KALEM SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Surenin Fazileti: 2

Peygamberin (S.A.) Din Ve Ahlakının Mükemmelliği 3

İ'rab: 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Nüzul Sebebi 3

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Kafirlerin Kötü Ahlakı 5

Belagat: 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi 6

Ayetler Arası İlişki 6

Açıklaması 6

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Bahçe Sahipleri 9

Kelime ve İbareler: 9

Nüzul Sebebi 10

Ayetler Arası İlişki 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 11

Takva Sahiplerinin Mükâfatı Ve İtaatkâr İle İsyankârın Birbirine Eşit Olmayacağı 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Ayetler Arası İlişki 14

Açıklaması 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 15

Kâfirlerin Allah'ın Kudreti İle Korkutulmaları Ve Peygamber (S.A.)'e Sabr Edip Bütün Alemlere Kur'an İle Öğüt Verip Hatırlatmasının Emredilmesi 15

Kelime ve İbareler: 16

Ayetler Arası İlişki 16

Açıklaması 16

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 18


KALEM SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye Kalem suresi adının veriliş sebebi Yüce Allah'ın başında şöylece yemin etmesidir: "Bu kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andol-sun ki..." Kalem ile yemin etmesi onun için bir tazimdir. Çünkü kalemi ya­ratmak pek büyük bir hikmete delildir. Ayrıca kalemin anlatılamayacak kadar çok faydaları vardır. Keşşaf müellifi de böyle demiştir. Çoğunluğun görüşüne göre kalemden kasıt kalem cinsidir. Şanı Yüce Allah gökte ve yerde kendisi ile yazı yazılan her bir kaleme yemin etmektedir.

Bu sureye "Nun suresi" adı da verilmiştir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sure ile iki bakımdan ilişkisi vardır:

1-  Şanı Yüce Allah, Mülk suresinin sonlarında müşrikleri suyu yerin dibine geçirmekle tehdit etmişti. Bu surede de buna dair bir delil sözkonu-su edilmektedir. O da geceleyin gelen bir musibet neticesinde bir bahçenin mahsullerinin yok edilmesidir. Gelen bu musibet ise gökten gelip onu ya­kan bir ateşti. Bahçe sahipleri o sırada uyuyordu, uyandıklarında mahsul­lerinin en ufak bir izini bulamadılar.

2- Yüce Allah Mülk suresinde göz kamaştırıcı kudretinin, engin ilmi­nin birtakım delillerini söz konusu etmiş, ölümden sonra dirilişi ispat edip müşrikleri dünyada ve ahirette can yakıcı azap ile tehdit ederek onları hiç­bir ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah'a, ölümden sonra dirilişe, Al­lah'ın Rasulü Muhammed (s.a.)'a iman etmeye teşvik etmiştir. Daha sonra Yüce Allah bu surenin baş tarafında müşriklerin batıl iddialarından uzak olduğunu, Rasulullah (s.a.) için ileri sürdükleri büyücü, şair ya da delilikle onun hiçbir ilişkisinin bulunmadığını belirtmekte ve pek büyük bir ahlâka sahip olmakla onu övmektedir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Mekke'de inmiş olan bu sure bir önceki sure gibi doğru İslâmî akide­nin esaslarını ortaya koymaktadır. Burada söz konusu edilen esaslar nü­büvvet ve risaletin, ölümden sonra diriliş ve ahiretin ispatıyla kıyamet gü­nünde müslümanlarla günahkârların akıbetidir.

Sure müşriklerin ithamlarını ve batıl iddialarını reddetmek maksa­dıyla ve büyüklüğüne işaret olmak üzere, kaleme yemin etmekle ve Pey­gamber (s.a.)'i pek büyük bir ahlâk sahibi olmakla nitelendirerek başla­maktadır: "Nun, kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki... ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin."

Bunun arkasından sure bazı kâfirlerin kötü ahlâkını, Allah Rasulü'ne iftiralarını açıklamakta, Allah'ın onlar için hazırlamış olduğu pek acıklı azabı belirterek tehdit etmektedir: "Yakında sen de göreceksin, onlar da gö­recekler... Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." (5-16. ayetler)

Arkasından Mekke kâfirlerine Yüce Allah'ın nimetlerini inkâr edip ona kâfir olmaları, fakir ve yoksulların haklarını vermek istemeyişleri se­bebiyle bahçeleri yakılıp telef edilen bahçe sahiplerini örnek vermektedir: "Gerçek şu ki biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi... Eğer bilselerdi" (17-33. ayetler)

Sure müminlerle günahkârları karşılaştırmış, verdikleri kötü hüküm­ler dolayısıyla müşrikleri azarlamış, iddialarını çürütmüş, onlara karşı de­liller ortaya koymuş, ahiretteki durumlarını ve oldukça hor ve hakir ko­numlarını da açıklamış bulunmaktadır: "Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?.. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye çağırılıyorlar-dı." (35-43. ayetler)

Daha sonra Kuranı yalanlayan müşrikleri de şöylece tehdit etmekte­dir: "Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak..;" (44. ayet)

Sure sona ererken Peygamber (s.a.)'e müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini emretmekte, davetini tebliğde sıkılmaktan, daralmaktan, onu sakındırmaktadır ki böylelikle o da Yunus (a.s) gibi olmasın: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi gibi olma..." (48. ayet) Eziyetle­rine karşı korunacağını ilân ederken, müşriklerin deli olduğuna dair iftira­larını da çürütmekte, Kur'an-ı Kerimin bütün alemler için bir öğüt ve bir ibret olduğunu belirterek bu iddialarını da reddetmektedir. Durum böyle iken Kur'an'ın kendisine indirildiği zat nasıl deli olabilir: "Gerçek şu ki o kâfirler..." (51-52. ayetler) [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Bu sure Kur'an-ı Kerimin Mekke'de ilk inen bölümlerindendir. İbni Abbas'tan gelen rivayete göre önce; "Yaratan Rabbinin adıyla oku." suresi, daha sonra bu sure, arkasından Müzzemmil, arkasından da Müddessir su­releri inmiştir. [4]

 

Peygamberin (S.A.) Din Ve Ahlakının Mükemmelliği

 

1- Nun, kaleme ve yazmakta olduk­ları şeylere andolsun ki;

2-  Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin.

3-  Gerçekten senin için elbette ke­silmeyecek bir ecir vardır.

4- Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin.

5- Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler.

6- Delilik hanginizde imiş.

7-  Muhakkak senin Rabbin, kendi yolundan sapanları da en iyi bilen­dir, hidayet bulanları da en iyi bi­len O'dur.

 

İ'rab:

 

"Nun," Ebû Hayyan dedi ki: "Nun", sad ve kaf gibi alfabe harflerinden-dir. Bu da başkaları ile birlikte kendisinde amel edecek âmil bulunmaksı­zın gelmiş bulunan diğer harfler gibi mu'reb değildir. Bunun i'rab konumu ile ilgili yapılacak değerlendirmeler zorlama ifadelerden ibarettir. [5]

 

Belagat:

 

"Mecnun, memnun" kelimeleri arasında ikinci harfin farklılığı dolayı­sıyla eksik cinas söz konusudur.

"Yakında sen de göreceksin onlar da görecekler. Delilik hanginizde imiş" buyruğu bir tehdittir. Mef ulun (neyin görüleceğinin) hazfedilmesi ise durumu daha dehşetli bir şekilde ifade etmek içindir.

"Yesturûn, bimecnûn, memnun, meftun..." lafızlarında murassa' seci' vardır.

"Sapanlar, hidayet bulanlar" lafızları arasında da tezat vardır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Nun" ya surenin adıdır veya meydan okumak maksadıyla zikredilmiş­tir; Kaf ve sad gibi. Böylelikle Kur'an'ın ya da onun bir bölümünün benzeri­ni getirmeleri istenmiş olmaktadır. Çünkü bu Kur'an kendilerinin konuştukları, yazdıkları, şiirlerini düzenledikleri pek belâgatli hutbeler söyledik­leri Arapçayla indirilmiştir, "kaleme..." buyruğundan müfessirlerin çoğunlu­ğuna göre maksat kendisi ile yazı yazılan kalem cinsidir. Yüce Allah gökler­de ve yerde kendisiyle yazılan her bir kaleme yemin etmektedir, "ve yaz­makta oldukları şeylere" Çünkü sözlü olarak kullanılan ibarelerle karşılıklı anlaşma gerçekleştiği gibi, yazı ile de gerçekleşmektedir, "and olsun ki" "sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." Yani ey Muhammedi Rabbin sana peygamberlik ve başka nimetler ihsan ettiği için deli olamazsın. Bu Kureyş müşriklerinin: O bir delidir, şeklindeki sözlerini reddetmektedir.

"Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." Çünkü sen kav­minden senin gibi kimselerin katlanamayacağı şeylere katlanmaktasın.

"Delilik hanginizde imiş?" Sen mi delisin, onlar mı? "Delilik" diye çe­virdiğimiz "meftun" kendisine fitne isabet eden kimse demektir. Yani aklın ya da malın kaybolması, elden gitmesi yahut bir evlâdın ölümü gibi bir be­lâ ve mihnet sebebiyle deli olan kimse demektir.

"Muhakkak senin Rabbin kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir." Yüce Allah onları bilir. Bunlar ise hakikate karşı gelip, ondan uzaklaşanlar­dır. "Hidayet bulanları da" olgun akla sahip olanları da "ere iyi bilen O'dur." [7]

 

Nüzul Sebebi

 

"Sen Rabbinin nimeti sayesinde..." ayetinin (2. ayet) nüzul sebebiyle il­gili olarak, İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre İbni Cüreyc şöyle demiştir: On­lar Peygamber (s.a.)'e: O bir delidir diyorlardı. Daha sonra da bir şeytandır demeye koyuldular. Bunun üzerine: "Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir de­li değilsin" buyruğu nazil oldu.

"Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: Aişe (r.a.)'ye Peygam­ber (s.a.)'in ahlâkına dair soru soruldu. O da: Onun ahlâkı Kur'an'dı dedi ve Sen Kur'an'ı hiç okumadın mı, deyip "Müminler gerçekten felah bulmuş­tur..." (Mu'minun, 23/1-10) buyruklarını okudu. [8]

 

Açıklaması

 

"Nun, kaleme ve yazmakta oldukları şeylere and olsun ki sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." Bu buyruklardaki "Nun" bazı surelerin başında dikkat çekmek ve meydan okumak için yer alan sad ve kaf gibi mukatta' harflerdendir. Ayetin anlamı şudur: Kendisi ile yazı yazılan kale­me, insanların kalemle yazdıkları ilimlere ve bilgilere yemin ederim ki, gerçekten sen ey Muhammed, Allah'ın sana ihsan etmiş olduğu peygam­berlik, iman, sağlam görüş ve güzel ahlâk gibi nimetler sebebiyle onların ileri sürdükleri gibi deli değilsin.

Bu, Mekkelilerin onun deli olduğu şeklindeki iftira ve iddialarına bir cevaptır. Mekke kâfirlerinin düşmanlık ve kıskançlıklarından ötürü ona nispet ettikleri halden bütünüyle uzaktır ve Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu ve onu peygamberliğe ehil kılan üstün akıl ve diğer ahlâki faziletle­ri gibi nimetler sebebiyle pek yüksek bir mevki ve üstün bir konumdadır. Buradaki "Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." anlamındaki ayet, hakkında yemin edilen husustur.

Kaleme ve kalem ile yazılan şeylere yemin etmek, bu nimetlerin bü­yüklüğüne ve konuşma ve maksadı açıklama nimetlerinden sonra insan üzerindeki en üstün nimetler olduklarına bir işarettir. Çünkü bu yolla kül­tür seviyesi yükselir, ilimler ve bilgiler, toplumlar, ümmetler ve fertler ara­sında yayılır. Ayrıca ümmetlerin ve toplumların diğer insanlara neler sun­duklarının ve üstün gelişmelerinin de bir delilidir.

İbni Cerir ile İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle de­miştir: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. (Allah) yaz, diye buyurdu. Ka­lem: Ne yazayım diye sordu. Şöyle buyurdu: Kaderi yaz. Böylelikle kalem o günden kıyametin kopacağı vakte kadar olacakların hepsini yazdı, sonra da nun'u (yani hokkayı) yarattı."

İbni Asakir'in rivayetine göre Ebû Hureyre dedi ki: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Şüphesiz Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir. Daha sonra mürekkep hokkası demek olan nun'u yarattı. Sonra buyurdu ki: Meydana gelecek amel, rızık ya da ecel kabilinden herbir şeyi yaz. O da kıyamet gününe kadar olacakları ve olanları yazdı. Sonra kalem üzerine mühür basıldı, artık kıyamet gününe kadar konuşmayacaktır."

Taberani merfu olarak İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalem ve balık­tır. Kaleme yaz dedi, kalem: Ne yazayım diye sordu. Kıyamete kadar olacak olan herşeyi, diye buyurdu. Daha sonra: "Nun, kaleme ve yazmakta olduk­ları şeylere andolsun ki" buyruğunu okudu.

Yüce Allah arkasından hakkında yemin edilen şeylerin geri kalan bö­lümünü söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Gerçekten senin için elbette kesilmeyecek bir ecir vardır." Yani şüphe­siz sen peygamberlik yükünü taşıdığın, daveti tebliğ etmek uğrunda türlü sıkıntılara katlandığın için pek büyük bir sevap vardır senin için. Bu mü­kâfat ise asla kesintiye uğramayacaktır. O sürekli olacaktır, yahutta insan­lar tarafından bundan dolayı sana minnet edilmeyecektir.

"Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." Yani şüphesiz ki sen Allah'ın Kur'an-ı Kerimde sana gözetmeni emrettiği pek büyük bir ah­lâka sahipsin. Çünkü kavminden senin gibilerinin kaldırmayacağı şeylere sen katlandın. Sen pek büyük bir edep, haya, cömertlik ve kahramanlık, hilm (cahilce davranışları bağışlama), affetme ve buna benzer ahlâkın güzel değerlerine sahipsin. Sen Yüce Allah'ın şu buyruğunda uymanı istediği edep ve ahlâk kurallarına gereği gibi riayet edersin: "Sen af yolunu tut, maruf olanı emret, cahillerden de yüz çevir." (A'raf, 7/199)

Ahmed, Müslim, Ebû Davud ve Nesai'nin, Aişe'den rivayetlerine göre ona Peygamber (s.a.)'in ahlâkına dair soru sorulunca şu cevabı vermiş: Rasu-lullah (s.a.)'ın ahlâkı Kur'an-ı Kerim'di ya da onun ahlâkı Kur'an'dı. Sen: "Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin" buyruğunu okumadın mı?

Buna Peygamber (s.a.)'in şu buyruğu da delildir: "Muhakkak Allah be­ni ahlâkın üstün değerlerini tamamlayayım diye gönderdi."[9] Ahlâkın üs­tün değerleri (mekârim-i ahlâk) ise dünya, din ve ahiretin salâhına dair olan herşey demektir. Yine İbnu's-Sem'ani'nin Edebu'l-İmlâ adlı eserinde rivayet ettiğine göre İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Rabbim beni edeplendirdi. Benim edebimi ne de güzel etti!" Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen af yolunu tut, maruf olanı em­ret, cahillerden de yüz çevir." (A'raf, 7/199) Ben onun bu buyruğunu gereği gibi yerine getirince de: "Ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahip­sin. " diye buyurdu.

Buhari ile Müslim'de sabit olduğuna göre Enes dedi ki: Rasulullah (s.a.)'a on yıl hizmet ettim. Asla bana öf bile demedi. Yaptığım bir şeye niye yaptın da demedi. Yapmadığım bir şey için de niye yapmadın, diye sormadı.

Ahmed'in rivayetine göre Aişe (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) eliyle as­la bir hizmetçisine vurmadığı gibi bir kadına da vurmadı. Eliyle asla hiçbir şeye vurmadı. Allah yolunda cihad etme hali dışında. Eğer iki şey arasında serbest bırakılacak olursa mutlaka onların kolay olanını daha çok severdi. Yeter ki günah olmasın. Şayet o şey günah olursa insanlar arasında günah­tan en uzak olan o idi. Allah'ın yasakları çiğnenmesi hali dışında, ona yapı­lan herhangi bir işten ötürü kendi adına asla intikam almadı. Şayet Al­lah'ın yasağı çiğnenmişse Yüce Allah için kendisi intikam alırdı."

Rasulullah'ın pek büyük bir ahlâka sahip olduğu belirtildikten sonra, Allah müşrikleri tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:

"Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler. Delilik hanginizde imiş?" Yani ey Muhammed, sen de sana muhalefet eden ve seni yalanlayan kâfir müşrikler de dünyada da, ahirette de hanginizin deli, hanginizin sa­pıtmış olduğunu bileceklerdir. Bu onların: Muhammed delirmiş ve sapıtmış bir kimse olduğu iddialarına bir cevaptır. Meftun (fitneye maruz kal­mış )dan kasıt, delilikle fitneye düşen kimse demektir. Bu da galeyana ge­tirmekten uzak, aklı uyarıp dikkat çeken üstün bir hitap tarzıdır.

Bu tehdit Yüce Allah'ın: "Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu bileceklerdir." (Kamer, 54/26) buyruğu ile: "Şüphe yok ki biz ya­hut siz ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe, 34/24) buyruklarını andırmaktadır.

Daha sonra Yüce Allah vaadi ve tehdidi pekiştirerek şöyle buyurmak­tadır: "Muhakkak senin Rabbin kendi yolundan sapanları da en iyi bilen­dir, hidayet bulanları da en iyi bilen O'dur." Yani şüphesiz Allah gerçekte kimin sapık olduğunu bilir. Sen mi, yoksa seni sapıklıkla itham eden mi? Her iki kesimden kimin dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturacak hida­yet üzere olduğunu da bilir; sen mi, onlar mı?

Aksine sapık olanlar onlardır, demektir. Çünkü dünya ve ahirette fay­dalarına aykırı halde olanlar, kendileri için zararlı olan şeyleri tercih eden­ler onlardır. Yüce Allah da pek yakında her bir kesime lâyık olduğu mükâ­fatı yahut cezayı verecektir.

Sapmaktan maksat, din ve akidede sapıklıktır. Hidayet bulmaktan maksat da dinde hidayeti, doğru yolu bulmaktır. Bu ifadelerle Ebû Cehil b. Hişam, Velid b. Muğire ve benzerlerine bir gönderme de vardır. [10]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1-  Kaleme ve yazılan şeye yemin etmek onların önemine, ilim, bilgi, ilerlemek ve uygarlık alanlarındaki etki ve faydalarının büyüklüğüne bir işarettir.

2- Burada üç şey hakkında yemin edilmektedir. Kâfirlerin iddia ettiği gibi Peygamber (s.a.)'in deli olmadığı, aksine ona pek büyük mükâfatın ve pek büyük bağışların sürekli verileceği, kendisinin üstün bir ahlâk olan Kur'an ahlâkına sahip bulunduğu. Bu da Müslim'in Sahih'inde ve başka kaynaklarda Aişe'den gelen rivayetlerde sabit olduğu üzere bu husustaki görüşlerin en doğrusudur.

Peygamber (s.a.)'e Yüce Allah'ın pek büyük olan bu nimetlerinin veril­miş olması ve bu nimetlerin onda fesahat, mükemmel akıl ve her türlü üs­tün niteliğe sahip olması şeklinde ortaya çıkması, deliliğe aykırıdır. Buna göre düşmanların sözleri bir çeşit hezeyandır.

Ahlâk ruhî bir meleke olup, bu sayede insan güzel işleri kolaylıkla ya­pabilir. En güzel yolu izlemekle birlikte büyük olmakla nitelendirilmesi ha­linde, o kimseden daha güzel ahlâklı hiç kimse bulunmaz demektir.

Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Zerr dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Nerede olursan Allah'tan kork. Kötülüğün peşinden iyiliği işle ki onu silsin. İnsanlarla da güzel bir ahlâk ile geçin." Yine Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu'd-Derda, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Kıyamet gününde müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey olmayacaktır. Şüphesiz Yüce Allah çirkin ve müstehcen (konuşan) kimseye buğzeder."

Yine Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah'a (s.a.): İnsanların cennete girmelerine en çok sebep olan şey nedir diye so­ruldu. O da: "Allah'a karşı takvalı olmak ve güzel ahlâk." diye buyurdu. İn­sanların cehenneme girmelerine en çok sebep olan şeyin ne olduğu da soru­lunca: "Ağız ve fere" (cinsel uzuvlar) diye buyurmuştur.

3- Yüce Allah kâfirleri tehdit ederek hak ile batıl, dünya ve ahirette kendilerine apaçık belli olacağında kimin deli olduğunu ve kimin aklının daha üstün, yolunun daha esenlikli, din ve akidesinin daha doğru olduğu­nu pek yakında bileceklerini belirterek tehdit etmektedir.

Bunu da Yüce Allah'ın dininden kimin saptığını, kimin ise hidayet, hak ve doğruluk üzere olduğunu bilmesi pekiştirmektedir. O da kıyamet gününde herkese amelinin karşılığını verecektir. [11]

 

Kafirlerin Kötü Ahlakı

 

8- Artık yalanlayanlara itaat etme.

9- Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davra­nacaklardı.

10-  Sakın itaat etme; çokça yemin eden, aşağılık ve değersiz her kişiye;

11-  Ayıplayıp duran, onun bunun s    sözünü taşıyana;

12- Hayra durmadan engel olan, haddi aşan ve günahkâr olana;

13- Cahil ve kaba üstelik kulağı ke­sik olana;

14- O mal ve oğullar sahibi oldu, diye.

15-  Karşısında ayetlerimiz okundu­ğunda: "Bunlar öncekilerin masalla­rıdır." der.

16-  Biz onu burnunun üzerinden damgalayacağız.

 

Belagat:

 

"Biz onu burnu üzerinden damgalayacağız." buyruğunda istiare var­dır. Filin hortumu insanın burnu yerine istiare yoluyla kullanılmıştır. Maksat tahkir etmek ve hafife almaktır. [12]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Artık yalanlayanlara itaat etme" buyruğu ile onlara muhalefetin ka­rarlılığı daha da pekiştirilmek istenmiştir.

"Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler." Onlara şirkten vazgeçmelerini söylemeyi terkederek ya da bazen onlara uyarak yumuşaklık göstermeni temenni ettiler. Buyruk müdahale, yumuşaklık ve göstermelik davranış anlamında kullanılan "iddihan"dan gelmiştir.

"Kendileri de bunun üzerine sana yumuşak davranacaklardı." Sana dil uzatmayı bırakıp uygun tutum takınarak sana karşı yumuşayacaklardı. Onlar böylelikle senin yumuşamanı temenni ettiler. Fakat kendi yumuşa­malarını senin yumuşaklık göstereceğin zamana kadar ertelediler. Ya da onlar, keşke sen yumuşak davransan da o vakit onlar da yumuşak dav­ransalardı, diye temennide bulundular.

"Sakın itaat etme çokça yemin eden" hak batıl demeden pek çok yemin eden "aşağılık ve değersiz" görüşü önemsiz "ayıplayıp duran" başkasına dil uzatarak gıybet yapan "onun bunun sözünü taşıyana" insanlar arasında aralarını bozmak için laf götürüp getiren; "hayra durmadan engel olan" mala karşı cimri olup insanları imandan, infaktan, salih amel işlemekten alıkoyan "haddi aşan" zalim olan ve hakkı aşarak batıla yönelen "çok gü­nahkâr olan" büyük küçük pek çok günah işleyen "cahil ve kaba" katı, ka­ba saba "üstelik kulağı kesik" Kureyş'e sonradan katılan ve aslen onlardan olmayan kimse demektir. Sözkonusu edilen kişi Velid b. Muğire'dir. Babası onsekiz sene sonra oğlu olduğunu söylemişti.

İbni Abbas dedi ki: Yüce Allah'ın bu kimseyi nitelendirdiği kusurlarla bir başkasını nitelendirdiğini bilmiyoruz. Böylelikle ebediyyen yakasını bı­rakmayacak bir utanca mahkûm etmiş olmaktadır. Bunun şer ve bayağı ol­makla tanınan kimse demek olduğu da söylenmiştir.

"O mal ve oğullar sahibi oldu diye" inkâr mı edecek? "Karşısında ayet­lerimiz" Kur'an-ı Kerim "okunduğunda: Bunlar öncekilerin masallarıdır" öncekilerin hurafe ve batıl inanışlarıdır "der."

"Biz onu burnunun üzerinden damgalayacağız." Hayatta kaldığı süre­ce kendisiyle ayırdedileceği bir alâmet ve bir işaret bırakacağız burnu üze­rinde. Bedir günü kılıçla burnu kesilmişti. Yani Velid'in burnu Bedir günü yaralanmış ve bu yaranın izi kalmıştı. Vesm (damgalamak); başkasından ayrılması için bir şeyin üzerine bir alâmet koymak demektir. [13]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Ebi Hatim, Süddi'den Yüce Allah'ın: "Sakın itaat etme çokça ye­min eden, aşağılık ve değersiz her kişiye" buyruğu hakkında şunları söyle­miştir: Ayet, Ahnes b. Şerik hakkında inmişti. İbnü'l-Münzir de Kelbi'den bunun benzeri bir görüş nakletmiştir. Bu aynı zamanda Şabî ve İbni İs-hak'ın da görüşüdür. Yine İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: Ayet Esved b. Abd Yeğûs yahutta Abdurrahman b. Esved hakkın­da inmiştir.

Meşhur olan ise ayetlerin Velid b. Muğire hakkında indiğidir. İbni Ce-rir'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: Peygamber (s.a.): "Sakın itaat etme; çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye. Ayıplayıp du­ran, onun bunun sözünü taşıyana" buyrukları indi; fakat kimden söz edil­diğini bilmiyorduk. Nihayet bundan sonra: "Cahil ve kaba üstelik kulağı kesik olana." buyruğu nazil olunca kim olduğunu bildik. Onun, koyunun kesilip sarkan kulağı gibi sarkan bir parçacığı vardı. [14]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Rasulullah (s.a.)'m din ve ahlâk bakımından mükemmelliği açıklan­dıktan sonra, kâfirlerin kötü ahlâkı sözkonusu edilmekte ve müminlerin sayıca az, kâfirlerin ise çok olmalarına rağmen, onlara karşı yumuşama­maya ve muhalefet etmeye davette bulunulmaktadır. [15]

 

Açıklaması

 

"Artık yalanlayanlara itaat etme!" Senin risaletini yalanlayan kâfirle­re muhalefeti sürdür ve bu hususta sıkı davran. Bu Yüce Allah'ın Mek­ke'nin ileri gelen müşriklerine karşı yumuşaklığı açıkça yasaklayan bir buyruktur. Çünkü onlar kendisini atalarının dinine çağırıyorlardı. Yüce Al­lah da ona onlara itaat etmeyi yahut da onları İslama teşvik etmek maksa­dıyla itikadî bakımdan kısmen bir fedakârlıkta bulunarak onlara şirin gö­rünmeye çalışmayı yasaklamaktadır. Bu yasaktan maksat ise, onlara mu­halefet etmek için gayrete getirmek ve işi sıkı tutmak gerektiğini anlat­maktır. Müfessirler der ki: Müşrikler Peygamber (s.a.)'den Allah'a bir süre, kendi putlarına da bir süre tapınmasını istediler. Kendileri de Allah'a bir süre, kendi ilâhlarına bir süre tapmacaklardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Artık yalanlara itaat etme." buyruğunu indirdi.

"Onlar senin kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı." Kendilerine karşı yumuşamanı temenni ettiler. Onlar da sana karşı yumuşayacaklardı. Sen onların ilâhları­na meyledecek, onlara yaklaşacaktın. Üzerinde bulunduğun hakkı terkede-cektin. Onlar da senin ilâhına ibadetin uygun olduğunu kabul edeceklerdi.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ve eğer biz sa­na sebat vermemiş olsaydık onlara az kalsın biraz meyledecektin. O takdir­de biz sana hayatın da kat kat azabını, ölümün de kat kat azabını tattıra-caktık. Sonra bize karşı hiçbir yardımcı bulamayacaktın." (İsra, 17/74-75)

Daha sonra Yüce Allah yalanlayıcı kâfirlerin tümü arasından küfrün dışında aşağıdaki yerilmiş on niteliğe sahip kimseleri özellikle söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

1, 2- "Sakın itaat etme; çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişi­ye." Yani batıl ve haksız yere çokça yemin eden, görüşü ve düşüncesi değer­siz kimseye itaat etme! Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir: "Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize... engel yapmayın." (Bakara, 2/224) Bu ayette şuna da işaret edilmektedir: İzzet-i nefis kulluğun sağlıklı bir şe­kilde yapılmasıyla alâkalıdır. Bayağı bir kişilik sahibi olmak ise, rububiye-tin sırrından yana gafil olmakla ilişkilidir. Aynı şekilde çokça yemin eden, çok da yalan söyler. Çok yalan söyleyen kimse ise insanların gözünde de­ğersizdir.

3, 4- "Ayıplayıp duran, onun bunun sözünü taşıyan." Çokça ayıplayan, çokça tenkid eden, yüzlerine karşı insanlardan kötülükle söz eden, insanla­rın arasını bozmak için laf alıp götüren, çokça ayıplayan (lemmâz) ise; yok­luklarında insanları diline dolayan kimsedir. İbn Mace dışında Kütüb-i Sit-te sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerine göre Huzeyfe şöyle demiş­tir: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Cennete laf alıp götüren hiçbir kimse girmeyecektir."

5, 6- "Hayra durmadan engel olan, haddi aşan ve çok günahkâr olan" Cimri, insanları iman, infak ve salih amel gibi hayırlardan engelleyen, za­lim, hakkı ve Yüce Allah'ın emir ve nehiy ile ilgili sınırlarını aşan küçük büyük çokça günah işleyen. Velid b. Muğire'nin on oğlu vardı. Onlara ve yakınlarına şöyle derdi: "Eğer sizden herhangi bir kimse Muhammed'in di­nine uyacak olursa, ebediyyen ona en ufak bir faydam dokunmayacaktır." Böylece onların müslüman olmalarını engellemişti. İşte onları işlemekten alıkoyduğu hayır bu olmuştu.

7, 8- "Cahil ve kaba üstelik kulağı kesik olan" yani sözü edilen kusur­larından başka o kaba, katı, haşin, sert tabiatlı, kötü ahlâklı, Kureyş'e son­radan katılma, onlardan olmayan şer ve kötülük işlemekte ünlü birisidir.

İmam Ahmed ile Ebû Davud dışında Kütüb-ü Sitte sahiplerinin riva­yetine göre Harise b. Vehb şöyle demiştir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizlere cennet ehlinin kimler olacağını bildireyim mi? Onlar: Allah adına yemin ettiği takdirde Allah'ın yeminini yerine getireceği güçsüz ve güçsüz görülen herkestir. Kimlerin cehennemlik olduğunu da size bildireyim mi? Bunlar da mal toplayıp başkasına ulaştırılmasını engelleyen, hayra karşı duran ve büyüklük taslayan herkestir."

Daha sonra Yüce Allah böyle bir kimsenin kibir ve küfrünün birtakım sebeplerini ve dışa yansıyan hallerini sözkonusu ederek şöyle buyurmakta­dır:

9, 10- "O, mal ve oğullar sahibi oldu diye." Yani Yüce Allah ona mal ve oğullar ihsan ederek nimet verdi diye Yüce Allah'ı ve Rasulünü inkâr mı edecek? O böyle yapmakla nimetlere küfür ve nankörlükle karşılık vermiş olur. Bu tutumunun Rabbi nezdinde kendisine hiçbir faydası olmaz.

Bu ifadeler Yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu mal ve evlât nimet­lerine karşılık Allah'ın ayetlerini inkâr ve onlardan yüz çevirmek şeklinde karşılık vereceğinden ötürü bir azap ve bir sitemdir. Zemahşeri dedi ki: Bu Yüce Allah'ın: "Sakın itaat etme." buyruğu ile alakalıdır. Yani bu kötü nite­liklerle birlikte o kimse mal sahibidir diye yani bolluk içinde ve dünyalık­tan pay almış diye ona itaat etme!

"Karşısında ayetlerimiz okunduğunda: Öncekilerin masallarıdır der." Böyle birisine Kur'an ayetleri okunacak olursa bunların yalan olduklarını, eskilerin kıssalarından ve batıl hikayelerinden alındığını, bunların Allah tarafından gönderilmemiş olduğunu ileri sürer.

Bu da Yüce Allah'ın azgın ve zorba kişi tarafından söylediği belirtilen şu buyruklarına benzemektedir: "Başbaşa bırak beni; tek başına yarattı­ğım, kendisine bir hayli mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimseyle. Sonra daha da arttır­mamı umar. Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Ben onu sarp yokuşa sardıracağım. Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti. Tekrar tekrar kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti. Sonra baktı, son­ra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, sonra yüz çevirip, büyüklük tasladı ve he­men dedi ki: Bu nakledilegelen bir büyüden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." (Müddessir, 74/11-25)

Daha sonra Yüce Allah sözü edilen bu kimsenin dünyada ya da ahiret-teki cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." Yani burnu üzerinde kara bir leke bırakacağız. Bedir günü savaştı, savaşta burnu kılıçla kesildi. Mü-berred dedi ki: Burada (ayetteki lafzıyla) "hurtûm" burun demektir. Onu alçaltmak, hafife almak ve tahkir etmek için bu lafız kullanılmıştır. Çünkü genelde yüz ya da burun üzerindeki alâmet, eksiklik ve kusurdur. Bir top­luluğun açıklamasına göre: "onu damgalayacağız" buyruğundan kasıt, ce­hennemliklerin damgasını vuracağız demektir. Yani kıyamet gününde onun yüzünü karartacağız. Yüzü anlatmak için de hurtûm (burun) lafzı kullanılmıştır. Daha cehenneme girmeden önce yüzü ateşle kararmış ola­caktır. Böylelikle onun ya da burnunun üzerinde bir alâmet olacaktır. [16]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususları ifade etmektedir:

1- Yüce Allah peygamberine ve onunla aynı durumda olan müminlere peygamberliği yalanlayan müşriklere yakınlaşmasını yasaklamaktadır. Ya­sak (nehy) da o işin haram olmasını gerektirir. Müşrikler Peygamber efen­dimizin kendisine ilişmemeleri için, onun da kendilerine ilişmemesini isti­yorlardı. Yüce Allah ise onların eğilimlerine uygun hareket etmenin küfür olduğunu açıkladı.

2- Kâfirler Peygamber (s.a.)'in dinleri hususunda kendilerine karşı yu­muşamasını, kendilerine esnek davranmasını ve kendilerini öfkelendirme­yecek, hoşlarına gidecek şekilde davranmasını temenni ettiler. Böylelikle onlar da dini hususunda ona yumuşak davranacaklardı. Onlar kendisinden bir süre kendi ilâhlarına tapınmasını istediler. Onlar da bu kadarlık bir sü­re onun ilâhına tapmacaklardı. Fakat Yüce Allah ona bunu yasakladı.

3- Yüce Allah yalanlayanlar arasından özellikle şu on niteliğe sahip olan kimselerden uzak durmayı istemiştir. Bunlar çokça yemin eden, görü­şü değersiz, ayırdetme ve düşünme kabiliyeti olmayan, insanlara yüzlerine karşı kötü konuşan (hemmâz), arkalarından onları yeren (lemmâz), insan­ların arasını bozmak maksadıyla laf alıp götüren (nemmâm), malın uygun yerlerde harcanmasını ve insanların İslama girmesini engelleyerek hayır­dan alıkoyan, batıl peşinde giden, haddi aşan, zalim olan, küçük büyük pekçok günah işleyen, küfründe katı, sert tabiatlı, batıl uğrunda kötü bir şekilde mücadele eden, kavme sonradan katılmış, nesebi belirsiz (zelil) olan... Velid b. Muğire el-Mahzûmî de Kureyş'in nesebine sonradan katıl­mış birisi idi. Aslen Kureyşli değildi. Babası -daha önceden de geçtiği üze­re- (bu azgın iftiracının) doğumundan onsekiz yıl sonra oğlu olduğunu id­dia etmişti.

4- Velid Yüce Allah'ın iyiliklerine ve nimetlerine karşı kötü hareket­lerle cevap verdiğinden Allah onu azarlamıştır. Allah kendisine mal ve oğullar vererek nimetlerde bulunduğu halde kendisi kâfir olmuş, büyüklük taslamıştır. Bu durumda ilgili buyrukların anlamı şöyle olur: "O mal ve oğullar sahibi oldu diye" mi küfre sapıyor, büyüklük taslıyor? ifadenin şu takdirde olması da mümkündür: Onun malları ve oğulları vardır, diye ona itaat mi edeceksin? Şöyle de olabilir: O mal ve oğullar sahibidir diye: "Kar­şısında ayetlerimiz okunduğunda: (Bunlar) öncekilerin masallarıdır der."

5- Yüce Allah Velid'i dünya hayatında burnunu damgalamakla, ahiret-te de burnu üzerinde açıkça görülecek bir alâmet koymakla tehdit etmekte­dir. İbni Abbas dedi ki: "Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." Kılıçla onun burnuna alâmet koyacağız. Ayetin hakkında indiği kişinin burnu Be­dir gününde kılıçla kesilmiştir. Ölünceye kadar da bunun izi devam etmiş­ti. Katade dedi ki: Kıyamet gününde onun burnu üzerine kendisi ile tanı­nacağı bir alamet koyacağız. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır." (Al-i İmran, 3/106) Bu da apaçık bir alâmettir. Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz günahkâr­ları o gün gözleri morarmış halde hasrederiz." (Taha, 20/102) Bu da açıkça görülen bir başka alâmettir. İşte bu ayetteki: "Damgalayacağız onu" buyru­ğu üçüncü bir alâmeti de ifade etmektedir. Bu da burun üzerinde ateşle damgalamaktır. Tercihe değer olan bu damgalamanın her iki dünyada da olacağıdır.

Bütün bu buyruklar Velid b. Muğire hakkında inmiştir. Yüce Allah'ın onun kusurlarını saydığı kadar kimsenin kusurlarını saydığını bilmiyoruz. Böylelikle dünyada da, ahirette de onun yakasını bırakmayacak bir utanç tablosu ortaya çıkmış oldu. Burun üzerine damga vurulması gibi.[17]

İbnü'l-Arabi Yüce Allah'ın: "Damgalayacağız onu" buyruğunu açıklar­ken şunları söylemektedir: Yüze damga vurmak bir günah işleyen kimse için eskiden beri insanların yaptıkları bir uygulamadır. O kadar ki rivayet edildiğine göre Yahudiler zina edeni recm etmeyi ihmal edince bunun yeri­ne zina edeni dövmeyi ve yüzünü kömür ile siyaha boyamayı uygulamaya koymuşlardı. Bu ise batıl bir uygulamadır. Yüze bir alâmet koymanın doğ­ru olduğu uygulamalardan birisi de, ilim adamlarının kabul ettiği, yalan şahitlikte bulunan kimsenin, -işlediği masiyetin çirkinliğine bir alâmet ve bu işi yapmaya kalkışacak başka kimselere durumun ağırlığını anlatmak üzere- yüzünün siyaha boyanmasıdır. Bu yolla yalan şahitlik yapanın bu şekilde cezalandırılıp, bununla ün kazanması neticesinde başkalarının da bu işten vazgeçmesi umulur. Oysa bu kişi hak sözü söyleyerek aziz olabilir­di; fakat işlediği bu masiyet ile hakir düşmüştür. En ağır tahkir şekli ise yüzün tahkir edilmesidir. İşte Yüce Allah'a itaat uğrunda onun tahkir edil­mesi de ebedî hayat bulmak ve onun ateşe girmesini önlemek için bir se­beptir. Şüphesiz Yüce Allah sahih hadiste sabit olduğuna göre Adem oğlu­nun secde izleri taşıyan bölümlerini yakmasını haram kılmıştır.[18]

 

Bahçe Sahipleri

 

17- Gerçek şu ki; biz o bahçe sahip­lerini sınadığımız gibi, bunları da sınarız. Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin et­mişlerdi.

18- "(İnşaallah deyip) istisna da yap-

 iniyorlardı.

19, 20- Onlar uyurlarken hemen onu  Rabbin tarafından dört bir yanın- dan bir belâ sardı. O da kapkara

 kesiliverdi-

21- Sabah erkenden birbirlerine seslendiler:

22- "Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin" diye.

23-  Birbirleri ile gizlice konuşarak gittiler:

24- "Sakın bugün hiçbir yoksul kar-şınıza çıkıp oraya girmesin."diye.

25- "(Yoksulları) alıkoymaya güçleri  yetiyormuş gibi erkenden gittiler.

26- "Fakat onu gördüklerinde dedi- ler ki: "Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız;"

27- "Hayır, aksine biz mahrum bıra­kılanlarız."

28-  Ortancaları: "Ben size demedim mi Allah'ı teşbih etmeli değil miydi­niz?" dedi.

29- "Rabbimiz münezzehtir, gerçekten biz zalimler imişiz." dediler.

30- Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar.

31- Dediler ki: 'Yazıklar olsun bize, gerçekten biz azgınlar imişiz."

32- Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz."

33- Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; eğer bilselerdi.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık." Mekke halkını kıtlıkla, açlıkla ve bunların dışında çeşitli belâ ve afetlerle imtihan ettik. Yani smayanın davranışı gibi onlara muamele ettik.

Buradaki "cennet" bahçe demektir. San'a'ya iki fersah uzaklıkta idi. Bu bahçe salih bir insana aitti. Mahsulleri derleyeceği vakit fakirlere sesle­nir ve hasaddan arta kalanları, rüzgarların düşürdüklerini yahut hurma ağacı altına açılan yaygının uzağına düşenleri fakirlere bırakırdı. Böylelik­le fakirler için çok miktarda mahsul toplanırdı. Vefat edince çocukları: Ba­bamızın yaptığını yapacak olursak, elde edeceğimiz mahsul azalır. O ba­kımdan yoksullardan habersiz sabah vaktinde mahsullerini toplayacakla­rına dair yemin ettiler.

"Sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi." Böy­lelikle yoksulların durumu farketmesini ve babalarının tasadduk ettiği gibi onlar da yoksullara bir şeyler vermeyi istememişlerdi.

"İstisna da yapmıyorlardı." Yani yemin ederken inşaallah dememişlerdi. Buna istisna denilmesinin sebebi, inşaallah çıkmayacağım ve Allah dilemesi müstesna çıkmayacağım, demenin anlam itibariyle aynı oluşundan dolayıdır.

"Hemen onu" yani bahçeyi "...bir belâ sardı." Rabbinin inen bir azabı gelip isabet etti; bu da bahçeyi yakan bir ateşti.

"Kapkara kesiliverdi." Yani geriye hiçbir şey kalmayacak şekilde mah­sulleri toplanmış bahçe gibi oldu; yahutta yandıktan sonra gece gibi simsi­yah kesiliverdi demektir.

"Eğer devşirecekseniz" yani mahsullerinizi toplamak istiyorsanız "er­kence" sabahın erken vaktinde "mahsulünüzün" bahçenizin ya da elde ede­ceğiniz mahsulün "başına gidin diye (birbirlerine seslendiler)."

"Birbirleriyle gizlice konuşarak gittiler." Kendi aralarında başkaları kendilerini duymasın diye gizlice konuştular.

"Alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi" fakirleri engelleyebileceklerini ve kendilerince mahsulü toplayabileceklerini zannederek "erkenden" bahçele­rine mahsullerini toplamaya "gittiler."

"Fakat onu" bahçelerinin yanmış ve kapkara kesilmiş olduğunu "gör­düklerinde... biz yolumuzu şaşıranlarız" biz yolumuzu kaybettik, bahçemiz bu değildir "hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Yoksulları mahsu­lünden yararlanmaktan alıkoyduğumuz için bahçemizin mahsulünü alma­mız engellendi, "dediler."

"Ortancaları" yani onların en iyileri ve görüşleri en sağlam olanları "ben size demedim mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz?" Allah'ı hatırla­malı, yaptığınızdan dolayı ondan mağfiret dileyip, kötü niyetiniz sebebiyle ona tevbe etmeli değil miydiniz?

"Gerçekten biz" fakirlerin haklarını vermemekle "zalimlermisiz."

"Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Niyetleri ve yok­sulların haklarını vermemekte ısrarları sebebiyle biri diğerini kınamaya başladı.

"Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz" Allah'ın sınırlarını aşan "azgınlar imişiz."

"Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur." Tevbenin be­reketi ve günahımızı itiraf etmekle bunu ümit ediyoruz. Onlara bahçelerin­den daha iyisinin verildiği de rivayet edilmiştir.

"Muhakkak ki biz Rabbimizden" affı ve hayrı "dileyenleriz."

"Azap işte böyledir." Yani bahçe sahiplerine verilen bu azap gibidir dünya azabı. Mekkelilerden olsun, başkalarından olsun "ahiret azabı ise" bundan "elbette daha büyüktür; eğer bilselerdi." Yani ahiret azabını bilse­lerdi, kendilerini azaba götürecek işlerden sakmırlardı. [19]

 

Nüzul Sebebi

 

"Gerçek şu ki biz... bunları da sınadık." ayetiyle (17. ayet) ilgili olarak îbni Ebi Hatim, İbni Cureyc'den şunu rivayet etmektedir: Ebû Cehil Bedir eünü: Onları yakalayınız, iplere bağlayınız ve onlardan kimseyi öldürmeyi­niz, dedi. Bunun üzerine: "Gerçek şu ki biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık" buyruğu indi. Yani o bahçe sahipleri bahçeyi elleri­ne geçirebildikleri gibi; biz de Mekkelilere müminleri ancak bu şekilde ele geçirmelerine fırsat verdik. [20]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Velid b. Muğire ya da başkasını mal ve evlât sahibidir diye inkâra, küfre, isyana ve azgınlığa sürüklediğini ve bunu yaptığını reddet­mek anlamını taşıyan soru üslubuyla dile getirdikten sonra, bu ayet-i keri­meler Yüce Allah'ın ona malı ve evladı sınamak ve denemek için vermiş ol­duğunu açıklamaktadır. Böylelikle bu nimeti Allah'a itaat yolunda harca­yıp Allah'ın nimetine şükredip etmeyeceğini ortaya çıkarmak istemişti. Böyle yaparsa onun nimetini arttıracaktı. Şayet nankörlük ederse de o ni­metlerini kesecekti. Üzerine çeşitli belâ ve musibetleri yağdıracaktı. İşte bu hususta onun ve Mekkelilerin durumu, mahsulleri yetişmiş bahçe sa­hiplerinin durumunu andırmaktadır. Onlardan nimetlere şükretmeleri, fa­kirlere de haklarını vermeleri istenmişti. Fakat bu bahçe sahipleri nimete karşı nankörlük ederek yoksulları da mahrum bırakınca, Allah da onları mahsullerin tamamından mahrum bıraktı.

Rivayet edildiğine göre Sakiflilerden müslüman bir kişinin San'a ya­kınlarında hurma ağaçları ve ekini bulunan bir bahçesi vardı. Mahsulünü topladığı vakit fakirler için mahsulünden büyük oranda bir pay ayırırdı. O ölünce o bahçe oğullarına miras kaldı. Daha sonra da şöyle dediler: Bak­makla yükümlü olduğumuz çoluk çocuğumuz çok, mal ise az. Babamızın yaptığı gibi yoksullara bir şeyler vermeye imkanımız yok. Yüce Allah da onların bahçelerini yakmış, mahsullerini yok etmişti. [21]

 

Açıklaması

 

"Gerçek şu ki; biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sına­dık. Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da yapmıyorlardı." Yani bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bah­çe sahiplerini sınadığımız gibi; Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)'m dua etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahip­leri sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine ye­min etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını al­maya gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendi­lerine saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de inşaallah deme­mişlerdi. Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah, diyerek işi Allah'ın iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü de şöyledir: Bundan maksat; onların ekinin tamamını toplayacakla­rını, yoksullara paylarını yahutta babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu yapacaklarnı anlatmaktır.

Maksat, durumlarının ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanması-dır. Allah'ın üzerlerindeki nimetlerine şükredip, Allah'ın kendilerine müj­deci ve uyarıcı olmak üzere göndermiş olduğu Allah Rasulüne iman mı ede­ceklerdi, yoksa onu yalanlayarak risaletini kabul etmeyip Allah'ın üzerle­rindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi? Böylelikle bahçe sahipleri cezalandı­rıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği husus budur: "Onlar uyurlarken he­men onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi." Yani o bahçeyi Allah tarafından gelen bir ateş çepeçevre kuşat­tı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet gelip isabet etti ve simsi­yah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü şudur: Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey kalmadı.

İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Masiyetlerden olabildiğince sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için hazırlanmış bir rızıktan mahrum bırakıla­bilir." Daha sonra Rasulullah (s.a.): "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi" buyru­ğunu okudu. İşte onlar günahları sebebiyle bahçelerinin mahsulünden mahrum bırakıldılar."

Fakat onlar olup bitenin farkında değillerdi. Maksatlarını gerçekleş­tirmek üzere kararlılıkla yola koyuldular. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sabah erkenden birbirlerine seslendiler: Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünü­zün başına gidin, diye." Sabah vakti mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler: Haydi sabahın erken saatinde meyve ve ekinleri toplamaya gi­diniz, eğer mahsullerinizi toplamak istiyorsanız, dediler. Mücahid dedi ki: Onların mahsulleri üzüm idi.

"Birbirleriyle gizlice konuşarak gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul kar­şınıza çıkıp oraya girmesin diye." Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice konuşuyor ve birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fa­kirin dahi girmesine imkan vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce baba­nızın verdiğini kendisine de vermenizi isteyecektir.

"Alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler." Yani mahsulü toplamaya, yoksulları engelleyip onları mahrum bırakmaya güçleri yeti­yormuş kanaatiyle sabah erkenden gittiler. Bu buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak istedikleri, fakat maksatlarının aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları anlaşılmaktadır.

"Fakat onu gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşı­ranlarız." Yani bahçelerine ulaşıp, onu yanıp karardığından ötürü insanın içini sızlatan o halini gördüklerinde birbirlerine: Biz yanlış geldik. Bahçe­mizin yolunu kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir, dediler.

Daha sonra dikkatle bakıp kendi bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah'ın bahçelerindeki mahsul ve ekini yok ederek kendilerini cezalandırdığını an­ladıklarında şöyle dediler:

"Hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin mahsulünden mahrum bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin mahsulünden mahrum bırakmak isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız kalmadı. Fakat yaptığımıza da pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra şöyle buyurmaktadır:

"Ortancaları: Ben size demedim mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydi­niz, dedi." Yani onların en akıllıları, itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılı­ğı itibariyle en iyileri dedi ki: Allah'ı teşbih etmeli, O'nu anmalı, size ver­diklerine ve bağışladığı nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah'tan mağfiret dilemeli ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tev-be etmeli değil misiniz?

Acı hakikat ile karşı karşıya kaldıklarında Allah'ı andılar ve şu sözle­riyle günahlarını itiraf ettiler:

"Rabbimiz münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz dediler." Yani Al­lah bahçemize bu yaptıklarıyla bize zulmetmiş olmaktan münezzehtir, de­diler. Asıl yoksullara haklarım vermemekle kendi kendimize biz zulmettik.

Fakat onlar itaatin fayda vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir zamanda pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.

Daha sonra Yüce Allah'ın buyurduğu gibi birbirlerini kınamaya koyul­dular:

"Karşılıklı olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Yani mahsullerin toplanmasında yoksulların haklarını vermemekteki ısrarları sebebiyle bir­birlerini kınamaya başladılar. Günahlarını, kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak edilmek üzere beddua etmekten başka bir yol da bula­madılar. Yüce Allah buyurdu ki:

"Dediler ki: Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani ey ölüm gel de bizi yakala, dediler. Çünkü bizler haddi aşan, azgın kimseler­dik ki bu işler başımıza geldi.

Daha sonra Rablerine kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ih­san buyurması için dua ederek dediler ki: "Rabbimizin bize ondan hayırlı­sını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." Yani belki Rabbimiz Allah bize bahçemizden daha hayırlısını verir. Biz çok affe­dici olan Rabbimizden ümit ediyoruz, hayır da ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara eski bahçelerinden hayırlısı verildi.

Daha sonra Yüce Allah bu kıssadan alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha bü­yüktür, eğer bilselerdi." Yani işte dünya azabı, da bahçe sahiplerinin mah­sulden mahrum bırakmaları ve Mekkelilerin kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah'ın emrine muhalif hareket eden ve Allah'ın verdikleri ile ih­san ettiği nimetlerde cimrilik ederek yoksulun ve fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı ise dünya azabından daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu bilselerdi akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)'nın davetine iman etmeye koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar bilmiyorlar. Bu da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve doğrudan ne kadar uzak ol­duklarına bir delildir. [22]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bahçe sahipleri kıssası aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Dünya bir imtihan yurdudur. Şanı Yüce Allah bahçe sahiplerini im­tihan ettiği gibi, Mekkelileri de imtihan etmiştir. Rablerine karşı azgınlık etsinler diye değil, şükretsinler diye onlara pek çok mal vermişti. Fakat on­lar azıp, Muhammed (s.a.)'e müşrikler düşmanlık edince, Yüce Allah da on­ları açlıkla ve kıtlıkla imtihan etti. Nitekim kendilerince haberi bilinen bahçe sahiplerini de imtihan etmişti. Çünkü bu bahçe sahipleri kendilerine yakın Yemen halkından idiler. Burası San'a'ya altı mil uzaklıkta idi.

2-  Bazı ilim adamları şöyle demiştir: Bir ekin biçen yahut bir mahsul toplayan bir kimsenin o mahsulden hazır bulunanları gözetmesi gerekir. İşte Yüce Allah'ın: "Biçildiği gün de hakkını verin." (En'am, 6/141)  buyru­ğu bu demektir. Bu da zekâtın dışında bir haktır. Bundan dolayı geceleyin hasad yapmak yasaklanmıştır. Bu yasağın sebebi ise yılan ve çeşitli yer ha­şerelerinden korkmak değildir. Çünkü bahçe sahiplerinin cezalandırılması Yüce Allah'ın da belirttiği üzere yoksullara haklarını vermek istememeleri sebebiyle olmuştur.

3- Yüce Allah'ın: "Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi." buyruğu kesin kararlılığın, insanın sorgulanacağı hu­suslardan birisi olduğuna delildir. Çünkü onlar bir işi yapmayı kesin ka­rarlaştırmışlardı. Bu işleri dolayısıyla da cezalandırıldılar. "Kim orada zu­lüm ve ilhadı isterse, biz ona pek acıklı azabı tattırırız." (Hac, 22/25) buy­ruğu buna benzemektedir. Sahih'te Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir: "İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde katil de, maktul de cehennem ateşindedir." Ey Allah'ın Rasulü! Katili anladık, ama ya maktul? diye sordular. Peygamber: "Çünkü o da arkadaşını öldür­meye kararlı idi." diye cevap verdi."

4- İnsanın gücü, tedbiri ve görüşü zayıftır. Bahçe sahipleri sağlam bir plan yapmış ve ekini ve mahsulü yahutta üzümü, sabah erkenden yoksul­lar bahçeye varmadan toplamayı kararlaştırmışlardı. Hızlıca ve birbirle­riyle gizlice konuşarak gittiler. Kimse kendilerinin farkına varmasın diye gizlice konuşuyorlardı. Bugün sakın yanımıza bir yoksul gelmesin, yani gelmesine imkân vermeyin, diyorlardı. Böylelikle yoksulları mahrum bı­rakmayı kararlaştırmışlardı. Halbuki onlara bir şeyler verebilecek durum­da idiler. Maksatlarını gerçekleştireceklerini zannederlerken aniden Yüce Allah'ın ekini tahrip edip yaktığını, bütün mahsulü yok ettiğini gördüler.

5- Bahçenin yanmış olduğunu, hiçbir şeyi kalmadığını, gece gibi simsi­yah kesilip, küle döndüğünü gördüklerinde bahçeleri hakkında şüpheye düştüler ve biz bahçemize gelen yolu şaşırdık dediler. Sonra da bahçelerine gelmiş olduklarından emin olarak dediler ki: Hayır, biz mahrum edildik. Yani biz yaptıklarımızla bahçemizden mahrum bırakıldık. Bu da hakka dönmenin batılda ayak diretmekten daha hayırlı olduğunun delilidir.

6- Onların ortancaları yani en iyileri, en mutedilleri, en akıllıları onla-radan istisnada bulunmalarını istemişti. Bu da Yüce Allah'ı tenzih etmek anlamındaki "sübhanallah" demektir. Onlara teşbih etmeli değil misiniz? Yani sizler sübhanallah diyerek size verdiği nimetler dolayısıyla şükretme-li, işi Allah'ın iradesi şartına bağlamah, kötü niyetinizden ötürü O'na tevbe etmeli değil miydiniz? Şüphesiz Allah günahkârlardan intikam alır, fakat onlar O'na itaat etmezler. Daha sonra Yüce Allah'ın buyruğunu hatırladı­lar, isyan ettiklerini itiraf ettiler. Yüce Allah'ı yaptığıyla kendilerine zulmetmiş olmaktan tenzih ettiler, asıl yoksulları mahrum bırakmakla kendi­lerine bizzat kendilerinin zulmettiklerini anladılar.

7- Hazırlanan plan konusunda birbirlerini kınamaya koyuldular; iste­diğini elde edemeyen herbir topluluk gibi. Biri diğerine, bu görüşü bize sen tavsiye ettin dedi, öteki fakirliklen bizi sen korkuttun dedi, bir diğeri, mal toplama arzumu sen harekete getirdin, dedi.

8- Bahçe sahipleri isyankârlıklarını itiraf ederek: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani fakirlerin hakkını vermeyerek, istisna­da da bulunmayarak isyan etmişiz dediler. Onların istisnaları Mücahid ve başkalarının dediği gibi Yüce Allah'ı teşbih etmekti. Bu da "inşaallah" de­menin yerini tutardı. Çünkü Yüce Allah'ın tenzih edilmesi O'nun dilemedi­ği bir şeyin olmasından tenzih edilmesi demektir. Kısacası çoğunluğun gö­rüşüne göre "teşbih etmeli değil miydiniz" buyruğu istisnada bulunarak in­şaallah demeli değil miydiniz? demektir.

9- Bahçe sahipleri, çoğunluğun görüşüne göre bu sözleriyle açıkça tev-be edip ihlaslı bir niyete sahip olmuşlardı: "Rabbimizin bize ondan hayırlı­sını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." On­lar böylelikle birbirleri ile antlaşarak şöyle demiş oldular: Şayet Allah bize bundan hayırlısını verecek olursa şüphesiz babalarımızın yaptığını biz de yapacağız. Bu şekilde Allah'a dua edip yalvarıp yakardılar. Yüce Allah da aynı gecede onlara bahçelerinden hayırlısını verdi. Mücahid dedi ki: Bu on­ların tevbe etmesi idi. Bunun üzerine onlara bahçelerinin yerine ondan da­ha hayırlısı verildi.

10-  Yüce Allah Mekkelilerden ve başkalarından mükellef olanları: "Azap işte böyledir" diye tehdit etmektedir. Maksat dünya azabı ve malla­rın telef olmasıdır. Yani bizler bu bahçe sahiplerine yaptığımız gibi sınırla­rımızı aşanlara da dünyada böyle yaparız. Daha sonra kâfirleri dünya aza­bından daha ağır bir azap olan ahiret azabı ile: "Ahiret azabı ise elbette da­ha büyüktür, eğer bilselerdi" buyruğu ile tehdit etmektedir.

İbni Abbas dedi ki: Bu Bedir'e çıktıkları sırada Mekke ehline verilmiş bir örnektir. Onlar Muhammed (s.a.)'i ve ashabını öldüreceklerine ve Mek­ke'ye dönüp Kabe'yi tavaf ederek içki içeceklerine, şarkıcı cariyelerin baş­larının üzerinde tefleri vuracaklarına dair yemin etmişlerdi. Allah da onla­rın beklediklerinin aksini onlara gösterdi. Esir alındılar, öldürüldüler ve bozguna uğradılar. Tıpkı mahsulleri toplamak amacıyla kararlı bir şekilde yola koyulan ve hüsrana uğrayan bahçe sahipleri gibi.

11- Daha kuvvetli görülen Kurtubi'nin dediği üzere şudur: Bahçe sa­hiplerinin yoksullara vermedikleri hak, vermeleri gereken farz olan bir hakti. Bunun nafile bir hak olması muhtemel olduğu da söylenmiştir. [23]

 

Takva Sahiplerinin Mükâfatı Ve İtaatkâr İle İsyankârın Birbirine Eşit Olmayacağı

 

34- Muhakkak ki takva sahipleri için Rableri yanında naim cennetle­ri vardır.

35- Biz müslümanları o günahkârlar gibi küar mıyız hiç?

 gg_ j^e ojju size. nasıı hüküm veri-

37- Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?

38- Beğenip seçtiğiniz herşey mutla­ka sizindir diye (orada mı yazıyor?)

39-  Yoksa sizin bizim üzerimizde: "Ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir" diye kıyamet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi vardır?

40- Sor onlara! Buna hangileri kefil­dir?

41- Yoksa onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o halde ortaklarını getirsinler.

42- Baldırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler.

43-  Gözleri önlerine eğilmiş, kendi­lerini de bir zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam iken sec­deye çağrılıyorlardı.

 

Belagat:

 

"Ne oldu size! Nasıl hüküm veriyorsunuz? Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?" buyrukları ile daha sonraki cümleler bir azar ve sitemdir.

"Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılarmıyız hiç?" Buyruğunda daha beliğ ve daha dehşet verici olması için ters çevrilmiş bir benzetme vardır. Çünkü bunun aslı; biz ecir ve mükâfat bakımından günahkârları müslümanlar gibi kılar mıyız hiç, şeklindedir.

"Baldırın açılacağı o günde" buyruğu kıyamet gününün dehşetini an­latan bir kinayedir. [24]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Muhakkak ki takva sahipleri için Rableri yanında" ahirette "naim cennetleri vardır." Katıksız nimetlerden başka hiçbir şeyin bulunmadığı cennetler demektir.

"Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?" Derece ve cen­netteki mevkileri bakımından. İslâm ile günah işlemenin sonuçlarının eşit olmayacağı belirtilmektedir. Yani itaatkârlarla masiyet işleyenler arasında eşitlik sözkonusu değildir. Bu, kâfirlerin sözlerini karşı bir reddir. Çünkü onlar şöyle diyorlardı: Bizler Muhammed'in ve beraberindekilerin ileri sür­dükleri gibi ölümden sonra tekrar dirilecek olsak dahi onlar bizden üstün olmayacaklardır. Aksine biz dünyada olduğu gibi ahirette de onlardan da­ha iyi bir durumda olacağız.

"Ne oldu size! Nasıl" böyle yanlış bir "hüküm veriyorsunuz?" Bu buy­rukta, verdikleri hükme hayret edileceği ve gerçekten uzak bir hüküm ol­duğunu anlatan bir iltifat (önceki buyruklarda zamirler 3. şahıs iken bura­da 2. şahıs zamirleri kullanılması) vardır. Bununla böyle bir değerlendir­menin yanlış bir düşünceden ve bozuk bir görüşten kaynaklandığı da ifade edilmektedir.

"Acaba sizin" semadan indirilmiş "bir kitabınız var da ondan mı oku­yorsunuz? Beğenip seçtiğiniz şey" tercih ettiğiniz ve arzuladığınız şey "si­zindir diye? Yoksa sizin bizim üzerimizde" yeminlerle pekiştirilmiş "ne hü­küm ederseniz muhakkak sizindir" size verilecektir "diye kıyamet gününe kadar sürecek" ve bugüne kadar sizin bizim üzerimizde devam edip gidecek "yeminleriniz" yeminlerle pekiştirilmiş ahidleriniz "mi vardır?" Yani biz si­ze böyle bir yemin mi ettik?

"Sor onlara! Buna hangileri kefildir?" Ahirette kendilerine verilecekle­rin, müminlere verileceklerden daha üstün olduğuna dair kendileri adına verdikleri bu hükme hangileri kefildir, diye sor onlara.

"Yoksa onların ortakları mı var?" Onların bu hususta kendilerine mu­vafakat eden ve bunu kendilerine taahhüt eden, Allah'a koştukları ortakla­rı mı vardır?

"Eğer doğru söyleyenler iseler o halde ortaklarını getirsinler." Eğer on­ların buna kefil olan ortakları varsa iddialarında "doğru söyleyenler iseler" haydi o kefillerini getirsinler.

"Baldırın açılacağı o günde" yani kıyamet gününde, hesap ve amelle­rin karşılıklarının verileceği günün şiddetini onlara hatırlat. İşin oldukça şiddetleneceği günü hatırlat, demektir. "Savaş baldırın üzerini açtı" tabiri, savaşta işin oldukça çetin bir hal aldığı zamanı anlatmak için kullanılır.

"Onlar secde etmeye davet edilecekler" (Dünyada iken) secde etmeyi terkettikleri için azarlanmak üzere secde etmeleri istenecek "de edemeye­cekler." Çünkü vakti geçmiş olacak yahut ona güçleri yetmeyecektir.

"Gözleri önlerine" zilletle "eğilmiş" olacak; gözlerini yukarı kaldırama­yacaklardır. "Kendilerini de bir zillet kaplamış" yetişmiş ve onları bürümüş "olarak. Halbuki onlar" dünyada iken "sapasağlam iken" secde etmelerini engelleyecek hiçbir şey bulunmayıp sağlıklı iken "secdeye çağırılıyorlardı." [25]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kâfirler: "Azap işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi" buyruğunda dünya azabı ile korkutulduktan sonra, Yüce Allah bahtiyar ve mutlu olanların durumlarını sözkonusu etmekte ve tak­va sahiplerine najim cennetlerinin verileceğini açıklamaktadır. Arkasından tekrar ahirette ilâhi bir kitap ve yeminlerle pekiştirilmiş bir ahid olmaksı­zın, oldukça dehşetli, namaz ve daha başka amellerden ötürü zorlu bir he­sabın görüleceği günde; herhangi bir kefilin bulunması sözkonusu olma­dan, ahirette kendileri ile müslümanlar arasında eşitlik olacağını ileri sü­ren kâfirlerin iddialarını reddetmektedir. [26]

 

Açıklaması

 

"Muhakkak ki takva sahipleri için Rableri yanında naim cennetleri var­dır." Allah'a karşı takvalı olup, emirlerine itaat eden herkese, ahirette sonu gelmeyecek, bitmeyecek ve herhangi bir şeyin olumsuz gölge düşürmediği, katıksız nimetlerden başka şeylerin bulunmadığı cennetler olacaktır.

Mukatil dedi ki: Bu ayet nazil olunca Mekke kâfirleri müslümanlara şöyle dedi: Yüce Allah dünya hayatında bizleri size üstün kılmıştır. Dolayı­sıyla ahirette de bizleri size üstün kılacağı muhakkaktır. Eğer üstün olma­sak dahi en azından size eşit oluruz.

Daha sonra Yüce Allah onların bu sözlerine şöylece cevap verdi:

"Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?" Yani bizler amellerin karşılıklarını vermek bakımından her iki kesimi birbirine nasıl eşit yaparız? İtaatten ayrılmayan kimseleri, işlediği masiyetlere aldırma­yan, isyankâr, günahkâr ve yolun dışına çıkmış kimselerle nasıl eşit kılabi­liriz? İtaatkâr ile isyankâr arasında asla eşitlik olmayacaktır.

Daha sonra Yüce Allah böyle bir eşitliği ispatlamak yahut bu iddiamn gerçekliğini ortaya koymak için aklî ya da naklî hiçbir delilin bulunmadığı­nı belirterek şöyle buyurmaktadır:

1- "Ne oldu size, nasıl hüküm veriyorsunuz?" Nasıl böyle bir kanaati­niz olabilir ve böyle bir sapık hükme varabilirsiniz? Sanki amellerin karşı­lığının verilme işi size bırakılmış gibi konuşuyorsunuz. Aklın ve doğru dü­şünmenin en basit ilkeleri bile böyle bir zannı ya da hükmü kabul etmez. Bu buyruk, böyle bir aklî delilin bulunmayacağını ortaya koymaktadır.

2- "Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz? Beğenip seçtiğiniz herşey mutlaka sizindir diye?" Yoksa sizin elinizde gökten indiril­miş, okuduğunuz, bellediğiniz, elden ele dolaşan bir kitabınız mı var? Bu kitabın sizin iddia ettiğinizi pekiştiren bir hükmü mü var? Ve siz burada mı itaatkârın isyankâra eşit olduğunu okumaktasınız? Bu kitapta ahirette seçtiğiniz ve arzuladığınız her şey size verilecektir, diye bir şey mi yazıyor? Bu da bu hususta naklî bir delilin olmadığını ortaya koymaktadır.

3- "Yoksa sizin bizim üzerimizde: Ne hüküm ederseniz muhakkak sizin­dir diye kıyamet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi vardır?" Yani sizle­rin Allah ile kıyamet gününe kadar sapasağlam ve pekiştirilmiş ve sizi cennete koyacağına, istediğiniz ve arzu ettiğiniz herşeyi elde edeceğinize, verdiğiniz hükümlerin lehinize yerine getirileceğine dair taahhütler mi al­mışsınız? Bu da onların beklentileri ve zanları ile ilgili ilâhi vaadin bulun­madığını ortaya koymaktadır.

4- "Sor onlara! Buna hangileri kefildir?" Yani ey Muhammed, onları azarlayarak de ki: Bunu taahhüd eden ve buna kefil olan kim? Ahirette müslümanlara ne verilecekse kendilerine verileceğine dair hangileri kefil olabilir?

5- "Yoksa onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o hal­de ortaklarını getirsinler." Onların ahirette müslümanlara verileceklerin bir benzerini verme kudretine sahip, Allah'a koştukları birtakım putları, O'na eş koştukları uydurma ilâhları mı var? Onların bu tür ortakları varsa ve o iddialarında doğru söylüyor iseler, kendilerine yardımcı olmaları için o ortaklarını getirsinler. Bu da geleneksel inanışlarını reddetmekte ve müş­riklerin inançlarının özünü çürütmektedir.

Özetle ayetlerden maksat şudur: Onların benimsedikleri kanaatlerini ispatlamaya yarayacak aklî bir delilleri de -okudukları kitap demek olan-naklî delilleri de yoktur. Bu hususta onlar Allah'tan söz de almamışlardır. Söylediklerine kefil olacak kimse de yoktur. Akıllı olup da onların kanaat­lerini uygun bulup destekleyecek kimse de yoktur. Bütün bunlar onların iddialarının tutarsız olduğunun delillerindendir.

Daha sonra Yüce Allah işin oldukça çetin bir hal alacağı günde ortak­larını getirmeleri için kendilerine şöylece meydan okumaktadır: "Baldırın açılacağı o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler." Yani onlar işin oldukça şiddetli bir hal alacağı, sıkıntının çokça büyüyeceği o günde kendilerini kurtarmaları için ortaklarını getirsinler. Bunlar ortaklarını ve kendilerine yardım edecek kâfirlerle münafıkları dünyada secde etmeyi terkettiklerinden ötürü onlara azar olmak üzere secde etmeye çağı­rılacaklar; fakat secde edemeyeceklerdir. Çünkü o sırada sırtları kaskatı kesilecek, tek bir parça haline gelecek, secde etmek için bükülemeyecektir.

Buhari, Müslim ve başkalarının rivayetlerine göre Ebû Said Hudri şöyle demiştir: Peygamber (s.a.)'i şöyle buyururken dinledim: "Kıyametin o dehşetli saatlerinde erkek kadın her mümin Ona secde edecek. Geriye dünyada iken riyakârlık olsun ve başkaları işitsinler diye secde edenler ka­lacak. Bunlar secde etmek isteyecek, fakat sırtlan kaskatı kesilecek."

Yüce Allah'ın: "Baldırın açılacağı o günde" buyruğundan maksat işin oldukça çetin bir hal olup sıkıntılı olacağıdır. Çünkü Yüce Allah cisimden ve yaratılmışlann bütün sıfatlanndan münezzehtir. Bundan maksat bildi­ğimiz organ değildir. O bakımdan bu, belirtilen şekilde te'vil edilir.

"Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye çağırılıyorlardı." Yani gözleri zillet içinde ve onlan ileri derecede bir zillet, bir hasret ve bir pişmanlık kapla­mış olacaktır. Halbuki dünyada iken namaza, Yüce Allah için secde etmeye çağınlıyorlardı. Onlar bu çağnyı kabul etmeyip isyan ettiler, azgınlaştılar. Oysa sağlıklı idiler, bu işi yapabilirlerdi. Hastalıklan, secde etmelerini en­gelleyecek engelleri yoktu. Nehaî ve Şa'bî dedi ki: Secde etmekten maksat farz olan namazlardır.

Özetle onlar secde etmeye, ibadet etmek ya da bununla mükellef ol­dukları için çağrılmayacaklardır. Bundan maksat dünyada iken secdeyi terketmelerinden dolayı azarlanmalarıdır. Onlar sağlıklı ve esenlik içinde olduklan halde dünyada iken secde etmeyi kibir sebebiyle kendilerine ye-dirmediklerinden, dünyadaki hallerinin zıttı ile cezalandırılacaklardır ve ahirette buna güç yetiremeyeceklerdir. Yüce Rabbimiz tecelli edeceğinde müminler Ona secde edecek fakat kâfir ve münafıklardan hiçbir kimse O'na secde edemeyecek, aksine önceki hadislerde belirtildiği gibi sırtları kaskatı bir parçaya dönüşecektir. [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetlerden aşağıdaki sonuçlar çıkmaktadır:

1- Yüce Allah'ın emirlerine bağlı, O'nun yasaklanndan sakınan takva sahipleri için ahirette, dünyanın bahçe ve nimetlerinde görüldüğü gibi ni­meti gölgeleyecek herhangi bir şaibe bulunmaksızın, ancak katıksız bir şe­kilde nimetlerden yararlanmanın sözkonusu olacağı cennetler vardır.

2- Ahirette amellerin karşılıklannın verilmesinde müslümanlar ile kâ­firler yahutta itaatkârlar ile isyankârlar arasında eşitlik olmayacaktır. An­cak bu Yüce Allah'ın lütuf ve ihsanının bir neticesidir. Yoksa Yüce Allah nezdinde kazanılan bir hak kabilinden değildir.

3- Yüce Allah kendileriyle müşrikler arasında eşitlik olacağı şeklinde­ki müşriklerin sapık hükmünü kabul etmemektedir. Sanki amellerin karşı­lığını vermek işi onlara bırakılmış da müslümanlara verilecek hayır gibi kendileri de kendileri için istedikleri hükmü verebilirlermiş gibi. Aynı şe­kilde itaatkârın, isyankâr gibi olduğunu belirten ve istedikleri ve arzula­dıkları her şeyin kendilerine verileceğini bildiren semavi bir kitabın varlı­ğını da kabul etmemektedir.

Onların Yüce Allah'ın adı ile pekiştirilmiş ve cennete kendilerini koya­cağına dair birtakım ahidlerinin bulunduğu da kabul edilmemektedir. Du­rum kesinlikle hükmettikleri ve sandıklan gibi değildir.

4- Aynı şekilde Yüce Allah onların iddialarının delili bulunan bir kefil­leri olduğunu da kabul etmemektedir. Ya da onların birtakım ortaklarının yani iddialarında doğru söylediklerini ortaya koyup buna tanıklık edecek tanıklarının olduğu da kabul edilmemektedir.

5-  Ahirette kâfirlere azap çeşitlerinden birisi de şudur: Kıyamet gü­nünde işin oldukça ağır bir hal alacağı vakitte namaz ve secde etmeleri is­tenecek, fakat buna imkanları olmayacaktır. Bu da dünya hayatında iken yaptıklarının zıttı ile onlara verilecek bir cezadır. Ayrıca gözleri önlerine eğilmiş ve zelil bakacaktır. Zillet ve hakirlik onları bürüyecektir. Çünkü müminler başlarını dik tutacak, yüzleri kardan daha beyaz olacaktır. Mü­nafıklarla kâfirlerin ise yüzleri katrandan bile daha siyah olacaktır. [28]

 

Kâfirlerin Allah'ın Kudreti İle Korkutulmaları Ve Peygamber (S.A.)'e Sabr Edip Bütün Alemlere Kur'an İle Öğüt Verip Hatırlatmasının Emredilmesi

 

44-  Artık beni ve bu sözü yalanla­yanları başbaşa bırak! Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız.

45-  Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak benim onlara karşı ted- birim sapasağlamdır.

 46_ Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun da onlar bir borçtan do­layı ağır bir yük altında mı bırakıl-

 dılar?

 4?  yoksa gayb onların yanındadır

 48-Artık Rabbinin hükmüne sabret

 ve °bahk sahibi gîw olma-Hani °

 gamla dolu dolu dua etmişti.

 49-  Eğer ona Rabbinden bir nimet

 erismemisolsaidib°mb°şbirç°le

 kınanmış halde atılacaktı.

50- Sonra Rabbi onu seçti de onu sa-lihlerden kıldı.

51- Gerçek şu ki; o kâfirler zikri işit­tiklerinde neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi. Bir de: "Muhakkak ki o bir delidir." diyorlar.

52- Halbuki o ancak alemler için bir öğüttür.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak!" Onu bana bırak, senin adına ona ben yeterim. Sözden kasıt da Kur'an-ı Kerim'dir.

"Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıraca­ğız." Onları basamak basamak ya da azar azar yakalayacağız. İstidrâc (derece derece azaba yaklaştırmak); kişinin düşmesi istenen bir yere yavaş yavaş yaklaşmasını sağlayacak işleri başına getirmektir. Burada kastedi­len biz onlara süre tanımak, sağlıklarını sürdürüp nimetlerini arttırmak yolunda tedricî (kademeli) bir şekilde onları azaba yaklaştıracağız. Onların bilmedikleri yer ise onlara verilen nimetlerdir. Çünkü sahip oldukları ni­metler ile müminlere üstün kılındıklarını sanıyorlardı.

"Ben onlara mühlet veriyorum." Sürelerini uzatıyorum. "Muhakkak be­nim onlara karşı tedbirim sapasağlamdır." Ona güç yetirilemez ve hiçbir şekilde o geri çevirilemez.

"Yoksa sen onlardan" risaleti tebliğe karşılık "bir ücret mi istiyorsun da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıldılar?" Sana öde­mek zorunda oldukları bir borç altına mı girdiler. Bu sebeple mi senden yüz çevirip sana iman etmiyorlar?

"Gayb" Yüce Allah'ın bilgisini kendisine sakladığı ve insanların göre­medikleri yahutta gaybm yazılı olduğu levh-i mahfuz demektir.

"Onlar mı yazıyorlar?" Buna göre hüküm veriyorlar ve böylelikle senin bilgine ihtiyaçları kalmıyor ve oradan hareketle söylediklerini mi yazıyorlar?

"Rabbinin hükmü" onlar hakkındaki takdiri, onlara süre tanıması ve senin onlara karşı zafer kazanmanı ertelemesine sabret ve o balık sahibi gibi olma!" Yani kızmakta ve acele etmekte Yunus (a.s) gibi olma.

"Hani o, gamla dolu dolu dua etmişti." Öfke ve keder ile dolmuştu.

"Eğer ona Rabbinden bir nimet" Allah'tan bir rahmet olan tevbeye ve tevbenin kabulüne ilâhi tevfik "erişmemiş olsa idi" "bomboş bir çöl" yani ağacı, ekini bulunmayan bir yer "e kınanmış halde atılacaktı." Allah'ın rah­metinden ve lûtfuna mazhar olmaktan uzaklaştırılmış ve kınanmış olurdu.

"Sonra Rabbi onu seçti." ve tekrar ona vahyi ve nübüvveti verdi "de onu salihlerden" salâh bakımından mükemmel peygamberlerden "kıldı."

"Gerçek şu ki; o kâfirler zikri" Kur'an'ı "işittiklerinde neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi." Seni yere yıkıp yerinden aşağı düşürecek kadar şid­detli bir şekilde bakıyorlar, demektir. Yani onlar sana olan aşırı düşmanlık­ları sebebiyle ayağını kaydırıp, seni yere düşürecek gibi yan yan ve sert bir şekilde bakıyorlar. "Bir de" kıskançlıkları ve düşmanlıkları sebebiyle "mu­hakkak o" getirdiği Kur'an hakkında şaşkınlıklarından ve ondan başkaları­nı uzaklaştırmak istediklerinden ötürü "bir delidir, diyorlar."

"Halbuki o ancak alemler için" cinler ve insanlar için "bir öğüttür" ve bir hatırlatmadır. Onun deliliğe sebep olması sözkonusu olamaz. Beyzavi dedi ki: Kur'an sebebiyle onun deli olduğunu söylemeleri üzerine Kur'an'ın genel bir öğüt olduğunu ve ancak aklı en mükemmel, görüşleri en sağlam olan insanların onunla iletişime girip onu idrak edebileceklerini beyan etti. [29]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirleri kıyamet gününün dehşetli ve zorlu halleri ile kor­kuttuktan sonra, onları kudreti çerçevesindeki kahredici gücü hatırlatarak tehdit edip korkutmaktadır. Bu ise Kur'an'ı yalanlayan kimseleri cezalan­dırmak için yeterlidir. Daha sonra peygamberine sabrı emretmekte ve Yu­nus (a.s)'un yaptığı gibi tebliğ hususunda direncini kaybetmesini yasakla­makta, arkasından Peygamber (s.a.)'e kavminin kendisini kıskandıklarını, onu hoşa gitmeyecek durumlarla karşı karşıya bırakmayı çokça arzu ettik­lerini bildirmektedir. Bunu da onu gerektiği gibi sabra teşvik etmesinden sonra haber vermektedir. Arkasından bütün insanlara Kur'an-ı Kerimin bütünüyle cinlere de, insanlara da bir öğüt olduğunu ve bunu sağlam akıl ve kavrayış sahiplerinin algılayacaklarını ileri sürdükleri gibi onu delilerin algılamadıklarını bildirmektedir. [30]

 

Açıklaması

 

"Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa bırak! Biz onları bilme­yecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız." Beni onlarla baş­başa bırak. Kur'an'ı yalanlayan bu kişilerin hakkından senin adına ben ge­lirim. Onları nasıl cezalandıracağımı ben bilirim. Onların bu durumlarını düşünme. Bizler onları farkına varmaksızın azab ile yakalayacak, onları adım adım azaba doğru iteceğiz. Nihayet onları -bunun adım adım azaba yaklaştırılmak olduğunu bilmeyecekleri bir şekilde- azabın içerisine düşü­receğiz. Çünkü onlar içinde bulundukları bu halin bir nimet bağışı olduğu­nu sanıyorlar. Bunun akıbeti ve sonunda neler ile karşılaşacaklarını dü­şünmüyorlar. Bu ise onlar için çok ağır bir tehdit, Peygamber (s.a.) için de bir tesellidir.

Onlar verilen nimetlerin derece derece azaba yaklaştırılmak olduğu­nun farkına varmıyorlar. Aksine bunun Yüce Allah'tan bir lütuf olduğuna inanıyorlar. Gerçekte ise aynı durum onları hakir düşürmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zannederler mi ki biz kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyilikleri kendilerine çabucak ulaştırıyoruz. Hayır, onlar farkında değiller." (Mü'minun, 23/55-56) Yine Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Onlar kendilerine hatırlatılanı unutunca biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık. Nihayet kendilerine verilenlere sevinince ansızın onları tu­tup yakalayıverdik de ümitsiz kesiliverdiler." (En'am, 6/44)

Burada da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Ben onlara mühlet veri­yorum. Muhakkak benim onlara karşı tedbirim sapasağlamdır." Yani gü­nahları daha çok artsın ve tuzağın daha çok farkına varamasınlar diye on­lara süre tanıyor ve erteliyorum. Şüphesiz kâfirlere karşı benim tedbirim ve tuzağım pek güçlü ve pek çetindir. Benim emrime aykırı hareket eden, peygamberlerimi yalanlayan, bana karşı isyankârlık etmek cüretini gösteren hiçbir kimse benden kurtulamaz. Yüce Allah'ın hile yapmak demek olan "keyd" tabirini onlara karşı tedbiri hakkında kullanması bu şekilde görülmesinden dolayıdır. Çünkü onlara zarar vermek maksadıyla onlara faydalı görünen bazı şeyler vermiştir. Buna sebep ise Yüce Allah'ın onların murdarlıklarını ve küfürde ayak diretip gideceklerini bilmesindendir.

Buhari ve Müslim'deki rivayete göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuş­tur: "Şüphesiz Allah zalime süre tanır. Fakat onu bir defa yakaladı mı artık bir daha bırakmaz." Daha sonra da: "Rabbin zulüm yapan ülkeleri yakala­dığında işte böyle yakalar. Şüphesiz onun yakalayışı pek acıklı, pek şiddet­lidir." (Hud, 11/102) buyruğunu okudu.

Daha sonra Yüce Allah, onların İslâmı ve hakkı kabul etmelerini en­gelleyen bütün engeli ortadan kaldırmak üzere şöyle buyurmaktadır:

"Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıldılar?" Yani yoksa sen onlardan hidayet, on­lara öğretmek, risaletini tebliğ etmek, onları Yüce Allah'a iman etmeye da­vet etmek karşılığında bir ücret mi istiyorsun da onlar yüklenmekle karşı karşıya kaldıkları bu ağır malî yükü -mal harcamaktaki cimriliklerinden dolayı- ödemekten kendilerini ağır bir yük altında mı kabul ediyorlar? An­latılmak istenen şudur: Sen onlardan bir ücret istedin de bundan dolayı mı senin çağrını kabul etmekten yüz çevirdiler. Oysa ey Muhammed, sen onla­rı Yüce Allah'ın yoluna onlardan alacağın bir ücret söz konusu olmaksızın davet etmektesin. Ücret istemek yerine sen bunun mükâfatını Allah'tan umuyorsun. Bununla birlikte onlar cahilliklerinden, küfürlerinden ve inat­larından dolayı kendilerine getirdiğin hakkı yalanlamaktadırlar. Bununla peygamberlik ispat edilmektedir. Çünkü Peygamber (s.a.) maddi herhangi bir menfaat için değil, hayra bizzat hayır olduğu için çağırmaktadır.

"Yoksa gayb onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?" Yani gayb bil­gisi onların yanında olduğundan ötürü delil diye kabul ettikleri şeylerden istediklerini yazarak bu şekilde gaybdan yazdıkları ile seninle tartışıyorlar ve kendileri hakkında diledikleri hükmü vererek böylelikle de senin çağrı­nı kabul etmeye, sözüne uymaya ihtiyaçları mı kalıyor?

Maksat onların İslâm risaletini kabul etmekten yüz çevirmekte daya­nabilecekleri nakli bir delillerinin bulunmadığını anlatmaktır.

Yüce Allah kâfirlerin izledikleri yolun oldukça tutarsız olduğunu orta­ya koyduktan, (risalete dair) şüphelerini tek tek çürüttükten ve bundan dolayı da onları azarladıktan sonra, rasulüne onların eziyetlerine katlanıp, risaletini tebliğ etmek üzere sabır ve sebat göstermesini emrederek şöyle buyurmaktadır: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık sahibi gibi ol­ma. Hani o gamla dolu dolu dua etmişti." Yani ey Muhammed, Rabbinin senin ve bu müşrikler hakkında vereceği hükme, kavminin sana eziyetleri­ne ve yalanlamalarına katlan. Durmaksızın yahut onların karşı çıkış ve eziyetleri dolayısıyla tökezlemeksizin davetini tebliği sürdür. Şüphesiz dünyada da, ahirette de güzel akıbet sana ve sana tabi olanlaradır.

Usanmak, acelecilik ve öfkelenmekte de Yunus (a.s) gibi olma. Çünkü o kavmine öfke duyarak ayrılıp gitmişti. Ondan sonra başına gelenler gel­mişti. Denizde yolculuğa çıkmış, balık onu yutmuş, denizlerde kaybolmuş­tu. Yaptıklarına pişman olmuş ve balığın karnında karanlıklar içerisinde kavmine karşı öfke ve kederle dolu olduğu halde seslenmişti. Buna sebep ise onları imana davet etmekle birlikte iman etmeyişleri idi. Nitekim bir başka ayet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır: "Ve balık sahibini (Yunus 'u da an)! Hani gazaplanıp gitmiş ve bizim kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip, kendisini gamdan kurtarmıştık. Biz müminleri işte böyle kurtarırız." (Enbiya, 25/87-88)

Yani onun gösterdiği sabırsızlık ve kızgınlık sende olmasın. O takdirde sen de onun karşı karşıya kaldığı hal ile sınanırsın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi. Bomboş bir çöle kınanmış halde atılacaktı." Yani tevbeye muvaffak kılına­rak Allah tarafından tevbesi kabul olunmak suretiyle Allah'ın rahmet ve nimeti ona yetişmemiş olsaydı, balığın karnından hiçbir bitkisi bulunma­yan bomboş bir arazi üzerine bırakılır ve o bu haliyle de işlediği günah se­bebiyle kınanır, Allah'ın rahmet ve lûtfundan da uzaklaştırılmış olurdu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti de onu salihlerden kıldı." Yani Rabbi peygamberlik ve vahiy için onu seçti, onu kavmine gönderilen mükemmel derecede salih rasul ve nebilerden kı­larak yüzbin yahut daha fazla sayıdaki kimselere rasul olarak gönderdi, onlar da hep birlikte ona iman etti. Dikkat edilirse buradaki "levlâ: ...me-miş olsa idi" lafzı kınanma halinin gerçekleşmediğine delâlet etmektedir. Daha sonra Yüce Allah peygamberini müşriklerin düşmanlıklarından şu buyruklarıyla sakındırmaktadır:

"Gerçek şu ki; o kâfirler zikri işittiklerinde nerede ise gözleri ile seni de­vireceklerdi: 'Bir de muhakkak ki o bir delidir' diyorlar." Yani onlar -Ze-mahşeri'nin de dediği gibi- düşmanlık ve kinlerinden ötürü sana keskin ve dikkatle bakarak nerede ise ayağını kaydıracaklar, yahut seni helak ede­cekler. Peygamber (s.a.)'in Kur'an okuması sırasında ona bu şekilde ısrarla bakıyorlardı. Buna sebep ise ona verilen peygamberlikten aşın derecedeki hoşlanmayışları ve kıskançlıklarıdır. Onlar hem durumundan hayretleri, hem başkalarının ondan uzaklaşmasını sağlamak için: O bir delidir diyor­lardı. Oysa onun en akıllıları olduğunu biliyorlardı. Bunun anlamı da; Kur'an sebebiyle onun deli olduğunu ileri sürmeleridir.

Bazıları dedi ki: Kasıt az kalsın sana onların nazarının değeceğidir. Rivayet edildiğine göre Esed oğullarının nazarının değmesi meşhurdu. Arala­rından birisinin (bundan dolayı) üç gün rahatsızlandığı dahi olurdu. Yanın­dan bir şey geçti mi onun hakkında: Bugün ben onun benzerini görmedim, dedi mi mutlaka ona nazarı değerdi. Böylelikle nazarı değen birilerinin Ra-sulullah (s.a.) hakkında benzeri bir söz söylemesi istendi. O da: Ben bugün gördüğüm gibi bir adam görmedim, dedi; fakat Allah onu korudu.

Herevî dedi ki: Gözleriyle sana nazar edip, seni Allah'ın yükseltmiş ol­duğu makamdan -sana olan düşmanlıkları sebebiyle- indirmek istediler.

İbni Kuteybe de bunu şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye nazarının değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah kastetmiyor. Kastettiği şundan iba­rettir: Sen Kur'an okuduğun zaman onlar az kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin bakışlarla bakıyorlar.

İbni Kesir in görüşüne göre de anlam şudur: Onlar sana olan kinlerin­den ötürü seni kıskanırlar. Allah'ın seni koruması ve onlara karşı seni hi­maye etmesi olmasaydı sana zarar vermeye kalkışırlardı.

Bu ayette bazılarının görüşüne göre Yüce Allah'ın emriyle nazarın değmesinin hak olduğuna delil vardır. Nitekim bu hususta pekçok ve çeşit­li yollardan rivayet edilmiş hadisler de bunu göstermektedir.

Ahmed, Abdullah b. Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasu-lullah (s.a.) buyurdu ki: "Kuşların ötüşlerini uğursuzluğa yorumlamak yok­tur. Maktulün intikamını isteyen bir kuşun bu maksatla ötmesi de sözkonu-su değildir. Kıskançlık da yoktur. Nazar da haktır." Yani Allah'ın iradesi ile.

Bir diğer hadisi Hafız Ebi Bekir el-Bezzar Müsned'inde rivayet etmiş­tir. Cabir dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Göz (nazar) kişiyi bazan kabre sokar ve bazan deveyi tencereye sokar." Bunun senedindeki ravilerin hepsi de sikadır.

Bir diğer hadisi Hafız Ebû Yâ'lâ Mavsilî, Ebû Zerr'den rivayet etmek­tedir. Ebû Zerr dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Göz sebebiyle kişi -Al­lah'ın izniyle- yüksekçe bir dağa çıkar, sonra da ordan aşağıya düşer." Se­nedi garibtir.

"Halbuki o ancak alemler için bir öğüttür." Yani onlar Muhammed (s.a.) Kur'an'ı getirdiği için bir delidir, diyorlar. Oysa Kur'an ancak cinlere de, insanlara da bir öğüt ve bir hatırlatmadır. Onu ancak aklı başında olup bu işe ehil olan kimseler alıp kabul eder. Bu buyrukla bu ithamı yapanla­rın cahil olduklarına da işaret edilmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim gibi pek çok adap, hikmetleri sonsuz hükümler, bütün ilim ve bilgilerin esaslarını ihtiva eden bir kitabı getiren bir kimsenin deli olduğu nasıl söylenebilir?

Hasan-ı Basri dedi ki: Nazar değmesinin ilacı kişinin şu: "Gerçek şu ki; o kâfirler zikri işittiklerinde..." ayetini okumaktır. [31]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususlara delil teşkil etmektedir:

1- Kur'an-ı Azimu'ş-Şan'ı yalanlayan kimseleri cezalandırmak ve on­lardan intikam almak üzere Allah yeter. Allah onlar bilmeden ve gaflette iken onları yakalayacaktır. Onlar Bedir gününde de azaba uğratıldılar. Bu, Allah'ın onları derece derece azaba yaklaştırmasıdır. İstidrac (derece dere­ce azaba yaklaştırmak) cezalandırmakta aceleyi terketmek demektir. Bu­nun asıl anlamı bir şeyi bir halden bir hale basamak basamak taşımaktır.

2- Şüphesiz Allah mühlet verir ama ihmal etmez. O, zalim ve kâfirlere mühlet verir, uzun süre tanır, sonra da onları cezalandırır. Kimse ondan kurtulamaz. Allah'ın azabı güçlü ve çetin, tedbiri son derece muhkemdir. Ondan kurtulmaya imkan yoktur.

3- Kâfirlerle müşriklerin gaybı bilmeleri söz konusu değildir. Böylelik­le onların kendilerinin lehlerine birtakım hükümler biçmeleri kesin bir yanlışlık ve uydurulmuş yalanlardan ibarettir.

4- Allah'ın kaza ve hükmüne karşı sabırlı olmak şer'an istenen bir hu­sustur. Müminin acele etmemesi, usanmaması, öfkelenmemesi gerekir. Ba­lık sahibi Yunus b. Metta (a.s)'m usanıp daha sonra pişmanlık ve tevbe et­mesi ve balığın karnında gamla dua ederek söylediği şu sözler bunu ifade eder: "Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulme­denlerden oldum." (Enbiya, 21/87)

Yüce Allah lütfü, keremi, rahmeti ve nimeti ile onun duasını kabul bu­yurdu. Rabbi onu beğenip seçti ve salih peygamberler arasına kattı. Onu yüzbin ya da daha fazla sayıdaki kimselere gönderdi. Bunlar da Ninova halkı idiler. Şayet Allah onun tevbesini kabul etmemiş olsaydı, kınanmış ve yerilmiş olarak düz ve boş bir araziye bırakılırdı. Kınanıp yerilmesi ise daha faziletli olanı terketmesinden dolayı idi. Çünkü iyilerin hasenatı mu-karrebler için seyyiat sayılır. "Olmasaydı" ifadesi dolayısıyla hakkında yer­gi söz konusu olmamıştır.

5- Kâfirlerin Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları çok ileri idi. O bakım­dan onlar onun Kur'an'ı okuduğunu duyduklarında ona kin, düşmanlık ve öfke ile dolu keskin bakışlarla bakarlardı. O kadar ki onların o bakışları onu neredeyse düşürecek, ayağını kaydıracak ya da helak edecek gibi idi.

Aynı şekilde onlar Kur'an'ı okuduğunu gördüklerinde deli olduğunu söylüyorlardı. Oysa Kur'an'ı ancak ona ehil olan aklı başında bir kimse ta­şıyabilir. Kur'an bütün alemler için bir şeref, bir hatırlatma ve bir öğüttür. Peygamber (s.a.)'e tabi olmak ve ona iman etmekle müşerref olurlar. Böyle bir Kur'an'ın bir deli tarafından getirilmiş olmasını akıl kabul eder mi? Böyle bir kitabı getiren bir kimseye deli denilebilir mi? [32]

 



[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/42.

[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/42.

[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/42-43.

[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/43.

[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/44.

[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/44.

[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/44-45.

[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/45.

[9] Bu, rivayetlerden birisidir. Ahmed ile Buhari'nin Edebu'l-Müfred'de, Hakim ve Bey-haki'nin Ebû Hureyre'den rivayetlerinde ise şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Ben ancak iyi ahlâkı tamamlamak üzere gönderildim."

[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/45-48.

[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/48-49.

[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/50.

[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/50-51.

[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/51.

[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/52.

[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/52-54.

[17] Kurtubi, XVIII/237.

[18] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1845.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/54-56.

[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/58-59.

[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/59.

[21] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/59-60.

[22] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/60-62.

[23] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/62-64.

[24] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/65-66.

[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/66-67.

[26] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/67.

[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/67-69.

[28] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/69-70.

[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/71-72.

[30] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/73.

[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/73-76.

[32] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/77.