- 68 -
Mushaftaki
sıralamaya göre kitabı-mızın 68., Nüzûl sıralamasına göre 2., Mufassal kısmı
beşinci sûreler grubu-nun beşinci ve son sûresi olan Kalem sû-resi, Mekke’de
nâzil olmuştur. Âyetleri-nin sayısı 52’dir.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
1-2. Nûn;
kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine
uğramış bir kimsesin, deli değilsin. 3. Doğrusu sana kesintisiz bir ecir var-dır.
4. Şüphesiz sen büyük bir ahlâka sahipsindir. 5-6. Hanginizin aklından zoru
olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler. 7. Doğrusu senin
Rabbin, yolundan sapıtanları çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi
bilir. 8. Ey Muhammed! Bundan böyle, yalanlayanlara aldırma; 9. (Onlar sana
indirilen âyetlerden beğenmediklerini bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak
davranmanı isterler; böyle yapsan, onlar da seni över, yumuşak davranırlar. 10-14.
Ey Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı gi-den,
suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de soysuzlukla
damgalanmış kimseye, mal ve oğulları vardır diye aldırış etmeyesin. 15. âyetleri-miz
ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları” derler. 16. Onun havada olan
burnunu yakında yere sürteceğiz. 17-18. Biz bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini
denediğimiz gibi denedik. Sahipleri daha sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine
bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi. 19-20. Ama onlar daha uykudayken
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara
kesilmişti. 21-22. Sabah erken: “Ürünlerinizi devşireceksiniz erken çıkın” diye
birbirlerine seslendiler. 23-24. “Bugün orada, hiç bir düşkün kimse yanımıza
sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı. 25. Yoksullara yardım
etmeye güçleri yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler. 26-27. Bahçeyi
gördüklerinde: “Her halde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz yoksun bırakıldık”
dediler. 28. Ortancaları: “Ben size Allah’ı anmanız gerekmez mi? dememiş
miydim?” dedi. 29. “Rabbi-mizi tenzih ederiz; doğrusu biz yazık etmiştik” dediler.
30. Birbirlerini yermeye başladılar. 31. Sonra şöyle dediler: “Yazıklar olsun
bize; doğrusu azgınlık edenlerdik.” 32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha
iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.” 33. İşte azab böyledir;
ama ahiret azabı daha büyüktür; keşke bilseler! 34. Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara; Rabbleri katında nimet cennetleri vardır. 35. Kendilerini Allah’a
vermiş olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız? 36. Ne oluyorsunuz? Ne biçim
hükmediyorsunuz? 37. Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı var? 38. Seçtikleriniz
herhalde orada olacaktır. 39. Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe kadar sürüp gidecek
ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır? 40. Ey
Muhammed! Sor onlara: “Bunu kim üzerine alır?” 41. Yoksa onların ortakları mı
vardır? Doğ-ru sözlü iseler ortaklarını getirsinler. 42-43. O gün işin
dehşetinden baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet bürür; secdeye
çağrılırlar ama buna güçleri yet-mez. Oysa kendileri sapasağlam oldukları zaman
secdeye çağırılmışlardı. 44. Ey Muhammed! Kur’an’ı yalanlayanları Bana bırak;
Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba yaklaştıracağız. 45. Onlara
mehil veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır. 46. Yoksa, ey Muham-med, sen
onlardan ücret istiyorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette
hayır. 47. Yoksa, gaybın bilgisi kendilerinin katında da, onlar mı yazıyorlar? 48. Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne kadar
sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine seslenmişti.
49. Rabbinin katından ona bir nimet ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.
50-51. Rabbi onu se-çip iyilerden kıldı. Doğrusu inkar edenler, Kur’an’ı dinlediklerinde
nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. “O delidir” diyorlardı. 52. Oysa Kur’an, alemler için bir öğütten
başka bir şey değildir.”
Sûrenin
adı, ilk âyette geçen “kalem” kelimesinden alınmıştır. Mekke döneminin
başlarında nazil olmuş 52 âyetlik bir sûredir. Sûre-nin genel muhtevasına
baktığımız zaman Mekke’de Allah’ın Resûlü’ne karşı çıkışların şiddetlendiği,
hücumların arttığı bir dönemde na-zil olduğu anlaşılacaktır.
Kısaca
sûrenin bir özetini yaparsak sûrede şunlar denmektedir: “Ey Nebim! Her ne kadar
da sen Rabbinin nimetiyle çok yüce bir ahlâk üzere olsan, onlara benim âyetlerimi
ulaştırmaya çalışsan da, onlar yine de sana deli ve mecnun demektedirler.
Aslında sırf bu iki keyfiyet, senin çok yüce bir ahlâka sahip olman ve onlara
ulaştırdığın benim kitabım Kur'an, onların tüm ithamlarını çürütmeye kafidir.
Onlar pek yakında kimin deli, kimin mecnun olduğunu bilecek, anlayacaklardır.
Peygamberim sakın ha sen onların sıkıştırmaları karşısında ta-viz vermeye
kalkışma. Zaten onların tüm niyetleri de budur. Seni sı-kıştırarak senden
tavizler koparmak, seni uzlaşmaya razı etmek isterler.”
Sûrenin
ilk bölümünde bunlar dendikten sonra Allah’ın kendilerine verdiği bunca
nimetlere karşı nankörlük edenlere (Bağ sahiplerine) karşı yapılan uyarılardan
söz edilmektedir. Onlara gönderilen bu uyarı gibi, şimdi de size uyarı olarak
Hz. Muhammed gelmiştir. Eğer sizler de Hz. Muhammed’e karşı aynı şekilde davranırsanız,
bilesiniz ki dünyada muhtelif sıkıntı ve mahrumiyetlere müptelâ olacağınız gibi,
ahirette de daha büyük azaplara müstahak olacaksınız, denmektedir.
Son bölümde de
şunlar denmektedir: Bu dünyada Cenâb-ı Hakk’ın önünde secde etmeyenler, yarın
secde etmek isteyecekler ama buna imkân bulamayacaklardır. Kur’an’ı
yalanlayanlar asla Allah’ın azabından kurtulamayacaklardır. Bu dünyada
kendilerine verilen mühlet onları aldatmaktadır. Allah’ın Resûlü’ne karşı direnmeleri
için ellerinde hiçbir mâzeretleri yoktur. Zira Allah’ın Resûlü hiçbir menfaat
gözetmeyen bir elçidir. Muhataplarına yapılan bu ikazlardan sonra Allah’ın
Resûlü’ne son olarak şöyle buyurulmaktadır: “Ey Resûlüm, sana Rabbinin emri
gelinceye kadar İslâm’ı tebliğ yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır göster.
Sakın Yunus (a.s) gibi sabırsızlık ederek onun düştüğü imtihanlara düşme!”
Genel olarak
sûrenin âyetleri üzerinde bir gezinti yaparsak şunları söyleyebileceğiz: Az
evvel dev ifade ettiğimiz gibi sûreyi üç ana bölüm olarak anlamaya çalışmamız mümkündür.
Birinci
bölüm (1-7) âyetler. Bu bölümde ilk olarak kaleme ve yazdıklarına yeminle söze
başlanır. Bundan sonra inkârcılar tarafından Resûl-i Ekrem Efendimize yöneltilen
iftiralara cevap verilerek onu aşağılamak ve gözden düşürmek isteyenlerin iddia
ve isnatlarının ak-sine Resûlullah’ın deli, mecnun, cinlenmiş, cin çarpmış bir
kişi olmadığı bilâkis çok yüce bir ahlâka sahip olduğu vurgulanır. Kimin cinlenmiş
olduğu yakında anlaşılacaktır tehdidinde bulunulur. İnsanların, iman edip
Rablerinin takdirlerine boyun eğmeleri gerektiği ve her şeyin o yüce Rabbin
dilemesi ve takdiriyle meydana geldiği beyan edilir. Allah Teâlâ bir çok
yerinde olduğu gibi bu sûrenin başında da söze yeminle başlıyor. Burada Cenab-ı
hak, yarattığı şeylerden, kalem ve onun yazdıklarına yemin ederek başlıyor, daha
sonra Rasulullah’a hitaben: her ne kadar sen onlara bu Kitabı takdim etmekteysen
ve en güzel ahlaka sahipsen de onlar gene sana deli ve mecnun demektedirler.
Aslında sırf bu iki keyfiyet yani Kur'an ve senin örnek ahlâkın onların
ithamlarını çürütmeye yeter. Yakında kimin deli olduğuna şahit olacaklar. Sen,
bunların tazyiklerine karşı hiçbir tavizde bulunma. Zaten onların kastı da
senden tavizler kopararak seni uzlaşmaya razı etmektir.
Sûrenin ikinci bölümünde (âyet 8-16) o
zaman Mekke'de herkesçe bilinen bazı simaların, adları zikredilmeden, ahlaki
portreleri çizilmektedir. Bu sayede insanlar Hz. Muhammed'in (s.a) yüksek ve
temiz karakteriyle bunlarınkini mukayese ederek karşı çıkanların karakter ve
tavırlarının ne kadar çirkin olduğunu göreceklerdir. İnsanlara tepeden bakma,
başkalarını çekiştirme, insanlar arasında söz getirip götürme, vahyi bir kenara
bırakarak sürekli insanlara insan sözü taşıma, insanların sözlerini nakletme,
iyiliğin amansız düşmanı olma, saldırganlık ve kabalık gibi ahlâkî zaaflara
dikkat çekilir. Bu âyetlerin Resûlullah Efendimize amansız bir düşman kesilen,
her an ona ve Müslümanlara hakaretleriyle temayüz eden Velid Bin Mugıyre ve Ah-nes
Bin Şurayk kimseler hakkında nâzil olduğu rivâyet edilir. İnsanların onur ve
şahsiyetini hedef alan, dolayısıyla içtimâî ahlâkı zedeleyen bu kötü
davranışların zikredilmesiyle bir taraftan adı geçen kişilerin karakterleri
yerilirken, diğer taraftan da Müslümanların bu özelliklerden şiddetle
kaçınmaları tavsiye edilmektedir. Bu bölümde ayrıca, kendilerine verilen
nimetlere karşı nankörlükleri, bu nimetleri onları verene kulluğa kullanmaları
gerektiği halde aksine O’na düşmanlıkta kullanmaları yüzünden bu nimetlerden
mahrum bırakılan kişilerle alâkalı bir kıssaya yer verilir. Verilen nimetlerin
sadece kendisine ait olduğunu zannedip, sadece kendisine harcamaya kalkışan,
onları Allah kullarından esirgeyen kimselerin acı âkıbetleri haber verilir. Bu
âyetlerde insanların sadece yoklukla değil, nimetlerle, bolluklarla da imtihana
çekilmelerinin ilâhî bir yasa olduğu ortaya konur.
Bu bölümde
insanların hayatında her zaman vuku bulabilecek bir hususa işaretle, fakirlere
daima yardımda bulunulması öğütleniyor. Kazandıkları mallar bakımından fakirleri
hesap etmeyen, onlara bir şey vermek istemeyen kimsenin burnunun yere sürüleceği
beyan edi-lerek bahçe sahiplerinin kıssası anlatılıyor. Fakirlere bahçelerinden
bir şey vermek istemeyen cimri insanların bahçeleri bir gecede mahvoluyor.
Allah Teâlâ bu kıssa ile mallarına bir zeval erişen insanların buna asla karşı
koyamayacağı beyan edilmiş oluyor. Bu m
(34-47 âyetler): Bu bölümde
kafirlere hitap edilmektedir. Bazen doğrudan doğruya bunlarla muhatap olunurken,
bazı yerlerde de Allah Rasûlü’ne hitap edilmiş ama dolaylı olarak onlar ikaz
edilmişlerdir. Özetle denilmek istenen şudur: Öbür dünyanın güzellikleri ve iyilikleri
şüphesiz Allah'tan korkarak yaşayanlar içindir. Allah indinde, O'na itaat eden
kulların suçlu sayılacağı apaçık mantıksızlıktır. Kafirlerin, Allah'ın onların
iddia ettikleri gibi davranacağı hayalleri tamamen saçmadır. Buna hiç bir
delilleri yoktur. Bu dünyada bazı insanlardan Allah Teâlâ'nın önünde secdeye
kapanmaları istendiğinde inkar etmişlerdir ama kıyamet günü farkına varıp secde
etmek istediklerinde bu sefer secde edemeyecekler ve zelil olacaklardır.
Kur'an'ı yalanlayanlar Allah'ın azabından kurtulamaz. Bu dünyada onlara verilen
mühlet kendilerini aldatmaktadır. Bu yalanlamalarına rağmen azap
olunmayacaklarını ve azap gelmediğinde de doğru yolda olduklarını
zannediyorlardı. Halbuki helâke doğru sürüklendiklerinden habersizdiler.
Ellerinde, Allah Rasûlü’ne karşı direnmeleri için hiçbir makul sebepleri
yoktur. Çünkü O, hiçbir menfaat ve karşılık gözetmeyen bir habercidir. Bunda
hiçbir şahsî menfaati yoktur. Ayrıca O'nun Allah'ın Resulü olmadığını ve
getirdiği şeyin ise asılsız bir yalan olduğunu da ileri sürecek bir bilgileri
yoktur bunların.
Daha sonra kâfirlere ardı ardına
sorular gelir. İnsanların akıllarını erdirici, düşünmeleri sağlayıcı mahza
kullarına karşı rahmeti sonsuz olan Rabbimizin rahmetinin eseri sorular.
Üçüncü bölümde (âyet 48-52) nüzûl sırasına göre ilk defa bir
peygamber kıssasına yer verilir. Allah’ın kutlu elçisi Hz. Yunus’un ya-şadığı
bir tecrübe anlatılır. Bu kıssa ile Mekke müşriklerinin bunaltıcı işkenceleri
altında bunalmış olan peygamberimiz sabra dâvet edilir. Ve böylece hem
Resûlullah Efendimiz hem de tercihini ondan yana kullanmış, onun safında yer
almış bir avuç gariban Müslüman teselli edilir. Allah
Rasûlü’ne, Allah'ın emri kesinleşinceye kadar "İslâmî teb-liğ"
yolundaki zorluklara göğüs gererek sabır göstermesi, Yunus (a.s) gibi
sabırsızlık ederek onun düştüğü belalara düşmemesi bildirilmek-tedir.
Daha
sonra Mekke müşriklerin Resûl-i Ekrem efendimize na-zar değerek onu gözleriyle
yok etmek arzu ve planları ortaya konur. En sonunda sûre insanlığa bir uyarıyla
son bulur. Kalem sûresiyle alâkalı bu kısa tanıtımdan sonra inşallah sûrenin
âyetlerini tanımaya geçebiliriz.
Sûre,
Mekkî sûrelerin karakteristik özelliği gereği söze kalem üzerine yeminle başlar:
1. “Nûn;
kalem ve onunla yazılanlara andolsun ki,”
Nûn.
Bu, huruf-ı mukattadır. Bu konuda daha önceki sûrelerde açıklamalarda
bulunduğumuz için, burada sadece bunun Allah’tan gelmiş müteşabih bir âyet olduğunu
ve geldiği gibi iman ettiğimizi söylüyoruz. Nûn harfi hakkında birçok yorum
yapılmıştır. Bunlardan bazıları şunlardır: Nun, Yunus’tur (a.s.), bu sûrede
Sahibi’n -Nûn olan Yunus (a.s.) anlatılacağı için sûrenin başında ona dikkat
çekilmektedir.
Nûn, kılıçtır ve
sûrenin başında kılıç ve kaleme yemin edilmektedir. Birisi ilmin, ötekisi de
cihadın farziyetini ortaya koyuyor.
Nûn, divittir;
Cenâb-ı Hakk divite ve kaleme yemin ediyor. Allah bilir, bunlardan birisi de
olabilir, hiçbirisi de olmayabilir. Allah böyle bir yeminle söze başlıyor
diyoruz.
Sonra,
“kaleme ve onunla yazılanlara yemin olsun ki” buyuru-luyor. Buradaki kalemden
murad, kendisiyle Kur’an’ın yazıldığı kalemdir. –:IO²K«<_«8«: ifadesinden
anlıyoruz ki, kalemle yazılan şey Kur’-an’dır. O halde yemin, kalem ve Kur’an
üzerinedir. Yani bu kitap, Kur’an vahiy katiplerinin elleriyle yazılmaktadır.
Öyleyse bu husus Allah Resûlü’nün deli olmadığının açık bir delilidir.
Veya
buradaki üzerine yemin edilen kalem konusunda şöyle iki söz vardır: Bu kalem ya
Levh-i Mahfuzu, kâinatın kaderini, hayat programını yazan kalemdir, –:IO²K«<_«8«:
dan kasıt da Levh-i Mahfuzdur, veya Levh-i Mahfuzun mübarek yazıcıları olan
meleklerdir. Ya da bu-radaki kalem, hepimizin elindeki kalemdir ve yazdıklarından
kasıt da her birimizin yazdıklarıdır. Öyleyse Rabbimiz:
1-
Kur’an’a ve onu yazan kalemlere, onun vahiy katiplerine yemin ediyor,
2-
Veya Levh-i Mahfuza, onu yazan kaleme ve onun yazıcıları olan kutlu meleklerine
yemin ediyor,
3-
Yahut da şu bizim elimizdeki kalemlere ve onlarla yazdıklarımıza yemin ediyor. Kaleme
ve yazdıklarına, kaleme ve yazıcılarına yemin edildiğine göre, kaleme ve yazdıklarımıza
dikkat etmek zorundayız. Çünkü bu yeminle anlıyoruz ki, kalemle yazılması
gereken sadece vahiydir. Kalemi yaratan Allah, elbette onu nerede kullanmamız gerektiğini
de bilen ve belirleyendir. Allah onu nerede kullanmamızı istiyorsa, orada
kullanmak zorundayız.
Bu yeminle Rabbimiz,
“kaleme yemin olsun ki onu nerede kullandığınızdan hesaba çekileceksiniz”
buyurmaktadır. Yazmanız gerekirken yazmadıklarınızdan, yazmamanız gerekirken yazdıklarınızdan
hesaba çekileceksiniz. Öyleyse vahiyden yazmanız gerekenleri yazmayarak ya da
vahyin dışında yazmamanız gerekenleri yazarak zulmetmekten sakının, diyor
Allah.
Rasulullah
Efendimizin bir hadislerine göre Rabbimizin ilk yarattığı şey kalemdir.
“Allah’ın
ilk yarattığı şey kalemdir. Kaleme Allah, “yaz” buyurdu. Kalem: “Neyi yazayım
ya Rabbi?” dedi. Allah buyurdu ki, “kıyamete kadar gerçekleşecek kaderi yaz!”
(Tirmizi, Kader: 17; Tefsir:
68)
Zemahşeri şöyle der: “Yüce
Allah, kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun
yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda
anlatılamayacak kadar çok fayda ve yararlar vardır.”
İmam Râzi de şöyle der:
"Vel-Kalem" hakkında iki görüş var-dır. Birisi budur ki, yemin edilen
kalem, gerek gökte bulunanın, gerek yerde bulunanın yazdığı kalemin hepsini
içine alan cins ismidir. Yüce Allah mantığı ihsan etmekle "İnsanı yarattı,
ona beyanı öğretti." (Rah-mân:3-4) diye minnet buyurduğu gibi
"Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, insana kalemle öğretti. İnsana bilmediğini
öğretti" (Alâk:3-5) diye kalem ile yazmayı ihsan etmesiyle de minnet
buyurmuştur. Bu-nunla faydalanmanın izah ve yorumu şudur: Kalem üçüncü şahsı
ikin-ci şahıs yerine koyar. Bu sebeple insan dil ile yakınına anlatabildiği is-tek
ve maksadını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi, üzerine ye-min edilen
kalem "Allah'ın ilk yarattığı
kalemdir." diye hadiste bildiri-len daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce
Allah bunu evvela yaratmış, sonra da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış,
saat gelene kadar olacağı, bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu
gök ile yer arası kadar nûrdan bir kalemdir.
Rabbimizin ilk yarattığı kalem,
yeryüzünde varlıkların en şereflisi olarak yarattığı insana lütfettiği beyanın
yarısını gerçekleştirme va-sıtasıdır. Allah, kullarından sadece insana beyan gücü
vermiştir. Rah-man sûresi bunu şöyle anlatır:
“Rahman olan Allah Kur’an’ı öğretti,
insanı yarattı ve ona beyanı öğretti.”
(Rahman:
12)
Allah
insana beyanı öğretmiştir. Beyan, insanın karşısındakine mânâ naklinin adıdır. İnsanın
karşısındakine duyurmak istediklerinin nakline beyan diyoruz. İnsanın karşısındakine
bu beyan imkânı verilmiştir ki, bu, yeryüzünde Allah’ın varlığına en büyük
delildir. Konuşmak ve anlamaktan daha büyük bir mucize olamaz. Konuşulunca
anlıyorsunuz değil mi? Peki nereden anlıyoruz bunları? Söylenilenleri, bu
mânâyı, bu meramı nasıl anlıyorsunuz? Gerçekten de bu, Allah’ın bize en büyük
lütuflarından birisidir. Beynimizden geçirdiklerimizi karşımızdaki kimselere
anında empoze edebilme imkânına, gücüne sahibiz. Konuşabiliyoruz, karşımızdaki
de anlayabiliyor.
İşte buna mânâ nakli veya beyan
gücü diyoruz. Bunu bize veren Allah’tır. Allah bize bu beyan gücünü vermeseydi,
meselâ dağı anlatabilmek için dağı kucaklayıp getirmek ve göstermek gerekecekti.
Alâk
sûresinde de bu beyanın, bir de kalemle olduğunu şöyle anlatır:
“Oku! Ki senin Rabbin sonsuz kerem
sahibidir. O kalemle yazmayı öğretmiştir.”
(Alâk 3)
Yani zaman
ve mekan birlikteliği içinde bizim karşımızdakine dille mânâ nakletme imkânımız
vardır. İkinci bir ihsan olarak da Rab-bimiz kalemle yazmayı öğrettiğini anlatır:
Kalemle bu
mânânın intikalinin zaman ve mekân ötesine taşırılmasını öğretti Allah. Öyleyse
kalem, gaibi muhatap menzilesine ko-yar. İnsan, l
Bu iki âyet
bize bir taraftan bu beyanın Allah’tan olduğunu an-latırken, diğer taraftan
ilimle Kur’an’ı birleştirmemiz gerektiğini anlatmaktadır. Yani ilim eşittir
Kur’an, Kur’an eşittir ilim. İlim de, beyan da sadece Allah’a aittir. Beyanı
açıklamak, tanımak, tanıtmak, açmak, şerh etmek sadece Allah’a aittir, Kur’an’a
aittir. Kuranın böyle bir açıklama, beyan etme özelliği vardır.
“Sen daha önce bir kitaptan okumuş ve
elinle de onu yazmış değildin. Öyle olsaydı, batıl söze uyanlar şüpheye düşerlerdi.”
(Ankebût 48)
Bu âyetin
ortaya koyduklarıyla birlikte düşünecek olursak, o zaman bu kalemle Rasulullah Efendimiz
arasında bir ilgi kurulduğunu da anlamaya çalışıyoruz. Biliyoruz ki Rasulullah Efendimizin
dünyasında vahiy öncesi kalem yoktu. Peki vahiy sonrası oldu mu? Biliyoruz ki,
vahiy sonrası da yine olmadı. Ama bakın kalemin sözünün edildiği, yani kalem
üzerine yemin edildiği bu âyetin hemen sonrasına, ikinci âyete bakıyoruz,
Rabbimiz buyuruyor ki:
“Kaleme yemin olsun ki ey peygamberim
sen mecnun değilsin.” Peki hangi kalem bu yemin edilen kalem? Rasûlullah’ın
kendi kalemi mi? Hayır. Çünkü Rasûlullah’ın kalemi de, yazması da yoktur. Yani
başkalarının kalemine yemin ediliyor ve arkasından da deniliyor ki, “sen mecnun
değilsin.” O zaman herhalde şu bizim bildiğimiz bir kalem olmayacaktır buradaki
kalem. Peki o zaman ne anlayacağız ya bundan? Levh-i Mahfuzu da, onu yazan
kalemi de, onun yazıcılarını da bilmediğimize göre, herhalde Allah bir kaleme
yemin ediyor, aynen iman etmek zorundayız. Bilmiyoruz derken, bunun mahiyetini
bilmiyo-ruz. Değilse Allah’ın Resûlü mi’râca çıktığı gece bir kalem gıcırtısı
duyduğunu haber vermektedir.
Yine Rasulullah Efendimizin İbn-i
Abbas efendimize tavsiyelerini içeren hadislerinde:
“Kalemler
kaldırılmış, sahifelerin mürekkepleri de kurumuştur.”
buyurduğunu da biliyoruz. İşte belki de burada
üzerine yemin edilen kalem bu kaldırılan kalemdir.
Yani Allah
en iyisini bilir, öyle bir kalem düşüneceğiz ki, o kalem bizim hayatımız ve ölümümüzle,
sosyal, ekonomik ve siyasal gi-rişimlerimizle, bizim ve tüm kâinatın hayat
programıyla, varlıkların ka-derleriyle ilgili Allah’ın iznini, takdirini, buyruğunu
yazan kalemdir. Bu haktır, bu batıldır, bu iyidir, bu kötüdür, bu cennetliktir,
bu cehennemliktir gibi Allah’ın takdirini, Allah’ın tescilini, mührünü vuran
kalemi ha-tırlayacağız burada. Tüm kainatın kaderini yazan kaleme, bu kalemle
yazanlara, yazılanlara, yani Allah’ın tesbit buyurduğu kaderine, yazgısına
yemin olsun ki, diyeceğiz.
Bunun sonunda da hemen şuna ikrar
ve iman edeceğiz: Demek ki bu kâinat, bu varlıklar başıboş değildir. Varlık,
tesadüfî değildir. Demek ki tüm bu varları var eden ve onlara hayat programı
takdir eden, kader takdir eden bir Allah vardır. Demek ki Allah bilendir. Demek
ki Allah takdir edendir. Demek ki Allah bilgisi
değişmeyendir. Al-lah kesin bilendir ve demek ki sizin teslim olmanız
gereken Allah’tır. İşte burada kendisine teslim olunması gereken Allah anlatılıyor.
2.
“Ey Muhammed! Sen Rabbinin nimetine uğramış bir kimsesin, deli değilsin.”
“Ey
peygamberim! Sen Rabbinin nimetleri ile, Rabbinin nimetleri sayesinde asla
mecnun, deli değilsin!” Bi’setinden, peygamberliğinden, yani Kur’an’ın
kendisine nüzûlünden önce Allah’ın Resûlü’ne herkes Muhammed’ül Emin diyordu.
En emin, en güvenilir insan di-yorlardı. Önceleri insanlar kendisine böyle
derken, kendilerine Kur’a-n’ın nüzûlünden sonra ona deli demeye, mecnun demeye
başladılar. Bundan anlaşılıyor ki, onlar onun okuduğu Kur’an’dan ötürü ona deli
diyordu.
Ey
Muhammed! Allah’ın lütfu ve sana verdiği nübüvvet nimeti sayesinde sen cahil
müşriklerin iddia ettiği gibi deli ve mecnun değilsin. Allah’a hamd olsun sen
akıllısın. Kâfirlerin dediği gibi değilsin.
Allah Teâlâ, kaleme ve onunla
yazılanlara yemin ederek Ra-sulullah’ın, müşriklerin iddia ettikleri gibi deli
olmadığını, zira onun Rabbi olan Allah’ın lütfuna ve nübüvvet nimetine mazhar
olduğunu beyan etmiştir. Kâfirler şöyle demişlerdi: “Ey, kendisine Kur’an
indirilen! Sen, kesinlikle bir delisin.” (Hicr: 15/6) Biliyoruz ki
Rasulullah (a.s) r
Yani ne zaman ki
Allah’ın Resûlü çevresine Rabbinden gelen âyetleri okumaya başladı, işte o
andan itibaren kendisine deli, mecnun demeye başladılar. Bundan anlıyoruz ki,
bugün de insanlardan kimileri peygamberî bir tavır ortaya koyarak, yani direk
Kur’an okuyarak konuşmaya başlayınca, Kur’an anlatmaya başlayınca, etrafına
Kur’an duyurmaya çalışınca insanlar onlara da aynı şeyleri söyleyeceklerdir.
Çevrelerine
Kur’an’ı duyurmaya çalışanlara, bunu kendisine dert edinenlere bugün de
insanlar aynı seyi söyleyeceklerdir: “Sen delisin be! Ne biliyorsun sen
Kur’an’ı? Nasıl anlarsın sen Allah’ın meramını? Nasıl cesaret edersin buna? Sen
ki bir tamirci parçasısın! Sen Kur’an’ı bırak da şu şu kitapları oku bize!
Boyundan büyük işlere bulaşma!” O kimseye deli diyecek, sapık diyecek,
mezhepsiz, Vaha-bî… diyeceklerdir.
Ama
bakın Allah buyurur ki, “ey peygamberim! Onlar ne derlerse desinler! Sen
Rabbinin nimetleri ile, Rabbinin nimetleri sayesinde asla deli değilsin! Peki
Rabbimizin hangi nimetleri sayesinde deli değildi Allah’ın Resûlü? Yani
Rasûlullah’a Rabbimizin hangi nimetleri vardı? İman, hidayet, r
İşte
bu Allah’ın tescilidir. Vahiy nimetine sahip olan, Kur’an’la hareket eden,
hareket noktası Kur’an olan kişi hiçbir zaman deli olamaz. Hiç kimse ona deli
diyemez. Eğer bizler de şu anda Peygamber gibi bir tavır sergileyebilir, Peygamberimizin
misyonuna sahip çıkabilir, tıpkı onun gibi Kur’an’la beraber olabilir,
Kur’an’la hareket edebilir, Kur’an’ı hareket noktası kabul ederek, imanla,
hidayetle, peygamberlikle, vahiyle beraber olabilirsek, o zaman bilelim ki
Rabbimizin bu tescili bizim için de geçerlidir ve kesinlikle bilelim ki biz
deli değiliz, mecnun değiliz, haktayız, hidayetteyiz, doğru yoldayız. Zerre
kadar kendimizden bir şüphemiz olmasın.
Ama bunun aksini
yapıyor, yani vahiyle beraber değilsek, vahyi tanımıyorsak, konuştuğumuz vahiy
değilse, amellerimiz vahiy ürünü değilse, hareket noktamız vahye dayanmıyorsa,
yaptığımız ve yapmadığımız şeyler vahiyden kaynaklanmıyorsa, işte o zaman kendi
kendimizden şüphede olabiliriz. Acaba biz deli miyiz? Acaba biz mecnun muyuz?
Acaba hayat programımızı iki ayaklı ya da ayaksız cinlerden mi alıyoruz? Acaba
vahyin yerine cinleri mi oturttuk? Cin kaynaklı bir hayatımız mı var? Bundan her
an şüphede olabiliriz.
Bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Bugün bizler de peygamber tavrı
sergilersek bize de insanlar deli diyecekler. Çevreyi ciddiye almadan vahyin
dediklerini yapmaya kalkarsak, hareketlerimizi, amellerimizi, bakışlarımızı,
sevmelerimizi, küsmelerimizi, kılık-kıyafetlerimizi, mal-mülk anlayışlarımızı,
hayata bakışımızı, ticaret anlayışımızı, dükkanımızı, tezgâhımızı vahyin
istediği şekilde ayarlamaya çalıştığımız zaman deli bu diyecekler.
Yani sen
kâfirler ve müşrikler gibi yapmayıp hayatını Allah için yaşamaya çalışır, malın
konusunda o malı sana veren Allah’ı söz sahibi kabul eder ve onu sahibinin yolunda bol bol dağıtırsan, bedenin konusunda Allah’ı
söz sahibi kabul eder ve onu Allah’a kulluğa hasreder, namaza, niyaza zaman
ayırır, zamanın konusunda Allah’ı söz sahibi kabul eder, onu verenin yolunda
harcayarak ilim öğreneceğim, ilim öğreteceğim, hasta ziyaretinde bulunacağım,
mü’minlerin yardımına koşacağım diye iki-üç gün dükkanını kilitlersen, hedefin
sadece Allah olur ve insanları memnun edecek zamanın kalmazsa, müşteriyi memnun
etme adına ikiyüzlülük yapmazsan, elbette ki sana da, size de deli diyecekler.
“Bunun aklı yok, bu adam olmaz,
bunun sonu kötü, bunun sonu iflas bunun sonu berbat!” diyecekler. Siz de aynen Peygamber
(a.s) gibi Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız, kesinlikle bilesiniz ki
size de aynısını diyeceklerdir. Eğer sizler cimrilik yapmayıp, fakirlikten
korkmayıp malınızı Allah adına bol bol verirseniz veya faiz alıp zengin olma
imkânınız varken Allah korkusundan ve ahiret hesabından ötürü böyle bir yola
girmez, bunu kullanmaz, dini yasaklardan ötürü hayatınızı zehir eder (!),
teşvik kredisi almaz, reklâma para ayırmaz, düzen dolap çevirmezseniz “aptal bu”
diyecekler, “deli bu! Bunun sonu iflas! Bu adam olmaz, bakan olamaz, dekan
olamaz, müdür de olamaz, bu hiçbir şey olamaz!” diyecekler.
Allah korkusundan ötürü bu bana
haramdır diyerek istifade cihetine gitmediği bir kadın yüzünden, oturulmasını
caiz görmediği bir makam yüzünden bugün insanlar nicelerine deli, “ağzının
tadını bilmi-yor bu enayi!” diyorlar değil mi?
Varsın insanlar ne derlerse
desinler, Rabbim sen deli değilsin dediğine göre, bizim için Rabbimizin tescili
önemlidir.
3. “Doğrusu sana kesintisiz bir ecir
vardır.”
Peygamberim,
Rabbinin nimetleriyle hareket etmekle sen deli olmadığın gibi, üstelik bu
yüzden senin için sonsuz bir ecir vardır. Gayri memnun bir de hiç zahmet
çekmeden, elde etme konusunda hiç yorulmadan, hiç kimsenin minnetini çekmeden
sırf Allah'ın lütfu ve yardımı olan bir mükafat anlamına gelir. İnsanlar sana bu yüzden deli
demişler, mecnun demişler; hiç aldırış etme sen onlara. Kur’an’la ha-reket
etmen, Kur’an’a dayanman ve Kur’an’ı insanlara ulaştırman ve bu yüzden eziyet
çekmenden ötürü senin için çok büyük bir mükafat vardır sana.
Buradaki
“Ecr-i
gayrî memnun” ifadesinin bildiğimiz kadarıyla üç mânâsı vardır:
1-
Kesintisiz, sürekli bir ecir, sürekli bir ücret ve mükafat. Peygamber’e (a.s)
ve onun yolunun yolcularına sunulacak mükafat kesintisiz, sürekli bir
mükafattır. Çünkü cennet ebedidir. “Halidîne fihâ ebedâ” bir cennet sunulacaktır onlara.
2-
Başa kakıntısız, baş kakıntısı olmayan bir ecir, bir mükafat demektir. Allah, “Hadi,
hadi hak etmediniz bunu! Dünyada yatıp, yatıp geldiniz! Hiçbir şey yapmadınız!
Ama yine de ben size bunları veriyorum!” demeyecek de, “siz kazandınız bunları!
Siz hak ettiniz! İşlediğiniz amellerin sonucudur bunlar!” diyecek.
3-
Gayr-i memnun ecir, yani memnuniyetin de ötesinde bir e-cir, bir mükafat
demektir. “Tamam ya Rabbi! Yeter ya Rabbi! Daha is-temem ya Rabbi!” demenin de
ötesinde Rabbimizin vereceği bir mü-kafattır.
Bir
mü’min Allah’ın nimetleriyle beraber olursa, Allah’ın nimetleriyle hareket
edecek duruma gelirse, yani sürekli Kur’an ve sünnetle beraber olursa,
amellerini, hareketlerini onlara dayandırır ve de tıpkı Peygamber (a.s.) gibi
kendisinin dirilişine sebep olmuş o vahyi insanlara duyurma, insanlara
ulaştırma kavgası içine girerse, işte ona Rab-bimizin mükafatı böyle olacaktır.
Bir hadislerinde Resûlullah Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah’a yemin ederim ki senin
vasıtanla, senin sebebinle bir tek kişinin hidayete ermesi senin için kızıl develerden
daha hayırlıdır”
Bu söz
bize sanki birilerinin hidayete ermesi konusundaki çabamızla, kırmızı develerin
bizim olması konusundaki çabamızın mu-kayesesini, karşılaştırmasını yapıyor,
anlatıyor, söylüyor. Farklı bir a-çıdan değerlendirince, yani sen diyor
peygamberimiz bu sözü dinleyene, anlatana değil mi ki, beni ilgilendirmez
anlamına demiyorum, yâni ben şimdi kendim dinliyorum, şimdi sizler de
dinliyorsanız hepimize diyor ki Allah’ın Resûlü; ey sizler, siz ne için
çabalıyorsunuz? Sa’yiniz, çabalamanız, gayretiniz, uğraşınız neye doğru? Birilerinin
hi-dayete ermesi için mi uğraşıyorsunuz, yoksa kırmızı develer sizin ol-sun
için mi? Tabi konunun birinci bölümünde hemen itirazların yükselmeye
başladığını siz de duyuyorsunuz. Ama itiraz eden biz olmayalım. Hidayet etmek
mi? Kimin elindedir hidayet? İyi ama Allah peygamberine bile; “Sen istediklerini
hidayete erdiremezsin, sen istediklerine hidayet veremezsin, sen istediklerini
müslüman edemezsin” Evet, biz de istediklerimize hidayet edemeyiz. Böyle bir
sorumluluğumuz yok zaten.
Yâni
Rasûlullah Efendimiz meselâ Ebu Talib’i çok sevdiği onun müslümanlığını çok
istediği halde ona hidayet edemedi. Veya meselâ yine Kur’an’dan öğreniyoruz ki
Hz Nuh aleyhisselâm o helâk olup giden oğlunun hidayetini elbette istiyordu.
Ama elbette onun istemesi ötekisinin hidayette olması anlamına gelmezdi.
Peygamberin bile istediklerini hidayete ulaştırma imkânına sahip olmadığı halde
benim sebebimle, benim vasıtamla bir kişinin hidayete ulaşması konusunda bana
düşen ne ola ki? Öyle şey olmaz demeye hakkımız yoktur. Çünkü madem ki
peygamberimiz böyle demiş, elbette bunun bir başka yönü olmalıdır.
Dahası,
acaba biz kızıl develer konusunda da aynı durumda değil miyiz? Ama neden o
konuda daha çok çaba içindeyiz? Söyleyin, o kırmızı develerden ne kadarının ne
zaman kendisinin olması konusunda uğraşan, didinen insanlar bilirsiniz. Onlar
bu kadar uğraştı diye daha çok uğraşana daha çok kızıl develerin verildiğini
gördünüz mü? Yâni bir adam ki gecesini gündüzüne katarak, oğlunu kızını unutarak,
karısını, namusunu, iffetini unutarak, dahası dinini, diyanetini, Allah’ını
peygamberini unutarak bütün bu unutmalarını o kırmızı develere ulaşmak hatırına
yaptığını kendisi de biliyor, ama bir deve ya buluyor, ya bulamıyor, bazen onu
da bulduğu gün kaybediveriyor. Öyleyse biz ne kırmızı develeri kazanmak, ne de
birilerinin hidayetine sebep olmak konusunda bir garantiye sahip değiliz, ama
bu konuda sa’y etmekle, çalışıp çabalamakla mükellef ve sorumluyuz. Öyleyse bu
hadiseyi, bu sorumluluğu bu açıdan değerlendirmeliyiz.
Şimdi
tekrar dönüyorum başa. Rasûlullah Efendimiz beni iki durumla karşı karşıya
bırakıp düşünmemi istiyor sanki. Diyor ki, söyle sen Adem oğlundan kadın ya da
erkek bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda vasıta olabilir misin? İşte o,
senin kırmızı develere sahip olman konusundaki o çabalarından daha hayırlıdır.
Öyleyse bizim ka-faya takıp aklımızdan çıkarmamamız gereken gerçek şu olacak:
Ben birilerinin hidayete ermesi konusunda vasıta olsam, birisi olmadı, diğerine,
o da olmadı, bir diğerine şeklinde birilerinin daha iyi müslü-man olması
konusunda gayret edersem, sonunu Allah’a bırakırsam kırmızı develerin benim
olması konusundaki gayretimden daha hayırlı olacaktır bu.
Sonunda
yine bize ayrılan kadar geleceğini unutmamalıyız.
Acaba
bir tek kişinin hidayete ermesi konusunda çalışıp çabalayacak olan bizler,
karşımızdakinin illa kâfirdi de müslüman olması gerekir şeklinde bir çalışmaya
mı hazırlanmalıyız? Bir başka şekliyle söyleyelim, yani hidayet sadece kâfirin
müslüman olması mı? Yoksa müslüman da yeniden hidayet bulabilir mi? Bunu Fâtiha
sûresiyle söylersek daha bir anlaşılır hale gelecektir.
“İhdinessıratal
müstakim.” Aman Allah’ım bana hidayet lütfet. Öyle bir sırat ki ben o sıratta
olayım. Bu sırat senin nimetlerine nail olanların yolu olsun. Beni o yola ilet,
o yolda tut ya Rabbi. O yolun hidayetini bana lütfet ya Rabbi diye dua
ediyoruz. Aman ya Rabbi, senin hidayetini bulduktan sonra dalâlette,
sapıklıkta, yolunu şaşırıp gitmiş, dinini değiştirmiş olan Hıristiyan gibi
olmayayım. Ya da kendilerine azap ve gazap ettiğin Yahudiler gibi olmayayım
diye bir hidayet talebimiz var. Peki söyleyin bunu herhangi bir konumda okuyan
müs-lüman hidayette değil mi ki Allah’tan hidayet istiyor? Ya da namaz kılan ve
namazında bunu söyleyen bir müslüman namaz kılacak kadar Allah’ın huzurunda
olma bilincinde iken yine de bana hidayet et ya Rabbi diyorsa, söyleyin o
hidayeti nereden bulacak? Yâni kâfirliğe dönecek sonra tekrar müslüman mı
olacak? Belki de böyle bir çapraşık düşünce, böyle bir farklı düşünce insanları,
kâfirken müslüman olanlara sevgi konusunda farklı konuma getirmiş. Yâni bir
adam önceden kâfirse, dinsizse, Hıristiyan’sa, Yahudiyse sonra da müslüman
olmuşsa müslümanlar ona daha bir değer veriyorlar, daha bir el üstünde
tutuyorlar. Ama önceden beri müslüman olan, hattâ biraz daha iyi müslüman olsa
bile kimse onu dikkate almıyor. Ya da sonradan müslüman olan o kişi o önceki
müslüman olanın seviyesinde olmasa bile daha elde tutuluyor nedense. Galiba
hidayet denilen şeyin, küfürden dönmek şeklinde oluşuna daha bir özen
gösteriyor, ya da özellik arz ediyor müslümanlar. Herhalde o kadar değil.
Ben
anladığımı söyleyeyim. Benim sebebimle bir tek kişinin eğer kâfirse müslüman
olması, yok eğer müslüman ise daha iyi müs-lüman olması benim adıma kırmızı
develerin benim olmasından çok daha hayırlı olmalıdır. Bir kişinin müslüman iken
daha iyi müslüman olmasından kastım, kimi konularda müslümanlığı bilmiyorsa
onları öğrenmesi, kimi bildiklerini yapmıyorsa onları yapmaya başlaması,
İs-lâm’ın öğrenme ve yaşama seviyesinin alttan üste doğru çıkması şeklinde
anlaşılabilir. Yâni benim sebebimle birisi önceki Müslümanlığına göre daha iyi
müslüman oluyorsa, önceki cennet yolunda oluşuna nispetle daha iyi gidiyorsa, öncekine göre cennetteki
derecesi daya yükseğe çıkmışsa, ya da kâfir olup cehenneme giderken müslüman
olup cennete gitmeye başlamışsa işte ben buna sebep olmuşsam, benim sebebimle
dini, âhireti, cenneti, cehennemi tanımışsa kırmızı develerin benim olmasından
benim için çok daha hayırlıdır.
Peki
mademki kırmızı develerin hiç önemi yoksa, ben kırmızı develer konusunda hiç
sa’y etmeyecek miyim? Öyle değil, ben Safa ve Merve’yi, ikisi arasında su
aramak, rızık aramak üzere sa’y eden Hz. Hacer’i, ama sonunda kırmızı
develerden çok daha değerli, çöl ortasında, dağların yalçın kayalıkları
arasında, susuz, kimsesiz, insansız, evsiz, barksız bir ortamda ona lütfedilen
Zemzem’i elbette u-nutmamalıyım. Onun için sa’y edecek, ama Safa ve Merve’yi
aşmadan. Safa’yı öteye, Merve’yi beriye taşmadan sa’y edeceğim. Yâni Al-lah’ın
haram-helâl sınırlarını çiğnemeden sa’y edeceğim. Lâkin sa’yim ve gayretim
develerden önce, develerden daha çok birilerinin hidayeti üzerine olacaktır.
Şimdi
bir hadis okuyunca kendime soracaktım ya. Acaba bu hadis bana ne dedi? Acaba bu
hadis sebebiyle ben neredeydim? Ne-rede olmalıydım ve şimdi neredeyim? Yâni
acaba ben şu anda insanların hidayeti için uğraşıyor muyum, yoksa ben kırmızı
develerin mi peşindeyim? İnsanlardan, yâni sizin yaşadığını çevrenin çok uzaklarındaki
insanlardan söz etmiyorum. Ya da yeryüzünde farklı binlerce İslâm’ın dışındaki
insanlardan da söz etmiyorum. Yâni çok uzaklarda birileri varmış, henüz ben
onlarla tanışıp görüşmemişim, acaba onlarla nasıl görürümün hesabını
yapmıyorum. Çünkü onlarla tanışabilmek, onların dillerini öğrenebilmek imkânı
belki de hayatınız boyunca size hiç verilmeyecektir. Öyle değil mesele. Ama
mutlaka komşunuz vardır sizin gibi konuşan, arkadaşınız vardır konuşup
anlaşabileceğiniz, evinizde, dükkanınızda, okulunuzda, sofranızda birileri
vardır. Pe-ki onların hidayetleri konusunda çalıp çabalamanız gerekmez miydi bu
hadise göre? Ya da siz hâlâ kırmızı develerin mi peşindesiniz?
Sen
uğraş hele birilerinin hidayetine. Onlar hidâyete ermezler-se bile sen
hidayette kalmaya devam edersin böylece. Yâni biz birilerinin hidayeti için
çırpınırken, onlar hidayete ermezlermiş, onlar hidayette kalmazlarmış, onlar hidayeti
bulmazlarmış ne fark eder bizim için? Çünkü nice peygamberler biliriz ki hiç
ümmeti olmamış, hiç inananı olmamış. Ya da üç beş kişiyle sınırlı kalmış.
Olsun, peygamberler hidayette kalmışlar ya.
Ama unutmayalım ki
bu işin sonunda gelecek mükafat insanlardan değil, Allah’tan olacaktır. Mü’min,
mükafatını Allah’tan bekleyecek ve din duyurduğu insanlardan asla bir
beklentisi olmayacaktır. Çünkü insanlardan gelebilecekler asla kesintisiz
olmayacaktır ve de işin acısı Allah’tan gelecek bu kesintisize de engel
olacaktır, bunu hiç bir zaman hatırımızdan çıkarmayalım.
4. “Şüphesiz sen büyük bir ahlâka
sahipsindir.”
“Peygamberim,
muhakkak ki sen bir huluk-i azîm üzeresin. Allah’ın istediği yaşaman, vahiyle
birlikte hareket etmen ve insanların ıslahı adına onlardan gelecek tüm eziyetlere,
tüm yalanlamalara, tüm alaylara katlanıp göğüs germen senin çok yüksek bir
ahlâk sahibi olduğundandır. Çünkü zayıflar asla buna tahammül edemezler.”
Rasulullah
Efendimize Rabbimizin izafe ettiği bu “Huluk-i Azîm” konusunda farlı
şeyler söylenmiştir. Hz Ayşe annemizin ifade buyurduğu üzere “Rasulullah Efendimizin
ahlâkı Kur’an’dı.” Öyleyse bu Huluk-i Azîmin mânâsı Kur’andır. Çünkü Allah’ın
Resûlü, onu sadece insanlara tebliğ etmekle, sadece insanlara ulaştırmakla kalmamış,
aynı zamanda onu bizzat kendisi yaşamıştır. İbni Abbas efendimiz de bu huluk-i
azîm konusunda “din” ifadesini kullanmaktadır. “Ra- sûlullah’ın ahlâkı diniydi,
dinin ortaya koyduğu ahlâktı” der. Çünkü Rasûlullah’ı anlamak dini, Kur’an’ı
anlamaktır; Kur’an’ı, dini anlamak da Rasûlullah’ı anlamaktır. Rasulullah
anlaşılmadan dinin de, Kur’-an’ın da anlaşılması mümkün olmadığı gibi, din ve
Kur’an anlaşılmadan da Rasûlullah’ın anlaşılması mümkün değildir.
İşte
bu Allah’ın nimetleriyle, Allah’ın vahyiyle beraber olmanın, vahiyle hareket
etmenin tezahürü sadece ahirette değil, aynı zamanda bu dünyada da
görülecektir. Yani ben vahyi tanıyorum, ben vahiyle beraberim, benim hareket
noktam vahiydir diyenlerin hayatlarına, ahlâklarına bakacağız. Eğer gerçekten
Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmış-larsa, Kur’an ahlâkının eseri varsa üzerlerinde, “evet
bu adam vahyi tanıyor, bu adam vahiyle hareket ediyor” diyeceğiz. Değilse
yalancıdan başkası değildir o.
Kimileri
de bu huluk-i azîme “kerîm, selim bir tabiat” demişlerdir. Veya azîm, önünde
saygıyla eğilinen demektir. Herkesin önünde saygıyla eğildiği varlık demektir.
Yani sev-sevme, kabul et-etme, iman et-inkar et fark etmez ama o konu edildi mi,
o gündeme geldi mi, onun karşısında oldu mu kişi, kesinlikle saygı duymak
zorunda, onun hakkını teslim etmek zorundaysa işte buna azamet diyoruz. Azîm,
Allah’tır. Önünde herkesin saygıyla eğildiği varlık Allah’tır. Ama Rab-bimizin
izâfesiyle işte peygamberimizin de böyle yüce bir ahlâkı vardı ki, herkes, dost
düşman onu kabul etmek zorundaydı. Onun içindir ki, bidayette emin demişlerdi
Rasulullah Efendimize. Peki acaba Rasû-lullah’ın bu durumu doğuştan mıydı? Yani
bu ahlâk doğuşta mı geliyordu? Evet. Ama sadece yaratılıştan gelmekle sürdürülen
bir özellik değildi bu. Allah vergisi bir potansiyel güçtü ve Rasulullah Efendimiz
de bunu Allah’ın istediği biçimde geliştirmiş, şekillendirmişti ki, buna da
Kur’an’ın edebi diyoruz. Kur’an edebi olarak sürdürülen bu ahlâka da İslam
diyoruz.
Evet,
ey peygamberim! Hiç kuşkusuz sen, üstün bir hayat tarzına, yüksek bir terbiye
ve çok yüce bir ahlaka sahipsin. Allah sende bütün faziletleri ve olgunlukları
toplamıştır... İlim, hilim, haya, ibadet, cömertlik, sabır, şükür, alçak
gönüllük, zühd, merhamet, şefkat, iyi geçinme, edepli olma vb. güzel huy ve
hoşa giden davranışlar senin güzel ahlakındandır. Şüphesiz sen Kur’an’ı en iyi
yaşayan örnek bir şahsiyetsin. Senin ahlakın Kur’an’ın ta kendisidir. Her
müslüman senin ahlâkınla ahlâklanmalıdır.
Ahlak kelimesi hakkında
alimlerinizin görüşlerini de söyleyelim inşallah: 1)
Abdullah b. Abbas, Mücahid, suddi, Dahhak, İbn-i Zeyd, Rebi’ b. Enes ve Ebu
Malik’e göre ahlâk “din” anlamındadır. Buna gö-re; “ey peygamberim, sen çok
yüce bir din üzeresin” demek olacaktır mânâ. 2) Atıyye’ye göre “edep”
anlamındadır. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Ben ancak güzel ahlakı
tamamlamak için gönderildim.” Ahmed b. Hanbel, Müsned: 2/38; Muvatta,
Hüsnü’l-Hulk: 8) Bu cümlede iki anlam vardır. Birincisi; insanları hidayete
götürebilmek için katlandığı bütün bu eziyetler yüksek bir ahlâk üzere
olduğundandır. Aksi takdirde, zayıf ahlaklı olan bir insan bunlara tahammül
edemez. İkincisi; Kur'an'ın yanında sırf senin bu yüksek ve temiz ahlakın, kafirlerin
sana delilik ithamlarında bulunmalarına karşı açık bir delilidir. Onların bu
ithamları tamamen mesnetsiz bir yalandır, çünkü yüksek ahlak ve delilik bir
arada bulunamaz. Deli, aklî dengesini kaybetmiş kimsedir. Öte yandan, bir
kimsede bulunan yüksek ahlak, o kişinin sağlam bir akıl ve fıtrata sahip
olduğunun ve zihni dengesinin gayet yerinde olduğunun delilidir. Rasûlullah’ın
ahlaki meziyetlerinin Mekkeliler tarafından çok iyi bilindiği malum. Aslında
buna işaret etmek yeter. Mekke'de bulunan her akıl sahibi insan Rasulullah
(s.a) gibi yüksek ahlak sahibi bir kimseye mecnun demenin ne kadar hayasızlık
olduğunu düşünmek zorunda kalacaktır. Bu beyhude ithamlar en sonunda
Rasulullah’a (s.a) değil bilakis kendilerine zarar verecektir. Mu-halefetlerinin
şiddetinden muhakemelerini kaybederek Rasulullah (s.a) gibi bir insanı öyle
şeyle itham ediyorlardı ki bunu hiç bir akıl sahibi düşünemezdi bile.
Allah
Resulü’nün ahlakını en güzel şekilde Hz. Aişe'nin şu sö-zü tarif etmektedir.
"Onun ahlakı Kur'an idi" ( Müslim, Müsafirin: 139)
Bunun
anlamı şudur: Rasulullah (s.a) yalnızca Kur'anî talimatları insanlığa tebliğ
etmekle kalmamış, o talimatları kendi zatında da tatbik ederek buna örnek
olmuştur. Eğer Kur'an bir şeyin yapılması için emir vermişse onu ilk önce kendi
nefsinde uygulamış ve eğer bir şeyden menetmişse gene en fazla kendisi o şeyden
sakınmıştır. Kur'an'ın fa-zilet olarak saydığı sıfatlarla muttasıf, kötü
saydığı sıfatlardan da kendini uzak tutan idi. Başka bir rivayette gene, Hz.
Aişe şöyle anlatıyor: "O hiçbir zaman kendi hizmetinde bulunan birisini
dövmemiş, hiçbir zaman bir kadına el kaldırmamıştır. Allah için cihaddan başka
hiçbir yerde hiçbir zaman kimseye eliyle dahi vurmamıştır. Kendisi için
kimseden intikam almamıştır. Fakat eğer bir kimse Allah'ın koymuş olduğu
hudutları aşmışsa o zaman sadece Allah'ın rızası için ondan intikam almıştır.
İki yoldan kolay olanı seçmek onun sünnetiydi. Ne var ki, kolay olan günah ise
müstesna, o zaman ondan en uzak kalan O olurdu." (Müsned-i Ahmed)
Hz. Enes (r.a) diyor ki: "Ben
Allah Resulü’nün on sene kadar hizmetinde bulundum. Hiçbir zaman öf dememiş,
hiçbir zaman bana bunu niye yaptın, bunu niye yapmadın dememiştir." (Buhâri
ve Müslim).
Peki
acaba Rasulullah Efendimize lütfedilen bu ahlâk bizde de var mı? Yani bize de
veriliyor mu bu ahlâktan? Elbette bizde de vardır ama bizim sorumluluğumuz
kadar. Yani yalan söylememeye, iffetli ol-maya, namuslu olmaya, hakkı temsil
edebilmeye, hak uğruna can ve-rebilmeye, hakkı ikame edebilmeye, namaz
kılabilmeye, oruç tutabilmeye, cihad edebilmeye bizler de hazır yaratılmışızdır.
Bu potansiyel şüphesiz bizlerde de vardır. Ya da aksini söylersek, harama meyletmemeye,
içkiye, zinaya, kumara, faize bulaşmamaya, şeytandan ya da Adem’den yana
olmaya, imandan ya da küfürden yana tercihte bulunmaya hazır yaratılmışızdır ama
bu yaratılışımızı, bu fıtratımızı, bu karakterimizi Kur’an’a kanalize
edebilirsek, İslâm’la şekillendirebilirsek, işte bu da bizim dinimiz olacaktır.
5-7. “Hanginizin aklından zoru olduğunu
yakında sen de göreceksin, onlar da görecekler. Doğrusu senin Rabbin, yolundan
sapıtanları çok iyi bilir; O, doğru yolda olanları da çok iyi bilir.”
“Peygamberim,
yakında göreceksiniz. Onlar da görecekler, sen de göreceksin. Onlar da basir
olacaklar senin de basîretinin konusu olacak. Yakında onlar da anlayıp bilecekler,
sen de anlayıp bileceksin. Neyi? –YB²S«W²7! vU¬±[<Ï@¬" acaba
hanginiz meftunmuş? Hanginiz deli, hanginiz akıllıymış? Bunu çok yakında onlar
da anlayacaklar, sen de anlayacaksın.”
Meftun, sapık,
şeytan, mecnun, muazzep demektir. Yani kendisine azap olunacak kimse demektir.
Öyleyse şeytanın kim olduğunu yakında görecek ve anlayacaksınız. Kimmiş deli, kimmiş
azaba lâyık olan? Peygamber miymiş, peygambere vahiy getiren melek miymiş? Yoksa
size akıl veren miymiş? Kimmiş sapık? Peygamber mi, yoksa ona sapık diyen
sizler mi? Kimmiş deli? Kimmiş mecnun? Kimmiş azaba duçar olacak? Bunu çok
yakında bilecek, görecek ve anlayacaksınız, diyor Allah.
Peki
ne zaman anlayacaklardı bunu? Bedir’de anladılar, birkaç yıl sonra anladılar
bunu. Ama ne yazık ki bilmek ayrı, iman etmek ayrıdır. Bildiler, anladılar ama
imânâ yanaşmadılar. Siyer kitaplarının bize anlattığına göre Rasulullah Efendimize
deli diyen bu insanlar, Kâbe’nin avlusuna gelmiş, Kâbe’nin örtülerine yüz sürüp
kendilerinden geçercesine ağlayıp Kâbe’nin Rabbine yalvarmışlar. Onlar diyor-lardı
ki: “Ey bu Kâbe’nin Rabbi! Bizim aklımız karıştı. Muhammed mi haklı, yoksa biz
mi haklıyız? Bunu anlayamıyoruz. Ey Rabbimiz ne o-lur çıkacağımız bu savaşta
hangi taraf haklıya onu bize göster, kim haklıysa bu savaşta onu galip getir de,
gözümüzün önündeki bu sis, bu esrar perdesi bir aydınlansın da, bizler de ne
yapacağımızı bir bi-lelim.”
Çıktıkları bu
savaşta Allah müslümanları galip getirerek haklıyı haksızı göstermişti ama yine
de imânâ yanaşmadılar. İki taraftan han-gisi azaba duçar olacak bunu gösteriyordu
Rabbimiz ama yine de an-layamıyorlardı.
Çünkü insanları, insanların ahlâklarını,
insanların amellerini sonunda değerlendirecek olan Allah’tır, başkası değil.
8-9. “Ey Muhammed! Bundan böyle,
yalanlayanlara aldırma; (Onlar sana indirilen âyetlerden beğenmediklerini
bırakman sûretiyle senin) kendilerine yumuşak davranmanı isterler; böyle
yapsan, onlar da seni över, yumuşak davranırlar.”
Öyleyse
Peygamberim, sen onu yalanlayanlara itaat etme. Sana mecnun diyenler buna
inandıkları, seni öyle bildikleri için değil, onlar isterler ki sen onlara
taviz veresin, onlar da sana taviz versinler. Onlar umuyorlar ve istiyorlar ki,
sen kendilerine müdâhane edip, onlara yaranmaya, yağcılık yapmaya yönelip kendileriyle
uzlaşma yolları arayasın, böylece uzlaşasınız ki sonunda küfürle İslâm’ı sarmaş
dolaş yaşasınlar.
Onların sapıklıklarına,
şirklerine, bozuk düzen hayatlarına dokunmamanı, pisliklerine ilişmemeni
isterler. Yani onlar senden öyle bir tavır, öyle bir din istiyorlar ki, bu din
onların hayatına karışmasın. Onlar dine değil, din onların zevkine tâbi olsun.
Onların günübirlik arzularına göre şekil alabilen bir din olsun bu. Demokrasi
dini gibi… Çoğunluğun arzularına göre şekillenen bir din. Bu dinin tanrısı da onlardan
ne bir ahlâkî kural, ne ibadet, ne namaz, ne oruç, ne örtünme hiçbir şey istemesin.
Onlar
istiyorlar ki, sen onlara müdâhane etsen de onlar da sa-na müdâhane etseler.
Yani eğer sen onların yamukluklarına, sapıklıklarına dokunmasan, onlar da sana müdâhane
edecekler, seni övecekler, seni yağlayacaklar, ne büyük, ne akıllı adam diyecekler.
Yani sen onları yağlasan, alçak garazlarına, haksızlıklarına, küfürlerine,
şirklerine hiç dokunmayıversen, hiç uyarmayıversen onları, uyarmamak bir yana
sen onların yanlışlarına muvafakat ediversen, yani o yanlışlarında onlarla
beraber olup onlara eşlik ediversen, onlar da sa-na yağ sürecekler. Yahu bu
adam ne büyük adam! Ne akıllı, ne ileri görüşlü, ne aydın, ne derin hoca, diyecekler.
Ama sen onlara
müdâhane etmez, yağcılık yapmaz, onlardan yana davranmaz da hakkı ortaya koyar,
Allah’ın emrini söylersen, Al-lah’tan aldığın âyetleri okuyarak onların
hayatlarını yargılamaya ve sorgulamaya kalkışırsan, bilesin ki o zaman seni
reddedecek, sana if-tira edecekler, deli diyecekler, mecnun diyecekler. Onlar
samimi değil, sen samimi ol ey peygamberim, diyor Rabbimiz.
Müdâhene
lüzumsuz yere yumuşak davranmak ve yağcılık et-mektir. Allah’ın âyetlerini
yalanlayanlar isterler ki sen, Allah’ı inkâr e-desin, onlar da inkâr etsinler.
Senin onlara taviz vermeni beklerler ki onlar da sana taviz versinler. Veya
dinin aleyhine onlara yumuşak davranmanı isterler ki onlar da sana yumuşak
davransınlar. Müşrikler isterler ki, onların ilahlarına davet etmelerine uyasın
da, dinin aleyhine onlara yumuşak davranasın. Onlar da sana, dinleri aleyhine
yumuşak davransınlar ve seni Rabbine ibadet etmen hususunda serbest bıraksınlar.
Çünkü İsrâ sûresi bunu şöyle anlatıyor: “Eğer seni
azimli ve sebatlı kılmasaydık, nerde ise onlara az da olsa meyledecektin. Eğer
onlara biraz olsun meyletseydin, dünya ve âhiretin azabını sana kat kat
tattırırdık. Sonra kendin için bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.” (İsra: 17/74-75)
“Onlar
isterler ki sen onlara kolay davranasın, onlar da sana kolay davransınlar. Sen
onlara yaptıkları konusunda ruhsat veresin, onlar da sana ruhsat versinler. Sen
onların dininde görünesin, onlar da senin dininde görünsünler. Sen onlara münâfık
ve müraî davranasın, yani bir süre sen onların dininde, bir süre de kendi
dininde görünesin. Yani sen onlara yaklaşasın, onlar da sana yaklaşsınlar. Sen
onlarınkine dokunmayasın, onlar da seninkine dokunmasınlar. Sen bizimkine
saygılı olsan, biz de seninkine saygılı davransak, bizimkilerle seninkini
karıştırıp hayatımızın bazı bölümlerinde senin Rabbini dinlesek. Meselâ namaz,
oruç, hac gibi konularda senin Allah’ını dinlesek, hukuk, eğitim, ekonomi,
miras gibi sosyal ve siyasal yapılanmalar konusunda da sen bizim ilahlarımızı
dinlesen.
Yani hayatımızın
bazı bölümlerinde senin Rabbinin yasalarını, bazı bölümlerinde de bizim
yasalarımızı uygulasak. Ya da hiç olmazsa arada bir şöyle bizimkine bir uğrayıversen.
Şöyle bir yanından geçiversen, bir el sürüversen. Ya da hiç olmazsa bizimkine
dokunmayıversen olmaz mı? İlişmeyiversen. Bizimkinin aleyhine konuşmayıversen,
sen kendininkini yaşasan, ama biz de kendimizinkini yaşasak. Sen serbest olsan,
biz de serbest olsak” diyorlardı.
Bunu
şöyle anlıyoruz. Böyle bir durumda onların kaybedecekleri hiçbir şey yoktur.
Böyle bir durumda müşriklerin hiçbir kaybı olmayacak, kayba uğrayan peygamber
olacaktır. Böyle bir uzlaşmada kaybeden taraf iman tarafı olacaktır. Çünkü eğer
bir hayatı yüz birim kabul edersek, kâfir ve müşriklerin bu yüz birimlik hayatlarında
az da olsa iman birimleri vardır. Kâfirin ve müşrikin hayatında da iman birimleri
vardır. Hangi konularda? Bakıyoruz Kur’an-ı Kerîm’in ifadesiyle kimi konularda
bunların da hayatlarında iman vardır.
Meselâ gökleri kim
yarattı? diye sorsanız, derler ki: Allah yarattı. Her şeye gücü yeten kim diye
sorsanız, “Allah” derler. Yani müşriklerin hayatlarında da iman birimleri
vardır. Peki kaçta kaçtır bu iman birimleri? Meselâ yüzde beş iman birimi varsa,
yüzde doksan beş küfür ve şirk birimi vardır. Rasûlullah’ta ve onun yolunun
yolcusu mü’minlerin hayatında ise yüzde yüz iman birimi vardır. Şimdi bakın bu
adamlar istiyorlar ki, Allah’ın Resûlü böyle bir uzlaşma sonucu ha-yatında
yüzde birlik, yüzde ikilik bir şirke düşsün, yüzde yüzlük imanından yüzde
ikisini kaybedip yüzde ikilik şirke bulaşsın, onlar da bu uzlaşma hatırına Peygamberin
dinine meylederek yüzde beşlik iman birimlerini artırıp yüzde doksana çıkarsınlar.
Böylece sonuçta ne oluyor? Kim kazanıyor sonuçta? Yani sonuçta peygamber kimin
safında yer almış oluyor? Peygamber hangi sınıfta yer almış oluyor? Yine
müşriklerin safında yer almış oluyor değil mi? Çünkü onlar yüzde dok-san
müslüman ama yüzde on müşrik olarak yine müşrik kalırlarken, peygamber de yüzde
ikilik bir şirkle müşriklerin safına düşecek ve so-nuçta kazanan taraf şirk
olacak, müşrikler olacaktır.
Zaten dertleri
buydu. Böylece istiyorlardı ki, böyle bir uzlaşma sonucunda peygamberin dâvâsı
bitirilmiş olsun. İşte Rabbimiz diyor ki, sakın ha peygamberim sen onlara itaat
etme, onlara meyletme.
10-13. “Ey
Muhammed! Diliyle iğneleyen, kovuculuk eden, iyiliği daima önleyen, aşırı
giden, suç işleyen, çok yemin eden alçak zorbaya, bütün bunlar dışında bir de
soysuzlukla damgalanmış kimseye.”
“Ey
peygamberim, bir de şu özelliklerin sahibi olana da kesinlikle itaat etme.
Sakın ha kesinlikle itaat etme. Sakın ona benzemeye çalışma. Onlar gibi olmaya,
onları kullukta örnek almaya kalkışma.” Kimmiş bu kendilerine itaatin haram
olduğu kişi? Ne özellikleri varmış onların? Bakın burada Åu6 denildiğine göre,
yani her bir denildiğine göre, demek ki bu ifadeden sonra gelecek özellikler
bir kişide bulunabileceği gibi, birkaçı bir kişide, yahut da bu özellikler ayrı
ayrı kişilerde de bulunabilecektir. Öyleyse bu özellikleri kim üzerinde taşıyorsa,
sakın ola ki ona itaat etmeyin, diyor Rabbimiz. Onlara itaatin haram olduğunu
anlıyoruz buradan. Neymiş bu özellikler? Bakın birinci özellikleri şuymuş:
¯‘ŸÒ«& Åu6 Her
bir Hallâf olana sakın itaat etme. Sakın Hallâfa, Hallâf olana itaat etmeyin.”
Hallâfın birkaç mânâsı vardır:
1-
Hallâf, çok yemin eden demektir. Dilini yemine alıştırmış, o-lur olmaz her şeye
yemin eden, sürekli yemin eden kişi demektir.
2-
Uzlaşmacı, anlaşmacı demektir. Herkesle uzlaşan, herkesle anlaşan, herkesle
arası iyi olan kimse demektir.
Demek
ki Rabbimiz bu iki özellik sahibi hallâfa itaati haram kı-lıyor. Böyle bir
adama kesinlikle itaat etmeyin, kesinlikle onu dinlemeyin, diyor Rabbimiz. Bir
adam düşünün ki, sürekli yemin ediyor, ağzına gelen her konuda yemin ediyor.
Aklına geldikçe yemin ediyor. İşte böyle birisine asla itaat etmeyeceğiz. Peki
neden?
Çünkü kendisine
güvenmeyen, kendisine bile güveni olmayan, kendisinden emin olmadığı için
sürekli kendisini yeminle desteklemeye çalışan bir adama biz hiç güvenmemeliyiz.
Adam kendisine güvensiz. Kendisine güveni olmadığı için yemine sarılıyor. Kendi
kendisine güveni olan bir adamın öyle olur olmaz her konuda yemin etmesine
gerek yoktur. Niye öyle durup dururken Allah’ı şahit tutup duruyorsun? Öyle
diyor adam değil mi? Öyle değil mi? Sen de vardın orada değil mi? Niye sık sık
birilerini şahit tutmaya çalışıyorsun? Ne gerek var sürekli yemine? Demek ki adamın
kendisine güveni yok da onun için yapıyor bunu. İstikrarı yok adamın. Yani ne
demek istediğini, ne yapmak istediğini bilmiyor adam. Onun için böyle bir adam
dinlenmemelidir.
Bir
de şunun için dinlemeyecekmişiz onu. Çünkü o uzlaşmacı ve anlaşmacı kimsedir.
Yani herkesle arası iyidir adamın. Herkesle iyi geçinmektedir. Falanlarla arası
iyi, filancılarla da iyi. Falan hiziple de iyi, filan grupla da iyi.
Televizyonun her kanalıyla tanışık, barışık, hepsiyle arası iyi. Hanımıyla da
iyi, komşularının hepsiyle de arası iyi. Ar-kadaşlarının hepsiyle arası
barışık. Münâfıkla da barışık, müşrikle de, içkiciyle de, biracıyla da,
zinacıyla da, açık gezenle de, kapalıyla da, namaz kılanla da, kılmayanla da,
dinsizle de, ateistle de, demokratla da, komünistle de barışık. Adam böyle
herkesle baştan sona barışıksa, böyle bir adama da itaat etmeyeceğiz.
Onu asla
dinlemeyeceğiz, asla onu kullukta örnek almayacağız, onunla istişare etmeyecek,
onun dediklerini yapmayacağız. Çünkü böyle herkesle arası iyi olan bir adam
bize de iyi görünmek için, bizimle de geçinebilmek için bize de yalan yanlış
bir şeyler söyleyebilecek, bizi de aldatabilecektir.
Böyle
uzlaşmacı, herkesle iyi geçinen hallâflara kesinlikle itaat etmeyeceğiz.
Herkesle barışık olanlarla beraber olmayacağız. Biz kendimiz böyle hallâf
olmadığımız gibi, hallâflarla da beraber olmayacağız kesinlikle. Çünkü olmaz bu
yahu! Yani hele hele böyle bir toplumda hiç kimseyle geçinilmez yahu! Kendimiz
de dahil bu toplumda hiç kimseyle geçinilmez! Kendimizle de geçinilmez.
Çünkü ben, sen, biz
işte müslümanlığımız ortada. Hepimizin Kitap-sünnet bilgisi belli. Müslümanlığı
kendisine şiâr edinen, Kitap ve sünneti kendisine dert edinen, hayatını vahye
sorarak yaşayan geçinebileceğimiz kaç kişi var içimizde? Çok az böyle kimseler
değil mi içimizde? Öyleyse kiminle, hangi tavrımızla geçineceğiz? Yemek modelimizle
mi geçineceğiz? İslamî değil. Giyim-kuşam anlayışlarımızla mı geçineceğiz?
Vahye dayanmıyor. Sosyal ve beşerî münasebet an-layışlarımızla mı geçineceğiz?
Ekonomik hayat anlayışlarımızla mı? Siyasal bakış açımızla mı? Mala bakışımız,
meslek anlayışımız, ev tefrişi anlayışımız, kazanma-harcama anlayışımız, infak,
ikram, israf anlayışlarımız, çocuk eğitimi anlayışlarımız, evimizle ilgilenme
anlayışlarımızla mı geçineceğiz? Hiçbirisi vahiyden kaynaklanmıyor. Neyimizle
geçineceğiz biz yahu? Hangi anlayışımızla geçineceğiz?
Hayır hayır, hiçbir
şeyimizle geçinmeyeceğiz. Her şeyimize vuracağız, her şeyimize çatacağız, her
şeyimize karşı çıkacağız. Ama kimileri, “tamam vuralım da lakin biraz tatlı
vuralım” diyor. Peygamberden daha nazik anlatmanız mümkün mü? Adamlar
peygamberi dinleyince deliye dönüyorlardı değil mi? Hatta adamlar, Kur’an’ın anlatımıyla,
“aslan görmüş yaban eşekleri”ne dönüyorlardı. Allah böyle dedikten sonra da bu
işin nazikliği filan da kalmayacaktır öyleyse.
Bakın
Allah bir âyet-i kerîmesinde buyurur ki:
“Kendilerine
Tevrat öğretildiği halde, onun gereğini yapmayanların durumu, sırtına kitap
yüklenmiş merkebin durumu gibidir. Allah'ın âyetlerini yalanlayan kimselerin
durumu ne kötüdür! Allah zalimleri doğru yola eriştir-mez.”
(Cum’a 5)
Kitabı
yüklenenler, Tevrat’ı, Kur’an’ı yüklenenler, Kur’an’ı öğrenenler, Kur’an’ı
hıfzedenler, Kur’an’la tanışanlar, sonra da onu hamletmeyenler, ona tahammül
etmeyenler, onun yükünü ve sorumluluğunu taşımayanlar, onun istediği şekilde
yaşamayanlar, onunla amel etmeyenler, onu insanlara ulaştırma sorumluluğundan
kaçanlar, tıpkı kitap yüklü merkep gibidirler. Allah, “merkep” diyor onlara.
Şimdi bunu ne kadar hafifletebilirsiniz? Nasıl yumuşak söyleyebilirsiniz? Ne
kadar da ılımlı söylerseniz söyleyin, aslı serttir değil mi?
Demek
ki hallâf olana itaat etmeyecekmişiz. Öyleyse haydi hallâf olmayan birisini bulalım
da ona itaat edelim. İslâm’ın, müslü-manın şahsiyeti anlatılıyor burada. Müslüman
sadece Allah’la uzlaşmak, Allah’la geçinmek zorundadır. Hep Allah’a uymak, hep
Allah’ı dinlemek zorundadır. Bir de Allah’la anlaşan, Allah’la uzlaşan, hayatını
Allah’a sorarak yaşayan kimseleri dinler müslüman, gerisini kim olursa olsun ciddiye
almaz.
Daha
ne özelliği varmış o itaat edilmeyecek adamın?
¯ˆ@ÅW«; ¯w[¬Z«8 Mehîn, alçak
kimse demektir. Rey ve düşüncesi alçak, süflî düşünen, kendi kendisini alçak konuma
indiren, kendisini küçük düşüren, değersiz, her fenalığa sürüklenen, her
adiliğe meyleden kimse demektir. Mehînin bir de psikolojik bir düşüklüğü
vardır. Psikopat demektir. Yani adam baştan sona değersiz, alçak ve rezil. İşte
böyle bi-risine de itaat edilmeyecektir. Niye? Düşük, çukur adam da ondan. Kitap-sünnet
bilmiyor, düşünce, eylem, bilgi planında çukur… Dinin “d”sinden habersiz.
Hemmaz da, gammaz
mânâsınadır. Yani onu bunu gammazlayan, şunu bunu ayıplayan, insanlara tepeden
bakan, ta’n eden, iğneleyen, zemmeden, gıybet eden, dürtüştüren, eziyet eden
kimse de-mektir. “Hemmâz”; çokça
gıybet edip adeta müslümanların etini yiyen, insanları dürtükleyen, çimdikleyen
ve onları döven, demektir.
Böylelerine de itaat haramdır.
Sonra:
¯v[¬W«X¬" ¯š³@ÅL«8 Meşşa’ bi nemîm
de, nemîmeyle yürüyen, kovuculukla gezen, boşboğazlık eden, kendisini
ilgilendirmeyen şeylerin peşinde ha-yatını sürdüren kişi demektir. “Meşşâin binemîm” insanların bazıla-rının
sözlerini alıp diğerlerine götüren, yalan sözler gezdiren, demektir.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyuruyor: “Koğuculuk yapan cenne-te
giremez.” (Buhâri, Edeb: 50, Müslim, İman: 169-170).
Yine Rasu-lullah (s.a.v.) kabir azabı çeken iki kimse için şöyle buyurmuştur: Şüp-hesiz
ki bunlar azap görüyorlar. Bunlar, büyük bir günahtan dolayı azap görmüyorlar.
Bunlardan biri kendisini idrardan sakındırmıyordu. Diğeri ise koğuculuk
yapıyordu.” (İbn Cerir et-Taberi-Tefsir,
8/387)
Nemime hem dedikodu, hem de
kovuculuk anlamlarına gelmektedir. Kötü bir sözü insanların birisinden diğerine
onların aralarını bozmak, ifsad etmek için nakletmektir. Yani kötü bir söz var
ve birisi onu iki insanın arasını açmak için birinden diğerine taşıyor. İşte
bunu yapana da itaat etmeyin, diyor Rabbimiz. Nemîme/koğuculuk;
fesatçılık yapmak, ara bozmaya gayret etmek amacıyla insanlar arasında söz
getirip götürmek, sözü yalanlarla süslemek anlamındadır. İslâm, nemîmeyi büyük
günah olarak kabul ederek, onu münâfıklık ameli saymıştır.
Allah için
birilerinden birilerine iyi sözü de nakletmeyelim başta. Yani farz edin ki
filan kişi falan hakkında bir şey dedi. Bu dediği iyi de olsa, kötü de olsa
zaten nakletmeyelim. Neden? Çünkü adamın iyi döneminde iyidir o söz de, ama
adamın pek bir belalı dönemi vardır ya, yani eşref olmayan bir dönemi vardır
ya, işte o kötü döneminde de senin onun hayrına söylediğin söz bile kötüdür,
ters anlayabilir onu.
Allah
aşkına, birbirimize birbirimizin sözünü nakletmeyelim. Al-lah aşkına birbirimize
insan sözü nakletmeyelim. Peygamber dışında, Allah aşkına insanlara insanların
sözlerini nakletmeyelim. Eğer birbirimize bir şeyler diyeceksek, bir şeyler
nakledeceksek o zaman mutlak hayır olan, hiç şerden eser olmayan, kişinin
baştan sona hayrını gerektirecek olan söz var ya işte onu söyleyelim.
Yani Allah’ın sözünü nakledelim,
Peygamberin sözünü, sahâbenin sözünü nakledelim. Ne gerek var filanın, falanın
sözünü nakletmeye? Peki hiç mi izin yok? Hiç mi insan sözü nakletmeyeceğiz?
Meselâ adam bize küsmüş, gücenmiş, hakkında kötü düşündüğümüzü zannediyorsa, o
zaman onun hakkında hayır düşündüğümüzü ifade ederiz. “Öyle değil, sen
yanılıyorsun, bak senin hakkında filan yerde şöyle dedi, falan yerde böyle
dedi, hatta bir iki yalan da katıverelim,” diyor kimileri. Bu iki kişinin
arasını bulmak için söz konusudur tabi.
Onun dışında nakledilen söz birbirimizin sözü
olmayacak. Kim olursa olsun insan sözü nakletmeyeceğiz birbirimize. Konuşacaksak,
duyuracaksak âyet konuşacağız, hadis duyuracağız, bunun dışında hiç kimseden
nakil yapmamaya çalışacağız. Falan şöyle dedi, filan böyle dedi diyerek insan
sözü nakilciliği yapmayacağız.
İkincisi, nakledilecek söz
kesinlikle dünya ile ilgili, dünya imarıyla ilgili de olmayacak. Sakın ha,
birbirimize nakledeceğimiz söz dünyayı imar edici nitelikte sözler de olmasın.
Niye? Çünkü hiç lâzım değil ki bize bu. Vallahi lâzım değildir bize bu. Filan
adam makine için, falan adam yol için, falan adam mazotların depoda donmaması
için, bilmem ne için, ne için laflar üretmiştir de, Allah aşkına biz de onu
birbirimize nakletmeyelim. Oturduğumuz yerlerde Allah aşkına bunlardan söz
etmeyelim. Ne olacak yani? Adam karbüratörün çalış-masıyla alâkalı bir şeyler
bulmuş, betonun statiğiyle alâkalı, sobanın hava sirkülasyonuyla alâkalı,
depodaki benzinin donmamasıyla alâkalı, markın, doların prim yapmasıyla alâkalı
birilerinin buluşlarını, sözlerini konuşmayalım Allah aşkına.
Yani dünyamızın imarına yönelik
söz nakletmeyelim. Niye? Zaten çöplükten berbat olmuş zihinlerimiz! Bir âyet
duyuyoruz, arkasından bir insan sözü, arkasından bir kâfir sözü, arkasından bir
filozof sözü, arkasından falan da böyle diyordu, filan da böyle diyordu derken
kafalarımızın içi çöplüğe dönüyor Allah korusun. Naklettiğimiz sözler mutlak
bizi diriltici, bizi hakka götürücü, bizi cennete ulaştırıcı, bizi cehennemden
kurtarıcı cinsten olsun inşallah.
h²[«F²V¬7 ¯@ÅX«8 Bir de hayra engel olanı da dinlemeyin! Hayır engeli, hiç hayra
yaramaz, kendisi cimri olduğu gibi başkalarını da cimriliğe sevk eden,
başkalarının hayrına da engel olmaya çalışan hayır düşmanı kimse. Durmadan
hayra engel olana, cimri olup malını Allah yolunda harcamayana, üzerine düşen
hakları yerine getirmeyene, zere kadar kimseye bir hayırda bulunmayana, her iyi
işe karşı çıkan ve diğer in-sanların İslam’a girmelerini önlemek için tüm
çabasını sarf edene, zu-lüm ve taşkınlık yaparak haddi aşana, insanların
üzerine saldıran ve Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyerek haramlara düşen
mütecavize, Rabbine karşı günah işleyen ve haram yiyen suçlu hiç kimseye uyma!
Bir de hani Kur’an’ın başka bir
yerinde hayır, mal mânâsınadır ya, öyleyse hayrı engellemekten maksat malı
engellemektir. Malı, ha-yır yolunda kullanmaktan engellemeye çalışmaktır.
Bir de çocuklarını ve çevresini
İslâm’a engelleyen demektir. Düşünün ki bir adam çocuklarına öyle yollar açar,
öyle programlar çi-zer, öyle meşgaleler arzeder, yollarına öyle barikatlar
koyar ki, mümkün değil o çocuklar İslâm’ı, namazı düşünemezler, işte engel
olmak budur. Sonra da kalkar engel olan mı var? Yapmak istediniz de engel mi olduk?
Kılmak istediniz de biz mi engel olduk? demeye başlar. Ge-rek malını, gerek
çocuklarını ve çevresini İslâm’a engelleyen, malını mülkünü ona hakkı
olanlardan engelleyen, ya da her türlü hayra engel koyan adamı dinlemeyin,
diyor Rabbimiz. Ona itaat etmeyin, di-yor.
Birileri
hep hayra engel olacak, şeytan rolünü üstlenecektir, onlara da itaat etmeyin,
diyor Rabbimiz. Başka:
Mu’tedin, mütecaviz, zulümkâr, haddi
aşkın, hakkına razı olmayan, zulmeden birisidir o.
Esîm; vebal
yüklü, günahtan, vebalden çekinmeyen, vebal yüklü, kendi vebali, çocuklarının,
hanımlarının, komşularının, işçilerinin, memurlarının, tebaasının,
talebelerinin vebalini yüklenen, günahlara karşı cesur davranan, günahlara
katlanmaya çalışan veya günahı seven, günahtan yana olan bir adam.
Utullin;
zobu, kaba-saba, saygısız, obur, çarpıp yiyen bir adam. Kaba, haşin, sert,
hayasız, edepsiz, kavgacı, sinsi, şerri çok şid-detli, katı kalpli, yardakçı ve
anlayışsız kâfir ve münâfık. “Utul”:
Katı, kaba, çabucak kötülük yapan demektir. Şiddetle çekmek manasına gelen utl
kökünden alınmıştır. “Huzûhu fa’tulûhu: Tutun onu, cehennemin ortasına
sürükleyin.” (Duhân:47) Katı, sert, sıhhatli, dolgun vücutlu, kimsenin
kendisine dokunamadığı kişi demektir. Bu âyetteki utul hakkında Rasulullah’a
sorulduğunda o şöyle buyurmuştur: “O, vücudu kuvvetli, sağlam, çok yiyen,
çok içen, yiyecek, içecek bulan, insanlara çokça zulmeden ve karnı geniş olandır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned: 4/227)
Böyle
olanlara da itaat etmeyin. İslâm’ın istediği tavrı sergilemeyene kaba denir.
Değilse, meselâ İslâm’a yeni girmiş birisi mescide gelmiş, kenara geçip
tuvaletini yapmış, çok mu kaba saba? Hayır!
İslâm’ın dışındakini kendine
ahlâk edinen kişi, meselâ örtüsüzlüğü kendisine din edinen kişi, m
Zaten Cenâb-ı Hakk «: demişti ya, işte buraya kadar anlatılanlar
hep onun tersinedir. Rasûlullah’ın ahlâkının tersine ahlâk sahibi herkes kaba
ve sabadır diyoruz.
¯
Bir de zenîmdir o. “Zenîm”: Bir toplumdan olmadığı halde onlara yamanmış olan. Babası tanınmayan
evlatlık manasınadır. Şair şöyle der: “Babasının kim olduğu bilinmeyen bir
nesepsiz. Annesi zi-na eden, âdî soylu bir kişi.”
Yani delme, basma, uydurma,
fenalıklarla mimli demektir. En münasibi bu mimli, tescilli, şirret damgalı
veled-i zina mânâsına gelir. Yani bu sayılan vasıflarla mimli, damgalı,
tescilli demektir.
Veya zenîm,
şerle tanınan kişidir. Eskiden köyde koyunların kulaklarına "Zeneme"
yapılırdı, yani en koyulur, enlenme yapılırdı. İş-te o koyun nasıl o zenemeyle,
o enle tanınırsa, bu adamın da böyle tanındığı bir zenemesi, bir eni, bir
işareti vardır.
Meselâ adam çevrede deyyus,
pezevenk, hırsız, homoseksüel, dalkavuk, yağcı veya yeminci bilinirse işte öyle
bilinen, mimli birisi demektir.
Velid Bin Muğıre adındaki Mekke’li müşrik bu
vasıfları Rasûlul-lah’ın ağzından duyunca, anasına koşar ve: “Ana! Adam ol,
akıllı davran, bak! Doğru söyle değilse mahvederim seni!” der. Anası korkar ve:
“Ne var? Ne oldu? Niye böyle konuşup beni korkutuyorsun evladım?” deyince Velid
der ki: “Ana! Bugün Muhammed bana bir şeyler saydı hepsi bende var. Hallâf dedi
bu ben! Mehîn dedi ben, Hemmaz dedi ben, Meşşa’ bi Nemîm dedi, Menna’ lil hayr
dedi, Mu’ted dedi, Esîm dedi ben, ben, ben... Hepsi ben. Ama bir zina lafı var
ki, bu ne biçim iştir? Yoksa bu da mı ben? Doğru söyle bunun da aslı var mı?” Annesi
der ki: “Oğlum evet o da doğrudur. Baban filan yere gitmişti de bir dönemler,
malımız mülkümüz çoktu da bütün bunlar başkalarına kalmasın diye seni çobandan
alıvermiştim” der. Burada anlatılanın Velid Bin Muğîre olduğu söylenmiştir.
Belki
dün oydu, peki ya şimdi ne anlayacağız bundan? Velid’in suçu değildir bu.
Annesinin, babasının suçudur bu. Velid ne yapsın ki? Yani veled-i zina olmak o
çocuk açısından bir suç değildir. Baba-ana için bir suçtur bu. Peki bizim
anlayacağımız ne o zaman bundan? Gerçek suç, bu konumu benimsemek, bu ortamı
kabullenmek, böyle bir sosyal hayattan rahatsız olmayıp onu sürdürmeye çalışmaktır.
Unutmayalım, gerçek suçlular bugünkü
zina ortamını kabul edenlerdir. Kadının bugünkü giyinişini, erkeklerin bugünkü
durumunu, bugünkü mal-mülk, eğitim anlayışını, bugünkü tefessüh etmiş sosyal ve
siyasal yapı derekesini ve derecesini kabullenip peygamberin getirdiği inkılabî
hayata sırt çevirmeye veya Kur’an’ın emrettiği hayata Esatîr’ul Evvelîn demeye
çalışan insanların suçlu olduğu, reddedilme-si gerektiği anlatılıyor burada.
İşte bu âyetlerden anlayacağımız budur. Zinadan, zinacılardan, zina ortamından
razı oluş ve de zina orta-mı hazırlamaya çalışma. İşte en büyük suç budur.
14-15. “Mal ve oğulları vardır diye
aldırış etmeyerek âyetlerimiz ona okunduğu zaman: “Öncekilerin masalları” der.”
Bu âyetin
iki anlamından söz edebiliriz.
1- Malı-mülkü, çoluk-çocuğu var
diye ona itaat edeceksin? Sa-kın ha bunlara sahip diye itaat etme buna.
2- Bu adam malı-mülkü, çoluk-çocuğu
var diye mi, kendisine Allah’ın âyetleri okununca bunlar “Esatîru’l Evvelîn”
diyor?
Yani malına-mülküne, çoluk-çocuğuna,
eşine, dostuna, avâ-nesine, nüfusuna güvendiği için mi Allah’ın âyetlerine
karşı böyle davranmaya cesaret buluyor bu adam?
Dikkat
ederseniz bizim açımızdan da çok tehlikeli, bizim de çok gaflet ettiğimiz bir
konu anlatılıyor burada. Birinci mânâya göre birilerinin malı-mülkü, atı, arabası,
çoluk-çocuğu, taraftarı, makamı, konumu, statüsü sebebiyle eğer biz ona
davranışımızı bozar da, itaatten yana, laf dinlemekten yana bir meylimiz olursa
Allah korusun bu isyandır. Öyle değil mi? Gerçekten çok gaflet ettiğimiz bir
konu değil mi?
İslâm’ı, imanı hemen hemen aynı iki
kişi var. Karşımızda Ama birinin malı biraz daha fazla, yedireceği yemek biraz
değişik, bindireceği arabanın markası farklı; diğeri yaya gidiyor, gariban
birisi… Eğer bu farklıdır, bu zengindir, bunun makamı var diye, birinci adamın
sözünü diğerinin sözüne tercih edersek, bu tercih konusunda mal, makam ağırlığı
varsa, kesinlikle isyan içinde olduğunuzu anlayın, diyor âyet.
O zaman serveti, malı, makamı var,
belki bir istifadesi dokunur, şerrinden sakınılır diye sakın onlara itaat etme!
diyor âyet. Birinci anlamı bu.
İkincisi de,
bu adam, malım-mülküm, çevrem, kredim, itibarım, yani başkasına ihtiyacım yok,
ben kendi hayatımı kendim sürdürürüm, ben bana yeterim, benim kimseye
eyvallahım yoktur diyor. Allah korusun bu küfür mantığıdır. Böyle bir adama
Allah’ın âyetleri okununca, Allah’ın âyetleri arz edilince bakın ne diyormuş:
Allah’ın
âyetleri kendisine okununca der ki: “Bunlar Esatîru’l Evvelîn”dir. Anlayabildiğimiz
kadarıyla, Kur’an’ın değişik yerlerinde geçen bu sözü, iki mânâ ile açıklayacağız:
1- w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! Kelimesi,
satır kelimesinin çoğuludur. Satırlar-lar gibi bir çoğul kelimedir.
2- İkincisi
bu kelime üsturenin çoğuludur o da üstureler, yani mitoloji demektir.
Buna göre bu hainin, bu kâfirin dediği, ya
da bugünkü gafil müslümanların çokça söyledikleri bu sözün iki mânâsı vardır:
1- Bu
Kur’an w[¬7Å:Ï¿! h[¬0@«,Ï! dir. Yani bu eskilerin yazdıkları satırlardır, bu eski
kitaplardaki sayfalardır. Eski şeyler, eskimiş şeylerdir bunlar.
“Bunlar eskilerin masalları, eski
kitaplar bunlar, eski şeyler, eskimiş şeyler bunlar. Bize göre daha çağdaş,
daha özgün, daha biz ifadeli, daha bizim hayatımızı içeren, daha bize hitap
eden, işte şehrimizle, kentimizle, belediyemiz, parlamentomuzla, atımız,
arabamızla, parkımız, plajımızla, radyomuz, televizyonumuzla ilgilenen, bize
yönelik, yeni kitaplar olmalı… Yani bize bunlar değil, bize daha çağdaş, daha
özgün, daha yeni kitaplar olmalı” diyorlar. Yeni satırlar, ye-ni kitaplar
arıyorlar.
“Efendim
işte bunlar on üç asır öncesine ait şeyler. İmamlar dönemine, mezhepler
dönemine ait şeyler… İmamlar döneminde, mezhepler döneminde anlaşılmış, ayarlanmış,
uyarlanmış şeyler. İmamlar döneminde fıkha dökülmüş şeyler,” demeye
çalışıyorlar.
Garip ama bu alçakların dediklerini
şimdi müslümanlar söy-lüyor. “Efendim artık bugün Kur’an okumaya gerek yoktur,
çünkü Kur’an imamlar döneminde fıkhî kalıplara dökülmüştür, bu nedenle bugün
fıkıh okunmalıdır,” diyorlar.
Veya, “işte
bu mitoloji, yani efsane” diyorlar. Kur’an’ın istediği hayatı mitoloji, efsane
görmeye çalışıyorlar. Bunu müslümanlar yapıyor. “Efendim, o peygamberdi,
elbette kitabı o anlayacaktı. Biz peygamber değiliz ki! Biz onun gibi değiliz
ki bu kitabı anlayabilelim!” di-yorlar.
“Efendim onlar sahâbeydi elbette
bu kitabı onlar anlar ve yaşar” diyorlar. “Yani şimdi bizler sahâbe miyiz ki bu
kitabın âyetlerini anlamak ve yaşamakla sorumlu tutulalım. Mümkün değil arkadaş
bu-gün bunu yapmak!” diyorlar. “Eğer müslümansan, müslüman olduğunu iddia
ediyorsan o zaman kızını böyle giydireceksin, hanımını böyle eğiteceksin,
şuradan kazanacak, şurada harcamayacaksın” diye ken-dilerine Allah’ın âyetleri
okunduğu zaman, Allah’ın âyetlerinin muhtevası duyurulduğu zaman, “bu devirde
bunları yapmak kesinlikle müm-kün değildir” diyorlar. “Belki o devirde, eski
zamanlarda bunları yapmak mümkündü ama bu devirde kesinlikle olmaz bu,”
diyorlar.
Meselâ namazsız, abdestsiz olmaz
diyeceksin, çaysız bir hayat düşüneceksin, televizyonsuz bir hayat düşüneceksin,
vallahi bu devirde imkânı yok, olmaz bunlar!” diyorlar. Yani Kur’an’ın ön gördüğü
hayatı mitoloji, yaşanması mümkün olmayan efsane kabul ediyorlar.
Allah
korusun ama dünkü ahlâksızların, kafirlerin söylediklerini bugün müslümanlar
söylüyorlar. Kendilerine Allah’ın âyetleri okunduğu zaman, kendilerine Allah’ın
emirleri duyurulduğu zaman bunlar “Esatîr’ul Evvelin” diyorlar. Yani bunlar
ancak bir zamanlar insanların uyguladıkları, ama bu zamanda uygulama imkânı
olmayan şeylerdir, diyorlar.
Hem masal
diyorlar, hem de insanları bundan engellemeye çalışıyorlar. Hem masal diyorlar,
hem de insanların Kur’an’a yönelmelerinden korkuyorlar. Kuran kurslarını
kapatmaya, Kur’an eğitimine yasaklar koymaya çalışıyorlar. Madem ki masal,
öyleyse niye korkuyorsunuz bu kadar? Madem ki masal, bırakın dinlesin insanlar!
Hikâye anlatan başka insan yok mu dünyada? Hayır hayır, öyle diyorlar ama buna
kendileri de inanmıyor. Çünkü hem kendilerine, hem de çevrelerindeki insanlara
tesir edeceğinden korkuyorlar. En’âm sûresinde şöyle buyrulur:
“Onlar hem kendileri Kur’an’dan
uzaklaşırlar hem de insanları ondan uzaklaştırırlar. Böylece kendi kendilerini
mahvederler de farkına varamazlar.”
(En’âm 29)
Hem
Kur’an’a masal diyorlar, hem de insanları, kölelerini, çocuklarını menediyorlar
o Kitaptan. “Aman duymayın, dinlemeyin” diyerek insanları ondan uzaklaştırmaya
çalışıyorlar.
Dinlemiyorlar, dinletmiyorlardı.
Gürültü çıkararak, el çırparak, müzikle engellemeye çalışıyorlardı.
Bakıyoruz bugün de zalimler
insanları Allah’ın kitabından, Allah’ın dininden alıkoymak istiyorlar. Din eğitimini
yasaklamaya çalışıyorlar. İnsanların Allah Kitabını duymalarına engel olmaya
çalışıyorlar. “Aman bu insanlar dinle tanışmasınlar, aman bu insanlar Kur’an-la,
kitaplarıyla tanışmasınlar” diye insanlarla kitapları arasına engeller koyuyorlar.
O gün de, bugün de din düşmanlarının yaptıkları şey budur.
Bakın Allah
diyor ki: “Nasıl isterseniz öyle yapın! Nasıl derseniz deyin! Ama bilesiniz ki:
16. “Onun havada olan burnunu yakında
yere sürteceğiz.”
“Biz onun
hortumunu damgalayacağız, hortumunun üzerinden damgalayacağız!” Dikkat
ederseniz burada burnu denmemiş de hortumu denmiş. Hortumunun üzerinden damgalayacağız
onu. Gurur, kibir anlamında burnu büyük, burnu yukarda mânâsı da çıkıyor buradan.
Burnunun
damgalanması, Türkçe’de biraz da burnunun sürtülmesi mânâsına gelecektir.
Aslında bir adam en çok yüzünü koruyacaktır değil mi? Ayağı bir yere çarpabilir,
kolu, eli bir yerlere değebilir ama insan yüzünü daha bir korur. Hele hele
burnunu hiçbir yere değdirmez adam, çünkü bir bakıma şan-şeref ifadesidir, ilk
göze çarpan yer burundur. Ama bakın Allah oradan yakalayacak, oradan damgalayacağım,
buyuruyor. Hani ayıların burnundan yakalandı mı işi bitiyor veya kurbanlık
hayvanların burnundan yakaladınız mı işi bi-tiyor ya, burnunu damgalayacağız, diyor
Allah.
Bunu şöyle
de anlayabiliriz: Ona öyle bir damga, öyle bir alâmet-i fârika vuracağız ki,
adam burnunu da kesse, adını, vatanını, milletini, pasaportunu da değiştirse,
başka bir ülkenin vatandaşlığına da girse, dünyanın neresine giderse gitsin
asla kendisinden kurtulamayacağı bir işaret, bir alâmet-i fârika vuracağız, bir
zillet ve meskenet damgası vuracağız ki ona, asla ondan kurtulamayacak diyor
Rab-bimiz. Dünyanın neresine giderse gitsin, nasıl kamufle etmeye çalışırsa
çalışsın asla kurtulamayacağı bir horluk, hakirlik damgası vuracağız ona, diyor
Rabbimiz.
Kur’an’a karşı böyle bir tavır takınan
kişiye Rabbimiz böyle bir damga vuracaktır. Şu andaki durumumuza bakınca bunun
gerçekleştiğini görmüyor musunuz? İşte görüyoruz dünyanın neresine giderseniz
gidin, ikinci, üçüncü sınıf vatandaşsınız. Kitabımıza karşı takındığımız Velid bin
Muğıre tavrından ötürü alnımıza öyle bir zillet damgası vurulmuş ki, dünyanın
neresine gidersek gidelim beş paralık bir değerimiz kalmadı. Bir zamanlar
ecdadımızın eyaletim gözüyle baktığı iki paralık ülkelerin artığıyla beslenir
duruma geldik.
Şu anda Almanya’da, Hollanda’da,
Fransa’da en kötü şartlar altında çalışanlar bizim vatandaşlarımızdır. Bizim
kadınlarımız, kâfirlerin pisliklerini temizlemeye mahkum olmuştur. Yardım için
çalmadık kapı bırakmadık. Dünyanın dilencisi olduk. Bundan daha büyük bir
zillet ve meskenet olur mu?
Hayvanların
bile yüzüne vurmak caiz değilken, Allah’ın insanlara böyle bir damga
vurmasından anlıyoruz ki, Kur’an’la alay eden, Kur’an’la dalga geçen, Allah’ın
hayat programı olarak kullarına gönderdiği Kur’an’a “Esatîr’ul Evvelîn” diyen, “o
eskilerin kitabıdır, o Arapların kitabıdır, o bugünün problemlerini çözemez”
diyen biri, Allah ka-tında cehennemle damgalanacaktır.
Eğer şu
anda bizim toplum olarak Kur’an’a karşı tavrımız da böyle ise, yani bazen laf
taşıyor, bazen dedikodu yapıyor, insanlara Allah sözü değil de hep insan sözü
taşıyor, insanların sözlerini Allah sözlerinin önüne geçiriyor, insanların
kitaplarını Allah’ın kitabının önüne geçiriyor, Allah’ın kitabını kendisine az
müracaat edilir bir konuma getiriyor, bazen kaba-saba davranıyor, bazen hayrı
engelliyor, çok çok yemin ediyor, çok psikopat, aşağılık davranıyor, fikir,
düşünce, a-mel ve eylem planında alçaklığı tercih ediyorsak, Kitap-sünnet bilgimiz
sıfırsa, günahtan yanaysak, kendimizin vebalini, Kur’an-sünnetle tanıştırmadığımız
çoluk-çocuğumuzun veballerini yüklenmeden yanaysak, Kur’an’a da bugünün çözümü
değildir gözüyle bakıyor, yani evimizin çözümü için müracaat etmiyor, ülkemizin
problemlerinin çözümü için müracaat etmiyor, arabamız bozulunca Kur’an’a
gitmiyor, elektriğimiz kesilince Kur’an’a gitmiyor, çocuklarımızın eğitimi konusunda
Kur’an’a müracaat etmiyor, evlenmemizde, boşanmamızda, mirasımızda, hukukumuzda
Kur’an’a baş vurmuyor, Kur’an’a eskilerin kitabı gözüyle bakıyor, bugünün
çözümü gözüyle bakmıyorsak, herhalde bizim de burnumuza bir esaret zinciri vurulacak,
burnumuza bir ip takılacak ve ipin ucu kimin elindeyse o çekip bizi istediği
yere götürecektir. Değil mi? Öyle olmamış mı? Bizim durumumuz şu anda öyle olmamış
mı? Hep başkalarının çektikleri yere gitmiyor muyuz? Hem öyle ki, burnumuzun,
yüzümüzün her yanı yara bere içinde. Kadınlarımız bir taraftan kanca takmış,
toplum bir tarafa takmış, zevklerimiz, eğlencelerimiz, medeniyet dediğimiz
şeyler, teknik dediğimiz şeyler bir tarafa kanca takmış. Bir tarafta A.B.D’nin
kancası, I.M.F’nin kancası, bir tarafta A.E.T.'nin kancası… Biri bir tarafa,
biri öteki tarafa a-sılıyor. Ne muhteşem bir burunmuş ki, dayanıyor, kopmuyor,
yırtılmı-yor!
Allah
korusun, şu anda her şeyimizle reziliz. Ekmeğimize, yiyeceğimize, şehrimize,
okulumuza, kuralımıza, kaidemize, evlenmemize, boşanmamıza, alacağımıza, vereceğimize,
düğünümüze, derneğimize, kısacası hiçbir şeyimize sözümüz geçmiyor. Tam
rezillik iş-te! Bundan daha büyük bir rezillik ve rüsvalık olur mu? Tam rezil
ve rüsva bir hayat. İnsan bu kadar şahsiyetini kaybetmez elbette ama Allah
korusun kitabımıza Velid bin Muğire gözüyle bakar olduğumuz için işte bu hale
gelmişiz.
İşte bu
zillet ve meskeneti şu andaki halimiz en güzel biçimde anlatmaktadır. Şu anda
bu ümmet de bu rüsvalığı iliklerine kadar ya-şamaktadır. Allah korusun, işte
vaziyetimiz. Burnumuza öyle esaret zincirleri takılmış ki, Allah’tan, Allah’a
kulluktan, Allah’ın kitabından kaçacağız derken pek çok ilahların kulu-kölesi
durumuna düşmüşüz. Allah öyle ipler takmış ki burunlarımıza, öyle boyunduruklar
vurmuş ki boyunlarımıza, onlardan asla kurtulma imkânımız da kalmamış. Artık
öküz boyundurukları mı, yoksa şu anda kendisine kulluktan kaçan, başkalarının
kulu-kölesi zilletine düşen, kendi yasalarını uygulamaktan, kendi kitabına
sahip çıkmaktan ve hayatlarını o kitapla düzenlemekten kaçtıkları için
başkalarının yasalarını uygulamak zorunda kal-mış, Allah’a kulluktan kaçarken
yığınlarla varlığın kulu-kölesi durumuna düşmüş şu andaki biz perişan
müslümanların boyunlarımıza vurulmuş resmî boyunduruklar mı? Zalim tâğutlar
tarafından boyunlarımıza vurulmuş vatandaşlık boyundurukları mı, resmî bağlar,
resmî ip-ler mi, yoksa A.B.D’nin vurduğu kölelik ipleri mi? A.T.’nin, I.M.F’nin
vurduğu boyunduruklar mı? İşte âyetten bunların hepsini anlıyoruz.
Biz
Kur’an'a bu gözle baktığımız için alnımıza, burnumuza bu damga vurulmuş, bu
zincirler takılmış. Peki bu durumdan kurtulmamız mümkün olmayacak mı? Hep böyle
rezil bir hayatın adamı mı olacağız? Hayır, eğer biz vaziyetimizi, kitabımıza
karşı bu bozuk düzen bakışımızı değiştirir, onu hayat programı kabul eder ve
hayatımızı onunla düzenlemeye karar verirsek, elbette Rabbimiz bizim bu makus
kaderimizi değiştirecektir. Öyleyse vakit kaybetmeden değiştirelim ba-kışlarımızı
da, Allah durumumuzu değiştirsin.
Sûrenin bu
bölümünde ²v;@«9²Y«V«" _Å9Ë! buyurarak
bu anlattıklarına tarihten bir örnek sunacak. Biz onları dener, imtihan ederiz.
Böyle mallarına mülklerine, evlatlarına, çevrelerine, saltanatlarına güvenerek
Kur’an’a karşı müstekbir bir tavır takınan, Allah’ın âyetleriyle dalga geçen
kimselerin akılları başlarına gelsin de adam olsunlar, Kitaba bakışlarını
düzeltsinler, Rabblerine kulluğa yönelsinler diye onlara be-lâlar, iptilâlar,
denenmeler göndererek onları deneriz, diyerek tarihten bahçe sahipleriyle
ilgili bir hadise anlatacak. Tıpkı En’âm’da anlatıldığı gibi:
“Şüphesiz
ki senden önce ümmetlere peygamberler göndermiştik; onları yalvarsınlar diye
darlık ve sıkıntılara sokmuştuk. Hiç değilse onlara şiddetimiz geldiği zaman
yalvarıp yakarmalı değil miydiler? Lâkin kalpleri katılaştı, şeytan da
yaptıklarını onlara güzel gösterdi.”
(En'âm 42,43)
Önceki
toplumlara da peygamberler gönderdik. Onlar kendilerine gönderilen bu peygamberlere
ve onlar vasıtasıyla kendilerine gönderilen kitaplara değer vermediler. Bu
peygamberler ve onların kendilerine getirdiği mesajlarla ilgilenmediler. Hayat
programlarını Al-lah’tan ve Allah’ın elçilerinden almaya yanaşmadılar. Allah’ı
da, Allah’ın elçilerini de hayatlarına karıştırmamaya çalıştılar. Allah hayata
karışmaz, Allah âyet göndermez, Allah elçi göndermez, Allah kitap göndermez,
dediler. Onlar Allah’a, elçilerine ve kitaplarına küfrettiler de onlara
merhametimizden dolayı akılları başlarına gelsin de bize dönmeyi anlasınlar
diye biz onları fakirlik, kıtlık, açlık, geçim darlığı, hastalıklar, çeşitli
afetler ve zarûretlerle yakalayıverdik.
Onları türlü türlü sıkıntılara
sokuverdik ki, kabukları yırtılsın da tevhit açığa çıksın diye. Küfürden
şirkten vazgeçsinler de, iman etsinler diye. Sığınacak kapıları kalmasın da
bize sığınsınlar diye. Yalvaracak, başvuracak, dövecek kapıları kalmasın da
bize yalvarıp yakarsınlar diye. Bizim gönderdiğimiz Kitaba sarılsınlar diye.
Ama beri tarafta şeytan onlara sürekli amellerini süslü gösterdi de, hayrı şer,
şerri hayır, iyiliği kötülük, kötülüğü iyilik gösterdi de onlar adam olma ve
uyanma istidatlarını kaybettiler.
“Onlar ne zaman ki kendilerine
hatırlatılanları unuttular, biz de onlara her şeyin kapısını açıverdik.”
(En'âm 44)
Onlara her
şeyin kapılarını açıveririz de, hiçbir kayıt, hiçbir kaygı duymaz olurlar. Her
türlü nimetlerin, refahın, bolluğun içine gömülürler. Bütün bu nimetleri
kendilerine lütfeden Allah’a şükretmeyi akıllarının ucundan bile geçirmeden,
kalpleri nimet vereni anmadan, nimet vericiden korkmadan sanki her şey kendilerininmiş
gibi keyif çatmaya başlarlar. Eğlencelere, zevklere dalarlar. Şehvetlerinin peşinde
solucanlar gibi kıvranmaya başlarlar. Sanki tüm bu nimetler kendilerininmiş, sanki
ölüm gelmeyecekmiş, sanki ahiret, hesap kitap yokmuş gibi coşarlar taşarlar da:
“Kendilerine verilenlerle sevinip
coşmaya başlayınca da ansızın onları yakalayıveririz de iblis gibi oluverirler.”
Allah
korusun, tüm ümitlerini yitirmiş, ümitsizlik ve mahrumiyet içinde donakalırlar.
Sonsuz bir acı, onulmaz bir hasret içine gömülüverirler. İşte Nuh kavmi, işte
Hûd kavmi, işte Lût, işte Salih (as) kavmi, işte Roma, işte Firavunlar, işte
Nemrutlar ve işte Amerika, Almanya ve Fransa… Allah her şeyin kapılarını açıvermiş
ve işlerini bitirmiş bunların.
Rasulullah
böyle dua etmiştir: “Ya Rabbi, bu Mudar kabilesi üzerine azabını indir, şedit
darbeni onların üzerine indir ve de onlara Yusuf'un yılları gibi kıtlık ver.” Bu
duanın kabulüyle Mudar kabilesi mahvoldu, perişan oldu. Sonra gelip bel
büktüler, boyun büktüler, mecburen dediler ki: “Ya Muhammed, Rabbine dua et te
şu belâ üzerimizden kalksın.” Müşrikler, Peygamberimizin duasının kabul edildiğini
biliyordu. Mulâane âyeti gelmişti de hiçbirisi buna yanaşmamıştı. Aklı başında
olanlar dediler ki: “Aman ha peygamberle böyle bir şey yapılmaz.” İşte böyle azaplar
geldiğinde akılları başlarına gelseydi bari, ama yine de gelmedi.
İşte burada
da böyle bir imtihan anlatılacak. Ama ondan önce şimdi bize dönelim. Acaba şu
anda bizler aklımızı başımıza getirecek nasıl bir bela bekliyoruz? Ne
bekliyoruz biz? Ne verecek Allah bize? Neyi bekliyoruz? Ağzınıza aldığımız
suyun kan olmasını mı? Kızlarımızın, oğullarımızın gözümüzün önünde kesilmesini
mi? Kızlarımızın, kadınlarımızın ırzına geçilmesini mi? Evlerimize girilip
mallarımızın müsadere edilmesini mi? Neyi bekliyoruz? Nasıl bir belânın
gelmesini bekliyoruz? Evlerimizin Karun evi, çarşılarımızın Firavun çarşısı
gibi olmasını mı bekliyoruz? Yani ne bekliyoruz? Gökten azab yağmasını, yerden
suların fışkırmasını mı? Göğü unuttuk, arzı unuttuk, Allah’ın gökteki, yerdeki
âyetlerini, Kur’an âyetlerini, aile hayatını, refah ve sa-adeti, gülmeyi,
ağzımızın tadını unuttuk. Daha ne bekliyoruz?
17-18. “Biz
bunları, vaktiyle bahçe sahiplerini dene-diğimiz gibi denedik. Sahipleri daha
sabah olmadan, bahçeyi devşireceklerine bir istisna payı bırakmaksızın yemin etmişlerdi.”
Bir zamanlar bir bahçe varmış, ne zaman olduğunu, nerede
olduğunu bilmiyoruz. Ya o dönemde, bu âyetlerin indiği dönemde bu âyetlerin
muhatapları tarafından bilindiği için Allah bildirmemiş, ya da bilinmesi
gerekmediği için genel tarif edilmiş. Çünkü bu imtihandı ve her dönemde bu
bahçeler ve onlarla imtihan edilenler vardır. İşte şu anda bahçeleriniz, arabanız,
eviniz, oğlunuz, kızınız, bağınız-bahçe-niz, size verilen her şeyiniz imtihan
konusudur. Bir bahçe ve de onun sahipleri var:
Yemin etmişler bu bahçenin
sahipleri. Hani yeminciye de uymayacaktık ya, önceki âyetlerde yemin edene itaat
etmeyin denmişti ya, bakın burada hemen bir örnekle hatırlatıveriyor Allah:
Yemin ediyorlar. Hangi konuda? “Kesinlikle,
vallahi, billahi, tallahi kesinlikle sabahleyin biz bu cenneti keseceğiz! Biz
bağı bozacağız! Biz bu bahçenin ürününü devşireceğiz” diye yemin ediyorlar.
Yani o cenneti keseceklerine,
bağı bozacaklarına, ürünü devşireceklerine, sabahleyin bu işi icra edeceklerine
yemin ettiler.
Ama istisna etmediler. İki mânâsı
vardır bunun:
1- İnşallah demediler, Allah izin
verirse demediler. Allah nasip ederse biz bunu yapacağız, demediler.
2- Ya da miskinlerin hakkını istisna
etmediler, fakir-fukaranın hakkını da düşünelim, onların hakkını da verelim
demediler.
Anlaşılan
şöyle: Bunlar en azından üç kişiler, yani ikiden fazla kişiler, üç kardeşler
ve babalarından miras olarak kendilerine
intikal eden mallar, mülkler var. Babaları zengindi, hayır, infak ehliydi ve her
kese veriyordu. Hayattayken babaları fakir-fukaranın hakkını ihmal et-miyordu.
Onun için daha önceden o bahçenin bozumunda fakir-fuka-ra bildikleri için kulak
kabartıyorlardı. Babaları vefat edip te bu bahçe kendilerine intikal edince, “efendim,
babamız tek kişiydi, elbette o bundan fakir-fukaraya bolca veriyordu, ama bizim
şu anda sayımız çoğaldı, kaç kişiye bölünecek şimdi bu bahçe? Evlad çok, arazi
az, nasıl vereceğiz ki herkese? Bu durumda biz nasıl verelim?” diyorlardı.
Aynı bizim mantık, aynı anlayış
değil mi? “Yetmiyor ya! İşte mutfağa şu kadar, ata, arabaya şu kadar, sigaraya
bu kadar, benzine şu kadar, plaja, pikniğe bu kadar, yetmiyor efendim!” diyoruz
ya! İşte bunlar da yetmiyor dediler ve fakir-fukaranın hakkına engel olmaya
çalıştılar. Fakirin hakkını verelim demediler, istisna etmediler.
Veya
birinci anlamıyla inşallah demediler, yani bu işi yapma eylemini kendilerine izâfe
etmediler. “Ben bilirim, ben kazanırım, ben yaparım, bu bahçeyi biz bozarız,
bozacağız” dediler. Ama Allah da vardı hesabın içinde, Allah’ı hiç
düşünmediler.
19-20. “Ama onlar daha uykudayken
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara
kesilmişti.”
Allah’ı
diskalifiye ettiler. Bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için Yusuf sûresini
baştan sona okumak gerekir. O kadar hoş bir örnektir ki! Hayatı düzenleyen, her
konuda hayata etkin olan Allah’tır. Rabbimiz bize soru gönderiyor, önümüze bir
imtihan alanı açıyor, bize seçenekler gösteriyor, bizi bunlardan birisini
seçmeyle karşı karşıya bırakıyor ama bizzat kendi müdahalesine de devam ediyor.
Nasıl? Meselâ bakın Yusuf’a (a.s) rüya gösteriyor. Rüyayı gösteren Rabbi-mizdir.
Sonra Yusuf (a.s) bu rüyasını babasına anlatıyor. Baba ve Yu-suf (a.s) haktan
yana rol alıyor, ama kardeşleri batıldan yana rol alıyorlar. İsteselerdi onlar
da hakka karşı rol almazlardı. Ama mesele neydi? İş nereye varacaktı? Yani
Allah’ın takdir buyurduğu senaryo neydi?
Mesele şuydu: İsrailoğulları yani
Yakub oğulları Mısıra gidecekti. İşte senaryo buydu. Allah takdir etmişti bunu.
Lakin bu senaryonun gerçekleşmesi adına perdede rol alan birileri vardı. Bu
rolcülerden Yusuf’un kardeşleri onu bir kuyuya atıyorlar. Bakıyoruz hemen
sahnede rol alanlardan bir kervanı harekete geçiriyor Allah ve yollarını oraya
denk getiriyor. Yıllardır o bölgede seyahat eden kervan, o kuyuda suyun
olmadığını bildikleri halde rolleri gereği kuyuya kova salıp çocuğu alıyor ve
Mısır’a götürüyorlar. Mısır pazarında çocuğu satmaya çalışırlarken, Allah
şehrin Azizini harekete geçiriyor ve pazara uğratıyor. Sahnede azizin de rol
aldığını görüyoruz. Aziz, Yusuf’u satın alıyor ve artık Yusuf azizin evindedir.
Dikkat ediyor musunuz, Rabbimizin takdir buyurduğu senaryo nasıl da saat gibi
işliyor?
Sanki perdede, görünürde Yusuf’un
kardeşleri var, kuyu var, kervan var, aziz var, ama bu konularda sanki Allah’ın
müdahalesi yok gibi değil mi? Her şey sanki kendiliğinden olup bitiyor gibi
değil mi? Yani şöyle dışardan sahneyi seyrettiğiniz zaman sanki kişiler bizzat
kendi rollerini kendileri yapıyorlar. Ama perde arkasında bir el var ki, bunların
hepsini O ayarlıyor. Sonra bir başka sahne, bir başka rolcü devrede. Aziz’in
karısı, onun Yusuf’a meyli, iftiralar, skandallar, zindan, kralın rüyası ve
sonunda Mısır’a sultan.
Ama Allah’ın bizzat belli
müdahaleleri var yine orada. Ne o? Krala rüya gösteriyor Allah. Bu, Allah’ın
bizzat ve direk müdahalesidir. İşte 7 semiz inek, 7 zayıf inekle ilgili olan bu
rüyayı krala bizzat Allah gösteriyor, Allah’tan başka kimse yapamaz ki bu işi!
Allah sanki diyor ki, “bakın benim müdahalem var! Beni unutmayın!” Meselâ Mısır’a
kıt-lık veriyor, bunu Allah’tan başka kimse yapamaz ki!
Sahnede rol
oynayanlar var, bu rolleri Allah belirliyor, yani böylece olaya Allah dolaylı
olarak müdahale ediyor. Bir de Allah’ın rüya ve kıtlık gibi bizzat müdahalesi
var.
Bakın
burada da Allah böyle bizzat müdahale ediyor. Peki nasıl olmuş Rabbimizin bu
bahçe sahiplerine müdahalesi? Bakın şöyle:
19-20. “Ama onlar daha uykudayken
Rabbinin katından gönderilen bir salgın o bahçeyi sarıvermişti de bahçe kapkara
kesilmişti.”
Allah’tan
bir tavafçı, bir taif şöyle bir dolanıveriyor bahçede. Yani yakan bir rüzgar
veya her şeyi kül ediveren bir ateş, bahçeyi kapkara ediveren, bağı bozuveren
bir ateş şöyle bir tavaf edivermiş bahçenin içinde.
Üstelik de onlar uykudalarken ve
haberleri bile yokken oluyor bu iş. Kendileri güya bu işe etkinlerdi! Kendilerine
güveniyorlardı güya. Güya kendi kendilerine bozabileceklerdi o bahçeyi. Sabahleyin
biz bu işi yapacağız diyor ve istisna da yapmıyorlardı. İnşallah da demi-yorlardı.
Allah’ı diskalifiye ederek kendilerini bu işe kâdir zannediyorlardı. Bakın uykudalarken,
hiçbir şeyden haberleri bile yokken gönderdiği bir tavafçıyla Allah ne yaptı o
bahçeye? Allah’tan bir tavafçı dolanıverdi o bahçede de, sonunda:
Ne kadar mütenasip bir kelime, ne
kadar uygun bir ifade bakın. Ne diyorlardı adamlar?
Sabah olunca bağ bozumuna
gideceğiz, sabahleyin bağı bozacağız diyorlardı. Allah ne buyuruyor?
Onların bozmasına gerek kalmadı,
sabah olunca bağları bozuluverdi. Bağları bozguna uğrayıverdi de sarim gibi,
sırım gibi oluverdi ve işleri bitti.
“Sarîm”, meyvesi
biçilmiş, ürünü devşirilmiş bahçeye, hasılatı kesilmiş tarlaya, geceden bir
kıtaya veya hiçbir şey bitirmeyen kumluk araziye denir. Yani sanki böyle
yanmış, kül yığınına dönmüş, kum yığını olmuş, gece gibi kapkara olmuş, kaya
gibi olmuş yere de sarim denir. Bahçe işte bu hale gelmiştir.
Şimdi de
sahneye diğer taraf getiriliyor. Sanki önce bir bölümü gündeme getiriyor
Rabbimiz, sonra o perdeyi kapatıp bir diğer bölümü gündeme getiriyor.
Filmlerde, romanlarda da öyledir. Bakın şimdi beri taraf gündeme (sahneye)
getiriliyor.
21-22. “Sabah erken: “Ürünlerinizi
devşireceksiniz, erken çıkın” diye birbirlerine seslendiler.”
Sabah
olunca birbirlerini çağırmaya başladılar, birbirlerine nida edip uyardılar: “Hey!
Haydi! Hadi çabuk olun! Elimizi çabuk tutalım! Gideceksek, sabah olmadan, kimse
bizi görmeden, sabah erkenden bu işi bitirelim! Gecenin bir yarısında çıkalım,
çabuk olalım” demeye başladılar.
Dikkat
ederseniz burada:
İfadesini kullanıyorlar. “Haydi
harsınıza, haydi yetiştirdiğiniz bahçeye” diyorlardı. Neden böyle diyorlardı? Yani
sanki o bağı kendileri yetiştirmiş, sanki o bahçe kendi ekimleri, kendi kültürleriymiş
gibi, haydi harsınıza diyor ve burada da yine o bahçenin gerçek yetiştiricisini
diskalifiye ediyorlar.
Bir de dikkat ederseniz “ilâ
harsiküm” demiyorlar da “alâ harsiküm” diyorlar. Yani “alâ”
ile olunca sanki böyle onun üstüne abanacaklar, kimseye kaptırmayacaklar.
23-24. “Bugün orada, hiçbir düşkün
kimse yanımıza sokulmasın” diye gizli gizli konuşarak yürüyorlardı.”
Gece
yarısında hızlıca hareket ettiler. Gizlice, fısıltı halinde birbirlerine bir
şeyler demeye çalışıyorlardı. Aman kimse duymasın çabasıyla böyle yapıyorlardı.
Bakın birlerine dedikleri de şuydu:
“Aman ha! sakın ha! Yavaş konuşun, sessiz
olun, hızlıca ve erkenden hareket edin ki, bugün üzerinize bir miskin sokulmasın!
Sa-kın bir miskin duyup ta yanınıza gelmesin! Kimseciklerin haberi olmadan bu
işi bitirip ürünümüzü evimize katalım!”
Daha önceleri babaları bu bağın
bozumu esnasında yolda, belde fakir-fukaraya bolca dağıtarak bu fakir kimseleri
alıştırmış olduğu için gizli davranmaya çalışıyorlardı.
25. “Yoksullara yardım etmeye güçleri
yeterken böyle konuşarak erkenden gittiler.”
Buradaki “Hard”
kelimesinin birkaç mânâsını vardır:
1- Hard,
güç kudret demektir. Yani sadece gitmeye güçleri ye-terek yola çıktılar
olacaktır.
2- Hard,
tesis etmek, bir şeyler organize etmek, bir şeyler ortaya koymak demektir. Yani
bunu yaptılar, bunu becerdiler. Neyi? Ya bu erkenden yola koyulabilmeyi becerdiler,
ya da istedikleri biçimde fakirleri diskalifiye etme işini becerdiler.
3- Hard, o
bağın, o bahçenin adıydı.
4- Hard,
intikam ve gazap demektir. O miskinlere, fakirlere karşı bunu becermişler.
5- Engel
olmak demektir ki, işte ancak bunu becerebildiler. Yani bu kadarına güçleri var
adamların, hiç güçleri yok değil tabii. Bu kadarını organizeye güç veriyor
Allah insanlara.
Yola
çıktılar:
26-27.
“Bahçeyi gördüklerinde: “Herhalde yolumuzu şaşırmış olacağız; belki de biz
yoksun bırakıldık” dediler.”
Bahçelerine varıp, o kül yığınını gördüklerinde, şöyle
bahçenin karşısında duraladılar, şaşırdılar, afalladılar ve dediler ki: “Galiba
biz yanlış geldik! Galiba biz yanlış geldik! Herhalde biz başka bahçeye geldik!”
Yutkunuyorlar ve “Yooo!” diyorlar, “biz mahrum edilmişiz! Biz engellenmişiz!
Miskine engel olacakken bizim elimizden alınmış! Fakir-fukarayı diskalifiye
edecekken biz diskalifiye edilmişiz! Birilerini at-latacağız derken biz
atlatılmışız!”
“Eyvah
biz kaybedenlerden olmuşuz!” dediler. Biraz önce kendilerini her şeye kadir
gören insanların şimdi elleri böğründe nasıl bahçenin kenarında büzüştüklerini,
nasıl yıkılıp perişan olduklarını düşünün.
28. “Ortancaları: “Ben size Allah'ı
anmanız gerek-mez mi? dememiş miydim?” dedi.”
Buradaki “ortanca”,
anlayabildiğimiz kadarıyla yaş ortancası değil, boy ortancası değil, daha bir
mutedil hareket edenleri, içlerinde daha bir dengeli olanları, yani bu işi daha
bir dengeli düşünenleri demektir.
Çünkü biz biliyoruz ki vasat,
adil dengeli demektir; vasat, denge, muvazene unsuru demektir. İşte içlerinden
en dengeli davrananları, en müslümanca düşünenleri dedi ki:
“Ben size tesbih edin demedim mi! Ben size “Sübhanal-lah”
deyin demedim mi! Ben size “istisna” edin, “İnşallah” deyin demedim
mi! Allah’ı unutmayın, gelin fakir-fukaranın hakkını da ayıralım demedim mi!”
Buradan şunu anlıyoruz:
Birilerini uyarıp, sonra da uyardığımız o insanların uyarının tersine hareketlerinde
onlarla beraber olursak, unutmayalım ve kesinlikle bilelim ki onların başına
gelecek belâ aynen bizim başımıza da gelecektir. Bakın âyetten anlıyoruz ki bu
kardeşlerden biri, yani daha bir dengeli olanı, daha bir müslümanca düşüneni ötekilerini
uyarmış ama onlardan ayrılmamış. Uyarının tersine hareket ettikleri halde onlarla
o konuda birlikteliğini sürdürmüş ve bu yüzden de onların başına gelenin aynısı
onun da başına gelmiştir. Allah onu diğerlerinden ayırmamıştır. Demek ki sadece
uyarmak yetmiyor.
“Hanımım!
Oğlum! Kızım! Arkadaşım! Hısımım! Akrabam! Yapma bu işi! Haramdır! Günahtır!”
dedikten sonra eğer hâlâ onunla canciğer kardeş olmaya devam edersek, ondan
ayrılmayıp, ona karşı ciddi bir tavır koymazsak, unutmayalım ki onların başına
gelenin aynısı bizim de başımıza gelecektir.
Biliyoruz
ki bizden önceki İsrailoğullarının sapması da böyle başlamıştır. Ebu Davud ve
Tirmizî’nin rivayet ettikleri bir hadis-i şeriflerinde Rasulullah Efendimiz şöyle
buyurur:
“İsrailoğulları
arasında ilk sapma şöyle başladı. Bilenlerden birisi günah işleyen bir adama
rastlar ve: “Ey adam, Allah’tan kork ve bu yapmakta olduğun işi terk et, zira
bu iş sana helal olmaz” der. Ertesi gün yine o adama aynı halde rastlar da,
böyle olduğu halde yine de onunla oturup kalkmaktan, yiyip-içmekten çekinmezdi.
Onlar böyle yapınca da, Allah onların kalplerini birbirine benzetiverdi.”
(Riyazu’s
–Salihîn, l09 No’lu hadis)
O
konunun âlimi, o konunun günah olduğunu bilen biri, günah işleyen birisine
rastlar. Onun işlediğinin günah olduğunu, münker olduğunu bilen birisi… Yani
buradaki bilenden kasıt her konuyu peygamber gibi bilen birisi değil de,
işlenenin günah olduğunu bilen birisi. Önce onu uyararak “Allah’tan kork”
derdi. “Allah’tan kork ta Allah’ın yasak kıldığı bu günahı işlemekten vazgeç,
çünkü bu yaptığın haram-dır” derdi. Ama ikinci defa ona rastladığı zaman, onu
yine aynı günahları işler buldu da onunla irtibatını kesmedi. Onunla birlikte
oturup kalkmaya, onunla birlikte yiyip-içmeye, onunla birlikte kol kola pikniğe
gitmeye devam etti. İşte bu sebepledir ki, Allah da onların kalplerini günahkarların
kalplerine benzetiverdi. Onların kalplerini de berikilerin kalpleri gibi yapıverdi.
Öyleyse buna çok
dikkat etmeliyiz. Eğer gördüğümüz bir kötülüğü yasaklamaya çalışıyorsak,
kesinlikle o kötülüğün işlendiği makamda, konumda bulunmamalıyız. Belki sadece
o kötülüğü yasaklayacak kadar bir dönem orada bulunabiliriz. Onun ötesinde eğer
kalplerimizin günahkarların kalplerine benzetilmesini istemiyorsak, derhal o
makamı, o ortamı terk etmek zorundayız.
Allah
korusun da şu anda müslümanların durumu İsrailoğulla-rının bozuluş
durumlarından farksız. Meselâ bir müslüman düşünün ki, ortağı namaz kılmıyor,
içki içiyor veya faiz yiyor. Ama buna rağmen o müslüman onunla ortaklığı devam
ettiriyor. Halbuki bir müslü-man olarak bizim onunla ortaklığımız asla bir
ortaklık adına değil, o-nunla uğraşma adına, onu yola getirme adına olmalıydı.
Veya
meselâ adam dükkanında içki satıyor, kadın çalıştırıyor, gayr-ı meşru işler
çeviriyor diye bu adama kızıyoruz ama başka şeyleri alma adına yine de onun
dükkanına girip çıkmaya devam ediyoruz. Oysa onun dükkanına alışveriş adına,
dostluk gösterileri, peynir, zeytin alma adına değil ancak onu bu işten men etme
adına gitmeliydik. İçki bulunduran lokantaya yemek için değil de onu
değiştirmek için gitmeliydik.
Veya
meselâ hanımlarımızın düzelmelerini, kapanmalarını, Kur’an ve Sünnetle
tanışmalarını ve hayatlarını bu doğrultuda düzenlemelerini istiyoruz. Sonra da hiçbir
şey yanlış değilmiş gibi, onlarla beraber gezmeye gidiyoruz. Veya onlara bir
kaş bile ekşitmeden, en ufak bir tavır bile almadan istedikleri her şeyi almaya,
gönüllerini hoş etmeye çalışıyor, bu konuda en küçük bir tavır alamıyoruz. Veya
İslam adına onlardan bir şeyler istiyor, bir şeyler bekliyoruz. Onlarda is-tediğimiz
değişiklikleri göremeyince de hemen boşamaya kalkışıyoruz. Halbuki onlardan
istediklerimiz konusunda hiçbir sa’yimiz olmu-yor. Onlara zorlayıcı, ya da yol
gösterici hiçbir tedbirimiz olmuyor.
Veya
meselâ adamlar içkiye, faize riayet etmiyorlar diye onları ikaz ediyor,
kızıyoruz ama kooperatifimize iki-üç tane üye lâzım olunca da yine onlara
gidiyor, onlara değer veriyor, adam yerine koyuyoruz.
Allah’ın
Resûlü, “alimler, bilenler böyle yapınca da Allah onların kalplerini günahkarların
kalpleriyle birleştiriverdi” diyor. Bu, günahı günah olarak bilen ama günahkarlarla
birlikte hareket etmekten vazgeçmeyen, onlara tavır koymayan, onlardan
ayrılmayan, onlara küsmeyenlerin kalplerini günahkarların kalplerine
benzetiverdi, diyor Allah’ın Resûlü. Acaba bu kalplerin birleştirilmesini nasıl
anlayacağız?
Kalp iman, kabul ve
red yeridir. Kalp, telakki ve değerlendirme yeridir. İşte Allah bu iki grubun
kalplerini birleştiriverdi. Artık her iki grup için de kabul ve retler aynıdır,
aynı şeyler beğenilmekte, aynı şeyler hoş görülmekte, aynı yerlere bakılmakta,
aynı şeyler okunmakta, aynı şeyler konuşulmakta, aynı şeyler seyredilmekte,
aynı metotlar, aynı yollar benimsenmekte, aynı değer yargıları hakim olmaktadır.
Her iki grubun
üyeleri de demokrasiden yana, her iki taraf da makamdan, servetten yana, her
iki grup için de evler aynı anlayışla tefriş edilmekte, sofralar aynı,
kılık-kıyafetler aynı, ikramlar aynı, eğitim anlayışları aynı, yazıları,
takvimleri aynı, kabulleri, tasvipleri, retleri aynı. Bakın kalpler nasıl
birleştirilivermiş? Onlar velî kabul edecek bi-rilerini, mü'minler de kabul
edecekler onu. Onlar Allah yerine birilerine velâyetlerini verecekler,
mü’minler de onlar gibi düşünmeye başlayacaklar. Onlar Allah yasalarını terk
edip kendi aralarından bir kısım ya-pay tanrıların yasalarını uygulamaya
kalkışacaklar, mü’minler de onlar gibi yapacak. Onlar birilerini sevecek, mü’minler
de sevecek. Onlar reddedecek, mü'minler de reddedecek. Onlar karar alacak, berikiler
uygulayacak.
Onlar İslâm’dan,
Kur’an’dan, peygamberden, peygamber yolundan, sarıktan, sakaldan, cübbeden, hocadan,
Kitap ve sünnetin gündeme getirilmesinden, Kitap ve sünnetin uygulanmasından
nefret edecekler, mü'minler de onların nefret ettiklerinden nefret edecekler.
Onlar şeytan vahiylerine teslim olacaklar, şeytan vahiylerini seyredecekler,
mü’minler de onların seyrettiklerini seyredecekler.
İşte kalplerin
birleşmesi. İşte İsrailoğullarının sapması ve işte bugün de İsmail oğullarının
sapma noktası…
İlk gelen
âyetlerde görüyoruz, meselâ Müzzemmil’de Rabbi-miz, Peygamber Efendimize şöyle
buyuruyordu:
“Putperestlerin
söylediklerine sabret, yanlarından güzellikle ayrıl.”
(Müzzemmil 10)
“Güzelce
hicret et onlardan!” Bunun mânâsı, onları bırak git, terk et onları, onlarla
görüşüp konuşma değildi tabi. “Onların hayat programından hicret et! Onlar gibi
yaşamaktan ayrıl!” demekti.
Öyleyse birilerini uyaracağız,
ama onlar gibi yaşamayacağız. Meselâ, “kardeşim, evindeki televizyonu kaldır,
yapma etme! Bak ço-cuklarının eğitimini sakın ona bırakma!” diyeceğiz.
İçlerinden
birisi, “tesbih etmeli değil miydiniz? Keşke tesbih et-seydiniz!” dedi. Hemen
akılları başlarına geldi ve şöyle dediler:
29. “Rabbimizi tenzih ederiz; doğrusu
biz yazık etmiştik” dediler.”
Ne diyor
âyet? âyet sûrenin geldiği dönem toplumuna diyor ki: “Kureyş! Aklınız başınıza
gelsin! Şimdi de şu andaki muhataplarına ey sizler, ey bizler, aklınız başınıza
gelsin! Türkiye müslümanları aklınız başınıza gelsin! Haftada bir gün Kur’an
öğrenmeye çalışanlar! Ak-lınız başınıza gelsin! Dünya insanları, aklınız
başınıza gelsin!” Âyet bunu diyor bize.
Bakın ondan
sonra: “Ya Rabbi seni tesbih ederiz, biz zalimlerden olduk. Biz yapmamamız
gereken şeyi yaparak, olmamamız gereken yerde bulunarak, kendimizi sana kulluk
ortamından çıkararak, hayat programımız konusunda seni diskalifiye ederek,
hayatımız konusunda kendimizi etkin ve yetkin zannederek, senin arzularını gör-mezden
gelerek kendi kendimize zulmedenlerden olduk” dediler ve hemen yaptıklarından
pişman oldular.
İyi ki ölmeden önce pişman oldular,
iş işten geçmeden akılları başlarına geldi. Kendi zalimliklerini, düşüncesiz
yeminlerini, istisnayı terk etmelerini, inşallah demeyi unutmalarını, fakir-fukarayı
diskalifiye etmelerini anladılar, bu zulmü itiraf ettiler, bununla da kalmayıp,
feryat etmediler, isyana kalkmadılar, kendilerini dağıtmadılar, kendilerini yerden
yere vurmadılar, kahrolmadılar, helak olmadılar da hemen:
30. “Birbirlerini yermeye başladılar.”
Birbirlerini
yermeye başladılar, levmleştiler, kınadılar birbirlerini. Ama aralarındaki bu
levmleşme şöyle değildi: “Hep senden oldu? Hep sen yaptın! Yok senden oldu! Vay
sen şöyle demiştin! Ben böyle demiştim! Bütün suç senindi, benimdi!” Öyle değil.
Ya nasıl? “Sen şöyle dedin, ben keşke onu dinlemeseydim. Bak ben şöyle dedim,
si-zi kandırmışım ve keşke yapmasaydım!” Herkes birbirini kötüledi ama kendi
kendini kötüledi, kendi kendini yargıladı sorguladı ve pişmanlık ortaya
koydular. “Yazık etmişiz kendi kendimize” dediler. Nihayet karar verip şöyle
dediler:
31. “Sonra şöyle dediler: “Yazıklar
olsun bize; doğrusu azgınlık edenlerdik.”
“Eyvah
bize! Vah bize! Yazıklar bize! Meğer biz tâğutluk etmişiz! Meğer biz hayat
programımızı kendimiz çizmeye kalkmışız! Biz hayata kendimizin etkin olduğunu
zannetmişiz! Ne yapacağımızı kendimiz belirlemeye kalkmışız! Hayatımızı Allah’a
sormamışız! Allah’ı diskalifiye ederek, Allah’ın âyetlerini görmezden gelerek
ne yapacağımız konusunda, nasıl hareket edeceğimiz konusunda kendimiz karar
vermeye kalkışmışız! Malımızı, bahçemizi kendimizin zannederek onunla
ilişkimizi kendi kendimize belirlemeye kalkışmışız! Vallahi korkunç! Hayatın
programını biz kendimiz belirlemeye kalkmışız ve bu yüzden de tâğutluk
yapmışız!” diyorlar.
Ya biz?
Bizim hayat programımızı kim belirliyor? Allah için bir düşünelim. Bu âyetler
istikâmetinde bizler kendimizi gözden geçirmek zorundayız. Acaba biz de kendi
bilgilerimizi, kendi anlayışlarımızı, kendi hevâ ve heveslerimizi Allah’ın
kitabının ve Resûlü’nün sünnetinin önüne mi geçiriyoruz? Acaba biz de hayatta
kendimizi etkin mi zannediyoruz? Acaba biz tâğut muyuz, tâğutluk mu yapıyoruz?
Acaba Allah’a ve Allah’ın kitabına sormadan biz de kendi kendimize hayat
programı yapmaya mı çalışıyoruz? Ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, nasıl
giyineceğimizi, çocuklarımızı nasıl ve nerede eğiteceğimizi, nerelerden kazanıp
nerelerde harcayacağımızı, hangi meslekleri seçeceğimizi, hangi okullarda
okuyacağımızı kendi kendimize belirlemeye mi kalkışıyoruz?
Yani bizim hayat programlarımızı
kim belirliyor? Çocuklarımızın mektebine, evimize, malımıza, dükkanımıza, tezgahımıza,
gündüzümüze, gecemize ilişkin programlarımızı kim yapıyor? Tüm bu programlarımızı
Allah mı belirliyor? Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına kendimiz
yahut da Zerdüşt karışıyor?
Eğer nefislerimiz, arzularımız,
heveslerimiz buyuruyor biz yapıyorsak, ya da Zerdüşt buyuruyor biz yapıyorsak,
nefislerimizin ve Zerdüştlerin boş bırakıp gaflet ettikleri bölümü de Allah’ın
diniyle dolduruyorsak, o zaman bilelim ki burada anlatılan biziz.
Adamlar
durumu anlayınca Allah’a döndüler, Allah’a yalvarıyorlar. Bakın diyorlar ki:
32. “Belki Rabbimiz bize bundan daha
iyisini verir; doğrusu artık, Rabbimizden dilemekteyiz.”
“Allah’a döneriz,
Rabbimize yalvarırız, elbette Rabbimiz bize ondan daha hayırlısını verir, o
halde biz ancak Rabbimize rağbet ederiz,” diyorlar. “Bizim bütün rağbetimiz,
tüm yönelişimiz, arzımız, duamız, ibadetimiz, kulluğumuz sadece Allah’adır” dediler.
“Biz O’na dua edip halimizi arzediyoruz, elbette Rabbimiz bu bizden aldığı
bahçenin yerine ondan çok daha iyisini, güzelini bize verecektir” diyorlar.
Öyleyse biz de O’na rağbet
edelim, biz de O’na yönelelim, biz de O’na yalvarıp yakaralım. O bize, bizden
aldığının daha hayırlısını verir, unutmayalım.
Allah
rahmet eylesin, ecdat burada şöyle bir soru ortaya atmış: Acaba bu
pişmanlıklarından sonra Allah onlara böyle güzel bir bahçe daha vermiş mi,
vermemiş mi? Tuhaf. Ama insanoğlu merak sahibidir. Merak eder her şeyi. Halbuki
âyeti şöyle anlasak buna gerek kalmayacak: O bahçeden daha hayırlısını verdi
Allah onlara. Peki hayır neydi? Hayırlı neydi? Kişinin cennete gidiş imkânı
değil mi? Yani bir kişiyi cennete götürücü olarak kendisine verilen şey hayırdır,
hayırlıdır. O halde böyle büyük ve görkemli bir bahçenin bizim hakkımızda
hayırlı olduğunu ne bildik? Belki küçücük bir bahçe, ya da hiç bahçesizlik
bizim hakkımızda hayırlıdır, bunu bilemeyiz ki! Allah onlara ondan daha büyüğünü
verdi denmiyor da, ondan daha hayırlısını verdi denince, küçük verir, büyük
verir, az verir, çok verir, güzel verir, kötü verir, yani onlar artık neyle
imtihan edilirlerse edilsinler, onlar için hayırlı olacak. Artık Allah
hayırlısını verecektir onlara.
Bizim için
de şu anda öyle değil mi? Meselâ kan içerek, irin yutarak, borç altına, dert
altına girerek bir villa yaptırıyorsunuz, daha içine bile oturup hevesinizi
almadan bir deprem, bir zelzele, bir yangın gelip götürüveriyor. Sonra dönüyorsun
Allah’a, “ya Rabbi bundan da-ha hayırlısını ver” diyorsun! Hangisinin daha
hayırlı olduğunu bilemez-sin ki! Belki kira evin, belki çadır evin, belki bir
köydeki evin, belki bir ahır yanındaki odan senin için daha hayırlı olacaktır.
Eğer gerçekten Allah’tan daha hayırlısını istiyorsan.
33. “İşte azab böyledir; ama ahiret
azabı daha büyüktür; keşke bilseler!”
Bu bölümün
sonunu anlatıyor Rabbimiz. İşte dünyanın azabı böyle. Böylece dünyadaki bir
cennete, bir bahçeye ilişkin imtihan konusu burada bitiyor.
Allah diyor
ki, “işte dünyadaki azap böyledir. Size dünyada tat-tırılan bir azap örneği
sundum. Ama bir de ahiret azabı var ki o çok daha büyüktür.”
Peki bu adamlar tevbe etti,
hatalarını anlayıp vah tuh dediler, Allah’a döndüler, o zaman acaba niye bir de
ahiret azabı var öyleyse? Anlıyoruz ki bu ahiret azabı, bu bahçe sahiplerine
ait bir azab değil. Bizim aklımızı başımıza getiren bir azap bu!
Sanki Rabbimiz bizlere dikkat
edin diyor. Dikkat edin, akıllarınızı başlarınıza alın, bakın dünyadaki azab böyle.
Dünyadaki basit bir azap karşısında bile böyle eliniz, ayağınız kuruyor, bir
şey yapamıyor, kahroluyor, mahvoluyor, karşı gelemiyor, reddedemiyor, engel
olamı-yorsunuz. Allah ne istiyorsa dünyada yapıyor da, ya ahiret azabı? Bir de
onu düşünün. O çok daha çetindir. Ne yapacaksınız?
Bir bilseniz, bir anlasanız diyor
Allah.
Bir cennet
ashabından, bir bahçe ashabından bahsedildi. Ama bu cennet, dünyada bir cennet.
Demek ki kullukta yapacağımız küçük bir falsoyla bile, bir inşallah dememekle,
ya da malımız konusunda kendimizi söz sahibi bilerek, onda fakir-fukaranın
hakkını görmezden gelerek dünyadaki cenneti kaybedeceğimize göre, unutmayalım
ki yan çizmek, Allah’a kullukta bir falso vermek, öteki cennetimizi de bi-ze
kaybettirebilir. İşte burada bizlere bunu anlatarak Rabbimiz bizleri uyarıyor.
Dikkat edin! Dünyadaki cennetleriniz konusunda Allah’a kü-çük bir yan çizmeniz,
meselâ bir istisnada bulunmamanız, inşallah dememeniz sonucunda cennet
ellerinizden alınıverir.
Veya daha
öteye gidiyoruz. Adem (a.s.) cennette idi. Lütuf o-larak konulmuştu oraya,
hiçbir gailesi, derdi, sıkıntısı yoktu orada. Ama şeytanın vesvesesine azıcık
şöyle bir kulak kabartıverince, şeytan onu yanılttı, şaşırttı da, cennetten
çıkmalarına, cenneti kaybetmelerine sebep oldu ya, işte sanki böyle bir
öğütleme var sûrenin bu bö-lümünde.
Bundan
sonra da insanların yanılgı noktalarını, hataya düşme noktalarını anlatmaya
başlayacak Cenâb-ı Hakk. “Dikkat edin!” diyecek sanki, bizi bizimle yüzleştirecek,
bizi bizimle, hayat programlarımızla, yaptıklarımızla ve yapmadıklarımızla
yargılayacak. Bakalım ne-ler gelecek bize?
“İşte öyle
bir azab. Biz azab ettik mi, karşı gelinmez bir azab ederiz. Ama ahiret azabı
çok daha büyüktür, ah bir bilseniz!” buyurduktan sonra bakın hemen müjdeli bir
haber geliyor:
34. “Allah’a karşı gelmekten
sakınanlara; Rabbleri katında nimet cennetleri vardır.”
Takvalılara,
yolunu Allah’la bulanlara, Allah dediği için yapan, Allah dediği için
yapmayanlara, hayatlarını Allah için yaşayanlara, Allah’ın belirlediği biçimde
yaşayanlara Allah katında bir mükafat vardır, o da Naim cennetleridir. Nasıl
bir şeydir bu Naîm cennetleri? Bunu bilmiyoruz. "Nimetler dolusu
bahçe" gibi Türkçe’ye çeviriyoruz, a-ma elbette değişik bir mânâsı olmalı.
Naîm cenneti, Adn cenneti,
Firdevs cenneti Kur’an’da anlatılan cennetlerdir, şeklini, biçimini, tadını,
kokusunu bilmiyoruz elbette.
Ama:
Allah
katında bir mükafattan söz ediliyor. Takvalılar göz bebeği olacak, takvalılar
el üstünde tutulacak, takvalılara mercedesler verilecek, villalar, saraylar ya
da aferinler takdim edilecek denilmiyor. Yani insanlardan, toplumdan bir
mükafat değil, Allah katında bir mükafat. Yani biz Allah için hareket ediyorsak
karşılığını Allah’tan bekleyelim şeklinde bir işaret görüyoruz. Sonra soruyor Allah:
35. “Kendilerini Allah'a vermiş
olanları hiç suçlular gibi tutar mıyız?”
Yani biz
müslümanları, mücrimler gibi mi kabul edeceğiz? Müslümanları mücrimlerle bir mi
tutacağız? Denk mi tutacağız bu iki-sini? Öyle mi yapacağız? Bir soru soruyor
Rabbimiz ama sorunun tipi kabul ettirme ve kötüleme biçiminde. Yani mümkün mü?
Deli misiniz siz? Aklınız ermez mi sizin? Ne bekliyordunuz? Müslim olanla
mücrim olanı bir mi tutacaktık? Öyle mi hesap ediyorsunuz? Öyle mi umuyorsunuz?
Şimdi ta baştan alıyoruz soruyu. Yani peygamberle birlik olanla, ona mecnun
diyeni bir mi tutacağız? Onu kullukta örnek alıp, onu kulluk modeli kabul edip onun yolunda gitmeye çalışanla, peygamberi
diskalifiye ederek, kendi kendine yol bulmaya çalışanı denk mi tutacağız? Hayat
programı konusunda Allah’a müracaat edenle, tüm hayat problemlerini Allah’ın
kitabına müracaat edenle, Allah’ı da, Allah’ın Kitabını da terk ederek nefsine
şeytanına, hevâsına, toplumuna, tâğutuna uymaya çalışanı biz bir mi kabul edeceğiz?
Kimdir
müslim? Kimdir mücrim? Müslim, teslim olandır, teslim edendir. Müslim,
kabullenendir. İradesini Allah’a teslim eden, oylamasını Allah’tan yana
kullanandır. İradesini Allah’a teslim edendir veya Allah’ın seçimini kendisi için
seçim kabul edendir ya, işte böyle olan kimse ile mücrimi bir mi tutacağız?
Mücrim de cürüm sahibi, suçlu o-lan, başkaldıran, reddeden, itiraz eden, kabule
yanaşmayan kişi demektir. İşte böyle bir mücrimle bir müslümanı bir mi
tutacağız? Bu iki-si bir mi olacaktır? Aklınız başınıza gelsin diye soruyor. Sorular,
sorgulamalar devam edecek:
36. “Ne oluyorsunuz? Ne biçim
hükmediyorsunuz?”
Allah, akıllarımızı
başlarımıza çağıralım diye sormaya devam ediyor. Değilse suçumuzu ispat için
değil, Allah zaten ispata muhtaç olmadan bilir bildiğini.
Söyleyin
bakalım! Ne oluyor size? Neyiniz var sizin, neden böylesiniz?
Nasıl hükmediyorsunuz? Yani bu
hüküm konusunda tavrınız ne böyle? Tâğutlar koyuyorsunuz hayatınıza, onlara
müracaat ediyorsunuz, şeytana müracaat ediyorsunuz. Hayatınızda Allah’a biraz
karışma alanı, başkalarına biraz karışma alanı belirliyorsunuz. Hayatınızın
bazı bölümlerinde Allah’ı bazı bölümlerinde de başkalarını din-liyorsunuz.
Bazen Allah’a, bazen de başkalarına kulluk ediyorsunuz. Bazen Allah’ın
yasalarını, bazen de başkalarının yasalarını uyguluyor-sunuz. Peygamberi
hayattan diskalifiye için elinizden geleni yapıyorsunuz. Bak biz toplumsal bir
örnek verdik, bir bahçe örneği verdik. Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz?
diyerek başta işin hükmünü anlatıyor, işi hükme bağlıyor Allah.
Hani
hâkimiyet kayıtsız şartsız Allah’ındır, deniyordu ya, işte burada Rabbimiz onu
anlatıyor. İşe sanki oradan başlıyor Rabbimiz. Aslında bir zamanlar bu cümleyi
duvarlara yazdık, bazı yerlere kazımaya çalıştık. Ama bizim kullandığımız
şekliyle bu cümle yanlıştır.
“Hâkimiyet kayıtsız
şartsız Allah’ındır!” diyorlar. Bu şekliyle çok yanlış bu. Tersi doğrudur bunun.
Nasıl? “Kayıtsız şartsız hakimiyet Al-lah’ındır.” Bu doğru işte. Hâkimiyet
kayıtsız şartsız Allah’ındır demek yanlış, kayıtsız şartsız hâkimiyet
Allah’ındır demek doğrudur.
Yani iki türlü
hâkimiyet vardır: Bir kayıtlı şartlı hâkimiyet, bir de kayıtsız şartsız
hâkimiyet. Hâkimiyetin kayıtlı şartlı olanı bize aittir, a-ma kayıtsız şartsız
olanı Allah’a aittir. Bizim hâkimiyetimiz kayıtlı şartlı hâkimiyettir. Meselâ
babanın evlat üzerindeki hâkimiyeti, kocanın ka-dın üzerindeki hâkimiyeti veya
reisin tebaası üzerindeki hâkimiyeti ka-yıtlı şartlı hâkimiyettir. Neyle
kayıtlı? Allah ve Resûlü ile kayıtlıdır. Kitap ve sünnete ters düşmemekle kayıtlıdır.
Kitap ve sünnete ters düştükleri takdirde hiç kimseye itaat edilmez.
Ama kayıtsız
şartsız hâkimiyet o sadece Allah’ındır. Allah’ın hâkimiyetinin hiçbir kaydı
şartı yoktur. Allah ve Resûlü’ne mutlak itaat edilecektir. Öyleyse hâkimiyet
kayıtsız şartsız Allah’ındır cümlesi yanlıştır. O zaman Allah’ın başkalarına da
hâkimiyet verdiği reddedilmiş olacaktır. Halbuki Rabbimiz biraz biraz insanlara
da vermiştir o hâkimiyetinden. Az evvel saydığım kişilere de hüküm yetkisi, hâkimiyet
yetkisi vermiştir Rabbimiz. Meselâ bakın Allah bizzat Kur’an’da bu hu-susu
şöyle anlatır:
(Nisâ
58)
Yani
insanlar arasında hükmettiğinizde, hükmünüzü, hâkimiyetinizi gündeme getirdiğinizde
adâletle hükmedin, adaletten ayrılmayın. Demek ki bize de biraz biraz hâkimiyetinden
vermiştir Rabbimiz. Kur’an-ı Kerîm’de itaat mekanizmalarının anlatıldığı
bölümlerde Rab-bimiz diyor ki, “size bir şeyler emreden emir sahiplerini de
dinleyin.” Yani idarecin, baban, kocan, arkadaşın, eşin, dostun sana bir şeyler
emrediyorsa önce Allah’ı dinle. Mutlak kayıtsız şartsız olarak Rabbini dinle.
Rabbin ne diyorsa mutlak doğru olduğuna inanarak O’nu dinle. Rabbini dinlerken,
“ama ya Rabbi!” diye O’na akıl vermeye kalkışma. “İyi ama ya Rabbi benim şöyle
bir konumum, benim şöyle bir durumum vardı, onu da düşündün mü?” diyerek O’na
yol göstermeye kalkışma. Allah ne diyorsa mutlak dinle.
Sonra peygamberi de
kesin dinle. “İyi ama ya Rasulallah şunu, şunu da düşündün mü?” filan diyerek
peygamberi de şartlandırmaya, ona da nasihat etmeye kalkışma. Onu da kayıtsız
şartsız dinle.
Üçüncü bir grup da senden
bir şeyler isteyecek. Yarın şuraya gidelim, şöyle giyinelim, şuradan kazanalım,
şuralarda harcayalım, şunu yapalım, bunu yapmayalım, şuralarda okuyalım,
buralarda bulunmayalım, önce şunu yapalım, önce bunu okuyalım, evimizi şöyle
tefriş edelim, çocuğumuzu şöyle eğitelim gibi sana bir şeyler emreden bir
şeyleri yasaklayanlar olacak. Bunları da dinle. Ama bakın bunları dinlemek
mutlak değildir. Burada bir kayıt var. O da bu emir sahipleri Allah ve Resûlü’ne
itaat edecek ve senden istedikleri de Allah ve Resûlü’nün istekleriyle
çatışmayacak.
İşte
kayıtsız şartsız bir hâkimiyetten söz edilecekti ya, Allah burada ona başladı.
İşte mutlak hâkimiyet sahibi olanın Rabb olması gerekecek, Hakim olanın İlah
olması, Alîm olması, Kadir olması, Ceb-bar olması, Kahhâr olması, Rahmân
olması, Hâdî olması, Rezzâk ol-ması da gerekecek. İşte böyle bir hâkimiyet
anlatılır burada.
Öyleyse
anlayın ki Allah hayata hükmedendir. İşte dert bu za-ten. Problemin odak
noktası burasıdır zaten. Bugün birileri O’nu hayata karıştırmak istemiyor. “Tamam
vardır, birdir, yücedir, âlîdir, kutsaldır ama hayatımıza karışmamalıdır!
Kılık-kıyafetimize, eğitimimize, hukukumuza, ekonomimize, sosyal ve siyasal
yapılanmamıza, kazan-mamıza-harcamamıza, düğünümüze, derneğimize, yememize-içme-mize
Allah karışmamalıdır. Bütün bu konuları biz biliriz, Allah bilmez, veya biz O’ndan
daha iyi biliriz” demeye ve hâkimiyeti Allah’tan koparıp kendi ellerine almaya,
Allah yasaları yerine kendi yasalarını hakim kılmaya çalışıyorlar. Allah da
diyor ki:
“Ne oluyor? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bu hâkimiyet
anlayışlarınız ne böyle?” Sonra sorgulama devam ediyor:
37. “Yoksa okuduğunuz bir kitabınız mı
var?”
“Ne bu
vaziyetiniz sizin? Yoksa sizin Allah kitabından başka kitabınız var da oradan
mı okuyorsunuz? Yani sizin Allah’ın gönderdiği kitabından başka kitaplarınız
var da ondan mı tedris ediyorsunuz? Ondan mı okuyorsunuz? Yani onun eğitimini
mi yapıyorsunuz? Allah kitabının dışında kendinize kitap mı edindiniz? Size
birileri kitap mı gönderdi? Benim kitabıma rağmen kitap mı bulabildiniz
kendinize?
Veya sizlere ayrı bir kitap
verdim, Muhammed’e ayrı bir kitap verdim de ikisini mi mukayese ediyorsunuz? Yoksa
sizin Allah kitabından başka kitaplarınız var da, ona mı tutunuyorsunuz? Onunla
mı amel etmeye çalışıyorsunuz? Bu yaptıklarınız konusunda yoksa Allah size
başka bir kitap gönderdi de ondan mı hükmediyorsunuz?
Yoksa bu konularda size söz veren
başka ilahlarınız mı var? Yoksa sizin yanınızda kitabımız budur diye bağrınıza
basıp kendileriyle amel etmeye çalıştığınız başka ilahların kitapları mı var?
Yoksa Al-lah’ın kitabıyla öteki ilahlarınızın kitaplarını mı karıştırıyorsunuz?
Yani sizler böyle iddia ediyorsunuz. Hâkimiyet bizdedir, bu yaptıklarımız
Allah’ın istedikleridir diyorsunuz. Allah da bizden böyle bir hayat ister
diyorsunuz. Allah da demokrasiden yanadır diyorsunuz. Allah da laikliği
öneriyor diyorsunuz. Allah da böyle bir kıyafetten razıdır diyorsu-nuz. Allah
mı dedi bunları size? Yoksa bunları diyenleri Allah mı kabul ettiniz? Yani
Allah kitabında size bunları demediği halde, size bu konularda izin vermediği
halde, sizler bütün bu konularda size ruhsat tanıyan başka ilahlar mı buldunuz?
Kendinize başka ilahlar buldunuz da yoksa Allah’ı mı şartlandırmaya
çalışıyorsunuz? Allah’a yol göstermeye, akıl vermeye mi çalışıyorsunuz?
Yani bir
kere ben size böyle bir kitap göndermedim. Ben size bu yaptıklarınız konusunda
izin vermedim. Sizden bu tür şeyler yapmanızı istemedim.” Hâşâ Allah niye
sorsun da değilse? Yani Allah böyle bir kitap göndermediğini, onlardan böyle
şeyler istemediğini bil-diği halde niye sorsun bu soruyu?
Peki ne çıkar öyleyse bundan?
Bundan çıkan şudur: Ben size böyle bir kitap göndermediğime göre sizden bu
yaptıklarınızı asla istemediğime göre, yoksa kendiniz İlah, Rabb zannıyla birilerine
gidip bu konularda kendisinden izin aldınız da onu mu ilah zannediyorsunuz? Ona
mı kulluk edip, onu mu razı etmeye çalışıyorsunuz?
Müddessir’de
Rabbimiz buyurur ki:
“Hayır; her biri önüne açılıvermiş
sahifeler verilmesini isterler.”
(Müddessir 52)
“Hayır
hayır, bunların derdi her birinin önüne açılmış sahifeleri, kitapları olsun
isterler. Hepsinin kendilerine mahsus kitapları olsun is-terler. Yani bunlar
hepsi peygamber olsun isterler. Hepsine ayrı ayrı birer kitap verilsin, hepsinin
kendilerine mahsus kitapları olsun isterler. Hepsi kendilerinin özel kitapları
olsun ve hepsi de kendi kitaplarına bakarak “Allah’ın istediği budur! Allah’ın
muradı budur! Benim kitapta böyle deniyor! Ben bunu kitabımdan böyle anladım!” demek
is-terler. “Dolayısıyla benim anlayışım doğrudur! Benim düşüncem, benim
metodum, benim dinim, benim yaşadığım hayat doğrudur! Kesin doğrudur!” diyecekler,
hiç kimseye bağımlı olmayacaklar, Allah’ın is-tediklerini istedikleri gibi
yorumlayacaklar.
Galiba
Peygamberi ve onun sünnetini diskalifiye etmeye çalışanların çabası da bu gibi
görünüyor değil mi? Yani Kur’an’ı peygamberin kitabı, peygambere gelen kitap,
peygamberin anlayıp yaşadığı, peygamberin anlayıp uyguladığı, örneklediği bir
kitap olmaktan çıkarıp kendilerince anlamak istiyorlar.
Çünkü Kur’an’ı peygamberin
kitabı, peygamberin anlayıp yorumladığı kitap olarak kabul edip peygambere bağımlı
anlamaya çalıştıkları zaman düşüncelerine, anlayışlarına peygamberî bir sınır gelecektir.
O zaman hayatlarına yasaklar gelecek, onun anlayışının dışına çıkamayacak ve
daha bir müslümanca yaşamak zorunda kalacaklar.
Ama peygamberi ve peygamberin
sünnetini, peygamberin anlayışını, peygamberin uygulamalarını diskalifiye
ederek Kur’an’ı peygambere bağımlı olmadan anlamaya çalıştılar mı, kendi
istedikleri gibi âyetleri yorumlama imkânları olacak. İşte peygamberi ve onun
sünnetini silmek isteyenlerin tek derdi budur. İstiyorlar ki “benim kitabımdan
bunu anladım. Benim kitapta bunlar var. Ben böyle anladım, beni başkası
bağlamaz” diyecekler ve keyiflerine uygun bir hayat yaşama imkânı
bulabilecekler.
Bakıyoruz
kimileri öyle Kur’an’a sarılıyorlar, öyle Kur’an’dan yana, Kur’ancı oluyorlar
ki, hatta peygamberi bile diskalifiye ediyorlar, “kitapsız olmaz” diyorlar. “Kitapta
birleşelim” diyorlar, ama hangi kitapta birleşeceğiz? O adamın kitabında tabi.
Evet Kur’an haktır, Kur’an'a aykırı hiçbir hadisi kabul etmeyelim. Tamam, ama
hangi Kur’an’a aykırı olan hadisi reddedeceğiz? Adamın kendi Kur’an’ına aykırı
olanı reddedeceğiz. Yani o hadis benim Kur’an’ıma uygun da, Zemahşerî’-nin
Kur’an’ına, Buhâri’nin, Müslim’in, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Şafiî’nin
Kur’an’ına uygun da, adamın Kur’an’ına ters olunca onu reddediyorlar.
Peki herkesin ayrı
Kur’an’ı mı var? Kur’an herkese bir şeyler yansıtıyor, adam Kur’an’dan neler
aldıysa, ne kadarına muttali olduysa bunu Kur’an’ın tümü kabul ediyor, veya
kendisine yansıyanı Kur’an zannediyor. Kur’an’ın tümü kabul ediyor bunu ve
hadisi onunla yargılayarak reddediyor.
Meselâ benim
bir dinim var, adına İslam diyorum. Bunun bir dini var adına İslam diyor, onun
bir dini, herkesin bir dini var. Ama bir de Allah ve Resulü’nün ortaya koyduğu
bir din var. Gerçek din, hak din odur. Bizim dinimiz o dine ne kadar uygunsa
biz o kadar müslü-manız. O dini bizimkine uydurma çabamız boştur öyleyse.
Yani Allah da bunu ister! Hayır.
Zaten Kur’an onu yasaklıyor.
“Onlar bir fenalık yaptıkları zaman, “Babalarımızı
bu yolda bulduk, Allah da bize bunu emretti” derler. De ki: “Allah fenalığı emretmez.
Bilmediğiniz bir şeyi Allah'a karşı mı söylüyorsunuz?”
(A’râf 28)
Yaptıkları
her şeyin sonucunda zaten Allah da böyle istiyor di-yordu ya müşrikler, Allah
da diyor ki: “Hayır, yalan söylüyorsunuz Allah asla fahşayı, kötülüğü emretmez!
Nerden çıkardınız bunu!”
Öyleyse
herkes Kur’an’dan kendi anladığını, kendi kavrayabildiği kadarını Kur’an’ın
aslı, Kur’an’ın tümü zannedip hadisi onunla yar-gılayarak reddetmeye kalkışmasın.
Değil
Kur’an, insanların sözleri için bile bu böyledir. Örneğin bir şairin yazdığı
şiir var. Adamın şiirini on kişi yorumluyor, o kendine yo-rumluyor, öbürü
kendine göre, beriki kendine göre yorumluyor ve hep-si de iddia ediyor ki, bu
şiirinde şair bunu demek istemiştir! Üstelik te hepsinin yorumu farklı, ama
hepsi de iddia ediyor ki şair burada şunu demek istemiştir. Halbuki şairin
farklı bir demek istediği vardır elbette. Belki onlardan, o yorumlardan birine
uygundur, belki onlardan birine uygunluğu yüzde şu kadardır da, şairin demek
istediği daha farklıdır.
38. “Seçtikleriniz herhalde orada olacaktır.”
Yani
canınızın istediği her şey var mı onda? Yani ne tür bir ki-tabınız var ki,
sizin istediğiniz her şeye cevaz bulabiliyorsunuz onda? Neler seçeceksiniz? Ne
canınız istiyorsa, seçiminize uygun her şey var mı onda? Diler öyle yapın,
dilerseniz böyle yapın mı var onda? Si-zin kitabınız böyle bir imkân mı veriyor
size? Yani ne istediyseniz, ca-nınız, keyfiniz neyi çektiyse onu içinde
bulacağınız kitaplar mı tedris ediyorsunuz? Öyle kitaplarınız var mı var?
Yani sizin bu
kitabınız size her konuda ruhsat verme özelliğine sahip bir kitap mı?
Canlarınızın çektiği, nefislerinizin hoşlandığı her şeyi size serbest bırakan
bir kitabınız mı var sizin? Dilediğiniz mesleği seçin, istediğiniz okulda okuyun,
istediğiniz gibi giyinin, soyunun, keyfinize göre hareket edin, istediğiniz
gibi, istediğiniz şeylerden yiyin-için, hatta siz sevdikten sonra yılan, çıyan,
akrep, içki, faiz, şarap fark etmez diyen kitabınız mı var sizin? Dilediğiniz
gibi hukuk yapın, istedi-ğiniz gibi miras uygulayın, hangi yazıyı, hangi
alfabeyi beğenirseniz o-nu kullanın, nasıl bir ekonomik sistem hoşunuza giderse
onu uygulayın, istediğiniz yerden kazanıp dilediğiniz yerlerde harcayın, ister
balerin olun, ister artist olun, ister Budist olun fark etmez diyen bir kitabınız,
ya da kitaplarınız mı var?
Evleriniz,
arabalarınız keyfinize nasıl uygunsa öyle olsun, dilediğiniz yerlerden
dilediğiniz şekilde kazanın, çalın, çırpın, istediğiniz yerlerde harcayın,
nasıl bilirseniz, nasıl isterseniz öyle yaşayın, sizler her konuda serbestsiniz
diyen kitaplarınız mı var sizin? diyor Rabbi-miz. Yani Allah korusun da bugünkü müslümanların
kitabı tam Yahudilerin ellerindeki Tevrat’larıyla özdeş hale gelmiş.
Öyle değil mi?
Adamlar ne isterlerse buluyorlardı kitaplarında. Canları neyi çekiyorsa kitaplarında
ona cevaz buluyorlardı Yahudiler. Ne isterlerse Tevrat’ta buluyorlardı. Yoksa
bile yazıveriyorlardı kitaplarına. Yani Kur’an’ın ifadesiyle söylersek:
“Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar...”
(N
Tahrif
ediyorlardı, hafriyat yapıyorlar, altını üstüne getiriyorlardı. Yani Allah o
kelimeleri ne için va’z etmişse onları va’z olundukları mânânın dışına çıkarıyor,
Allah’ın muradını değiştiriyor, farklı mânâlar yüklüyorlardı. Ya da âyetleri
mevzilerinden, yerlerinden koparıp farklı farklı yerlerde, değişik değişik
kalıplara döküp, değişik değişik anlamlar kazandırıyorlardı. Âyetleri Kur’an
bütünlüğünden, sûre bütünlüğünden koparıp cımbızla çekercesine başka yerlerde
başka kalıplara dökerseniz, elbette onlara Allah’ın yüklemediği mânâları
yüklemeniz mümkün olacaktır. O zaman canınız ne istiyorsa, keyfiniz neyi çekiyorsa
onu aynen bulabileceksiniz o kitapta.
Maalesef
Yahudi’nin yaptığı bu kitabı tahrif işini müslümanlar da çok yapmışlar.
Âyetleri yerlerinden söküp başka başka yerlerde, başka başka kalıplara dökerek,
başka başka anlamlar yükleme işini çok yapmışlar.
Meselâ
bakın Kur’an’da şehid diye bir kavram vardır. Şehid, yaşadığı müslümanca bir
hayatla Allah’ın varlığına şahitlik eden kişiydi. Şehid, Allah adına hayatını
fedâ edecek kadar Allah’ın varlığına şahit olan kişiydi. Şehid, îlâ-i kelimetullah
uğrunda ölümü, şehadeti, oğul balı gibi yudumlayan insan veya insanların, başkalarının
dirilişi için kendini feda eden insandı. Ama müslümanlar bu kavramı mevzisinden
kopardılar, va’z olunduğu yerden çıkardılar, farklı yerlerde farklı kalıplara
döktüler ve karşımıza çok farklı şehit anlayışları çıkıverdi: Devrim şehidi,
demokrasi şehidi, vatan şehidi vs. vs…
Kur’an’da
velî diye bir kavram var. Velî, müslümanlar adına onlara danışmadan tek taraflı
karar verme makamında olan kişi demektir. Vali de, vilâyet de buradan gelir. O
da müslümanlar adına ka-ar verme makamı veya o makamda oturan kişi demektir.
Allah diyor ki, “kâfirlerin müslümanlar üzerinde velâyet hakkı yoktur.” Yani
müslü-an olmayanlar velîlik, velâyet makamına oturtulmamalıdır. Müslüman
olmayanlar müslümanlara danışmadan onlar adına karar verme makamına
getirilmemelidir.
Galiba müslümanların gözünde bu
mânâyı kamufle ederek valilik ve vilayet makamına birilerini oturtmak için mi
bilmiyorum, bu kavramı Kur’an bütünlüğünden cımbızla söküp çıkardılar, farklı
kitaplarda farklı kalıplara döktüler ve karşımıza farklı bir velî anlayışını
çıkardılar. “Efendim velî işte gökte alan, yerde yiyen, gaybı bilen, kalpten
geçenlere muttali olan, denizde yürüyen bir insandır!”
Kur’an’daki
zikir kavramı değiştirilmiş, takva kavramı değiştiril-miş, kıraat, ihsan, dua,
lanet, iman, kabul ve red kavramları, cennet ve cehennem kavramları, hatta namaz
kavramı bile değiştirilmiş. Bu kavramlara Allah’ın yüklediği anlamlar unutulmuş
ve farklı farklı anlamlar verilmiş. Yahudi’nin yaptığı gibi, müslümanlar da
artık bugün bu kavramları Allah’ın istediği gibi değil, kendilerinin arzu
ettikleri gibi anlıyorlar.
Yani Allah ondan o âyetten ne
kastederse etsin, o kendi kastını, kendi anlayışını o kelâma yüklemeye çalışarak
aynen Yahudi’nin yaptığını yapmaktadır. Bugünün insanlarından kim bu konuya
örnekse onların hepsi buna girmektedir. Aklediyor mânâyı, anlıyor ama dü-zenini
bozmasın diye döndürüp dolaştırıp âyeti farklı mânâya çekebileceği bir yol
arıyor.
Meselâ adamlar âyetleri okuyorlar:
“Efendim işte burada tarikat anlatılıyor, burada parti, burada bilimsel çalışma,
burada örgütsel anlatım, burada zengin olmak, burada doktor olmak anlatılıyor.
Ya da işte burada bizim şeyhimiz, burada bizim kavmimiz, bizim ırkımız, bi-zim
haberimiz, bizim liderimiz anlatılıyor. Burada bunlar anlatılıyor. Kı-saca bu
âyetler beni, bizi anlatıyor ama kesinlikle hak olduğumuzu, yanılmadığımızı
anlatıyor” diye kendi düzenlerine uyguluyorlar. Allah böyle yapanlara soruyor:
Yani
sizin başka kitaplarınız var da onlardan başka şeyler mi okuyorsunuz? Her
istediğinizi buluyor musunuz? Ne isterseniz var mı orada?
39. “Yoksa aleyhimizde, kıyamet gününe
kadar süre gidecek ahidleriniz mi var ki, kendinize hükmettikleriniz sizin olacaktır?”
Yoksa
sizin Allah’la kıyamete dek sürecek anlaşmalarınız mı var? Allah böyle bir söz
mü verdi size? Allah’la ahidleriniz mi var? Ya-ni ne isterseniz, dilediğiniz
gibi hükmedersiniz diye Allah mı söz verdi size? Nasıl bilirseniz, keyfinize
nasıl gelirse öylece yaşarsınız diye Al-lah mı izin verdi size? Sizlerden
hiçbir sorumluluk istemiyorum, sizden hiçbir kulluk istemiyorum, sizin
hayatınıza hiçbir konuda yasak koy-muyorum, ne namaz, ne oruç, ne zekat, ne
cihad, ne ilim istiyorum mu dedi Allah size? Dilediğiniz gibi yaşayın,
dilediğiniz gibi giyinip so-yunun, dilediğiniz gibi hukuk yapın, nasıl
bilirseniz öylece yaşayın mı dedi Allah size? Bunları size Allah mı dedi? Yoksa
bütün bu konularda size söz verenler Allah’ınız mı?
Yani siz bir kere
böyle iddia ediyorsunuz, istediğiniz gibi hükmediyor, istediğiniz gibi karar
veriyor, dilediğiniz her şeyi yapıyor, sonra da utanmadan Allah’ımız böyle
istiyor diyorsunuz. Allah sizlere böyle izin vermediğine göre yoksa siz kendinize
başka Allah mı bulunuz? Başka ilah mı buldunuz? Yoksa sizler kendinize başka
ilahlar buldunuz da, Allah’ı mı şartlandırıyorsunuz? Allah’a yol mu gösteriyorsunuz?
Allah’a akıl vermeye mi kalkışıyorsunuz? “Efendim aslında Allah’ın böyle demesi
gerekiyordu, Allah’ın bizden bunları istemesi, bunlardan razı olması gerekiyordu”
deniliyor.
Bir
kere mümkün değil, ben sizinle böyle anlaşma yapmadım! Hâşâ Allah niye sorsun ki?
Allah bilmez mi böyle bir anlaşma olup ol-madığını? Yani ne çıkar öyleyse
bundan? Rabbimiz buyuruyor ki burada, benimle böyle bir anlaşmanız olmadığına
göre yoksa sizler kendiniz Allah, İlah, Rabb zannıyla birilerine gidip böyle
bir anlaşma yaptınız da, onu mu Allah zannediyorsunuz? Ondan dolayı mı istediğiniz
gibi hükmediyorsunuz? buyuruyor.
Meselâ
hangi konular, şöyle bir hayatımıza dönelim. Yeme-iç-me konularımız, giyim-kuşam
konularımız, eğitim konularımız, dükkanlarımız, işlerimiz, mesleklerimiz, okulumuz,
hukukumuz, mirasımız vs. vs…
Yani bütün bunları
biz hangi kitaptan okuyoruz? Allah’ın kitabında yok böyle bir şey! Nereden
çıkarıyoruz bütün bunları? Kimden izin alarak böyle yapıyoruz? Kimin ruhsatına
dayanarak böyle bir hayat yaşıyoruz? Allah bize ayrı kitaplar mı gönderdi
yoksa? Allah’ın gönderdiği kitabının dışında okuduğumuz, bilgilendiğimiz başka
kitaplarımız mı var yoksa? Örf kitapları, âdet kitapları, moda, toplum, çevre,
aile, arkadaş kitapları mı gönderdi yoksa Allah bize böyle yazısız çizisiz?
Yani nereden okuyup hükmediyoruz?
Perde böyle olmalı,
çorba önde olmalı, nişan şöyle olmalı, düğün şöyle olmalı, ekonomik hayat böyle
olacak, hukuk şöyle olacak, siyasal hayat böyle olacak, kazanma-harcama böyle
olacak, meslek seçimi böyle olacak, kılık-kıyafet şöyle olacak, evin tefrişi
şöyle olacak, çocuğun terbiyesi böyle olacak… Nerden okuyoruz bunları? Han-gi kitaptan
okuyoruz? Nasıl okuyoruz bunları bir düşünelim.
Allah’ın
sorgulaması devam ediyor bakın:
40. “Ey Muhammed! Sor onlara: “Bunu kim
üze-rine alır?”
Evet
Peygamberim sor onlara! Bu düşüncede olanlara, hayatı böyle, böyle kabul edenlere
ya da hayatlarında Allah’ın kitabını yok farz ederek yaşayanlara veya hayatlarında
başka kitap var kabul edenlere, ya da Allah’ı aldatabileceğine, Allah’ı
şartlandırabileceğine inananlara, sor bakalım: Hangisi buna zaîmdir? Kim zaîmmiş
buna? Zaîm kelimesinin dört mânâsı vardır:
1-
Zaîm, kefil demektir. Öyleyse sor onlara bakalım peygamberim, böyle düşünen
böyle inanan insanların kefilleri kimdir bu konuda? Kime güvenip dayanıyor bu
adamlar?
2-
Zaîm, Resul demektir. Bu inançta olanların bu konudaki el-çileri, peygamberleri
kimmiş sor bakalım peygamberim? Hangi peygamberin örnekliliğinden almışlar yaşadıkları
bu hayatı?
3-
Zaîm, veli demektir. Yani kimi veli kabul ediyor bu adamlar? Yaşadıkları bu
hayatı kimin yasalarına dayandırıyorlar? Onlar adına kim böyle bir karar almış
da bunları yapıyorlar?
4-
Zaîm, örnek demektir. Sor onlara bakalım peygamberim, ki-mi örnek alıyorlar?
Kim dedi onlara bu yaptıklarını? Yani yaparken ke-filleri, örnekleri kim
onların? Kim dedi onlara da böyle düşünüyor, böyle inanıyor ve böyle bir hayat
yaşıyorlar? Hangisiymiş zaîm? Hangisiymiş peygamber? Eğer onlardan biriyse peygamber,
içlerinden bi-risiyse o zaman kitabı neyse göstersin bakalım? Veya o
kitabın benden geldiğini ispat etsin bakalım!
Rabbimizin
ifadesi, her şeyi baştan çözücü bir söz, ya da her şeyi baştan bitirici bir
soru. Ama Allah sözü bitirmek, onları mat etmek, onları susturup ilzam etmek
için sormaz. İnsanların akıllarını başlarına getirmek için sorduğundan,
sormaya, sorgulamaya devam eder Rabbimiz. Kullarına olan merhametinden,
şefkatinden, onlar için hayır dilediğinden, sürekli onları cennet yolunda
tutmayı murad ettiğinden dolayı sormaya, akıllarını erdirmeye devam eder Allah.
Bakın bir soru daha, bir sorgulama daha:
41. “Yoksa onların ortakları mı vardır?
Doğru sözlü iseler ortaklarını getirsinler.”
Yoksa
bu adamların kendilerinin Allah’a ortakları, şürekaları, putları mı var? Yoksa
kendilerinin Allah berisinde tabi oldukları mabutları var da, onlardan
aldıkları izinle mi hareket ediyorlar? Mü’minler Al-lah’tan yana olacaklar,
iradelerini Allah’a teslim edecekler, Allah’ın ha-yatlarına koyduğu emirleri
icra edecekler, yasaklara riayet edecekler, berikiler ise putlarının istediği
gibi davranacaklar, keyifleri ne isterse onu yapacaklar, sonra da Allah bu ikisini
denk tutacak öyle mi? Kim söylemiş bunu? Onların putları, tâğutları mı söylüyor
bunu? Keyifleri mi böyle istiyor? Yoksa Zerdüşt mü buyuruyor bunu? Eğer böyle
birileri varsa çağırın onları!
Eğer
bu iddialarını eyleme dönüştürebilecekler ise, eğer sözlerinin erleriyseler,
haydi çağırsınlar, getirsinler bakalım o ortaklarını! Belki dünyada
şaklabanlıkla, numarayla, oyunla, dalavereyle, sihirle, demokrasi ile,
insanlara, Allah’a ortak birilerini gösterebilirsiniz. Belki mümkün gibi ama
ahiret var, Haşr ve Neşr var, azap var, ikab var. O-nu ne yapacaksınız ya?
42-43. “O
gün işin dehşetinden baldırlar açılır; gözleri dönmüş olarak yüzlerini zillet
bürür. Secdeye çağırırlar ama buna güçleri yetmez. Oysa kendileri sapasağlam
oldukları zaman secdeye çağırılmışlardı.”
“Sak”,
bacak, “keşf” de açmak demektir. Yani Allah buyuruyor ki, o gün sak keşf
olunur. “An sakın” dendiğine göre yani o gün ba-caktan açılır. Bunun
iki mânâsı vardır:
1-
“Keşf
üs Saak” paçaları sıvamanın Arapça’sıdır. Yani işe girişmede ciddiyet
ve hazırlık demektir. Hani kolları sıvadı, paçaları sı-vadı ve işe başladı denir
ya, işte bu anlamdadır. Hem işi ciddiye almak, hem de hazırlık yapmaktır. Yani
kolları sıvadı, o işi kendine iş e-dindi, yapmaya başladı demektir.
Öyleyse
Allah o gün işi ele aldı, defteri dürüleceklerin defterlerini dürmeye başladı,
pili bitirileceklerin pillerini bitirmeye başladı demektir. Sıkıntılı bir günün, dehşetli bir olayın ortaya çıkmasıdır.
Bu gün, bir savaş günü de olabilir. Zira böyle bir günde iş ciddiye alınır ve
paçalar sıvanır. Veya yine mecazî bir anlam olarak; dünyanın gitmesi, âhiretin
ortaya çıkmasıdır. O gün ameller ortaya dökülür. Kapalı olan baldırlar açıldığı
gibi sırlar da açığa çıkar. Veya kıyamet günü-nün korkunçluğundan dolayı orada
görülen sıkıntı ve darlıkların ortaya çıkmasıdır. Veya insanlara Allah’ı hatırlatan
büyük bir nurun ortaya çıkmasıdır. İnsanlar bu nuru görünce Allah’a secde
edeceklerdir. Veya insanlarla Rableri arasındaki perdenin kaldırılmasıdır. Yani
ya-ratıcı ile yaratılan arasındaki perde kaldırılacaktır.
2-
Bir de Allah-u Zü’l-Celâl’in kendi bacağını açması, sıyırması anlamına gelir.
Nedir? Nasıldır? Mahiyetini, şeklini tipini bilmiyoruz. Heyet-i umumiyesini
bilmediğimiz, sadece iman ettiğimiz bir konu. Tefsir kitapları bunu anlatır.
Buhârî’de bu konuda Rasulullah Efendimizden bir hadis var. Rasulullah Efendimiz
buyurur ki: “Allah kıyamet günü mü'minleri toplayacak, bütün insanları
toplayacak, dünyada kim neye tapınıyor idiyse, haydi onun peşinden gitsin buyuracak.”
Herkes kendi taptığının peşinden gidecek, Yahudiler Üzeyr ibnullah peşinde
cehenneme, Hristiyanlar Mesih ibnullah peşinde cehenneme, Firavun-lar Firavun
peşinde, Nemrutçular, Leninciler, Stalinciler, Maocular, La-ikler, demokratlar
hepsi tapındıkları peşinde cehenneme gidecekler. “Geriye sadece mü’minler ve
bir de dünyada mü’min olmadıkları halde iman gösterisinde bulunan münâfıklar
kalacak. Onlara: “Siz niye Rab-binizin peşinde gitmediniz?” denecek. Onlar
diyecekler ki: “Biz Rabbi-mizi bulamadık, Rabbimizi bilemedik ki peşinden
gitsek?” O zaman secde ile emredilecekler. Allah: “Ben sizin Rabbinizim! Bana
secde e-din!” buyuracak, kimileri inanmayacaklar ve Allah’tan Rabbleri olduğu
konusunda bir işaret, bir alâmet isteyecekler ve Rabbimiz tarafından da böyle
bir sâk keşfetme, bacağından bir açma söz konusu olacak deniyor.
Ama
Allah en iyisini bilir, burada anlatılan kıyamettir. Kıyametin zuhuruyla,
kıyametin ikamesiyle iş ciddiye bindiğinde, ameller ortaya döküldüğünde, sırlar
deşifre edilip açıldığında, amel defterleri ortaya dökülüp tüm sırlar
keşfedildiğinde, hesap-kitap başladığında demektir. Yani dünyada gayb olan,
dünyada sadece iman edilen tüm iman konularının, hakikatlerin ortaya çıkmaya
başlaması, cennetliklerin cenneti, cehennemliklerin de cehennemi anlamaya
başlaması, gözlerin önündeki perdelerin yavaş yavaş açılıp inananların gıyaben
inandıkları, inkar edenlerin de inkar ettikleri gaybî konuların üzerinden esrar
perdelerinin kaldırılması anlamına gelir keşfu’s saak.
Orada
secdeye dâvet olunacaklar, “secde edin!” denecek onlara ama,
Güçleri yetmeyecek
buna, secde edemeyecekler, secdeye varamayacaklar. Bir tabaka halinde, oklava
gibi, kazık gibi dimdik kalacaklar, ne yapacaklarını şaşıracaklar. Çünkü:
Onlar, o alçaklar
dünyadayken, salimken, sıhhatliyken, dünyada imkânları varken secdeye dâvet
olunuyorlardı da, secde etmi-yorlardı, şimdi ne secdesi yapacaklar ki, deniliyor.
Nereden becereceklerdi şimdi secdeyi! Çünkü dünyada secde etmiyorlardı, dünyada
Rabblerinin emirlerine boyun bükmüyor, Rabblerinin yasalarına teslim
olmuyorlardı. Dünyada bunu yapmayan orada becerebilir mi? Beceremeyecekler
secdeyi. Sap gibi dikilip kalacaklar orada. “Sâlimûn” afi-yettedirler,
bedenleri sıhhattedir demektir. Yani onlar ezan ve kamet-le dünyada sağlam oldukları
halde secdeye davet edilirler, fakat ibadet etmezlerdi. Felaha çağıran ezanı
işitiyorlar, fakat icabet etmiyor-lardı. Ezan okunarak farz namazlarını kılmaya
çağrılıyorlardı, ama müezzinin davetine icabet etmiyorlardı.
Tıpkı Allah’ın
emrine boyun büküp secdeye varan meleklere karşılık şeytanın kazık gibi dikilip
kaldığı gibi. Veya tıpkı şu anda Allah karşısında acizliğini, küçüklüğünü ve
Rabbinin büyüklüğünü ortaya koyma adına secdeye varan mü’minlerin yanı başında
secde etmeyen kâfirler gibi. O gün de bunlar secde edemeyecekler.
Sahabeler
ve selef bunu hep cemaatle namaz olarak tefsir etmişlerdir. Bakın burada bir
dâvet var. Sahâbe-i kiram efendilerimiz bu-nun, bu dâvetin ezan olduğunu anlamış.
Yani onlar dünyadayken ezanla mescide, cemaatle namaza çağrılıyorlardı da
güçleri yettiği halde, sıhhatleri olduğu halde buna icabet etmiyorlardı
şeklinde anlamışlardır. Yani bireysel, ferdî bir namaz yok çıkıyor sahâbenin
anlayışında. Namaz ancak cemaatle olur. Ferdi bir namaz ancak bir mâzeretle
caiz oluyor.
Meselâ çok
hastadır, çok soğuktur, çok yağmurludur, çok tehlike vardır ve işte ancak o
zaman mescide cemaate gitmeme mâzereti doğuyor. O zaman bireysel bir namaza
namaz denebiliyor. Aksi taktir-de savaşta bile cemaatle kılınıyor namaz.
Yani
o zaman şu bizim kıldıklarımıza ne denecek onu bilmiyo-rum. Allah korusun da şu
anda bizler ezansız namaz kılıyor, mescitsiz secde ediyoruz. Yani ezanımız yok
bizim. Ezanı yok bizim namazların. Öyle değil mi? Eğer şu okunan ezanlar
bizimse, bizi çağırıyorsa bu ezanlar, o zaman niye gitmiyoruz oraya bilmiyorum.
Niye icabet et-miyoruz bu ezanlara bilmiyorum.
Bakın
Tirmizî’de Rasulullah Efendimizden bir hadis var:
“Kim ezanın,
müezzinin nidasını duyar da ona icabet etmezse onun namazı yoktur.”
Öyleyse buradaki, ezandır
denmiş. Yani onlar daha evvel, dünyada sıhhatteyken, imkânları varken ezanla
sücuda, yani mescide, cemaatle namaza dâvet ediliyorlardı da gitmiyorlardı.
Şimdi kendi kendimize soralım: Şu anda mescide gitmiyor ve evlerimizde, dükkanlarımızda
namazın defterini dürüyoruz. Peki mâzeretimiz ne? Niye git-miyoruz mescide?
Niye icabet etmiyoruz ezanlara? Bir mazeretimiz var, bu mâzeret değil diye
söyleyeceğim onu. Şeytandan mı filan bil-mem.
Caminin adı mescittir, yani secde edilen, secdenin gerçekleştirildiği,
secdegahtır mescid. Allah’a kulluğun ya da hayat programının icra edildiği
yerdir mescid. Oradan mesaj alınacak ve uygulanacaktır. Hayatın mesajının
alındığı yerdir mescid. Hayatı düzenlemek için mesaj alınan makam. Yani vahiyle,
kitap ve sünnetle tanışma yeridir mescit. Hayatı programlama yeri. Hayata
program çizen merkezdir mescit. Şimdi bu olmadığı için, mescid bugün bu
fonksiyonu icra etmediği için gitmiyoruz güya. Hayatı düzenleme fonksiyonu kalmadığı
için, orada hayatı düzenleyecek Allah vahyi değil de başkalarının vahiyleri,
başkalarının talimatları gündeme getirildiği, Allah egemenliğinde değil de
başkalarının egemenliğinde olduğu için gitmiyoruz. Mes-cidlerde gerçek tevhid
değil de bid’atler hakim olduğu için gitmiyoruz.
Yani bugün
gitmeyişimize böyle bir kısım mâzeretlerimiz var. Ama bunların hiçbirisi
mâzeret değildir. Gidelim biz dolduralım oraları. Gidelim biz engel olalım
bidatlere. Gidelim biz oluşturalım cemaati. Biz hakim olalım. Çünkü o
mescidleri biz yaptırdık. Bizimdir oralar. Neden eğitim yerleri olarak
kullanmayalım mescidleri?
Meselâ eğer
kafamızda komşularımızı programlama, komşularımızı eğitip müslümanlaştırma diye
bir derdimiz varsa mutlaka oraya gitmeliyiz. Çünkü komşularımızı biz orda
bulacağız. Gideceğiz ve mescide gelmeyenleri getirmeye, gelenleri de eğitmeye
çalışacağız. Bu işi en güzel yapabileceğimiz yerler oralardır.
Öyleyse ezansız ve mescitsiz
müslümanlığa bir son verelim. Hele ezansız müslümanlık hiç olmaz. Çünkü ezan
müslümanlığın şiârıdır. Eğer bir beldede, bir bölgede ezan okunmuyorsa,
neredeyse o bölgede yaşayan insanların öldürülmeleri meşru olacaktır. Bizim evlerde
şu anda ezan okunmuyor. Birileri gelip bizi öldürse ne diyeceğiz bilmiyorum?
Allah
korusun da, Resûl-ü Ekrem Efendimiz ya da Hz Ömer, Hz Ebu Bekir efendimiz
ordular gönderse, bu şehirde, bu mahallede herkes yatağından kalkıp namazlarını
tek tek kılıp yatağına yattığından dolayı, haklı olarak bunlar müslüman değil
diye üzerimize saldırıp öldürebilecekler. Gerçekten bu garip bir iş. Bu beldede
ezan okunmadı, bunlar müslüman değil diye öldürülmeyi hak edeceğiz.
Onlar
orada konuyu anlayacaklar. Kulluğa müsaitken yapmamanın, secdeye müsaitken
secde etmemenin cezasını yarın çok ağır ödeyeceğiz. Sadece secde değil tabi.
Paramız varken onunla Allah’a kulluk edelim, yarın Allah elimizden alabilir.
Boş vaktimiz varken bunu Allah’a tahsis edelim, yarın buna imkânımız
kalmayabilir. Sıhhatimiz varken Allah’a kulluğa koşalım, yarın elimizden
alınabilir. Allah’ın verdikleriyle Allah’a kulluk edelim, yarın bu verilenlerin
hiçbirisi elimizde kalmayabilir. Konuşma imkânımız varken Allah’ın dinini
anlatmak üzere konuşalım, yarın ağzımıza bir bant yapıştırılıp kodese
tıkılabiliriz. Bugün birilerine gitme imkânımız varken gidelim, yarın o
gideceğimiz, ya da biz, ölmüş olabiliriz. İmkânlarımız varken bugünden çocuklarımızı
terbiye edelim, yarın vakit çok geç olur bizi dinlemeyebilirler.
Rasulullah
efendimize ilk gelen âyetler bunlar. Düşünün o günlerde Mekke’de Ebu Cehiller
var, Ebu Lehepler var, Utbeler, Uteybe-ler, kâfirler, zalimler, hainler var.
Peki bunlar karşısında ezilecek miydi peygamber? Hayır, Allah, peygamberini
kesinlikle ezdirmeyecekti. Ba-kın hemen buyurdu ki:
44. “Ey Muhammed! Kur’an’ı
yalanlayanları Bana bırak; Biz onları bilmedikleri yerden yavaş yavaş azaba
yaklaştıracağız.”
“Evet
ey peygamberim! Şu haberi, şu sözü, şu Kur’an’ı yalanlayanı, yalan sayanı sen
bana bırak! Sen onları bana bırak peygamberim! Sen onları bana bırak! Hiç takma
kafana! Hiç dert etme sen onları!”
Meselâ
ben birine: “Şu taşları al, sokakta önüne gelen herkesin alnının ortasına vur!”
desem, adam bana diyecek ki: “İyi ama, ben böyle yaparsam beni öldürürler,
asarlar, keserler.” Ben ona: “Sen o tarafına karışma! Sen o tarafını hiç
düşünme, arkanda ben varım! Me-rak etme! Seni herkesten, her şeyin zararından
ben koruyacağım” de-diğimde, gerçekten bu dediğimi yapabilecek güçte biri isem
o da gerçekten beni tanıyorsa, hiç sıkılmayacak bile değil mi? Hiç kimseden
korkmayacak, hiç kimseyi takmayacak bile değil mi?
Bakın
buna bir örnek verelim İslam tarihinden. Rasulullah Efendimiz Allah’tan hicret
emrini almış ve Mekke’den hicret etmek üzere. Allah emrediyor, kâfirlerin
planlarından haberdar ediyor ki o gün peygamberin evi sarılacak, içeri
girilecek ve o gün peygamber öldürülecek. Kâfirler tarafından karar alınmıştı.
Allah’ın Resûlü Hz. Ali’yi çağırıyor. “Gel” diyor “ey Ali, bu yatakta
yatacaksın, benim evimde benim yatağımda yatacaksın, üzerine benim hırkamı örteceksin.
Sakın korkma! Çünkü onlar sana hiçbir zarar veremezler, veremeyecekler!” Bu söz
üzerine Hz. Ali onun yatağına giriyor ve hiç korkmuyor. Halbuki mızrakların hedefi
olan noktada yatıyordu. Kılıçların döndüğü noktada. Öyle değil mi? Kafaları
bozuluverdi mi adamların, çıldırıverdi mi belki de içeriye girip o yatağın
içindekinin kim olduğuna bile bakmadan evi üzerine geçirecekler, yakıp yıkacaklar.
Ama gelin görün ki Hz. Ali efendimizin hiç derdi yok, gayet rahat yatıyor,
hatta horlaya horlaya uyuyor peygamberin yatağında. Çünkü peygamberinin
yatağında yatıyor, onunla birlikte olmayı, onun yatağında olmayı içine sindire
sindire yatıyor.
Bir
de Hz. Ebu Bekir efendimizi Sevr’de görüyoruz, hemen he-men aynı iman, aynı
teslimiyet, aynı fedâkârlık.
Rabbimiz
peygamberine diyor ki: “Sen onları takma kafana peygamberim!”
Bu
kalıpta Kur’an’da üç âyet var. Üçü de ilk gelen âyetler arasında. Biri
Müddessir’de, diğeri Müzzemmil’de bir diğeri de Kalem sûresinde. Yani Allah
diyor ki bu âyetleriyle, “ey peygamberim sen on-ları bana bırak! Endişe etme
sen! Kafana takma! Sen yoluna devam et! Çünkü:
Biz
onları bilemeyecekleri yerden, anlayamayacakları biçimde, yavaş yavaş azaba,
ikaba, cezaya yaklaştırırız, yaklaştırıyoruz.” Anla-mıyorlar. Belâ gönderir
Allah anlamıyorlar, azap gönderir anlamazlar, tehdit eder anlamazlar, yokluk
gönderir, kıtlık gönderir anlamazlar. Yavaş yavaş, anlayamayacakları yönlerden
helâke yaklaştırır Allah.
Buradaki bu
yavaşlık süratle bir yavaşlık değil, derece derece, aşama aşama, kademe kademe
azaba doğru yaklaşmaktır. Çünkü bakın Rabbimiz diyor ki:
45. “Onlara
mehil veriyorum; doğrusu Benim tuzağım sağlamdır.”
“Ben
onların iplerini uzatıyorum, onlara mühlet veriyorum, istekleriyle baş başa
bırakıyorum, onları imhal ediyorum, yani zaman veriyorum onlara.” Allah imhal
eder ama asla ihmal etmez. Zaman ta-nır onlara ama asla ihmal etmez. Tabi aslında
burada biraz da merha-metini anlatıyor Rabbimiz. “Salıverelim bakalım, sonunda
benden ka-çıp kurtulacak halleri yok ki! Ama pişman olabilirler belki. Belki pişman
olup durumlarını düzeltebilirler. Onun içindir ki ben hemen onlara azabımı
ulaştırmıyorum, zaman veriyor, fırsat tanıyorum,” diyor Allah. Merhametinden
dolayı yapıyor Allah bunu. Değilse başını kaldıranı hemen vuruverirdi Allah.
“Çünkü
benim fendim sağlamdır” buyuruyor Rabbimiz. Fend kelimesi Türkçe’de az
kullanılır. “Kadının fendi erkeği yendi” gibi filan kullanılır da fend kelimesi
pek fazla kullanılmaz. Tuzak mânâsına kullanılan bir kelimedir. Yani ben tuzak
kurdum mu, ben plan program yaptım mı, ben tedbir aldım mı kimse bozamaz, kimse
karşı gelemez.
46. “Yoksa, ey Muhammed, sen onlardan
ücret isti-yorsun da, ağır bir borç altında mı kalıyorlar? Elbette hayır.”
“Yoksa
sen onlardan bir ecir mi, bir ücret mi bekliyorsun? Bir şeyler mi bekliyorsun
onlardan? Bir mükafat mı istedin? Veya sana aferin demelerini mi istedin? Bal,
baklava ikram etmelerini mi istedin onlardan? Develerine bindirmelerini,
evlerinde yedirmelerini, mal-mülk vermelerini mi istedin onlardan? Ne istedin
onlardan? Kendine, şahsına ne talep ettin onlardan? Saraylar, köşkler mi
istedin? Atlar, arabalar mı istedin karşılığında? Ne istedin? Ne yapmalarını,
ne ödemelerini istedin onlardan? da:
Onlara
tebliğ ettiğin bu din karşılığında onlar bunun altında ezilmeye, bu borcun
altında yıkılmaya başladılar? Ya da sen onlardan çok ağır şeyler istedin de,
çok ezici vergiler, yükler koydun da nefes alamayacak hale geldiler de onun
için mi seni istemiyorlar? Onun için mi senden kaçıyor bu adamlar? Seni ondan
dolayı mı sevmiyorlar? Ne yani, bu dert ne? Nerden çıkıyor bu iş? Seni
sevmemeleri nerden geliyor? Yoksa sen onlara yaptığın bu peygamberlik görevi
karşılığında onlardan bir ecir, bir ücret filan mı istedin? Yaptığın bu hizmet
karşılığında seni arabalarında veya sırtlarında taşımalarını, elini, ayağını
öpmelerini, sana çaylar, kahveler, kebaplar ikram etmelerini filan mı istedin onlardan?
Yoksa sana karşı minnet duymalarını, önünde eğilmelerini, bir teşekkür
etmelerini mi istedin? Yani ne oluyor bu adamlara? Neye bunalmışlar da
kaçıyorlar senden? Öteki yapay tanrılarının onları sıkboğaz edip mallarına,
mülklerine el koydukları gibi mi davrandın ki seni beğenmiyor bu adamlar?
Gelelim
bize. Biz niye kaçıyoruz peygamberden? Neden kaçıyoruz peygamberden ve onun
sünnetinden? Neden yaklaşmıyoruz peygambere? Neden birlikte olmuyoruz peygamberle?
Neden gitmi-yoruz peygamberin halini hatırını sormaya? Neden arzetmiyoruz problemlerimizi
peygambere? Neden hep başkalarına gidiyoruz sormaya? Hadis kitaplarının arasında peygamber her gün
bizi bekliyorken, raflarda, kütüphanede bizi bekliyorken, kendisine sormamızı,
kendisine müracaat etmemizi, kendisinden öğrenmemizi, söylediğini dinlememizi,
gidip sözlerine kulak vermemizi bekliyorken neden bir kerecik te
problemlerimizi sormaya gitmiyoruz ona? Neden korkuyoruz ona gitmekten? Cüzdanlarımıza
el atacağından mı korkuyoruz? Şu anda ha-yat programımızı kendilerine sormaya
gittiklerimiz gibi sırtımıza mı bi-necek ki korkuyoruz ondan? Bize vergiler
yükleyecek, kemerlerinizi sıkın mı diyecek de korkuyoruz?
Allah
korusun da şu anda bizler de kaçıyoruz peygamberden. Şu anda bizler de ondan
kaçıyor ve kendi dünyamızı yaşıyoruz. Allah korusun, başkalarına sorduğumuz
kadar hayatımızın problemlerini ona sormuyoruz.
47. “Yoksa,
gaybın bilgisi kendilerinin katında da onlar mı yazıyorlar?”
Yoksa
gayb onların yanında da ondan mı böyle yapıyor bu adamlar? Yoksa gaybî
bilgilere muttali olmuşlar da ondan mı yazıyorlar? Gaybî bilgilere sahip
oldukları için mi peygambere müracaata gerek duymuyor bu adamlar? Her şeyi
bilen birilerini mi buldular da peygambere gitmiyorlar?
Ne
müthiş bir ifade değil mi? Yani şu anda babalar, anneler, âmirler, müdürler,
yazanlar, çizenler, ekonomistler, sosyal bilimciler, hukukçular, hakimler,
savcılar, siyasiler, valiler, kaymakamlar… Hani şu insan hayatına düzen vermeye
çalışanlar... Şu ülkeye düzen vermeye çalışanlar, kanun yapanlar, yasa
belirleyenler, söyleyin bakalım, gayb onların yanında da ondan mı yazıyorlar bu
yazdıklarını? Ne yazıp çiziyorlar bunlar? Neye düzen vermeye çalışıyor bunlar?
Gerçek düzenden habersiz, gerçek düzen sahibinin kitabından habersiz, gerçek
düzen sahibinin örnek kulu peygamberin düzenlemelerinden habersiz, Kitap ve sünnetten
habersiz ne düzeni yapmaya çalışıyor bunlar? Bilmiyorlar mı bu adamlar ki
gerçek düzenden habersiz olarak düzen diye yaptıklarının tamamı bozmadan başka
bir şey değildir. Vahiyden habersiz yaptıklarının tamamı ifsattan başka bir şey
olmadığını, olamayacağını bilmiyor mu bu adamlar?
48. “Ey Muhammed! Sen Rabbinin hükmüne
kadar sabret; balık sahibi Yunus gibi olma, o, pek üzgün olarak Rabbine
seslenmişti.”
“Peygamberim,
sen aldırma onlara! Onların bu bozuk düzen durumlarından dolayı sen hayat
programını bozma! Sen sadece Rab-binin hükmüne sabret! Ve sakın ha balık sahibi
olan Yunus (a.s) gibi olma!”
Sûrenin
son bölümlerinde Allah’ın kutlu elçilerinden Yunus’un (a.s) hayatı konu edilir.
Bakın bu konuyu anlatmaya başlarken Rabbi-miz peygamberimize ve onun şahsında
hepimize şöyle buyurur:
Yani
bugün belki müslümanların en çok muhtaç oldukları bir âyettir bu.
Müslümanlığımız için belki yediğimiz yemekten, içtiğimiz sudan, teneffüs
ettiğimiz havadan daha çok muhtaç olduğumuz bir âyetle karşı karşıyayız. “Sen
Rabbin için, Rabbinin hükmü için sabret peygamberim! Allah böyle dedi diye
sabret! Allah öyle istedi diye müs-lüman ol!” Evet bugünkü müslümanların en
büyük derdi bu. Ne diyor-lar bugün müslümanlar? “Efendim toplumda âlim yok, ne
yapalım? Et-rafımızda fazıl yok, ne yapalım? Bizi toparlayacak, bize yön
verecek lider yok, ne yapalım? Karizmatik lider yok efendim, ne yapalım? Para
yok, pul yok, ekonomik gücümüz yok, dergi yok, cemaat yok, cemiyet yok! Bu durumda
biz ne yapabiliriz?”
Hep böyle demiyor
muyuz bugün? Ah şunlar şunlar bir olsa! Hayır mesele öyle değil. Allah var ya,
tamam müslüman olalım. Allah var ya, ne yapacaksak yapalım. Bakın Allah öyle
diyor. “Peygamberim sen Rabbinin hükmüne sabret! Rabbin var mı? Rabbin ne dedi?
Rab-bin ne istedi? Rabbin nasıl istedi? Rabbin nasıl hükmetti? Sen başkasına
değil ona bak! Onu dinle! Başkasına bakma! Sabret, diren, dayan ve devam et
yoluna! Devam et kulluğuna!”
Yani
Rabbin sana ne tür bir soru göndermişse, “tamam ya Rabbi! Münasiptir ya Rabbi!
Uygundur ya Rabbi! Senin beni imtihan şeklin güzeldir ya Rabbi! En münasibini,
en mütenasibini sen bilirsin ya Rabbi!” demek, teslim olmak sabırdır işte.
Belâlara,
musîbetlere, küfrün amansızlığına, küfrün enginliğine, derdin çokluğuna,
çevredekilerin ilgisizliğine, yakınların ihanetine, mü'minlerin cehaletine veya
toplumsal cinayetlere rağmen mü'min sabretmek durumundadır. Her şeye rağmen
mü’min Allah’a kulluk yo-lunda tökezlemeden yoluna devam etmeyi
becerebilmelidir. Tüm insanlık karşımıza geçip alkışlasa ya da tüm dünya bize düşman kesilip yuhalasa
da Allah’ın istediği biçimde yapacağımızı yine yapmaya, yo-lumuza yine devam
etmeye bakalım. Allah ne dediyse yapalım, ne de-meydiyse yapmayalım! Şımarmayalım
ya da korkup vazgeçmeyelim. İşte bir örnek. “Sabret peygamberim ve sakın:
Hût
sahibi gibi de olma! Sakın ha peygamberim, kavminin serkeşliğine, toplumunun
inkarına, isyanına, yalanlayıp reddine canı sıkılıvermiş morali bozuluvermiş Hût
sahibi gibi, Yunus (a.s) gibi olma sen!”
Kur’an-ı Kerîm’in
pek çok yerinde “Peygamberim, şöyle ol! Böyle ol! İbrahim (a.s.) gibi ol!
İsmail (a.s.) gibi ol! Nuh (a.s.) gibi ol!” buyurularak peygamberine örnekler
sunan Mevlâmız burada da Peygamberine “sakın ha Hût sahibi gibi olma!” buyurur.
Yani Hz. Yunus-un bir dönemi, bir bölümü, bir yönü gibi olma! buyurulmaktadır.
Ne
yapmıştı Yunus (a.s.)? Nasıl yapmıştı? Nasıl davranmıştı? Sahibu’z Zünnûn, sahib’ul
Hût diye isimlendirilen Hz Yunus, Kur’an-ı Kerîm’de 6 yerde anlatılır.
Bunlardan iki yerde, N
Allah’ın
elçisi, Ninova toplumunu Allah’tan aldığı görevle uyarır. Toplum onu dinlemez.
Toplumunu Allah’tan kendilerine gelmekte olan bir azapla uyarır. Ama henüz azap
gelmeden, Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden toplumunu terk eder. Toplumun
inkarcı tavırları karşısında, yola gelmeyişleri karşısında siliverir onları.
Belki gülmüştü yüzlerine, belki acı bir tebessüm atmıştı, belki nefret etmişti
ama acele etmişti. Kaçmıştı görevden.
Halbuki bir
peygamberin Allah’tan kendisine hicret emri gelmeden görev mahallini terk
etmemesi gerekiyordu. Ölecekse orada ölmeliydi. Allah dilemedikçe orada da ölmeyecekti
tabii. Dövecekler, sövecekler, hapse atacaklar, ateşe atacaklar ama yine de
gitmeyecekti oradan. Fakat gitti işte. Niye gitti? Öyle yapılınca başımıza nelerin
geleceğini bize anlatma adına, gösterme adına, bize bir ders verme adına gitti.
Bize bir m
Yunus sûresinin
anlattığına göre koşarak gitmişti. Kölenin efendisinden kaçtığı gibi
toplumundan kaçtı ve bir gemiye bindi. Yolda bir fırtına sonucu alabora oldu ve
gemide bir kura çekildi. Yunus (a.s.) kendi suçluluğunun farkındaydı ya, belki
bizzat kendisi bunu teklif eder ya da kura kendisine çıktığı için denize
atılmayı rahat rahat kabul eder ve atılır. Sonra denizde bir balık tarafından yutulur.
Allah buyurur ki bakın:
“Hani
o balığın karnında yutkunarak kederle dolu olduğu halde, Rabbine yalvarıyor,
dua ediyordu.” Yunus (a.s) bir süre denizin içinde, balığın karnında
karanlıklar içinde kaldı. Denizin içi karanlık, balığın karnı karanlık, işte bu
kasvetli karanlıklar içinde Allah’ı zikrediyor, Rabbina dua ediyor, yalvarıp
yakarıyordu. O halde bizler de en karanlıklar içinde bile kalsak, en olumsuz
şartlar altında bile bulunsak yine Rabbimize iltica edeceğiz. “Aman yetiş ey
falan! Ey filan” demeyecek, sadece Allah’a dua edecek ve “yetiş Allah’ım!” diyeceğiz.
Rab-bına dua etti, Rabbini tesbih etti. Enbiyâ sûresinde de bu tesbihi anlatılır:
“Allah’ım!
Seni tesbih ederim! Senden başka İlah yoktur, Sen münezzehsin, doğrusu ben
haksızlık edenlerdenim.”
(Enbiyâ 87)
Yunus
(a.s) da bizim için böyle bir tesbih örneği de vardır.
49. “Rabbinin katından ona bir nimet
ulaşmasaydı, kınanmış olarak sahile atılacaktı.”
Eğer
Rabbinden ona bir nimet yetişmiş olmasaydı, yani tevbe imkânı olmasaydı, Allah ona
bu davranışından ötürü tevbe imkânı lüt-fetmemiş olsaydı, eğer pişmanlığı kabul
edilmeseydi veya bu biraz önce anlatılan tesbihi ona empoze edilmeseydi, Allah’tan
bu kelimeler öğretilmeseydi:
“Zemmedilmiş, levm edilmiş, kötülenmiş olarak
o fezaya, o boşluğa atılıverecekti.” Ama Hz Yunus pişman oldu. Yaptığından pişmanlık
duydu, affı için Rabbine iltica etti, tevbe etti de bundan kurtuldu, diyor
Rabbimiz. Peki ne anlatıyor bununla Rabbimiz bize? Bu âyet kâfirler için şunu
söylüyor: “Ey kâfirler! Bakın Allah’ın bu sevgili kulu, Allah’ın kutlu elçisi
bile Allah’a isyan edince Allah onun cezasını verdi. Bilesiniz ki Allah size de
ceza verecektir! Bir peygamber yanında sizin ne değeriniz var ki? Neyinize güveniyorsunuz?
Ama şurasını da göz ardı etmeyin ki bakın buna rağmen tevbe edince de onu affetti.
Eğer yaptığınız yanlışlardan döner, eğer
tevbe ederseniz, bilesiniz ki sizleri de aynen onun gibi affedecektir.”
Mü’minler için de: “Ey mü’minler iman ettik diye, müslüman olduk diye sakın şımarmayın
ha! Allah’a, peygambere yakınlığınızdan dolayı şımarmayın! Yapacağınızı yapın,
değilse peygamber bile olsanız cezaya çarptırılırsınız! Bu işin şakası yoktur,”
denmektedir.
50-51.
“Rabbi onu seçip iyilerden kıldı. Doğrusu in-kar edenler, Kur’an’ı
dinlediklerinde nerdeyse seni gözleriyle yıkıp devireceklerdi. “O delidir”
diyorlardı.”
Allah onu seçti. Allah onu affedip seçilmişlerden kıldı da
tarihte helâkten dönen tek kavim olan kavme yine onu peygamber olarak gönderdi.
Kavmine
verilen azap süresi dolunca, kavmi tevbe edip Allah’-tan af diledi. Allah da
onları affetti ve üzerlerine gelmekte olan azabı kaldırdı Rabbimiz. Nihayet Hz.
Yunus, kavminin helâk olmadığını, tev-beleri sonucu Allah’ın onları affettiğini
öğrenince tekrar onlara dönüp geldi de kavmi ona iman etti.
Yunus’un
(a.s) dört hatası onu bu kadar eziyete soktu:
1-
Yunus (a.s.) görevini, birilerine rağmen veya birilerine binaen yapmıştı.
Kesinlikle yasaktı bu. Oysa bu özelliğinin dışında En’âm 90’da anlatıldığına
göre Yunus (a.s.) bizler için en güzel bir örnektir diyor Rabbimiz.
Demek
ki birinci hatası tebliğini birilerine binaen, birilerine rağ-men yapmasıydı.
Öyleyse biz de davranışlarımızı birilerine rağmen, birilerine binaen
ayarlamayacağız. İnsanlar dinlemediler, insanlar değer vermediler diye hareketlerimizi
ona göre değiştirmeyeceğiz. Onlar öyle yaptılar diye biz de ters davranmayacağız.
Ama onlar öyle diye de düz davranmayacağız. Sadece Allah dedi diye yapacağız
yapacağımızı.
İşte en büyük
yanlışlarımızdan biri budur. Ya seviyoruz, ya nefret ediyoruz, ya beklediğimiz
gerçekleşmiyor, insanlar bizi dinlemi-yorlar, istenilen noktaya gelmiyorlar,
adam olasıları yok diye sapıveriyoruz, dağıtıveriyoruz kendimizi Allah korusun.
Ya da insanlar dinler görününce de şımarıveriyoruz. Olunca şımarıyor, olmayınca
da dağıtıveriyoruz, ümitsizliğe kapılıveriyoruz. Birine beş yıl emek çekiyoruz,
olmuyor diye üzülüp, moral bozup bırakıveriyoruz. Peki ona iyi davrandığımız, uğraşıp,
didinip, emek çektiğimiz o beş yıl içinde ona bu kadar iyi davranmamızın sebebi
neydi? Onun İslâm’a ihtiyacıydı değil mi? Peki bugün ihtiyacı yok mu aynı
İslâm’a? Elbette var, öyleyse de-vam etmeliyiz. Ya da ona yaptığımız bu beş
yıllık çabamızı Allah için yapıyorduk değil mi? Evet. Peki şimdi niye bırakıyoruz?
Aynı Allah bu-gün de buna lâyık değil mi? Ama şu ayrı, sadece ona mı din anlataca-ğız?
Elbette hayır. Öyleyse bıkmayacağız, usanmayacağız, anlatmadan anlamalarını
beklemeyeceğiz.
2-
Kavmine gelecek azabın geleceği vakti kendisi tayin etmeye kalktı. “Üç gün
sonra Rabbinizden size azap gelecek eğer adam olmazsanız” dedi.
3-
Kavmine haber verip uyardığı azabın gelmesinden önce kavmini terk etti. Üç gün
sonra size azap gelecek demişti ama bu üç günün sonunu kendisi beklemeden
kavmini terk etti. Halbuki Allah’tan böyle bir hicret emri gelmemişti kendisine.
4-
Kavminin tevbe edip te Allah’ın kendilerini affedip azabın kaldırılmasından
sonra kendisi dönmeyip Allah’ın onu döndürmesidir.
“Öyleyse
ey Nebim! Allah sana hükmünü gönderinceye kadar sabret! Sakın sıkılıp ta kaçıp
gitme! Endişe etme Allah mutlaka imdada yetişir,” diyor ve böylece hem ona hem
de bize bir örnek sabırsızlık örneği veriyor Rabbimiz.
Öyleyse
bugün bizler de sabredeceğiz. Günahtan kaçmaya sabır, bizi imandan, İslâm’dan
uzaklaştırmaya çalışan şer güçlerin karşısında dayanmaya sabır, bizi satın almak
isteyenlere karşı, altımıza atacakları bir koltukla bizi Allah’ın dinini
tebliğden uzaklaştırmaya çalışanlara karşı, ağzımıza bir bant yapıştırıp konuşturmamak
için kodese atmak isteyenlere karşı sabır, sabır, sabır.. Bakın Allah’ın el-çisi
önce anlatmış, toplumunu uyarmış, sonra
onlar kabullenmeyince kaçmış. Ama bizler anlatmadan kaçıyoruz, uyarmadan adam
olmalarını bekliyoruz.
Belki de bugün
bütün bu konularda Allah’ın bizden istediği sabrı gösteremeyerek kaçtığımız için
biz de şu anda tıpkı Hz. Yunus (a.s) gibi balık tarafından, balığın karnından
daha beter şu toplum tarafından yutulmuşuz da haberimiz yok. Pisliğin içine diz
boyu gömülmüşüz de haberimiz yok. Unutmayalım ki bundan kurtulmanın yo-lu tevbe
ederek, Allah’a dönmek ve Allah’ın istediği gibi kulluk görevlerimizi yerine
getirmektir.
“Onlar
bütün bu gerçekleri dile getiren, insanı kulluğa çağıran bu Kur’an’ı duydukça
öfkeden deliye dönüyorlar, kendilerini yiyecekmiş gibi ayrı, bir de sanki
peygamberi yiyecekmiş gibi bir gözle bakıyorlar. Peygambere delice gözle
bakıyorlar, sanki yok ediverecek, de-viriverecek, silip süpürüverecek bir gözle
bakıyorlar.”
Bir
de deli diyorsunuz utanmadan ona. Madem deli, madem cinnî, cin çarpmış
birisidir o peygamber, o zaman niye bu kadar düşmansınız ona? Niye bu kadar
ondan korkup tedbirler alıyorsunuz? Hangi deliye bu kadar nefret edilir? Hangi
deliye bu kadar nefret edilmiş bugüne kadar? Hangi deliye bu kadar gayz ve kin
taşınılır? Ne bu haliniz sizin böyle? Madem mecnunsa bırakıverin onu kendi
haline. Bakın çevrede yığınlarla deli var, mecnun var, hangisinin peşine bu
kadar insan takılmış? Hangisi sizi bu kadar korkutmuş?
Araplardan
bir adam, kendisini riyazata çekiyormuş, sonra bir deve, bir koyun
gösteriyorlarmış. Ne kadar da hoş diye adam bir baktı mı, deve
devriliveriyormuş. Müthiş göz etkisi olan bir adam. İşte müşrikler bu tür
adamlara rica ediyorlardı. “Ne olur o etkili gözünüzle bir bakıverin de şu Muhammedin
işini bitiriverin” diyorlardı. Hani gücü yetse, adam gözüyle yiyecek deriz ya,
veya hırsızın mala baktığı gibi bir bakış anlıyoruz. Sanki peygamberi yok
ediverecekler böyle.
52. “Oysa Kur’an, alemler için bir
öğütten başka bir şey değildir.”
İsterseniz
kahrolun! İsterseniz çatlayın, patlayın! İsterseniz ka-bul etmeyin bu kitabı!
İsterseniz reddedin bu peygamberi! Ama bilesiniz ki sadece size değil, sadece
Araba değil, sadece Mekke’ye, Mekke ehline, sadece Türk’e, sadece o çağa,
sadece bu çağa değil, bütün çağlara, bütün insanlara, bütün mahlukât ve
mevcudata, bütün alemlere bir uyarı, bir zikir, bir öğüttür bu Kur’an. Sizler
bugün burada, bu ülkede, bu şehirde, bu zamanda bu Kitaba sahip çıkmazsanız
bile elbette ona sahip çıkacaklar ve bu Kitapla izzet kazananlar olacaktır.
Çünkü bu Kitap ne bu memleketle, ne de bu zamanla mukayyet değildir, diyor
Rabbimiz.