Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Peygamber (A.S.) Hâşâ Dengesiz Değildi
Putlara Saygı Gösterilmesini İsteyen Şaşkınlar
İslâm Düşmanlarının Oniki Alâmeti
İnkârda Israr Edip Hakk'a Karşı Gelenlerin Durumu
Muttakilere Ayrılan Sonsuz Nimetler
İnkarcı Suçlular Kalp Temizliğinden Söz Ederler
Dünyada Hakk'a Secde Etmiyenler Âh
İr Ette Secde Edemezler
İlâhî Hüküm Önceden Belirlenmiş Bir Programa Göre İner
Kur'ân-I Kerîm Milletler İçin Doğru Yolu Gösteren Tek Rehberdir
el-Hasan, İkrime, Atâ' ve Câbir'e göre:
Tamamı Mekke'de inmiştir. İbn Abbas'a
(R.A.) göre: 14. âyetine kadar olan kısmı Mekke'de,.ondan sonra 33. âyetine
kadar olan kısmı Medine'de; bundan sonra 47. âyete kadar olan kısmı Mekke'de,
50. âyetine kadar olan kısmı Medine'de ve ondan sonra sonuna kadar olan kısmı
Mekke'de inmiştir. Katade de aynı görüştedir.
[1]Sûreye «Nûn» ve «Kalem»
kelimeleriyle başlanmış ve bumu. aynı zamanda sûreye isim olmuştur. Âyet sayısı
: 52 Kelime »
: 300 Harf » :
1456 [2]
1-Resûlüllah
(A.S.) Efendimizin örnek ahlâkından söz ediliyor.
2-İnkarcı
sapıkların kötü ahlâkı yeriliyor ve onlara verilecek cezaya dikkat çekiliyor.
3-Cennet
ehlinin mutlu durumlarına değinilerek mü'minlerin
imân ve irfanını artıracak bir anlatımla konu işleniyor.
4-Suçlu
günahkârlar kınanıyor ve onları susturucu anlamda sağlam delillere yer
veriliyor.
5-Kur'ân'ı yalan ve uydurma sayan müşrikler çok elim bir âkibetle tehdit ediliyor.
6-Müşriklerin
ezâ ve cefâsına karşı, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e sabır tavsiye ediliyor ve Yunus Peygamber gibi
bu konuda acele etmemesi isteniliyor.
1-Nûh'a,
Kâlem'e ve (kalemle) satır satır yazdıklarına and olsun ki,
2-Sen, Rabbın n im etiyle (şımarıp dengeni kaybeden) bir çılgın değilsin.
3-Şüphesiz
ki senin için ardı-arkası kesilmez bîr ecir vardır.
4-Ve sen,
elbette büyük-yüksek bir ahlâk üzeresin.
5-6-Yakında
kimlerin fitneye uğramış çılgın olduğunu sen de göreceksin, onlar da görecek.
7-Şüphesiz
ki Rabbın, yolundan sapan kimseyi daha iyi bilir ve
O, doğru yol üzere bulunanları da daha iyi bilir.
«Allah'ın ilk
yarattığı şey. Kalem ve Hut'tur. Kaleme: «Ya*:» diye
buyurdu. O da: «Ne yazayım?» dedi. Cenâb-ı Hak ona:
«Kıyamete kadar olacak her şeyi yaz!» diye buyurdu.
Resûlüllah (A.S.) bu açıklamasından sonra «Nûn
ve'l-Kalem» sûresini okudu.»
[3]«Allah'ın ilk yarattığı şey, Kalem'dir. Sonra da Nûn'u yaratmıştır. Nûn,
mürekkeptir. Sonra ona: «Yaz!» diye buyurdu. O da: «Ne yazayım?» diye sordu. Cenâb-ı Hak ona: «İş, rızık, eser
ve ecelden olacak her şeyi yaz!» buyurdu. O da kıyamete kadar olup bitecek o
şeyleri yazdı.»
[4]«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
sima bakımından da insanların en güzeli, ahlâk bakımından onların en iyisi
idi. O, ne uzun, ne de kısa idi.» [5]
Enes (R.A.) diyor ki:
— Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e on yıl hizmet ettim. Allah'a and olsun ki, O bana bir defa olsun «ofl»
bile demedi ve «şunu neden yaptın?» diye beni azarlamadı.» [6]
«Ben ancak, güzel
ahlâkı tamamlamak için gönderildim.» [7]Hz. Aişe (R.A.) diyor ki:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ne eliyle bir hizmetçiye vurdu, ne bir kadına dayak attı. O hiçbir
zaman eliyle bir şeye vurmadı, meğer ki Allah yolunda mücadelede buluna.. O iki
şey arasında bir tercih yapma hususunda muhayyer bırakılınca, kendisince en
kolay olanını seçerdi; meğer ki bir günah söz konusu ola, o takdirde de
günahtan insanların en çok uzaklaşanı olurdu. Kendi nefsinden yana hiçbir
zaman intikam almaya heveslenmedi, meğer ki (kötülükte bulunan kimse) Allah'ın
yasaklamış olduğu şeylerden birini hiçe saymış ve çiğnemiş ola, o takdirde O,
Allah adına o kimseden intikam alırdı.»
Ashab-ı Kira m'dan Sa'd b. Hişam (R.A.) diyor ki:
— Hz.
Aişe (R.A.)dan Resûlüllah'ın
(A.S.) ahlâkını sordum. Bunun üzerine bana: «Kur'ân
okuyor musun?» diye sordu. Ben de: «Evet, okuyorum» diye cevap verdim. O şöyle
dedi: «Resulü İlah'in ahlâkı Kur'ân'dır.»
[8]
«Nûn'a,
Kalem'e ve (kalemle) satır satır yazdıklarına and olsun ki..»
«Nûn»
ve «Kalem» kavramları üzerinde hayli durulmuş ve birçok yorumlar yapılmıştır.
Biz bunlardan dokuz kadarını özetleyip nakletmekle yetiniyoruz :
a) Muâviye b. Kurre'nin kendi
babasından, onun da Resûlüllah (A.S.) dan merfuân yaptığı rivayete göre, Resûlüllah
{A.S.) şöyle buyurmuştur: «Nûn, nurdan bir levhadır.»
[9]b) Sâbir b. Bünanî'ye göre : Nûn, hokka demektir. el-Hasan ile Katade
de aynı yorumu benimsemişlerdir. Nitekim Velîd b.
Müslim'in Mâlik b. Enes tarikiyle Ebû
Hüreyre (R.A.)den yaptığı rivayette Resûlüllah (A.S.)
şöyle buyurmuştur: «Allah'ın ilk yarattığı şey Kalem'dir. Sonra da Nûn'u yaratmıştır : «Nûn ve'l-Kalem..» Sonra da Cenâb-ı
Hak Kalem'e şöyle buyurdu : «Yaz!» O da: «Ne yazayım?» diye sordu. Allah:
«Kıyamete kadar olacak şeyleri yaz!» buyurdu. Bunun üzerine Kalem işlemeye
başladı ve kıyamete kadar olacak şeyleri yazdı. Sonra Kalem'in ağzı (ucu)
mühürlendi, konuşamaz oldu ve kıyamete kadar da konuşmayacaktır. Ondan sonra Cenâb-ı Hak «aklı» yarattı ve Cebbar (olan Allah) ona dedi
ki: «Benim yanımda senden daha hayret uyandıran bir yaratık yaratmadım. İzzet
ve Celâlim hakkı için sevdiğim kimsede seni mükemmelleştireceğim, sevmediğim
kimsede seni noksan (aştıracağım.»
Sonra Resûlüllah (A.S.) devamla şöyle buyurdu: «İnsanların akıl
yönünden en olgunu, Allah'a en çok itaat edeni ve O'na en çok ibâdet ve taâtte bulunanıdır.» [10]
c) Tabiînden
Mücahid'e göre : Nûn, yerin
altındaki Hût (balik)tır. Kalem de, kendisiyle zikir
yani Kur'ân yazılandır.
Nûn ile ilgili bu yorum, İslâm'ın getirdiği temel
bilgilere, ana kurallara pek uymamaktadır.
d) Dahhak'e göre: Nûn, Rahman sıfatının son harfidir.
e) İbn Zeyd'e göre : Nûn, yemin
edatıdır.
f) İbn Keysan'a göre : Nûn, yer aldığı
sûrenin açış anahtarıdır ve aynı zamanda sûrenin ismidir.
g) EbûÂliye'ye göre : Nûn, Cenâb-ı Hakk'ın
«Nasîr», «Nûr» ve «Nasır» isimlerinin baş
harflerinden meydana gelen bir semboldür.
h) Muhammed
b. Kâb el-Kurezî'ye göre: Cenâb-ı Hakk'ın mü'minle-re nusrat vereceğine and içtiğinin remzidir.
i) Cafer
es-Sadık'a göre: Cennet ırmaklarından birinin ismidir.
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre: Bu, Allah'ın yarattığı «Kalem» ile
yemin anlamında bir anlatım tarzıdır ki, bu kalemle kıyamete kadar olacak şeyler
yazılmıştır.
b) Katade'ye göre :
Kalem, genel bir anlam taşımaktadır ve o bakımdan Cenâb-ı
Hakk'ın insanlara verdiği en güzel nimetlerden
biridir. Çünkü hayat kalemle düzene girer.
c) Bazı ilim adamlarına göre : İki kalem
yaratılmıştır. Birincisi, zikir adına ne varsa yazıp tamamladıktan sonra Arş'ın
üstüne konulan kalemdir. İkincisi, olacak şeyleri yazmaya devam eden kalemdir.
Şeyh Muhyiddin el-Arabî buna yakın bir yorumda bulunarak özetle
şöyle demiştir: «İki çeşit kalem vardır. Biri, doğum, ölüm, rızık ve ecel gibi önemli şeyleri yazıp bitiren kalemdir.
İkincisi, diğer olaylar ve konuları günü gününe yazan kalemlerdir. Hz. Peygamber'in (A.S.) Mi'rac
gecesi gıcırtı seslerini duyduğu kalemler bunlardır.»
Nûn ve Kalem ile yemin edilmesinin hikmeti:
Cenâb-ı Hak, insan hayatıyla içice olup önem arzeden eşyanın yer yer adını
anarak onlarla yemin etmekte ve böylece o şeylerin önemsenmesini istemektedir.
Güneş'e, Ay'a, zeytine, incire vb. şeylere yemin etmesi bu cümledendir.
Nûn'un hokka olduğu ve bu harfin
yazılışının da bir halkayı andırdığı, bununla ilgili yorumlardan biridir.
Böylece Cenâb-ı Hak, hokkayla
kalemin günlük işlerimizdeki yerine işaretle, okuyup yazmanın lüzumunu
belirtmekte ve ilmin ancak yazılmak suretiyle korunabileceğini, kuşaktan
kuşağa aktarılabileceğini dolaylı şekilde kafalara işlemektedir.
Bu iki şeyle yemin
edildikten sonra, meleklerin veya insanların satır satır
yazdıkları Kur'ân ve yazacakları diğer eserler konu
edilerek okuyup yazmanın kutsallığı ilham edilmekte ve Allah'a dosdoğru imân
eden herkesin okuma-yazma öğrenmesi emir ve tavsiyeye şayan görülmektedir. Bu
inceliği ve gerçeği çok iyi bilen Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Bedir Sava-şı'nda elde ettiği esirleri
fidye karşılığı serbest bırakırken, kurtuluş akçesi verme imkânı olmayan
esirlerden her birinin on tane Müslüman çocuğuna okuma-yazma öğretmesi halinde
kendilerinden kurtuluş akçesi talep edil-miyeceği ve
bu hizmetlerinin onun yerine geçeceğini ilân
etmiştir.
Anlaşıldığı üzere
İslâm, Allah'ın insanlara saadet, huzur, güven, kardeşlik, ilim ve irfan vaadeden son mesajıdır. O bakımdan işe okuma-yazma
seferberliğiyle başlamış; ilk inen Alak Sûresi «Oku!»
emriyle, ilâhî mesajı yansıtmıştır. Konumuzu oluşturan âyette de bu emir biraz
açıklanarak hokka ve kalemin önemi üzerinde durulmuş
ve iyi düşünebilen insanlara hayatın anahtarı verilmiştir. Arkasından satır satır yazılmakta olan kitapların kıymeti yüceltilerek
özendirici bir anlatımla ilâhî murad yansıtılmıştır.
Okuyup yazmaya, kalem
ve kitaba saygı göstermek; kalem tutan ellere lâyık olduğu ilgiyi göstermek
aynı zamanda medenî olmanın açık belirtisi, kalkınmanın en aydın yoludur.
O halde Kur'ân-ı Kerîm'in nasıl bir kitap olduğunu, İslâm'ın da
nasıl bir din olduğunu iyice anlayabilmek için sûre ve âyetler üzerinde çok etraflı
düşünmek ve ilâhî muradı anlayıncaya kadar uğraşmak; her âyetin ve cümlenin
bize neler öğretmek istediğini araştırmak; aynı zamanda Hz.
Mu-hammed'in (A.S.) hayatını çok detaylı olarak
bilmek gerekir.
Nûn ve Kalem deyip geçmek bize
bir şey öğretmez. Ama bu iki kavram üzerinde durup neye delâlet ettiğini; Cenâb-ı Hakk'ın neden bu ikisiyle
and içtiğini araştırdığımız takdirde Kur'ân'ı anlamış oluruz.
Sen' Rabbın nîmetiyle (şımarıp dengeni kaybeden) bir çılgın
değilsin.»
Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed'i (A.S.) gözlerden ve gönüllerden düşürmek
için O'nun hakkında bazan «şâir», bazan
«kâhin», bazan «büyücü sihirbaz», bazan da «şımarık dengesiz» şeklinde sözler sarfediyor, küçük düşürücü benzetmelerde bulunuyorlardı. O
kadar ki, Kur'ân-ı Kerîm'in bir başka âyetinde
onların bu hususta daha da ileri giderek şöyle dedikleri belirtilmektedir: «Ey
kendine kitap indirildiğini iddia edip duran kişi! Doğrusu sen delisin.»
Cenâb-ı Hak, Nûn ve Kalem'e,
sonra da kalemle yazılan satırlara yemin ederek, inkarcı azgınların, şuursuz
müşriklerin Peygamber hakkında akıl ve mantık, insaf ve izan kabul etmez
saçmalamalarını reddederek Onun ne kadar yüksek ahlâka ve üstün meziyetlere
sahip bulunduğunu şöyle açıklamaktadır: «Sen, Rabbın
nîmetiyle (şımarıp dengeni kaybeden) bir çılgın değilsin. Şüphesiz ki senin
için ardı-arkası kesilmez bir ecir vardır ve sen elbette büyük, yüksek bir
ahlâk üzeresin. Yakında kimlerin fitneye uğramış çılgın olduğunu sen de
göreceksin, onlar da görecek.»
Hz. Muhammed'in (A.S.) âlemlere rahmet olarak
gönderilmesi; Allah ile kulları arasındaki engelleri, her türlü bâtıl inancı
kaldırmakla noktalanmıyor; aynı zamanda her iki hayatın anlam ve hikmetini
öğretmek ve insanoğluna yakışan bir hayat düzeni getirerek gerçek medeniyetin
temelini atmak ve böylece insanlığa en büyük ve kalıcı hizmeti vermek
suretiyle de çok kapsamlı bir inkılabı gerçekleştirme hikmetini de içeriyor.
Şüphesiz bu inkılâp
öyle bir ecir (mükâfat)dır ki kıyamete kadar devam edecek, ardı, arkası
kesilmeyecektir. İnceldiği zamanlar olacak, ama mümkün değil kopmayacaktır.
Eninde sonunda insanlar aramakta oldukları gerçek huzur ve güveni, kardeşlik
ve barışı, sevgi ve saygıyı, adalet ve fazileti, yardımlaşma ve dayanışmayı,
ahlâk ve edebi Onda, Onun getirdiği ilâhî nizam ve sistemde bulacaklar ve sususzluklarını Onun yüksek ahlakıyla gidereceklerdir.
Nitekim üçüncü âyetle
bu müjde verilmekte ve dördüncü âyetle toplum ve milletleri ancak Onun yüksek
ahlâkının gerçek hüviyetine kavuşturacağına işaret edilmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle, Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyeti konu edilerek
müşriklerin Onu küçük düşürmek için ortaya attıkları gerçek dışı suçlama ve
yakıştırmaları reddedildi. Aynı zamanda bu büyük peygamberin çok yüksek ahlâk
üzere olduğu belirtilerek inkarcı sapıklar insafa davet edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
içleri ihanet ve kin dolu müşriklerin yapmacık davranışlarla diyalog kurma
istekleri üzerinde durularak, o gibi yalancı sapıklara itibar edilmemesi
emrediliyor ve arkasından bu kaypak
dönek iki yuzlu
yalancı sap.kların 12 kadar alâmetine atıf yapılarak mü'minlere bilgi veriliyor.
8-(hakk’ı)yalan
sayanlara boyun eğme.
9-Onlar
senin yapmacık da olsa (kendilerine) yumuşak ve müsamahalı davranmanı,
kendilerinin de sana yapmacık yumuşaklık göstermelerini isterler.
10-14-Çok
yemin eden,değersiz,alçak,kusur araştırıp leke süren,iki yüzlülük edip söz
götürüp getiren,hayra hep engel olan,saldırgan olup hakları çiyneyen,günahişleyen,kaba ve şerefsiz ve sonra da soysuz olan
hiçbir kimseye –mal ve oğullar sahibi de olsa-boyun eğme.
15-onun karşısında
ayetlerimiz okununca,”önceliklerin masallarındır”der.
16-yakında
onun burnunu damgalıyacağız.
«(Hakk'ı) yalan sayanlara boyun eğme. Onlar senin yapmacık da
olsa (kendilerine) yumuşak ve müsamahalı davranmanı, kendilerinin de sana
yapmacık yumuşaklık göstermelerini isterler.»
inkarcı putperest
sapıklar, bazan da Hz.
Muhammed'e (A.S.). kendi putlarına saygı göstermesi halinde onların da Onun Rabbına karşı saygılı olabileceklerini söyleyerek bir
bakıma sathî bir anlaşma tarafdarı olduklarını ihsas
ediyorlardı. Şüphesiz ki Hz. Muhammed (A.S.) Efendimİz'in putlara saygı göstermesi, iltifatta
bulunması, onları ilâh kabul etmesi anlamına gelirdi ki, bu, İslâm'ın sonu ve risaletin de hedefinden bütünüyle sapması olurdu. Böylece o
yüce dâva temelinden yıkılır, doğduğu yerde ölürdü. Hattâ müşrikler Ona :
«Kâtiplerine yazdırdığın âyetlerde putlara dokunma, onların bâtıl ilâhlar
olduğunu belirtme, ne istersen sana vermeye hazırız» diyecek kadar akıllarını
kaybetmiş; ilâhî vahyin ve peygamberliğin mana ve hikmetinden uzak kalmışlardı.
Birara Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, İslâmiyetin yayılmasını engelleyen
pürüzlerin az da olsa kalkmasını düşünerek Kureyş
Kabilesine mensup putperestlere biraz hoşgörülü davranmayı düşünmüştü ki Cenâb-ı Hak hemen şu beyânı indirdi: «Eğer sana sebat
vermemiş olsaydık, az da olsa onlara meyledecektin ve o takdirde sana hayatın
da, ölümün de (acısını) kat kat tattınrdık;
sonra da kendine, bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.» da.
Mekkeli putperest
müşriklerin ileri gelenleri, Hz. Muhammed'in (A.S.),
dede ve babalarının dinine dönmese bile onlara ve inançlarına karşı saygılı
olmasını istediler ve bunun için birtakım yersiz, anlamsız teklifler ileri
sürdüler ve o takdirde Ona karşı daha mülayim bir tutum ve anlayış izleyeceklerini
bildirdiler. Az yukarıda belirttiğimiz gibi, Hz.
Peygamber (A.S.)ın böyle mantıksız, ölçüsüz ve
bütünüyle yanlış bir teklîfi kabul etmesi asla düşünülemezdi. Zira O, Mekkeli'lerin daha cazip tekliflerine karşı, «Güneşi sağ
avucuma, ayı da sol avucuma koysalar yine de dâvamdan vazgeçecek değilim.
Çünkü bu kutsal dâva benim icadım değil, bütünüyle
Hakk'ın emir ve tecelfisidir»
diyerek İslâm esaslarıyla bağdaşmayan hiçbir teklife iltifat etmiyeceğini çok önceden ilân etmiş bulunuyordu.
Nitekim Cenâb-ı Hak, ilgili âyetlerle bu ve benzeri tekliflerde
bulunanların hemen her devir ve ülkede bulunabileceğini ve onları iyi
tanıyabilmek için şu oniki alâmetlerini dikkatten
uzak bulundurmamayı mü'minlere bildirmekte ve
böylece İslâm ülkesinde o gibilere sahayı boş bırakmamayı emretmektedir :
1- Hakk'ı, doğruyu, ilâhî dini yalanlarlar; küfrü,
ahlâksızlığı savunurlar.
Böylelerine uymak, onların izlediği yola girmek demektir ve o
takdirde ne İslâm kalır, ne de Kur'ân..
2-Yapmacık
sahte dostluk kurmak isterler. Gerçek mü'minlerden de
aynı şeyi bekleyip asıl amaçlarına ulaşmayı düşünürler. Böylece ortam ve
şartlara göre dalkavukluğun en kötüsünü sergileyerek çok fena bir çığır
açarlar.
Şüphesiz hem Hz. Muhammed'in (A.S.), hem de Onun yolunda yürüyen gerçek
mü'minlerin böylesine şerefsiz, haysiyet kırıcı,
kişiliği zedeleyici ve dine ağır darbe İndirici bir yaklaşmaya iltifat
etmeleri asla düşünülemez.
3- Çok yemin
ederler ve onu maske yapıp sinsî ve şeytanî arzularını gerçekleştirmeye
çalışırlar.
4-Bunlar son
derece değersiz, şahsiyetsiz, alçak kişilerdir. Dostluk kurmaya lâyık
değillerdir.
5- İkiyüzlü,
kaypak ve dönektirler. O bakımdan onlara asla inanmak doğru olmaz ve
arkalarından gidilmez.
6-Söz
götürüp getirirler. Kendilerine göre siyaset yapıp toplumu, özellikle inanan
zümreyi birbirine düşürmeye özen gösterirler. Böylesine tehlikeli soysuzlara
yüz vermek İslâm'ın aleyhine birtakım sonuçlar doğurur.
7- Hayra,
iyiliğe, birliğe engel olurlar, kişisel çıkarlarını hep ön plânda tutup fırsat
beklerler. Alabildiğine maddecidirler, kendilerinde fazîlet-ten yana hiçbir
ışık yoktur.
8-Ortam ve
şartlar elverdiğinde saldırgandırlar. Hakları çiğnemekte bir sakınca görmezler.
Zorbalık onların vasfı, nankörlük karakterleridir. O bakımdan böyleleriyle yola çıkılmaz ve arkadaşlık edilmez.
9- Günah
işlemekten zevk alırlar. İçinde
bulundukları toplumdan
utanmazlar.
10-Şerefsizlik
onların şiarı, saygısızlık ve şarlatanlık onların sanatıdır. O bakımdan onlar,
hiçbir zaman dost edinilmeye lâyık değildirler ve hiçbir ciddi konu ve davada
da onlarla işbirliği yapılmamalıdır.
11-Mal ve
servetleriyle. aşiret ve çocuklarıyla gururlanıp böbürlenirler. Değer ölçüleri
zenginlik ve dalkavukluktur. Bunun için onlara meyletmek, yaklaşmak asla doğru
olmaz.
12-Cenâb-ı Hakk'ın indirdiği âyetlere «eskilerin masalları» deyip geçerler.
Gerçeği akıl ve irfan ile öğrenmeye yanaşmazlar. Çoğu duygusunun esiridir. O
bakımdan güvenilmezler.
Mekke'de bu çirkin
alâmetleri birer süs ve büyüklük sayıp durmadan ortalığı karıştıran ve İslâm
aleyhine akla gelmedik iftira ve çirkin yakıştırmalarda bulunanların başında Ebû Cehl, Velîd
b. Muğîre, Ebû Leheb, Utbe ve benzeri azgınlar
bulunuyordu. Cenâb-ı Hak, 16. âyetle bu mağrur sahtekârların
yakın gelecekte burunlarının kırılacağını haber vermekte ve eninde, sonunda Hz. Muhammed'in (A.S.) başarıya erişeceğini müjdelemektedir.
Nitekim öyle oldu: Önce Bedir Savaşında bu azgınların çoğu İslâm mücahitlerinin
kılıç darbeleri altında can verdiler ve lanet damgasını yiyerek tarih sahifelerine öylece yazıldılar. Bir rivayete göre, Velîd b. Muğîre savaş alanında
burnundan ağır şekilde yaralandı ve hezimete uğrayarak hakkettiği cezayı gördü.
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm düşmanlarına hiçbir zaman itibar edilmemesi emredildi ve onların oniki kadar alâmeti üzerinde durularak aydınlatıcı bilgi
verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
yakın gelecekte Mekkeli müşriklerin burunlarının kırılacağı, zorbalıkların son
bulacağı ve büyük bir perişanlık içinde neye uğradıklarını şaşıracakları haber
veriliyor ve nîmet dolu bahçenin ürünleriyle müreffeh geçinen gafillerin
başına gelen musibet misâl verilerek MekkeM
putperestler uyarılıyor; mü'minlere de sabır tavsiye
ediliyor.
17-18-Şüphesiz
ki biz, onları, ürünlerini sabahladıklarında devşire-ceklerine
yemin eden ve hiçbir istisna yapmayan bahçe sahiplerini belâya uğratıp
denediğimiz gibi, belâya uğratıp denedik.
19-
Kendileri henüz uykuda iken, Rabbın tarafından
dolaşan bir belâ, bahçeyi sanverdi.
20-Sabaha
doğru bahçe (yok olup) siyah bir kül (yığını halin)e döndü.
21-Sabahleyin
birbirlerine seslendiler:
22-«Devşirecekseniz,
haydi durmayın erkenden ürünlerinizin başına gidinizi»
23-24-Derken
hemen yola koyuldular ve şöyte fısıldaştılar: «Sakın
bugün ürünlerimizin bulunduğu o yerde aramıza bir yoksul sokulmasın.»
25-(Yoksulu)
engellemeye güçleri yeter halde sabah erkenden gittiler.
26-27-
Bahçeyi görünce, «Biz herhalde şaşırıp (başka yere) sapmışız, hayır biz mahrum
kalmışız» dediler.
28-
İçlerinden en uygun düşüneni: «Ben size demedim mi, tesbîh
etseydiniz yal?» dedi.
29- Onlar da
«Rabbımız! Seni tesbîh ve
tenzih ederiz. Şüphesiz ki, biz zalimler misiz» dediler.
30- Sonra
birbirlerine dönüp kendilerini kınamaya başladılar:
31-
«Yazıklar olsun bize! Doğrusu biz azgınlarmışız.
32- Umulur
ki Rabbımız, o bahçenin yerine bize daha İyisini
verir. Biz artık Rabbımızı (O'nun lûtf-u
keremini) gönülden istemekteyiz» dediler.
33- İşte
azap böyledir ve and olsun ki Ahiret
azabı daha büyüktür. Bunu bir bilseler!.
«Şüphesiz ki biz, onları,
ürünlerini sabahladıklarında devşireceklerine yemin eden ve hiçbir istisna
yapmayan bahçe sahiplerini belâya uğratıp denediğimiz gibi, belâya uğratıp
denedik.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle, nimetin kıymetini, hangi kudret
kaynaklarından elde edildiğini ve nasıl bir rahmetin eseri olduğunu bilmeyen,
sadece nefislerinin sınır tanımaz hürriyet eğilimini ön plâna alıp ahlâk ve
fazîletin, hak elin ve telkîn ettiği esas ve prensiplerin karşısına çıkan
inkarcı putperestler ve maddeci şaşkınlar için öğüt ve ibret alınacak bir
misâl veriyor:
Sözü edilen büyük
bahçe veya çiftliğin Yemen'in San'â bölgesinde olduğunu İbn
Abbas (R.A.) kendi tefsirinde kaydetmiştir. Bahçe
sahibi Allah'a inanan bir kişi olarak, ürünlerinin devşirme mevsiminde dalda ve
başakta kalanlarla yere dökülenleri fakir ve yoksullara bırakırdı. Kendisi
ölünce mîrasçıları aç gözlülük ederek fakirlere ve yoksullara hiçbir şey bırakmaz
oldular; o kadar ki sabahın erken saatlerinde fakirler ve muhtaçlar henüz
gözlerini açmadan meyva ve diğer ürünleri toplamayı
âdet haline getirdiler. Derken böyle bir ailenin çiftliği ortaya çıkan bir
afetle kül haline geldi. Mirasçılar neden sonra kusurlarını, günahlarını
anladılar da Allah'a yö-nelip
pişmanlık duygularını dile getirdiler.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu olay, hem Mekkeli nankör putperestlerin
hem de her çağda yaşamakta olan nankör maddecilerin Hakk'a
yönelmeleri için çok ibretli ve öğüt alınacak misâl veriliyor. Yakın gelecekte
Mekkeli zorbaların bütün güçlerini ve imkânlarını kaybedeceklerine işarette bulunularak
uyanmaları isteniliyor. Nitekim Mekke'nin fethedilmesiyle her şey bitti. Müşrikler
düne kadar zulüm ve işkencede bulundukları mü'min mü-cahidler karşısında hezimete uğradılar ve çok geçmeden Allah'ın büyük bir lütuf ve ihsanının kıymetini
bilmediklerini anladılar, vakit kaybetmeden İslâm'ın nurlu havasına girdiler.
Böylece nankörlerin, benoil ve muhterislerin âkibeti
gözler önüne serilerek tuttukları yanlış ve netioesi
çok tehlikeli yoldan dönmeleri, ilâhî rahmet gereği istenilmekte ve Cenâb-ı Hakk'ın, pişmanlık duyup
dönüş yapanları bağışlayacağı haber verilmektedir.
Unutmayalım ki, ceza
amelin cinsindendir. Nimete şükretmesini bilmeyenlerin bir gün gelir de o
nîmet ellerinden alınabilir. Şüphesiz ki böyle bir nankörlükten dolayı
pişmanlık duymadan ölenlere âhirette verilecek ceza
çok daha elim olur,
Cenâb-ı Hak bu misâli verirken mü'minlere
ayrıca iki mesaj daha ver-
mektedir:
1- Doğru
yolu gösteren, iyiliği telkîn eden kimseyi dinlemekte büyük yarar vardır.
Nitekim çiftlik sahipleri, kendilerini uyaran ve doğruyu telkîn eden
yakınlarını dinlemiş olsalardı, felâkete uğramıyacaklardı.
2-
(İnşallah), yani «Allah dilerse»
demeden, «yarın şunu yapacağım,
bunu isteyeceğim» demeyin. Çünkü kuvvet ve kudretin bütünü Allah'a aittir. O
güç ve kudret verirse, istenilen şeyler yapılabilir. Nitekim çiftlik sahipleri
muhtaçlar uyanmadan sabahleyin erkenden gidip meyva
toplayacaklarına yemin etmiş, fakat «Allah dilerse» dememişlerdi. O yüzden de
sabahleyin kalkıp bahçe ve çiftliklerine gidince, yerinde sadece kül yığını
bulmuşlardı.[11]
Yukarıdaki âyetlerle,
başta Mekkeli nankör müşrikler olmak üzere, yaşamakta olan inkarcılar uyarıldı
ve Allah'a karşı nankörlük eden çiftlik, bağ ve bahçe sahiplerinin başına gelen
felâket düşündürücü bir misâl olarak verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'tan saygı ile korkup nankörlük ve her türlü kötülükten kaçınan mü'minler müjdeleniyor. Hakk'a
teslim olanlarla, Hakk'ın koyduğu sınırları
dinlemeyen suçlu günahkâr sapıkların hiçbir zaman bir tutulmayacağı konu
ediliyor. Sonra da kendilerini hep üstün gören ve mü'-minleri
küçümseyen inkarcı şaşkınlara âhirette verilecek
azabın birkaç safhası üzerinde durularak yönlendirici bilgi veriliyor.
34- Şüphesiz
k;, muttakîlere (Allah'tan saygı ile korkup haksızlıktan, azgınlıktan ve
cimrilikten sakınanlara) Rablarının yanında nimet
cennetleri (ve\a Naîm Cennetleri) vardır.
35- Artık
biz, (hakka) teslimiyet gösterenleri, günahkâr suçlular gibi mi tutarız?
36- No
uluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?!.
37- Yoksa
size ait, ders yapıp okuduğunuz (semavî) bir kitap mı var
38-İçinde, neleri
seçip beğenirseniz onlarsizin olacak (diye) bir bilgi
mi bulunuyor?
39-Yoksa
üzerimizde Kıyâmet'e kadar sürüp gidecek sizden yana yeminler mi var ki, siz
neleri hükmederseniz o sizin olacak diye?
40-Sor
onlara : İçlerinden hangisi buna kefil?..
41-Yoksa
onlara ait ortaklar mı var? O halde eğer doğru kişiler iseler, ortaklarını
getirsinler.
42-O gün,
baldır-bacak açılacak; secdeye çağrılacaklar, ama (buna) güçleri yetmiyecek.
43-Gözleri
korkudan kararmış halde kendilerini zillet sanverecektir.
Oysa (daha önce dünyada) kendileri sağlam ve sıhhatli iken secdeye çağrılırlardı.
44-Artık bu
sözü yalanlayanı bana bırak; biz, onları bilmedikleri cihetten kademe kademe sürükleyip (azaba) yaklaştırırız.
45-Onlara
biraz zaman verip erteliyoruz; şüphesiz ki, benim ceza düzenim oldukça
sağlamdır.
46-Yoksa
sen, onlardan bir ücret istiyorsun da bu yüzden kendileri ağır bir borç altına
mı girmiş bulunuyorlar?
47-Yoksa gayb ile ilgili bilgiler yanlarında bulunuyor da onu mu yazıyorlar?
«Şüphesiz ki, muttaki lere (Allah'tan saygı ile korkup haksızlıktan, azgınlıktan ve cimrilikten
sakınanlara) Rablarının yanında nimet cennetleri
(veya Naîm Cennetleri) vardır.»
Muttaki, şüpheden uzak
imân doğrultusunda haram ve şüpheli şeylerden sakınıp farz ve vacipleri yerine
getiren; sünnete riâyet edip nankörlükten, kötülükten kaçınan kimse hakkında
kullanılan bir sıfattır. Bulunduğu cümle ve konuya göre daha kapsamlı ve geniş
manalara delâlet eder.
Dünya hayatının her
türlü çekiciliğine ve şatafatına rağmen nefsine hakim olup hemen her iş ve
konuda, her olay ve davranışta ilâhî hoşnutluğa erişmeyi amaç seçen faziletli
bir mü'mine, bu güzel niyet » ameline karşılık Âhiret hayatında Naîm Cenneti
hazırlanmıştır. Allah'ın sözü değişmez, vaadi mutlaka yerine gelir.
Hayatını günah ve
kötülüklerle, nankörlük ve maddeyi amaç seçmekle kirleten suçlu günahkârlarla,
onların aksine Allah'a yönelip sünnetullah
doğrultusunda hayatını düzene sokan gerçek mü'minler
hiçbir zaman bir tutulmazlar. Zira bir tutulmuş olsalardı, İmân, güzel ahlâk,
adalet ve fazilet gibi hayatımıza anlam kazandıran kutsal değerler hedef ve
amacına ulaşmamış olur, bir bakıma hikmetsiz kalırdı. Bunun için Cenâb-ı Hak, 35. âyetle : «Artık siz (hakka) teslimiyet
gösterenleri, günahkâr nankör suçlular gibi mi tutarız?» buyurarak ilâhî
adaletinin şaşmazlık ve anlamını bizlere öğretiyor.
<Ne oluyor size?
Nasıl hükmediyorsunuz?!.»
Hemen her çağda
sahnede olan inkarcı sapıklar, suçlu günahkârlar, din, Allah ve âhiretten; ibâdet, taât ve
teslimiyetten söz edilince, dudak bükerler ve kalp temizliğine değinerek «Siz
kalbe bakın, o temiz olduktan sonra gerisi fazla ve lüzumsuzdur» derler.
Oysa kalp denilen o
ilâhî nazargâh, imân, sâlih
âmel, güzel ahlâk ve irfan suyuyla sulanıp Cenab ı Makk'ın rahmet, lütuf ve ihsanına; inayet ve keremine ayna
olunca, vücudun diğer organları bu havaya katılır ve her biri güzel ve iyi
amellerin aracı haline gelir. Böylece vücudun zahiri organları kalbin aynası
durumuna geçer. Kalpte olan imân ve irfan bütünüyle kendini organlarda
hissettirir. Ancak münafıklığı şiar edinenlerin durumu bu genellemerin
dışındadır, Çünkü onların sözleri niyetlerine, iş ve amelleri kalplerine
uymaz.
O halde «Ben iyi bir
insanım; kalbim son derece temizdir» demek ve her Allah'ın günü nefsanî arzuların peşine takılıp durmadan günah işlemek hiç
kimseyi takva derecesine yükseltmemiş, hiç bir şahsı kurtarıcı ve Hakk'ın rızasına eriştirici olmamıştır.
Bunun için Cenâb-i Hak 36. âyetle, böylelerine
hayret dolu bir anlatımla seslenerek.- «Ne oluyor size?. Nasıl
hükmediyorsunuz?.'» buyurarak onları uyarıyor. Sonra da şöyle ekliyerek onların düşünce ufuklarını genişletiyor ve
vicdanlarını harekete geçirmek istiyor: «Yoksa size ait ders yapıp okuduğunuz (semavî)
bir kitap mı var? İçinde, neleri seçip beğenirseniz onlar sizin olacak (diye)
bir bilgi mi bulunuyor? Yoksa üzerimizde Kiyâmet'e
kadar sürüp gidecek sizden yana yeminler mi var ki, siz neleri hükmederseniz o
sizin olacak diye?»
«O flün
baldır-bacak açılacak; secdeye çağrılacaklar, ama (buna) güçleri yetmiyecek.»
Bu âyetle, âhiretten bir safha, diğer bir anlatımla, bir tablo
sergileniyor. Bilindiği gibi, Allah'a secde etmek kulluğun gereği, İnsan
olarak yaratılmanın şükrü; bir çok yeteneklere lâyık görülmenin itirafı ve her
şeyin insan için, insanın da Allah'a ibâdet için yaratıldığının belirtisidir.
Dünya hayatında bu
idrâke erişmeyenler, en şerefli makamı, en aziz dereceyi ve en yüksek nimeti
kaçırmış olurlar. O nedenle âhirette, mü'min-ler ilâhî seslenişe gönül
verip secdeye kapanırken, bunlar, sırtlarındaki günah, zulüm ve sapıklık,
şehvet ve madde yükünün bir kabus haline gelmesi sebebiyle secde etme imkânı
bulamazlar,çünkü dünyada sağlıkları ve güçleri yerindeyken günde beş defa
müezzin onları namaza, secdeye, ibâdete davet ettiği halde onun bu çağrısına
ilgi duymamış ve iltifat da etmemişlerdi. Hattâ onlardan, bir kısmı ezan ve
ibâdeti alay konusu edinmek suretiyle edep ve terbiyelerini
iyice bozmuş, kalplerinde imândan eser
bırakmamışlardı.
Böylece kıyamet
gününde gerçek mü'minler Hakk'a
bağlılık ve teslimiyeti şükür ve zikirle ifadeye çalışırken, o inkarcı
suçluları zillet ve meskenet kaplayacak; küfür ve nifaktan kaynaklanan kir ve
karanlık yüzlerini karartıp şaşkına çevirecek. 43. âyetle bu hazîn safha
açıklanarak, inkarcı maddecilerin, suçlu günahkârların ölmeden önce Hakk'a dosdoğru yönelmeleri arzu ediliyor ve İlâhî rahmetin
her kişiye açık bulunduğuna işarette bulunuluyor.
Şüphesiz bu ilâhî
çağrı ve uyarı, büyük bir fırsatı değerlendirmeye yönelik bulunmaktadır. Yeter
ki, anlayan kalpler, işiten kulaklar bulunsun.
«Onlara biraz zaman
verip erteliyoruz; şüphesiz ki, benim ceza düzenim oldukça sağlamdır.»
Cenâb-ı Hakk'ın isim ve
sıfatlarından biri de «Sebûrsdur. Bu, çok sabreden,
koyduğu kanunlarını değiştirmeyen, hazırladığı programın uygulanmasına
müdahale etm^jn, kurduğu
kâinat düzenini kıyamete kadar sürdüren Allah'ın değişmeyen isimlerinden
bindir.
O bakımdan gerek
Mekkeli azgın inkarcıları, gerekse her çağda Hakk'a
karşı çıkan maddeci sapıkları hemen cezalandırmaz; dönüş yapıp tevbe ederler diye onlara mühlet verir. Şüphesiz O'nun
indirdiği kitap, gönderdiği peygamber de bu mühletin bir başka tezahürüdür.
Öyle ki, oeza vermekte acele etseydi, bu iki kutsal
değeri göndermeye gerek görmezdi.
44. âyetle, Kur'ân'ı yalan sayıp onun uydurma olduğunu iddia edenlerin,
sünnetullah gereği kademe kademe,
adım adım azaba sürüklenecekleri haber veriliyor.
Dönüş yapmayanların o azaptan kurtulmasının hiçbir zaman söz konusu olamıyacağına işaret ediliyor.
İnkarcılardan bir
kısmının da zamanla doğruyu itiraf edeceklerine atıf yapılıyor. Nitekim Bedir
Savaşı bu iki z'd hususun mihenk taşı ve tecelli
mahalli oldu: inatçı kâfirler meydan ortasında küfür ve tuğyan üzere canlarını
verirken, hayatta kalanlardan bir kısmı gerçeği anlamakta gecikmedi. Özellikle
Mekke'nin fethedilmesiyle hidâyete lâyık görülenler 180 derececik bir dönüşle Hakk'a
teslimiyet gösterdiler.
Bu ne demektir? Cenâb-ı Hak, ilgili âyetle mü'minlere
şu sağlam bilgiyi ve itikadı meseleyi veriyor: Öyle ki, mü'minlere
düşen görev, Hakk'ın buyruklarını dosdoğru teblîğ
etmek ve birlik şuuruyla küfrün karşısında dur-
maktır. Gerisi ise, Allah'a aittir. Dilediğini doğru yola
kavuşturur, dilediğini de sapıklığıyla baş başa bırakır.
O halde irşad ve tebliğ düzeyinde olan mü'minlerin
: «Biz, inkarcı sapıkları, suçlu günahkârları Hakk'a
davet ettik, onları doğru yola çağırdık, ilâhî buyrukları tebliğ ettik, ama
onlar kabul etmediler» diyerek üzülmelerine gerek yoktur. Çünkü mürşid ve mübelliğe düşen şey,
tebliğ ve irşatta bulunmaktır. Hidâyete eriştirmek İse, bütünüyle Allah'a
aittir. Kul hem kendi sınırını, hem de ilâhî sınırları bilip gözetmekle
yükümlüdür.
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'tan saygı ile korkan mü'minlere verilecek
mükâfat müjdelendi. Bu düzeyde olan mü'minlerle,
inkâr ve sapıklık bataklığında bocalayan inkarcıların bir tutulmayacağı
belirtilerek, mü'minlere tesellide, kâfirlere ihtarda
bulunuldu. Sonra da Kâfirlerin âhiret gününde
uğratılacakları elîm azaptan birkaç safha üzerinde durularak yönlendirici
bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hak ile bâtıl mücadelesi sürerken, mü'minlerin çok
sabırlı olmaları konu ediliyor. Arkasından bu hususta sabrı elden bırakıp
acele eden Yunus Peygamber misâl veriliyor ve Onun hayatının o dönemine dikkat
çekiliyor. Sonra da Kur'ân âyetleri okununca müşriklerin
gözlerini hainlikle, kin ve nefretle Hz. Peygamber'e
(A.S.) çevirdiklerine değinilerek ilâhî hükmün inmesini acele istememelerine
işarette bulunuluyor.
48- Sen, Rabbın hükmünü sabırla bekle de, o balığın arkadaşı (Yunus)
gibi olma. Hani o öfkeye kapılıp üzüntü içinde (Rabbına)
seslenip dua etmişti.
49- Eğer Rabbından ona bir lütuf nimeti erişmeseydî, yerilecek bir
halde çırılçıplak (sahile) atılacaktı.
50- Ama Rabbı onu seçti de iyi-yarariı
kişilerden eyledi.
51- Kâfirler,
Kur'ân'ı işittikleri zaman neredeyse seni gözleriyle
yerinden devireceklerdi; «Bu herhalde delinin biridir» diyorlardı.
52- Halbuki Kur'ân, ancak milletler için bir öğüttür.
«Sen, Rabbın hükmünü
sabırla bekle de, o balığın arkadaşı
(Yunus) gibi olma. Hani o öfkeye kapılıp üzüntü içinde (Rabbına)
seslenip duâ etmişti..»
Mekkeli müşriklerin
zulüm, işkence ve şartlatanlığı, İslâm'ın karşısına aşılması zor engeller
koymuştu. O yüzden hem Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
hem de arkadaştan İçin için üzülüyor ve bazı mü'minlerin zaman zaman
sabrı taşıyordu. O kadar ki, va'dedilen ilâhî hükmün hemen inmesini istiyor ve bu
hususta fazla beklemeye âdeta tahammül edemiyorlardı. Oysa buna gerek yoktu.
Önemli olan Cenâb-ı Hakk'ın
emirlerini dosdoğru tebliğ edip anlatmaktı. Peygamber (A.S.) Efendimiz bunu
kusursuz şekilde yerine getiriyordu. Ancak hidâyet (doğru yola eriştirmek)
İlâhî sınıra girer; beşerin o sınırı aşmaya çalışması kesinlikle yanlıştır ve
haddini bilmezliktir. Resûlüllah (A.S.) bu inceliği
çok iyi biliyor, elinden geldiğince hem sabrediyor, hem de ilâhî hidâyeti
temenni ediyordu. Ashâb-ı Kirâm'dan
bir kısmı ise, bu hususta biraz sabırsızlık gösteriyordu. Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, o sabırsızlık gösteren mü'minleri
aydınlatmak ve onlara ait sınırı göstermek için Yunus Peygamber'i (A.S.) misâl
verdi. Şöyle ki:
Tarihte Musul
civarında nüfusu yüz binin üstürîde olan Ninova Şehrine uyarıcı
ve müjdeleyici olarak Yunus, peygamber hüviyetiyle gönderilmişti.
Yıllarca irşad ve tebliğ o bölge halkı üzerinde
olumlu bir tesir bırakmayınca, yani hakkı red ve
inkâr edenler doğru yolu seçmeyip günah ve sapıklıkta ısrar edince, ilâhî
hükmün (dünyada İnecek olan azabının) yakın olduğu bildirilmişti. Buna rağmen Nino/alı'lar uslanmamış, dönüş ycp-mamış ve şımarıklıklarına
devam etmişlerdi. İnecek azu^ın
geciktiğini gören Yunus Peygamber (A.S.) sabırsızlanmış ve öfkelenerek Ninova Şehrini terketmişti.
Şüphesiz bu davranış bir peygamberin bulunduğu dereceye göre çok hatalı idi. Cenâb-ı Hak, Yunus Peygamber'i o yüzden çetin bir sınava
tabi tuttu; çok geçmeden o, balığa yem oldu. Ne var
ki, ilâhî irâde tecelli edip balığa : «Onu hazmetme, karnında diri olarak tut!»
jiye ilhamda bulundu- Yunus (A.S.) m şehri terketmesinden sonra Ninova
üzerine bu-lutumsu siyah bir tabaka inmeye başladı.
Onlar bunun farkına varıp Allah'a yönelerek tevbe ve
istiğfarda bulundular ve kusurlarının bağışlanmasını dilediler. Tabiatıyla bu
dönüş kitlesel idi. İnen hiçbir azap geri alınmadığı halde, Cenâb-ı
Hak o azabı kaldırdı. Böylece Yunus (A.S.) da, Ninovalı'lar
da boylarının ölçüsünü almış oldular. 48. âyetle bu olaya parmak basılarak Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ve arkadaşlarının sözünü
ettiğimiz hususta sabırlı olmaları emredilmekte; Yunus'a (A.S.) benzememeleri,
yani Onun gibi sabırsızlık göstermemeleri bildirilmekte ve çok dikkatli
olmaları hatırlatılmaktadır. [13]
Aynı zamanda bu misâl
ile tebliğ ve irşad metodunda çok önemli yeri olan
başarı sağlamanın bir uçunun sabırlı, temkinli, ümitli ve güvenli olmaya bağlı
bulunduğuna işaret vardır. Diğer yandan Ninova'nın Hakk'a dönüp hidâyete eriştirildikleri gibi, yakın
gelecekte Mekkeli putperestlerin
de Hakk'a
dönüp teslimiyet gösterecekleri dolaylı şekilde haber veriliyor. Nitekim öyle
oldu; Mekke'nin fethedil mesiyle bu kapı açıldı ve
düne kadar mü'minlere karşı amansız birer düşman
olan bu insanlar bugün onlarla din kardeşi olma bahtiyarlığına eriştiler.
Şüphesiz Cenâb-ı Hakk'ın bu sünneti,
şartlar elverdiği ve ortam hazırlandığı her çağda ve dönemde hükmünü yürütür;
yeter ki Hakk'ı savunan mü'minler
kendilerine düşen görevi yürütürken birlik ve beraberlik içinde bulunsunlar ve
niyetleri hâlis olsun.
«Kâfirler, Kur'ân'ı işittikleri zaman neredeyse seni gözleriyle
yerinden devirecekler..»
Bu âyetin nazarla
ilgili olduğunu söyleyenler hayli çoktur. Zira Mek-keli
azgın müşriklerin kini o dereceye varmıştı ki, Resûlüllah'ı
(A.S.) gördükleri ve Onun mübarek ağzından çıkan Kur'ân
âyetlerini duydukları zaman kin ve nefret dolu gözlerini Ona çevirirlerdi de
neredeyse Onu bir anda yok etmeyi akıllarından geçirirlerdi.
Hattâ müşriklerin
arasında göz değme tesiri yüksek olarak bilinen kişiler bu maksatla Hz. Peygamber'e (A.S.) dikkatle bakıp öldürücü bir hastalık
veya olayla karşılaşmasını temenni ederlerdi. Rivayete göre, göz değmesi
konusu Beni Esed Kgbilesi'nde
çok yaygındı; yani o kabilenin insanlarının gözleri çok keskin idi, hayretle,
dikkatle baktıkları bir şeyde olumsuz tesirler meydana getirirlerdi. Kurtubî'nin tesbitine göre, onlar
semiz bir inek veya deve görünce, cariyelerini çağırırlar ve «selenizi,
dirheminizi alıp gelin, az sonra ileride şu devenin veya sığırın eti satılacak,
bize de bir miktar satın alın» diye emrederlerdi. [14]
Onlar göz değmesini de
şöyle sağlarlardı: «Doğrusu hayret, bugüne kadar böylesine güzel, böylesine
semiz bir koyun veya deve görmedim!» derler ve gözlerini o hayvan üzerine
dikerlerdi. Cok geçmeden o
hayvan hastalanır ve bıçağın altına girerdi.
Yine rivayete göre.
Beni Esed Kabilesi'nde nazar hususunda bir adam çok
meşhur olmuştu. Onu çağırıp Hz. Muhammed'e (A.S.)
nazar etmesini istediler. Ne var ki Cenâb-ı Hak,
Peygamberini onların şerrinden ve nazarından korudu ve bunun üzerine
yukarıdaki nazar âyeti indi.
Maverdî de buna benzer şu rivayeti nakletmiştir: Araplardan
bir kişi diğerine nazar etmek istediği zaman üç gün bir şey yemez, içmez ve iyice
acıkmış bir halde o kişinin malına veya şahsına nazar edip şöyle derdi:
«Allah'a and olsun ki bu adamdan daha kuvvetli, daha
cesur görmedim. Aynı zamanda hayret bunun malı da, evlâdı da hayli çok!»
Ancak Kuşeyri bu rivayetlerin bir kısmını pek isabetli bulmamış
ve şöyle demiştir: «İsabet-i ayn {nazar değmesi)
ancak nazar edilen şeyin çok beğenilmesi ve nazar edenin içinden gelen bîr
hayretle ona bakmasıyla gerçekleşebilir. Bir şeyden tiksinmek, bir şeye kızmak
ve öfkelenmek suretiyim nazar değmesi olmaz. Hz.
Peygambere kin ve nefret dolu gözle bakıyorlar ve «Bu herhalde delinin biridir»
diyorlardı. O bakımdan Resû-lüllah
(A.S.) Efendimiz hakkında bu bapta bir göz değmesi arzusu söz konusu
değildir.»
[15]Müfessirlerden önemli bir kısmı bu görüşün hilafını
belirterek, birini yok etmek, dert ve musibete uğratmak için de nazar değmesi
olabilir demişlerdir.
«İzlâk»ın delâlet ettiği manalar:
İlim adamları ve lûgatçiler, «izlâk» kökünden
gelen «yüzliku» fiilinin şu mânalara delâlet ettiğini
belirtmişlerdir:
1- Helak
etmeyi dilediler,
2 -Uzaklaştırmayı,
bulunduğu yerden ayrılmasını arzu ettiler,
3- Bulunduğu
şerefli makam ve dereceden gidermeyi istediler,
4- Nüfuz
etmeye yöneldiler,
5- Yere
düşürmeyi düşündüler,
6- Risâleti tebliğden alıkoymayı tasarladılar.
7- Fitneye
düşürmek istediler,
8- Kötülükle
dokunmaya yöneldiler,
9- Gözleriyle
yeyip bitirmek istediler,
10- Öldürmeyi
umdular..
Göz değmesi,ruhun
beğenme arzusunun gözde belirmesi ve etkileyici bir kuvvet olarak
karşısındakini tesir altına almasıdır.
Ruhun mahiyetini
bilmemekle beraber onun mevcudiyetini, vücudumuzdaki tezahürlerinden anlıyor
ve kabul ediyoruz. Şüphesiz ruh, ilâhî kudretin öyle bir tecellisidir ki,
hilkat kanunuyla içiçedir ve bütünüyle hayat ve
enerji kaynağıdır.
Ruhun bu gibi
etkileyici tezahürleri üzerinde duran ilim adamları, çalışmalarını
sürdürmektedirler. Yakın gelecekte onun gözde beliren etkileyici kuvvetinin
bilimsel olarak da ortaya çıkarılacağını ümit ediyoruz.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz de bu önemli sayılacak konu üzerinde
durmuş ve birtakım açıklamalarda bulunmuştur:
«Göz değmesi haktır.» [16]
«Cefer'in
oğullarına nazar değiyordu. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) rukyede bulunur, yani okuyup üflerdi.» [17]
«Eğer kaderin önüne
bir şeyin geçmesi söz konusu olsaydı, herhalde göz
değmesi onun önüne geçerdi.»
[18]«Her türlü kötü nazardan Allah'ın tastamam
kelimelerine (ilâhî sözlerine) sığınırım.» [19]
«Göz değmesi haktır;
deveyi tencereye, adamı kabre sokar.» [20]
Keşfü'l-Hafa'da bu hadîslerden
birincisi üzerinde durulmuş ve bu cümlenin üzerine yapılan her fazlalığın
zayıf olduğuna dikkat çekilmiştir.
«Kim bir şeyi görür de
onu beğenir ve hayretini izhar eder de şöyle derse : «Maşaallah,
iâ kuvvete illâbillah»,
artık o baktığı şeye bir zarar vermemiş olur.»
[21]Böylece göz değmesi ihtimali belirdiği zaman, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin dört no'lu
duasının okunmasını ve bir de (Kul eûzü bi-Rabbi'l-felak»
ile «Kul eûzü bi-Rabbi'n-nas» sûrelerinin
okunmasını tavsiye ederiz.
«Ha'buk»
Kur'ân, ancak milletler için bîr öğüttür.»
İnsan, nefsinden gelen
sese kulak vererek hürriyetinin sınırlanmasını, önünde bir engelin bulunmasını
istemez. Şüphesiz ki, ilâhî buyruklar ve O'nun indirdiği hayat düzeni ruha gıda
verip kalbi yönlendirirken «nefis» denilen süflî duyguya ağır gelir. O bakımdan
Kur'ân'ın tilâvetini duyan Mek-keli
müşrikler huzursuzluk hissediyor ve Hz. Muhammed'e
(A.S.) karşı kin ve düşmanlık bakışlarını artırıyorlardı. Neredeyse o
bakışlarıyla Onu devirip mefluç hale getirmeyi arzuluyorlar ve nefislerden
gelen sese kulak verip. Peygamber (A.S.) için «Bu herhalde delinin biridir» diyeoek kadar ölçü ve idrâklerini, insaf ve vicdanlarını
kaybediyorlardı. Oysa asıl deli onlardı. Nefis ve küfür fırtınasında insanî
özelliklerinden önemli bir kısmını kaybetmişlerdi, ama bunun hiç de farkında
değillerdi.
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ın ilim,
irfan, güzel ahlâk, fazîlet, adalet, hakseverlik, din kardeşliği, sevgi ve saygı
aşılayan ve bu doğrultuda milletler için bir zikir (öğüt, bilgi, görgü, ahlâk
ve medeniyet) aşılayan bir kitap olduğunu açıklayarak akıl ve imân gözüyle
onun incelenmesini belirtmekte ve insanı, hilkat kanunu gereği fazîlet ve şeref
çizgisinde ancak bu kutsal kitabın tutabileceğini ilham etmektedir.
Bir fikir adamının
dediği gibi: «Kendi kendinin zindanı olan insan, irâdesini fizikî istekler
tuzağında, nefis, iç güdü ve eğilimlerinin ağına bırakan insan demektir. Bütün
bunları bir kenara iten insan, mutlak iradeye, seçme irâdesine ulaşan ve
Allah'a daha çok yaklaşan insandır.»
Kalem Sûresi'ne, hokka ve kaleme and içilerek ve
bunların insan hayatındaki önemine işaret edilerek başlandı ve Resûlülah'ın (A.S.) ilâhî nî-metle
dengesini kaybeden bir çılgın olmadığı açıklanarak Onun yüksek ahlâk üzere
bulunduğu belirtildi. Kur'ân-ı Kerîm'in milletler
için yönlendirici, aydınlatıp gerçek medeniyete eriştirici bir kitap olduğu
ifade edilerek sûre noktalandı olan Hz. Muhammed'e (A.S.)
[1] Tefsîr-i Kurtubt : 18/223
[2] Tefsirü Gârâibi'l-Kur'ân/Nizamüddin Nisabûrî: 28/12
[3] Taberânî: İbn Abbas (R.A.)dan
[4] İbn Asâkir
: Ebû Hüreyre (R.A.)den
[5] Buharî/libas: 68, fezâil: 93,
113- Tirmizî/libas: 21- Taberânî/sıfatu'n-nebl 1
[6] Müslim/fezâil: 51- Ebû Dâvud/edeb
: 1- Dâremî/mukaddeme: 10
[7] Taberânl/menafcıb:
23
[8] İbn Kesif : 4/402
[9] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 18/223
[10] el-Câmi'u Li-AhkâmH-Kur'ân
: 18/223
[11] Bilgi için bak : Kehf Sûresi
24, İnsan Sûresi 30, Tekvîr Sûresi 29. âyet-ı tefsiri
[12] Kasas Sûresi: 56. âyetin
tefsirine bakılması.
[13] Fazla bilgi için bak: Yunus Sûresi : 98, 99- Enbiyâ
Sûresi: 87, 88 ve Saf-fat Sûresi: 139-148. âyetlerin
tefsîri
Fazla bilgi için bak:
Yunus Sûresi : 98, 99- Enbiyâ Sûresi: 87, 88 ve Saf-fat
Sûresi: 139-148. âyetlerin tefsîri
[14] Tefsir-i Kurtubî: 18/254
[15] Tefsîr-i Kurtubî: 18/255'den
özetlenerek
[16] Buharî/tıb
: 36, libas: 86- Müslim/selâm: 41, 42- tıb: 15- Tlrmizî/tıb: 19- Taberânî/ayn: 1- Ahmed: 1/274
[17] îbn Mâce/tıb: 33- Ahmed: 6/438
[18] Müslim/selâm: 42- Tirmizî/tıb : 17, 19- tbn Mâce/tıb: 33- Taberânî/ayn: 3- Ahmed: 1/254
[19] Buharî/enbiyâ: 10- Ebü Dâvud/sünnet: 20- İbn Mâce/tıb:
36
[20] Ebû Nuaym
: Câbir
(R.A.)dan merfuân
[21] tbn Sinnî
- Bezzar : Enes (R.A.)den -
KeşfÜ'1-Hafa: 2/77