- 67 -
Mushaftaki
sıralamaya göre kitabı-mızın 67., nüzûl sıralamasına göre 77., Mufassal kısmı
beşinci sûreler grubu-nun dördüncü sûresi olan Mülk sûresi, Mekke’de nâzil
olmuştur. Âyetlerinin sa-yısı 30’dur.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adıyla”
Kur'an-ı
Kerim'in altmış yedinci sûresi. Otuz âyet, üç yüz otuz beş kelime ve bin üç yüz
on üç harften ibarettir. Fasılâsı râ, mim ve nun harfleridir. Mekkî sûrelerden
olup "Tûr" sûresinden sonra nâzil ol-muştur. Adını ilk âyetinde geçen
"mülk" kelimesinden almıştır. âyette geçiş şekli şöyledir: "Mülk
ve saltanat, kudret elinde olan Allah yüce-dir. O her şeye kadirdir. "
Sûreye, Tebâreke, Mâma, Münciyye, Vâ-kıyye ve Mennâa adları da verilmektedir.
Mülk
sûresi, fazileti hakkında hadis varit olan sûrelerdendir. Peygamber (s.a.s)'in
şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Kur'an'da otuz âyetlik bir sûre var, bir
adama şefaat eder ve o kişi mağfiret olunur, O "Tebâreke"
sûresidir" (Tirmizi, Fedâilil-Kur'an 9; Ebu Davud, Salât, 322; İbn Mâce,
Edep, 52).
Câbir
(r.a)'dan nakledilen başka bir hadiste de şöyle denil-mektedir: "Peygamber
(s.a.s), Secde ve Tebâreke (Mülk) sûrelerini okumadan uyumazdı" (Tirmizi,
Fedâil'ül-Kur'an, 9).
Sûre,
Bakara sûresindeki; "Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Hal-buki siz, ölüler
idiniz, sizi O diriltti. Sonra öldürecek, sonra tekrar diril-tecektir. Nihayet
O'na döndürüleceksiniz. Yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yaratan O'dur.
Sonra göğe yönelip onları yedi gök olarak düzenleyen de O'dur" (Bakara,28-29)
âyetlerde verilmek istenen mesajı tafsili bir şekilde gözler önüne sermektedir.
Katıksız bir tevhid aki-desine ulaştırılmak için insan, varlık âlemini ve
ötesindekileri düşünmeye davet edilir. Nasıl olur da insan, yoktan var edildiği
halde, onu var edeni inkâr edebilir! Ve nasıl olur da, her akıl sahibini
hayrete dü-şürüp iman etmeye sevk edecek azametteki olaylar her gün çevresinde
cereyan ettiği halde, kâinatın tek sahibi olan ve onu dilediği gibi sevk eden
Allah'a iman etmeyi beceremez! Yeryüzünde ne varsa hepsini insan için yaratan
Allah'tır. Ama insan, her gün etrafında cereyan eden ve yaratanın mutlaka bir
alâmetini taşıyan olaylara karşı körelmiş bir durumdadır. Mekke'de nâzil olan
ve insanların akıllarını şirkten ve câhilî yaşayışın tortularından temizleyip,
onları her şeyin yaratıcısı ve sahibi olan Allah Teâlâ'yı tanımaya, O'na ibadet
etmeye yöneltmeyi hedef alan sûrelerden bir tanesi de "Mülk" sûresidir.
Bu
sûrenin muhtevası ve konuyu ele alışı öteki sûrelerden farklıdır. Düşünen
insanı Allah'a imana götürecek olan, görülen ve görülmeyen yaratılıştaki
mükemmellik ve incelikler, yeryüzünün dar sınırlarının ötesine taşarak bütün
kâinatı kucaklayan, maddî hayatı aşıp âhiret âlemini de içine alan bir uslûbla
ele alınmaktadır. İnsana, kâinattaki hadiselerin dış görünüşü ile uğraşmaktan
kurtulup onun iç gerçeklerini kavramanın yolları açılır.
Sûreye,
mülkün ve saltanatın Allah'a ait olduğu hatırlatılarak giriliyor. Her şeyin
tasarrufu O'na aittir. Dilediğini dilediği gibi yapmak-ta hiç bir şey O'nu sınırlayamaz
ve yaptıklarından dolayı sorgulaya-maz. Mülkün tek sahibi O'dur ve O'nun her
şeyi yapmaya gücü yeter: "Mülk ve saltanat O'nun elinde olan Allah
yücedir. O her şeye ka-dirdir" (1).
Bu
gerçekler kalplerde yer edince insan, duygularının esa-retinden kurtulur ve
varlık sebebini daha yekinî bir şekilde kavramaya başlar. Mülkün sahibi olan
Allah, ölümü ve hayatı yarattı. Bu, O'nun gücünün, sonsuzluğunun ve
erişilmezliğinin bir alâmetidir. Allah Te-âlâ'nın mülkün sahibi olduğunu idrak
eden insan, O'nun halk ettiği ölüm ve hayat gerçeğini düşünmeye başlayacaktır.
Bu düşünce onu başıboşluktan alıkoyacak, sınanmak için gönderildiği bu
dünyadaki hayatında yaşam ölçülerini belirleyecektir. Her şeyin tek sahibi
Allah Teâlâ'dır.
Ölüm
ile hayat O'nun elinde olduğuna göre hiç bir başka güç, insanı Allah'ın
dilediğinin dışında bir şeyi yapmaya zorlayamaz. Ölüm ve hayat, kimin daha iyi
bir iş işleyeceği ve öteki hayatta Aziz ve Gafûr olan Allah'ın rahmetine
muhatap olacağının anlaşılması için yaratıldı: "Hanginizin daha iyi amel
işlediğini denemek için O'dur ölümü ve hayatı yaratan, O, Aziz'dir,
Gafûr'dur" (2).
Bundan
sonra varlıkların yaratılışındaki nizamı ve onun çar-pıcılığını açıklayan
âyetler gelmeye başlıyor. Allah gökleri yedi kat olarak yaratmıştır. Onu akıl sahipleri
için de bir ibret kaynağı kılmıştır. Ancak insanlardan çok azı müstesna hiç
kimse bu gerçeklerin farkın-da değildir. İnsanlar öyle bir hayat sürerler ki;
ölüm sanki onlara hiç yetişmeyecektir. İşte Allah Teâlâ, insana hitap ederek,
onu alemleri yaratmasındaki mükemmelliği görmeye davet ediyor. Gaflet içerisin-deki
insana; "Sen Rahman'ın yaratmasında bir eksiklik bulamazsın. Gözünü çevir
de bak; bir aksaklık görebilir misin?" (3). Diye seslene-rek ona
yaratılışın intizam ve mükemmelliğini, varlığına işaret eden en büyük delil
olarak sunuyor.
Burada
Allah Teâlâ, meydan okuyan bir üslup kullanıyor. Bu, konunun ciddiyetini
vurgulamak içindir. İnsandan, Allah'ın bütün ya-rattıklarına dikkatle bakması
isteniyor ki o, sapıklıkta devam edip de, Allah'ın hazırladığı çılgınca
kaynayan Cehennem azabıyla cezalan-dırılmayı hak etmesin. Gökyüzünün,
seyredildiğinde kalpleri sihirleyen o muhteşem manzarası, düşünen akılları
Allah'ın vaadine imana da-vet ediyor: "Andolsun ki Biz yere yakın göğü kandillerle
donattık" (5).
İnsan yaradılıştaki bu
güzellikleri kavramaya çağrılıyor. Çünkü varlık-taki güzelliği kavrayınca onu
yaratanın güzelliğini, ululuğunu daha kolay idrak edecektir.
Allah
Teâlâ, gökyüzünü süslediği kandillerle, aynı zamanda şeytanların taşlanmasını
da sağladı. Lânetlenen bu şeytanlar için, çıl-gın bir Cehennem azabı da
hazırlanmıştır: "Onlarla şeytanların taş-lanmasını sağladık. Âhirette de
Biz; şeytanlara alev alev yanan bir azap hazırladık " (5). Bu âyete
bağlantılı olarak Allah'ın açıkça bilinen varlığını inkar edip, O'nun dinine
uymaktan yüz çevirerek tağutların peşine takılan ve Allah'a şirk koşan kâfirler
tehdit edilmektedir. On-ların da uydukları şeytanlar gibi hazırlanan aynı
acıklı Cehennem azabına çarptırılacakları; "Rabbini inkâr edenler için
cehennem azabı vardır. O, ne kötü bir yerdir" (6) âyetiyle haber
verilmektedir.
Bunun
peşindeki âyetlerde Cehennemin canlı bir tasviri yapılır. Cehennem, ahiret
günü, kaynamasının şiddetinden korkunç uğultular çıkartacak ve o kâfirlerin
Allah Teâlâ'ya olan isyanlarına karşı kızgın-lığından parçalanacak bir hale
gelecektir. O gün hiç bir münkir onun öfkeli alevlerinden kendini
kurtaramayacaktır: "Cehenneme atıldıkları zaman onun kaynarken çıkardığı
öfkeli uğultuyu duyarlar. Cehennem öfkesinden parçalanacak bir hale gelir..."
(7-8).
Bu
âyetlerdeki ifâde tarzı ayrıca büyük bir hakikati da ortaya koymaktadır;
Allah'ın yarattığı canlı cansız her şey, bir ruha sahiptir. Ve mevcudâttaki
bütün varlıklar kendi tabiatları içerisinde Allah Teâ-lâ'yı hamd ile tesbih ederler.
İşte Allah'a tam bir itaatle boyun eğen bu varlıklar, insanoğlunu yaratıcısına
isyan ederken gördüklerinde, inkâr ve isyana karşı fıtratlarında gizli olan
nefretleri onları öfkeden çılgına çevirir. Mevcudâttaki her şeyin Allah
Teâlâ'yı zikrettiği gerçeği; "Yedi gök, yer ve onlarda bulunan varlıklar,
Allah'ı tesbih ve tenzih ederler. Aslında hiç bir şey yoktur ki hamd ile
Allah'ı tesbih etmesin ne var ki siz onların tesbih etmesini
anlamazsınız..." (İsra,44) âyetiyle insan-lara bildirilmektedir. Bu gerçek
Kur'an-ı Kerim'de defalarca tekrar edilmektedir. Bunlar, kâinatta her şeyin
Allah Teâlâ'yı hamd ile tesbih ettiği halde, insanın bu kafileden ayrılıp
hüsrana uğrayanlardan ol-duğu gerçeğini vurgulamaktadırlar.
Bunun
akabinde, Cehennem bekçilerinin bu insanlara karşı tavırları dile getiriliyor.
Onları rezil edip büyük bir sıkıntıya düşürecek olan; "Size bir uyarıcı
gelmemiş miydi?" (8) sorusu sorulunca, onların buna verdiği cevap; budalalıkları
ve gafletlerinin kendilerini sürükle-diği inkarcılıklarını büyük bir
pişmanlıkla itiraf etmekten başka bir şey değildir: "Onlar: "Evet
doğrusu bize bir uyarıcı geldi ama biz yalanla-dık ve dedik ki, Allah hiç bir
şey indirmemiştir... Sadece siz büyük bir sapıklık içindesiniz"
derler" (9).
Ellerinde
hiç bir delil olmadan Allah'ın indirdiklerini inkâr edip peygamberlerini
yalanlayanlar, o gün, duyan ve düşünen hiç bir insa-nın düşemeyeceği böyle kötü
ve iğrenç bir durumda oldukları halde pişmanlıklarını çok acıklı bir şekilde
dile getirirler: "Eğer kulak vermiş veya düşünmüş olsaydık çılgın
cehennemlikler arasında bulunmazdık derler" (10).
Allah
Teâlâ, insanları hidayete ulaştırmak için gönderdiği Kur'-an-ı Kerim'de, hak
ile batılı, iyi ile kötüyü, mü'min ile kâfiri bir arada, birbiriyle
kıyaslanabilecek bir şekilde, karşılıklı sahifeler halinde su-narak, insanların
muhakeme yapıp doğru yolu seçebilmeleri için ilâhî bir tebliğ metodu
uygulamaktadır. Bu hikmete istinaden inkârcıların karşılaşacakları musibetleri
zikrettikten hemen sonra, kurtuluşa erip, Rablerinin mağfiret ve mükâfatına
nâil olanların durumları dile ge-tirilir: "Muhakkak ki Rablerinin azâbından
gıyâben korkanlar (yok mu) onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir
vardır"
(12).
Onlar yaptıkları her işi Allah Teâlâ'nın kendilerini murakabe altında
tuttuğunun bilin-cinde olarak yaparlar. Bir kötülük yapmaktan kaçınmaları,
insanların onları cezalandırmasından çekindikleri için değil; ancak, gizli âşikâr
her şeyi gören ve bilen Allah Teâlâ'dan korktukları içindir. Onlar, Allah
Teâlâ'nın, yarattığı her şeyin bütün in-celiklerini, gizliliklerini gören ve
kalplerdeki bütün sırları bilen olduğunu çok iyi bilirler. Açığa vurulanı da
gizlenmeye çalışılanı da O yaratmış olduğu halde, nasıl olur da onarı bilmez?
Allah
Teâlâ; "Sözünüzü ister gizleyin, ister açığa vurun. Şüphesiz Allah, kalplerin
özünü çok iyi bilir. Yaratan hiç bilmez mi? Halbuki O her şeyi bütün incelikleriyle
bilir ve her şeyden hakkıyla ha-berdardır" (13-14) âyetleriyle insanları
uyararak, dininin icaplarını gizli, açık çiğnememeye çalışanların dikkatini
çeker. Ayrıca bu gerçeğin vicdanlarda yer etmesi, insana hassasiyet ve uyanıklık
kazandırır. Bu, onun yeryüzünde taşımak zorunda olduğu, Allah'a iman emanetini
omuzlamasını kolaylaştırır.
Bundan
sonraki âyetlerde, insanoğlunun gafletten kurtulup, yaratıcısını tanımaya
yönelmesi için, onun iç içe yaşadığı, var ediliş hikmetlerini bilmediği halde
hepsinden istifade ettiği nimetlerin kay-nağı açıklanır. Allah Teâlâ,
yeryüzündeki her şeyi insanın emrine sun-muş ve ona boyun eğdirmiştir. İnsan,
orada hayatını kolayca devam ettirip suyundan, toprağından, havasından,
rızıklarından ve gizli ha-zinelerinden istifade ederken, bütün bu nimetleri ona
bahşeden Rab-binin yüce varlığını hamd ederek tesbih etmelidir. "Yeryüzünü
size boyun eğdiren O'dur. Yeryüzünün her tarafında gezip dolaşın ve Al-lah'ın
vermiş olduğu rızıklardan yeyin. Sonunda dönüş(ünüz) ancak O'nadır" (15).
Yeryüzünün
insana boyun eğmesi ifadesi, çok büyük gerçek-leri ifade eder. Allah Teâla
arzın, canlı bir varlıkmış gibi, insanlara bo-yun eğdiğini ifade ediyor. Bugün
bilinen bir gerçektir ki yeryüzü, öyle görüldüğü gibi yerinde duran, hareketsiz
bir varlık değildir. İçi alev alev kaynadığı halde, kendi etrafında saatte bin
milden fazla bir, hızla hareket eder. Ayrıca tabi olduğu güneş sistemi ile de
gökyüzünün derinliklerine doğru saatte binlerce kilometre hızla yol alır. Yani
arz her şeyiyle hareket halindedir. Ve Allah Teâlâ hiç kimsenin zaptede-meyeceği
bu gücü insanın emrine âmade kılmış, ona boyun eğdir-miştir.
Gökyüzünü
insanlar için süsleyip, yeryüzünü onun hizmetine sunan Allah Teâlâ, gaflet
içerisinde, etrafındaki harikuladelikleri göre-meyerek O'na isyan eden insanoğluna,
onu düşünmeye davet eden ve tehdit taşıyan bir üslupla sorular yöneltir ve
yaptıkları şeylerden dolayı başlarına büyük bir belâ gelmeyeceğinden nasıl emin
olabil-dikleri sorusunu sorar: "Gökteki (melek)lerin Allah'ın emriyle sizi
yerin dibine geçirmeyeceğinden emin misiniz? O vakit bakarsınız ki yeryü-zü şiddetle
sarsılıp çalkalanıyor" (16). İnsanın ayakları altında sakince duran yer
sallanmaya, yerin içinde sakladığı alevleri ağzını açarak fış-kırtmaya ve gökyüzünden
taşlar yağmaya başladığı zaman, insanlar kapana kıstırılmış fare gibi güçsüz ve
çaresiz kalırlar. Akılları baş-larından çıkar, dehşete düşerler. Ve kulak
tıkadıkları uyarmanın ger-çekliğini kavrarlar. Ama iş işten geçmiştir: "O
zaman uyarmanın ne demek olduğunu bileceksiniz" (17).
Allah
Teâlâ bunu anlamakta güçlük çekenlere, idrak etmele-rinde yardımcı olsun diye,
geçmişteki sapık kavimlerin helâk oluşlarını m
Bundan sonra gelen âyetlerde
inkârcıları düşünce ve tefekküre sevk etmek için, Allah Teâlâ'nın bir takım
mucizeleri zikredilir. Ve onların da Allah'ı inkâr etmekle beraber, O'nun
rızıklandırmasına muhtaç ol-dukları gerçeği vurgulanarak, varlıklarını Allah'a
borçlu oldukları hatır-latılır.
Sûrenin
sonunda, bütün bu apaçık deliller karşısında iman et-mekten kaçınırlarsa, artık
onlar için yapacak hiç bir şey yoktur. On-lara söylenecek olan son sözü, Allah
Teâlâ, peygamberine şöyle öğ-retir: "De ki; O, Rahman olan Allah'tır. Biz
O'na iman ettik ve O'na gü-vendik. Yakında kimin apaçık bir sapıklık içinde
olduğunu bilecek-siniz" (29). Buyurulur.
Bu
mukaddimeden sonra inşallah sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya geçebiliriz.
1. Hükümranlık
elinde olan Allah yücedir ve O her şeye Kâdirdir. 2. Hanginizin daha iyi iş
işlediğini belirtmek için, ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür,
bağışlayandır. 3. Gökleri yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahmân’ın bu
yaratmasında bir düzensizlik bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak
görebilir misin? 4. Bir aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak;
ama göz umduğunu bulamayıp bitkin ve yorgun düşer. 5. An-dolsun ki, yakın göğü
kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık ve şeytanlara
çılgın alev azabını hazırladık. 6. Rabblerini inkar eden kimseler için cehennem
azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür! 7. Oraya atıldıkları zaman, onun kaynarken
çıkardığı uğultuyu işitirler. 8. Nerede ise öfkesinden paralanacak! İçine her
bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara: “Size bir uyarıcı gelmemiş
miydi?” diye sorar. 9. Onlar, “Evet; doğrusu bi-ze bir uyarıcı geldi, fakat biz
yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık
içindesiniz demiştik” derler. 10. “Eğer kulak vermiş veya akletmiş olsaydık,
çılgın alevli cehennemlikler içinde olmazdık” derler. 11. Böylece günahlarını
itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok olsunlar! 12. Doğrusu
görünmediği halde Rabblerinden korkanlara, onlara, bağışlanma ve büyük ecir
vardır. 13. Sizler, sözlerinizi gizleseniz de açıklasanız da birdir; O, kalplerde
olanı bilir. 14. Yaratan bilmez olur mu? O, Latif'tir, haberdardır. 15.
Yeryüzünü, size boyun eğdiren O’dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah’ın
verdiği rızıktan yiyin; sonunda dönüş O’nadır. 16. Gökte olanın sizi yerin
dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman, yer sarsıldıkça sarsılır. 17.
Gökte olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl
olduğunu yakında bileceksiniz. 18. Andolsun ki, bunlardan öncekiler de
yalanlamışlardı. Beni inkar etmek nasılmış? 19. Üzerlerinde kanat çırpan dizi,
dizi kuşları görmezler mi? Onları havada Rahmân olan Allah’tan başkası
tutmuyor; doğrusu O, her şeyi görendir.
20. Yahut Rahmân olan Allah’ın dışında size yardımda bulunabilecek
taraftarlarınız kimdir? İnkarcılar sadece aldanmaktadırlar. 21. Allah size
verdiği rızkı kesiverirse, size rı-zık verecek başka kim vardır? Hayır; onlar,
azgınlık ve nefrette direnmektedirler. 22. Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru
yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru yoldadır? 23. Ey Muhammed! De ki: “Sizi
yaratan sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!”
24. Sizi yerden yaratıp yayan O’dur ve O’nun huzurunda toplanacaksınız. 25.
“Doğru sözlü iseniz bildirin bu azap sözü ne zamandır?” derler. 26. De ki: “Onu
bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.” 27. Azabı
yaklaşırken gördükleri zaman, inkar edenlerin yüzleri çirkinleşip kararır;
onlara: “Sizin arayıp durduğunuz işte budur” denir. 28. De ki: “Allah, beni ve
benimle beraber bulunanları isterse yok eder veya isterse merhamet eder;
söyleyin, bu takdirde inkarcıları, can yakıcı azaptan kim alıkoyabilir?” 29. De
ki: “Bizim inandığımız ve kendisine güvendiğimiz, Rahmân olan Allah’tır. Kimin
apaçık bir sapıklıkta olduğunu yakında bileceksiniz.” 30. De ki: Suyunuz yere batarsa, söyleyin, si-ze kim
temiz bir su kaynağı getirebilir?”
Bu âyetler,
Mekke’de nâzil olmuş Mülk sûresi diye bilinen ve kitabımızın 67. sırasına
yerleştirilmiş bir sûrenin âyetleridir. Sûre, Te-bâreke ile başlayan
Kur’an'daki iki sûreden birisidir. Birisi Furkân sûresi, ikincisi de işte bu
sûredir. Tesbihât ve tebrikât ile başlayan bir sûre... Sûrenin ilk kelimesi
olarak veya sûrenin tümünün adı olarak karşımıza bir bereket, bir teberrük, bir
tebrik konusu çıkmaktadır.
Tebâreke,
mübârek oldu, tebrike şayan oldu, berekete konu oldu, berekete kaynaklık etti
gibi anlamlara gelmektedir. Bereket, Türkçe’de kullanıldığı şekliyle birikim
kökünden gelmektedir. Yani ki-şideki birikimin, mal birikimi, bilgi birikimi,
çoluk-çocuk birikimi gibi bi-rikimlerin onu cennete götürücü özellik
kazanmasının adına bereket denir. Bir kişideki birikimler, o kişiyi cennete
götürüyorsa buna bereket denir. Ama kişideki bu birikimler onu cennete değil de
cehenneme doğru götürüyorsa, onun kulluğunu ters yönde etkileyecek bir noktaya
gelmişse, artık bu birikimlerin hiçbirisine bereket denmez.
Öyleyse unutmayalım ki çok mal bereket
değildir, çok ev, çok araba, çok arsa, çok alkış, çok makam, çok koltuk bereket
değildir. Çok çocuk, çok bilgi, çok not bereket değildir. Eğer tüm bu konularda
çokluklar, çoğalmalar, birikimler bizi cennete götürücü bir özellik taşıyorsa,
yani bu çoğalmalar bizim kulluğumuzu artırıyorsa, her gün Allah’la aramızın
biraz daha iyileşmesine, biraz daha güzel Müslüman-laşmamıza sebep oluyorsa
bunlar berekettir, bereketlidir. Ama bunlar çoğaldıkça kulluğumuz azalıyor,
ilim öğrenme imkânımız kalmıyor, hasta ziyareti, Müslüman kardeşlerimizin dertleriyle
ilgilenmemiz, çocuklarımızın İslâmî eğitimleriyle ilgilenmemiz azalıyorsa, yani
kulluğumuz azalıyor ve cehenneme gidişimiz hızlanıyorsa, o zaman bu bi-rikimlere
bereket değil belâ denir. Meselâ adam dükkanının çeşidini biraz daha artırarak
bereket umuyor değil mi? Veya bir dükkanı varken ikinci bir dükkana daha
ulaşınca, ikinci bir arsaya, ikinci arabaya ulaşınca, damlaya damlaya göl olur
diyor ve bu birikimlerden bereket umuyor, bunların çoğalmasını bereket kabul ediyor
değil mi? Tamam, damlaya damlaya göl olur, ama Allah korusun bu göl bir gün kendini
de boğuverecek ve ahireti unutturacak, cenneti kaybettirecek bir duruma
geliverirse, işte o zaman bunlara bereket denmeyecektir.
Bu tebâreke
fiilinin, bu bereket konusunun hem Furkân sûresinde hem de burada sadece
Rabbimiz için kullanıldığını görüyoruz. Önce Furkân ile söyleyelim:
“Kuluna
âlemlere uyarı olsun diye Furkân’ı gönderen Allah mübârek oldu.”
(Furkân 1)
Burada da:
1.
“Hükümranlık elinde olan Allah yücedir ve O her şeye Kâdirdir.”
Bu Tebâreke
ifadesi sadece Allah için kullanılır, sadece Allah’a yakışıcı bir kelimedir.
Zaten Allah’tan başkalarına yakışmaz bu ifade. Onun içindir ki bu kelimenin çoğulu
da yoktur, tekil bir kelimedir. Tebâreke oldu, mübârek oldu, tebrike şayan
oldu, tebrike lâyık ol-du. Kim? Allah Zü’l-Celâl. Kullarını cennete götürücü,
kullarını hidâ-yete ulaştırıcı ve cehennemden kurtarıcı bir kitap gönderen Allah
Te-bâreke oldu, tebrike şayan oldu, ya da berekete kaynaklık etti, birikimiyle
cennet yollarını açıp cehennem yollarına barikatlar koydu.
İşte
Rabbimiz kuluna kitabı göndermekle, kullarına kendi bilgisini aktarmakla,
kullarını bilgisiyle cehalet karanlıklarından kurtarmakla öyle hayırlı, öyle
bereketli, öyle mübârek bir iş yaptı ki, bu yüzden O tebâreke oldu. Öyleyse
unutmayalım ki, birini tebrik etmek, birine mübârek olsun demek, ya da seni
tebrik ederim demek şu mânâya gelecektir: Sen öyle kutlu, öyle mübârek, öyle
bereketli bir iş yaptın ki, eğer sen bunu yapmasaydın biz kahrolur, mahvolur,
biz helâk olurduk. Bunu yaptığın için sen tebrike şayansın, seni tebrik etmek,
seni mübâreklemek bizim vazifemizdir.
Öyleyse
kimi nerede, nasıl ve ne zaman tebrik edeceğiz? Tebrik ederim, tebrik ederiz
ifadesini kime ve ne zaman kullanacağımızı iyi bilmek zorundayız. Ben öyle bir
şey yapmalıyım ki, bu yaptığım be-rekete konu olmalı, insanların cennet yollarını
açıp cehennem yollarına barikatlar koymalı ki, insanlar beni tebrik etsinler. Yani
ben de tıpkı Rabbimin yaptığı gibi tebrike şayan bir şey yapmalıyım. Eğer ben de
Rabbimin yaptığını yapar, bu aileye Kur’an'ı getirir, bu toplumu Kur’-an'la
tanıştırırsam beni tebrik edersiniz. Seni tebrik etmek için de senin bunu
ailene götürmen, onu tebrik etmek için de onun bunu kendi ehline götürmesi
gerekecektir. Kim ki çevresindekilerin hayatında ha-ramları bir kenara iter,
helâllere yol açarsa, onları cennete teşvik eder, cehennemden uzaklaştırmaya
çalışırsa işte o tebrike şayan bir iş yapmıştır. Onu tebrike gidelim, eğer
dinimiz müsaade ediyorsa elinden de öpelim, ayağından da öpelim.
Halbuki
bugün maalesef bu kelimeyi çok farklı yerlerde kullanıyoruz değil mi? Kimleri,
neleri tebrik ediyoruz bugün? Meselâ bir adam imtihana giriyor, bilmem hangi
pislik yuvasının başına müdür oldu diye, tüm eşi, dostu onu tebrike gidiyorlar.
“Aman tebrik ederiz, kazandın, müdür oldun.” Halbuki onun oturduğu yer tabiri
caizse bir pislik yuvasıdır. Kişinin böyle bir makama oturması onu cennete gö-türücüyse
tebrik edelim, değilse bu caiz değildir. Veya meselâ adam kan içerek, irin
yutarak, gecesini gündüzüne katarak, borçlanıp dertlenerek dış kaplamasını iki
milyara, iç döşemesini beş milyara, kaba taslak yapısını bilmem kaç milyara
tamamlayıp bitirdiği bir evin içerisine girince, bütün eşi, dostu, mübârek
olsuna yağıyorlar oraya. “Aman mübârek olsun tebrik ederiz, çok hoş olmuş.”
Acaba gerçekten mübareği anılacak yer miydi burası?
Cennete
götürücü bir şey yapmışsa adam tebrik edelim, değilse bu kelimeyi
kullanmayalım. Meselâ nişanlanmışsın mübârek ol-sun! Evlenmişsin, mübârek
olsun! Kur’an'ı öğrenmişsin, mübârek ol-sun! Buhârî'ye başlamışsın, mübârek
olsun! Haccetmişsin, mübârek olsun! Çocuklarınla evde bir ders başlatmışsın,
mübârek olsun! Filanla barışmışsın, mübârek olsun! İçkiyi bırakmışsın, namaza
başlamışsın, örtünmüşsün mübârek olsun gibi…
Allah’ın yaptığı, ettiği her şey
gerçekten tebrike şâyândır. Bakın burada da deniliyor ki, mülk elinde olan Allah
mübârektir, bereketlidir. Çünkü Allah mülkün sahibidir, mülk elinde olandır. Göklerde
ve yerlerde bizler de dahil mülk olarak ne varsa hepsi Allah’ındır. Rab-bimiz, cennet
kazanmamız için şu anda mülkünü bizlere vermiştir. O halde elbette mülke sahip
olan, mülkte söz sahibi olan Allah cennet kazanmamıza imkân verecek biçimde karşılıksız
olarak o mülkünü bi-zim hizmetimize sunmakla bu berekete konu olmuş, berekete
kaynaklık etmiş, mübârek olmuştur.
Dünya
ve âhiretin mülkü ve saltanatı, emir ve hükmü elinde bulunan, dilediğini aziz,
dilediğini zelil eden, dilediğini zengin, dilediğini fakir kılan, her şeye gücü
yeten, hiçbir şeyin kendisini aciz bıraka-madığı, yapmak istediği şeye kimsenin
mani olamadığı Allah yüceler yücesidir, kutludur, büyüktür. İbn Abbas diyor ki: “Mülk O’nun elinde-dir. Dilediğini
azîz, dilediğini zelil eder. Yaşatır, öldürür, zengin eder, fakir eder, verir,
vermez.”
”Mülk
O'nun elindedir.” Yerde ve gökte, bütün kâinatta, dünya ve âhiret tasarruf ve saltanatı,
yaratma ve yok etmesi, ele geçirme ve yönetmesi, emrini yerine getirtme ve
hükmünü icra etmesi, iyi davran-ması ve zorlaması, cezalandırması ve ikramı, ihsanda
bulunması ve nimet vermesi hep O'nun kudret elindedir. Her şey O’nun emir ve
ira-desi, hüküm ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde kullanan yahut
kuvvet verip mülke kavuşturan ve kavuşturacak olan da ancak O'dur. Verdiklerine
de tamamen vermediği gibi, kendi adına hareket etme salâhiyetini de ebedî
olarak vermez. Mülkünü kendi elinden çı-karmaz. Kendine ortak kılmaz, çünkü
şirkten berî ve yücedir. Yalnız kendi hükmü altında emredilmiş olmak üzere
vekaleten ve geçici olarak verir, dilediği zaman da alır. Çünkü mülk hakkı, bizzat
kendisinin ve mülkün hakikati doğrudan doğruya O'nun kudret elindedir. Ve O,
her şeye kâdirdir.
Mülk elinde olduğu gibi, her dilediğini dilediği
şekilde eksiksizce yapmaya tam bir kudretle güç yetirmektedir. Hiçbir yardımcıya,
ve-zire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Her ne isterse kendi kudretiyle
yapar. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir, ol deyince oluverir. Dilerse zorla
yaptırır; dilerse hürriyet verir. Dilerse küçültür, dilerse büyültür. Dilerse
sıkar; dilerse açar; dilerse yıkar, dilerse yapar; dilerse daha başka âlemler
yaratır ve onlarda da dilediği gibi tasarrufta bulunur. Ancak O'nun ortağı
olmaz. O, öyle yüksek, öyle yüce, öyle fenâdan ve acizlikten berîdir.
Sûrenin
başındaki bu kavramı, bu mülk kavramını eğer kafamızda canlı tutabilirsek, o
zaman sûrenin içinde, ileriki bölümlerinde anlatılacak konular kafamızda daha
bir belirginleşecek, daha bir güzel anlaşılacaktır. Sûre ileriki bölümlerde
bize şunları söyleyecektir: Cennet, cehennem, azap var. Eğer cennete ulaşmak
istiyorsanız mülkün sahibinin sözünü dinleyin, güçlü olan, dinlenmesi gereken
O’-dur. Cehennem var, eğer ondan korunmak istiyorsanız mülk Allah’ın! Sulta
O’nun, otorite O’nun, egemenlik O’nun, öyleyse O’nu dinleyin! Allah, bize sûrede şunları söyleyecek: “Rızkınızı
ben veriyorum, mülk benimdir, vermesem ne yaparsınız? Suyunuzu ben veriyorum,
vermesem, kesiversem ne yaparsınız? Nerden getirirsiniz onu? Kıyamet ne
zamanmış? Ne zaman kopacakmış? Ne karışırsınız siz buna? Si-ze ne bundan?
O’ndan başka kimsenin yetkisi yok ki bu konuda! Bütün bu konularda mülk sahibi,
her şeyin sahibi benim.” Sûrede baştan sona işte bu mülk konusu anlatılacak.
Zaten sûrenin adı da Mülk sûresidir.
“Allah her
şeye Kâdirdir.” İki mânâsı var bunun: Biri,
Allah her şeye Kâdir olandır. Allah her şeye güç yetirendir, her konuda mutlak
güç sahibi, mutlak otorite, egemenlik sahibidir. Diğeri ise, Allah her şeye kâdir
olandır, her şeyi takdir edendir. Yani hem her şeyi ölçen biçendir, her ölçüyü,
her ölçütü ortaya koyandır, hem de her konudaki ölçüyü gündeme getirendir.
Öyleyse
çocukların eğitimi konusunda ölçü mü arıyorsunuz? Ölçücü Allah'tır, ölçü
Allah’ın ölçüsü, Allah’ın ölçümüdür. Sosyal hayatın ölçüsünü mü arıyorsunuz?
Ekonomik hayatın ölçüsünü mü arıyor-sunuz? Kadın-erkek ilişkilerinin, kılık-kıyafetin,
kazanmanın-harcama-nın, hukukun, eğitimin, siyasal yapılanmaların ölçüsünü mü
arıyorsu-nuz? İnfakın, çocukların sayısının arttırılması veya dondurulması konusunun
ölçüsünü mü arıyorsunuz? Ölçü Allah’ın ölçüsüdür, ölçüt Allah’ın ölçütüdür. Her
şeyin ölçüsünü koyan Allah’tır. Allah'tan başka ölçü koyan yoktur. Meselâ bize
ne kadar mal vereceğini en güzel bilen, en güzel ölçen Allah’tır. Gözümüzün
ferini, dizimizin bağını, gücü-müzün sınırını, aklımızın hududunu en güzel
ölçen ve bilen Allah’tır.
Onun içindir ki, bize neleri
emredeceğini, bize neleri yükleyeceğini, bizi nelerle sorumlu tutacağını en iyi
bilen Allah’tır. Veya hangi âyet ne kadara delâlet edecek, hangi sûrede ne
kadar âyet gelecek? İnsanlar bu hükümleri ne zaman, nerede, nasıl yapacaklar?
Kişilerin başına neler gelecek? Dini Allah nasıl ikame edecek? Gökyüzünü na-sıl
ölçecek? Veya yeryüzünde hangi ölçüler geçerli olacak? Bunu en güzel ölçen,
bilen, bu konuda ölçü vaz' eden Allah’tır. Mirasta erkek ne kadar alacak? Kadın
ne kadar alacak? Erkek nasıl giyinecek? Ka-dın nasıl giyinecek? Tüm bu konuları
en iyi bilen Allah’tır.
Ama bu
Allah aynı zamanda güçlü olandır, her şeye güç yetirendir. Her şeye kâdir olan,
dilediği her şeyi yapan, mutlak güç ve kudret sahibidir. Bizi öldürmeye, diriltmeye,
bize hayat bahşetmeye, onu elimizden çekip almaya, mülkü birine vermeye, tekrar
ondan söküp almaya muktedir olan, mâlik olandır.
Allah öyle
güçlüdür ki, karşı gelinmez güçlüdür, dediğini mutlak yapan güçlüdür, bize
istediğini yaptırabilecek güçlüdür. Rabbi-mizin gücünün sırrını anlama
imkânımız yoktur, ancak buna iman e-deriz.
Yine
Allah’ı tanıyoruz. Rabbimiz bize kendisini anlatmaya devam ediyor. Kur’an bize
ne anlatır? Kur’an bize bir tek şey anlatır. Kulluğu, kulluğumuzu anlatır.
Kur’an başından sonuna kadar bize kulluğu anlatır, başka bir şey yoktur
Kur’an'da. Kulluğu bize anlatırken de Rabbimiz üç kademede anlatır onu.
1- Kime kul olacağız?
2- Nasıl kul olacağız?
3- Neden kul olacağız?
Kur’an,
kime kul olacağımızı anlatır. Yani kime ve nasıl bir Al-lah’a kulluk yapacağız?
Allah Kur’an’da bize kendini anlatır, zâtını, sı-fatlarını, esmâsını anlatır.
İşte böylece tanıtılan bir Allah’a inanıp, kul olun denir. İşte bakın burada da
Rabbimiz anlattı. Kâdir olan, her şeyi takdir eden, her konuda ölçü vaz' eden,
her konunun ölçütünü koyan, her şeye güç yetiren, mülkün sahibi olan bir Allah...
Tebâreke olan, bereket kaynağı olan, tebrike şayan, mübârek bir Allah... Sonra
da:
2.
“Hanginizin daha iyi iş işlediğini belirtmek için, ölümü ve dirimi yaratan O’dur.
O, güçlüdür, bağışlayandır.”
Allah’ı
tanımak için Kur’an’daki 6000 küsur âyeti kavramak, bu âyetleri bize anlatan,
şerh eden, açıklayan Rasulullah Efendimizin hadislerini kavramak, bir de bu âyetlerin
şerhi mahiyetinde olan, sanki laboratuar mesabesindeki olan semâvât ve arzı
kavramak, semâvât ve arzdaki görsel âyetleri özümsemek gerekecektir. Çünkü
Rabbimi-zin bu kitabındaki âyetlerini anlamak için semâya bakmak, arza bakmak,
insana bakmak, deveye bakmak gerekecektir.
Allah, ölümü
ve hayatı yaratandır. Peki acaba âyet-i kerîmede neden önce ölüm zikredildi de
hayat sonra zikredildi? Bunun münakaşasına girmeye gerek yoktur. Bakara
sûresinde de Rabbimiz der ki:
“Allah’ı nasıl inkar edersiniz ki siz ölüler idiniz de
sizi diriltti. Sonra sizi yine o öldürecek, sonra yine diriltecek. Sonra ona
döndürüleceksiniz.”
(Bakara 28)
“Nasıl
oluyor? Sizler ölüydünüz de sizi Allah var etti! Sizler ölüydünüz! Yoktunuz!
Hiçtiniz! Bu varlığınızı, bu gücünüzü biz verdik size! Sonra bu varlığınızı, bu
gücünüzü alıp sizi öldüreceğiz. Sonra da sizi hesap, kitap için yeniden
dirilteceğiz.” Allah mutlak mânâda ölümü de dirimi de yaratandır. Bize lazım
olan da işte budur. Yine bize lazım olan önce ölümün yaratılmasıdır. Kaçacak
mısınız? Hayrola! Derdiniz ne? Ne çabuk unutuyorsunuz ölümü? Halbuki Allah’ın
yarattıklarını unutmadınız. Meselâ ekmeği unutmadınız, suyu, kadını, semâyı,
arzı, yiyeceği, içeceği, elmayı, armudu unutmadınız. Onları kul-lanıyorsunuz,
onları kendi zevkinize âmâde kılıyorsunuz da, ölümü niye unutuyorsunuz? Ölümü
niye gündeme almıyorsunuz? Hayatı u-nutmuyorsunuz, hayatı kullanıyorsunuz,
hayattakileri ihmal etmiyorsu-nuz da, ölümü niye kullanmıyorsunuz?
Ölüm, kalplere daha çok korku verici ve ürpertici olduğu
için Yüce Allah önce onu zikretti. Ölüm, yok olma ve hayattan tamamen kesilme
değildir. O, sadece bir yurttan başka yurda taşınmaktır. Bunun içindir ki,
ölünün, kabrinde işittiği, gördüğü ve hissettiği bildiril-miştir. Ölüm sadece
ruhun bedenle ilgisinin kesilmesi ve vücuttan ay-rılmasıdır. Rasulullah
(s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Sizden biri kabrine ko-nup da eşi dostu oradan
döndüğünde, o onların ayak seslerini işitir.” (Buhâri, Cenaiz: 68, 87; Ebu Davud, Cenaiz: 74) “Nefsim
elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi
işi-temezsiniz. Ancak şu var ki, onlar cevap veremiyorlar.” (Buhâri, Ce-naiz: 88; Müslim, Cennet: 87, 88)
Katade diyor ki: Allah, insanoğlunu
ölüm hadisesiyle zelil kıl-mıştır. Dünyayı yaşama ve yok olma yurdu yapmıştır.
Âhireti ise dünyada yapılanların karşılığının verildiği ve devamlı olan bir
yurt kılmıştır. Böylece anlıyoruz ki; 1) Ölüm ve hayat Allah'tandır. Ve
hiç kimse bir başkasına hayat veremez, ölüm de getiremez. 2) Kendisine
iyilik ve kötülük yapabilme kudreti verilen insanın yaradılışı maksatsız değildir,
bilakis Allah onu imtihan etmek maksadıyla yaratmıştır. Bu hayat insana bir
imtihan süresidir ve ölüm bu sürenin sona ermesi demektir. 3) Yaratıcının
bu süreyi (fırsatı) insana vermesinin nedeni, onun iyi mi, kötü mü olduğu
dünyada fiilen ispatlansın diyedir. 4) Han-gi davranışın iyi, hangi
davranışın kötü olduğunu belirtmek yetkisi ancak Yaratıcıya, yani imtihanı
yapan Zat'ın indinde hangi amellerin makbul olduğunu bilmesi gerekir. 5)
Bu imtihanın kendiliğinden çıkan sonuca göre, herkes yaptığı davranışın karşılığını
(ceza ve mükafat) mutlaka görecektir. Çünkü bu karşılık olmasaydı, bu imtihanın
bir anlamı olmazdı.
Allah ki,
ölümü yaratandır. Bu ölüm şu bizim ölümümüzü, beşerin ölümünü, toplumların,
devletlerin, piyasanın ölümünü anlatan her şeyi içerecektir. Hayatı da yaratandır
Allah. Bunda da her türlü hayat, her türlü dirilik geçerli olacaktır. Allah
dirilişi yaratmıştır. Hangi dirilişler? Meselâ piyasanın dirilişi, veya evlerimizdeki
dirlik ve düzeni de Allah yaratmıştır. Veya ekonomik canlanmayı da Allah yaratmıştır.
Dirilik adına, canlılık adına, hayat adına aklınıza ne geliyorsa hepsinin
yaratıcısı Allah’tır. Bu ölümü ve hayatı neden yarattığının sebebini de Rabbimiz
şöyle anlatıyor:
“Sizi sınamak, sizi denemek, sizi
imtihan etmek için. Hangimiz amelce daha güzel? Böylece sizi denemek için Allah
ölümü ve dirimi yaratmıştır.” İşte ölümün ve hayatın sebeb-i hikmeti budur.
Allah, hâkimiyet
ve hikmet sahibidir. Yani Rabbimiz ne dediyse, ne yapmışsa, ne yarattıysa, ne
gazap ettiyse, ne merhamet ettiyse, kendisinden ne tecelli ettiyse mutlaka ve
mutlaka Allah’ın yaptığı her şey hikmetlidir. Meselâ 30 gün Ramazan tutun mu
dedi? Mutlaka hikmetlidir, mutlaka bir hikmeti vardır. Bize iki göz mü verdi?
İki gözle tek görme özelliği mi verdi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Gusülde tüm
vücudu yıkayın mı dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Kadın şöyle, erkek böyle
giyinmelidir mi dedi? Mutlaka bir hikmeti vardır. Toplumda kısası uygulayın mı
dedi? Hukukunuz şöyle olsun, eğitiminiz böyle ol-sun, kazanmanız, harcamanız,
geceniz-gündüzünüz şöyle olsun mu dedi? Şuradan kazanın, şuradan kazanmayın mı
dedi? Çocuklarınızı şöyle eğitin, hanımlarınızla şöyle bir ilişki kurun, komşularınıza
şöyle davranın, içki içmeyin, zina etmeyin, fâizden uzak durun mu dedi? Si-ze
bir musibet mi gönderdi? Sizi şöyle bir hayatla mı imtihan etti? Al-lah ne
dedi, ne yaptı, ne yapmanızı ve ne yapmamanızı istediyse bile-siniz ki hepsinde
mutlaka bir hikmet vardır.
Allah’ın
her yaptığı işte mutlaka bir hikmet vardır. Ama bize düşen hikmet aracılığına
çıkmak, felsefe yapmak değildir. Filozofların derdi, hikmet aramaktır. Neden
insanların saçı şöyledir? Kılı niye böyledir? Neden anne şefkatlidir? Baba
neden gaddardır? Bu sorulara cevap bulmaya çalışırlar. Hikmet aramaya gerek
yok, Allah’ın yaptığı her şeyde hikmet vardır. Neden yaratmıştır Rabbimiz
ölümü? Niçin var etmiştir hayatı?
“Sizin hanginiz amelce daha güzel, bunu
denemek, bunu sınamak için.”
Buna göre
şöyle diyebiliriz: Ben neden yaratıldım? Niye yaratmış Rabbim beni? Yaşadığım
hayatta güzel ameller mi, yoksa kötü ameller mi işleyeceğimi açığa çıkarmak
için yaratılmışım. Peki benim için niçin ölüm yaratılmış? Yani neden öleceğim
ben? Amelimin imtihanı, amellerimin karşılığını görmek için. Peki neden karşımdaki
var? Neden karşımdaki yaratılmış? Ne için o da ölecek? Yine benim için. Benim
imtihanım için. Tabiri caizse dört boyutlu düşünüyoruz. Benim hayatım ve
başkasının hayatı, benim ölümüm ve başkasının ölümü nedenmiş? Benim imtihanım
içinmiş diyeceğiz. Benim hayatım ve ölü-müm, karşımdakinin hayatı ve ölümü,
benim ve karşımdakinin imtihanı içindir unutmayalım.
Ama bu
imtihan,
olacak.
Hanginiz daha güzel amel işleyecek bunun değerlendirilmesi olacak. Yani bu
hayat ve ölüm arasında herkes amel işleyecek ve insanlar bu imtihan salonu dediğimiz
dünya içinde "Ahsenü amelayı" gerçekleştirecekler.
İslâm dini,
amellere iki damga vurur:
a- Salih Amel
b- Gayri salih amel.
Ya da âyette ifade edildiği
şekliyle söylersek, ahsen amel, ah-sen olmayan amel, ahsen amel, gayrı ahsen
amel. Ameli üçe ayırıyoruz:
1- Kişiyi cennete götüren amel,
2- Kişiyi cehenneme götüren amel,
3- Kişiyi ne cennete ne de
cehenneme götüren amel. Yani kişiyi cennete de cehenneme de götürücü olmayan
boş ameller.
Bizi cennete ve cehenneme
götürmeyen boş amelleri reddediyoruz, cehenneme götüren amellerden şiddetle kaçınıyoruz
ve bizi cennete götüren ameller bizim olsun istiyoruz.
İmtihan
edildiğinizi bilir, ancak Allah’ı Azîz ve Ğafûr bilmezseniz, yine mahvoldunuz
demektir. Niye? Örneğin öğretmeniniz sizi imtihan ediyor. Eğer sizler sizi imtihan
eden öğretmeninizin aciz, güçsüz ve bunak birisi olduğuna inanır, onun
beceriksiz birisi olduğunu zanneder, yani sizin o imtihanda kopya çekmenize
engel olamayacak, buna göz yumacak birisi olduğuna inanır veya imtihan sonuçlarının
değerlendirilmesi konusunda o öğretmenin üzerinde etkili birilerinin varlığına
inanırsanız, sizin adınıza şefaatte bulunup o öğretmene etkili olabilecek bir
dostunuzun varlığına inanıyorsanız, elbette bu im-tihanın sizin üzerinizde
etkinliği olmayacaktır.
Veya meselâ size bir görev veren âmirinizin,
müdürünüzün atlatılabilecek, kandırılabilecek birisi olduğunu bilirseniz, böyle
inanırsanız, elbette onun sizin üzerinizdeki etkisi azalacak veya hiç olmayacaktır
değil mi? İşte aynen bunun gibi, şu anda bulunduğunuz imtihan salonunda sizi
imtihan eden Allah’ın Azîz olduğunu, mutlak güç ve kudret sahibi olduğunu, her
şeyi gördüğünü, her şeyi bildiğini, her şeye galip olduğunu, kesinlikle
atlatılmaz, yenilmez ve yanılmaz bir Allah olduğunu bilir, Allah’a böylece
inanırsanız, elbette bu imtihanda farklı davranırsınız. Rabbinizin bu imtihanda
sizin üzerinizdeki etkisi farklı olacaktır.
Ama Allah’ı Azîz bilmez, mutlak
güç ve kudret sahibi bilmez, ya da izzet ve şerefi Allah’tan başkalarında görürseniz,
Allah yanında etkili, hatırlı bir kısım varlıkların da varlığına inanırsanız, o
zaman Al-lah’ın sizin üzerinizdeki etkisi azalacak ve imtihanda farklı davranmaya
kalkışacaksınız demektir. Güya imtihan olunuyorsunuz, imtihana çekiliyorsunuz,
ama işlediğiniz suçları göremeyen, sizi her an kontrol edemeyen bir Allah var
karşınızda veya imtihan eden Allah’tan hâşâ daha güçlüler var zannediyorsunuz.
Eteğine yapıştıklarınızın, şefaatçilerinizin, veliahtlarınızın, Allah yanında
hatırlı zannedip gözünüzde büyüttüklerinizin yarın sizi Allah’ın elinden
kurtaracaklarına, size yardımcı olacaklarına inanırsanız, o zaman Allah’ın
imtihanına aldırış et-mez veya Allah’ın imtihan salonundaki tavrına aldırış
etmez kendi kendinize bir yalan yanlışın içine girersiniz. İkincisi:
Unutmayın
ki Allah Gafûr’dur. Allah Azîzdir, O’nu Azîz bilin, O’nu atlatılamaz bilin,
mutlak güç ve kudret sahibi bilin, O’nun huzurunda olduğunuzu unutmayarak O’na karşı
ciddiyetinizi takının, imtihandaki tavrınızı O’na yakışır biçimde ayarlayın.
Kendisine karşı yapacağınız falsolarınız sonucunda hemen sizin defterinizi
dürüvereceğini unutmadan yaşayın, ama şunu da unutmayın ki, Azîz olan Allah
aynı zamanda Ğafûr’dur da. O’nun İzzet sıfatının yanında Ğufran sı-fatı da
vardır. Sakın bu konuda kendi kendinize bir yanlışa düşmeyin. Yani Allah’ı Azîz
bilip de, sadece İzzet sıfatının sahibi bilip de kendinizi köşe bucak atmaya
kalkışmayın. Yaptığınız günahlardan dolayı Rabbinizin rahmetinden, Ğufranından
ümit keserek saçınızı başınızı yolmaya, kendinizi yerden yere vurmaya kalkışmayın.
“Rabbimin huzurunda bunları işleyen birisi olarak artık benim işim bitiktir. Bundan
böyle artık benim Rabbime yönelecek yüzüm kalmamıştır” diyerek toplumdan
kaçmaya, kendi kendinizi mahvetmeye kalkışmayın! Ümitlerinizi tümden yitirip, “eyvah!
Mahvoldum! Bittim! Kahroldum! Şimdi ben ne yapacağım? Allah Azîzdir. Allah her
şeyi bilen, gören ve günahkârlardan intikam alandır! Bu durumda ben onun yüzüne
nasıl bakarım? O’nun imtihanını nasıl başarırım? O’na karşı nasıl hesap
verebilirim? Bu kadar Azîz, bu kadar Cebbâr, bu Kahhâr ve Azamet sahibi bir
Allah beni ne yapar? Ne eder?” diye yıkılıp dökülmeyin. Bilin ki Allah Azîz
oluşunun yanında aynı zamanda Ğafûr’dur da. Affedendir, mağfiret edecek
olandır. Yani O’na karşı O’nun istediği tam kulluğu yapamazsanız bile, tam
imtihanı başaramazsanız bile gayretinizden dolayı Rabbinizin sizi affedeceğine
ve O’nun imtihanını kazanacağınıza da inanın.
Rabbimiz buraya
kadar kendisini anlattı. Öyleyse ey Müslümanlar! Bilin ki Allah güçlüdür! Allah
Azîzdir, Gafûr’dur, unutmayın! Allah mülkün sahibidir kafanızda canlı tutun!
Hayatı ve ölümü yaratan O’dur, unutmayın! Bu hayatlarınızı, bu varlıklarınızı
siz kendiniz kazanmadınız, siz bulmadınız! Hayatınızı ve şu anda hayatta sahip
olduklarınızı sizler bir yerlerden satın almadınız! Babalarınızdan kiralamadınız,
analarınızdan elde etmediniz! Toplumdan faydalanmadınız, amirinizden ödünç
bulmadınız! Yine onu şu gördüğünüz dükkanlarınızda, şu tükettiğiniz
bürolarınızda, şu harcadığınız fabrikalarınızda imal etmediniz! Bunu size veren
Allah’tır! Siz yokken, siz ölüyken, siz daha yaratılmamışken, adınız, esameniz
bile mevcut değilken sizi varlık âlemine getiren Allah’tır.
"Azîz ve Gafûr" sıfatlarının burada kullanılmaları iki anlama gelebilir ve her ikisi de
geçerlidir. 1) "O her şey üzerinde galip olandır ve buna rağmen
mahlukatına zulüm ve şiddetle davranmaz. Onlara karşı merhametli ve affedicidir."
2) "O kötü davranışları cezalandır-maya muktedirdir ve O'nun cezasından
hiç kimse kaçıp kurtulamaz. Ancak, kötülükten vazgeçip tevbe dileyen kimseyi de
affeder.”
Öyleyse sahibinizi iyi bilin!
Kime borçlu olduğunuzu, kime minnet duymanız gerektiğini, kime teşekkür edip kulluk
yapmanız gerektiğini iyi anlayın da sadece ona boyun eğin! Sadece O’na kulluk yapın!
Sadece O’nu dinleyin ve sadece O’nun çektiği yere gidin. Rabbi-miz, kendisine
kulluk edeceğimiz, yasalarını uygulayacağımız otoriteyi anlattı. Bakın Allah kendisini
anlatmaya devam ediyor:
3. “Gökleri
yedi kat üzerine yaratan O’dur. Rahmân’ın bu yaratmasında bir düzensizlik
bulamazsın. Gözünü bir çevir bak, bir çatlak görebilir misin?”
O Allah ki,
kendisini dinleyeceğiniz, sadece kendisine kulluk yapacağınız Allah ki, yedi
semâ yaratmıştır. İsterseniz karşı gelin! İs-terseniz itiraz edin! Olmaz böyle
şey! deyin. Yapamaz Allah bunu! Ya-ratamaz Allah bunu! deyin. Düşünün, Mekke
döneminde ilk gelen sû-reler içinde karşımıza çıkan bu sûre Allah’a teslimiyeti
anlatıyor. Allah’a kulluğu öğütlüyor. Rabbimiz kâfirlere, “kullarım! Bütün
bunları yapan, bütün bunları yaratan Rabbiniz, İlâhınız, Melikiniz, Mâlikiniz
Benim! Rahmetimden dolayı bunlarla size kendimi tanıtıyorum! Sakın beni
reddetmeyin! Bana karşı çıkmayın! İnkar etmeyin! Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
Derdinize ne sizin? Kime karşı geldiğinizin, kime kafa tuttuğunuzun şuuruna
varın!”
Mü'minlere de şöyle buyuruyor: “Ey
mü’minler! Sizler de kime inandığınızı, kime teslim olduğunuzu, kimin safında
olduğunuzu, kime kulluk ettiğinizi iyi bilin! İyi anlayın! Unutmayın ki sizler
Azîz olanla, mutlak güçlüyle, mutlak galip olanla berabersiniz! Öyleyse
bilesiniz ki böyle bir Allah’a mü’minler olduğunuz, böyle bir Allah’a teslimler
olduğunuz müddetçe asla sırtınız yere gelmeyecektir! Çünkü sizler mutlak galip
olanla berabersiniz! Mutlak galibin safında mutlaka galip geleceksiniz.” İşte
bütün mesele budur zaten. Bütün mesele Allah’la beraber olabilmek, Allah safında,
Allah desteğinde olabilmektir. Bunu beceren Müslüman tek kişi de olsa tüm
dünyaya meydan okuyabilecektir.
Allah, yedi
semâ yaratmıştır. Ama: _®5@«A¬0 Yani
birbirine mutabık, birbiriyle uyumlu ya da tabaka tabaka olarak yedi semâ
yaratmıştır.
“Tıbâk”
kelimesi biri
diğeri ile ahenkli, hep birbirine uygun de-mek olup birden fazla olmalarıyla
beraber aralarındaki sıkı irtibat dü-zenini ifade eder. Veya bir şeyin uygun
olan kapağı ve örtüsünü ifade edip, ona benzetme yoluyla alt kata uygun gelen
üst kata, yüksek rüt-beye ve derece anlamınadır. Yâni tabaka tabaka demektir.
Çünkü ge-zegenlerden her biri merkez etrafında birbiri üstüne böyle tabaka ta-baka
birer gök sahası oluşturdukları gibi, idrakler (algılar) âlemimizde en aşağıda
tatma, onun üstünde dokunma, onun üstünde koklama, onun üstünde işitme, onun
üstünde görme, onun üstünde akıl, onun üstünde vahiy hadiseleri ve ilgili hususları
olmak üzere tabaka tabaka birer genişlik sahası arz ederler. Böylece tabakalar
arasındaki uyum ve ahenk anlatılmaktır. Ve işte uyumu ifade etmek için
uygunsuzluk ortadan kaldırılarak buyuruluyor ki Rahmân'ın yaratmasında hiçbir
uy-gunsuzluk göremezsin.
Öyleyse bütün bu gökleri
Allah Teâlâ rahmet ve ihsanının eseri olarak hepsinin üstünde kendisinin
birliğini, kudret ve izzetinin büyüklüğü ile merhametini tanıtmak üzere
yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka tabaka çeşitli boyut ve genişlikte halk
etmekle beraber hepsini hem bir diğerine uygun, hem size uygun bir nizam, bir
görünüm ve değişmez bir uyum ve ahenk içinde yaratmıştır. Ondan dolayı ey
muhatap! Yeryüzünde sen onları o ahenk ve nizamla kuşatılmış bir birlik içinde
görür ve onlardan Rahmân'ın rahmetini sezerek ona ulaşmak için aykırı gitmeyip,
birlik düzeni ile hareket etmenin gerekli olduğunu anlayabilirsin. Bak, o
Rahmân'ın yarattığında bir nizamsızlık, bir münasebetsizlik göremezsin, haydi o
Rahmân'ın sende yaratmış olduğu gözü döndür de bak, hiçbir fütûr, yani birlik
düzenini bozan veya seni onların ötesine geçiren bir çatlak, bir kusur, bir
delik, bir bozukluk görebilir misin? O halde sen gözünü açacak, o rahmet
nizamından istifade ile en yararlı işe koşacak, yükselecek yerde, ona gözlerini
yumup küfür ve isyan ile o nizamı kaldırmaya ve mülkün dı-şına çıkarabilirmişsin
gibi kafa tutmaya nasıl cesaret edebilirsin?
Bir başka
sûrede de bu konu şöyle anlatılır:
“Sonra o gökyüzüne
yönelerek gökleri de yedi kat halinde nizama koydu.”
(Bakara 29)
Sonra
semâya yönelmiştir Allah. Semâya dönmüş veya semâyı ele almış ve onu yedi kat
olarak düzenlemiştir. Veya çok semâ vardı da, onun yedisini bizim için, bizim
hayatımız, bizim imtihanımız için düzenlemiştir. Kıyametin kopuşuyla işte bu
yedi semânın düzeni bozulacaktır.
Esasen semâ,
“sümüv” kökünden gelir ve o da yükseklik demektir. Anlayabildiğimiz kadarıyla
üst, üste çıkanlar anlamına gelecektir. Bu mânâda dünyayı alt düşündürecek,
dünyanın üstüne çıkanlar vardır. Yani dünyanın üstünde dünyayı alt düşündürecek
semâlar vardır. Dünyadan üstün, dünyadan güçlü,
dünyadan etkin, dünyaya etkin, dünyadan farklı varlıklar vardır. İşte
bunlar âyetin ifadesiyle yedi tanedir. Peki nasıl yedi? Orasını bilmiyoruz. Yani
yedi âdet mi, yedi cins mi, yedi grup mu, yedi tabaka mı, yedi mutabık mı? Bunu
bilmi-yoruz. Ama Rabbimizin haber verdiği bu gaybî konuya sadece inanıyoruz.
Rasûlullah
efendimiz “Arazîn” ifadesini kullanmaktadır. Yani tek arz değil, arzlar
diyor, Allah’ın Resûlü. Sonra yine Kur’an’da Rab-bimiz başka bir âyetinde, arz
için de aynı ifadeyi kullanır:
“Yedi göğü
ve yerden de bir o kadarını yaratan Allah’tır.”
(Talak 12)
Bu sefer
arz üzerinde de aynı şeyleri düşünmüşler. Rabbimiz yedi gök yarattım, onlar
mislince de arzdan yarattım buyurduğuna göre, bu sefer kimileri yedi arzı da düşünmüşler.
Az evvel söylediğim hadislerinde de Allah’ın Resûlü “Arazîn” buyurarak birden çok arz-lardan
söz etmişti ya, işte kimileri yedi arzın var olduğunu ileri sürmüştür. Arzın, yani
yeryüzünün tabakaları diyenler olmuş, arzın yedi tabakası vardır diyenler
olmuş, kimileri de işte efendim burası bizim arzımız, bizim arazimiz, ötekisi
de ötekinin arazisidir şeklinde anlamış, bunu yedi kıta olarak yorumlamışlardır.
Bunlar
bilgiye yönelik şeyler olduğu için üzerinde fazla dur-muyoruz. Çünkü bu kitap
bilgi kitabı değildir. Coğrafya anlatmak için gelmemiştir bu kitap. Ya ne
anlatır bunlar bize? Bu âyetler bize güçlü-yü, etkiliyi, kâdir olanı, bilgin
olanı, her şeye iradesi geçerli olanı, her konuda söz sahibi olanı, mülke mâlik
olanı, yani bizim kendisine teslim olacağımız yegâne Rabb, Melik, İlâh ve Mâbud
olan Allah’ı anlatır.
Bu sûrede
işte efendim biraz astronomi var, biraz tarih var, bi-raz fizik ötesi var,
fizik berisi var, ya da coğrafya, kozmoğrafya var, yok öyle şey… Bu sûrede
baştan sona kulluk var. Bu sûrede baştan sona Rabb ile abd arasındaki ilişkiler
var. Efendi ile köle arasındaki kulluk ilişkisinden başka bir şey yoktur bu
sûrede. Bırakalım bu tür boş iddiaları da anlamamız gereken kulluğu anlayalım
bu sûreden. Kendisine kul olunacak, çektiği yere gidilecek, hayat programı uygulanacak
varlığın yüceliğini ve O yüce varlık karşısında kendi cüceliğimizi, kendi
acziyetimizi anlayalım. O zaman bu okuma, okuma olsun, bu kitap kulluk kitabı olsun,
biz de kul olalım.
Göklerde ve
yerlerde ne varsa hepsinin sahibi, mâliki, otoritesi, egemeni olan Rabbimiz,
dünyanızdan trilyonlarca daha büyük olan semâları bile yaratabiliyor, buna güç
yetirebiliyorsa, hafızamızın bile alamayacağı bu muazzam semâlarda bile böyle
bir uyum, böyle bir düzen ve insicam sağlayabiliyorsa, göklerde bile bir uyum,
bir ölçü var edebiliyor, buna gücü yetiyor, bunu biliyorsa, bunca engin semâya
söz geçirebiliyorsa, o semâlar yanında mikrop kadar bile bir varlığı olmayan
yaşadığınız şu dünya üzerinde sizin de hayatınızı düzenlemeye elbette kâdirdir.
Buna güç yetiren Allah size güç yetiremeyecek mi? Yani bunu bilen Allah, ilmi
buna yeten Allah sizin hukukunuzu bi-lemeyecek mi? Sizin nasıl bir hayat
yaşamanız gerektiğini bilemeyecek mi? Hayır hayır, sizin ekonominizin
prensiplerini vaz' etmeye, si-zin hukukunuzun ölçülerini koymaya, sizin kılık-kıyafetinizin
ölçüsünden tutun da, çocuklarınızın eğitimine, kazanmanıza-harcamanıza, meslek
seçiminize, miras hukukunuza, gece ve gündüz hayatınızın en küçük
birimlerine varıncaya kadar her şeyinizi
bilir.
Rabbimiz
bizi düşünmeye, düşündürmeye devam ediyor. Bakın buyuruyor ki:
Rahmân’ın bu yaratışında herhangi bir
düzensizlik göremezsin. Hani görüyor musun Rahmânın yaratışında bir çatlaklık,
bir uyumsuzluk? Var mı bir eğrilik, bir eksiklik, değişiklik, delik? Var mı öy-le
bir şey? Nerden göreceksin böyle bir şeyi? Hani ikinci semâda mı? Üçüncüsünde
mi? Göremezsin ki! Zaten görmen de mümkün değil!
Kimileri bu
âyetlerin muhtevalarını kafalarında canlandıramadıklarından, “meselâ ozon
tabakası delindiğine göre, madem ki tabakada bir deliklik bir delinme var, bir
delinmeyi tespit etmiş durumdayız. O zaman Allah’ın o dediğiyle bu delinme ne
mânâya gelecektir?” diyebiliyorlar. Yani semâda bir tefâvüt yoktur, kesinlikle
böyle bir çatlaklık göremezsiniz, diyordu Allah, halbuki işte bir delinme
tespit ettik demeye çalışıyorlar. Halbuki burada, âyet-i kerîmede anlatılan o değildir.
Çünkü eğer mesele oysa, arzda da bir delik delebiliyoruz, ya da semâda da bütün
gökyüzü bulutla kaplı iken Allah bir delik deliyor bu-luttan, yağmur akıtıveriyor.
Mesele delik değil. Mesele bir çatlaklık de-ğildir. Peki nedir o zaman burada
anlatılan tefâvüt? Burada anlatılan konu şudur: Biz birbirine mutabık,
birbiriyle uyumlu yedi semâ yarattık. Bakın bakalım o semâlarda bir düzensizlik,
bir uyumsuzluk, bir dengesizlik, bir anlaşmazlık var mı? Yani kanunların sıfıra
indiği bir özellik bulunmayacaktır o semâvâtta. İşte anlatılan bu.
Bir meydan
okuma mı? Yoo! Sadece o değil, bir Rahmet türüdür aynı zamanda. Yani gazaplı
bir Allah'ın mesajı değildir bu Kur’an. Kullarını mat etmek, onları ilzam edip
susturmak ve böylece kulları karşısında galip gelerek bununla tatmin olmak
isteyen birisinden gelme değildir bu mesaj. Bu aynı zamanda Rahmân olan
Allah’ın mesajı olduğuna göre, öyleyse ısrarla bu mesajların sahibi olan
Rabbimizin şöyle buyurduğunu ve bizleri uyardığını söyleyebiliyoruz: “Kullarım!
Yapmayın! Gelin inat etmeyin! İsterseniz tekrar bakın! Bir daha bakın! Tekrar
tekrar bakın!” Bir yalvarmanın ifadesi değildir ama bir Rahmâ-niyetin dokunuşudur.
Haydi bakın bakalım onda bir fütûr görebilecek misiniz?
“Fütûr”
kelimesi hakkında selef âlimlerimizin görüşlerini söyle-yelim: 1)
Abdullah b. Abbas’a göre zayıflık anlamındadır. 2) Katade’ye göre
bozukluk anlamındadır. 3) Süfyan-ı Sevri’ye göre çatlak ve yarık
anlamındadır. “Tefâvut” da
mütenasip olmama, uygunsuzluk, aykırı-lık, denksizlik vs. demektir.
Binaenaleyh, tüm kainatta bir uyumsuz-luk, bir ahenksizlik ve bir kopukluk
bulunamaz. Allah'ın yarattığı bu kainatta her şey ahenk ve uyum içinde, gayet
düzenli ve birbirine irtibatlıdır. Ve dikkat ederseniz Rabbimiz mahlukatın
yaratılışının yüceli-ğini göstermek ve gücünün üstünlüğüne dikkat çekmek için
“Fîhinne: Onlarda” demeyip “Fî halki’r-Rahmâni: Rahman’ın yaratmasında” bu-yurmuştur.
Haydi,
bakışı bir daha döndür, basarı, basireti bir daha çevir. Bir daha bak. Çağdaş
bir basiret daha yapın! Bir de bu çağın gözüyle bakın! Dünküler bir şey
görememişlerdi. Onların bilgileri, becerileri, teknikleri, teknolojileri yoktu.
Sizler çağ atladınız, bilgi çağını yaşıyorsunuz, haydi bir de bu çağın gözüyle
bakın. Bir de çağınızın dürbünleriyle, teleskoplarıyla, rasathanelerinizle bakın.
Bakın da söyleyin ba-kalım bir fütur var mı semâda? Yani böyle tıbaka özelliğini
bozan, u-yumu, nizamı, vahdeti, dengeyi, düzeni bozan, insicamı zedeleyen bir
şey görebiliyor musunuz orada?
Ama gün
olacak, zaman gelecek, devran değişecek de şu an-da uyum içinde, düzen içinde
gördüğünüz o sapasağlam semâ var ya:
olacak. İnfitâr’ın anlattığına
göre infatarat olacak. Ya da İnşi-kâk’ın haber verdiğine göre “Şakkat”
olacak. Yani yarılacak, paramparça
olacak, şak şak şaklanacak. Semânın nasıl yarılacağı konusunda da bir bilgimiz
yoktur. Bir başka sûrede de semânın “Kü-şidat” olacağı anlatılır. Ama
bizim bildiğimiz bir yarılma, bir parçalanma değil bu. Çünkü Furkân öyle
diyordu:
“O gün, gök
beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük indirilecektir.”
(Furkân 25)
Nebe’
sûresi de bunu şöyle anlatıyordu:
“Gökler,
kapı kapı açılacaktır.”
(Nebe’19)
Semâ
açılacak, kapılar oluşacak, kapı kapı olacak. Semâ yarılacak ve kapılar
oluşacak. Ne olacak bu kapılar? Furkân’la birlikte an-laşılınca, bu kapılardan
melekler gelecek. Kıyametin kopuşuyla, hesap, kitap döneminin başlamasıyla her
bir kapıdan ellerinde amel defterlerimiz olduğu halde melekler inecek. Semâ
öyle bir yarılacak ki, kapılar oluşacak. Arşa bir yol, kürsîye bir yol, ya da
meleklere kapılar, yollar açılacak.
4. “Bir
aksaklık bulmak için gözünü tekrar tekrar çevir bak; ama göz umduğunu bulamayıp
bitkin ve yorgun düşer.”
İkinci defa
çevir, tekrar tekrar çevir bak, bir daha bir daha bak, iki gözünle bak. Ya da
gözü ikinci defa çevir bak bakalım, bulabilirsen bir düzensizlik bul bakalım!
Ama bil ki,
ama bilesin ki, gözün sana °h[¬K«& «x;«: _®\¬,@«' olarak tekrar dönmek
durumundadır. Gözün sana öylece dönmek zorunda kalacaktır. Yani aradığı
kaçamağı bulamamaktan mahrum, hakir, düşkün, üzgün, mütehayyir, baygın bir
halde ve de Rabbinin hikmeti karşısında şaşkın bir vaziyette sana dönecektir.
Hani gözler kamaşın-ca göremez olur ya, bakınca gözü kamaşacak, beyni bulanacak,
üzgün olacak, hakir olacaktır. Küçüldükçe küçülecek, ezildikçe ezilecek,
kendinde güç göremez olacak, güçler gücünü kabul edecek, kendinden geçmiş,
mecali bitmiş bir vaziyette gözler geri dönecektir.
Göz şâyet
Allah’ın mülkünde, Allah’ın sanatında, Allah’ın yasa-larında bir eksiklik, bir
yanlışlık aramaya kalkarsa sonunda mümkün değil bulamaz. Ama bu arama, bu
araştırma da bir çabadır, bir gayrettir ya, yani arayıp ta bulamama da bir
iştir ya, işte bu bulamamayı kendine izâfe eder kimileri. Yani sonunda kendine
döner kişi. Kendine, kendi benliğine, kendi bilgisine, kendi sanatına döner. Allah’ın
ya-rattığı dış alemde bir yanlışlık bulamayınca kendine döner. Bu şekilde
kendine dönen kişide iki cins tecelli görünür:
1- Ya bu
araştırma, inceleme sonucunda Allah’ın gücünü, kudretini daha bir güzel
anlayıp, Rabbine karşı haşyet ve saygıyla dolup gerçek mü'min olmaya, tam
teslim olmaya yönelir.
2- Ya da
kendisini putlaştırır. Bulduğu kanunu kendisine izafe ederek, Allah yasalarına
kendi adını vermeye çalışan ve kendi kendini putlaştıran birisidir artık. Ben
anladım! Ben bildim! Ben düşündüm! Ben buldum! Benim kanunum! Benim yasam demeye
başlayandır o artık.
5.
“Andolsun ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını
sağladık ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.”
Dünya
semâsını kandillerle donattık, diyor Rabbimiz. Dünya semâsı, dünyanın semâsı.
Dünya, denâet demektir. Alçak, alçaklık anlamına gelir. Öyleyse şöyle
diyebiliriz: Alçak semâ, yani dünyaya yakın olan semâ veya dünyadan sezilen,
dünyadan fark edilen, dünyadan anlaşılan semâ mânâsına dünyanın semâsı. Bunun
ikisi de mümkündür. "Semae'd-dünya" ifadesiyle, üzerindeki yıldız ve geze-genleri vasıtasız olarak
görebildiğimiz gökyüzü kast olunmaktadır. O-nun ötesi ancak araçlar yardımı ile
görülebilirken daha ötesi araçların yardımıyla dahi görülemez.
İşte bu
dünya semâsını, dünyaya en yakın olan, dünyadan hissedilebilen, görülebilen
semâyı misbahlarla, kandillerle süsledik, donattık, diyor Rabbimiz. Bu yediden
biri de anlaşılabilir. Yani yedi se-mâdan biri olan dünyaya en yakın olanını
yıldızlarla donatıp süsledik. Yıldızlarla donatılan bu semâ birinci semâdır,
onun üstünde geri kalan semâvât vardır, onun üstünde kürsî vardır, onun üstünde
arş vardır ki artık bunlar bizim ulaşabileceğimizin ötesidir. Çünkü artık zaman
da, mekân da bitmiştir.
Bunu şöyle açıklayabiliriz: İnsan
için rakamların yan yana gel-mesi sayı değildir. Yani sayılar sonsuz değildir.
Meselâ bir desek ve yanına iki sıfır koysak yüz olur. Üç sıfır koysak bin olur.
Ama bir raka-mının yanına yüz tane, iki yüz tane sıfır koysak, dünyayı on defa
dola-şacak kadar sıfır koyduk mu rakam değildir o artık. Ona rakam den-mez, şekil
denir. Sayı benim bildiğim okunabilen noktada biter. Yani ne kadarını
okuyabiliyorum işte o noktada biter. İşte mekân da böyledir. Mekân da bizim
düşüncemizin, düşünebileceğimizin ötesine çıktı mı, bitmiştir artık. Orada
mekân bitmiştir. Ne o? Neliğini bilmem ki! Bilmemiz gerekir mi? Allah en
iyisini bilir ama gerekmez. Düşünmemiz, kavramamız, anlamamız, Allah’a teslim
olmamız için bir nişane bilmemiz gerekir bu işi. Zira gökyüzü Allah’ın
âyetlerinden bir âyettir.
Rabbimiz
buyuruyor ki, biz semâyı misbahlarla, kandillerle süsledik. Buradaki misbahlardan
kasıt yıldızlar ve gök cisimleridir.
Kur’an-ı
Kerîm’de Rabbimiz yıldızların üç fonksiyonundan söz eder. Ya da İbni Abbas
efendimizin de ifadesine göre yıldızlar hakkın-da şu üç sözün dışında söz
söylemek ve yorumda bulunmak caiz de-ğildir.
1- Gökyüzünün, semânın süsüdür
bunlar. İşte Mülk sûresinin bu âyeti bunu anlatır:
“Andolsun
ki, yakın göğü kandillerle donattık, onlarla şeytanların taşlanmasını sağladık
ve şeytanlara çılgın alev azabını hazırladık.”
(Mülk 5)
Demek ki bu
yıldızların bir görevi, gökyüzünün süsü ve ziyneti olmaktır.
2- Bir de
yine aynı âyetin devamında ifade edildiğine göre, Al-lah, bu yıldızları
şeytanlar için bir atma, bir recm konusu yapmıştır. Bu yıldızların ikinci
görevleri de şeytanlar için rucûm olmalarıdır. Cin sûresinde de ifade edildiği
gibi, şeytanlar Rasûlullah'ın risâletinden sonra artık gökyüzünde dinleme
yerine gidip dinleyemez olmuşlardır. Al-lah semânın haberlerini dinlemek ve o
haberleri yerdekilere yetiştirerek insanların imanlarını bozmak isteyen şeytanlara
karşı semânın haberlerini korumak ve onlara ateş azabını tattırmak için bir
atma ko-nusu yapmıştır. Şeytanlar artık anladılar ki ne zaman dinleme makamına
gelseler, ne zaman melekleri dinlemek için fırsat kollasalar, ken-dilerini bekleyen
bir bekçi, bir şihap kendilerini bir ateş, kıvılcım gibi sarıyordu hemen ve
işlerini bitiriyordu. Yani bekçiler vardı, dinletmi-yordu onları.
3- En’âm
sûresinde anlatıldığı gibi, Rabbimiz, onları karanın ve denizin karanlıklarında
yol bulalım diye kılavuz olarak yaratmıştır.
“O, yıldızları kara ve denizin karanlıklarında
yol bulasınız diye sizin için var edendir. Bilen millet için âyetleri uzun uzadıya
açıkladık.”
(En’âm 97)
Rabbimiz, çok yakın çevremizden
bir âyet olarak semâmızın simâsını süsleyen o yıldızları, karanın ve denizin
karanlıklarında yol bulalım, uçsuz bucaksız çöllerde ve okyanuslarda yönümüzü
tayin edebilelim diye yaratmıştır. Bizlerin karanlıklar içinde yolumuzu şaşırıp
bocalamanızı istemediği için bu yıldızları yaratmıştır.
Ya da Allah
onları bizim hidâyetimiz, bizim yol bulmamız için yaratmıştır. Rabbimizin bu ve
benzeri âyetlerine bakarak imana ulaşalım, yakîni elde edelim, Rabbimizin
büyüklüğünü, kudretini anlayalım da, O’na O’nun istediği biçimde iman edelim.
Rabbimizin rubûbi-yetini ve ulûhiyetini anlayalım da, sadece kendisine kulluk
edelim diye yaratılmıştır bunlar. İşte yıldızlarla alakalı bildiğimiz,
bileceğimiz bunlardır. Bunun dışında bileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Yıldızlar, şeytanlara atma konusuymuş.
Şeklini bilmiyoruz. Ya-ni acaba yıldızdan bir parça mı atılıyor? Yoksa yıldızın
kendisi mi atılıyor? Bunu bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz, şeytanlar semâdan duydukları
bu kırıntı haberleri artık yeryüzüne getiremez olmuşlar. Peki önceden
gökyüzünden alınan bu haberler yeryüzüne geliyordu da, onlar hâlâ devam ediyor
olamaz mı? Rasûlullah Efendimiz bu konu-da şöyle buyurur: “Cinler aldıkları habere
kendilerinden beş yüz de yalan katar ve öylece insanlara ulaştırırlar.”
6. “Rabblerini
inkar eden kimseler için cehennem azabı vardır. Ne kötü bir dönüştür!”
Rabblerine
küfreden, Rabblerini örtenler, örtbas edenler için cehennem vardır. Küfür, örtmek
örtbas etmek demektir. Kelime olarak küfür bir şeyi kapatmak, kamufle etmek anlamına
gelir. Eşyayı örttüğü için geceye kâfir denir. Aslında geceleyin de eşya aynen
yerinde durmaktadır ama gece onu örttüğü için geceye kâfir denir. Tohumu örttüğü
için çiftçiye de kâfir denir. Yani mutlak mânâda kâfir dendi mi, bunun anlamı
örten demektir. Buradaki küfür kelimesinde de böyle bir örtbas etme işi söz
konusudur.
Kur’an-ı
Kerîm’de Allah’ın âyetlerini örtenlerden söz edilir. Ne demek Allah’ın
âyetlerini örtmek? Eğer insanlar Allah’ın kimi âyetlerini gün yüzüne çıkarıp,
kimilerini örtmeye çalışıyor, toplumun gündeminden düşürmeye çalışıyorlarsa,
işte bu Allah’ın âyetlerini örtmek, örtbas etmek demektir. “Aman bu âyetler
toplumda duyulmasın. Aman bu âyetler insanların gündemine girmesin. O zaman
bizim saltanatımız sarsılabilir. O zaman insanlar bizim elimizi, eteğimizi
öpmekten vazgeçebilirler. Aman bu âyetler duyulmasın, o zaman bizim evde hu-zurumuz
kalmaz” düşüncesiyle kimi âyetleri gündeme getirip kimi â-yetleri kamufle
etmeye, örtmeye, örtbas etmeye çalışıyorlarsa, bu da örtmedir ve küfürdür.
Bakın
burada da Rabbimiz kendisinin örtülmesinden söz ediyor. Allah’ı örtenler,
örtbas edenler için cehennem vardır, buyuruyor. Peki acaba Allah’ı örtmeyi
nasıl anlayacağız? Allah’a küfür, yani örtmek demek, kitabında tanıtıldığı gibi
bir Allah inancını gündeme getirmemek, Allah’ın sıfatlarını, esmâsını gizlemek
ve insanlara Allah’ı yanlış tanıtmak demektir. Allah’ın zâtıyla, sıfatlarıyla
alâkalı yalan söy-lemek, sıfatları konusunda O’nu eksik tanımak, tanıtmak,
O’nun bu eksikliğini yerdekilerle tamamlama cihetine gitmek, O’nda olan sıfatları
başkalarına vermek, başkalarının da O’nun sıfatlarına sahip olduğunu iddia
etmek demektir.
Yani yeryüzünde O’ndan başka
program yapıcı, kanun koyucu bir kısım Rabblerin de olabileceğine inanmak ve bu
kişilerin kanunlarına da uyulması gerektiğini iddia etmek, bunların da
yeryüzünde etkili, yetkili varlıklar olduklarını söylemek, yalnız Allah’a ait
olan hâkimiyet hakkını bu varlıklara da vermek, ya da yeryüzünde Allah’tan başka
şifa dağıtıcıların da varlığına inanmak, yeryüzünde Allah’tan başka rızık
dağıtıcıların da varlığına inanmak, kendilerine sığınılacak, kendilerine dua
edilecek, yardıma çağrılacak Allah’tan başka varlıkların da bulunduğunu iddia
etmek, işte bütün bunlar Allah’ı örtmek, örtbas et-mek demektir.
“Allah hiçbir
şey indirmemiştir. Allah zaten bir şey indirmez. Al-lah hayata karışmaz. Allah
bizim hayatımıza karışmaz. Allah bize vahiy gönderip bizden bir şeyler istemez.
Allah bu dünyayı yaratmış, bizleri yaratmış ve sonra da bizi kendi hâlimize
bırakmıştır. Bildiğiniz gibi keyfinize göre yaşayın demiştir” diyerek Allah’ın
dediklerini deme-di, demediklerini de dedi şeklinde Allah’a küfretmeye
çalışıyor insanlar. “Efendim, zaten Allah da bundan yanadır, Allah da bunu istemektedir”
diyerek Allah’ın istemediklerini Allah istiyormuş pozisyonunda insanlara sunmak
da Allah’ı örtmektir. “Efendim, Allah da demokrasiden yanadır, Allah da
laikliği önermektedir. Kur’an’da kesinlikle cihad emri yoktur. Allah böyle bir
şeyi emretmemiştir. Bu çağda, bu devirde kesinlikle böyle çağdışı bir şeyi
Kur’an emretmez! Veya el kesme, göz çıkarma kesinlikle Allah’a yakışan şeyler.
Baş örtme de yoktur efendim! Nerden çıkarıyorlar bunu? Kur’an’da kesinlikle
böyle bir emir yoktur. Kur’an’da yaşadığımız hayatı düzenleyen prensipler yoktur.
Allah bu dünyaya karışmaz!” diyerek Allah’ı örtmeye çalışıyorlar. Yani
insanlara Kur’an’da anlatılan Allah’ı değil de başka bir Allah’ı tanıtmaya
çalışıyorlar. İnsanları Allah’la aldatıyorlar. “Allah Kerîm be! Allah bu
kadarına da karışacak değil ya! Yığınlarla günah işlesen de kendisine kulluk
yapmasan da Allah Kerîm be! Allah Ğafûrurrahîm be! Elbette affedecektir”
diyerek insanları Allah konusunda aldatıyorlar.
Allah, bizim
de kâfir olmamamız, bizim de Rabbimize küretme-memiz, Rabbimizi örtmememiz için
bunu anlatıyor. Şimdi şöyle Allah için bir düşünüp kendimizi sorgulayalım. Acaba
şu anda bizler de Al-lah’ı örtenlerden miyiz? Acaba Rabbimize küfredenlerden miyiz,
değil miyiz? Bunu bir düşünelim. Unutmayalım ki Rabb, 6000 küsur âyetle gün
yüzüne çıkacaktır. Yani Allah Kur’an'la açılacak, açımlanacaktır. Hem kendimize,
hem de çevremize 6000 küsur âyetin tanıttığı bir Al-lah’ı anlatmak ve böylece
Rabbimizi açmak zorundayız. Buna göre eğer şu anda bizler bunu Kur’an’dan
tanıdığımız yüz âyetle gündeme getirip
geri kalan bölümü örtüyor, örtbas ediyor ve saklıyorsak, Allah korusun, bizler
de örtenlerdeniz demektir.
Meselâ
çocuklarımıza Allah’ı tanıtırken eğer sadece O’nun Ğafûru’r-Rahîm oluşunu
anlatıyorsak, o zaman bilelim ki O’nun şedî-dü'l ikâb oluşunu örtüp gizliyoruz
demektir. Veya meselâ bir çocuğa hep cenneti anlatmak, cehennemi örtmek
demektir. Sadece cenneti ve rahmeti olan bir Allah’ı anlatmak, cehennemi olan Allah'ı
örtmek, setir etmek demektir. Veya meselâ hayatımızın sadece ibadet bölümüne
karışıcı bir Allah tanıtmak, hayatın öteki bölümlerine karışıcı olarak Allah'ı
örtmek demektir.
Evet, dünyada iken
Rablerini inkar eden, küfürlerinde bilinçli olarak ısrar eden kimseler için
cehennem azabı vardır. Bu azap, şeytanlara mahsus değil, aksine Allah’ı inkâr
eden her insan ve cin içindir. Kafirler için cehennem dönüp varılacak yer
olarak ne kötü bir yerdir! Çünkü onlar, orada şiddetli bir şekilde ve ebedi olarak
azap görürler. İnsan veya şeytan kim Rabbini inkar
ederse, âkıbeti böyle olacaktır. Rabblerini örtüp, örtbas edenler için
cehennem vardır, buyurduktan sonra Rabbimiz bunların gidecekleri cehennemi tanıtmaya
başlıyor:
7-8. “Oraya
atıldıkları zaman, onun kaynarken çıkardığı uğultuyu işitirler. Nerede ise
öfkesinden paralanacak! İçine her bir topluluğun atılmasında, bekçileri onlara:
“Size bir uyarıcı gelmemiş miydi?” diye sorar.”
Bakın
burada cehennemi anlatırken dört boyutlu bir manzara çiziyor Allah. Sanki
cehennem şuurlu bir varlık. Ne yapacağını, ne e-deceğini, kime azap edeceğini
bilen bir varlıktır cehennem. Meselâ Furkân sûresinde cehennemin sanki insan
gibi şuurlu bir varlık olduğu ve müşterilerini tanıdığı anlatılmaktadır:
“Bu ateş,
onlara uzak bir yerden gözükünce, onun kaynamasını, öfkesini ve uğultusunu
işitirler.”
(Furkân 12)
Sanki
müşterilerini tanıyor ve uzaktan onları görünce de kükremeye, homurdanmaya
başlıyor. Sanki uzaktan hortumlarını, alevlerini gönderiyor; onları yakalamak,
tutmak ve yutmak istiyor. Veya Hü-meze sûresinin beyanıyla cehennem nereye
gideceğini, insanların, müşterilerinin neresine el atacağını, onların
defterlerini dürmeye nereden başlayacağını biliyor.
“O,
kalplere uzanan, Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.”
(Hümeze
6,7)
Bakın
burada da bu şuurlu varlığın müşterilerinin kalbine el atacağı, insanın kalbine
uzanacağı anlatılıyor. Neden? Çünkü kalp, insanlarda kabul ve ret, iman ve
küfür makamıdır. Kalp, insanlarda düşünce, idrak, heves, niyet ve irade
makamıdır. İman ve küfür konusunda kişide en sorumlu yer onun kalbidir. Onun
içindir ki bakın bu âyet-i kerîmesinde Rabbimiz cehennem ateşinin kalbe
uzanacağını anlatmaktadır. Rabbimiz, Nebe’ sûresinde de şöyle buyuruyor:
“Cehennem,
yalnız azgınları bekleyen yerdir. Dönecekleri yer orasıdır.”
(Nebe’ 21,22)
Cehennem
gözetleyici olarak hazır beklemektedir. Gözetleyici, mirsad, rasathane olarak
pusu kurmuş müşterilerini beklemektedir. Ceza vermek, müşterilerine hak ettikleri
töreni göstermek üzere gözetleyici olarak beklemektedir. Anlıyoruz ki
cehennemin böyle gözetleyici olması bizzat kendisinin kimi, neyi beklediğini
bilmiş olması, Kur’an'ın anlattığına göre cehennemin sanki şuurlu, akıllı,
mantıklı bir varlık olduğunu gösteriyor.
Kaf
sûresinde anlatıldığına göre müşterileri içine dolduktan sonra Cenâb-ı Hak
şöyle soracak: “Doldun mu ey cehennem? Daha ister misin bu sığır sürülerinden?
Bu kâfirlerden daha ister misin?” Cehennem de diyecek ki: “Hel min mezîd?” “Daha
yok mu ya Rabbi? Daha yok mu ya Rabbi! O kadar kükreyip coştum ki bugün bir
türlü doymak bilmiyorum! Bu sığır sürüsü tiplilerden, bu kütüklerden daha varsa
gönder ya Rabbi!”
Veya bunun bir ikinci anlamı da,
cehennemin şaşırarak şöyle demesidir: “Daha mı var ya Rabbi? Hayret, daha
bitmedi mi Allah’ım? Bu kütüklerin sonu gelmedi mi?”
İşte
cehennem sanki şuurlu bir varlık olarak böyle korkunç bir bekleyicidir. Tabi
Allah’ın kanunları, sünnetullahın tezahürü olarak bi-ze intikal eden bu kanunlara
karşı gelmenin anlamı yoktur.
İnsanlar oraya atıldıkları zaman, o
çılgın ateşe yuvarlandıkları zaman onun kükreyişini, hırlayışını işitirler ki
sanki çıldırıyor, sanki kükrüyor. Müşterilerinden her bir grup, her bir alay
atıldıkça gazabından kükreyerek çıldıracak duruma gelir, diyor Rabbimiz.
Kâfir,
müşrik, münâfık, zındık ve mürtetler ahiret gününde a-zap melekleri tarafından
odunun ateşe atıldığı gibi cehenneme atıldıkları zaman, şiddetli yanması ve
fokurdamasından dolayı, eşeğin arpayı gördüğünde sevinçten anırması gibi,
cehennemin çirkin ve kor-kunç sesini işitirler. Cehennem kızgınlık ve şiddetli
alev sebebiyle ten-cerenin kaynadığı gibi onları kaynatır.
“Şehîk”: Eşek
anırması gibi çirkin sestir. İbn Abbas diyor ki: “Şehîk, kâfirler cehenneme
atıldığında cehennemin çıkardığı sestir. Eşeğin arpayı görünce anırması gibi,
cehennem onları gördüğünde öyle ses çıkarır. Sonra öyle bir ses çıkarır ki,
korkmayan hiç kimse kalmaz.” İbn Cüzeyy diyor ki: “Şehîk, eşeğin çıkardığı
seslerin en çir-kinidir. Bununla yüce Allah, şiddetli kaynaması ve korkunçluğundan
dolayı cehennem sesini kastetmektedir.” Mücahid diyor ki: “Cehennem onları, az
tanenin çok su içinde kaynadığı gibi kaynatır.”
Evet, "Şehîk" kelimesi
aslında, merkep anırması anlamında kullanılır. Ancak bu kelime, burada,
Cehennemin veya Cehennem eh-linin sesi karşılığında kullanılmıştır. Cehennem
ehlinin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni, Hud: 11/106'dan dolayıdır. "Bahtsızlar
ateştedirler. Onların orada soluk alış verişleri (Zefîrun ve şehîkun) vardır
ki..." Cehennemin sesi şeklinde anlaşılmasının nedeni ise, Furkân:
25/12'den dolayıdır: "(Cehennem) onları uzak bir yerden görünce
on-lar bunun öfke ve uğultusunu (zefiran) işitirler." Bu
bakımdan "şehik" kelimesinin, hem Cehennemin hem de Cehennem ehlinin
sesi olarak anlaşılması daha doğrudur.
İçine her bir topluluğun
atılmasında, bekçileri onlara şöyle so-rar: “Ey cehennemlikler! Size bir
uyarıcı gelmemiş miydi? Sizi bu cehennemle uyaran, size bu azabın varlığını
anlatan uyarıcılar gelmedi mi? Cehennem var, azap var! Eğer şöyle yaşarsanız
ateşe gideceksi-niz! Allah’ın cehennemine yuvarlanacaksınız!” diyen uyarıcılar
gelmedi mi? Size cehennem anlatılmadı mı?”
Düşünüyorum
da yarın komşularımıza, kadınlarımıza,
oğullarımıza, kızlarımıza, bacanaklarımıza, amcalarımıza, dayılarımıza size
uyarıcılar gelmedi mi, size Allah’ın âyetlerini tanıtanlar olmadı mı, size
cehennemi anlatanlar olmadı mı, babalarınız, analarınız, hocalarınız size duyurmadı
mı, anlatmadı mı? diye sorulur da, yakınlarımız ya ha-yır! derlerse. “Hayır ya
Rabbi! Bize anlatmadılar! Akrabamdı ama anlatmadı! Kocamdı, biliyordu ama
duyurmadı! Babamdı, hocaydı ama gizlediler, öğretmediler! Komşumdu, ama bize
demediler! Bize anlatmadılar! Bizi tanıştırmadılar!” derlerse ne diyeceğiz? Ne
cevap vereceğiz?
“Gittim ya Rabbi! Anlattım ya
Rabbi! Uyardım ya Rabbi! Çalıştım, çırpındım ya Rabbi!” diyebilecek miyiz? “Ben
görevimi yaptım ama onlar dinlemediler ya Rabbi!” demeye hakkımız olacak mı? Halbuki
onlar dinlemese bile gidip anlatmalıydım. Zaten ben gitmesem bile, biz gitmesek
bile başkaları gidiyor, başkaları dolduruyor benim boş bıraktığım insanları.
Meselâ basın gidiyor, televizyon, şeytan vahiyleri gidiyor. Öyleyse Allah
aşkına elimizi çabuk tutup biz gidelim. Biz gidelim de, insanlara Allah vahyini
ulaştıralım. Değilse yarın insanların, en yakınlarımızın yakamıza yapışmasından
kurtulamayacağımızı bilelim.
Cehennemin görevlilerinin onlara; "size bir uyarıcı gelmedi mi"
diye sormalarının sebebi de, onların cehenneme haksız yere atılmadıklarını,
bilakis bunu yaşadıkları hayatlarıyla hak ettiklerini onlara açıkça itiraf
ettirmek içindir. Yani onlar, Allah'ın bu cezayı kendilerine vereceğini daha
önceden biliyorlardı. Çünkü Allah cennet ve cehennem yollarının ne olduğunu
onlara bildirmek için elçilerini ve kitaplarını göndermiş ve bu konuda onları
bilgilendirmişti. “Şu yolun sonu cen-nete çıkar, ama şu yolu takip ederseniz cehennemin
yakıtı olursunuz" diye uyarmıştır. Fakat o alçaklar Rablerinin bu
uyarılarına ve elçilerinin davetine kulak asmayarak, işte şimdi çekmekte
oldukları cezaya hak kazanmışlardır. Halbuki bu inancı zihinlere yerleştirmek
amacıyla Kur'an, birçok yerde insanoğlunun dünyaya imtihan için gönderildiğini
tekrar tekrar beyan etmiştir.
Evet, soruyor melekler; “size
bir uyarıcı gelmedi mi”? Çünkü,
"Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azap edecek değiliz."
(İsrâ:15)
âyetinde ifade edildiği gibi Allah Teâlâ bir Resul göndermedikçe azap etmez.
Azabı gerektiren her şeyden önce naklî ve aklî bir delil, bir uyarma söz konusudur.
Bu da gösteriyor ki Rabbi inkâr, O'nun zâtını inkârdan ibaret değil, Rab olarak
tecelli etmesini, herhangi bir peygamberini, indirmiş olduğu âyet ve
delillerini ve onlar vasıtasıyla tebliğ ettiği haber ve uyarılarını yalanlamak
ve inkâr ile nankörlük de küfürdür. Çünkü Peygamber inkâr etmenin kaynağı,
"Allah hiçbir şey indirmedi." diye mutlak bir yalancılıktan ibaret
olan bir inkâra bağlıdır ki bu da, doğrudan doğruya Allah'a karşı bir inkâr
demektir.
Allah’ın
melekleri cehennemliklere soracaklar: “Size uyarıcılar gelmedi mi?” Onlar
diyecekler ki:
9. “Onlar,
“Evet; doğrusu bize bir uyarıcı geldi, fakat biz yalanladık ve Allah hiçbir şey
indirmemiştir, siz büyük bir sapıklık içindesiniz demiştik” derler.”
“Evet bize uyarıcılar,
muhbirler, cenneti anlatanlar, cehennemle uyaranlar geldi, bize haber verdiler,
bize anlattılar, duyurdular ama biz onları yalanladık. Biz onlarla dalga
geçtik. Onların anlattıklarını dinlemedik. Onların anlattıkları bizim bir
kulağımızdan girdi, öbür kulağımızdan çıkıp gitti. İlgilenmedik onlarla. İtiraz
ettik, reddettik, olmaz böyle şey dedik! “Allah hiçbir şey indirmemiştir! Allah
vahiy göndermemiştir! Allah bir şey indirmez ki! Niye indirsin ki Allah? Allah
hayata karışmaz ki! Siz yalancısınız! Siz sapıksınız! Siz uyduruyorsunuz bütün
bunları! Cennet, cehennem diyorsunuz, azaptan bahsediyorsunuz, bir şeyler uyduruyorsunuz
ve utanmadan da bu uydurduklarınızı Allah’a izafe ederek iftira ediyorsunuz”
dedik, diyecekler. Onların bu
şekildeki itirafları Allah’ın kendilerine çok âdil davrandığının itirafıdır.
Evet ya Rabbi, sen bize bizden daha merhametli davranarak kitaplar ve elçiler
gönderdin, ama biz onları yalanlayıp “Allah hiçbir şey indir-medi” demişizdir.
Evet, yarın
böyle diyecekler. Dünyada Allah’ı hayata karıştırmak istemeyenler şu anda böyle
diyorlar. “Allah hayata karışmaz. Ni-ye karşısın ki hayatımıza? Siz yalan
söylüyorsunuz! Allah bize bir şey indirmemiştir! Allah hiçbir şey indirmiş
değildir! Evet Allah vardır, Allah büyüktür, yücedir, Allah’ı severim, Allah
güzeldir, bütün bunlar tamam ama Allah bizim hayatımıza karışmaz. Hâşâ şu
semâyı ve arzı, yıldızları, ayı, güneşi yaratan, dünyamızdan milyonlarca kere
daha büyük şu sistemleri şu galaksileri yaratan bu kadar yüce olan Allah, kalkacak
minik bir dünyanın içinde, minik bir şehrin, minik bir evin içinde bir varlık
olan benim hayatımla ilgilenecek ha! Olacak şey değildir bu!”
“Ya da bu kadar yüce bir Allah
kalkacak da benim kılık-kıya-fetimle ilgilenecek, benim hukukumla, eğitimimle
ilgilenecek ve bu ko-nuda bana âyet indirecek, vahiy gönderecek. Olacak şey
değildir bu!” diyorlar. Allah’ın yüceliğini kabul ediyorlar ama yerinde dursun
bu Al-lah, bizim hayatımıza karışmasın demeye çalışıyorlar. “Kitap, peygamber
göndermesin, arzularını bildirmesin, çünkü o zaman O’nun arzularıyla bizim
keyiflerimiz çatışacak, O’nunkini dinlesek olmayacak, dinlemesek olmayacak. En
iyisi Allah’ın hayata etkinliğini reddedelim,” diyorlar.
Demek ki
küfrün, ateşe gidişin, cehenneme gidişin tek özelliği, Allah’ı insan hayatına
karıştırmama biçiminde tezahür ediyor. “Hayatı ben bilirim! Hayatımı kendim
belirlerim! Hâşâ O Cebbâr, Kahhâr, Mütekebbir olan, dağları taşları yaratan,
arzı semâları var eden yüce Al-lah’ın benimle işi ne? Tuvalete girmemle,
soframla, kılık-kıyafetimle, eğitimimle, kazanmam-harcamamla, hukukumla,
eğitimimle, tırnak kesmemle, yatmam-kalkmamla ilgilenecek ha, olacak şey
değildir bu!” İşte küfrün, cehenneme gidişin mantığı budur. İnsanı cehenneme
götüren mantık işte bu mantıktır.
İşte bu,
Allah’la aldanma, Allah’la aldatma mantığıdır. Çevremizde birçok Allah’ı yanlış
tanıyarak, kişilere Allah’ı yanlış tanıtarak, Allah hayata karışmaz diyen
kimseler var. Hatta Müslümanım diyenler, namaz kılanlar bile Allah’ı yanlış
tanıyor ve yanlış tanıtmaya devam ediyorlar. “Gerdek gecesi bu kadar olur
canım! Dükkan açmamıza da karışacak değil ya Allah! Mesleğimize de karışacak
değil ya! Ne giyeceğinize, nasıl giyeceğinize de karışacak değil ya bu Allah!
Ha kırmızı giy, ha sarı! Ha şuradan şuraya kadar örtün, ha buradan bura-ya
kadar! Ha şöyle bir evde otur, ha böyle bir evde otur! Ha şöyle ya-şa, ha böyle
yaşa fark etmez!” diyerek piyasada Allah’la aldatanlar pek çoktur.
Ama bakın
dünyada, Allah bir şey indirmemiştir, Allah hayata karışmaz diyerek türlü türlü
günahlar işleyenler, yarın reddettikleri azapla burun buruna geldikleri zaman
şöyle diyecekler:
10. “Eğer
kulak vermiş veya akletmiş olsaydık, çılgın alevli cehennemlikler içinde
olmazdık” derler.”
Alçaklar!
Hainler! Küstahlığa bir bakın! Kimin doğru yolda, ki-min de sapık olduğunu
belirleyen de kendileri… “Eğer dünyada bizi Allah’ın âyetleriyle uyaranlara kulak
verip dinleseydik, eğer akletsey-dik, eğer uyarılar karşısında hayvanlar
kesilmeyip de akıllarımızı kullansaydık, insan olduğumuzu unutmasaydık, şimdi
bizler cehennemlikler içinde olmayacaktık.” Demek ki kâfir, Allah’ın kendisine
verdiği akıl ve duyu nimetlerini kullanmamıştır. Demek ki kâfir akılsızdır. Hatta
şu anda yeryüzünün gözleri görmeyen, kulakları işitmeyen en akılsız, en budala,
en zavallı varlıkları kâfirlerdir..
11.
“Böylece günahlarını itiraf ederler. Çılgın alevli cehennemlikler yok
olsunlar!”
Böylece tıraşları
gözlerinin önüne inecek ve günahlarını itiraf edecekler. Peki nerede
söylüyorlar bunu? Cehennemin içinde. Cehennemi boylamışlar, ateşi kucaklamışlar
ve diyorlar ki: “Aah! Keşke bir kulak verseydik! Keşke bir dinleseydik! Keşke
akledip düşünseydik!” Geçmiş olsun! Bunu bugün dünyada söyleyecektiniz. Bunu dünyada
anlayacaktınız. Yarın diyeceğinizi bugün söyleyin! Yarın zorunlu olarak
söyleyeceğiniz bu sözü bugün söylerseniz, yarın itiraz edemeyeceğiniz bir konumda
anlayacağınız bu gerçeği bugün anlarsanız bir değer ifade eder. Yarın söyleyeceğiniz
bu cümlenin o zaman hiçbir değeri olmayacaktır.
Bunu bugün
söyleyeceğiz, bugün düşüneceğiz. Bugün inanacağız ki Allah hayata karışır.
Bugün diyeceğiz ki, Allah bize vahiy göndermiştir. Bugün diyeceğiz ki, Allah
bizim adımıza hayat programı göndermiştir. Bugün kabulleneceğiz Allah’ın
kitabını. Bugün yaşayacağız kitabın istediği hayatı. Bugün teslim olacağız Allah’ın
kulluk programına. Yarın böyle bir itirafın hiçbir değeri olmayacaktır.
Şimdi
burada bir soru soralım kendimize: Durum böyle olunca acaba evimizin,
dükkanımızın, mesleğimizin, hayatımızın hangi birimine Allah karışıyor? Acaba
hayatımızı biz mi belirliyoruz, yoksa Allah mı? Acaba biz de kendi bilgilerimizi,
kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın kitabının ve Resûlü’nün
sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayatta kendimizi etkin mi
zannediyoruz? Acaba bizler de şu anda Allah bir şey indirmemiştir, Allah hayata
ka-rışmaz mantığıyla Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan kendi kendimize
hayat programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı,
nasıl giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden
kazanıp nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi
okullarda okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yani bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza,
tezgahımıza, gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu
programlarımızı Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor?
Kaçta kaçına kendimiz yahut da Zerdüşt karışıyor? Eğer nefislerimiz,
arzularımız, heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz
yapıyorsak, nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü
de Allah’ın diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada anlatılan biziz.
Yarın orada
“keşke” diyecekler ve pişmanlıklarını ortaya koyacaklar. “Keşke dinleseydik.
Keşke kulak verseydik.” Neyi? Kur’an'ı, sünneti. “Keşke Allah’ın kitabına kulak
verseydik. Meğer Allah bütün bu konularda pek çok şeyler söylüyormuş ama O’na
ilgisizliğimiz yüzünden bilememişiz, anlayamamışız. Biz Allah’ı sadece
hayatımızın belli bir bölümüne karışıyor zannediyorduk, keşke Allah'ın kitabını
ve Resûlünün beyanlarını dinleseydik da gerçeği öğrenmiş olsaydık diyecekler.
Öyleyse bugün dinleyelim, bugün okuyalım, bugün kulak verelim de yarın böyle
bir duruma düşmeyelim inşallah.
Günahlarını
itiraf ettiler, evet dediler, günahlarını ortaya koydular. Başka çareleri de
yoktu zaten. Allah şahit, arz ve semâ şahit, âzâları şahit, peygamberler şahit
iken bu gerçeği saklayamazlardı ki!
Onlar
günahlarını itiraf ederek pişmanlık ortaya koyunca da Allah şu hükmü basacak:
“Yazıklar olsun! Rahmetten, cennetten
ırak olsun! Uzak olsun onlar! Cehenneme yuvarlansın o alçaklar! Ancak herkes
cehenneme gitmeyecektir. Şu:
12.
“Doğrusu, görünmediği halde Rabblerinden korkanlara, onlara, bağışlanma ve
büyük ecir vardır.”
Ama beri
tarafta Rabblerinden haşyet duyanlar, Rabblerine boyun eğenler, Allah’ı
gücendirmekten korkanlar, Allah’ı razı edememekten korkanlar var ya, işte onlar
için de bağışlanma ve büyük ecirler vardır. Haşyet, korku mânâsınadır. Kişinin
yılandan, düşmandan korkması ayrı, anasından korkması ayrıdır, değil mi? İşte
Rabblerini razı edememekten korkanlar var ya: °œ«I¬S²R«8 ²vZ«7 Onlar için
mağfiret vardır. Allah onların amellerini tam kabul edecek, eksikliklerini,
kusurlarını görmeyecektir. Peygamberinkine oranla çok eksik bile olsa Allah
onların amellerini tam kabul edecektir. Öyleyse:
13.
“Sizler, sözlerinizi gizleseniz de açıklasanız da birdir; O, kalplerde olanı
bilir.”
İster
esrarengiz davranın, ister açık davranın! Sözünüzü, akidenizi, yolunuzu,
programınızı ister gizleyin, ister gizlemeyin Allah kalptekileri, göğüstekileri
tümüyle bilendir, tam bilendir.
14.
“Yaratan bilmez olur mu? O, Latiftir, haberdardır.”
Yaratan hiç
bilmez mi? Yaratan yarattığını bilmez mi? Yaratan yarattığının nasıl bir hayat
yaşayacağını bilmez mi? Yaratan yarattığına nasıl ceza vereceğini, nasıl mükafatlandıracağını,
nasıl bir din göndereceğini, bunu nasıl ikame edeceğini, sizi neyle imtihan
edeceğini hiç bilmez mi?
O Latiftir,
bilgisi her şeyin içine geçen, her şeyden haberdar olandır. Bu haberdar
olmasının gereği olarak:
15.
“Yeryüzünü, size boyun eğdiren O’dur; öyleyse yerin sırtlarında dolaşın, Allah’ın
verdiği rızıktan yiyin; sonunda dönüş O’nadır.”
Yeryüzünü
boyun eğdirip sizin için zelil kılmıştır, sizin emrinize âmâde kılmıştır. Zelil,
zül mastarından gelir. O da inkıyâd, uysallık de-mektir. Tıpkı uysal bir koyun
veya bir deve gibi size dünyayı boyun büktürüp teslim etmiştir Rabbiniz. Fakat
şunu hiçbir zaman hatırınızdan çıkarmayın ki, onun size tâbi olup boyun eğişi
kendiliğinden değildir. Siz kendiniz de becermiş değilsiniz bunu. Onu size
boyun eğdiren Allah’tır.
Yediğiniz
rızıklar da öyle. Bindiğimiz, etinden sütünden istifade ettiğimiz tüm
hayvanları da bizim için zelil kılan, bizim istifademize sunan Allah’tır. Tüm
yeryüzü ve içindekiler bizim istifademize sunulmuş mükellef bir sofradır. Bakın
Zuhruf sûresi de bu hususu şöyle anlatır:
“Gemiler
ve hayvanlardan binesiniz diye size binekler var etmiştir. Bütün bunlar,
üzerlerine oturunca Rab-binizin nimetini anarak: “Bunları buyruğumuza veren ne
yücedir; zaten bizim takatimiz bunlara yetmezdi; şüphesiz Rabbimize döneceğiz”
demeniz içindir.”
(Zuhruf 13-14)
Sizin için
binesiniz, taşınasınız diye denizlerde gemileri, karalarda da binit hayvanlarını
yaratıp hizmetinize sunan da yine Allah’tır. Sırtlarına binmeniz, etlerinden
yemeniz, sütlerinden istifade etmeniz için onları yaratıp sizin için zelil
kılan, sizin emrinize âmâde eyleyen Allah’tır. Rabbimiz bunları anlatırken,
kendisine verilen bunca nimet karşısında insanın takınması gereken tavrı
anlatır. Zira her nimet, o nimetin sahibini hatırlatır. Her nimet, bir şükür gerektirir.
İşte Rabbi-miz diyor ki:
Onların sırtlarına binip yerleştiğiniz
zaman Rabbinizin nimetlerini anarak ya da nimetleriyle Rabbinizi anarak şöyle
deyin: “Bunları bize boyun eğdiren, bunları bizim emrimize âmâde kılan Rabbimiz
ne yücedir! Bunları bize ihsan eden Rabbimizi tesbih ve tenzih ederiz. Eğer
Rabbimiz bütün bunları bize vermeseydi, bunlara bizim gücümüz yetmezdi. Rabbimiz
o kadar yüce, o kadar lütuf ve merhamet sa-hibidir ki, bizler onun bize
lütfettiği nimetlere misliyle mukabele etmek şöyle dursun, hakkıyla teşekkür
bile edemeyiz.” Bizden çok daha güçlü bir hayvan nasıl oluyor da bize itaat
ediyor? Bu gemiler denizde nasıl yüzüyorlar? Bu suya kaldırma gücünü kim
veriyor? Bütün bunları düşünmeden bütün bu nimetleri bağışlayan Allah’ı tanımadan
bir hayat yaşayamayız.
Bakın
burada da Rabbimiz yine kendini tanıtır. Ama bildiğiniz gibi iki tanıtma biçimi
vardır: Hani kişi der ya, "Ben ona yakında benim kim olduğumu
göstereceğim!" İşte bir böyle karşıdakini ezerek, bozarak, zulmederek,
çiğneyerek, burnundan getirerek bir tanıtma usulü vardır. Kişi, karşısındakine
kendisini öyle tanıtır. İkinci bir tanıtma usulü daha vardır. O da
karşısındakine iyilikte bulunarak, onu iz-zet ve ikrama boğarak, ona ihsan
ederek böylece kendini ona tanıtmaktır.
İşte Rabbimiz da kullarına
kendisini böylece tanıtıyor. Mübârek olan Rabbimiz kullarına karşı işleyen
sonsuz rahmetinden dolayı, rahmetinin eserlerini, merhametinin tezahürlerini
anlatarak kendini bi-ze tanıtıyor. “Kullarım! Ben mülk elinde olanım! Ben mülke
sahip olanım! Göklerin ve yerin mülkü benimdir! Sizler de, sahip olduklarınız
da, dünyanız da, ayınız da, güneşiniz de, havanız da, suyunuz da be-nimdir! Ben
mübareğim! Ben bereket kaynağıyım! Sizi yaratan, sizi yoktan var eden benim!
Varlığınızı bana borçlusunuz! Yiyeceğinizi, içeceğinizi, suyunuzu, semânızı,
arzınızı her şeyinizi yaratan benim!”
Şu anda
üstünde yaşadığınız arzı yaratan ve size boyun eğdiren, sizin emrinize âmâde
kılan, onu sizin zelil kılan, onu sizin için bir döşek kılan Allah’tır. Ama unutmayın
ki, ben istediğim için arz size boyun bükmektedir. Onu sizin emrinize âmâde
kılanın ben olduğumu unutmayın. Ama bu zelil oluş, bu boyun büküş kölenin
efendisine zelil oluşuna benzemez. Annenin evladına boyun büküp, gece onun ihtiyacını
gidermek adına ona zelil olması gibidir.
Peki ne
anlatıyor Rabbimiz burada? Ne anlayacağız bundan? Anlayabildiğimiz kadarıyla bu
âyetleriyle Rabbimiz diyor ki: “Kullarım! Şunu iyi bilin ki, arza ben emrediyorum!
Arzın sizin için tıpkı size boyun büküp arzularınıza teslim olmuş bir koyun,
bir deve gibi zelil oluşu benim emrimdendir! Ben emrettiğim için yeryüzü size boyun
bükmektedir! Yoksa şu anda size boyun büküp teslim olmuş olan arz güçsüz, âciz
bir varlık değildir. Sizin canınıza okuyacak bir durumdadır. Baş döndürücü bir
süratle, önüne gelen her şeyi tuz-buz edecek bir şekilde dönmekte, koşmaktadır.
Öyleyse beni böylece de bilin. Bana böylece inanın. Beni arza hakim tanıyın.
Beni arza etkin bilin. Beni arza galip bilin. Göklere ve yerlere egemen olarak
tanıyın beni. Yerken, i-çerken, gezerken, dolaşırken, yatarken, kalkarken,
binerken, kullanırken hep bu niyet içinde olun!”
“Tıpkı Rabbiniz tarafından size zelil
kılınmış, size boyun büktürülmüş hayvanlara, gemilere, arabalara, uçaklara
bindiğiniz gibi, arzın da omuzlarında, dağlarında, tepelerinde gezin, dolaşın.
Yiyin-için ondan, onun size sunduğu nimetlerden istifade edin. Ama bilin ki
dönüş O’nadır. Sonunda Rabbinize döneceksiniz. Size sunulan tüm bu nimetlerin
hesabını ödemek üzere Rabbinizin huzuruna gideceksiniz. Öyleyse ey kullarım!
Bir saniye bile hatırınızdan çıkarmayın ki bu gez-meniz, binmeniz, oturup
kalkmanız, yemeniz, içmeniz, tatmanız, koklamanız yarın hepsi sizin için hesap
konusu olacaktır.”
Rabbimiz, “arzın
boyunlarında binip, gezin, dolaşın” diyor. Tıp-kı giden bir arabanın hangi
koltuğuna oturursanız oturun demek gibi bir şeydir bu. Çünkü arz da araba gibi sürekli
hareket halindedir.
Bundan
sonra yürekleri hoplatan bir soru soruyor Rabbimiz:
16. “Gökte
olanın sizi yerin dibine geçirmesinden güvende misiniz? O zaman yer,
sarsıldıkça sarsılır.”
Söyleyin
bakalım! Ne diyorsunuz? Ne düşünüyorsunuz? Gökte olanın sizi yere
geçirmeyeceğinden emin mi oldunuz? Gökte olanın sizi yerin dibine
batırmayacağından emniyette mi oldunuz? Halbuki bir bakmışsınız ki o yeryüzü
sallanıp çalkalanmaktadır. Hal böyleyken neyinize güveniyorsunuz siz? Hangi
cesaretle Rabbinize kafa tutmaya çalışıyorsunuz? Nasıl güvende hissediyorsunuz
kendinizi? Kime güveniyorsunuz?
Bu ¬š³@«WÅK7!
z¬4 ²w«8 gökte olan sözü epey tartışmalara sebep olmuştur. Bu konuda söylenilenleri
şöyle özetleyebiliriz:
1- Kimileri
buradaki ²w«8 ile kastedilenin melekler olduğunu söylemişlerdir. Yani bu gökte
olandan kasıt, meleklerdir. Allah’ın azgınlara azap göndermek, onların işlerini
bitirmek üzere görevlendirdiği azap melekleridir. Sizler gökteki Allah'ın meleklerinin
size azap getirerek sizi yerin dibine batırmasından emin mi oldunuz?
Yani buradaki bu ¬š³@«WÅK7! z¬4
²w«8 ifadesindeki w«8 Allah olamaz. Çünkü buradaki z¬4 zarfiyyet ifade eder. z¬4
zarf š³@«WÅK7! da mazruftur. Halbuki zarf mazrufundan büyüktür. Yani Allah
semâdan daha büyüktür ve semânın O’nu içine alması mümkün değildir. Çünkü bakın
Bakara sûresinde bu hususu anlatan âyet-i kerîmesinde Rabbimiz şöyle anlatır:
“Onun
kürsüsü gökleri ve yeri kuşatmıştır.”
(Bakara 255)
Göklerde ve
yerde ne varsa tüm varlıkları bu Allah’ın kürsîsi ihata etmiştir. Her şeyi
kuşatmıştır.
2- Sonra
kimileri, bu w«8 ile kastedilenin Allah olduğunu söylemişlerdir. Yani gökte
olanın sizi yere batırıvermesinden emin mi oldunuz? Gökte olan Allah’ın sizin
işinizi bitirmesinden emin mi oldunuz? Meselâ Müşebbihe buradan hareketle
Allah'ı bir cisim gibi kabul etmiş ve İslam dininden sapmıştır.
3- Bazıları,
“efendim buradaki hitap Allah’ı böyle gökte bilen, Allah’ın gökyüzünde olduğunu
zanneden Mekkeli müşriklerin bu zanlarına uygun olması açısından böyle
olmuştur. Onların anlayabilmeleri için Rabbimiz böyle buyurmuştur” demişlerdir.
4- Bazıları
da, “semâ, ‘sümüv’ kökünden gelir. Bu da yükseklik, üstünlük demektir. Öyleyse
bu gökte olan, semâda olan ifadesiyle Allah’ın yüceliği, üstünlüğü, her şeyin
fevkinde oluşu kastedilmektedir demiştir. Nitekim dua edilirken eller yukarıya
kaldırılır. Veya kişi bir musibete uğradığında bu gökten indi denir. Buna örnek
olarak da, kullanılan semâvi kitaplar, semâvi dinler ifadelerini delil olarak
göstermişlerdir. Nitekim Ebu Dâvûd'un bir rivâyetinde, bir şahsın, zenci bir
câriyesini Rasûlullah Efendimizin huzuruna getirdiği ve Rasûlullah Efendimizin,
“Allah nerede?” sorusuna bu câriyenin gözleriyle gökyüzüne işaret etmesi sonucu
onun Müslüman olduğu kanaatine vardığı anlatılmaktadır.
Burada Allah’ın
semâda olduğunu anlatan bu âyet sanki Kur’-an'ın ortaya koyduğu tevhid
anlayışına ters düşer gibi bir manzara arzetmektedir. Böyle Kur’an'ın tümüne,
Kur’an'ın bütününe ters düşer gibi bir mânâ ortaya koyan bir âyet gördüğümüz
zaman düşünmek zorunda kalırız. Meselâ bakın yine En’âm sûresinde de aynen
böyle denilmektedir:
“O Allah
hem göklerde hem yerdedir. Sizin açığınızı da gizlinizi de bilmektedir.”
(En’âm 3)
Sanki ilk
bakışta Allah kendisine bir mekân izafe eder gibi gö-rünüyor. Zâhirî mânâ budur.
Fakat biz meseleye Kur’an’ın bütünlüğü, onun pratiği ve açıklayıcısı olarak
sünnet anlayışı içinde bakacak olursak, bu mânâ üzerinde düşünmek zorunda kalacağız.
Öyleyse bu âyetin anlaşılmasında başka şeylere bakmak zorunda kalacağız demektir.
Kur’an Kur’an'ı, sünnet Kur’an'ı tefsir ettiğine göre, Kur’an’ın başka
yerlerine ve de sünnete müracaat edeceğiz. Bu düğümü halletmek için Zuhruf
sûresinin 48. âyetine bakıyoruz, orada Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“O gökte de
yerde de ilâh olandır, o hakim ve âlîm olandır.”
(Zuhruf 84)
İşte Zuhruf
sûresinin bu âyeti meseleyi hallediyor. Demek ki Rabbimiz gökte de, yerde de ilâh
olarak vardır. Gökte de, yerde de sözü dinlenecek yegâne ilâh olarak vardır.
Değilse bu, Rabbimize bir mekân izâfesi değildir. O, zamandan ve mekândan münezzehtir.
Değilse
bizim şu andaki Allah anlatışlarımız yanlıştır. Ne diyo-ruz biz? Allah ne
sağda, ne solda, ne önde, ne arkada, ne üstte ne altta. Böyle olunca da Allah
yok çıkacak sonuçta. Bu anlatım yanlıştır. Allah zamandan ve mekândan
münezzehtir diyoruz ve işi eksik bırakıyoruz. Peki soruyoruz şimdi: Madem ki
Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, o halde bugün, bu saatte yok mu Allah?
Yani idrak ettiğimiz şu zamanda Allah yok mu? Öyle değil mi? Şu anda bir zaman
içindeyiz, bu zamanda Allah yok mu? Veya eğer Allah mekândan münezzehse, peki
burada yok mu Allah? Mekândan münezzeh diyoruz ya! Şu içinde bulunduğumuz
mekânda Allah yok mu? Hayır burada da, bu zamanda da Allah vardır. Öyleyse bu anlatım
tarzı da yanlıştır. Halbuki bakın Allah kendini bize anlatırken böyle
anlatmıyor.
“Allahu münezzehün zamanun,
münezzehün me-kânün”
diye bir âyet, ya da hadis yoktur.
Bu bizim anlatımımızdır ve yanlıştır. Bakın halbuki Allah kendini bize anlatırken
bu ifadeleri kul-lanmıyor.
Kur’an’ın
her yerinde Allah kendini bize anlatırken şöyle anlatıyor:
Mülk
sûresinde:
En’âm’da:
Zuhruf’ta:
buyuruyor.
Ama önce şunu bileceğiz:
“O’nun
benzeri hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.”
(Şûra
11)
Allah’ın
benzeri hiçbir şey yoktur. Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde
benzeri yoktur. Zâtı, sıfatları ve fiilleri konusunda hiçbir şey Allah gibi
değildir. Âyet-i kerîmedeki ‘misl’ kelimesinden anlıyoruz ki, Allah’ın değil
aynısını düşünmek, O’nun benzeri bile yoktur. Zatı konusunda bu böyle olduğu
gibi, sıfatları konusunda böyledir. O’nun sıfatlarına sahip hiç kimse yoktur.
Fiilleri konusunda da O’na benzer kimse olamaz. Yani O’nun yaptıklarını yapacak
yoktur, O’nun sıfatlarına sahip olan yoktur.
Buna göre
şöyle diyeceğiz: Allah semâvâttadır, Allah semâda-dır, ama bildiğimiz,
bilmediğimiz varlıkların, gördüğümüz görmediğimiz maddelerin semâda oluşu gibi
semâda değildir. Çünkü O hiçbir şeye benzemez, hiçbir şey de O’nun misli
değildir. Allah semâdadır ama meselâ yıldızın semâda oluşu gibi değildir. Allah
semâdadır ama bulutun semâda oluşu, yahut kuşun semâda oluşu gibi değildir. Allah
semâdadır ama Allah'ça bir semâda oluşla semâdadır diyoruz. Allah arzdadır da
ama benim gibi mi? Hayır. Soba gibi mi? Evin arzda oluşu gibi mi? Hayır,
Allah'ça bir arzda oluşla Rabbimiz arzdadır diyoruz.
Rabbimizin
sıfatları konusunda da aynı şeyleri söylemiyor muyduk? Meselâ bakın Allah’ın
görmesi gibi konularda hiç problem çıkmamıştır. Allah’ın gördüğü konusunda tüm
ümmet ittifak etmiştir. Ama nasıl gördüğünü bilmeyiz demiş ve işi bitirmişlerdir.
Allah'ça görür demişler ve hiç de ihtilafa düşmemişlerdir bu konuda. Veya Allah
işitir mi? Evet. Peki nasıl işitir? Allah'ça işitir. İşitmek için bizim gibi
kulağa, ses ihtizazlarına ihtiyacı yoktur O’nun. Peki Allah'ın eli var mı? Bu
sefer bocalamışlar. Acaba el mi ki? Desek mi ki? Demesek mi ki? Acaba mutlak mı,
değil mi? Halbuki önceki gibi deseler iş bitecek. Yani evet, Allah elinden söz
ediyor ama mahiyetini bilemeyiz, Allah'ça bir ele sahiptir deseler iş bitecek.
Ama nedense kimi konularda bunu derken, nasılını bilmeyiz derken, kimilerinde
akıllarına gelmiyor galiba.
İşte burada
da böyledir. Rahmân olarak, Rahmetiyle, ilmiyle, güç ve kuvvetiyle, Allah’ça
bir sıfatıyla, Allah’ça bir var oluşla Allah hep yanımızda ve bizimle beraberdir.
O’nu bir yerlere hapsetmeye hakkımız yoktur. Hadîd sûresinde şöyle buyrulur:
Siz neredeyseniz o Allah sizinle
beraberdir. Siz neredeyseniz, hangi ortamdaysanız, Allah sizin yanı başınızdadır,
sizinle beraberdir. Rabb, Rezzak, Rahmân, Kâdir olarak hep bizimledir. Yerken,
içerken, konuşurken, severken, küserken Allah hep yanımızdadır. Değilse şöyle
bir beraberlik kurup seccade üzerinde bir Allah, duvara yazılmış bir Allah,
saatte bir Allah ismi diyenler, sonra da ondan kurtulmak için ne yerde, ne
gökte, ne sağda, ne solda, ne üstte, ne altta deyivermişler olmuş bitmiş.
Allah bakın
böyle düşünenlere buyuruyor ki: “Söyleyin bakalım:
Sizler gökte olanın sizi yere
batırıvermeyeceğinden emin mi oldunuz? Ondan güven içinde mi oldunuz? Yani bu
konuda size bir garanti mi verdi Allah? Evinizin, semânızın, damınızın, üzerinize
çöküvermesinden, bir anda Allah’ın sizi yerin kahrına gömüvermesinden emin mi
oldunuz? Allah’tan bu konuda bir garanti, bir söz, bir ahit mi aldınız? Âd
kavmine, Semûd kavmine, Firavunlara, Nemrutlara, Allah-la, Allah'ın
âyetleriyle, Allah’ın sistemiyle savaşa tutuşanlara bakmıyor musunuz? Onların
başlarına gelenleri hiç düşünmüyor musunuz? Si-zin onlardan ne ruchâniyetiniz
var? Hayrola, bir garantimi geldi size?” Yine uyarmaya, yine akılları erdirmeye
devam ediyor Rabbimiz:
17. “Gökte
olanın başınıza taş yağdırmasından güvende misiniz? Benim uyarmamın nasıl
olduğunu yakında bileceksiniz.”
Yoksa,
gökte olanın üzerinize taş yağdıran bir fırtına göndermeyeceğinden emin mi
oldunuz? Başınıza taş yağmayacağına bir ga-rantiniz mi var? Ama yakında bu tehdidin
ne mânâya geldiğini bilecek, anlayacaksınız. Gelin inat etmeyin! Gelin yalan
saymayın! Bilesiniz ki ilk yalanlayanlar, ilk karşı gelenler sizler değilsiniz.
Sizden öncede Rabbinizin âyetlerini, Rabbinizin hayat programını yalan sayanlar
oldu. Bir zamanlar Rabbinizi örtmeye örtbas etmeye çalışanlar ol-du. Rabbinizi
ve O’nun yasalarını kamufle etmeye, insanların gündemlerinden düşürmeye
çalışanlar oldu. Sizden önce de din eğitimine yasaklar koyarak insanları
Allah’a kulluktan uzaklaştırıp kendilerine, kendi yasalarına kulluğa çağıranlar
oldu. Onlar başlarına gelenleri gördüler, anladılar. Bilesiniz ki pek yakında
bu uyarının ne olduğunu, nasıl olduğunu sizler de bilecek ve
anlayacaksınız.
Sizler de
yakında anlayacaksınız! Ölümünüzle anlayacaksınız. Geberince, kabre girince,
dirilince, hesap-kitap döneminde, cehenne-me yuvarlanınca, ateşi kucaklayınca
anlayacaksınız. Çünkü bakıyoruz ki bu âyetlerin kendilerine indirildiği
insanlar üç sene sonra anladılar, beş sene sonra bildiler, hâlâ bilenler
oluyor. Bu bilme işi şu anda da devam ediyor. Her geberen bunun farkına
varıyor.
18.
“Andolsun ki, bunlardan öncekiler de yalanlamışlardı. Beni inkar etmek nasılmış?”
Andolsun,
öncekilerden yalanlayanlar oldu. Biliyorlardı, ama yine de inanmıyorlardı.
Biliyorlardı alçaklar, ama yine de hayat programlarını bu bilgiye bina
etmiyorlardı. Biliyorlardı ama yan çiziyorlardı. Ne oldu âkıbetleri bir bakıverin?
Âd kavmi, Nuh kavmi, Hûd’un toplumu, Semûd kavmi, Tübba ve Eykeliler… Allah’a
kafa tutmaya kalkışanların âkıbetleri ne oldu? Allah’ı örterek, Allah’ı gündemden
düşürerek bir hayat yaşamanın neticesi nasıl olmuş bakmaz mısınız? Hay-di
bunları görmüyorsunuz. Bunları düşünmek istemiyorsunuz da, peki şunu da mı
görmüyorsunuz:
19.
“Üzerlerinde kanat çırpan dizi dizi kuşları görmezler mi? Onları havada Rahmân
olan Allah’tan başkası tutmuyor; doğrusu O, her şeyi görendir.”
Üstlerinde
kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyor mu bu adamlar? Düşünüp
anlamıyorlar mı ki onları havada Rahmân’dan başkası tutmuyor! Bakmıyorlar mı?
Görmüyorlar mı? Buradaki bakmı-yorlar mı ifadesi, “ey insanlar! Bakın! Hemen
evlerinizden dışarıya çı-kıp bakın!” demek değildir. Yani bir düşünün, fikir
edin, tefekkür edin, akledin, düşünceniz yok mu sizin? Hiç düşünmüyor musunuz?
Hiç değerlendirmiyor musunuz? Hiç gözlerinizin önüne gelmiyor mu? Şu kuşları
havada Rahmân’dan başkası mı tutuyor? Onları böyle havada tutan, onları görüp
gözeten, onlara basir olan Allah, elbette ki sizleri de olmanız gereken yerde
tutacaktır. Onlara böyle bir düzen koyan Allah, elbette ki size de düzen
koyacaktır. Onları düşünen Allah, elbette ki sizi unutmayacaktır. Onlara böyle
bir yasa, böyle bir hayat programı belirleyen Allah, elbette ki sizi başıboş
bırakmayacaktır.
Bakın
Rabbimiz kendisini ne kadar da güzel tanıtıyor? Çok uzaklara gitmeden, felsefe
yapmadan, işi içinden çıkılmaz bir karmaşaya çevirmeden çok yakın çevremizden,
çok kolay anlaşılacak ifadelerle kolayca kendisini anlatıyor. Halbuki bakıyoruz
ki bugün Allah’ı tanıtmak için çırpınanların pek çoğu Kur’an'dan habersiz bir
tanıtımı tercih ettiklerinden, bakın nerelerden deliller getiriyorlar? Efendim
yok Morrisson delili, yok hudüs delili, yok bilmem ne delili... Allah’ınkinden
hiç haberleri yok garibanların da, ondan böyle uzaklara gidiyorlar. Sanki
Allah’ı, Allah’ın tanıtımından daha iyi tanıtacaklarmış gibi Allah’ın kitabını
bırakıyorlar da, başka yerlerden deliller toplamaya, baş-ka şekilde din anlatmaya,
felsefeler yapmaya ve insanların zihinlerini bozmaya çalışıyorlar. Halbuki
bakın, Allah’ın kendini tanıtma usulü ne kadar da kolay, ne kadar da güzel!
Bundan
sonra buyurur ki Rabbimiz:
20. “Yahut,
Rahmân olan Allah’ın dışında size yardımda bulunabilecek taraftarlarınız
kimdir? İnkarcılar sadece aldanmaktadırlar.”
Bu âyeti iki
türlü anlıyoruz:
1- Rahmân
olan Allah size bir zarar verecek olsa, size bir zarar ulaştırmayı murad etmiş
olsa, sizi onun takdirinden koruyacak, kurtaracak bir ordunuz mu var?
2- Size
zarar verecek ordulardan size gelebilecek muhtemel zararlara karşı sizi koruyacak
Allah’tan başka koruyucularınız mı var?
Kiminiz var
sizin? Kime güvenip sığınıyorsunuz? Kimi koruyucu biliyorsunuz? Sığınağınız,
korunağınız, barınağınız kim sizin? Allah size bir zarar ulaştırmayı dilese, ya
da Allah berisinde yerdeki or-dulardan size bir zarar, bir hücum, bir saldırı
gerçekleşse, ordular ü-zerinize yürüse, sizi yok etmeye yönelik tehlikeler söz
konusu olsa, böyle bir durumda sizi koruyacak, kurtaracak Allah’tan başka ordularınız,
yardımcılarımız mı var ki onlara güveniyor, sığınıyorsunuz?
Sığınma,
korunma deyince bunun üç öğesi vardır.
1- Sığınan,
2- Kendisine sığınılan,
3- Kendisinden sığınılan.
Korunan, koruyan ve kendisinden korunulan.
Korunan güçsüzdür, korunmaya
muhtaçtır, sığınmaya muhtaç olandır. Koruyan, yani kendisine sığınılan, kendisinden
korunma talep edilen varlık da güçlüdür. Kendisinden korunulan, sığınılan varlık
da şerrinden, zararından korkulandır.
Düşmanından
gelebilecek tehlikelere karşı kendisini korumasını isteyen kişi sığındığı
varlığın korunmak istediği varlığa karşı güç yetirebileceğine ve kendisini
ondan gelebilecek zararlardan koruyabileceğine inanmıştır da onun için ondan
kendisine sığınmaktadır.
İslâm'da,
İslâm inancında kendisine sığınılan varlık, sığınan varlıktan güçlüdür.
İslâm'da sığınan mü’mindir, kendisine sığınılan, yani koruyan da Allah’tır.
Çünkü Allah herkesten ve her şeyden güçlüdür, mutlak güç ve kudret sahibidir ve
her şeyin yönetimi elinde olandır. Göklerde ve yerde ne varsa hepsinin boyunlarındaki
ipin ucu elinde Allah’ın elindedir. Onun içindir ki, mü’min ancak tüm varlıkların
sahibi olan Allah’a sığınır.
Ama şirk
dininde, küfür mantığında ise bu tamamen farklı işlemektedir. Şirk inancında
korunan puttur, tanrıdır, koruyan ise o puta tapan insanlardır. Put, aslında
kendisini koruyamayacak kadar güçsüzdür, onu kulları korumaktadır. İşte
görüyoruz put yapıyorlar, put dikiyorlar ve onu korumaya çalışıyorlar. Putu
koruma kanunları çıkarıyorlar. Veya bir düzen koyuyor, ona tapınıyor, ama onu
kendileri ko-rumaya çalışıyorlar. Yani tapındıkları, kutsadıkları bu düzeni
kendi kendisini koruyamayacak şekilde güçsüz gördükleri için de onu koruma
kanunları çıkarıyorlar. Müşrikler tarih boyunca böyledir, onların mantığını, gerçekten anlamak mümkün değildir.
Beyinsiz adamlar, eğer bu put
kendi kendini korumaktan acizse niye ona tapınıyorsunuz? Yok kendisine tapınılacak,
kendisine sığınılacak kadar güçlü birisiyse, bırakın kendi kendini korusun, neden
onu korumaya çalışıyorsunuz? Aman koruyun! Aman koruyalım! Aman sahip çıkalım!
Aman onu birilerine yıktırmayalım diye niye ciyak ciyak ötüyorsunuz? Bırakın da
kendi kendini korusun put, madem tapınılacak kadar güçlüyse. Bakın bunların durumunu
Hac sûresi söyle anlatır:
“Ey
İnsanlar! Bir misâl verilmektedir, şimdi onu dinleyin: Sizlerin Allah’ı bırakıp
taptıklarınız bir araya gelseler, bir sinek bile yaratamayacaklardır. Sinek
onlardan bir şey kapsa, onu kurtaramazlar; isteyen de, istenen de aciz!”
(Hac 73)
Adamlar
tapınmak için put yapıyorlar, onları korumak için odalara koyup kapılarını sıkı
sıkı örtüyor, kilitliyorlarmış. Sonra anahtar deliğinden giren bir sinek putun
burnundan bir bal parçası koparıp kaçıyormuş. Allah diyor ki, “o putlar kendi vücutlarından
bir sineğin parça koparmasına bile engel olamıyor. Koparan da âciz, koparılan
da. Tapınan da âciz, tapınılan da.” İşte şirk mantığı. Kendini bile korumaktan âciz,
kullarının korumasına muhtaç bir puta tapınıyorlar.
Yâsîn
sûresinde Rabbimiz şöyle buyurur:
“Allah’ı
bırakıp da, kendilerine yardımı dokunur diye, başka tanrılar edindiler. Oysa
onlar yardım edemezler, ancak kendileri o tanrılara koruyuculuk için nöbet
beklerler.”
(Yâsîn 74,75)
Bırakın o
putlarının, o tanrılarının kendilerini korumalarını, aksine onlar, onlara
gönüllü ordudurlar, diyor Rabbimiz. Aslında korunmaya muhtaç olanlar, koruyanlardan
daha zayıftır. Ama:
O Allah ki
tüm kullarını koruyandır; kendisi kulları tarafından korunmaya muhtaç
olmayandır. O Allah ki, tüm varlıklarını, tüm kullarını doyurandır, kendisi
doyurulmaya muhtaç olmayandır. Çünkü Allah göklerde ve yerde tek Velîdir. Tüm
varlıklar O’nun velâyeti altındadır. Tüm varlıklar O’nun koruması altındadır.
Ama
bakıyoruz, şu anda tüm müşriklerin tapınmaya çalıştıkları yapay tanrılar ve
tanrıçalar hep kullarından beslenmek durumundadırlar. Kullarını korumak şöyle
dursun, kullarının korumasına sığınmaktadırlar. Kullarından, “aman beni
koruyun! Aman bana sahip olun! Aman beni yıkmak isteyenlere karşı beni koruyun!
Beni yaşatın! Beni canlı tutun! Beni gündeme alın! Beni gündemde tutun” diye
onlardan korunma talep etmektedirler.
Öyle değil mi? Hiçbir Firavun
kullarından, metbûlarından vergi almadıkça ayakta duramaz. Hiçbir Firavun
kullarından destek almadıkça hayatta kalamaz. Hiçbir put kendisine
tapınanlardan, kullarından kendisine bir mozole istemedikçe, bir anıtkabir, bir
piramit istemedikçe asla tapınılmaya değer görülemez. Hiçbir sistem bağlılarından
oy istemedikçe, kullarından kabul istemedikçe yaşayamaz. Hiçbir âdet, hiçbir
töre, hiçbir moda bağlılarından talep görmedikçe yaşaya-maz. Tüm yapay
tanrılar, tüm sahte velîler hayatlarını sürdürebilmek için hizmetçilerine,
kullarına muhtaçtırlar. Kullarına ihtiyacı olmayan, tüm kullarının kendisine
muhtaç olduğu velî sadece Allah’tır. O Allah ki, kimsenin yardımına, kimsenin
desteğine muhtaç değildir.
Koruyan
Allah’tır. Mü’min sadece Allah’a sığınmalı, sadece, Allah’a güvenmeli, sadece
Allah’tan yardım dilemelidir. Çünkü kendisine sığınılacak tek varlık Allah’tır.
Öyleyse kim
zayıfmış, kim güçlüymüş? Kim sığınılması gerekenmiş, kime sığınılması
gerekiyormuş? Ama böyle iken dünyada kim kime sığınmış? Kim kime kulluk etmiş?
Kim kimin yasalarına sığınmış? Kim kimi imdadına çağırmış? Kim Allah’a, kim de
örümceğin yu-vasına sığınmış? Kim Allah’a, kim de tâğutlara, A.B.D’ye sığınmış?
Bu sığınılanlardan hangisi güçlüymüş? Hangisi sığınmaya değermiş, değmezmiş onu
yarın anlayacağız.
Ama bu
dünyada kâfirlerin aldanmalarının odak noktası dünyadır. Dünya hayatıyla
aldandılar. Dünyanın konumu aldatmaktadır onları. Peki ne tür bir aldanış bu?
Onu kendilerinin zannediyor, ebedî zannediyorlar. Dünyanın konumu, kuralları
onları aldatıyor. Çünkü im-tihan gereği, dünyanın konumu gereği hiç kimseye
dokunmuyor Allah. Onun içindir ki, işledikleri günahlar yüzünden Allah’ı atlattıklarını
zannederek aldanıyorlar. Ya da dünyanın içindekilere meylederek al-danıyorlar.
Ya da belki en belirgini, dünyanın yönetimine Allah’ı karıştırmayarak
aldanıyorlar. Yani Aristo'nun inandığı gibi hayata karışmayan bir Allah’a
inanıyor ve aldanıyorlar. Bu tür aldanış içinde bir hayat yaşayanlara Allah şöyle
diyor: “Ey kullarım! Bu tür safdillilikten, aldan-ma içinde olmaktan vazgeçip,
gözünüzü bir açın da şu soruma cevap verin bakalım:
21. “Allah
size verdiği rızkı kesiverirse, size rızık verecek başka kim vardır? Hayır;
onlar, azgınlık ve nefrette direnmektedirler.”
İstifade
ettiğiniz tüm rızıklarınızı kesiverse Allah, onu size getirecek kim var? Kim
getirebilecek o rızıkları size? Allah şu anda yiyip içtiğiniz, kullandığınız
tüm rızıklarınızı kesiverse, onları size bulup ge-tirecek kiminiz var? Kime
güveniyorsunuz? Kimden medet umuyorsunuz? Haydi bunları birilerinden bulsanız
bile, birileri size yutacak hava bulsa, ısınacak, aydınlanacak güneş bulsa,
yiyecek bulsa, ama onu yiyebileceğiniz ağızlarınızı alıverse Allah, hazmedecek
organlarınızı, ağzınızı, midenizin fonksiyonlarını alıverse Rabbiniz, ne işe
yarar bunlar? İşte görüyorsunuz, kimilerinin etini, şekerini alıvermiş Allah da,
yiyebiliyorlar mı? Ağız var, mide var, şeker var ama yiyemiyorlar, değil mi?
Hayır
hayır! Onlar bir azgınlık içinde inada dalmışlar ve körü körüne
direnmektedirler. Yani ne rızık verecek bir Allah’tan başka bi-rilerini
bulduklarından, ne de buna bir yol, bir delil bulduklarından, ne kendilerini
Allah’tan gelebilecek bir cezaya karşı koruyabilecek bir or-du bulduklarından
filan değil, sadece azgınlıklarından ve inatlarından ötürü sapıyorlar. İnadına
bir sapmayı yaşıyorlar.
Yani bu kâfirler buraya kadar anlatılan
kuşları gökyüzünde kimin tuttuğunu bilmediklerinden değil, üstlerindeki semâyı
kimin kurduğunu, kendilerine bu kadar rızkı kimin verdiğini, kendilerini kimin
koruduğunu bilmediklerinden değil, cahilliklerinden, Allah’ı tanımadıklarından
değil, aksine bildikleri halde inadına bir sapıklık içindedirler. Aslında
sorsanız, onlar da bunu anlatacak. Sorsanız, saatlerce bülbül gibi kendileri de
bütün bunları anlatırlar, ama inatlarından, azgınlıklarından ötürü körü körüne
bir sapıklığın, bir bocalamanın içinde yüzüp gidiyorlar.
Allah
sormaya, sorgulamaya devam ediyor. Bir de şunu söyleyin bakalım:
22.
“Yüzükoyun sürünen mi, yoksa doğru yolda düpedüz yürüyen mi daha doğru
yoldadır?”
Bir adam
düşünün ki yüz üstü sürünüyor, yüzünkoyu sürünüyor. Bir adam da düşünün ki,
dosdoğru yolda düpedüz yürüyor. Şimdi bu mu doğrudur yoksa ötekisi mi? Hangisi
doğrudur? Hangisi doğru yoldadır bunların? Yüzükoyun sürünerek gitmeye çalışan
mı, yoksa ayakta düzgünce yürüyen mi? Ya da sürünerek bataklık içinde yol
bulmaya çalışan mı doğru yoldadır, yoksa tesviye edilmiş, düpedüz bir yolda düzgünce
yürüyen mi doğru yoldadır? Anlaşılan o ki, burada vahye sahip olan kişiyle
vahiyden mahrum olan kişi anlatılıyor. Allah’ın kitabını tanıyan, kitapla yol
bulan, hayatını Allah'ın kitabına sorarak bulan, kitapla yürüyen mü’minle
kitabı diskalifiye ederek, kitabı tanımayarak, kitaba müracaat etmeyerek kendi
kendine yol bulmaya çalışan kâfirin karşılaştırılması yapılmaktadır.
Burada
“seviyy” kelimesi üzerinde biraz duralım. “Seviyy”; Tam,
eksiksiz, kusursuz ve eşit mânâlarına gelen Kur'anî bir terimdir. Sıfat olduğu
kelimeye göre değişiklik göstermesine rağmen, genel-likle mânâsı olumludur; mükemmellik
ifade eder. Kelime Kurân-ı Kerim'de sadece bu sûrede değil, başka sûrelerde de
geçmektedir.
Seviyy,
yol mânâsına olan "sırat" kelimesiyle birlikte kullanıl-dığı zaman
dosdoğru (müstakim) mânâsına gelir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de "Babacığım,
bana, sana gelmeyen bir bilgi geldi; bana uy, seni dosdoğru bir yola ileteyim
" (Meryem,43). De ki: Herkes gözetle-mektedir. Gözetleyin (bakalım),
dosdoğru yolun sahipleri kimdir, doğru yolda olan kimdir, bileceksiniz” (Tâha,135)
Bu
dosdoğru yolun özelliğini müfessirler şöyle belirlemektedir-ler:
"Dosdoğru, isteklerin en ulvîsine ulaştıran, kötülenmeye ve alçal-maya
götüren sapıklıktan uzaklaştıran yoldur.” Yâni; "Dosdoğru, mer-tebelerin
en yücesine ulaştıran, sapıklıktan kurtaran, en uzak nokta-sında bile asla cehalet
bulunmayan, eğrilik bulunmayan, aksine düm-düz olan yoldur."
İşte
burada yine yolla, fakat yolda yürümekle ilgili olarak se-viyy kelimesinin
kullanıldığını görüyoruz. "Şimdi, yüzüstü kapanarak yürüyen mi doğru
gider; yoksa yolda dosdoğru yürüyen mi?" Ayrıca bu yürüyüş, "Dimdik,
ayak sürçmesinden, tutukluktan sâlim olarak" di-ye tarif edilmektedir.
Seviyy
kelimesi, "racül" kelimesiyle kullanıldığı zaman hilkat mükemmelliği
ifade ettiği görülür. Bunun için Kur'an-ı Kerimde: (Mer-yem) onlarla kendi
arasına bir perde çekmişti. Biz de rûhumuzu (Ceb-raili) ona gönderdik; O,
Meryem'e mükemmel bir insan şeklinde gö-ründü. Meryem dedi ki: "Ben
senden, çok esirgeyici (Allah’a) sığınırım. Eğer (Allah'tan) korkuyorsan (bana
dokunma.)" Ruh ise: "Ben, sadece Rabbimin elçisiyim. Sana tertemiz
bir erkek çocuk hediye edeyim diye (geldim)"dedi" (Meryem,17-15-19).
Zemahşeri
bu konuda şöyle demektedir: "Melek, Hz. Merye-m'e mükemmel yaratılışta,
dalgalı saçlı, parlak güzel yüzlü genç bir adam şeklinde göründü. Mükemmel
insan şeklinde hiçbir şey eksik değildi. İnsan şeklinde görünmesi, Meryem'in
onun sözünü dinleyip korkmaması içindi. Melek şeklinde gelseydi belki ondan
korkacak; sö-zünü dinlemeyecekti. Bu çok güzel insan karşısında Allah'a sığınıp
Allah'ın korkusunu hatırlatması Hz. Meryem'in iffet ve takvasına delil-dir.
Meleğin bu şekle girmesi, aynı zamanda, Hz. Meryem'in iffetini
imtihandır." Seviyy kelimesinin bu son manâsıyla ilgili olarak şu hadis-i
şerifleri görüyoruz:
Rahimde
nutfenin kırk gece geçirmesinden sonra ona müvek-kel kılınan melek Cenabı
Hakka; "Ya Rabbi, organları tam (seviyy)mi olacak, yoksa sakat (gayri
seviyy) mi?" diye sorar. Allah onu ya tam yaratır, yahut sakat"
(Müslim, Kader, 4).
Ebû
Hüreyre (r.a)'den: Rasûlüllah (s.a.s) şöyle buyurmuştur:
"Varlıklı kişi için de,
kuvvetli (seviyy) kişi için de sadaka almak helâl değildir". İmam Şafiî ve
Ahmed b. Hanbel'e göre güçlü ve sağlam kişi zekât alamaz. Hanefilere göre
havaic-i asliyesinden fazla malı ol-mayan böyle birisine zekât verilebilir.
Çalışabilecek durumda olan kimse, yıllık nafakaya sahip olamayacak kadar
fakirse, çalışmasa bile kendisine zekât verilir (Sünen-i İbn Mace Terc. ve
Şerh, H. Hatiboğlu, V, 175).
'Seviyy',
işi düzgün olmak, bir şeyi düzgün yapmak, iki şeyi birbirine eşit kılmak
anlamına gelen 'seviye' fiilinden türemiştir. 'Se-viyy', sözlükte; düzgünlük,
normallik, beraberlik, adâlet ve insaf gibi anlamlara gelir. Kur'an'da olumlu
bir mânâda kullanılır ve mükemmelliği, kusursuzluğu ifade eder. Kur'ânî bir
kavram olarak 'seviyy', dosdoğru, isteklerin en yücesine kavuşturan, insanı
alçaltan sapıklıklardan uzaklaştıran yol demektir. Bir başka deyişle 'seviyy',
üzerinde eğ-rilik bulunmayan, câhillikten uzak, dümdüz yoldur. Bu yol şüphesiz
ki Allah'ın yoludur. Allah'ın yolu her türlü 'ıvec'den uzaktır. Ivec: Eğri
büğrü, çukur, tümsek, virajlı, gidilmesi zor yollara verilen addır. Allah'ın
doğru yolu böyle değildir. O'nun yolu seviyy'dir. Yani, dümdüzdür, eğriliği
yoktur, çakır-çukur değildir, üzerinde yürümek kolaydır ve aynı zamanda
emniyetlidir. İlâhî yolun sahibi Allah, kendi yolunu 'sırat-ı müstakîm veya
sıratı's-seviyy' olarak tanımlıyor. En
doğru, en pürüzsüz, en sağlam, en güvenilir ve rüşd yolu, Allah'ın yoludur.
Diğer bütün yollar 'ıvec' ile eğrilik ve eksiklikle doludur.
Evet
âyet-i kerime çok açıktır. Bu yürüyüş düzgündür, ayak sürçmesinden uzaktır,
tereddüdü yoktur, korkusuzdur. Bu da Allah'ın verdiği 'doğru yolda'ki
hidâyettir. 'Seviyy' kelimesi hadislerde, organ-ların sağlamlığı, mal yönünden
kuvvetli olmak, eşitlik hakkında da kul-lanılmıştır. Türkçe'de kullanılan
'seviye, müsâvi, tesviye, müsâvât' ke-limeleri de aynın kökten gelmektedir.
Ama bu
âyeti sûre bütünlüğü içinde düşünürsek, o zaman şöyle dememiz daha uygun
olacaktır: Semâdan emin olmayıp, gökte olanın her an azap göndererek kendisinin
defterini dürebileceğinden korkarak Rabbine yalvaran insan mı doğru yoldadır, böyle
bir mü’min mi emindir, emniyettedir, yoksa gökte olanın kendisine indireceği azaba
aldırış etmeden bir hayat yaşayarak kış sineği gibi gökten başına geleceklerden
habersiz helâkini bekleyen kâfir mi daha doğru, da-ha emin bir yoldadır? Veya tüm rızıkları verenin Allah
olduğunu bilip O’na minnet duyan, O’na kulluk eden, O’na teşekkür eden, O’nun
is-tediği bir hayatı yaşamaya çalışan bir mü’min mi, yoksa tüm bu nimetlerin vericisine
karşı nankörce bir hayat yaşayan kâfir mı doğru yolda-dır?
Veya
gökyüzündeki kuşları Allah’ın tuttuğunu, onları Allah’ın koruduğunu bilip de
buna güç yetiren Allah’ın aynı zamanda kendisine de güç yetireceğini anlayan,
kavrayan ve bu büyük otoriteye teslim olan kimse mi daha doğru yoldadır, yoksa
aklını kullanmayarak bu gerçeği anlayamayan, bunun için de kendi kendini
putlaştıran, kendi kendine hayat programı yapmaya kalkışan kâfir mi daha doğru
yoldadır?
Semâvât ve
arzı düzenleyen Allah’ın kendi hayatını da düzenleyeceğine inanan ve Allah’ın
sistemine teslim olan bir mü’min mi doğru yoldadır, yoksa kendi kendini putlaştırıp,
kendi hevâ ve heveslerini Allah yasalarına tercih eden kâfir mi? Allah bizi
vicdanlarımızla hesaplaşmaya çağırıyor. İyi düşünün ve cevap verin, buyuruyor.
23. “Ey
Muhammed! De ki: “Sizi yaratan sizin için kulaklar, gözler ve kalpler var eden
O’dur. Ne az şükrediyorsunuz!”
O Allah ki
sizi yarattı. Sizin varlığınız, vücudunuz, hücreleriniz O’ndandır. Ne
analarınız, ne babalarınız, ne toplum, ne şu, ne bu… Sizi Allah yarattı.
Sizi yarattı
ve üstelik size şükrü gerçekleştirebilecek bir hayat tarzı verdi. Yaratıcınıza
karşı kulluk görevinizi icra edebileceğiniz göz, kulak ve kalp verdi size. O
halde sizler ne kadar da az şükrediyorsunuz? Yani bunları, bu Allah’ın size
verdiği kulluk vasıtalarını ne kadar da az kullukta kullanıyorsunuz? Allah’ın
size verdiklerini ne kadar da az Allah için kullanıyorsunuz?
Şükür,
nimet vereni bilip onu açığa vurmak olduğu gibi, bunun tam zıddı olan ‘küfr’
ise, nimet vereni inkâr edip onu gizlemektir. Küfür kavramının, inkâr ve nimet
sahibini gizlemeyi de ifade
ettiğini hatırla-yalım. Küfür kelimesi,
iman etmemeyi, insanlara sonsuz nimetler ve-ren rızık sahibi Allah’ı inkâr
etmeyi anlattığı gibi, şükür kelimesi de i-man etmeyi, verilen nimetlerin
sahibi olan Allah’ı tanımayı ve O’na minnettarlık duymayı ifade eder. Şükrün
zıddının Kur’an’da “küfür” ke-limesiyle tanımlanmasından, şükretmenin Allah
katında ne kadar ö-nemli olduğu ve bu ibadetten uzaklaşmanın ne kadar büyük problem
olduğu açıkça anlaşılır.
Şükür, iman etmenin çeşitli organlarla ve bu organların
faali-yetleriyle ortaya konulmasıdır. Şükür aynı zamanda nimeti bilmenin
ismidir. Çünkü nimeti bilmek, nimeti vereni bilmenin yoludur. İşte bu-nun için
Allah Kur’an’da İslâm ve imana şükür diye isim vermektedir. Nimetin nereden
geldiğini bilmek, şükrün şartlarından biridir. Yoksa tamamı değildir. Şükrün
içerisinde nimet vereni itiraf, nimete karşı ni-met sahibi Allah'ı övmek, O’na
boyun eğmek, O’nu sevmek ve nimet konusunda O’nu hoşnut edecek şeyleri yapmak
da bulunmaktadır. Kul nimeti tanıdığı zaman, nimetin sahibini de tanır. O’nu
tanıyınca O’nu sevmeye başlar ve O’nun hoşlanacağı şeyleri yapmaya niyet eder.
Küfür, rızık ve O’nu verenin üzerini örtmek, gizlemek, görmez-likten gelmek;
şükür ise, nimeti bilmek, itiraf etmek ve açığa vurmak-tır. Şüphesiz bu itiraf
yalnızca dil ile olmaz; şükür, imanın eyleme dö-nüşmesiyle yerine getirilir.
Bazı âyetlerde 'şükür' kelimesinin iman et-menin, 'küfrün ise inkâr etmenin
yerine kullanıldığını görüyoruz.
İnsan şükretmek
veya küfretmek noktasında denenmektedir:
“Hiç şüphesiz Biz insanı,
karmaşık olan bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu denemekteyiz. Bundan do-layı
onu işiten ve gören yaptık. Biz ona yolu gösterdik; (artık o) ya şükredici olur
ya da nankör olur.”
(İnsan,
2-3)
Bu
âyette şükretmenin imanla, şükretmemenin ise küfürle eş tutulduğu açıkça
görülmektedir. Allah (c.c.) mü’minleri zaman zaman ‘sabır ve şükr’ ile imtihan
eder. Bazen darlıkla, bazen varlıkla, bazen musibetlerle, bazen de zaferlerle dener.
Kendini yeterince tanımaları için nimet verir ve verdiği nimetleri hatırlatır.
Bazen bolluk verir, bazen de bolluktan sonra darlık verir. Sınava tutulan
mü'minlerin başlarına sıkıntı gelir, bazı şeylerden mahrum kalırlar,
insanlardan eziyet görür-ler. Mü’min her türlü zorluğa ve denemeye sabreder,
her türlü nimete ise hamd eder veya şükreder. Allah, insana sayısız nimetler
vermiştir. Bu nimetlerle insanları sınamaktadır; insan şükür mü edecek,
nan-körlük mü?
Kur’an’dan
anladığımıza göre mü’minler Allah’a üç şekilde şükredebilirler:
Nimet
sahibini anmak, O’nu övmek, O’nun nimet sahibi oldu-ğuna iman etmekle ve bunu
Tevhid kelimesiyle ilan etmekle olur. Bu basit bir teşekkür ifadesi değil, dil
ile ‘şehadeti’ getirmek, dil ile doğru sözlü olmak, dil ile Kur’an’ı tasdik
etmek, dil ile İslâm’ı anlatma, Kur’-an okuma ve dil ile Allah’ı çokça
zikretmek ve buna benzer dil ile ilgili kulluk görevlerini yapmakla yerine
getirilir.
İmanı
kalbe yerleştirdikten sonra nimet sahibinin Allah oldu-ğunu kalp ile tasdik
etmek, vahy ile gelen şeyleri kabul etmek, yüreğe Allah’tan başka kimsenin
korkusunu ve sevgisini koymamaktır.
Bedenin
organlarıyla nimet verene itaat etmek ve O’nun yüce emirlerini yerine
getirmektir. Kısaca İslâm’ı her bakımdan yaşamaya çalışmaktır. Çünkü nimet
vereni bilip O’nu övmek, bir anlamda O’n-dan gelen her şeyi kabul etmektir.
Allah'a şükür; hidâyete uymak, İs-lâm'a teslim olmak demektir. Şükür, söz
tekrarından çok, uygulama-dır, eylemdir. Şüphesiz yalnızca dil ile ‘Allah’ım
sana şükürler olsun’ demek şükür için yeterli olmaz. Fiil ile şükür, Allah’a
hakkıyla kullukla beraber aynı zamandan Allah’ın verdiği nimetlerden Allah’ın
diğer kul-larını da faydalandırmaktır.
“Şükür,
Allah’ın vermiş olduğu nimetlerin etkisinin, kulunun di-linde övgü, kalbinde
sevgi ve âzâlarında itaat ve bağlılık olarak zuhur etmesidir.” Gerçek şükür
için, dilde Allah’tan başkasının övgüsü olmamalı, kalpte Allah’tan başka
sevgili bulunmamalı, mahluklardan biri sevilse bile Allah için sevilmelidir.
Allah sevgisi insanın kalbine yerle-şince de, insan o sevdiğinin bütün
emirlerini tüm organlarıyla yerine getirir ve bütün yasaklarından da çekinir.
İşte hakiki şükür budur.
Göz, kulak
ve kalp; insanın dış âlemle irtibatı, iç alemden haberdar olması bu üç bölge
ile alakalıdır. Bizim çevreyle ilişkimizi bu üç bölge ayarlar. Göz ve kulak, kalbin
dışa açılan iki penceresidir. Kalp de, kişide iman ve küfür, kabul ve ret
makamıdır. Meselâ içkiyi sevmemek, zinadan nefret etmek, fâizden tiksinmek,
imanı, kulluğu benimsemek, küfrü reddetmek, namazı sevmek, cihattan hoşlanmak
bu üç bölgenin sorumluluk alanı içine girer.
İnsan
sûresinde, Rabbimiz, “biz insanı bu imtihana müsait ya-rattık, ona göz ve
kulaklar vererek onu görsel ve işitsel âyetlere mutabakat edebilecek biçimde
yarattık,” buyurur. İnsanın imtihanına konu olarak görsel ve işitsel türden
âyetler yarattık. Ona bu âyetleri okuyabilecek, görüp değerlendirebilecek
gözler ve kulaklar verdik buyurur Rabbimiz.
Yine İsrâ
sûresinde de şöyle buyurmaktadır:
“Bilmediğin
şeyin ardına düşme; doğrusu kulak, göz ve kalp, bunların hepsi o şeyden sorumlu
olur.”
(İsrâ 36)
Göz, kulak
ve kalp hepsi bu işten sorumlu olacaktır. İnsanın sorumluluğunun temel merkezi
de işte budur. Değilse insanda sadece bu iki duyu organı yoktur. Meselâ tat
alma, dokunma, koklama du-yusu gibi başka duyular da vardır ama kalp ve onun
dışa açılan iki penceresi olan göz ve kulak, insanın insanca yaratılışının, ya
da mükellef oluşunun gerçekleştirilmesidir. Semi’ ve basîr olmayan bir kişi
sorumlu değildir. Yani gözleri görmeyen ve kulakları işitmeyen bir kişi dinen
sorumlu değildir. Çünkü bu kişi Allah’ın görsel ve işitsel âyetlerine mutabakat
edecek göz ve kulağa sahip değildir.
Rabbiniz
sizi böyle yaratığı halde, size bunca nimetler verdiği halde sizler bunları ne
kadar da kullukta az kullanıyorsunuz? Allah size kendisine karşı kendisinin
istediği kulluğu icra edebilecek vasıtalar vermişken, siz bunları nerelerde
kullanıyorsunuz, bunu bir düşünün. Allah size kulak vermiş ve sonunda bu
verdiğimle sizi hesaba çekeceğim buyurmuş. Acaba Allah’ın kullukta kullanın
diye verdiği bu kulağı nerelerde kullanıyoruz? Bir düşünün… Bu kulağı kimlere
verdik bugüne kadar? Kimlere kulak verdik bugüne kadar? Hanıma kulak verdik,
çocuğa kulak verdik, amire, fısıltılara, dedikodulara, çevreye, TV'ye, bize
lazım olana olmayana kulak verdik. Kimlere kulak vermedik ki bugüne kadar! Peki
onlar mı verdi bize bu kulağımızı ki, onlara veriyoruz onu da, Bakara’ya, Âl-i
İmran'a, Nisâ'ya, Mülk'e ve Rasûlul-lah'a vermiyoruz? Allah’ın size verdiği
gözünüzü kimlere ve nelere veriyorsunuz? Kalplerinizi kimlere açıyorsunuz?
Kimlere gönül veriyorsunuz? Kalplerinizi o kalplerinizin sahibine mi
açıyorsunuz, yoksa başkalarına mı kaptırıyorsunuz? Kimleri daha çok seviyorsunuz?
En çok Allah’ı mı seviyorsunuz, yoksa Allah sevgisine yer kalmayacak biçimde
kalplerinize başka şeylerin sevgilerini mi dolduruyorsunuz? Halbuki bakın Allah
buyuruyor ki:
“Allah
insanın göğsünde iki kalp koymamıştır.”
(Ahzâb 4)
Allah
insanın göğsünde iki kalp kılmamıştır. On tane kalbimiz yoktur ki, her birinin
sevgisini birilerine dağıtalım, her birini birilerine verelim. Bir tek kalbimiz
vardır. Gerçi bu âyet zıhar âyetidir. Yani kişinin kalbinde anayla karısını
ayırmasını emreden bir âyettir. Kişinin bir tek kalbi vardır ve orada anasıyla
karısını ayırmalıdır. Anasını karısı gibi, karısını da anası gibi kabul
etmemelidir. Anasını karısı yerine, karısını da anası yerine koymamalıdır. Yani
kişi tek olan kalpte anayla karısını karıştırmamalıdır. Karısının beden
organlarını anasının organları yerine koyarak zıhar yapmamalı ve kalbinde konum
olarak ka-rısını anası yerine koyarak ona itaat etmeye kalkışmadığı gibi, anasını
da karısı konumunda görerek ondan hizmet beklemeye kalkışmamalı, kalpte bu
ikisinin fonksiyonlarını ayırmalıdır.
Nasıl ki
insanda bir tek kalp vardır ve o kalpte kişi nasıl ki ananın yeriyle hanımının
yerini karıştırmamalıysa, hanımın yerini ayrı, ananın yerini ayrı tutmalıysa,
işte aynen bunun gibi kişi tek olan kalbinde Allah sevgisiyle başka şeylerin
sevgisini de karıştırmamalıdır. Kalbinde Allah sevgisiyle para sevgisini, Allah
sevgisiyle efendi sevgisini, şeyh sevgisini birbirine karıştırmamalıdır. Dünya
ile ahireti karıştırmamalı, para ile namazı, bâkîyle fâniyi, Allah’la
başkalarını, Allah’la babayı, Allah’la kocayı, Allah’la âmiri, Rasûlullah
sevgisiyle şeyhi, Al-lah sevgisiyle başka şeylerin sevgisini, Peygambere
itaatin yeriyle, efendiye itaatin yerini ayırmalıdır. Allah insanda iki kalp
yaratmamıştır ki, birini Allah’a, ötekisini de başkalarına versin.
Mülk
sûresinde Rabbimiz kendisini bize tanıtmaya devam ediyor. Eğer şu anda sadece
Mülk sûresinde kendini bize tanıttığı kadar bile Allah’ı tanıyan bir toplum
olabilseydik, şu andaki durumumuzdan çok farklı olacaktık. Sadece bu sûrede
anlatıldığı kadarıyla bile Rab-bimizi tanıyabilmiş olsaydık, inanın çok şey
değişecekti hayatımızda. Bakın Rabbimiz yine kendini bize tanıtıyor:
24. “Sizi
yerden yaratıp yayan O’dur ve O’nun huzurunda toplanacaksınız.”
O Allah ki,
sizi arzda tohumladı. Arzda sizi ekip tohumladı, yeryüzünde sizi yayıverdi,
dağıtıverdi de kiminiz Konya'da, kiminiz Karaman’da, kiminiz Kars'ta,
Kayseri'de, kiminiz Çin'de, Almanya’da, Mançurya'da buluverdiniz kendinizi.
Herkes için bir yer, bir yurt, bir vatan kılmıştır Rabbimiz. Herkes vatanında
yaşar ve herkes için vatanı değerlidir.
Yani, “ya Rabbi! Beni neden filan
aileden getirmedin? Keşke beni falan babadan ve anadan dünyaya getirseydin!”
Veya, “ya Rabbi beni İstanbul’da imtihan etseydin!” “Beni asr-ı saadette
dünyaya getirseydin!” “Beni kadın olarak, erkek olarak yaratsaydın!” gibi bir
itiraz hakkımız yoktur. Bir yerlerde dünyaya getirir, bir yerlerde yaşatır, bir
yerlerde öldürür Rabbimiz bizi..
Bakın
buraya kadar Rabbimiz en güzel bir biçimde kendini anlattı. En güzel bir
biçimde hakkı ortaya koydu. Ancak Rabbimiz hiç bir itiraza mahal bırakmayacak,
hiçbir şüpheye imkân bırakmayacak bir biçimde hakkı anlatınca, hakikati bütün
çıplaklığıyla ortaya koyunca, insanların küfürleri bitecek, insanların
hışımları, inatları sona erecek ve tamam doğruyu anladım, hakkı anladım ve iman
ettim diyeceklerini zannetmeyin sakın. İnsanların hemen hakka teslim olacaklarını
beklemeyin. Bakın buraya kadar anlatılanlarla ne güzel hak ortaya konuyordu.
Rabbimiz kendisini ortaya koyarak, “ey kullarım! Bakın işte böyle bir Allah’la
karşı karşıyasınız! Böyle bir kulluk yapacaksınız! Böyle bir Allah’a teslim
olacaksınız! Böyle bir Allah’a döndürüleceksiniz! İşte bu Allah sizi hesaba
çekecek! Öyleyse sakın ha sadece Rab-binize kul olun! Sadece Rabbinizin sözünü
dinleyin! Rabbinizden başkalarının sözünü dinlemeye meyliniz olmasın! Allah’a
karşı yan çizip kulluktan kaçmayın!” denince, bakın hâlâ insanlardan kimileri
ne di-yorlar?
25. “Doğru
sözlü iseniz, bildirin bu azap sözü ne zamandır?” derler.”
“Doğru
söyleyen kimselerseniz, ne zaman bu azap? Hani niye gelmiyor bu azap ya? Eğer
ciddiyseniz haydi o azabı getiriverin bakalım! Hani nerde o? Olmaz böyle şey!
Hikâye bu dedikleriniz! Kesinlikle böyle bir azap yoktur! Kesinlikle bize bir
son gelmeyecek! Kesinlikle öldükten sonra tekrar dirilme olmayacak! Masal
bunlar!” diyorlar. Belki bu inkarlardan en hafifi Yahudilerinkidir. Ne diyordu
Yahudiler:
“Bu
Yahudiler bize ateş sadece sayılı birkaç gün do-kunacaktır dediler.”
(Bakara 80)
“Ateş bize
ancak sayılı günler dokunacaktır. Bizler sadece sa-yılı birkaç gün cehenneme
uğrayacağız. Belki kısa bir müddet, işte birkaç gün belki yanar, sonra doğru cennete
gideriz” diyorlar.
“Eğer doğru
sözlülerseniz, hani ne zaman ya bu azap?” Bu soru gerçekten onu öğrenmek niyetiyle
sorulmuş bir soru değildir. Ya-ni adamların dertleri, azabı, ahireti öğrenip
ona iman ve amele yönel-mek değil. Adamların derdi onunla dalga geçmek, alay
etmek, inkar etmek. Bakın Allah buyuruyor ki:
26. “De ki:
“Onu bilmek ancak Allah’a mahsustur. Ben sadece apaçık bir uyarıcıyım.”
“Peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları! Size bu tür sorular sorarak dalga geçmeye
çalışanlara deyin ki, ilim ancak Allah’ın yanındadır. Bunun ilmi Allah’a aittir.
Sizler bu tür gaybî soruları bize sormakla ne kadar cahiller olduğunuzu ortaya
koyuyorsunuz. Yanlış kapı çalıyorsunuz. İlim, Allah katındadır.” Buradaki ilim,
kıyamet mânâsınadır. Nâziât sûresinde şöyle buyrulur:
“Ey
Muhammed! Senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu
anlatması? Onun müntehası Rabbine aittir.”
(Naziat 42,43)
“Ey
Peygamberim, o ne zaman demir atacak? diye sana kıyamet vaktini soruyorlar.
Kıyametin ne zaman gelip beyinlerinde patlayacağını soruyorlar.” Müşrikler
zaman zaman gelip Rasûlullah Efendimizden bunu soruyorlardı. Ama bilgilenmek,
bu bilgilerini amele dönüştürmek ve hazırlık yapmak, o kıyametten korunmak
maksadıyla değil de, alay etmek, alay konusu yapmak için soruyorlardı. Âyetin
ifadesinden de bunu anlıyoruz. Bakın Allah diyor ki:
“Sen nerden
bileceksin bunu peygamberim? Seni ilgilendirmez ki bu konu! Senin
bilebileceğin, senin elinde olan bir konu değil ki bu sana soruyorlar!”
“Onun
müntehası Allah’tır. Yani kıyametin müntehâsı Allah’tır. Bu sorunun müntehâsı
Allah'tır, Allah'ta biter bu konunun bilgisi. Ya da bırak peygamberim, bu
alçaklar sorabildikleri kadar sorsunlar! Sen bu beyinsizlerin yaptıklarına
üzülme! Ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda benim huzuruma gelecekler ve ben
onlara ne yapacağımı biliyorum!”
Kıyametin
ilmi sadece Allah katındadır. Bunu ne peygamberin, ne de bir başkasının bilmesi
mümkün değildir. Yani bu işin müntehâsı, sonu Allah'ta biter. Onun ne zaman
vuku bulacağı beni ilgilendir-mez, deyiverin. Peygamber Efendimizin ya da
içimizden birisinin birine, aman dikkat et, öleceksin ve hesap, kitapla karşı
karşıya gelecek-sin diyebilmesi için, yani ölmeden önce durumunu düzeltip
işlerini yo-luna koymasını tavsiye edebilmemiz için, illa da onun ne zaman öleceğini
bilmemiz gerekmez. Kesin onun bir gün gelip öleceğini ve hesaba çekileceğini
bilmemiz yeterlidir. Peygamber de (a.s) zamanlarını bilmese de onların mutlaka
bir gün öleceklerini bildiği için böyle diyor-du.
“Ben sadece
sizin için açık bir uyarıcıyım. Benim görevim size ne zaman öleceğinizi, ne
zaman hesaba çekileceğinizi, kıyametin ne zaman kopacağını bildirmek değildir.
Ben ancak kesin bildiğim bir ko-nuda beni dinleyenler, Rablerine iman eden ve
Rabblerinden haşyet duyanlar, içi titreyerek korkanlar için bir uyarıcı ve bir
korkutucuyum. Benim bunun ötesinde herhangi bir görevim, bir sorumluluğum yoktur.”
Peygamber
açık bir uyarıcıdır. Peygamber (a.s), dini açık anlatır. Allah’ın Resûlü eğri
büğrü anlatmaz, yamuk yumuk konuşmaz, dolambaçlı yollarla, dolambaçlı ifadelerle
söyleyeceğini söylemez. O, açık ve net söyler. Öyleyse bizler de açık uyaralım
insanları. Dolambaçlı yollar yerine açık ve net olalım. Allah’ın dinini açık ve
net ortaya koyalım. Allah’ın elçileri dini çok açık ve net ortaya koydular.
Dini açık
olarak anlatmayı şöyle anlamaya çalışıyoruz: Dini a-çık anlatmak demek, dini
Allah ve Resûlü’ne anlattırmak demektir. Di-ni, Kur’an ve sünnete anlattırmalıyız.
İnsanları uyarırken Allah’ın âyetleri ve Rasûlullah'ın hadisleriyle
uyarmalıyız. Direk âyet ve hadislerle uyarmalıyız. Çünkü dini en güzel anlatan
Allah ve Resûlü’dür. Bir de uyarırken, dini anlatırken Allah ve Resûlü’ne râci
anlatmalıyız. “Bunu ben değil Allah ve Resûlü istiyor, ben değil Allah ve Resûlü
söylüyor” diyerek anlatmalıyız. Dini direk dinin kaynaklarıyla ortaya
koymalıyız.
Örneğin adam tiyatroyla din
anlatmaya çalışıyor, şiirle, gazeteyle, dergiyle, radyoyla, televizyonla din
anlatmaya çalışıyor. Bildiğim o ki, bunların hiçbirisi açık ve net anlatım
değildir. Çünkü din anlatımında muhatap karşımızda olmalı ve muhatabın
dünyasına inebilmeliyiz. Onunla yüz yüze, karşı karşıya gelerek anlatmalıyız.
Böylece onun derdini, dünyasını tanımalıyız ki, anlattıklarımızı onun dünyasına
indirme, indirgeme imkânım olsun. Bilmem Allah’ın Resûlü şu anda aramızda
olsaydı, herhalde bu tür bir anlatım tarzını kabullenmeyecekti.
Öyleyse
mutlaka muhatabın ayağına giderek anlatmaya çalışmalı ve konuşurken çok açık,
net olmalıyız. Allah korusun, şu anda bu topluma dini, Kitap ve sünnet anlatmıyor.
Cenneti ve cehennemi bu topluma, bu toplumun
Peygamberi anlatmıyor. Bakın cehennem anlatanlara: “Efendim, eğer
saçının bir telini yabancılara gösterirsen ebediyen cehennemde yanacaksın! Eğer
şu vasiyetnameyi yanında taşırsan kesinlikle cehennem sana haram olur! Falan
kişiye bir bağlandın mı direk cennettesin! Falan kişi var ya, o anasının altını
üstünü vermediği için anası ağzının kanıyla mezarda beklemektedir!” Peki kim
dedi bütün bunları? Kur’an mı dedi? Rasûlullah mı dedi? Hayır, çevremizde böyle
cennet ve cehennem şekilleri, anlayışları yayılıyor.
Biz de din
anlatacaksak anlattıklarımız açık ve net olmalı. Yamuk bir din sunmamalıyız
insanlara. Doğru bir din anlatmalıyız. Bunun için de dini Allah ve Resûlü’ne anlattırmalıyız.
Dini Kur’an ve sünnete anlattırmalıyız. Çünkü dini en güzel Allah ve Resûlü
anlatır. Bırakalım kendi anlayışlarımızı da, kitap ve sünneti ortaya koyalım.
Böylece bu insanlar da hurafelerden, bid’atlerden, yamukluklardan kurtulup açık
ve net dinle tanışma imkânı bulsunlar.
27. “Azabı
yaklaşırken gördükleri zaman, inkar edenlerin yüzleri çirkinleşip kararır;
onlara: “Sizin arayıp durduğunuz işte budur” denir.”
İnsanlar
cehennemi, azabı kendilerine doğru yaklaşırken gördükleri zaman, cehennem ‘üzlifet’
olduğu, yani cehennemlikler ebedî azap yerleri olan, ebedî barınakları olan
cehennemle yüz yüze, burun buruna geldikleri zaman… Nâziât'ta anlatıldığı gibi:
“Cehennem
her bakanın göreceği şekilde gösterilir.”
(Naziat 36)
Görenler
için de cehennem yaklaştırılmış ve sergilenmiştir. Cehennem bütün çıplaklığıyla
ortaya çıkarılmıştır. Dünyada inkar ettikleri, reddettikleri gerçekle insanlar yüz
yüze geldikleri zaman:
İşte o zaman onu inkar edenlerin,
onunla dalga geçenlerin, hani nerede kaldı o cehennem ya? Ne zaman o ya?
diyenlerin yüzleri kapkara kesilir. Ayıplarından, kayıplarından, perişanlıklarından
dolayı yüzleri kapkaradır onların. Onlara denir ki:
1- “İşte
dâvet edip durduğunuz ateş! Nerde kaldı? Niye gemli-yor? Neden gerçekleşmiyor?
diye sürekli dâvet edip durduğunuz, sü-rekli kendisini çağırıp durduğunuz cehennem!
Haydi buyurun! Ebediyen sığınağınız, barınağınız olarak, hiç çıkmamak
üzere girin o ateşe!”
2- “İşte
size vaadedilen cehennem! İşte size dünyada sürekli hatırlatılan, yaşadığınız
İslâm dışı hayatın karşılığı olarak size vaade-dilen cehennem budur!”
denilecek.
28. “Deki:
“Allah, beni ve benimle beraber bulunanları isterse yok eder veya isterse
merhamet eder; söyleyin, bu takdirde inkarcıları, can yakıcı azaptan kim alıkoyabilir?”
“Onlara de
ki peygamberim: “Allah beni ve benimle olanları, bana inananları, benim safımda
olan mü’minleri helâk edip öldürse, yahut bize merhamet buyursa, bu neyi
değiştirir? Kâfirleri elim bir azaptan kim kurtarabilir? Ne kurtarabilir? Benim
ve beraberimdekilerin ölümünü istiyorsunuz. Bu neyi değiştirecek? Farz edin ki
bizler öl-sek, bu sizi azaptan kurtaracak mı? Biz ölsek de hayatta kalsak da bu
sizin azabınızı, sizin cehennemliğinizi değiştirmeyecektir.”
Rasûlullah
Efendimizin ve beraberindeki bir avuç serdengeçti Müslümanın çabaları,
çırpınışları, dâvetleri sonucu Mekke’de hemen hemen her aileye İslâm nüfuz etmişti.
Hemen hemen Allah’ın dininin girmediği ev kalmamıştı Mekke’de. Her aileden
birileri Müslüman olmuştu. İslam’ın bu başarısı karşısında kâfirler Peygamber efendimize
ve beraberindeki bir avuç yiğide karşı bedduaya başlamışlardı. Hatta dâvetinin,
dâvâsının önünü alamayacaklarını anlayan kâfirler, Rasû-lullah Efendimizin
ölmesi, helâk olması, yok olması için her evden yükselen beddualarla birlikte
çok çeşitli yollara girdiler, çeşitli çarelere başvurdular.
Meselâ sihir denemelerine
giriştiler. İsâbet-i ayn, yani göz değmesini denediler. Onun ölmesi ve helâk
olması için her yolu dene-meye başladılar da, işte bunun üzerine Rabbimiz
peygamberimizin onlara bunu demesini emretti. “Ey peygamberim, onlara de ki: Ben
öl-sem de, kalsam da sizin için bir şey değişmez, değişmeyecek. Boşuna benim ve
beraberimdekilerin ölümünü temenni edip durmayın.”
29. “De ki:
“Bizim inandığımız ve kendisine güvendiğimiz, Rahmân olan Allah’tır. Kimin
apaçık bir sapıklıkta olduğunu yakında bileceksiniz.”
Şu ifadenin
güzelliğine bir bakın. Şu çılgınca düşmanlık besleyenlere karşı işleyen
Rabbimizin rahmetine bir bakın. Merhameti bol olan Rabbimiz, onları, kâfirleri,
düşmanlarını mat etmek, kahretmek, mağlup edip susturmak için din göndermiyor.
Onları cehenneme doldurmak için din göndermiyor. Rabbimizin muradı onları helâk
değil, onları hep kurtarmak için âyet gönderip sesleniyor. Bakın ifadeye: “De
ki, O Rahmân’dır ve biz O’na iman ettik. O’na tevekkül ettik. O’na güvenip
dayandık. Boyunlarımızdaki kulluk iplerini O’nun eline verdik. İradelerimizi
O’na teslim ettik. O’nun seçimini kendimiz için seçim ka-bul ettik. Hayatımızı
O’nun istediği gibi yaşamaya karar verdik. Yakın-da kimin sapık olduğunu
bileceksiniz.”
Vekil,
kişinin kendisine vekâletini teslim ettiği varlık demektir. Meselâ inancına
ters bir hukuk sisteminin uygulandığı ülkelerde yaşayan insanlar, mahkeme
huzurunda kendilerini savunamayacaklarından endişe duyduklarında, kendilerini
kendilerinden daha iyi savunabileceğine inandıkları, hukuku kendilerinden daha
iyi bilen bir avukata bizi savunmak üzere vekalet verirler, değil mi?
İşte bizim adımıza,
bizim hayat programımız adına aldığı kararlar konusunda kendisine güvenebileceğimiz,
yasalarına teslim olabileceğimiz, boyunlarımızdaki kulluk ipinin ucunu eline
teslim edebileceğimiz ve çektiği yere gözü kapalı gidebileceğimiz bir tek
varlık biliyoruz O da bizi bizden daha iyi bilen, bizim hayatımızı, bizim hayat
programımızı herkesten daha iyi bilen, bilgisi tam olan, bilginin kaynağı olan
Rabbimizdir. Çünkü O bizim için bize en uygun, en faydalı, en yararlı, en
güzel, en münasip ve en mütenasip kararları alandır.
İşte böyle Velî
bildiğimiz Rabbimize hayatımızı düzenlemesi konusunda vekâletimizi veriyoruz. “Ya
Rabbi! Beni yaratan sen olduğuna göre, benim sahibim sen olduğuna göre, beni en
iyi tanıyan da sensin! Benim nasıl mutlu olacağımı, nasıl huzurlu olacağımı, nasıl
bir hayat yaşarsam dengede olacağımı bilen de sensin. Öyleyse ben bu konuda vekâletimi
sana veriyorum. Benim adıma, benim hayatıma ne karar alırsan ben onları aynen
uygulayacağım ya Rabbi!” diyoruz.
Eğer
bizler de Rabbimize vekaletimizi verdiysek, bizim adımıza hayat programı alma
konusunda O’nunla böyle bir sözleşmeye girdiysek, o zaman vekâletimizi
verdiğimiz Rabbimizle, vekilimizle di-yalogumuzu kesmemeliyiz. Yani kendimize
vekil tayin ettiğimiz, vekâletimizi kendisine verdiğimiz, “bizim adımıza ne
karar aldıysan biz ay-nen onu icra edeceğiz ya Rabbi!” dediğimiz Rabbimiz bizim
adımıza ne kararlar aldı, ne dedi, ne emretti, neleri yasakladı, bütün bunları
bilmiyorsak, ilgilenmiyorsak, ilgi kurmuyorsak ne anlamı var bu vekâletin? “Hani
ya Rabbi sen benim vekilimsin! Benim adıma ne karar ve-rirsen kabulümdür! Sen
bilirsin ya Rabbi! Ne yapacağımı, nasıl yaşayacağımı, ne yiyip ne içeceğimi, nasıl
giyineceğimi, hayatımı nasıl dü-zenleyeceğimi sen bilirsin ya Rabbi! Çünkü sen
beni benden iyi bilirsin ya Rabbi! Beni de, çocuklarımı da, hanımımı da, geçmişimi
de, geleceğimi de, menfaatimi de, zararımı da, mutluluğumu da, mutsuzluğumu da
her şeyimi sen daha iyi bilirsin ya Rabbi! Benim hayatım konusunda en bilen
sensin, çünkü beni yaratan, beni programlayan sensin ya Rabbi!” demiştik ya!
Vekâletimizi O’na vermiştik ya, aldığın kararlar benim için bağlayıcıdır
demiştik ya, işte Rabbimiz bizim adımıza aldığı kararlarını bu Kitabında bildirmiştir.
Ama ne gariptir ki biz bu Kitapla ilgilenmiyoruz.
Unutmayalım
ki Allah’ı vekil bilmek, Velî bilmek her şeyiyle O’-na teslim olmak ve hayatın
tümünü O’nun belirlediği biçimde yaşamak demektir. Eğer O’nu vekil biliyor, ama
hayatımızı O’na danışmadan yaşıyorsak, veya O’nu vekil biliyor ama hayat
programımız konusunda biz kendimiz karar veriyor sonra da Allah’a
onaylattırmaya çalışıyorsak, bu vekâlet işi sapıklıktan başka bir şey değildir.
Sûrenin
sonunda Rabbimiz bizim akıllarımızı iyice erdirmek için bakın yine soruyor:
30. “De ki: “Suyunuz yere batarsa, söyleyin,
size kim temiz bir su kaynağı getirebilir?”
Peygamberim
ve ey peygamber yolunun yolcuları, bunca delile rağmen o aklı ermemişlere deyin
ki: Suyunuz çekilmiş bitmiş. Sabahleyin bir baktınız ki, akarsularınız,
pınarlarınız kuruyuvermiş. Allah gökten indirdiklerini de yerden akıttıklarını
da alıvermiş, kurutuvermiş. Yahut vücudunuzdaki suları alıvermiş Rabbiniz.
Kanınızı kurutup don-duruvermiş. Veya hayatınızın suyu, yani bel suyunuzu
alıvermiş. Ya da kasalarınızın, keselerinizin suyu çekilivermiş. Yani piyasanın
suyu-nu, kazanç sularınızı kurutuvermiş. Ya da gözünüzün suyu kuruyu-vermiş.
Bunların hepsi sudur değil mi? Tüm bu sularınızı geri alıvermiş Allah. Söyleyin
bakalım, böyle bir durumda kimdir onu size getirecek? Var mı Allah’tan başka bu
işi yapacak birileri? Kim geri getirip size iade edecek bu sularınızı? Var mı
öyle tanışığınız güçlü birileri?
Bu âyet nazil
olduğunda, müşriklerden birisi, “Yahu bundan kolay ne var? Alırım elime
kazmayı, vururum yere ve çıkarırım suyu” demiş. Sabaha kadar Allah onun gözünün
suyunu alıvermiş ve haydi geri getir bakalım onu demiş de, adam helâk olup
gitmiş.
Öyleyse
aklımızı başımıza alalım. Rabbimiz bunca âyetiyle bi-ze kendisini anlattı.
Kitabında kendisini anlattığı gibi Rabbimize iman edelim. Kendisine kulluk
yapılmaya lâyık sadece Allah’tır. Teslim olunmaya lâyık sadece Allah’tır.
Sadece O’nu dinleyelim, sadece O’nu razı etmeye çalışalım. Hayatımızı sadece
O’nun için ve O’nun belirlediği yasalar istikâmetinde yaşayalım. Allah’tan
başkalarına asla minnet etmeyelim. Bu sûreyi en yakınlarımızdan başlamak
sûretiyle Allah kullarına anlatarak onları diriltmeye çalışalım inşallah.