoğluna lütfettiği nimetler sıralanarak kudretinin erişilmezliği konu
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet olayının ne zaman meydana geleceğiyle ilgili bilginin Allah'a mahsus
olduğu ve Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırına
değinilerek O'nun açık bir uyarıcı bulunduğu belirtiliyor. Sonra da ilâhî
kudretin her şeye hâkim olduğu konu edilerek misâller veriliyor.
25- (İnkarcı
maddeciler) derler ki: Eğer doğru kimseler iseniz bu vaad
(azap tehdidi) ne zaman?
26- De ki:
Bunun bilgisi ancak Allah kalındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.
27- Vaadolunan azabın yaklaştığını görünce, o küfre sapanların
yüzleri bir tuhaf olup çirkinleşir. Onlara : «Sizin istediğiniz, davet edip
durduğunuz bu idi!.» denilir.
28- De ki:
Söyler misiniz, eğer Allah beni ve benimle beraber olanları yok edecek veya
bize merhamet edecek olsa, ya kâfirleri elem verici
azaptan kim kurtarabilir?
29- De ki:
(Kurtaracak olan yalnız) O Rahman (olan Allah)dır. Biz O'na imân ettik ve
sadece O'na güvenip dayandık. İleride kimin açık bir sapıklık içinde olduğunu
bileceksiniz.
30- De ki:
Suyunuz iyice çekilip kaynağı kuruyacak olursa, söyler misiniz kim size akan
bir su kaynağı getirebilir?
«Melek Cebrail genç
bir adam suretine girip Resûlüllah (A.S.) Efen-dimiz'e geldi; birkaç soru sordu. Bu arada şunları da sordu
:
— Kıyamet'in kopması ne zaman? Resûlüllah (A.S.) ona şu cevabı verdi:
— Bu hususta sorulan
kimse, onu sorandan daha bilgili değildir. Ne var ki sana onun alâmetlerinden
haber verebilirim: Câriye kendi efendisini doğurduğu; ne oldukları belirsiz
deve (sığır) çobanlarının bina yapıp (o binaları yüksek tutmada) birbirleriyle
yarıştıkları zaman (kıyametin yakın olduğu söylenebilir).» [24]
Resûlüllah (A.S.) bu açıklamayı yaptıktan sonra şu âyeti okudu:
«Şüphesiz ki kıyametin
kopuş saatiyle ilgili bilgi Allah'ın yanındadır. Yağmuru O yağdırır; ana
rahmindekini(n nasıl bir insan olacağını) O bilir. Hiç kimse yann ne kazanıp elde edeceğini bilemez. Hiç kimse hangi
yerde öleceğini bilmez. Allah elbette (her şeyi hakkıyla bilendir. Her şeyden mutlaka)
haberlidir.»
«(İnkarcı maddeciler)
derler ki: Eğer doğru kimseler iseniz bu vaad (azap
tehdidi) ne zaman?»
«Kıyamet» ve «Âhiret» gerçeği olmasaydı, dünyanın ölümlü hayatı anlamsız
ve hikmetsiz kalırdı. Dünya ve ölüm olmasaydı, Âhiret'e
gerek görülmez ve o bakımdan da takdir edilip hazırlanmazdı.
Ancak tarih boyunca
gönderilen her peygamber Allah'ın varlığından, birliğinden ve O'na imânın
lüzumundan söz ettiği gibi, mutlaka Âhiret'ten ve ona
inanmanın lüzumundan da haber vermiş ve bu konuda hitap ve ir-şad etmek
istedikleri kavim ve milletleri yönlendirmeye çalışmıştır.
Bunun sebebi çok
açıktır: Hayatı birtakım geçici zevklerden ibaret sayıp nefsinin bütün
arzularını, hiçbir engel, manevî müeyyide ve sınır tanımadan yerine getirmeye
özenenlerin çoğu böylesine sınır tanımaz hürriyetlerini meşru sınırlar içine
alan, işlediği her şeyden sorumlu tutulacağını haber veren ve öldükten sonra
ikinci hayata kaldırılıp dünyada yaptıklarından hesaba çekileceğini telkin
eden peygambere ve semavî kitaba inanmak istemezler; aynı zamanda dinî
hükümleri ve beyânları, «eskilerin masalları» diye vasıflandırarak kendilerini
öylesine bir havadan uzaklaştırırlar. Zaten şehevî duyguların gemi azıya
aldığı ve maddenin tek amaç ve hedef seçildiği kavim ve toplumlarda kutsal
değerlere itibar edenler parmakla gösterilecek kadar azdır.
O bakımdan Âhiret'i inkâr ederken alaylı bir tavırla : «Eğer doğru kimseler
iseniz bu vaad (azap tehdidi) ne zaman?» diye
sorarlar.
De ki: Bunun bilgisi
ancak Allah katındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.»
Öyle konular ve
bilgiler vadır ki, Cenâb-ı
Hak hikmeti gereği onları kendi katında tutup hiç bir kuluna bildirmemiştir.
Kıya met'in kopuş zamanıyla ilgili bilgi de bunlardan biridir.
Neden bu çok önemli
bilgi gizli tutulmuştur? Şüphesiz ki konu üzerinde iyice düşündüğümüzde birkaç
sebep ve hikmetinin olduğunu anlarız. Onları kısaca şöyle sıralayabiliriz:
a) Kıyamet
her an kopabilir düşüncesi ve endişesi ortadan kalkar, o sebeple de inananların
bir kısmında iç disiplini tam anlamıyla sağlanmış olmazdı.
b) Yakın bir
tarihte meydana geleceği kesin şekilde bilinince, yine imân eden kavim
ve milletlerde hayat canlılık ve hareketini kaybeder, ruhlarda bir uyuşma ve
gönüllerde bir atalet başlardı. Böylece hareketten ve çalışıp çabalamaktan
ibaret olan dünya hayatı hedefinden kısmen de olsa sapmış olurdu.
c) Yine
yakın bir gelecekte meydana geleceği kesin şekilde bilinince, ilim ve teknikte
duraklama başlar ve bugünkü medeniyet vücut bulmazdı.
d) İmân
edenlerle, imân etmiyenler arasında büyük bir uçurum
meydana gelir ve çok çalışan inkarcılar, inananları kahredip silecek çizgiye
gelirlerdi.
«De ki: Söyler misiniz, eğer Allah beni ve benimle
beraber olanları yok edecek veya bize merhamet edecek olsa, ya
kâfirleri elem verici azaptan kim kurtarabilir?»
İslâm'ın cihanı
aydınlatan ilâhî nurunu söndürmek, dünya" tarihinde en büyük, en yararlı
ve en kalıcı inkılabı yapan Hz. Muhammed'in (A.S.)
aziz vücudunu ortadan kaldırabilmek için Mekkeli müşriklerin, sapık ve azgın
kâfirlerin baş vurmadıkları işkence, denemedikleri yol ve yöntem kalmamıştı.
Hezeyan, şarlatanlık, sataşma, saldırı birbirini izliyordu. Ne var ki, küfür
azgınlaşıp gemi azıya aldıkça, mü'minlerin imân ve
irfanı daha da artıyor ve dâvalarına daha çok bağlanmalarına bir bakıma
yardımcı veya itici kuvvetlerden biri oluyordu. Böylece tez, antitezin şiddeti nisbetinde kuvvet kazanıyor ve gelişme imkânı buluyordu.
Müşrikler bütün
uğraşmalarına rağmen bu manzarayı görünce büsbütün çileden çıkıyor ve tek çare
olarak Hz. Muhammed'in (A.S.) vücudunu ortadan
kaldırmayı düşünüyorlardı. Oysa Resûlüllah'ın (A.S.)
hayatta kalması ve getirdiği ilâhî mesajı teblîğ edip son sözünü söylemesi hem
Mekkeli müşrikler, hem de bütün insanlık için lüzumlu idi. Bu gerçeği anlayamayıp
Onun ölmesini temenni edenlerin bir gün doğru yolu bulmalarına sebep
olabilirdi. Öldürülmesi ise, onların ilâhî hışma ve azaba uğramalarını
çabuklaştırırdı.
Cenâb-ı Hak müşrikleri daha etraflı düşünmeye; mü'minlere de güven ve güç vermeye yönelik olarak
yukarıdaki âyetle rahmetinin sesini duyurmayı murad
etti. Şüphesiz kurtarıcı yalnız Rahman olan Allah'tır. İmân doğrultusunda O'na
güvenip dayanmak başarı ve selâmetin tek yoludur. Hz.
Muhammed (A.S.) ve ashabı da bu çizgide hareket ederek yalnız O'na güvenip
dayandılar. Sonunda küfür ve tuğyan hızını kaybetti, müşrikler baş-aşağı geldi;
hak, rahmet ve haşmetiyle yükseldi. Düne kadar ortada haksızlık, saldın,
zayıfı ezme, yağmacılık, güvensizlik hakim iken, bu kötü hava yerini sevgi ve
saygıya, kardeşlik ve dostluğa, birlik ve dirliğe, adalet ve hakkaniyete
bıraktı. Bedir Savaşı'nda, sonra da Mekke'nin fethinde müşrikler kimlerin açık
sapıklık ve azgınlık içinde olduğunu ayân-beyân görüp anladılar.
Peygamberin görevi,
ilâhî buyrukları apaçık teblîğ etmek ve bu doğrultuda halkı hakka irşad edip küfür ve tuğyandan, ahlâksızlık ve aşırı maddecilikten
dolayı hazırlanan uhrevî azaptan haber vermek; aynı zamanda inkâr ve
ahlâksızlığı son kertesine getirenlerin dünyada da ilâhî azaptan kurtulamıyacaklarını teblîğ edip uyarmak ve dosdoğru imân
edenleri büyük mükâfatlarla müjdelemektir.
Böylece «Peygamber
mutlak anlamda her şeyi bilir» demek doğru olmaz. Zira O, ancak Allah'ın vahiy
yoluyla bildirdiğini bilir. Dinî konuda kendiliğinden konuşmaz, kendi hevesine
göre hüküm vermez. Kıyametin kopuş tarihi Ona bildirilmediği için, soranlara şu
cevabı vermesi emredil-mektedir: «De ki: Bunun
bilgisi ancak Allah kalındadır. Ben sadece açık bir uyarıcıyım.»
«Vaadolunan
azabın yaklaştığını görünce, o küfre sapanların yüzleri bir tuhaf çirklnleşir.»
İnkarcı sapıklar,
azgın münafıklar hakkında vaadolunan azabın ne olduğu
hususunda birtakım farklı tefsîrler ve tesbitler
olmuştur:
a) Âhiret günündeki
azap,
b) Bedir Savaşı'nda uğratıldıkları hezimet ve
perişanlık,
c) Ölümleri gelip kapıyı çalınca, varacakları
yerin kendilerine gösterilmesiyle kalplerini dolduran korku.
İşte inananlarla
inanmayanların böyle anlardaki durumlarından doğan açık fark.. Birincilerde bir
neşe ve ümit; tebessüm ve huzur duygusu.. İkincilerde üzüntü ve umutsuzluk.. O
yüzden bunların yüzünde tuhaf bir çirkinleşme hâkim olur ve âhiret gününde bu suçlu günahkâr inkarcılar ve ikiyüzlü
dönekler simalarından tanınırlar.[27]
<<De kı: Suyunuz iyice çekilip kaynağı kuruyacak olsa, söyler
misiniz kim size akan bir kaynağı getirebilir?»
Mülk Sûresi'nde birçok
uyarıcı, aklı harekete geçirici, vicdanlara ses-lenici
âyet ve belgeler sıralandıktan sonra, yine akla ışık tutan bir diğer belgeyle
konu noktalanıyor. Su kaynaklarının çekilip kurumasına dikkat çekiliyor. Şöyle
ki: Dünya'da su dengesini muhafaza eden ve sürdüren birtakım sebepler ve
kanunlar vardır. Örneğin, yerkürenin onda yedisinin denizlerle kaplı olması, su
ve yağmur ihtiyacını karşılamaktadır. Aynı zamanda dağların ve tepelerin
konumu da buna yardımcı olarak yeraltı ve yerüstü kaynakları beslenmekte,
aklını, enerjisini bilerek kullanan kavim ve milletler için yeterli su
bulunmaktadır.
Şayet oendb-ı Hak bu kurduğu plânda bir değişiklik yapsa, dengeyi
bozup kaynakların yer değiştirmesini veya tamamen kurumasını gerçekleştirse,
kim, hangi kuvvet bozulan dengeyi düzeltebilir ve kaynaklan harekete
geçirebilir?
Böylece kâinattaki
bütün nimetlerin insanoğlu için yaratılıp sadece onun istifadesine verildiği
belirtiliyor. Hiçbir nimetin gelişigüzel, plânsız, programsız olmadığını; her
denge ve düzenin O Yüce Mevlâ'nın varlığına ve birliğine delâlet ettiğine
işarette bulunularak akıl sahiplerinin kendiJeri-ni duygularının tesirinden kurtarıp bu belge ve açık
delilleri görmeleri isteniliyor.
Mülk Sûresi'ne, Mülk-ü
saltanatı tasarrufu altında tutan Cenab-ı Hakk'-ın çok mübarek, çok aziz,
çok yüce olduğu belirtilerek başlandı ve hem yeryüzünde, hem de bütün kâinatta
denge ve düzeni kuranın ancak O olduğuna değinilerek sûre noktalandı.
Bize bu sûrenin de
tefsirini müyesser kılan Yüce Rabbımıza sonsuz hamd-u senalar; O'nun hayat veren mesajını bize kusursuz
teblîğ eden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
salât-ü selâmlar olsun.
[1] el-Câmi'u Li Ahfcâmi'I-Kur'ân
: 18/205
[2] Tirmizî/sevâbü'l-Kur'ân : 9
[3] Tirmizî: 9/46-28-93
[4] Kurtubî/Sa'lebî'den
rivayet etmiştir: 18/205
[5] Tefsirü Garâibi'l-Kur'ân, Nisabûrî: 29/2
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
12/6286.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6287.
[7] İbn Ebî
Hatim - Ma'mer : Katade'den
- İbn Kesir : 4/396
[8] Tefsîr-i Kurtubî: 18/208
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
12/6289.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6289-6290.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6290.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6290-6291.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6291-6292.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6292-6293.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6293.
[15] Nisa : 55, A'raf : 41, Tevbe: 81, İbrahim : 16, Isrâ :
8, Furkan : 65,- Hûd : 106,
İbrahim; 50, Zümer : 16, Muhammed : 15, Kamer 48, Kariâ 11, Leyi ; 4, Teb-bet
Sûresi..
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6295-6297.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6297.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6298.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6299.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6300.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6300-631.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6301.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 12/6303.-6304
[24] Buhari/imân: 37- Müslim/imân
: 5- İbn Mâce/mukaddeme: 9-
Ebû Dâ-vud/sünnet; 1- Tirmizî/imân: 4- Nesâl/imân: 5,
6- Ahmed: 1/27, 52, 319- 2/426
[25] Lukmân Sûresi: 34
[26] Bu konuda geniş bilgi için bak:Necm
Süresi:3-5.ayetlerin tefsiri
[27] Bu konuda geniş bilgi için bak:Rüm
Süresi:12,Rahman Süresi:41.