HAKKA SURESİ

 

69

 

İndiği Yer :

 

Mekke

 

İniş Sırası :

 

78

 

Âyet sayısı :

 

52

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada altmış dokuzuncu, iniş sırasına göre yetmiş sekizinci sûredir. Mülk sûresinden sonra, Meâric sûresinden önce Mekke'de inmiştir[1]

 

Âdı

 

Sûre adını birinci âyette geçen ve "gerçekleşecek olan (kıyamet)" anlamına gelen "hakka" kelimesinden almış olup yaygın olarak bu isimle anılmaktadır. Ay­rıca 12. âyette geçen "Vâiye" ve 36. âyette geçen "Silsile" adlarıyla da anılmıştır.[2]

 

Konusu

 

Sûrenin ana konusu vahiy yani Kur'an'ın ilâhî kelâm oluşu ve peygamber­liktir. Ayrıca kıyamet halleri; yeryüzünde fesat çıkaran ve peygamberleri yalancı­lıkla itham eden Âd, Semûd, Lût kavmi, Firavun, Nûh kavmi vb. eski kavimler­den, bunların başına gelen musibetlerden söz etmekte, âhiiette mutlu ve bedbaht oladak kimselerin durumlarını açıklamaktadır. [3]

 

Meali

 

Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla... 1. Kıyamet! 2. Nedir o büyük gerçek? 3. Kıyametin ne olduğunu sen nereden bileceksin! 4. Semûd ve Ad, alınlarına çarpacak gerçeği yalan saymışlardı. 5. Semûd kavmi çok şiddetli bir depremle helak edildi. 6. Âd halkı ise dehşetli bir kasırga ile yok ediliver­di. 7. Allah o kasırgayı ardarda yedi gece, sekiz gün onların üzerinde estirdi. Öyle ki (orada butunsaydın), o kavmi devrilmiş hurma kütükleri gibi oracıkta yere serilmiş halde görürdün. 8. Şimdi onlardan geriye kalan bir şey görüyor musun? 9. Firavun, ondan öncekiler ve altı üstüne getirilen şehirler hep o gü­nahı işlediler. 10. Rablerinin elçisine karşı geldiler, O da onları amansız bir şekilde yakalayıp cezalandırdı. 11. Sular coştuğu vakit sizi gemide kuşkusuz biz taşıdık; 12. Bunu sizin için ibretli bir anı olsun ve kulaklardan hiç çıkma­sın diye yaptık. [4]

 

Tefsiri

 

1-3. "Kıyamet" diye çevirdiğimiz "hakka" kelimesi, "hak" kelimesinden tü­remiş bir isimdir. Hak ise sözlükte, "gerçek, sabit ve doğru olmak, gerekmek; bir şeyi gerçekleştirmek; bir şeyi kesin olarak bilmek" gibi mânalara gelmektedir. İsim olarak "gerçek, sabit, doğru, varlığı kesin olan şey" aniamlannda kullanılan hak kelimesi genellikle bâtılın zıttı olarak gösterilmiştir. [5]  Kıyamet kesin olarak gerçekleşeceği ve bu saye­de insanlar dünyada yapıp ettiklerinin gerçek değerini kavrayacakları ve sonuçla­rını görecekleri için ona da "Hakka" ismi verilmiştir. Sûrenin ilk üç âyeti gerek üs­lûp gerekse anlam olarak kıyamet olayının büyüklüğüne ve şiddetine işaret ettiği gibi ne zaman meydana geleceğinin bilinemeyeceğini de göstermektedir.

Müfessirlerin büyük çoğunluğu "hakka" kelimesine "kıyamet" anlamı ver­miş olmakla birlikte bu âyetlerin ardından dünyada azaba uğramış kavimlerin anıl­masından hareketle hakka kelimesinden, Hz. Peygamber'e isyan eden Kureyş'in başına gelecek olan azabın kast edildiği ve bu azabın dehşet ve şiddetine dikkat çekildiği görüşünde olanlar da vardır. [6]

 

4-8. "Alınlarına çarpacak gerçek" diye çevirdiğimiz "kari'a" kelimesi "çar­pan, vuran, çarpışan" anlamında olup burada kıyametin bir başka ismi olarak kul­lanılmıştır. Semûd ve Âd kavimleri âhİretİ inkâr edip kendilerine gönderilen pey- gambere İsyan ettikleri için birincisi (Semûd), şiddetinden dolayı âyette "tâgiye" (azgın) denilen çok ağır bir depremle yok olup gitmiştir. [7]  Âd kavmi ise inkarcılıkta ısrar ettiği için Allah onların üzerine kasıp kavuran bir fırtına göndermiş; bu fırtına Âd kavminin yurdunda yedi gece sekiz gün devam etmiş; sonunda insanları sökülmüş hurma kütükleri gibi yerlere serivermiştir. [8]  Âd kavminin muhteşem sarayları ve köşkleri yerle bir olmuş; böylece yok olup gitmişlerdir. Bu iki kavmin akıbetleri, hem Muhammed ümmetine birer ders ve ibret levhası olarak hem de bu felâketleri gerektiren gücün kıyameti de gerçekleştireceğine bir kanıt olarak zikredilmiştir. [9]

 

9-12. Firavun'dan maksat, Hz. Mûsâ zamanındaki Mısır kralıdır. [10]  "Ondan ön­cekiler" tamlaması İse genel bir ifade olup Firavun'a kadar gelmiş geçmiş ve is­yanları sebebiyle helak olmuş kavimleri kapsamaktadır. Yukarıda geçen Âd ve Semûd kavimleri de bu grubun içinde yer alır. Altı üstüne getirilen şehirler ise Lût'un (a.s.) peygamber olarak gönderildiği Sodom ve Gomore olarak yorumlan­mıştır. [11]  İşte bu kavimlerin her biri kendi pey­gamberine isyan edip onu yalancılıkla itham ettikleri için ayrı ayn şiddetli cezalara mâruz kalmışlardır. 10. âyetteki "resul" kelimesinin tekil olması her bir kavme gönderilmiş olan ayrı bir peygamberi ifade eder. [12]

11. ayette değinilen olay, Hz. Nûh zamanında meydana gelmiş olan tufandır. Nûh kavmi peygambere isyan ettiği için Allah Teâlâ onları suya garketmiş, Nuh'a inanıp onun gemisine binenleri ise kurtarmıştır. İşte, "Sular coştuğu vakit sizi gemide biz taşıdık" mealindeki cümle o gün Nuh'un gemisinde bulunup da Al­lah'ın lütfuyla kurtuluşa eren, sular çekildikten sonra da karaya inen ve son­rakilerin ataları, dedeleri durumunda bulunan müminlere işaret eder. Yukarıda kısaca değinilen olaylarda inkarcıların cezalandırılmış, inananların ise kurtarılmış olduğu haber verilerek olayların nesilden nesİle aktarılması ve işiten herkesin bun­dan ibret alması amaçlanmıştır. Nitekim bu husus 12. âyette açıkça ifade edilmiş­tir. [13]

 

Meali

 

13, Sûra bir defa üflendiğinde; 14. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden sökülüp birbirine bir kez çarpılarak darmadağın edildiğinde; 15. İşte o gün olacak olur. 16. Gök yarılır, o gün bunların düzeni çökmüştür. 17. Melekler göklerin etrafındadır. O gün rabbinin arşını bunların da üstünde olan sekiz (melek) yüklenir. 18.0 gün hesaba çekilirsiniz, size ait hiçbir sn* gizli kalmaz. [14]

 

Tefsiri

 

13-18. Sûr, sözlükte "üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru" diye tarif edilir. Geleneksel İslânıî inanca göre dört büyük melekten biri olan İs­rafil, sûr adı verilen boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün can­lılar ölecek, ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir. [15] Kıyamet sahnelerini tasvir eden bu ayetler, 1-3. âyetlerle bağlantılı olup onlan açıklamakta ve kıyamet denilen olayın nasıl meydana geleceğini, dolayısıyla dünya hayatının nasıl son bulacağını anlatmaktadır. [16] "Gök yarılır, o gün bunların düzeni çökmüştür" mealindeki 16. âyet kıyametin kopması sırasında sadece yerkürenin değil, gök cisimlerinin de düzeninin bozula­cağını, şimdiki düzen ve özelliklerini kaybedeceğini ve mevcut kozmik sistemin tümüyle çökeceğini ifade eder. [17] Eski müfessİrler 17. ayetteki "melekler göklerin etrafındadır" ifadesini, "Gökler yarılınca melekler, kendileri için mesken edinmeye elverişli durumdaki yarılmayan yerlere çekilirler" şeklinde tefsir etmişlerdir. [18] İbn Âşûr ise bu kısmı "Melekler göklerin etrafında cennet­likleri cennete yerleştirmek, cehennemlikleri de cehenneme sevketmekle meşgul olurlar" şeklinde yorumlamıştır. [19] Sonuç itibariyle âyet meleklerin kıyamet dehşetinden korunmuş bir alanda yapacakları görevlerini anlatmaktadır.

Arş kelimesi daha önce birçok âyette geçmiş ve hakkında gereken açıklama­lar yapılmıştır. [20] "O gün rabbinin arşını, bunların da üs­tünde olan sekiz (melek) taşır" diye çevirdiğimiz bölümde arşı taşıyan "sekiz"den maksadın ne olduğu Kur'an tarafından açıklanmamıştır. Müfessİrler âyetin bağla­mını dikkate alarak bu ifadeyi yukarıda anlatılan meleklerin üstünde, kendilerine "Hamele-i Arş (arşın taşıyıcıları)" denilen sekiz melek veya sekiz taşıyıcı olarak yorumlamışlardır. [21] Sekiz şahıs, sekiz saf, sekizin on katı sek­sen melek vb. yorumlar yapanlar da olmuştur. [22]  Biz, meal­de "sekiz melek" yorumunu tercih ettik; Râzî ise "sekiz şahıs" İfadesini tercih et­miştir [23] Aynca Cehmiye ve Mu'tezile âlimleriyle sünnî ulemânın önemli bir kısmı, arş kelimesini "mülk" yani bütünüyle âlem olarak yorumlamış- lardır. [24] Buna göre "arşı taşıyan melekler" de Allah'ın âlemin işleyişiyle görevli kıldığı melekler olarak anlaşılabi­lir. Bununla birlikte İmam Ebû Hanîfe, Eş'ar'î ve Mâtüridî gibi âlimler âyetin mü-teşâbihattan olduğunu düşünerek ifadeyi aynen kabul etmemiz gerektiğini, bunun ne anlama geldiğini bilemeyeceğimizi itiraf etmenin en doğru tutum olduğunu dü­şünmüşlerdir.

Allah zamandan ve mekandan münezzeh olduğu için kıyamet gününde meleklerin O'nun arşını taşıması olayı, "Allah'ın kudretinin hesap günündeki tam ve kesin tezahürünün işareti" olarak yorumlanmıştır. [25]

 

Meali

 

19. Kitabı sağ tarafından verilen kimse, "Alın kitabımı okuyun; 20. Doğ­rusu ben, hesabımla karşılaşacağımı zaten biliyordum" der. 21. Artık o, hoş­nut olacağı bir hayat içindedir; 22-23. Meyveleri kolayca devşirilebitir yüce bir cennettedir. 24, Onlara "Geçmiş günlerde yaptıklarınıza karşılık olarak afiyetle yiyin için" denir. 25-26. Kitabı sol tarafından verilene gelince o, "Keşke, der, bana kitabım verilmeseydi de hesabımın ne olduğunu bilmese)-dim! 27. Keşke ölümüm her şeyi bitirseydi! 28. Malım bana hiç fayda sağ­lamadı; 29. Güç ve saltanatım yok olup gitti." 30. (Ve şöyle emredilir:) Onu yakalayıp bağlayın; 31. Sonra onu alevli ateşe atm! 32. Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire bağlayın! 33. Çünkü o, ulu Allah'a iman et- mezdi; 34. Yoksul doyurmaya teşvik etmezdi. 35. Bu sebeple bugün burada onun candan bir dostu yoktur. 36. Yananların akıntısından başka yiyeceği de yoktur! 37. Onu da günahkârlardan başkası yemez. [26]

 

Tefsiri

 

19-24, "Kitap"tan maksat amel defteridir; mahşerde kişinin amel defterinin sağ tarafından verilmesi onun dünya hayatında Allah'ın emrine uygun, dürüst ve erdemli bir hayat yaşadığını, dolayısıyla sicilinin temiz olduğunu gösterir. Bu durumda olan kimse Allah'ın lütfuyla kurtuluşa erenlerden olduğunu anlar ve "Alın, kitabımı okuyun" diyerek mutluluğunu başkalarıyla paylaşmak ister. [27] 20. âyet amel defteri sağından verilen kimsenin dünyada iken âhirete iman ettiğini ve ona göre hazırlık yaptığını gösterir. 24. âyette zikredilen "geçmiş günler"den maksat ise dünya hayatında geçen günlerdir. [28] Buna göre 21-24. âyetlerde mahşerde amel defteri sağ tarafından verilen kimsenin dünyada yaptığı İyi amellere karşılık âhirette elde edeceği nimetler tas­vir edilerek anlatılmaktadır. [29]

 

25-29. Kişinin amel defterinin sol tarafından verilmesi onun dünya hayatın­da Allah'ın emrine uygun hareket etmediğini, dürüst ve erdemli bir hayat yaşamadığını, dolayısıyla sicilinin bozuk olduğunu gösterir. Bu durumdaki biri dünyada yaptıklarını amel defterinde görünce kendisinin cezalandırılacağını anlar, bu nedenle amel defterinin kendisine verilmesini ve içinde yazılmış olanları gör­mek istemez, ölümle her şeyin bitmiş olmasını temenni eder. Böyle bir temenni orada bir işe yaramayacağı gibi, dünyada helâl haram demeden biriktirmiş olduğu malı da kendisine verilecek cezayı önlemeyecektir. Artık mal, mülk, saltanat, makam, güç vb. dünyaya ait ne varsa hepsi yok olup gitmiş, sadece insanın olum­lu veya olumsuz inanç ve amelleri kalmıştır. [30]

 

30-37. Amel defteri solundan verilen kimsenin hesabı görüldükten sonra Al­lah Tealâ görevli meleklere o günahkârın ellerini boynuna bağlayıp cehenneme götürmelerini, sonra da zincire vurmalarını emreder. Müfessirler "Sonra da onu yetmiş arşın uzunluğunda bir zincire bağlayın!" mealindeki 32. âyette geçen sayıyı çokluktan kinaye olarak yorumlamışlardır. [31] Âhiret hayatı gayb âleminden olduğu İçin Allah orası ile ilgili bilgileri dünyadaki kullarına tem­silî olarak anlatmaktadır. Râzî, bunun benzeri başka bir âyetin (bk. İbrahim 14/49) tefsirinde bu tür ifadelerin, günahkârların kendi eylem ve eğilimlerini, sonuç olarak öte dünyada topluca içine düşecekleri genel umutsuzluğu dile getiren bîr mecaz olduğunu ileri sürmüştür. [32]  33-34. âyetler günah­kârın zincire vurulmasının sebebini açıklamaktadır ki o da Allah'a inanmaması ve yoksula yedirmeyi teşvik etmemesi, yani bencil duygularını aşaiak başkalarının sıkıntılarını paylaşma olgunluğunu sergileyememesidir. Yoksulu gözetme konusundaki duyarsızlığın, kişinin zincirlere vurulmasının ana sebeplerinden biri olarak Allah'a inançsızlığın hemen ardından zikredilmesi, İslâm'ın paylaşmaya, sosyal adalete ve banşa verdiği önemi gösterir. 35. âyet, inkarcılara âhirette yar­dım veya şefaat edecek hiç kimsenin bulunmayacağına, dünyada kendilerine yar­dım edip menfaat sağlayan dostların da kendileri için hiçbir şey yapamayacak­larına, bu nedenle dünyada yaptıklarına pişman olup ümitsizliğe kapılacaklarına işaret etmektedir.

"Yananların akıntısı" diye tercüme ettiğimiz 36. âyetteki "gıslîn" kelimesine müfessirler, "cehennemliklerin yediği bir bitkî, en kötü yemek, cehennemliklerin yanan bedenlerinden akan akıntı" mânalarım da vermişlerdir. [33]İbn Abbas gıslîn kelimesinin ne anlama geldiğini bitmediğini ifade etmiştir. [34] 36-37. âyetler dünyada Allah'a isyan edenlerin âhiretteki beslenmelerinin bile azap olduğunu göstermektedir. [35]

 

Meali

 

38-39. Görebildikleriniz ve göremedikleriniz üzerine yemin ederim ki, 40. Kur'an değerli bir elçinin sözüdür. 41.0 bir şâir sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! 42. O bir kâhin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz? 43. O, âlemlerin rabbi tarafından indirilmiştir. 44. Eğer Peygamber bize at­fen bazı sözler uydurmuş olsaydı, 45. Elbette onu kıskıvrak yakalardık. 46. Sonra onun can damarını koparırdık. 47. Hiçbiriniz buna mâni olamaz­dınız. 48. Doğrusu Kur'an, takva sahipleri için bir öğüttür. 49. İçinizde onu yalan sayanlar bulunduğunu şüphesiz bilmekteyiz. 50. Muhakkak o, kâfirler için bir iç yarasıdır. 51, O, gerçekten kesin bilginin kendisidir. 52. Şu halde ulu rabbinin adını yüceltip noksanlıklardan tenzih et! [36]

 

Tefsiri

 

38-43. "Görebildikleriniz ve göremedikleriniz" ifadesi, varlık âleminde, görüleni ve göriilemeyeniyle üzerine yemin edilmeye değer ne varsa tümünü, meselâ Yiice Allah'ın zâtı. sıfatları ve evrende O'nun kudretini gösteren maddî ve manevî varlıkları, yer ve gök cisimlerini, insanlar, melekler, cinler, âhiret alemi vb. varlıkları kapsamaktadır.

Kur'an'ı tebliğ eden Hz. Peygamber'e müşriklerden bazıları şair, bazıları da kâhin diyorlardı. Bu sebeple Yüce Allah burada yaptığı yeminle Kur'ân-ı Kerîm'in bir şair veya kâhin sözü değil, değerli bir elçinin sözü olduğunu vur­gulamıştır. Ayrıca söz sanatı bakımdan da Kur'an'ın şiir olmadığım, kâhin sözüne benzemediğini bazen kendileri de itiraf ettikleri halde müşrikler ondan ne İbret al­mışlar ne de onun ilahî kelâm olduğuna inanmışlardır. [37]  Müfessirlerin çoğunluğu Resûlullah hakkında söylenilen şair ve kâhin söz­lerini dikkate alarak 40. âyetteki "değerli elçi "den maksadın Hz. Peygamber ol­duğu kanaatine varmışlardır. Tekvîr sûresinin 19. âyeti de aynı lafızları taşır; fakat çoğunluğun yorumuna göre orada elçiden maksat Cebrail'dir. Aslında bu iki yorum arasında bir çelişki yoktur. Zira Kur'an'ı Hz. Peygamber'e Cebrail getir­miş, o da tebliğ etmiştir. Bu sebeple Tekvîr'deki âyetin bağlamına Cebrail, buradaki bağlama ise Hz, Peygamber uygun düşmektedir. Gerçekte Kur'an Al­lah'ın kelâmıdır; nitekim 43. âyette âlemlerin rabbi katından indirilmiş olduğu açıkça ifade buyurulmuştur. Buna göre Cebrail ve Hz. Peygamber Allah'ın kelâmını kullarına ulaştırmada aracı oldukları İçin 40. âyette söz onlara nispet edil­miştir. [38]

 

44-47. "Elbette onu kıskıvrak yakalardık" dîye tercüme ettiğimiz 45. âyetteki "yemîn" kelimesi sözlükte "sağ taraf, sağ el" anlamına gelir. Kelime mecazen "güç, kuvvet" mânasında da kullanılmaktadır. [39] 46. âyetteki "vetîn" ise "büyük atar damar" demektir; bu damar kesildiğinde canlı ölür. Allah Teâlâ Kur'an'ın şair veya kâhin sözü olmadığını yeminle ifade ettikten sonra Hz. Peygamber'in onu uydurup Allah'a İsnat etmesinin de mümkün olmadığını, eğer -farzı muhal- böyle bir şey yapmış olsaydı şiddetli bir şekilde cezalandırılacağını ve hiç kimsenin onu bu cezadan kurtaramayacağını haber vermiştir. [40]

 

48-50. Kur'ân-ı Kerîm'in, ona önyargılardan sıyrılmış olarak, iyi niyetle yönelenler için son derece faydalı bir uyan ve bir öğüt olmasına rağmen Kur'an'I yalan sayanların daima bul anabileceği belirtilmekte; âhirette onun müminler için kurtuluş sebebi, inkarcılar için de ceza nedeni olduğu ortaya çıktığında inkarcıların derin bir pişmanlık içinde olacakları ifade edilmektedir. [41]

 

51-52. "Hakku'l-yakîn" tamlaması, "var (sabit), gerçek, doğru" anlamındaki "hak" ile "gerçeğe uygun kesin bilgi" anlamındaki "yakîn" kelimelerinden oluşan bir terim olup, kesinlik bakımından ilme'l-yakîn ve ayne'i-yakîn'in de ötesinde en son merhaleyi teşkil eden doğru bilgi olarak açıklanır. Bu üç aşamayı bir arada, "bilgi alarak, görerek, yaşayarak bilmek" şeklinde ifade etmek mümkündür. Burada Kur'an'ı yalan sayanların âhirette büyük pişmanlık duyacakları ve dolayısıyla azaba mâruz kalacakları haber verilirken bunun kesin olarak yaşanacak bir gerçek olduğu vurgulanmaktadır. [42]

Yukarıda Kur'an'ın yüceliği ve müşriklerin İsnat ettiği kusurlardan uzak bulunduğu anlatılarak hem Kur'an'ın ilâhî vahiy olduğu hem de Resûlullah'ın peygamberliğinin kesinliği vurgulanmıştı. Son âyet-i kerîmede ise Resûlullah'ın kendisine verilen bu nimetlerin şükrü olarak rabbinin adını yüceltmesi, O'nu nok­san sıfatlardan tenzih etmesi istenmiştir. [43]

 



[1] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/365.

[2] bk.İbnÂşûr, XXIX, 110

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/365.

[3] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/365.

[4] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/366.

[5] bilgi için bk. Mustafa Çağrıcı, "Hak", Dİ A, XV, 137

[6] Ateş, X, 36

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/366.

[7] bilgi için bk. A'râf 7/73-79; Hûd 11/61-68

[8] krş. Kamer 54/19-20

[9] bk. A'râf 7/65-72; Hûd 11/50-60

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/366-367.

[10] îbn Âşûr, XXIX, 120; Firavun ve kavmi hakkında bilgi için bk. A'râf 7/103 vd

[11] bk. A'râf 7/80-84; Hûd 11/77-83

[12] İbn Âşûr, XXIX, 122

[13] Nûh kavmi ve tufanı hakkında bilgi için bk. A'râf 7/59-64; Hûd U/2549

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/367.

[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/368.

[15] sûr hakkında aynca bk. En'âm 6/73

[16] krş. Kehf 18/47

[17] krş. Enbiyâ 21/104; Zümer 39/67

[18] meselâ bk. Râzî, XXX, 108; Şevkânî, V, 326

[19] XXIX, 127

[20] özellikle bk. A'râf 7/54

[21] Elmalık, VIII, 5322

[22] İbn Âşûr, XXIX, 127

[23] XXX, 109

[24] bk. Yusuf Şevki Yavuz, "Arş", DIA, III, 407-408

[25] İbn Âşûr, XXIX, 128; Esed, 111,1183; meleklerin Allah'ın arşını taşıması hakkında bilgi için bk. Mü'min 40/7

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/368-369.

[26] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/369-370.

[27] bk. Râzî, XXX, 111

[28] bk. Râzî, XXX, 113

[29] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/370.

[30] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/370.

[31] bk. Râzî, XXX, 114

[32] XIX, 148; Esed, n, 512

[33] bk. Şevkânî, V, 328

[34] bk. Râzî, XXX, 116

[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/370-371.

[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/371-372.

[37] Resûlullah'ın içinde yaşadığı toplumda "şair" kelimesinin kullanıldığı özel anlam hakkında bk. Yâsîn 36/69

[38] bk. Râzî, XXX, 117

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/372.

[39] Kurtubî, XVIII, 275

[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/372.

[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/372-373.

[42] Hakku'l-yakîn" konusunda aynca bk, Vakıa 56/95; Yusuf Şevki Yavuz, "Hakka'l-yakîn", Dİ A, XV, 203

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez, Prof. Dr. Sabrettin Gümüş, Kur’an Yolu:V/373