Takva Sahiplerinin Mükâfatı Ve İtaatkâr İle İsyankârın Birbirine Eşit Olmayacağı |
Bu sureye Kalem suresi
adının veriliş sebebi Yüce Allah'ın başında şöylece yemin etmesidir: "Bu
kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andol-sun ki..." Kalem ile yemin
etmesi onun için bir tazimdir. Çünkü kalemi yaratmak pek büyük bir hikmete
delildir. Ayrıca kalemin anlatılamayacak kadar çok faydaları vardır. Keşşaf
müellifi de böyle demiştir. Çoğunluğun görüşüne göre kalemden kasıt kalem
cinsidir. Şanı Yüce Allah gökte ve yerde kendisi ile yazı yazılan her bir
kaleme yemin etmektedir.
Bu sureye "Nun suresi" adı da verilmiştir. [1]
Bu surenin önceki sure
ile iki bakımdan ilişkisi vardır:
1-
Şanı Yüce Allah, Mülk suresinin sonlarında
müşrikleri suyu yerin dibine geçirmekle tehdit etmişti. Bu surede de buna dair
bir delil sözkonu-su edilmektedir. O da geceleyin gelen bir musibet neticesinde
bir bahçenin mahsullerinin yok edilmesidir. Gelen bu musibet ise gökten gelip
onu yakan bir ateşti. Bahçe sahipleri o sırada uyuyordu, uyandıklarında mahsullerinin
en ufak bir izini bulamadılar.
2- Yüce
Allah Mülk suresinde göz kamaştırıcı kudretinin, engin ilminin birtakım
delillerini söz konusu etmiş, ölümden sonra dirilişi ispat edip müşrikleri
dünyada ve ahirette can yakıcı azap ile tehdit ederek onları hiçbir ortak
koşmaksızın bir ve tek olarak Allah'a, ölümden sonra dirilişe, Allah'ın Rasulü
Muhammed (s.a.)'a iman etmeye teşvik etmiştir. Daha sonra Yüce Allah bu surenin
baş tarafında müşriklerin batıl iddialarından uzak olduğunu, Rasulullah (s.a.)
için ileri sürdükleri büyücü, şair ya da delilikle onun hiçbir ilişkisinin
bulunmadığını belirtmekte ve pek büyük bir ahlâka sahip olmakla onu övmektedir.
[2]
Mekke'de inmiş olan bu
sure bir önceki sure gibi doğru İslâmî akidenin esaslarını ortaya koymaktadır.
Burada söz konusu edilen esaslar nübüvvet ve risaletin, ölümden sonra diriliş
ve ahiretin ispatıyla kıyamet gününde müslümanlarla günahkârların akıbetidir.
Sure müşriklerin
ithamlarını ve batıl iddialarını reddetmek maksadıyla ve büyüklüğüne işaret
olmak üzere, kaleme yemin etmekle ve Peygamber (s.a.)'i pek büyük bir ahlâk sahibi
olmakla nitelendirerek başlamaktadır: "Nun, kaleme ve yazmakta oldukları
şeylere andolsun ki... ve şüphe yok ki sen çok büyük bir ahlâka sahipsin."
Bunun arkasından sure
bazı kâfirlerin kötü ahlâkını, Allah Rasulü'ne iftiralarını açıklamakta,
Allah'ın onlar için hazırlamış olduğu pek acıklı azabı belirterek tehdit
etmektedir: "Yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler... Biz burnu
üzerinden damgalayacağız onu." (5-16. ayetler)
Arkasından Mekke
kâfirlerine Yüce Allah'ın nimetlerini inkâr edip ona kâfir olmaları, fakir ve
yoksulların haklarını vermek istemeyişleri sebebiyle bahçeleri yakılıp telef
edilen bahçe sahiplerini örnek vermektedir: "Gerçek şu ki biz o bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi... Eğer bilselerdi" (17-33. ayetler)
Sure müminlerle günahkârları
karşılaştırmış, verdikleri kötü hükümler dolayısıyla müşrikleri azarlamış,
iddialarını çürütmüş, onlara karşı deliller ortaya koymuş, ahiretteki
durumlarını ve oldukça hor ve hakir konumlarını da açıklamış bulunmaktadır:
"Biz müslümanları o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?.. Halbuki onlar
sapasağlam iken secdeye çağırılıyorlar-dı." (35-43. ayetler)
Daha sonra Kuranı
yalanlayan müşrikleri de şöylece tehdit etmektedir: "Artık beni ve bu
sözü yalanlayanları başbaşa bırak..;" (44. ayet)
Sure sona ererken
Peygamber (s.a.)'e müşriklerin eziyetlerine karşı sabretmesini emretmekte,
davetini tebliğde sıkılmaktan, daralmaktan, onu sakındırmaktadır ki böylelikle
o da Yunus (a.s) gibi olmasın: "Artık Rabbinin hükmüne sabret ve o balık
sahibi gibi olma..." (48. ayet) Eziyetlerine karşı korunacağını ilân
ederken, müşriklerin deli olduğuna dair iftiralarını da çürütmekte, Kur'an-ı
Kerimin bütün alemler için bir öğüt ve bir ibret olduğunu belirterek bu
iddialarını da reddetmektedir. Durum böyle iken Kur'an'ın kendisine indirildiği
zat nasıl deli olabilir: "Gerçek şu ki o kâfirler..." (51-52.
ayetler)
[3]
Bu sure Kur'an-ı
Kerimin Mekke'de ilk inen bölümlerindendir. İbni Abbas'tan gelen rivayete göre
önce; "Yaratan Rabbinin adıyla oku." suresi, daha sonra bu sure,
arkasından Müzzemmil, arkasından da Müddessir sureleri inmiştir.
[4]
1- Nun, kaleme ve
yazmakta oldukları şeylere andolsun ki;
2- Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli
değilsin.
3- Gerçekten senin için elbette kesilmeyecek
bir ecir vardır.
4- Ve şüphe yok ki sen
çok büyük bir ahlâka sahipsin.
5- Yakında sen de
göreceksin, onlar da görecekler.
6- Delilik hanginizde
imiş.
7- Muhakkak senin Rabbin, kendi yolundan
sapanları da en iyi bilendir, hidayet bulanları da en iyi bilen O'dur.
"Nun," Ebû
Hayyan dedi ki: "Nun", sad ve kaf gibi alfabe harflerinden-dir. Bu da
başkaları ile birlikte kendisinde amel edecek âmil bulunmaksızın gelmiş
bulunan diğer harfler gibi mu'reb değildir. Bunun i'rab konumu ile ilgili
yapılacak değerlendirmeler zorlama ifadelerden ibarettir.
[5]
"Mecnun,
memnun" kelimeleri arasında ikinci harfin farklılığı dolayısıyla eksik
cinas söz konusudur.
"Yakında sen de
göreceksin onlar da görecekler. Delilik hanginizde imiş" buyruğu bir
tehdittir. Mef ulun (neyin görüleceğinin) hazfedilmesi ise durumu daha dehşetli
bir şekilde ifade etmek içindir.
"Yesturûn,
bimecnûn, memnun, meftun..." lafızlarında murassa' seci' vardır.
"Sapanlar,
hidayet bulanlar" lafızları arasında da tezat vardır.
[6]
"Nun" ya
surenin adıdır veya meydan okumak maksadıyla zikredilmiştir; Kaf ve sad gibi.
Böylelikle Kur'an'ın ya da onun bir bölümünün benzerini getirmeleri istenmiş
olmaktadır. Çünkü bu Kur'an kendilerinin konuştukları, yazdıkları, şiirlerini
düzenledikleri pek belâgatli hutbeler söyledikleri Arapçayla indirilmiştir,
"kaleme..." buyruğundan müfessirlerin çoğunluğuna göre maksat
kendisi ile yazı yazılan kalem cinsidir. Yüce Allah göklerde ve yerde
kendisiyle yazılan her bir kaleme yemin etmektedir, "ve yazmakta
oldukları şeylere" Çünkü sözlü olarak kullanılan ibarelerle karşılıklı
anlaşma gerçekleştiği gibi, yazı ile de gerçekleşmektedir, "and olsun
ki" "sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli değilsin." Yani ey
Muhammedi Rabbin sana peygamberlik ve başka nimetler ihsan ettiği için deli
olamazsın. Bu Kureyş müşriklerinin: O bir delidir, şeklindeki sözlerini
reddetmektedir.
"Ve şüphe yok ki
sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." Çünkü sen kavminden senin gibi
kimselerin katlanamayacağı şeylere katlanmaktasın.
"Delilik
hanginizde imiş?" Sen mi delisin, onlar mı? "Delilik" diye çevirdiğimiz
"meftun" kendisine fitne isabet eden kimse demektir. Yani aklın ya da
malın kaybolması, elden gitmesi yahut bir evlâdın ölümü gibi bir belâ ve
mihnet sebebiyle deli olan kimse demektir.
"Muhakkak senin
Rabbin kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir." Yüce Allah onları
bilir. Bunlar ise hakikate karşı gelip, ondan uzaklaşanlardır. "Hidayet
bulanları da" olgun akla sahip olanları da "ere iyi bilen
O'dur."
[7]
"Sen Rabbinin
nimeti sayesinde..." ayetinin (2. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak,
İbnü'l-Münzir'in rivayetine göre İbni Cüreyc şöyle demiştir: Onlar Peygamber
(s.a.)'e: O bir delidir diyorlardı. Daha sonra da bir şeytandır demeye
koyuldular. Bunun üzerine: "Sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli
değilsin" buyruğu nazil oldu.
"Ve şüphe yok ki
sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." ayetinin (4. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak şöyle bir rivayet vardır: Aişe (r.a.)'ye Peygamber (s.a.)'in
ahlâkına dair soru soruldu. O da: Onun ahlâkı Kur'an'dı dedi ve Sen Kur'an'ı
hiç okumadın mı, deyip "Müminler gerçekten felah bulmuştur..."
(Mu'minun, 23/1-10) buyruklarını okudu.
[8]
"Nun, kaleme ve
yazmakta oldukları şeylere and olsun ki sen Rabbinin nimeti sayesinde bir deli
değilsin." Bu buyruklardaki "Nun" bazı surelerin başında dikkat
çekmek ve meydan okumak için yer alan sad ve kaf gibi mukatta' harflerdendir.
Ayetin anlamı şudur: Kendisi ile yazı yazılan kaleme, insanların kalemle
yazdıkları ilimlere ve bilgilere yemin ederim ki, gerçekten sen ey Muhammed,
Allah'ın sana ihsan etmiş olduğu peygamberlik, iman, sağlam görüş ve güzel
ahlâk gibi nimetler sebebiyle onların ileri sürdükleri gibi deli değilsin.
Bu, Mekkelilerin onun
deli olduğu şeklindeki iftira ve iddialarına bir cevaptır. Mekke kâfirlerinin
düşmanlık ve kıskançlıklarından ötürü ona nispet ettikleri halden bütünüyle
uzaktır ve Allah'ın kendisine ihsan etmiş olduğu ve onu peygamberliğe ehil
kılan üstün akıl ve diğer ahlâki faziletleri gibi nimetler sebebiyle pek
yüksek bir mevki ve üstün bir konumdadır. Buradaki "Sen Rabbinin nimeti
sayesinde bir deli değilsin." anlamındaki ayet, hakkında yemin edilen
husustur.
Kaleme ve kalem ile yazılan
şeylere yemin etmek, bu nimetlerin büyüklüğüne ve konuşma ve maksadı açıklama
nimetlerinden sonra insan üzerindeki en üstün nimetler olduklarına bir
işarettir. Çünkü bu yolla kültür seviyesi yükselir, ilimler ve bilgiler,
toplumlar, ümmetler ve fertler arasında yayılır. Ayrıca ümmetlerin ve
toplumların diğer insanlara neler sunduklarının ve üstün gelişmelerinin de bir
delilidir.
İbni Cerir ile İbni
Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Abbas şöyle demiştir: "Allah'ın ilk
yarattığı şey kalemdir. (Allah) yaz, diye buyurdu. Kalem: Ne yazayım diye
sordu. Şöyle buyurdu: Kaderi yaz. Böylelikle kalem o günden kıyametin kopacağı
vakte kadar olacakların hepsini yazdı, sonra da nun'u (yani hokkayı)
yarattı."
İbni Asakir'in
rivayetine göre Ebû Hureyre dedi ki: Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken
dinledim: "Şüphesiz Allah'ın yarattığı ilk şey kalemdir. Daha sonra
mürekkep hokkası demek olan nun'u yarattı. Sonra buyurdu ki: Meydana gelecek
amel, rızık ya da ecel kabilinden herbir şeyi yaz. O da kıyamet gününe kadar
olacakları ve olanları yazdı. Sonra kalem üzerine mühür basıldı, artık kıyamet
gününe kadar konuşmayacaktır."
Taberani merfu olarak
İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalem ve balıktır. Kaleme yaz dedi,
kalem: Ne yazayım diye sordu. Kıyamete kadar olacak olan herşeyi, diye buyurdu.
Daha sonra: "Nun, kaleme ve yazmakta oldukları şeylere andolsun ki"
buyruğunu okudu.
Yüce Allah arkasından
hakkında yemin edilen şeylerin geri kalan bölümünü söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Gerçekten senin
için elbette kesilmeyecek bir ecir vardır." Yani şüphesiz sen
peygamberlik yükünü taşıdığın, daveti tebliğ etmek uğrunda türlü sıkıntılara
katlandığın için pek büyük bir sevap vardır senin için. Bu mükâfat ise asla
kesintiye uğramayacaktır. O sürekli olacaktır, yahutta insanlar tarafından
bundan dolayı sana minnet edilmeyecektir.
"Ve şüphe yok ki
sen çok büyük bir ahlâka sahipsin." Yani şüphesiz ki sen Allah'ın Kur'an-ı
Kerimde sana gözetmeni emrettiği pek büyük bir ahlâka sahipsin. Çünkü
kavminden senin gibilerinin kaldırmayacağı şeylere sen katlandın. Sen pek büyük
bir edep, haya, cömertlik ve kahramanlık, hilm (cahilce davranışları
bağışlama), affetme ve buna benzer ahlâkın güzel değerlerine sahipsin. Sen Yüce
Allah'ın şu buyruğunda uymanı istediği edep ve ahlâk kurallarına gereği gibi
riayet edersin: "Sen af yolunu tut, maruf olanı emret, cahillerden de yüz
çevir." (A'raf, 7/199)
Ahmed, Müslim, Ebû
Davud ve Nesai'nin, Aişe'den rivayetlerine göre ona Peygamber (s.a.)'in
ahlâkına dair soru sorulunca şu cevabı vermiş: Rasu-lullah (s.a.)'ın ahlâkı
Kur'an-ı Kerim'di ya da onun ahlâkı Kur'an'dı. Sen: "Ve şüphe yok ki sen
çok büyük bir ahlâka sahipsin" buyruğunu okumadın mı?
Buna Peygamber (s.a.)'in
şu buyruğu da delildir: "Muhakkak Allah beni ahlâkın üstün değerlerini
tamamlayayım diye gönderdi."[9]
Ahlâkın üstün değerleri (mekârim-i ahlâk) ise dünya, din ve ahiretin salâhına
dair olan herşey demektir. Yine İbnu's-Sem'ani'nin Edebu'l-İmlâ adlı eserinde
rivayet ettiğine göre İbni Mesud'dan, Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu
nakledilmiştir: "Rabbim beni edeplendirdi. Benim edebimi ne de güzel
etti!" Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen af yolunu tut, maruf
olanı emret, cahillerden de yüz çevir." (A'raf, 7/199) Ben onun bu
buyruğunu gereği gibi yerine getirince de: "Ve şüphe yok ki sen çok büyük
bir ahlâka sahipsin. " diye buyurdu.
Buhari ile Müslim'de
sabit olduğuna göre Enes dedi ki: Rasulullah (s.a.)'a on yıl hizmet ettim. Asla
bana öf bile demedi. Yaptığım bir şeye niye yaptın da demedi. Yapmadığım bir
şey için de niye yapmadın, diye sormadı.
Ahmed'in rivayetine
göre Aişe (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) eliyle asla bir hizmetçisine
vurmadığı gibi bir kadına da vurmadı. Eliyle asla hiçbir şeye vurmadı. Allah
yolunda cihad etme hali dışında. Eğer iki şey arasında serbest bırakılacak
olursa mutlaka onların kolay olanını daha çok severdi. Yeter ki günah olmasın.
Şayet o şey günah olursa insanlar arasında günahtan en uzak olan o idi. Allah'ın
yasakları çiğnenmesi hali dışında, ona yapılan herhangi bir işten ötürü kendi
adına asla intikam almadı. Şayet Allah'ın yasağı çiğnenmişse Yüce Allah için
kendisi intikam alırdı."
Rasulullah'ın pek
büyük bir ahlâka sahip olduğu belirtildikten sonra, Allah müşrikleri tehdit
ederek şöyle buyurmaktadır:
"Yakında sen de
göreceksin, onlar da görecekler. Delilik hanginizde imiş?" Yani ey
Muhammed, sen de sana muhalefet eden ve seni yalanlayan kâfir müşrikler de
dünyada da, ahirette de hanginizin deli, hanginizin sapıtmış olduğunu
bileceklerdir. Bu onların: Muhammed delirmiş ve sapıtmış bir kimse olduğu
iddialarına bir cevaptır. Meftun (fitneye maruz kalmış )dan kasıt, delilikle
fitneye düşen kimse demektir. Bu da galeyana getirmekten uzak, aklı uyarıp
dikkat çeken üstün bir hitap tarzıdır.
Bu tehdit Yüce
Allah'ın: "Yarın kimin mağrur ve şımarık bir yalancı olduğunu
bileceklerdir." (Kamer, 54/26) buyruğu ile: "Şüphe yok ki biz yahut
siz ya bir hidayet üzereyiz ya da apaçık bir sapıklıkta." (Sebe, 34/24)
buyruklarını andırmaktadır.
Daha sonra Yüce Allah
vaadi ve tehdidi pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak senin Rabbin
kendi yolundan sapanları da en iyi bilendir, hidayet bulanları da en iyi bilen
O'dur." Yani şüphesiz Allah gerçekte kimin sapık olduğunu bilir. Sen mi,
yoksa seni sapıklıkla itham eden mi? Her iki kesimden kimin dünya ve ahiret
mutluluğuna kavuşturacak hidayet üzere olduğunu da bilir; sen mi, onlar mı?
Aksine sapık olanlar
onlardır, demektir. Çünkü dünya ve ahirette faydalarına aykırı halde olanlar,
kendileri için zararlı olan şeyleri tercih edenler onlardır. Yüce Allah da pek
yakında her bir kesime lâyık olduğu mükâfatı yahut cezayı verecektir.
Sapmaktan maksat, din
ve akidede sapıklıktır. Hidayet bulmaktan maksat da dinde hidayeti, doğru yolu
bulmaktır. Bu ifadelerle Ebû Cehil b. Hişam, Velid b. Muğire ve benzerlerine
bir gönderme de vardır.
[10]
Ayetlerden aşağıdaki
hususlar anlaşılmaktadır:
1-
Kaleme ve yazılan şeye yemin etmek onların
önemine, ilim, bilgi, ilerlemek ve uygarlık alanlarındaki etki ve faydalarının
büyüklüğüne bir işarettir.
2- Burada üç
şey hakkında yemin edilmektedir. Kâfirlerin iddia ettiği gibi Peygamber
(s.a.)'in deli olmadığı, aksine ona pek büyük mükâfatın ve pek büyük bağışların
sürekli verileceği, kendisinin üstün bir ahlâk olan Kur'an ahlâkına sahip
bulunduğu. Bu da Müslim'in Sahih'inde ve başka kaynaklarda Aişe'den gelen
rivayetlerde sabit olduğu üzere bu husustaki görüşlerin en doğrusudur.
Peygamber (s.a.)'e
Yüce Allah'ın pek büyük olan bu nimetlerinin verilmiş olması ve bu nimetlerin
onda fesahat, mükemmel akıl ve her türlü üstün niteliğe sahip olması şeklinde
ortaya çıkması, deliliğe aykırıdır. Buna göre düşmanların sözleri bir çeşit
hezeyandır.
Ahlâk ruhî bir meleke
olup, bu sayede insan güzel işleri kolaylıkla yapabilir. En güzel yolu
izlemekle birlikte büyük olmakla nitelendirilmesi halinde, o kimseden daha
güzel ahlâklı hiç kimse bulunmaz demektir.
Tirmizi'nin rivayetine
göre Ebu Zerr dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Nerede olursan
Allah'tan kork. Kötülüğün peşinden iyiliği işle ki onu silsin. İnsanlarla da
güzel bir ahlâk ile geçin." Yine Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu'd-Derda,
Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Kıyamet gününde
müminin mizanında güzel ahlâktan daha ağır bir şey olmayacaktır. Şüphesiz Yüce
Allah çirkin ve müstehcen (konuşan) kimseye buğzeder."
Yine Ebu Hureyre'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah'a (s.a.): İnsanların cennete
girmelerine en çok sebep olan şey nedir diye soruldu. O da: "Allah'a
karşı takvalı olmak ve güzel ahlâk." diye buyurdu. İnsanların cehenneme
girmelerine en çok sebep olan şeyin ne olduğu da sorulunca: "Ağız ve
fere" (cinsel uzuvlar) diye buyurmuştur.
3- Yüce
Allah kâfirleri tehdit ederek hak ile batıl, dünya ve ahirette kendilerine
apaçık belli olacağında kimin deli olduğunu ve kimin aklının daha üstün,
yolunun daha esenlikli, din ve akidesinin daha doğru olduğunu pek yakında
bileceklerini belirterek tehdit etmektedir.
Bunu da Yüce Allah'ın
dininden kimin saptığını, kimin ise hidayet, hak ve doğruluk üzere olduğunu
bilmesi pekiştirmektedir. O da kıyamet gününde herkese amelinin karşılığını
verecektir.
[11]
8- Artık
yalanlayanlara itaat etme.
9- Onlar senin kendilerine
yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak davranacaklardı.
10- Sakın itaat etme; çokça yemin eden, aşağılık
ve değersiz her kişiye;
11- Ayıplayıp duran, onun bunun s sözünü taşıyana;
12- Hayra durmadan
engel olan, haddi aşan ve günahkâr olana;
13- Cahil ve kaba
üstelik kulağı kesik olana;
14- O mal ve oğullar
sahibi oldu, diye.
15- Karşısında ayetlerimiz okunduğunda:
"Bunlar öncekilerin masallarıdır." der.
16- Biz onu burnunun üzerinden damgalayacağız.
"Biz onu burnu
üzerinden damgalayacağız." buyruğunda istiare vardır. Filin hortumu
insanın burnu yerine istiare yoluyla kullanılmıştır. Maksat tahkir etmek ve
hafife almaktır.
[12]
"Artık
yalanlayanlara itaat etme" buyruğu ile onlara muhalefetin kararlılığı
daha da pekiştirilmek istenmiştir.
"Onlar senin
kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler." Onlara şirkten
vazgeçmelerini söylemeyi terkederek ya da bazen onlara uyarak yumuşaklık
göstermeni temenni ettiler. Buyruk müdahale, yumuşaklık ve göstermelik davranış
anlamında kullanılan "iddihan"dan gelmiştir.
"Kendileri de
bunun üzerine sana yumuşak davranacaklardı." Sana dil uzatmayı bırakıp
uygun tutum takınarak sana karşı yumuşayacaklardı. Onlar böylelikle senin
yumuşamanı temenni ettiler. Fakat kendi yumuşamalarını senin yumuşaklık
göstereceğin zamana kadar ertelediler. Ya da onlar, keşke sen yumuşak davransan
da o vakit onlar da yumuşak davransalardı, diye temennide bulundular.
"Sakın itaat etme
çokça yemin eden" hak batıl demeden pek çok yemin eden "aşağılık ve
değersiz" görüşü önemsiz "ayıplayıp duran" başkasına dil
uzatarak gıybet yapan "onun bunun sözünü taşıyana" insanlar arasında
aralarını bozmak için laf götürüp getiren; "hayra durmadan engel
olan" mala karşı cimri olup insanları imandan, infaktan, salih amel
işlemekten alıkoyan "haddi aşan" zalim olan ve hakkı aşarak batıla
yönelen "çok günahkâr olan" büyük küçük pek çok günah işleyen
"cahil ve kaba" katı, kaba saba "üstelik kulağı kesik"
Kureyş'e sonradan katılan ve aslen onlardan olmayan kimse demektir. Sözkonusu
edilen kişi Velid b. Muğire'dir. Babası onsekiz sene sonra oğlu olduğunu
söylemişti.
İbni Abbas dedi ki:
Yüce Allah'ın bu kimseyi nitelendirdiği kusurlarla bir başkasını
nitelendirdiğini bilmiyoruz. Böylelikle ebediyyen yakasını bırakmayacak bir
utanca mahkûm etmiş olmaktadır. Bunun şer ve bayağı olmakla tanınan kimse
demek olduğu da söylenmiştir.
"O mal ve oğullar
sahibi oldu diye" inkâr mı edecek? "Karşısında ayetlerimiz"
Kur'an-ı Kerim "okunduğunda: Bunlar öncekilerin masallarıdır"
öncekilerin hurafe ve batıl inanışlarıdır "der."
"Biz onu burnunun
üzerinden damgalayacağız." Hayatta kaldığı sürece kendisiyle
ayırdedileceği bir alâmet ve bir işaret bırakacağız burnu üzerinde. Bedir günü
kılıçla burnu kesilmişti. Yani Velid'in burnu Bedir günü yaralanmış ve bu
yaranın izi kalmıştı. Vesm (damgalamak); başkasından ayrılması için bir şeyin
üzerine bir alâmet koymak demektir.
[13]
İbni Ebi Hatim,
Süddi'den Yüce Allah'ın: "Sakın itaat etme çokça yemin eden, aşağılık ve
değersiz her kişiye" buyruğu hakkında şunları söylemiştir: Ayet, Ahnes b.
Şerik hakkında inmişti. İbnü'l-Münzir de Kelbi'den bunun benzeri bir görüş
nakletmiştir. Bu aynı zamanda Şabî ve İbni İs-hak'ın da görüşüdür. Yine İbni
Ebi Hatim'in rivayetine göre Mücahid şöyle demiştir: Ayet Esved b. Abd Yeğûs
yahutta Abdurrahman b. Esved hakkında inmiştir.
Meşhur olan ise
ayetlerin Velid b. Muğire hakkında indiğidir. İbni Ce-rir'in rivayetine göre
İbni Abbas şöyle demiştir: Peygamber (s.a.): "Sakın itaat etme; çokça
yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye. Ayıplayıp duran, onun bunun sözünü
taşıyana" buyrukları indi; fakat kimden söz edildiğini bilmiyorduk.
Nihayet bundan sonra: "Cahil ve kaba üstelik kulağı kesik olana."
buyruğu nazil olunca kim olduğunu bildik. Onun, koyunun kesilip sarkan kulağı
gibi sarkan bir parçacığı vardı.
[14]
Rasulullah (s.a.)'m
din ve ahlâk bakımından mükemmelliği açıklandıktan sonra, kâfirlerin kötü
ahlâkı sözkonusu edilmekte ve müminlerin sayıca az, kâfirlerin ise çok
olmalarına rağmen, onlara karşı yumuşamamaya ve muhalefet etmeye davette
bulunulmaktadır.
[15]
"Artık
yalanlayanlara itaat etme!" Senin risaletini yalanlayan kâfirlere
muhalefeti sürdür ve bu hususta sıkı davran. Bu Yüce Allah'ın Mekke'nin ileri
gelen müşriklerine karşı yumuşaklığı açıkça yasaklayan bir buyruktur. Çünkü
onlar kendisini atalarının dinine çağırıyorlardı. Yüce Allah da ona onlara
itaat etmeyi yahut da onları İslama teşvik etmek maksadıyla itikadî bakımdan
kısmen bir fedakârlıkta bulunarak onlara şirin görünmeye çalışmayı
yasaklamaktadır. Bu yasaktan maksat ise, onlara muhalefet etmek için gayrete
getirmek ve işi sıkı tutmak gerektiğini anlatmaktır. Müfessirler der ki:
Müşrikler Peygamber (s.a.)'den Allah'a bir süre, kendi putlarına da bir süre
tapınmasını istediler. Kendileri de Allah'a bir süre, kendi ilâhlarına bir süre
tapmacaklardı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Artık yalanlara itaat
etme." buyruğunu indirdi.
"Onlar senin
kendilerine yumuşak davranmanı arzu ettiler. Kendileri de bunun üzerine yumuşak
davranacaklardı." Kendilerine karşı yumuşamanı temenni ettiler. Onlar da
sana karşı yumuşayacaklardı. Sen onların ilâhlarına meyledecek, onlara
yaklaşacaktın. Üzerinde bulunduğun hakkı terkede-cektin. Onlar da senin ilâhına
ibadetin uygun olduğunu kabul edeceklerdi.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ve eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık
onlara az kalsın biraz meyledecektin. O takdirde biz sana hayatın da kat kat
azabını, ölümün de kat kat azabını tattıra-caktık. Sonra bize karşı hiçbir
yardımcı bulamayacaktın." (İsra, 17/74-75)
Daha sonra Yüce Allah
yalanlayıcı kâfirlerin tümü arasından küfrün dışında aşağıdaki yerilmiş on
niteliğe sahip kimseleri özellikle söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
1, 2-
"Sakın itaat etme; çokça yemin eden aşağılık ve değersiz her kişiye."
Yani batıl ve haksız yere çokça yemin eden, görüşü ve düşüncesi değersiz
kimseye itaat etme! Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna benzemektedir:
"Allah'ı yeminlerinizle iyilik etmenize... engel yapmayın." (Bakara,
2/224) Bu ayette şuna da işaret edilmektedir: İzzet-i nefis kulluğun sağlıklı
bir şekilde yapılmasıyla alâkalıdır. Bayağı bir kişilik sahibi olmak ise,
rububiye-tin sırrından yana gafil olmakla ilişkilidir. Aynı şekilde çokça yemin
eden, çok da yalan söyler. Çok yalan söyleyen kimse ise insanların gözünde değersizdir.
3, 4-
"Ayıplayıp duran, onun bunun sözünü taşıyan." Çokça ayıplayan, çokça
tenkid eden, yüzlerine karşı insanlardan kötülükle söz eden, insanların
arasını bozmak için laf alıp götüren, çokça ayıplayan (lemmâz) ise; yokluklarında
insanları diline dolayan kimsedir. İbn Mace dışında Kütüb-i Sit-te sahipleri
ile Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerine göre Huzeyfe şöyle demiştir: Rasulullah
(s.a.)'ı şöyle buyururken dinledim: "Cennete laf alıp götüren hiçbir kimse
girmeyecektir."
5, 6-
"Hayra durmadan engel olan, haddi aşan ve çok günahkâr olan" Cimri,
insanları iman, infak ve salih amel gibi hayırlardan engelleyen, zalim, hakkı
ve Yüce Allah'ın emir ve nehiy ile ilgili sınırlarını aşan küçük büyük çokça
günah işleyen. Velid b. Muğire'nin on oğlu vardı. Onlara ve yakınlarına şöyle
derdi: "Eğer sizden herhangi bir kimse Muhammed'in dinine uyacak olursa,
ebediyyen ona en ufak bir faydam dokunmayacaktır." Böylece onların
müslüman olmalarını engellemişti. İşte onları işlemekten alıkoyduğu hayır bu
olmuştu.
7, 8-
"Cahil ve kaba üstelik kulağı kesik olan" yani sözü edilen kusurlarından
başka o kaba, katı, haşin, sert tabiatlı, kötü ahlâklı, Kureyş'e sonradan katılma,
onlardan olmayan şer ve kötülük işlemekte ünlü birisidir.
İmam Ahmed ile Ebû
Davud dışında Kütüb-ü Sitte sahiplerinin rivayetine göre Harise b. Vehb şöyle
demiştir: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Sizlere cennet ehlinin kimler
olacağını bildireyim mi? Onlar: Allah adına yemin ettiği takdirde Allah'ın
yeminini yerine getireceği güçsüz ve güçsüz görülen herkestir. Kimlerin
cehennemlik olduğunu da size bildireyim mi? Bunlar da mal toplayıp başkasına
ulaştırılmasını engelleyen, hayra karşı duran ve büyüklük taslayan
herkestir."
Daha sonra Yüce Allah
böyle bir kimsenin kibir ve küfrünün birtakım sebeplerini ve dışa yansıyan
hallerini sözkonusu ederek şöyle buyurmaktadır:
9, 10-
"O, mal ve oğullar sahibi oldu diye." Yani Yüce Allah ona mal ve
oğullar ihsan ederek nimet verdi diye Yüce Allah'ı ve Rasulünü inkâr mı edecek?
O böyle yapmakla nimetlere küfür ve nankörlükle karşılık vermiş olur. Bu
tutumunun Rabbi nezdinde kendisine hiçbir faydası olmaz.
Bu ifadeler Yüce
Allah'ın kendisine vermiş olduğu mal ve evlât nimetlerine karşılık Allah'ın
ayetlerini inkâr ve onlardan yüz çevirmek şeklinde karşılık vereceğinden ötürü
bir azap ve bir sitemdir. Zemahşeri dedi ki: Bu Yüce Allah'ın: "Sakın
itaat etme." buyruğu ile alakalıdır. Yani bu kötü niteliklerle birlikte o
kimse mal sahibidir diye yani bolluk içinde ve dünyalıktan pay almış diye ona
itaat etme!
"Karşısında
ayetlerimiz okunduğunda: Öncekilerin masallarıdır der." Böyle birisine
Kur'an ayetleri okunacak olursa bunların yalan olduklarını, eskilerin kıssalarından
ve batıl hikayelerinden alındığını, bunların Allah tarafından gönderilmemiş
olduğunu ileri sürer.
Bu da Yüce Allah'ın
azgın ve zorba kişi tarafından söylediği belirtilen şu buyruklarına
benzemektedir: "Başbaşa bırak beni; tek başına yarattığım, kendisine bir
hayli mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine
alabildiğine nimetler verdiğim kimseyle. Sonra daha da arttırmamı umar. Asla!
Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır. Ben onu sarp yokuşa sardıracağım.
Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti. Tekrar tekrar
kahrolası! Ne biçim ölçtü, biçti. Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü
ekşitti, sonra yüz çevirip, büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu
nakledilegelen bir büyüden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey
değildir." (Müddessir, 74/11-25)
Daha sonra Yüce Allah
sözü edilen bu kimsenin dünyada ya da ahiret-teki cezasını söz konusu ederek
şöyle buyurmaktadır:
"Biz burnu
üzerinden damgalayacağız onu." Yani burnu üzerinde kara bir leke
bırakacağız. Bedir günü savaştı, savaşta burnu kılıçla kesildi. Mü-berred dedi
ki: Burada (ayetteki lafzıyla) "hurtûm" burun demektir. Onu
alçaltmak, hafife almak ve tahkir etmek için bu lafız kullanılmıştır. Çünkü
genelde yüz ya da burun üzerindeki alâmet, eksiklik ve kusurdur. Bir topluluğun
açıklamasına göre: "onu damgalayacağız" buyruğundan kasıt, cehennemliklerin
damgasını vuracağız demektir. Yani kıyamet gününde onun yüzünü karartacağız.
Yüzü anlatmak için de hurtûm (burun) lafzı kullanılmıştır. Daha cehenneme girmeden
önce yüzü ateşle kararmış olacaktır. Böylelikle onun ya da burnunun üzerinde
bir alâmet olacaktır.
[16]
Ayetler aşağıdaki
hususları ifade etmektedir:
1- Yüce
Allah peygamberine ve onunla aynı durumda olan müminlere peygamberliği
yalanlayan müşriklere yakınlaşmasını yasaklamaktadır. Yasak (nehy) da o işin
haram olmasını gerektirir. Müşrikler Peygamber efendimizin kendisine
ilişmemeleri için, onun da kendilerine ilişmemesini istiyorlardı. Yüce Allah
ise onların eğilimlerine uygun hareket etmenin küfür olduğunu açıkladı.
2- Kâfirler
Peygamber (s.a.)'in dinleri hususunda kendilerine karşı yumuşamasını,
kendilerine esnek davranmasını ve kendilerini öfkelendirmeyecek, hoşlarına
gidecek şekilde davranmasını temenni ettiler. Böylelikle onlar da dini
hususunda ona yumuşak davranacaklardı. Onlar kendisinden bir süre kendi
ilâhlarına tapınmasını istediler. Onlar da bu kadarlık bir süre onun ilâhına
tapmacaklardı. Fakat Yüce Allah ona bunu yasakladı.
3- Yüce
Allah yalanlayanlar arasından özellikle şu on niteliğe sahip olan kimselerden
uzak durmayı istemiştir. Bunlar çokça yemin eden, görüşü değersiz, ayırdetme
ve düşünme kabiliyeti olmayan, insanlara yüzlerine karşı kötü konuşan (hemmâz),
arkalarından onları yeren (lemmâz), insanların arasını bozmak maksadıyla laf
alıp götüren (nemmâm), malın uygun yerlerde harcanmasını ve insanların İslama
girmesini engelleyerek hayırdan alıkoyan, batıl peşinde giden, haddi aşan,
zalim olan, küçük büyük pekçok günah işleyen, küfründe katı, sert tabiatlı,
batıl uğrunda kötü bir şekilde mücadele eden, kavme sonradan katılmış, nesebi
belirsiz (zelil) olan... Velid b. Muğire el-Mahzûmî de Kureyş'in nesebine
sonradan katılmış birisi idi. Aslen Kureyşli değildi. Babası -daha önceden de
geçtiği üzere- (bu azgın iftiracının) doğumundan onsekiz yıl sonra oğlu
olduğunu iddia etmişti.
4- Velid
Yüce Allah'ın iyiliklerine ve nimetlerine karşı kötü hareketlerle cevap
verdiğinden Allah onu azarlamıştır. Allah kendisine mal ve oğullar vererek
nimetlerde bulunduğu halde kendisi kâfir olmuş, büyüklük taslamıştır. Bu
durumda ilgili buyrukların anlamı şöyle olur: "O mal ve oğullar sahibi
oldu diye" mi küfre sapıyor, büyüklük taslıyor? ifadenin şu takdirde
olması da mümkündür: Onun malları ve oğulları vardır, diye ona itaat mi
edeceksin? Şöyle de olabilir: O mal ve oğullar sahibidir diye: "Karşısında
ayetlerimiz okunduğunda: (Bunlar) öncekilerin masallarıdır der."
5- Yüce
Allah Velid'i dünya hayatında burnunu damgalamakla, ahiret-te de burnu üzerinde
açıkça görülecek bir alâmet koymakla tehdit etmektedir. İbni Abbas dedi ki:
"Biz burnu üzerinden damgalayacağız onu." Kılıçla onun burnuna alâmet
koyacağız. Ayetin hakkında indiği kişinin burnu Bedir gününde kılıçla
kesilmiştir. Ölünceye kadar da bunun izi devam etmişti. Katade dedi ki:
Kıyamet gününde onun burnu üzerine kendisi ile tanınacağı bir alamet
koyacağız. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "O günde kimi yüzler ağaracak,
kimi yüzler kararacaktır." (Al-i İmran, 3/106) Bu da apaçık bir alâmettir.
Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz günahkârları o gün gözleri
morarmış halde hasrederiz." (Taha, 20/102) Bu da açıkça görülen bir başka
alâmettir. İşte bu ayetteki: "Damgalayacağız onu" buyruğu üçüncü bir
alâmeti de ifade etmektedir. Bu da burun üzerinde ateşle damgalamaktır. Tercihe
değer olan bu damgalamanın her iki dünyada da olacağıdır.
Bütün bu buyruklar
Velid b. Muğire hakkında inmiştir. Yüce Allah'ın onun kusurlarını saydığı kadar
kimsenin kusurlarını saydığını bilmiyoruz. Böylelikle dünyada da, ahirette de
onun yakasını bırakmayacak bir utanç tablosu ortaya çıkmış oldu. Burun üzerine
damga vurulması gibi.[17]
İbnü'l-Arabi Yüce
Allah'ın: "Damgalayacağız onu" buyruğunu açıklarken şunları
söylemektedir: Yüze damga vurmak bir günah işleyen kimse için eskiden beri
insanların yaptıkları bir uygulamadır. O kadar ki rivayet edildiğine göre
Yahudiler zina edeni recm etmeyi ihmal edince bunun yerine zina edeni dövmeyi
ve yüzünü kömür ile siyaha boyamayı uygulamaya koymuşlardı. Bu ise batıl bir
uygulamadır. Yüze bir alâmet koymanın doğru olduğu uygulamalardan birisi de,
ilim adamlarının kabul ettiği, yalan şahitlikte bulunan kimsenin, -işlediği
masiyetin çirkinliğine bir alâmet ve bu işi yapmaya kalkışacak başka kimselere
durumun ağırlığını anlatmak üzere- yüzünün siyaha boyanmasıdır. Bu yolla yalan
şahitlik yapanın bu şekilde cezalandırılıp, bununla ün kazanması neticesinde
başkalarının da bu işten vazgeçmesi umulur. Oysa bu kişi hak sözü söyleyerek
aziz olabilirdi; fakat işlediği bu masiyet ile hakir düşmüştür. En ağır tahkir
şekli ise yüzün tahkir edilmesidir. İşte Yüce Allah'a itaat uğrunda onun tahkir
edilmesi de ebedî hayat bulmak ve onun ateşe girmesini önlemek için bir sebeptir.
Şüphesiz Yüce Allah sahih hadiste sabit olduğuna göre Adem oğlunun secde
izleri taşıyan bölümlerini yakmasını haram kılmıştır.[18]
17- Gerçek şu ki; biz
o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınarız. Hani sabah vaktinde
onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi.
18- "(İnşaallah
deyip) istisna da yap-
iniyorlardı.
19, 20- Onlar
uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından
dört bir yanın- dan bir belâ sardı. O da kapkara
kesiliverdi-
21- Sabah erkenden
birbirlerine seslendiler:
22- "Eğer
devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin" diye.
23- Birbirleri ile gizlice konuşarak gittiler:
24- "Sakın bugün
hiçbir yoksul kar-şınıza çıkıp oraya girmesin."diye.
25- "(Yoksulları)
alıkoymaya güçleri yetiyormuş gibi
erkenden gittiler.
26- "Fakat onu
gördüklerinde dedi- ler ki: "Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız;"
27- "Hayır,
aksine biz mahrum bırakılanlarız."
28- Ortancaları: "Ben size demedim mi
Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz?" dedi.
29- "Rabbimiz
münezzehtir, gerçekten biz zalimler imişiz." dediler.
30- Karşılıklı olarak
birbirlerini kınamaya başladılar.
31- Dediler ki:
'Yazıklar olsun bize, gerçekten biz azgınlar imişiz."
32- Rabbimizin bize
ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden
dileyenleriz."
33- Azap işte
böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür; eğer bilselerdi.
"Biz o bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi bunları da sınadık." Mekke halkını kıtlıkla,
açlıkla ve bunların dışında çeşitli belâ ve afetlerle imtihan ettik. Yani
smayanın davranışı gibi onlara muamele ettik.
Buradaki "cennet"
bahçe demektir. San'a'ya iki fersah uzaklıkta idi. Bu bahçe salih bir insana
aitti. Mahsulleri derleyeceği vakit fakirlere seslenir ve hasaddan arta
kalanları, rüzgarların düşürdüklerini yahut hurma ağacı altına açılan yaygının
uzağına düşenleri fakirlere bırakırdı. Böylelikle fakirler için çok miktarda
mahsul toplanırdı. Vefat edince çocukları: Babamızın yaptığını yapacak
olursak, elde edeceğimiz mahsul azalır. O bakımdan yoksullardan habersiz sabah
vaktinde mahsullerini toplayacaklarına dair yemin ettiler.
"Sabah vaktinde
onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi." Böylelikle yoksulların
durumu farketmesini ve babalarının tasadduk ettiği gibi onlar da yoksullara bir
şeyler vermeyi istememişlerdi.
"İstisna da
yapmıyorlardı." Yani yemin ederken inşaallah dememişlerdi. Buna istisna
denilmesinin sebebi, inşaallah çıkmayacağım ve Allah dilemesi müstesna
çıkmayacağım, demenin anlam itibariyle aynı oluşundan dolayıdır.
"Hemen onu"
yani bahçeyi "...bir belâ sardı." Rabbinin inen bir azabı gelip
isabet etti; bu da bahçeyi yakan bir ateşti.
"Kapkara
kesiliverdi." Yani geriye hiçbir şey kalmayacak şekilde mahsulleri
toplanmış bahçe gibi oldu; yahutta yandıktan sonra gece gibi simsiyah
kesiliverdi demektir.
"Eğer
devşirecekseniz" yani mahsullerinizi toplamak istiyorsanız "erkence"
sabahın erken vaktinde "mahsulünüzün" bahçenizin ya da elde edeceğiniz
mahsulün "başına gidin diye (birbirlerine seslendiler)."
"Birbirleriyle
gizlice konuşarak gittiler." Kendi aralarında başkaları kendilerini
duymasın diye gizlice konuştular.
"Alıkoymaya
güçleri yetiyormuş gibi" fakirleri engelleyebileceklerini ve kendilerince
mahsulü toplayabileceklerini zannederek "erkenden" bahçelerine
mahsullerini toplamaya "gittiler."
"Fakat onu"
bahçelerinin yanmış ve kapkara kesilmiş olduğunu "gördüklerinde... biz
yolumuzu şaşıranlarız" biz yolumuzu kaybettik, bahçemiz bu değildir
"hayır, aksine biz mahrum bırakılanlarız." Yoksulları mahsulünden
yararlanmaktan alıkoyduğumuz için bahçemizin mahsulünü almamız engellendi,
"dediler."
"Ortancaları"
yani onların en iyileri ve görüşleri en sağlam olanları "ben size demedim
mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz?" Allah'ı hatırlamalı,
yaptığınızdan dolayı ondan mağfiret dileyip, kötü niyetiniz sebebiyle ona tevbe
etmeli değil miydiniz?
"Gerçekten
biz" fakirlerin haklarını vermemekle "zalimlermisiz."
"Karşılıklı
olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Niyetleri ve yoksulların
haklarını vermemekte ısrarları sebebiyle biri diğerini kınamaya başladı.
"Yazıklar olsun
bize! Gerçekten biz" Allah'ın sınırlarını aşan "azgınlar
imişiz."
"Rabbimizin bize
ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur." Tevbenin bereketi ve günahımızı
itiraf etmekle bunu ümit ediyoruz. Onlara bahçelerinden daha iyisinin
verildiği de rivayet edilmiştir.
"Muhakkak ki biz
Rabbimizden" affı ve hayrı "dileyenleriz."
"Azap işte
böyledir." Yani bahçe sahiplerine verilen bu azap gibidir dünya azabı.
Mekkelilerden olsun, başkalarından olsun "ahiret azabı ise" bundan
"elbette daha büyüktür; eğer bilselerdi." Yani ahiret azabını bilselerdi,
kendilerini azaba götürecek işlerden sakmırlardı.
[19]
"Gerçek şu ki
biz... bunları da sınadık." ayetiyle (17. ayet) ilgili olarak îbni Ebi
Hatim, İbni Cureyc'den şunu rivayet etmektedir: Ebû Cehil Bedir eünü: Onları
yakalayınız, iplere bağlayınız ve onlardan kimseyi öldürmeyiniz, dedi. Bunun
üzerine: "Gerçek şu ki biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi bunları da
sınadık" buyruğu indi. Yani o bahçe sahipleri bahçeyi ellerine
geçirebildikleri gibi; biz de Mekkelilere müminleri ancak bu şekilde ele
geçirmelerine fırsat verdik.
[20]
Yüce Allah Velid b.
Muğire ya da başkasını mal ve evlât sahibidir diye inkâra, küfre, isyana ve
azgınlığa sürüklediğini ve bunu yaptığını reddetmek anlamını taşıyan soru
üslubuyla dile getirdikten sonra, bu ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın ona malı
ve evladı sınamak ve denemek için vermiş olduğunu açıklamaktadır. Böylelikle
bu nimeti Allah'a itaat yolunda harcayıp Allah'ın nimetine şükredip
etmeyeceğini ortaya çıkarmak istemişti. Böyle yaparsa onun nimetini
arttıracaktı. Şayet nankörlük ederse de o nimetlerini kesecekti. Üzerine
çeşitli belâ ve musibetleri yağdıracaktı. İşte bu hususta onun ve Mekkelilerin
durumu, mahsulleri yetişmiş bahçe sahiplerinin durumunu andırmaktadır.
Onlardan nimetlere şükretmeleri, fakirlere de haklarını vermeleri istenmişti.
Fakat bu bahçe sahipleri nimete karşı nankörlük ederek yoksulları da mahrum
bırakınca, Allah da onları mahsullerin tamamından mahrum bıraktı.
Rivayet edildiğine
göre Sakiflilerden müslüman bir kişinin San'a yakınlarında hurma ağaçları ve
ekini bulunan bir bahçesi vardı. Mahsulünü topladığı vakit fakirler için
mahsulünden büyük oranda bir pay ayırırdı. O ölünce o bahçe oğullarına miras
kaldı. Daha sonra da şöyle dediler: Bakmakla yükümlü olduğumuz çoluk çocuğumuz
çok, mal ise az. Babamızın yaptığı gibi yoksullara bir şeyler vermeye imkanımız
yok. Yüce Allah da onların bahçelerini yakmış, mahsullerini yok etmişti.
[21]
"Gerçek şu ki;
biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık. Hani sabah
vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin etmişlerdi. İstisna da
yapmıyorlardı." Yani bizler Kureyşlilerce durumları bilinen bahçe
sahiplerini sınadığımız gibi; Mekke kâfirlerini de Rasulullah (s.a.)'m dua
etmesi üzerine açlık ve kıtlıkla imtihan edip sınadık. Bu bahçe sahipleri
sabah vakti erkenden bahçelerinin mahsullerini devşireceklerine yemin
etmişlerdi. Böylelikle fakirler durumu bilip daha önce aldıklarını almaya
gelmesin istemişlerdi. Bu yolla mahsulün ve ekinin tamamını kendilerine
saklamaya çalışmışlardı. Bunu söylediklerinde de inşaallah dememişlerdi.
Çoğunluğun kanaatine göre onlar yemin edip inşaallah, diyerek işi Allah'ın
iradesi şartına bağlayıp, istisna yapmadıkları kanaatindedirler. Çünkü onlar bu
işi kesinlikle yapacaklarından emin idiler. Başkalarının görüşü de şöyledir:
Bundan maksat; onların ekinin tamamını toplayacaklarını, yoksullara paylarını
yahutta babalarının vaktiyle yoksullara verdiği kısmı istisna etmeksizin bunu
yapacaklarnı anlatmaktır.
Maksat, durumlarının
ortaya çıkarılması için Mekkelilerin sınanması-dır. Allah'ın üzerlerindeki
nimetlerine şükredip, Allah'ın kendilerine müjdeci ve uyarıcı olmak üzere
göndermiş olduğu Allah Rasulüne iman mı edeceklerdi, yoksa onu yalanlayarak
risaletini kabul etmeyip Allah'ın üzerlerindeki hakkını inkâr mı edeceklerdi?
Böylelikle bahçe sahipleri cezalandırıldığı gibi, kendileri de lâyık oldukları
cezaya çarptırılacaklardı. İşte Yüce Allah'ın şu buyruğunda haber verdiği husus
budur: "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından
bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi." Yani o bahçeyi Allah tarafından
gelen bir ateş çepeçevre kuşattı ve onu yaktı. Yani bu bahçeye semavi bir afet
gelip isabet etti ve simsiyah bir gece gibi kapkara kesiliverdi. Benzetme yönü
şudur: Bahçe kurudu, yeşilliği kayboldu ya da ondan geriye hiçbir şey kalmadı.
İbni Ebi Hatim'in
rivayetine göre İbni Mesud dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Masiyetlerden
olabildiğince sakınınız. Çünkü kul bir günah işlediğinden ötürü kendisi için
hazırlanmış bir rızıktan mahrum bırakılabilir." Daha sonra Rasulullah
(s.a.): "Onlar uyurlarken hemen onu Rabbin tarafından dört bir yanından
bir belâ sardı da kapkara kesiliverdi" buyruğunu okudu. İşte onlar
günahları sebebiyle bahçelerinin mahsulünden mahrum bırakıldılar."
Fakat onlar olup
bitenin farkında değillerdi. Maksatlarını gerçekleştirmek üzere kararlılıkla
yola koyuldular. Yüce Allah buyuruyor ki: "Sabah erkenden birbirlerine
seslendiler: Eğer devşirecekseniz erkence mahsulünüzün başına gidin,
diye." Sabah vakti mahsulleri toplamak için birbirlerine seslendiler:
Haydi sabahın erken saatinde meyve ve ekinleri toplamaya gidiniz, eğer
mahsullerinizi toplamak istiyorsanız, dediler. Mücahid dedi ki: Onların
mahsulleri üzüm idi.
"Birbirleriyle
gizlice konuşarak gittiler: Sakın bugün hiçbir yoksul karşınıza çıkıp oraya
girmesin diye." Mahsullerinin yanına hızlıca gittiler. Bu arada gizlice
konuşuyor ve birbirlerine şöyle fısıldıyorlardı: Yanınıza bir fakirin dahi
girmesine imkan vermeyiniz. O takdirde sizden daha önce babanızın verdiğini
kendisine de vermenizi isteyecektir.
"Alıkoymaya
güçleri yetiyormuş gibi erkenden gittiler." Yani mahsulü toplamaya,
yoksulları engelleyip onları mahrum bırakmaya güçleri yetiyormuş kanaatiyle
sabah erkenden gittiler. Bu buyruktan onların fakirleri mahrum bırakmak
istedikleri, fakat maksatlarının aksi ile karşı karşıya bırakıldıkları
anlaşılmaktadır.
"Fakat onu
gördüklerinde dediler ki: Muhakkak ki biz yolumuzu şaşıranlarız." Yani
bahçelerine ulaşıp, onu yanıp karardığından ötürü insanın içini sızlatan o
halini gördüklerinde birbirlerine: Biz yanlış geldik. Bahçemizin yolunu
kaybettik. Bu bizim bahçemiz değildir, dediler.
Daha sonra dikkatle
bakıp kendi bahçeleri olduğunu ve Yüce Allah'ın bahçelerindeki mahsul ve ekini
yok ederek kendilerini cezalandırdığını anladıklarında şöyle dediler:
"Hayır, aksine
biz mahrum bırakılanlarız." Hayır, gerçekte Allah bizi bahçemizin
mahsulünden mahrum bıraktı. Buna sebep ise bizim yoksulları bu bahçenin
mahsulünden mahrum bırakmak isteyişimizdir. İşte bizim en ufak bir payımız
kalmadı. Fakat yaptığımıza da pişman olduk. Nitekim Yüce Allah bundan sonra
şöyle buyurmaktadır:
"Ortancaları: Ben
size demedim mi? Allah'ı teşbih etmeli değil miydiniz, dedi." Yani
onların en akıllıları, itidalli olanları, görüşü ve dine bağlılığı itibariyle
en iyileri dedi ki: Allah'ı teşbih etmeli, O'nu anmalı, size verdiklerine ve
bağışladığı nimetlerine karşı şükretmeli, yaptığınızdan dolayı Allah'tan
mağfiret dilemeli ve verdiğiniz karar ile ilgili niyetinizden de tev-be etmeli
değil misiniz?
Acı hakikat ile karşı
karşıya kaldıklarında Allah'ı andılar ve şu sözleriyle günahlarını itiraf
ettiler:
"Rabbimiz
münezzehtir. Gerçekten biz zalimlermişiz dediler." Yani Allah bahçemize
bu yaptıklarıyla bize zulmetmiş olmaktan münezzehtir, dediler. Asıl yoksullara
haklarım vermemekle kendi kendimize biz zulmettik.
Fakat onlar itaatin
fayda vermediği bir zamanda itaat ettiler, pişmanlığın işe yaramadığı bir
zamanda pişman olup kusurlarını itiraf ettiler.
Daha sonra Yüce
Allah'ın buyurduğu gibi birbirlerini kınamaya koyuldular:
"Karşılıklı
olarak birbirlerini kınamaya başladılar." Yani mahsullerin toplanmasında
yoksulların haklarını vermemekteki ısrarları sebebiyle birbirlerini kınamaya
başladılar. Günahlarını, kusurlarını itiraf etmekten ve kendi elleriyle helak
edilmek üzere beddua etmekten başka bir yol da bulamadılar. Yüce Allah buyurdu
ki:
"Dediler ki:
Yazıklar olsun bize! Gerçekten biz azgınlar imişiz." Yani ey ölüm gel de
bizi yakala, dediler. Çünkü bizler haddi aşan, azgın kimselerdik ki bu işler
başımıza geldi.
Daha sonra Rablerine
kaybettiklerinin yerini tutacak bir başkasını ihsan buyurması için dua ederek
dediler ki: "Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan etmesi umulur.
Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." Yani belki Rabbimiz Allah bize
bahçemizden daha hayırlısını verir. Biz çok affedici olan Rabbimizden ümit
ediyoruz, hayır da ondandır. Mücahid dedi ki: Onlar tevbe ettiler ve onlara
eski bahçelerinden hayırlısı verildi.
Daha sonra Yüce Allah
bu kıssadan alınacak ibreti söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Azap
işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi."
Yani işte dünya azabı, da bahçe sahiplerinin mahsulden mahrum bırakmaları ve
Mekkelilerin kıtlık ve öldürülme azapları gibidir. Allah'ın emrine muhalif
hareket eden ve Allah'ın verdikleri ile ihsan ettiği nimetlerde cimrilik
ederek yoksulun ve fakirin hakkını vermeyen herkesin azabı budur. Ahiret azabı
ise dünya azabından daha çetin, daha büyük ve daha ağırdır. Eğer müşrikler bunu
bilselerdi akıllarını başlarına alır ve Muhammed Mustafa (s.a.)'nın davetine
iman etmeye koşar, azgınlık ve sapıklıklarından vazgeçerlerdi. Fakat onlar
bilmiyorlar. Bu da onların ne kadar gafil ve cahil olduklarına, haktan ve
doğrudan ne kadar uzak olduklarına bir delildir.
[22]
Bahçe sahipleri
kıssası aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Dünya bir
imtihan yurdudur. Şanı Yüce Allah bahçe sahiplerini imtihan ettiği gibi,
Mekkelileri de imtihan etmiştir. Rablerine karşı azgınlık etsinler diye değil,
şükretsinler diye onlara pek çok mal vermişti. Fakat onlar azıp, Muhammed
(s.a.)'e müşrikler düşmanlık edince, Yüce Allah da onları açlıkla ve kıtlıkla
imtihan etti. Nitekim kendilerince haberi bilinen bahçe sahiplerini de imtihan
etmişti. Çünkü bu bahçe sahipleri kendilerine yakın Yemen halkından idiler.
Burası San'a'ya altı mil uzaklıkta idi.
2-
Bazı ilim adamları şöyle demiştir: Bir ekin
biçen yahut bir mahsul toplayan bir kimsenin o mahsulden hazır bulunanları
gözetmesi gerekir. İşte Yüce Allah'ın: "Biçildiği gün de hakkını
verin." (En'am, 6/141) buyruğu bu
demektir. Bu da zekâtın dışında bir haktır. Bundan dolayı geceleyin hasad
yapmak yasaklanmıştır. Bu yasağın sebebi ise yılan ve çeşitli yer haşerelerinden
korkmak değildir. Çünkü bahçe sahiplerinin cezalandırılması Yüce Allah'ın da
belirttiği üzere yoksullara haklarını vermek istememeleri sebebiyle olmuştur.
3- Yüce
Allah'ın: "Hani sabah vaktinde onu mutlaka devşireceklerine yemin
etmişlerdi." buyruğu kesin kararlılığın, insanın sorgulanacağı hususlardan
birisi olduğuna delildir. Çünkü onlar bir işi yapmayı kesin kararlaştırmışlardı.
Bu işleri dolayısıyla da cezalandırıldılar. "Kim orada zulüm ve ilhadı
isterse, biz ona pek acıklı azabı tattırırız." (Hac, 22/25) buyruğu buna
benzemektedir. Sahih'te Peygamber (s.a.)'in şöyle buyurduğu belirtilmiştir:
"İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya geldiklerinde katil de, maktul de
cehennem ateşindedir." Ey Allah'ın Rasulü! Katili anladık, ama ya maktul?
diye sordular. Peygamber: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye kararlı
idi." diye cevap verdi."
4- İnsanın
gücü, tedbiri ve görüşü zayıftır. Bahçe sahipleri sağlam bir plan yapmış ve
ekini ve mahsulü yahutta üzümü, sabah erkenden yoksullar bahçeye varmadan
toplamayı kararlaştırmışlardı. Hızlıca ve birbirleriyle gizlice konuşarak
gittiler. Kimse kendilerinin farkına varmasın diye gizlice konuşuyorlardı.
Bugün sakın yanımıza bir yoksul gelmesin, yani gelmesine imkân vermeyin,
diyorlardı. Böylelikle yoksulları mahrum bırakmayı kararlaştırmışlardı.
Halbuki onlara bir şeyler verebilecek durumda idiler. Maksatlarını
gerçekleştireceklerini zannederlerken aniden Yüce Allah'ın ekini tahrip edip
yaktığını, bütün mahsulü yok ettiğini gördüler.
5- Bahçenin
yanmış olduğunu, hiçbir şeyi kalmadığını, gece gibi simsiyah kesilip, küle
döndüğünü gördüklerinde bahçeleri hakkında şüpheye düştüler ve biz bahçemize
gelen yolu şaşırdık dediler. Sonra da bahçelerine gelmiş olduklarından emin
olarak dediler ki: Hayır, biz mahrum edildik. Yani biz yaptıklarımızla
bahçemizden mahrum bırakıldık. Bu da hakka dönmenin batılda ayak diretmekten
daha hayırlı olduğunun delilidir.
6- Onların
ortancaları yani en iyileri, en mutedilleri, en akıllıları onla-radan istisnada
bulunmalarını istemişti. Bu da Yüce Allah'ı tenzih etmek anlamındaki
"sübhanallah" demektir. Onlara teşbih etmeli değil misiniz? Yani
sizler sübhanallah diyerek size verdiği nimetler dolayısıyla şükretme-li, işi
Allah'ın iradesi şartına bağlamah, kötü niyetinizden ötürü O'na tevbe etmeli
değil miydiniz? Şüphesiz Allah günahkârlardan intikam alır, fakat onlar O'na
itaat etmezler. Daha sonra Yüce Allah'ın buyruğunu hatırladılar, isyan ettiklerini
itiraf ettiler. Yüce Allah'ı yaptığıyla kendilerine zulmetmiş olmaktan tenzih
ettiler, asıl yoksulları mahrum bırakmakla kendilerine bizzat kendilerinin
zulmettiklerini anladılar.
7-
Hazırlanan plan konusunda birbirlerini kınamaya koyuldular; istediğini elde
edemeyen herbir topluluk gibi. Biri diğerine, bu görüşü bize sen tavsiye ettin
dedi, öteki fakirliklen bizi sen korkuttun dedi, bir diğeri, mal toplama arzumu
sen harekete getirdin, dedi.
8- Bahçe
sahipleri isyankârlıklarını itiraf ederek: "Yazıklar olsun bize! Gerçekten
biz azgınlar imişiz." Yani fakirlerin hakkını vermeyerek, istisnada da
bulunmayarak isyan etmişiz dediler. Onların istisnaları Mücahid ve başkalarının
dediği gibi Yüce Allah'ı teşbih etmekti. Bu da "inşaallah" demenin
yerini tutardı. Çünkü Yüce Allah'ın tenzih edilmesi O'nun dilemediği bir şeyin
olmasından tenzih edilmesi demektir. Kısacası çoğunluğun görüşüne göre
"teşbih etmeli değil miydiniz" buyruğu istisnada bulunarak inşaallah
demeli değil miydiniz? demektir.
9- Bahçe
sahipleri, çoğunluğun görüşüne göre bu sözleriyle açıkça tev-be edip ihlaslı
bir niyete sahip olmuşlardı: "Rabbimizin bize ondan hayırlısını ihsan
etmesi umulur. Muhakkak ki biz Rabbimizden dileyenleriz." Onlar
böylelikle birbirleri ile antlaşarak şöyle demiş oldular: Şayet Allah bize
bundan hayırlısını verecek olursa şüphesiz babalarımızın yaptığını biz de
yapacağız. Bu şekilde Allah'a dua edip yalvarıp yakardılar. Yüce Allah da aynı
gecede onlara bahçelerinden hayırlısını verdi. Mücahid dedi ki: Bu onların
tevbe etmesi idi. Bunun üzerine onlara bahçelerinin yerine ondan daha
hayırlısı verildi.
10-
Yüce Allah Mekkelilerden ve başkalarından
mükellef olanları: "Azap işte böyledir" diye tehdit etmektedir.
Maksat dünya azabı ve malların telef olmasıdır. Yani bizler bu bahçe
sahiplerine yaptığımız gibi sınırlarımızı aşanlara da dünyada böyle yaparız.
Daha sonra kâfirleri dünya azabından daha ağır bir azap olan ahiret azabı ile:
"Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi" buyruğu
ile tehdit etmektedir.
İbni Abbas dedi ki: Bu
Bedir'e çıktıkları sırada Mekke ehline verilmiş bir örnektir. Onlar Muhammed
(s.a.)'i ve ashabını öldüreceklerine ve Mekke'ye dönüp Kabe'yi tavaf ederek
içki içeceklerine, şarkıcı cariyelerin başlarının üzerinde tefleri
vuracaklarına dair yemin etmişlerdi. Allah da onların beklediklerinin aksini
onlara gösterdi. Esir alındılar, öldürüldüler ve bozguna uğradılar. Tıpkı
mahsulleri toplamak amacıyla kararlı bir şekilde yola koyulan ve hüsrana
uğrayan bahçe sahipleri gibi.
11- Daha
kuvvetli görülen Kurtubi'nin dediği üzere şudur: Bahçe sahiplerinin yoksullara
vermedikleri hak, vermeleri gereken farz olan bir hakti. Bunun nafile bir hak
olması muhtemel olduğu da söylenmiştir.
[23]
34- Muhakkak ki takva
sahipleri için Rableri yanında naim cennetleri vardır.
35- Biz müslümanları o
günahkârlar gibi küar mıyız hiç?
gg_ j^e ojju size. nasıı hüküm veri-
37- Acaba sizin bir
kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?
38- Beğenip seçtiğiniz
herşey mutlaka sizindir diye (orada mı yazıyor?)
39- Yoksa sizin bizim üzerimizde: "Ne hüküm
ederseniz muhakkak sizindir" diye kıyamet gününe kadar sürecek
yeminleriniz mi vardır?
40- Sor onlara! Buna
hangileri kefildir?
41- Yoksa onların
ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o halde ortaklarını
getirsinler.
42- Baldırın açılacağı
o günde onlar secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler.
43- Gözleri önlerine eğilmiş, kendilerini de bir
zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam iken secdeye çağrılıyorlardı.
"Ne oldu size!
Nasıl hüküm veriyorsunuz? Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı
okuyorsunuz?" buyrukları ile daha sonraki cümleler bir azar ve sitemdir.
"Biz müslümanları
o günahkârlar gibi kılarmıyız hiç?" Buyruğunda daha beliğ ve daha dehşet
verici olması için ters çevrilmiş bir benzetme vardır. Çünkü bunun aslı; biz
ecir ve mükâfat bakımından günahkârları müslümanlar gibi kılar mıyız hiç,
şeklindedir.
"Baldırın
açılacağı o günde" buyruğu kıyamet gününün dehşetini anlatan bir
kinayedir.
[24]
"Muhakkak ki
takva sahipleri için Rableri yanında" ahirette "naim cennetleri
vardır." Katıksız nimetlerden başka hiçbir şeyin bulunmadığı cennetler
demektir.
"Biz müslümanları
o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?" Derece ve cennetteki mevkileri
bakımından. İslâm ile günah işlemenin sonuçlarının eşit olmayacağı
belirtilmektedir. Yani itaatkârlarla masiyet işleyenler arasında eşitlik
sözkonusu değildir. Bu, kâfirlerin sözlerini karşı bir reddir. Çünkü onlar
şöyle diyorlardı: Bizler Muhammed'in ve beraberindekilerin ileri sürdükleri
gibi ölümden sonra tekrar dirilecek olsak dahi onlar bizden üstün
olmayacaklardır. Aksine biz dünyada olduğu gibi ahirette de onlardan daha iyi
bir durumda olacağız.
"Ne oldu size!
Nasıl" böyle yanlış bir "hüküm veriyorsunuz?" Bu buyrukta,
verdikleri hükme hayret edileceği ve gerçekten uzak bir hüküm olduğunu anlatan
bir iltifat (önceki buyruklarda zamirler 3. şahıs iken burada 2. şahıs
zamirleri kullanılması) vardır. Bununla böyle bir değerlendirmenin yanlış bir
düşünceden ve bozuk bir görüşten kaynaklandığı da ifade edilmektedir.
"Acaba
sizin" semadan indirilmiş "bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz?
Beğenip seçtiğiniz şey" tercih ettiğiniz ve arzuladığınız şey "sizindir
diye? Yoksa sizin bizim üzerimizde" yeminlerle pekiştirilmiş "ne hüküm
ederseniz muhakkak sizindir" size verilecektir "diye kıyamet gününe
kadar sürecek" ve bugüne kadar sizin bizim üzerimizde devam edip gidecek
"yeminleriniz" yeminlerle pekiştirilmiş ahidleriniz "mi
vardır?" Yani biz size böyle bir yemin mi ettik?
"Sor onlara! Buna
hangileri kefildir?" Ahirette kendilerine verileceklerin, müminlere
verileceklerden daha üstün olduğuna dair kendileri adına verdikleri bu hükme
hangileri kefildir, diye sor onlara.
"Yoksa onların
ortakları mı var?" Onların bu hususta kendilerine muvafakat eden ve bunu
kendilerine taahhüt eden, Allah'a koştukları ortakları mı vardır?
"Eğer doğru
söyleyenler iseler o halde ortaklarını getirsinler." Eğer onların buna
kefil olan ortakları varsa iddialarında "doğru söyleyenler iseler"
haydi o kefillerini getirsinler.
"Baldırın
açılacağı o günde" yani kıyamet gününde, hesap ve amellerin
karşılıklarının verileceği günün şiddetini onlara hatırlat. İşin oldukça şiddetleneceği
günü hatırlat, demektir. "Savaş baldırın üzerini açtı" tabiri,
savaşta işin oldukça çetin bir hal aldığı zamanı anlatmak için kullanılır.
"Onlar secde
etmeye davet edilecekler" (Dünyada iken) secde etmeyi terkettikleri için azarlanmak
üzere secde etmeleri istenecek "de edemeyecekler." Çünkü vakti
geçmiş olacak yahut ona güçleri yetmeyecektir.
"Gözleri
önlerine" zilletle "eğilmiş" olacak; gözlerini yukarı kaldıramayacaklardır.
"Kendilerini de bir zillet kaplamış" yetişmiş ve onları bürümüş
"olarak. Halbuki onlar" dünyada iken "sapasağlam iken"
secde etmelerini engelleyecek hiçbir şey bulunmayıp sağlıklı iken "secdeye
çağırılıyorlardı."
[25]
Kâfirler: "Azap
işte böyledir. Ahiret azabı ise elbette daha büyüktür, eğer bilselerdi"
buyruğunda dünya azabı ile korkutulduktan sonra, Yüce Allah bahtiyar ve mutlu
olanların durumlarını sözkonusu etmekte ve takva sahiplerine najim
cennetlerinin verileceğini açıklamaktadır. Arkasından tekrar ahirette ilâhi bir
kitap ve yeminlerle pekiştirilmiş bir ahid olmaksızın, oldukça dehşetli, namaz
ve daha başka amellerden ötürü zorlu bir hesabın görüleceği günde; herhangi
bir kefilin bulunması sözkonusu olmadan, ahirette kendileri ile müslümanlar
arasında eşitlik olacağını ileri süren kâfirlerin iddialarını reddetmektedir.
[26]
"Muhakkak ki
takva sahipleri için Rableri yanında naim cennetleri vardır." Allah'a
karşı takvalı olup, emirlerine itaat eden herkese, ahirette sonu gelmeyecek,
bitmeyecek ve herhangi bir şeyin olumsuz gölge düşürmediği, katıksız
nimetlerden başka şeylerin bulunmadığı cennetler olacaktır.
Mukatil dedi ki: Bu
ayet nazil olunca Mekke kâfirleri müslümanlara şöyle dedi: Yüce Allah dünya
hayatında bizleri size üstün kılmıştır. Dolayısıyla ahirette de bizleri size
üstün kılacağı muhakkaktır. Eğer üstün olmasak dahi en azından size eşit
oluruz.
Daha sonra Yüce Allah
onların bu sözlerine şöylece cevap verdi:
"Biz müslümanları
o günahkârlar gibi kılar mıyız hiç?" Yani bizler amellerin karşılıklarını
vermek bakımından her iki kesimi birbirine nasıl eşit yaparız? İtaatten
ayrılmayan kimseleri, işlediği masiyetlere aldırmayan, isyankâr, günahkâr ve
yolun dışına çıkmış kimselerle nasıl eşit kılabiliriz? İtaatkâr ile isyankâr
arasında asla eşitlik olmayacaktır.
Daha sonra Yüce Allah
böyle bir eşitliği ispatlamak yahut bu iddiamn gerçekliğini ortaya koymak için
aklî ya da naklî hiçbir delilin bulunmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır:
1- "Ne
oldu size, nasıl hüküm veriyorsunuz?" Nasıl böyle bir kanaatiniz olabilir
ve böyle bir sapık hükme varabilirsiniz? Sanki amellerin karşılığının verilme
işi size bırakılmış gibi konuşuyorsunuz. Aklın ve doğru düşünmenin en basit
ilkeleri bile böyle bir zannı ya da hükmü kabul etmez. Bu buyruk, böyle bir
aklî delilin bulunmayacağını ortaya koymaktadır.
2-
"Acaba sizin bir kitabınız var da ondan mı okuyorsunuz? Beğenip seçtiğiniz
herşey mutlaka sizindir diye?" Yoksa sizin elinizde gökten indirilmiş,
okuduğunuz, bellediğiniz, elden ele dolaşan bir kitabınız mı var? Bu kitabın
sizin iddia ettiğinizi pekiştiren bir hükmü mü var? Ve siz burada mı itaatkârın
isyankâra eşit olduğunu okumaktasınız? Bu kitapta ahirette seçtiğiniz ve
arzuladığınız her şey size verilecektir, diye bir şey mi yazıyor? Bu da bu
hususta naklî bir delilin olmadığını ortaya koymaktadır.
3-
"Yoksa sizin bizim üzerimizde: Ne hüküm ederseniz muhakkak sizindir diye
kıyamet gününe kadar sürecek yeminleriniz mi vardır?" Yani sizlerin Allah
ile kıyamet gününe kadar sapasağlam ve pekiştirilmiş ve sizi cennete
koyacağına, istediğiniz ve arzu ettiğiniz herşeyi elde edeceğinize, verdiğiniz
hükümlerin lehinize yerine getirileceğine dair taahhütler mi almışsınız? Bu da
onların beklentileri ve zanları ile ilgili ilâhi vaadin bulunmadığını ortaya
koymaktadır.
4- "Sor
onlara! Buna hangileri kefildir?" Yani ey Muhammed, onları azarlayarak de
ki: Bunu taahhüd eden ve buna kefil olan kim? Ahirette müslümanlara ne
verilecekse kendilerine verileceğine dair hangileri kefil olabilir?
5- "Yoksa
onların ortakları mı var? Eğer doğru söyleyenler iseler, o halde ortaklarını
getirsinler." Onların ahirette müslümanlara verileceklerin bir benzerini
verme kudretine sahip, Allah'a koştukları birtakım putları, O'na eş koştukları
uydurma ilâhları mı var? Onların bu tür ortakları varsa ve o iddialarında doğru
söylüyor iseler, kendilerine yardımcı olmaları için o ortaklarını getirsinler.
Bu da geleneksel inanışlarını reddetmekte ve müşriklerin inançlarının özünü
çürütmektedir.
Özetle ayetlerden
maksat şudur: Onların benimsedikleri kanaatlerini ispatlamaya yarayacak aklî
bir delilleri de -okudukları kitap demek olan-naklî delilleri de yoktur. Bu
hususta onlar Allah'tan söz de almamışlardır. Söylediklerine kefil olacak kimse
de yoktur. Akıllı olup da onların kanaatlerini uygun bulup destekleyecek kimse
de yoktur. Bütün bunlar onların iddialarının tutarsız olduğunun
delillerindendir.
Daha sonra Yüce Allah
işin oldukça çetin bir hal alacağı günde ortaklarını getirmeleri için
kendilerine şöylece meydan okumaktadır: "Baldırın açılacağı o günde onlar
secde etmeye davet edilecekler de edemeyecekler." Yani onlar işin oldukça
şiddetli bir hal alacağı, sıkıntının çokça büyüyeceği o günde kendilerini
kurtarmaları için ortaklarını getirsinler. Bunlar ortaklarını ve kendilerine
yardım edecek kâfirlerle münafıkları dünyada secde etmeyi terkettiklerinden
ötürü onlara azar olmak üzere secde etmeye çağırılacaklar; fakat secde
edemeyeceklerdir. Çünkü o sırada sırtları kaskatı kesilecek, tek bir parça
haline gelecek, secde etmek için bükülemeyecektir.
Buhari, Müslim ve
başkalarının rivayetlerine göre Ebû Said Hudri şöyle demiştir: Peygamber
(s.a.)'i şöyle buyururken dinledim: "Kıyametin o dehşetli saatlerinde
erkek kadın her mümin Ona secde edecek. Geriye dünyada iken riyakârlık olsun ve
başkaları işitsinler diye secde edenler kalacak. Bunlar secde etmek isteyecek,
fakat sırtlan kaskatı kesilecek."
Yüce Allah'ın:
"Baldırın açılacağı o günde" buyruğundan maksat işin oldukça çetin
bir hal olup sıkıntılı olacağıdır. Çünkü Yüce Allah cisimden ve yaratılmışlann
bütün sıfatlanndan münezzehtir. Bundan maksat bildiğimiz organ değildir. O
bakımdan bu, belirtilen şekilde te'vil edilir.
"Gözleri önlerine
eğilmiş, kendilerini de bir zillet kaplamış olarak. Halbuki onlar sapasağlam
iken secdeye çağırılıyorlardı." Yani gözleri zillet içinde ve onlan ileri
derecede bir zillet, bir hasret ve bir pişmanlık kaplamış olacaktır. Halbuki
dünyada iken namaza, Yüce Allah için secde etmeye çağınlıyorlardı. Onlar bu
çağnyı kabul etmeyip isyan ettiler, azgınlaştılar. Oysa sağlıklı idiler, bu işi
yapabilirlerdi. Hastalıklan, secde etmelerini engelleyecek engelleri yoktu.
Nehaî ve Şa'bî dedi ki: Secde etmekten maksat farz olan namazlardır.
Özetle onlar secde
etmeye, ibadet etmek ya da bununla mükellef oldukları için çağrılmayacaklardır.
Bundan maksat dünyada iken secdeyi terketmelerinden dolayı azarlanmalarıdır.
Onlar sağlıklı ve esenlik içinde olduklan halde dünyada iken secde etmeyi kibir
sebebiyle kendilerine ye-dirmediklerinden, dünyadaki hallerinin zıttı ile
cezalandırılacaklardır ve ahirette buna güç yetiremeyeceklerdir. Yüce Rabbimiz
tecelli edeceğinde müminler Ona secde edecek fakat kâfir ve münafıklardan
hiçbir kimse O'na secde edemeyecek, aksine önceki hadislerde belirtildiği gibi
sırtları kaskatı bir parçaya dönüşecektir.
[27]
Ayetlerden aşağıdaki
sonuçlar çıkmaktadır:
1- Yüce
Allah'ın emirlerine bağlı, O'nun yasaklanndan sakınan takva sahipleri için
ahirette, dünyanın bahçe ve nimetlerinde görüldüğü gibi nimeti gölgeleyecek
herhangi bir şaibe bulunmaksızın, ancak katıksız bir şekilde nimetlerden
yararlanmanın sözkonusu olacağı cennetler vardır.
2- Ahirette
amellerin karşılıklannın verilmesinde müslümanlar ile kâfirler yahutta
itaatkârlar ile isyankârlar arasında eşitlik olmayacaktır. Ancak bu Yüce
Allah'ın lütuf ve ihsanının bir neticesidir. Yoksa Yüce Allah nezdinde
kazanılan bir hak kabilinden değildir.
3- Yüce
Allah kendileriyle müşrikler arasında eşitlik olacağı şeklindeki müşriklerin
sapık hükmünü kabul etmemektedir. Sanki amellerin karşılığını vermek işi
onlara bırakılmış da müslümanlara verilecek hayır gibi kendileri de kendileri
için istedikleri hükmü verebilirlermiş gibi. Aynı şekilde itaatkârın, isyankâr
gibi olduğunu belirten ve istedikleri ve arzuladıkları her şeyin kendilerine
verileceğini bildiren semavi bir kitabın varlığını da kabul etmemektedir.
Onların Yüce Allah'ın
adı ile pekiştirilmiş ve cennete kendilerini koyacağına dair birtakım
ahidlerinin bulunduğu da kabul edilmemektedir. Durum kesinlikle hükmettikleri
ve sandıklan gibi değildir.
4- Aynı
şekilde Yüce Allah onların iddialarının delili bulunan bir kefilleri olduğunu
da kabul etmemektedir. Ya da onların birtakım ortaklarının yani iddialarında
doğru söylediklerini ortaya koyup buna tanıklık edecek tanıklarının olduğu da
kabul edilmemektedir.
5-
Ahirette kâfirlere azap çeşitlerinden birisi
de şudur: Kıyamet gününde işin oldukça ağır bir hal alacağı vakitte namaz ve
secde etmeleri istenecek, fakat buna imkanları olmayacaktır. Bu da dünya
hayatında iken yaptıklarının zıttı ile onlara verilecek bir cezadır. Ayrıca
gözleri önlerine eğilmiş ve zelil bakacaktır. Zillet ve hakirlik onları
bürüyecektir. Çünkü müminler başlarını dik tutacak, yüzleri kardan daha beyaz
olacaktır. Münafıklarla kâfirlerin ise yüzleri katrandan bile daha siyah
olacaktır.
[28]
44- Artık beni ve bu sözü yalanlayanları başbaşa
bırak! Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba
yaklaştıracağız.
45- Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak benim
onlara karşı ted- birim sapasağlamdır.
46_ Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun
da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıl-
dılar?
4?
yoksa gayb onların yanındadır
48-Artık Rabbinin hükmüne sabret
ve °bahk sahibi gîw olma-Hani °
gamla dolu dolu dua etmişti.
49-
Eğer ona Rabbinden bir nimet
erismemisolsaidib°mb°şbirç°le
kınanmış halde atılacaktı.
50- Sonra Rabbi onu
seçti de onu sa-lihlerden kıldı.
51- Gerçek şu ki; o
kâfirler zikri işittiklerinde neredeyse gözleri ile seni devireceklerdi. Bir
de: "Muhakkak ki o bir delidir." diyorlar.
52- Halbuki o ancak
alemler için bir öğüttür.
"Artık beni ve bu
sözü yalanlayanları başbaşa bırak!" Onu bana bırak, senin adına ona ben
yeterim. Sözden kasıt da Kur'an-ı Kerim'dir.
"Biz onları
bilmeyecekleri bir yerden derece derece azaba yaklaştıracağız." Onları
basamak basamak ya da azar azar yakalayacağız. İstidrâc (derece derece azaba
yaklaştırmak); kişinin düşmesi istenen bir yere yavaş yavaş yaklaşmasını
sağlayacak işleri başına getirmektir. Burada kastedilen biz onlara süre
tanımak, sağlıklarını sürdürüp nimetlerini arttırmak yolunda tedricî (kademeli)
bir şekilde onları azaba yaklaştıracağız. Onların bilmedikleri yer ise onlara
verilen nimetlerdir. Çünkü sahip oldukları nimetler ile müminlere üstün
kılındıklarını sanıyorlardı.
"Ben onlara
mühlet veriyorum." Sürelerini uzatıyorum. "Muhakkak benim onlara
karşı tedbirim sapasağlamdır." Ona güç yetirilemez ve hiçbir şekilde o
geri çevirilemez.
"Yoksa sen
onlardan" risaleti tebliğe karşılık "bir ücret mi istiyorsun da onlar
bir borçtan dolayı ağır bir yük altında mı bırakıldılar?" Sana ödemek
zorunda oldukları bir borç altına mı girdiler. Bu sebeple mi senden yüz çevirip
sana iman etmiyorlar?
"Gayb" Yüce
Allah'ın bilgisini kendisine sakladığı ve insanların göremedikleri yahutta
gaybm yazılı olduğu levh-i mahfuz demektir.
"Onlar mı
yazıyorlar?" Buna göre hüküm veriyorlar ve böylelikle senin bilgine
ihtiyaçları kalmıyor ve oradan hareketle söylediklerini mi yazıyorlar?
"Rabbinin
hükmü" onlar hakkındaki takdiri, onlara süre tanıması ve senin onlara
karşı zafer kazanmanı ertelemesine sabret ve o balık sahibi gibi olma!"
Yani kızmakta ve acele etmekte Yunus (a.s) gibi olma.
"Hani o, gamla
dolu dolu dua etmişti." Öfke ve keder ile dolmuştu.
"Eğer ona
Rabbinden bir nimet" Allah'tan bir rahmet olan tevbeye ve tevbenin
kabulüne ilâhi tevfik "erişmemiş olsa idi" "bomboş bir çöl"
yani ağacı, ekini bulunmayan bir yer "e kınanmış halde atılacaktı."
Allah'ın rahmetinden ve lûtfuna mazhar olmaktan uzaklaştırılmış ve kınanmış
olurdu.
"Sonra Rabbi onu
seçti." ve tekrar ona vahyi ve nübüvveti verdi "de onu
salihlerden" salâh bakımından mükemmel peygamberlerden "kıldı."
"Gerçek şu ki; o
kâfirler zikri" Kur'an'ı "işittiklerinde neredeyse gözleri ile seni
devireceklerdi." Seni yere yıkıp yerinden aşağı düşürecek kadar şiddetli
bir şekilde bakıyorlar, demektir. Yani onlar sana olan aşırı düşmanlıkları
sebebiyle ayağını kaydırıp, seni yere düşürecek gibi yan yan ve sert bir
şekilde bakıyorlar. "Bir de" kıskançlıkları ve düşmanlıkları
sebebiyle "muhakkak o" getirdiği Kur'an hakkında şaşkınlıklarından
ve ondan başkalarını uzaklaştırmak istediklerinden ötürü "bir delidir,
diyorlar."
"Halbuki o ancak
alemler için" cinler ve insanlar için "bir öğüttür" ve bir
hatırlatmadır. Onun deliliğe sebep olması sözkonusu olamaz. Beyzavi dedi ki:
Kur'an sebebiyle onun deli olduğunu söylemeleri üzerine Kur'an'ın genel bir
öğüt olduğunu ve ancak aklı en mükemmel, görüşleri en sağlam olan insanların
onunla iletişime girip onu idrak edebileceklerini beyan etti.
[29]
Yüce Allah kâfirleri
kıyamet gününün dehşetli ve zorlu halleri ile korkuttuktan sonra, onları
kudreti çerçevesindeki kahredici gücü hatırlatarak tehdit edip korkutmaktadır.
Bu ise Kur'an'ı yalanlayan kimseleri cezalandırmak için yeterlidir. Daha sonra
peygamberine sabrı emretmekte ve Yunus (a.s)'un yaptığı gibi tebliğ hususunda
direncini kaybetmesini yasaklamakta, arkasından Peygamber (s.a.)'e kavminin
kendisini kıskandıklarını, onu hoşa gitmeyecek durumlarla karşı karşıya
bırakmayı çokça arzu ettiklerini bildirmektedir. Bunu da onu gerektiği gibi
sabra teşvik etmesinden sonra haber vermektedir. Arkasından bütün insanlara
Kur'an-ı Kerimin bütünüyle cinlere de, insanlara da bir öğüt olduğunu ve bunu
sağlam akıl ve kavrayış sahiplerinin algılayacaklarını ileri sürdükleri gibi
onu delilerin algılamadıklarını bildirmektedir.
[30]
"Artık beni ve bu
sözü yalanlayanları başbaşa bırak! Biz onları bilmeyecekleri bir yerden derece
derece azaba yaklaştıracağız." Beni onlarla başbaşa bırak. Kur'an'ı
yalanlayan bu kişilerin hakkından senin adına ben gelirim. Onları nasıl cezalandıracağımı
ben bilirim. Onların bu durumlarını düşünme. Bizler onları farkına varmaksızın
azab ile yakalayacak, onları adım adım azaba doğru iteceğiz. Nihayet onları
-bunun adım adım azaba yaklaştırılmak olduğunu bilmeyecekleri bir şekilde-
azabın içerisine düşüreceğiz. Çünkü onlar içinde bulundukları bu halin bir
nimet bağışı olduğunu sanıyorlar. Bunun akıbeti ve sonunda neler ile
karşılaşacaklarını düşünmüyorlar. Bu ise onlar için çok ağır bir tehdit,
Peygamber (s.a.) için de bir tesellidir.
Onlar verilen
nimetlerin derece derece azaba yaklaştırılmak olduğunun farkına varmıyorlar.
Aksine bunun Yüce Allah'tan bir lütuf olduğuna inanıyorlar. Gerçekte ise aynı
durum onları hakir düşürmektir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Zannederler mi ki biz kendilerine mal ve oğullar vermekle, iyilikleri
kendilerine çabucak ulaştırıyoruz. Hayır, onlar farkında değiller."
(Mü'minun, 23/55-56) Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onlar
kendilerine hatırlatılanı unutunca biz de üzerlerine herşeyin kapılarını açtık.
Nihayet kendilerine verilenlere sevinince ansızın onları tutup yakalayıverdik
de ümitsiz kesiliverdiler." (En'am, 6/44)
Burada da Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Ben onlara mühlet veriyorum. Muhakkak benim onlara
karşı tedbirim sapasağlamdır." Yani günahları daha çok artsın ve tuzağın
daha çok farkına varamasınlar diye onlara süre tanıyor ve erteliyorum.
Şüphesiz kâfirlere karşı benim tedbirim ve tuzağım pek güçlü ve pek çetindir.
Benim emrime aykırı hareket eden, peygamberlerimi yalanlayan, bana karşı isyankârlık
etmek cüretini gösteren hiçbir kimse benden kurtulamaz. Yüce Allah'ın hile
yapmak demek olan "keyd" tabirini onlara karşı tedbiri hakkında
kullanması bu şekilde görülmesinden dolayıdır. Çünkü onlara zarar vermek
maksadıyla onlara faydalı görünen bazı şeyler vermiştir. Buna sebep ise Yüce
Allah'ın onların murdarlıklarını ve küfürde ayak diretip gideceklerini
bilmesindendir.
Buhari ve Müslim'deki
rivayete göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah zalime
süre tanır. Fakat onu bir defa yakaladı mı artık bir daha bırakmaz." Daha
sonra da: "Rabbin zulüm yapan ülkeleri yakaladığında işte böyle yakalar.
Şüphesiz onun yakalayışı pek acıklı, pek şiddetlidir." (Hud, 11/102)
buyruğunu okudu.
Daha sonra Yüce Allah,
onların İslâmı ve hakkı kabul etmelerini engelleyen bütün engeli ortadan
kaldırmak üzere şöyle buyurmaktadır:
"Yoksa sen
onlardan bir ücret mi istiyorsun da onlar bir borçtan dolayı ağır bir yük
altında mı bırakıldılar?" Yani yoksa sen onlardan hidayet, onlara
öğretmek, risaletini tebliğ etmek, onları Yüce Allah'a iman etmeye davet etmek
karşılığında bir ücret mi istiyorsun da onlar yüklenmekle karşı karşıya
kaldıkları bu ağır malî yükü -mal harcamaktaki cimriliklerinden dolayı-
ödemekten kendilerini ağır bir yük altında mı kabul ediyorlar? Anlatılmak
istenen şudur: Sen onlardan bir ücret istedin de bundan dolayı mı senin çağrını
kabul etmekten yüz çevirdiler. Oysa ey Muhammed, sen onları Yüce Allah'ın
yoluna onlardan alacağın bir ücret söz konusu olmaksızın davet etmektesin.
Ücret istemek yerine sen bunun mükâfatını Allah'tan umuyorsun. Bununla birlikte
onlar cahilliklerinden, küfürlerinden ve inatlarından dolayı kendilerine
getirdiğin hakkı yalanlamaktadırlar. Bununla peygamberlik ispat edilmektedir.
Çünkü Peygamber (s.a.) maddi herhangi bir menfaat için değil, hayra bizzat
hayır olduğu için çağırmaktadır.
"Yoksa gayb
onların yanındadır da onlar mı yazıyorlar?" Yani gayb bilgisi onların
yanında olduğundan ötürü delil diye kabul ettikleri şeylerden istediklerini
yazarak bu şekilde gaybdan yazdıkları ile seninle tartışıyorlar ve kendileri
hakkında diledikleri hükmü vererek böylelikle de senin çağrını kabul etmeye,
sözüne uymaya ihtiyaçları mı kalıyor?
Maksat onların İslâm
risaletini kabul etmekten yüz çevirmekte dayanabilecekleri nakli bir
delillerinin bulunmadığını anlatmaktır.
Yüce Allah kâfirlerin
izledikleri yolun oldukça tutarsız olduğunu ortaya koyduktan, (risalete dair)
şüphelerini tek tek çürüttükten ve bundan dolayı da onları azarladıktan sonra,
rasulüne onların eziyetlerine katlanıp, risaletini tebliğ etmek üzere sabır ve
sebat göstermesini emrederek şöyle buyurmaktadır: "Artık Rabbinin hükmüne
sabret ve o balık sahibi gibi olma. Hani o gamla dolu dolu dua etmişti."
Yani ey Muhammed, Rabbinin senin ve bu müşrikler hakkında vereceği hükme,
kavminin sana eziyetlerine ve yalanlamalarına katlan. Durmaksızın yahut
onların karşı çıkış ve eziyetleri dolayısıyla tökezlemeksizin davetini tebliği
sürdür. Şüphesiz dünyada da, ahirette de güzel akıbet sana ve sana tabi olanlaradır.
Usanmak, acelecilik ve
öfkelenmekte de Yunus (a.s) gibi olma. Çünkü o kavmine öfke duyarak ayrılıp
gitmişti. Ondan sonra başına gelenler gelmişti. Denizde yolculuğa çıkmış,
balık onu yutmuş, denizlerde kaybolmuştu. Yaptıklarına pişman olmuş ve balığın
karnında karanlıklar içerisinde kavmine karşı öfke ve kederle dolu olduğu halde
seslenmişti. Buna sebep ise onları imana davet etmekle birlikte iman
etmeyişleri idi. Nitekim bir başka ayet-i kerime'de şöyle buyurmaktadır:
"Ve balık sahibini (Yunus 'u da an)! Hani gazaplanıp gitmiş ve bizim
kendisini asla sıkıştırmayacağımızı sanmıştı. O bakımdan karanlıklar içinde:
"Senden başka ilâh yoktur. Seni tenzih ederim. Gerçekten ben
zulmedenlerden oldum." diye seslenmişti. Biz de duasını kabul edip, kendisini
gamdan kurtarmıştık. Biz müminleri işte böyle kurtarırız." (Enbiya,
25/87-88)
Yani onun gösterdiği
sabırsızlık ve kızgınlık sende olmasın. O takdirde sen de onun karşı karşıya
kaldığı hal ile sınanırsın. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer
ona Rabbinden bir nimet erişmemiş olsa idi. Bomboş bir çöle kınanmış halde
atılacaktı." Yani tevbeye muvaffak kılınarak Allah tarafından tevbesi
kabul olunmak suretiyle Allah'ın rahmet ve nimeti ona yetişmemiş olsaydı,
balığın karnından hiçbir bitkisi bulunmayan bomboş bir arazi üzerine bırakılır
ve o bu haliyle de işlediği günah sebebiyle kınanır, Allah'ın rahmet ve
lûtfundan da uzaklaştırılmış olurdu. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Sonra Rabbi onu seçti de onu salihlerden kıldı." Yani
Rabbi peygamberlik ve vahiy için onu seçti, onu kavmine gönderilen mükemmel
derecede salih rasul ve nebilerden kılarak yüzbin yahut daha fazla sayıdaki
kimselere rasul olarak gönderdi, onlar da hep birlikte ona iman etti. Dikkat
edilirse buradaki "levlâ: ...me-miş olsa idi" lafzı kınanma halinin
gerçekleşmediğine delâlet etmektedir. Daha sonra Yüce Allah peygamberini
müşriklerin düşmanlıklarından şu buyruklarıyla sakındırmaktadır:
"Gerçek şu ki; o
kâfirler zikri işittiklerinde nerede ise gözleri ile seni devireceklerdi: 'Bir
de muhakkak ki o bir delidir' diyorlar." Yani onlar -Ze-mahşeri'nin de
dediği gibi- düşmanlık ve kinlerinden ötürü sana keskin ve dikkatle bakarak
nerede ise ayağını kaydıracaklar, yahut seni helak edecekler. Peygamber
(s.a.)'in Kur'an okuması sırasında ona bu şekilde ısrarla bakıyorlardı. Buna
sebep ise ona verilen peygamberlikten aşın derecedeki hoşlanmayışları ve
kıskançlıklarıdır. Onlar hem durumundan hayretleri, hem başkalarının ondan
uzaklaşmasını sağlamak için: O bir delidir diyorlardı. Oysa onun en akıllıları
olduğunu biliyorlardı. Bunun anlamı da; Kur'an sebebiyle onun deli olduğunu
ileri sürmeleridir.
Bazıları dedi ki:
Kasıt az kalsın sana onların nazarının değeceğidir. Rivayet edildiğine göre
Esed oğullarının nazarının değmesi meşhurdu. Aralarından birisinin (bundan
dolayı) üç gün rahatsızlandığı dahi olurdu. Yanından bir şey geçti mi onun
hakkında: Bugün ben onun benzerini görmedim, dedi mi mutlaka ona nazarı
değerdi. Böylelikle nazarı değen birilerinin Ra-sulullah (s.a.) hakkında
benzeri bir söz söylemesi istendi. O da: Ben bugün gördüğüm gibi bir adam
görmedim, dedi; fakat Allah onu korudu.
Herevî dedi ki:
Gözleriyle sana nazar edip, seni Allah'ın yükseltmiş olduğu makamdan -sana
olan düşmanlıkları sebebiyle- indirmek istediler.
İbni Kuteybe de bunu
şu sözleriyle kabul etmemektedir: Nazar değen bir kimsenin beğendiği bir şeye
nazarının değmesi gibi, onların nazarının peygamberimize değeceğini Yüce Allah
kastetmiyor. Kastettiği şundan ibarettir: Sen Kur'an okuduğun zaman onlar az
kalsın seni düşürecek noktaya varacak kadar düşmanlık ve kin ile sert ve keskin
bakışlarla bakıyorlar.
İbni Kesir in görüşüne
göre de anlam şudur: Onlar sana olan kinlerinden ötürü seni kıskanırlar.
Allah'ın seni koruması ve onlara karşı seni himaye etmesi olmasaydı sana zarar
vermeye kalkışırlardı.
Bu ayette bazılarının
görüşüne göre Yüce Allah'ın emriyle nazarın değmesinin hak olduğuna delil
vardır. Nitekim bu hususta pekçok ve çeşitli yollardan rivayet edilmiş
hadisler de bunu göstermektedir.
Ahmed, Abdullah b.
Amr'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasu-lullah (s.a.) buyurdu ki:
"Kuşların ötüşlerini uğursuzluğa yorumlamak yoktur. Maktulün intikamını
isteyen bir kuşun bu maksatla ötmesi de sözkonu-su değildir. Kıskançlık da
yoktur. Nazar da haktır." Yani Allah'ın iradesi ile.
Bir diğer hadisi Hafız
Ebi Bekir el-Bezzar Müsned'inde rivayet etmiştir. Cabir dedi ki: Rasulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Göz (nazar) kişiyi bazan kabre sokar ve bazan deveyi
tencereye sokar." Bunun senedindeki ravilerin hepsi de sikadır.
Bir diğer hadisi Hafız
Ebû Yâ'lâ Mavsilî, Ebû Zerr'den rivayet etmektedir. Ebû Zerr dedi ki:
Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Göz sebebiyle kişi -Allah'ın izniyle-
yüksekçe bir dağa çıkar, sonra da ordan aşağıya düşer." Senedi garibtir.
"Halbuki o ancak
alemler için bir öğüttür." Yani onlar Muhammed (s.a.) Kur'an'ı getirdiği
için bir delidir, diyorlar. Oysa Kur'an ancak cinlere de, insanlara da bir öğüt
ve bir hatırlatmadır. Onu ancak aklı başında olup bu işe ehil olan kimseler
alıp kabul eder. Bu buyrukla bu ithamı yapanların cahil olduklarına da işaret
edilmektedir. Hem Kur'an-ı Kerim gibi pek çok adap, hikmetleri sonsuz hükümler,
bütün ilim ve bilgilerin esaslarını ihtiva eden bir kitabı getiren bir kimsenin
deli olduğu nasıl söylenebilir?
Hasan-ı Basri dedi ki:
Nazar değmesinin ilacı kişinin şu: "Gerçek şu ki; o kâfirler zikri
işittiklerinde..." ayetini okumaktır.
[31]
Ayetler aşağıdaki
hususlara delil teşkil etmektedir:
1- Kur'an-ı
Azimu'ş-Şan'ı yalanlayan kimseleri cezalandırmak ve onlardan intikam almak
üzere Allah yeter. Allah onlar bilmeden ve gaflette iken onları yakalayacaktır.
Onlar Bedir gününde de azaba uğratıldılar. Bu, Allah'ın onları derece derece
azaba yaklaştırmasıdır. İstidrac (derece derece azaba yaklaştırmak)
cezalandırmakta aceleyi terketmek demektir. Bunun asıl anlamı bir şeyi bir
halden bir hale basamak basamak taşımaktır.
2- Şüphesiz
Allah mühlet verir ama ihmal etmez. O, zalim ve kâfirlere mühlet verir, uzun
süre tanır, sonra da onları cezalandırır. Kimse ondan kurtulamaz. Allah'ın
azabı güçlü ve çetin, tedbiri son derece muhkemdir. Ondan kurtulmaya imkan
yoktur.
3-
Kâfirlerle müşriklerin gaybı bilmeleri söz konusu değildir. Böylelikle onların
kendilerinin lehlerine birtakım hükümler biçmeleri kesin bir yanlışlık ve
uydurulmuş yalanlardan ibarettir.
4- Allah'ın
kaza ve hükmüne karşı sabırlı olmak şer'an istenen bir husustur. Müminin acele
etmemesi, usanmaması, öfkelenmemesi gerekir. Balık sahibi Yunus b. Metta
(a.s)'m usanıp daha sonra pişmanlık ve tevbe etmesi ve balığın karnında gamla
dua ederek söylediği şu sözler bunu ifade eder: "Senden başka ilâh yoktur.
Seni tenzih ederim. Gerçekten ben zulmedenlerden oldum." (Enbiya, 21/87)
Yüce Allah lütfü,
keremi, rahmeti ve nimeti ile onun duasını kabul buyurdu. Rabbi onu beğenip
seçti ve salih peygamberler arasına kattı. Onu yüzbin ya da daha fazla sayıdaki
kimselere gönderdi. Bunlar da Ninova halkı idiler. Şayet Allah onun tevbesini
kabul etmemiş olsaydı, kınanmış ve yerilmiş olarak düz ve boş bir araziye
bırakılırdı. Kınanıp yerilmesi ise daha faziletli olanı terketmesinden dolayı
idi. Çünkü iyilerin hasenatı mu-karrebler için seyyiat sayılır.
"Olmasaydı" ifadesi dolayısıyla hakkında yergi söz konusu
olmamıştır.
5- Kâfirlerin
Peygamber (s.a.)'e düşmanlıkları çok ileri idi. O bakımdan onlar onun Kur'an'ı
okuduğunu duyduklarında ona kin, düşmanlık ve öfke ile dolu keskin bakışlarla
bakarlardı. O kadar ki onların o bakışları onu neredeyse düşürecek, ayağını
kaydıracak ya da helak edecek gibi idi.
Aynı şekilde onlar
Kur'an'ı okuduğunu gördüklerinde deli olduğunu söylüyorlardı. Oysa Kur'an'ı
ancak ona ehil olan aklı başında bir kimse taşıyabilir. Kur'an bütün alemler
için bir şeref, bir hatırlatma ve bir öğüttür. Peygamber (s.a.)'e tabi olmak ve
ona iman etmekle müşerref olurlar. Böyle bir Kur'an'ın bir deli tarafından
getirilmiş olmasını akıl kabul eder mi? Böyle bir kitabı getiren bir kimseye
deli denilebilir mi?
[32]
[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/42.
[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/42.
[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/42-43.
[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/43.
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/44.
[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/44.
[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/44-45.
[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/45.
[9] Bu, rivayetlerden birisidir. Ahmed ile Buhari'nin
Edebu'l-Müfred'de, Hakim ve Bey-haki'nin Ebû Hureyre'den rivayetlerinde ise
şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Ben ancak iyi ahlâkı tamamlamak üzere
gönderildim."
[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/45-48.
[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/48-49.
[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/50.
[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/50-51.
[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/51.
[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/52.
[16] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/52-54.
[17] Kurtubi, XVIII/237.
[18] İbnü'l-Arabi, Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1845.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/54-56.
[19] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/58-59.
[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/59.
[21] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/59-60.
[22] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/60-62.
[23] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/62-64.
[24] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/65-66.
[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/66-67.
[26] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/67.
[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/67-69.
[28] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/69-70.
[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/71-72.
[30] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/73.
[31] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/73-76.
[32] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları:
15/77.