Müşriklerin Kıyamet Azabı İle Tehdit Edilmeleri Ve Gerçekleşeceğinin Vurgulanması |
Rasulullah'ı (S.A.) Yalanlayan Kafirlerin Dünya Ve Ahiretteki Durumları |
Bu sureye bu ismin
veriliş sebebi, baş tarafında: "Melekler de, Ruh da oraya miktarı ellibin
yıl olan bir günde yükselir (ta'rucu)" (4. ayet) diye bu-yurulmuş
olmasıdır. Yani melekler ve Yüce Allah'ın vahyi peygamberlere ve rasullere
-hepsine selam olsun- aktarmakla görevlendirdiği şerefi ve makamının yüceliği
dolayısıyla özellikle zikrettiği Cebrail-i Emin ona yükselirler. Yüce
Allah'ın: "Onu o emin Ruh indirdi." (Şuara, 26/193) buyruğunda da;
"Ruh" diye adlandırılmıştır.
[1]
Bu sure Hakka
suresinden sonra inmiştir. Kıyamet gününü ve cehennemin niteliklerini
anlatması, ahirette müminlerle günahkârların durumlarını açıklaması bakımından
bu surenin tamamlayıcısı gibidir.
[2]
Bu sure de diğer
Mekke'de inen sureler gibi doğru akidenin esaslarından söz etmektedir. Doğru
akidenin esaslarının başında da ölümden sonra dirilişi, amel defterlerinin
verilmesi, amellerin karşılıklarının görülmesi, hesaba çekilmek, azabın ve cehennem
ateşinin nitelikleri yer almaktadır.
Sure, Mekkelilerin
Rasulullah (s.a.)'ın davetine karşı takındıkları tutumu ve onunla alay
edişlerini açıklayarak, kâfirlerin de Allah'ın azabını isteyip, alay ve inat
maksadıyla azabın çabuklaştırılmasını istediklerini belirterek başlamaktadır.
Onların bu tutumları Nadr b. Haris b. Kelde'de müşahhas olarak ortaya
çıkmıştır. Çünkü o azabın getirilmesini istemişti. Azab da onları gelip
bulacaktır: "İsteyen biri inecek azabı istedi. O kâfirler içindir. Onu önleyebilecek
yoktur..." (1-7. ayetler)
Daha sonra kıyamet
gününü, dehşetli hallerini, cehennemi ve azabını, o korkunç günde de
günahkârların durumlarını söz konusu etmektedir: "O gün gök erimiş maden
gibi olacak..." (8-18. ayetler)
İnsanın tabiatı ve
cehenneme girmesine sebep teşkil eden sıfatları ile ilgili parantez açılarak
yapılan açıklamalar da buna uygun düşmüştür. Bu nitelikleri de zorluk ve
sıkıntılı zamanlarda sabırsızlanarak feryadı basmak, nimet halinde
azgınlaşmak, ihtiyaçtan bunaldığında alabildiğine cimri olmak ile fakirliğin
ilacı söz konusu edilmektedir: "Gerçekten insan cimri olarak
yaratılmıştır..." (19-21. ayetler)
Bundan üstün ahlâki
değerlerle bezenip hem Allah'ın haklarını, hem kulların haklarını yerine
getiren ve böylelikle cennetlerde ebediliği hak eden, namaz kılan müminler
istisna edilmektedir: "Ancak namaz kılanlar müstesna. Onlar ki namazlarına
devam ederler..." (22-35. ayetler)
Sure daha sonra
kâfirleri eleştirerek onları yok edilmek ve yerlerine başkalarının
getirilmesiyle kıyamet gününde karşı karşıya kalacakları azaplarla tehdit
etmekte, ölümden sonra diriliş ve amel defterlerinin verileceği sırada
ahiretteki kötü durumlarını anlatmaktadır: "Bu kâfirlere ne oluyor ki sana
doğru hızlıca geliyorlar..." (36-44. ayetler)
[3]
1- İsteyen biri inecek
bir azabı istedi.
2- O kâfirler içindir. Onu önleyebilecek
yoktur.
3- O üstün ve yüce
dereceler sahibi Allah'tandır.
4- Melekler de, Ruh da
oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir.
5- O halde sen güzel bir sabır ile
ı onlar onu uzak
görürler. : onu yakın görürüz.
8- O gün gök erimiş
maden gibi olacak.
9- Dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak.
10- Ve gerçek hiçbir dost, dostunu sormayacak.
11- Bunlar onlara
gösterilir. Her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi
temenni eder; oğullarını,
12- Zevcesini,
kardeşini,
13- Kendisini
barındıran soyunu so-punu;
14- Ve yeryüzünde
olanların hepsini; ve sonra da kendisini kurtarsın diye.
15- Asla! Çünkü o
alevli bir ateştir.
16- Deriyi soyup
çıkarandır.
17,18- Çağırır yüz
çeviren ve arkasına dönen kimseyi, toplayıp kaba dolduranı.
"Uzak" ile
"yakın" lafızları arasında tezat vardır.
"İsteyen biri...
istedi" lafızlarında iştikak cinası vardır. Aynı şekilde "yüce
dereceler" ile "yükselir" lafızları da böyledir.
"Melekler de, Ruh
da... yükselir" buyruğunda Ruh'dan kasıt Cebrail'dir. Özel olan, genel
olana atfedilmiş ve böylelikle onun şerefine ve faziletine dikkat çekilmiş
olmaktadır.
"O gün gök erimiş
maden gibi olacak, dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak"
buyruğunda teşbih vardır. Benzeme yönü hazfedilmiştir.
"O günün
azabından (kurtulmak için) feda etmeyi temenni eder; oğullarını, zevcesini,
kardeşini" buyruğundan sonra "ve yeryüzünde olanların
hepsini..." buyruğu ile özelden sonra genel zikredilmiş olmaktadır. Maksat
konunun dehşetini açıklamaktır.
[4]
"İsteyen biri
istedi" alay etmek ve işi yokuşa sürmek amacıyla, soru soran kişi Nadr b.
Haris'dir. Çünkü o "Eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi
ise; durma bizim üzerimize gökten taş yağdır yahut bize acıklı bir azap
gönder." (Enfal, 8/32) demişti. Ya da bu kişi Ebu Cehil'dir. O da:
"...Haydi üzerimize gökten parçalar indir." (Şuara, 26/187) demişti.
Ya da Rasulullah (s.a.) azaplarının çabuk gelmesini dilemişti.
"O, kâfirler
içindir. Onu önleyebilecek" ona engel olacak, ona karşı koruyacak kimse
"yoktur." Yani bu azap kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir.
"O üstün ve yüce
dereceler sahibi Allah'tandır." Maksat güzel sözün ve salih amelin
yükseldiği dereceler yahut meleklerin mertebeleri ya da se-mavattır. Daha güçlü
görülen, semalar sahibi anlamında olduğudur. Değişik derecelerde olan nimetler
ve faziletler sahibi diye de açıklanmıştır.
"Melekler de,
Ruh" Cebrail (a.s.) "da oraya" yani emrinin semadan indiği yere
"miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir." Bu, sözü edilen o derecelerin
yüksekliğini ve ne kadar uzak olduğunu temsil ve canlandırma yoluyla bir
açıklamadır. Yani eğer belli bir zaman süresinde o derecelerin katedilmesi
varsayılırsa, dünya yıllarından ellibin yıl kadar bir zamanda gerçekleşir. Bu
da ahirette kâfire nispetle böyle olacaktır. Sebeb ise onun göreceği
zorluklardır. Mümin için ise bu farz bir namazdan daha çabuk geçecektir.
İleride açıklanacak nebevi hadiste belirtildiği gibi.
"O halde sen
güzel bir sabır ile sabret." Acele etme, tedirginlik gösterme, kalbin
rahatsız olmasın. Buyruk "isteyen biri" ile alâkalıdır. Çünkü bu
isteyiş alay ya da zora koşmak için olmuştur. Bu da onu rahatsız ediyordu. Yani
azabın gerçekleşmesi yakındır. O halde sabret, onlardan intikam alınacak vaade
yaklaşmaktadır.
"Çünkü onlar
onu" azabı yahut kıyamet gününü "uzak görürler." Gerçekleşmesi
ihtimalinin olmadığını kabul ediyorlar.
"Biz ise
onu" gerçekleşmesini "yakın görürüz."
"O gün gök erimiş
maden (muhl) gibi olacaktır." Bu da sıvı yağ yahutta yağın tortusu ya da
-meselâ gümüş gibi- eritilmiş maden gibi olacaktır, demektir.
"Renk renk
boyanmış yün" atılmış yün veya çeşitli renklerde boyanmış yün demektir.
"Ve gerçek hiçbir
dost, dostunu sormayacak." Yakın yakınını sormayacak. Çünkü herkes kendi
haliyle uğraşacaktır.
"Bunlar onlara
gösterilir." Yani müminler cehennemde bulunan kâfirlere bakacak ve
göreceklerdir.
"Her günahkâr o
günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi" fidye olarak vermeyi
"temenni eder: Oğullarını zevcesini...kendisini barındıran"
kendisinin sığındığı "soyunu sopunu..." Bu ayet günahkârların ancak
kendi kendisi ile meşgul olacağına bir delildir. Öyle ki kendisine insanların
en yakın ve kalbini en iyi bilen kimseleri -onların haliyle ilgilenmek,
durumlarını sormak şöyle dursun- kendisi kurtulmak üzere fidye vermeyi de
temenni eder.
"Ve yeryüzünde
olanların" insanların ve cinlerin yahut bütün yaratılmışların
"hepsini ve sonra da (bunlar) kendisini kurtarsın" yani keşke onları
feda etmek kendisini kurtarsa (diye temenni edecektir.) Buradaki "sonra"
lafzı bunun olmayacağını anlatmak içindir.
"Asla!" Bu
günahkâr kimseyi vazgeçirmek ve onun arzu ettiğinin kabul olunmayacağını
anlatmak içindir. Bu lafız istenen şeyden vazgeçmeyi ifade eder. "Çünkü o
alevli bir ateştir." Yani cehennem ateşi, alev alev yanan ateştir. Çünkü
o kâfirler üzerinde alev alev yanacaktır.
"Deriyi"
insanın azalarını veya kafanın derisini "soyup çıkarandır." sonra da
önceki haline dönecektir.
"Çağırır"
imandan ve haktan "yüz çeviren" ve itaate yönelmeden "o arkasına
dönen kimseyi," malı "toplayıp kaba dolduranı." Tutku ile ve
geleceğe ait uzun emellerle onu biriktirip yığarak Allah'ın o maldaki hakkını
ödemeyeni.
[5]
Nesai ve İbni Ebi
Hatim'in rivayetlerine göre İbni Abbas Yüce Allah'ın: "İsteyen biri
inecek bir azabı istedi." buyruğunda kastedilen kişi Nadr b. el-Haris
olduğunu söylemiştir. O "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi
ise durma bizim üzerimize gökten taş yağdır." (Enfal, 8/32) demişti.
İbni Ebi Hatim de
Süddi'den Yüce Allah'ın: "İsteyen biri... istedi" buyruğu hakkında
şöyle dediğini nakletmektedir: Ayet Mekke'de Nadr b. Haris hakkında inmiştir.
O "Ey Allah, eğer bu senin katından hakkın kendisi ise..." (Enfal,
8/32) demişti. Azaba uğraması Bedir günü olmuştu.
İbnü'l-Münzir'in
rivayetine göre Hasen dedi ki: Yüce Allah'ın: "İsteyen biri inecek bir
azabı istedi" buyruğu nazil olunca insanlar azap kimlere gelecektir, diye
sordular: Bunun üzerine Yüce Allah: "O, kâfirler içindir. Onu
önleyebilecek yoktur." buyruğunu indirdi.
[6]
"İsteyen biri
inecek bir azabı istedi. O kâfirler içindir. Onu önleyebilecek yoktur." Yani
birisi ahirette gerçekleşmesi muhakkak olan bir azabın getirilmesini istedi. Bu
azap kâfirler içindir ve onları gelip bulacaktır. Allah bu azabın gelmesini
dilediğinde gerçekleşmesi muhakkak olan bu azabı kimse engelleyemeyecektir.
Buradaki isteyiş, alay etmek ve işi yokuşa sürmek içindir. İsteyen kişi de
Nadr b. Haris b. Kelde ya da bir başkasıdır. Onlar şöyle demişlerdi: "Ey
Allah! Eğer bu senin katından (indirilmiş) hakkın kendisi ise durma bizim
üzerimize gökten taş yağdır. Yahut bize acıklı bir azap gönder." (Enfal,
8/32)
"O üstün ve yüce
dereceler sahibi Allah'tandır." Yani o azap meleklerin yükseldiği
derecelerin sahibi Yüce Allah tarafından gerçekleşecektir. İbni Abbas dedi ki:
"Yüce dereceler sahibi" semavatm sahibi demektir. Ona "me-aric:
dereceler, basamaklar" adını vermesi meleklerin onda yükselmelerinden
ötürüdür. Katade'ye göre meâric, faziletler ve nimetler sahibi demektir. Çünkü
Yüce Allah'ın çeşitli nimet ve ihsanlarının pek çok mertebesi vardır. Bu nimet
ve ihsanlar da insanlara çeşitli mertebelerde ulaşır.
Maksat kâfirlerin
isteyip, acele gelmesini istedikleri azabın hiç şüphesiz gerçekleşeceğini
anlatmaktır.
"Melekler de, Ruh
da oraya miktarı ellibin yıl olan bir günde yükselir." Yani bu derecelerde
melekler ve Cebrail (a.s) insanlar oraya yükselmek isteyecek olurlarsa dünya
hesabı ile ellibin yıl süreli bir günde Yüce Allah'a yükselirler. Fakat ruhanî
melekler bu mesafeyi çok kısa bir sürede yükselirler. Ne var ki burada
ellibinden kasıt belli bir sayı ile sınırlandırmak değildir. Maksat mutlak
olarak çokluk ve meleklerin oldukça uzak bir yere yükseldiklerini anlatmaktır.
Buradaki "oraya"dan kasıt, Arş'ına ya da hükmüne yahutta emirlerinin
indiği yere ya da izzet ve keramet yerine; "Bir günde" buyruğu da
çoğunluğun görüşüne göre "yükselir" buyruğu ile alâkalıdır. Yani
yükseliş böyle bir günde gerçekleşir. Bundan kasıt da günün mutlak olarak uzun
olmakla nitelendirilmesidir.
Aynı zamanda İbni
Abbas ve Hasan-ı Basri'nin de görüşü olan bir başka görüşe göre "güri'den
maksat kâfirleri dehşete düşürüp korkutmak için kıyamet günüdür. Maksat da
onların hesaba çekilmek üzere insanlar arasında hüküm verilinceye kadar
duracaklarıdır. Bu süre de dünya yıllarından ellibin yıla tekabül eder.
Arkasından cehennemlikler ateşin çeşitli basamaklarında yerlerini alacaklardır.
Azabı isteyiş ile meleklerin yükselişi arasındaki ilişkinin sebebi de, onların
bakışlarına göre gün süresiyle Allah nezdindeki gün süresi arasındaki bir
karşılaştırmadır. Onlar dünyanın uzun süreli olduğunu görürler. Dünyanın
süresi, Allah nezdindeki gün ile kıyas edilecek olursa pek kısadır.
Bu ayetin Secde
süresindeki: "Sonra miktarı sizin saymanıza göre bin yıl olan bir
günde." (Secde, 32/5) ayeti ile birlikte açıklaması da şöyledir: Kıyametin
çeşitli konumları ve durumları vardır. Orada herbiri bin yıl süren elli konum
olacaktır.
Bu uzun süre ancak
kâfirler hakkında söz konusudur. Müminler hakkında ise böyle olmayacaktır.
Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O günde cennetliklerin kalacakları
yer çok hayırlı ve dinlenecekleri yer çok güzeldir." (Furkan, 25/24)
Burada kalınacak ve dinlenilecek yerin cennet olduğu hususu üzerinde
müfessirlerin ittifakı vardır. Ayrıca İmam Ahmed'in ve İbni Cerir'in rivayetine
göre Ebu Said Hudri şöyle demiştir: Ey Allah'ın Rasulü! Bugün ne kadar da uzun
bir gün, diye soruldu. Allah Rasulü şöyle buyurdu: Nefsim elinde olana yemin
ederim ki bu mümin hakkında o kadar hafifletilecek ki, onun için dünyada iken
kıldığı bir farz namazdan dahi daha kolay gelecektir.
"O halde sen
güzel bir sabır ile sabret." Ey Muhammed! Alay etmek, işi yokuşa sürmek,
vahyi yalanlamak maksadıyla azabı istemelerine aldırma. Bundan rahatsız olma.
Onların seni yalanlamalarına, getirdiklerini inkâr etmelerine, gerçekleşmesini
uzak gördükleri azabın çabuk gelmesini istemelerine karşı kalbini ferah tut.
Güzel bir şekilde sabret, tahammülsüzlük gösterme! Allah'tan başkasına şikâyet
etme! İşte güzel sabrın anlamı budur.
"Çünkü onlar onu
uzak görürler. Biz ise onu yakın görürüz." Onlar azabın gerçekleşmesini,
kıyametin kopmasını uzak görürler. Küfür olan inançlarına göre bunun
gerçekleşmesini imkânsız kabul ederler. Aynı şekilde süresi ellibin yıl olan
kıyamet gününün çok uzak, hatta imkânsız olduğunu kabul ediyorlar. Bizler ise
biliyoruz ki bugünün gerçekleşmesi pek yakındır, mümkündür, olmayacak bir şey
değildir. Çünkü gelecek olan herşey yakın demektir.
Daha sonra Yüce Allah
o günün birtakım niteliklerini ve o günde meydana gelecek birtakım olayları
söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"O gün gök erimiş
maden gibi olacak, dağlar da renk renk boyanmış yün gibi olacak ve gerçek
hiçbir dost dostunu sormayacak." Göğün zeytinyağı tortusu yahut eritilmiş
bakır, kurşun ya da gümüş gibi olacağı yani birbirini tutmayan gevşek ve
darmadağın bir hale geleceği, dağların ise rüzgarın savurduğu atılmış yün gibi
olacağı gündür o kıyamet günü. O günde yakın, bir başka yakınının durumunu,
halini -en kötü durumda olduğunu gördüğü halde- sormayacaktır. Çünkü göreceği
dehşetli hallerden ötürü kendisinden başkasıyla uğraşamayacaktır.
"Bunlar onlara
gösterilir, her günahkâr o günün azabından (kurtulmak için) feda etmeyi temenni
eder: Oğullarını, zevcesini, kardeşini, kendisini barındıran soyunu sopunu ve
yeryüzünde olanların hepsini ve sonra da (bunların) kendisini kurtarmasını
(ister)." Her arkadaş arkadaşını görür. Kimse, kimseden gizli kalmaz.
Fakat birbirleriyle konuşamazlar. Kâfir ve cehennem azabını hakettiren günah
işlemiş herbir günahkâr, başına gelen kıyamet günü azabından kurtulmak için
bulabildiği en değerli malı ya da kendisi için en kıymetli, en üstün insanları
feda edip kurtulmayı temenni eder. Çocuklarını, kardeşlerini, eşini,
kabilesini, nesep itibariyle kendilerine bağlı olduğu akraba ve aşiretini ya da
zorlu zamanlarda kendisini himaye eden ve kendilerine sığındığı yardımcılarını
feda etmek ister. Hatta günahkâr bir kimse, yeryüzünde bulunan cinleri,
insanları ve diğer yaratıkları dahi feda etmeyi arzu eder. Ancak onun kurtuluş
için feda etmeyi istedikleri bütün bu fidyeler kabul edilmez ve isterse
yeryüzündekilerin hepsini versin, vermek istediği bu fidyeler onu cehennem
azabından kurtaramaz.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruklarıdır: "Ey insanlar! Rabbinizden sakının ve
babanın oğluna, oğlunun babasına hiçbir fayda sağlamayacağı o günden de korkun.
Muhakkak ki Allah'ın vaadi haktır." (Lokman, 31/33); "Eğer ağır yüklü
bir kimse kendi yüküne (birini) çağırırsa -akraba dahi olsa- o yükünden hiçbir
şey yüklenmez." (Fatır, 35/18); "Sur'a üfürüldüğü o günde aralarında
akrabalık bağı olmayacaktır, birbirlerine soru da sormazlar." (Mu'minun,
23/101); "Kişinin kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve
çocuklarından kaçacağı o günde bunlardan herbir kişinin kendisine yeter bir işi
olacaktır." (Abese, 80/34-37)
Özetle şanı Yüce Allah
kıyamet gününün dört niteliğini söz konusu etmektedir: O günde gök erimiş
maden gibi olacaktır. Dağlar da atılmış yün gibi olacaktır. Hiçbir dost bir
başka dostunu sormayacaktır ve kâfirler, o günün azabından kurtulabilmek için
kendileri için en değerli insanları ve yeryüzünde bulunanların hepsini feda
ederek kurtulmayı arzu edecektir.
Daha sonra Yüce Allah
bu şekilde fidyenin kabul edilmeyeceğini, bunun olmayacak bir şey olduğunu
daha da pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Asla! Çünkü o alevli bir
ateştir. Deriyi soyup çıkarandır, çağırır yüz çeviren ve arkasına dönen
kimseyi, toplayıp kaba dolduranı." Yani bu günahkârların herbirisi
yeryüzündekilerin hepsini ve dünya malının tamamını fidye verip kurtulmak
istese kabul edilmeyecektir. Onun için aşın sıcak cehennem vardır, onun
barınağı orasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İşte ben sizi
oldukça alevli bir ateşi haber vererek korkuttum." (Leyi, 92/14) Cehennem
ateşi eti üzerinde hiçbir şey bırakmamak üzere kemikten sıyırır. Başın
derisini, ellerin, ayakların derilerini, bacaklarını etini soyup çıkarır, sonra
herşey eski haline döner. Cehennem dünyada iken haktan, imandan yüz çevirip
arkasını dönen, malı toplayıp kaba dolduran, hayır yolunda hiçbir şey infak
etmeyen, malındaki nafaka ve zekât gibi farz hakları yerine getirmeyen herkesi
çağırır. Hasan-ı Basri der ki: Ey Ademoğlu! Allah'ın tehdidini duyduğun halde
yine de dünyayı kaba doldurmaya çalışıyorsun.
"Kellâ:
Asla" buyruğu günahkâr kimseleri böyle bir temenniden vazgeçirmek,
onların vermek istediği fidyenin kabulünün imkânsız olduğunu açıklamak içindir.
"O" zamiri cehennem ateşine aittir. Cehennemden her ne kadar söz
edilmediyse de azap cehennem ateşine delâlet etmektedir. Daha sonra verilen
haberin açıklığa kavuşturduğu müphem bir zamir olması da mümkündür. Yani olay
şu ki: ...demektir.
Çağırmak ise İbni
Abbas'tan gelen rivayete göre hakikat anlamındadır. Yahutta mecazî bir anlam
ihtiva eder. Çünkü cehennemin hazırlanışı ve yalanlayıcılara görünüşü onları
çağırmaya benzetilmiştir. O halde bu onların sanki cehennem onları çağırıp,
cehenneme getirilmesi gibi cehenneme getirilmelerini anlatan mecazi bir
ifadedir.[7]
1- Mekke
kâfirleri alay etmek ve işi yokuşa sürmek maksadıyla tehdit olundukları azabın
çabucak gelmesini istedi. Azap ise semâdaki dereceler sahibi veya meleklerin
yükseldiği basamakların sahibi Allah'tan gelecek ve ahirette kâfirleri
kesinlikle yakalayacaktır. Hiçbir kimse de bu azabı onlardan
uzaklaştıramayacaktır.
2- Melekler
ve Cebrail Yüce Allah'ın kendileri için takdir ettiği o derecelere, mekânları
olan yere kadar yükselirler; ki bu da semadır. Çünkü sema Yüce Allah'ın iyilik
ve lütuflannın mekânıdır. Dolayısıyla
buradaki: "Oraya" buyruğundan kasıt mekân değil, işlerin onun
dilediği şekilde nihayete ermesidir. Burası da izzet ve keramet yeridir.
Meleklerin yerleri olan mekâna ulaşmaları başkaları için yükselecek olurlarsa,
ellibin yıl süre alır. Kanaatimce en sahih olan görüş budur ve bu daha önce
geçtiği gibi çoğunluğun görüşüdür. "Gim"den kastın, kâfirler için
dehşetini anlatmak ve onları korkutmak için ellibin yıl süre olmakla
nitelendirilen kıyamet günü olduğu da söylenmiştir. İbni Abbas dedi ki: O gün
kıyamet günüdür. Yüce Allah kâfirler için onu ellibin yıllık kadar takdir
edecektir. Sonra da ebedî kalmak üzere cehennem ateşine gireceklerdir.
Kurtubi, İbni Abbas'ın
bu görüşü ile ilgili olarak şunları söylemektedir: "Bu görüş Allah'ın
izniyle ayet ile ilgili görüşlerin en güzelidir. Buna delil de daha önce geçen
Ebû Said Hudri'nin hadisi ile Buhari, Müslim, Muvatta, Ebu Davud ve Nesai'nin,
Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir. Peygamber (s.a.) buyurdu ki:
"Malının zekâtını ödemeyen herkese
Allah cehennem
ateşinde erkek bir yılan gönderir. Onunla alnı, sırtı ve böğürleri ellibin yıl
süreli bir günde dağlanır, durur. Bu Allah insanlar arasında hükmedinceye
kadar böyle devam edecektir." işte bu da bugünün kıyamet günü olduğunun
delilidir."[8]
Bu da daha önceden de
geçtiği gibi kâfirler içindir. Mümin için ise kıyamet gününde hesap günü sahih
hadiste de sabit olduğu üzere iki namaz arası kadar olacaktır.
3- Yüce
Allah peygamberine cehennem azabını pek uzak, yani olmayacak bir şey olarak
gören kavminin eziyetlerine karşı sabırlı olmasını emir buyurmaktadır. Bugünün
gerçekleşmesi ise Yüce Allah'ın takdirine göre pek yakındır. Çünkü gelecek olan
herbir şey yakındır. Sabr-ı cemil (güzel sabır) ise tahammülsüzlüğün
bulunmadığı Allah'tan başkasına şikâyetin olmadığı bir sabırdır.
4-
Ayetler (kıyamet günü için) dört nitelikten
bahsetmektedir: Gök zeytinyağı tortusu, yahut kurşun, bakır, gümüş gibi
eritilmiş maden gibi, dağlar ise atılmış ya da boyanmış yün gibi olacaktır.
Yakın, bir başka yakının halini sormayacaktır. Çünkü herkes kendisi ile
uğraşacaktır. Halbuki kişi babasını, kardeşini, akrabalarını ve aşiretini
görecek, fakat onlardan birisine soru sormayacak, konuşmayacaktır. Çünkü onlar
da kendileriyle uğraşacaklardır. Kâfir cehennem azabından kurtulmak için dünya
hayatında kendisi için en değerli bildiği akrabalarını fidye olarak vermek isteyecek,
temenni edecek, fakat buna gücü yetmeyecektir. Fidye olarak bunları verip
kurtulsa, diye temennide bulunacaktır.
5- Yüce
Allah'ın böyle bir temenniden vazgeçirmek ve azarlamak için dediği gibi, bu
asla olmayacaktır. Fidye vermek onu Allah'ın azabından kurtaramayacaktır. Onun
için ateşi alev alev yanan cehennem vardır. Bu cehennem başın derisini,
organların ve bedenin kemikleri üzerindeki etleri soyup çıkarır. Dünyada iken
Yüce Allah'ın itaatine sırt çeviren, iman etmekten yüz çeviren, malı toplayıp
kaplara dolduran, Allah'ın maldaki hakkını vermeyen ve böylelikle mal
toplayıp, onu başkalarının faydasına kullanmayan herkesi kendisine çağırır.
Çünkü bu gibi kimseler zekâtlarını ve maldaki farz hakları ödememişlerdi.
Bunlarla meşgul olarak dinlerini ihmal etmiş, mal toplamakla oyalanıp gitmiş,
büyüklenmiş idiler.
[9]
19- Gerçekten insan cimri olarak yaratılmıştır.
20- Yani o kendisine zarar erişirse
21- Ona hayır dokunsa cimrilik edip infak
etmeyendir.
22- Ancak namaz
kılanlar müstesna.
23- Onlar ki namazlarına devam ederler.
24- Onlar ki mallarında bilinen bir hak vardır:
25- Dilenene ve
yoksula.
26- Onlar ki hesap
gününü tasdik ederler.
27- Ve onlar ki
Rablerinin azabından korkarlar.
28- Çünkü Rablerinin azabından yana güven altında
olunmaz.
29- Onlar ki
başkalarına karşı ırzlarını korurlar.
30- Eşlerine yahut sağ ellerinin sahip
olduklarına karşı müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar.
31- Ama kim bundan
ötesini isterse, işte bunlar sınırı aşanlardır.
32- Onlar ki
emanetlerine ve ahidlerine uyarlar.
33- Onlar ki
şehadetlerini dosdoğru yerine getirirler.
34- Onlar ki
namazlarını gereği gibi kılarlar.
35- İşte bunlar,
cennetlerde ağırlanırlar.
"O kendisine
zarar erişirse, feryadı basandır. Ona hayır dokunursa cimrilik edip, infak
etmeyendir" buyrukları arasında mukabele (karşıtlık) vardır.
[10]
"Gerçekten
insan" buyruğu ile bütün insanlar kastedilmiştir. Bundan dolayı ondan
"namaz kılanlar" istisna edilmiştir.
"Cimri
(helû1)" çabucak üzülüp kederlenen, çok haris, sabrı pek az demektir.
Zemahşeri dedi ki: Mastarı olan (hela) hoşuna gitmeyen bir şey çattığında
çabucak tahammülsüzlük göstermek, hayır gelip çattığında da onu çabucak
engellemektir (Başkasını ondan yararlandırmamaktır.)
"Feryadı
basan" yani tahammül gösteremeyen. Maksat ümitsizliğe kapılan, ümidini
kesen olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü ceza, (feryat basmak) insanı
görevlerinden alıkoyan keder demektir.
"Ona hayır"
bolluk yahut mal ve zenginlik "dokunsa cimrilik edip in-fak
etmeyendir" eli sıkılıkta aşırıya giden, hiçbir şey vermeyendir. İşte bu
üç nitelik, insanın yaratılışında bulunan karakteristik özelliklerdir.
"Ancak namaz
kılanlar müstesna." Müminler müstesna demektir. Az önce geçen niteliklere
sahip kimselerden onlar müstesnadır.
"Onlar ki
namazlarına devam ederler." Namazlarına dikkat eder ve hiçbir meşguliyet
onları namazlarından alıkoymaz.
"Onlar ki
mallarında bilinen bir hak" zekât, adak gibi farz olan belirli bir pay
"vardır."
"Dilenen"
isteyen fakir "yoksul" ise dilencilik yapmayan, iffetli davranan ve
böylelikle zengin olduğu sanılarak mahrum bırakılan fakir demektir.
"Hesap gününü
tasdik ederler." Kalpleriyle, amelleriyle, amellerin karşılıklarının
görüleceği günü tasdik ettiklerini ortaya koyarlar. Bu sebeple çokça ibadet
ederler, mallarından infakta bulunurlar. Bunu da ahirette mükâfatını almak
ümidiyle yaparlar.
"Çünkü Rablerinin
azabından yana güven altında olunmaz." Azabın gelmeyeceğinden emin
olunamaz. Bu hiçbir kimsenin Allah'ın azabından -Allah'a itaatte ne kadar ileri
giderse gitsin- emin olmaması gerektiğini ortaya koyan bir ara cümlesidir.
"Onlar ki
başkalarına karşı ırzlarını korurlar." Irzlarını haramdan korurlar.
"yahut sağ ellerinin
sahip olduklarına" köleliğin olduğu dönemlerde cariyelerine karşı...
"Sınırı
aşanlar" helal sınırlarını aşarak harama düşenler yahut şer'an müsaade
edilen sınırların dışına çıkanlar.
"Emanetlerine"
din ve dünya işlerinden kendilerine emanet olarak verilen hususlara "ve
ahitlerine" ahitleştikleri ve bağlı kalmayı üstlendikleri sözleşmelerine
"uyarlar" korurlar, dikkat ederler.
"Şehadetlerini"
çeşitli olduğundan dolayı çoğul gelmiştir, "dosdoğru yerine
getirirler." Şahitliği eksiksiz yerine getirir ve onu gizlemezler.
"Namazlarını
gereği gibi kılarlar." Vakitlerinde eda ederler. Şartlarına, farzlarına,
sünnetlerine riayet ederler.
Namazın tekrarlanması
ve başta da, sonda da onların namaz kılmakla nitelendirilmeleri namazın
faziletini ortaya koymak içindir.
"Cennetlerde"
Allah'ın sevap ve mükâfatıyla "ağırlanırlar."
[11]
Kıyamet gününün
korkunç niteliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah insanların tabiatına
dikkat çekmekte, onların kötü ahlâkın esaslarını teşkil eden cimrilik,
tahammülsüzlük ve başkalarını hayırdan engellemek niteliklerine sahip
olduklarını belirtmektedir. Arkasından salih ameller işleyip, insan nefsinin
hastalıklarını tedavi etmek ve bütün insanlığa da örnek olmak için on niteliğe
sahip müminleri bunlardan istisna etmektedir.
[12]
"Gerçekten insan
cimri (helû1) olarak yaratılmıştır." Yani o kendisine zarar erişirse
feryadı basandır. "Ona hayır dokunsa cimrilik edip, infak etmeyendir."
Yani tahammülsüzlük insanın mayasında vardır. Yahut helû', aşırı tutkun ve az
sabırlı demektir. Belâya sabretmeyen, nimetlere şükretmeyen kişinin vasfıdır.
Aynı şekilde bu fakirlik, ihtiyaç, hastalık ve benzeri bir sıkıntı gelip
çattığında çokça tahammülsüzlük gösteren ya da çokça üzülüp şikâyet eden kimse
diye de açıklanmıştır. Buna zenginlik, bolluk ya da makam, mevki yahut güç,
sağlık ve benzeri nimetler verilecek olursa da kimseye bir şeyler vermez,
başkasına karşı oldukça cimrilik gösterir, eli sıkı davranır.
İmam Ahmed'in ve Ebu
Davud'un rivayetine göre Ebu Hureyre (r.a.) dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu
ki: "Bir adamdaki en kötü şey, kişiyi mal toplamaya iten cimrilik ve korku
zamanlarında kalbin alabildiğine zaaf gösterdiği korkaklıktır."
Daha sonra Yüce Allah
aşağıdaki on niteliğe sahip kimseleri istisna etmektedir:
1, 2- Namazı
kılmak ve ona devam etmek: "Ancak namaz kılanlar müstesna. Onlar ki
namazlarına devam ederler." Yani hayra iletilen ve bu hususta kendilerine
başarı verilen kimseler dışındaki insanlar yerilmeye değer niteliklere
sahiptirler. Bu müstesna kimseler namazlarını eda ederler. Vakitlerine,
farzlarına gereği gibi riayet edenler. Onlar hiçbir zaman namazlarını
terketmezler. Hiçbir iş onları namaz kılmaktan alıkoymaz. Namazın farzlarından,
sünnetlerinden birisini ihlâl etmezler. Namazın hakikatinin gerektirdiği Allah
ile irtibatlı olmak, huzur ve sükûn içerisinde Allah'ın önünde saygı ile durmak
emrini yerine getirirler. Bunlar hiçbir şekilde cimrilik, sabırsızlık,
başkalarını hayırdan mahrum etmek gibi o sıfatlara sahip değildirler. Onlar imanları
ve ruhlarındaki hak dinin yer edinmiş olması sebebiyle övülmeye değer
niteliklere ve hoşnut olunan özelliklere sahiptirler.
Bu buyruk, ibadete
devam etmenin gereğine bir delildir. Nitekim sahih hadiste Aişe (r.a.)'den
rivayete göre Rasulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah için amellerin
en çok sevileni az dahi olsa devamlı olanıdır." Bir başka lafızda:
"Ameli işleyenin devamlı işlediği ameldir." şeklindedir. Aişe (r.a.)
dedi ki: Rasulullah (s.a.) bir amelde bulundu mu onu devamlı işlerdi yahutta
üzerine sebatla devam ederdi.
Bu durumda ayet ile
namazı vakitlerinde devamlı kılanlar kastedilmektedir. Namazın durumunu
önemsemek ise namazdan önce birtakım hususları yerine getirmeye dikkat etmekle
gerçekleşir. Abdest, avretin örtülmesi, kıbleye yönelmek ve diğer hususlar.
Vaktin girmesiyle birlikte kalbin namazla meşgul olması namaz ile birlikte
dikkat edilmesi gereken huşu, riyakârlıktan sakınmak gibi hususlarla
nafileleri ve tamamlayıcı diğer amelleri yapmak suretiyle ortaya çıkar. Ayrıca
boş işlerden sakınmak, itaate aykırı hususlardan uzak durmak gibi namaz ile
ilgisi olan hususların gözönünde bulundurulması da bunu gerçekleştiren hususlar
arasındadır. Çünkü namaz hayasızlıktan ve münkerden alıkoyar. Namazdan sonra
ma-siyetin işlenmesi o namazın kabul olunmadığının delilidir.
3- Zekâtı ve
diğer malî görevleri yerine getirmek: "Onlar ki mallarında bilinen bir
hak vardır: Dilenene ve yoksula." Onların mallarında ihtiyaç sahipleri
için ayrılmış belirli bir pay vardır. İster dilensinler, ister iffetli
davransınlar. Bu farz zekâtları ve insanın kendisini yükümlü tuttuğu adak yahut
sürekli (cari) bir sadaka ya da sürekli bir yardım (vakıf) gibi bütün hususları
kapsar. İşte bu da ruhu eğiten, ahlâkî hedefi ve üstün dinî amacı bulunan
ibadetlerin farz oluşundan sonra, toplumsal hedefleri bulunan malî ibadetin
farz oluşunun delilidir. Buna göre haktan maksat farz olan zekâttır. Bunun
delili de "bilinen" olmakla nitelendirilmesi ve namazın devamı ile
birlikte söz konusu edilmiş olmasıdır. Zekâtın dışındaki infaklar hakkında
olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu mendupluk ve müstehap-lık ifade eder.
4- Amellerin
karşılıklarının verileceği günü tasdik etmek: "Ve onlar ki hesap gününü
tasdik ederler." Yani onlar kıyamet gününe yahut ölümden sonra dirilişe,
hesaba ve cezaya (amellerin karşılıklarının görüleceğine) kesinlikle
inanırlar. Bugünün geleceğinde hiç şüphe etmezler, onu inkâr etmezler. Bu
sebeple onlar sevap ve mükâfatı ümit eden, cezalandırılmaktan korkan kimselerin
ruh hali ile amel ederler. Bu da amelin itikadı, sözü ve fiili tashihe iten bir
amacının bulunduğunun bir delilidir.
5- Allah'ın
azabından korkmak: "Ve onlar ki Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü
Rablerinin azabından yana güven altında olunmaz." Yani onlar farzları
terkedip, yasakları işleyecek olurlarsa Allah'ın azabından korkarlar,
çekinirler. Çünkü azap kesinlikle gerçekleşecektir. Herhangi bir kimsenin o
azaptan yana kendini güvenlikte hissetmemesi gerekir. Herkesin o azabtan
korkması icab eder.
Bu ayetin bir benzeri
de şu buyruklardır: "Gerçek müminler ancak o kimselerdir ki, Allah
anıldığı zaman kalpleri titrer." (Enfâl, 8/2); "Verdiklerini
verirlerken Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri ürperenler..."
(Müminûn, 23/60)
İşte bu azaptan
korkmanın kişiyi itaate götüren, masiyetten de alıkoyan bir etken olduğunun ve
kimsenin Allah'ın azabından -ileri derecede itaatkâr birisi dahi olsa-
kendisini güvenlik altında görmemesi gerektiğinin delilidir.
6- İffetli
davranmak ve hayasızlıklardan uzak durmak: "Onlar ki başkalarına karşı
ırzlarını korurlar, eşlerine yahut sağ ellerinin sahip olduklarına karşı
müstesna. Çünkü onlar kınanmazlar. Ama kim bundan ötesini isterse işte bunlar
sınırı aşanlardır." Mahrem yerlerini haramdan alıkoyup Yüce Allah'ın izin
vermediği hallerden onları alıkoyan kimselerdir. Allah'ın izin verdikleri ise
eş ve cariyeler demek olan sağ ellerin sahip olduklarıdır. Bunlardan meşru olan
bir yolla yararlanmakta kınanacak bir taraf yoktur. Kim bundan başka bir
arayışa geçecek olursa o haddi aşmış, kendilerini de, ümmetlerini de zarara
sokan taşkın kimselerdirler.
Bu da evlilik ve
-dünyada köleliğin mevcut olduğu dönemlerde- cariyelerle yararlanmanın
dışındaki bütün yolların haram olduğunun delilidir.
7, 8-
Emanetleri eksiksiz yerine getirmek ve ahidlere bağlı kalmak: "Onlar ki
emanetlerine ve ahidlerine uyarlar." Yani onlar kendilerine verilen
emanetleri sahiplerine tastamam geri verirler. Antlaşmalarını da eksiksiz
yerine getirirler. Kendi adlarına bağlandıkları antlaşmalarından hiçbir şeyi
ihlâl edip bozmazlar. Onlara bir şey emanet edilecek olursa hainlik etmezler.
Ahidleştiklerinde de sözlerinde durmamazlık etmezler.
İşte bunlar müminlerin
nitelikleridir. Bunların zıttı ise münafıkların nitelikleridir. Nitekim sahih
hadiste şöyle buyurulmuştur: "Münafığın alâmeti üçtür: Konuştuğunda yalan
söyler, söz verirse sözünde durmaz, ona bir şey emanet edilirse hainlik
eder." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Konuşursa yalan
söyler, antlaşırsa ahdini bozar, tartışırsa haddi aşar."
9- Şahitliği
hak ve gerçek ile eksiksiz yerine getirmek: "Onlar ki şeha-detlerini
dosdoğru yerine getirirler." Hakimlerin huzurunda hak ile şahitlik
ederler. Eksiksiz ve fazlasız olarak onu yerine getirirler. Yakın ya da uzak, üstün
ya da aşağı konumdaki hiçbir kimseye iyi davranmaya kalkışmazlar, şahitliği
gizlemez ve onu değişikliğe uğratmazlar.
10- Namaza
gereken dikkati göstermek: "Onlar ki namazlarını gereği gibi
kılarlar." Namazların vakitlerine, rükünlerine, farzlarına, müstehaplarına
dikkat ederler. Bunların hiçbirisini ihlâl etmezler. Başka şeylerle uğraşıp
namazı unutmazlar. Namazdan sonra da namazla çelişen yahut onunla bağdaşmayan
bir iş yapmazlar. Çünkü o takdirde namazın sevabı gider, ecri boşa çıkar. Bu
sebepten onlar namazlarına gayret ve şevkle başlar, namazı kılarken dünyevi
meşgaleleri kalplerinden uzaklaştırırlar, okudukları Kur'an'ı yahutta
tekrarladıkları zikirleri düşünür, kalpleri ile Allah'ın huzurunda durur,
Kur'an ayetlerini anlayarak okurlar.
"İşte onlar
cennetlerde ağırlanırlar." Yani sözü geçen bu sıfatlara sahip kimseler
ebedilik cennetlerinde kalacak, türlü lütuflarla, çeşitli lezzet ve sevinçlerle
ikrama mazhar olacaklardır. Nitekim Bezzar'ın ve Evsat'ta Ta-berani'nin Ebu
Said'den rivayet ettikleri hadiste şöyle buyurulduğu nakledilmektedir: "Cennette
hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir insanın hatırına
gelmeyen şeyler vardır."
[13]
Ayet-i kerimelerden
aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1- İnsan
temeli hırs ve tahammülsüzlük olan bir karaktere sahip olarak yaratılmıştır.
Bunların toparlayıcı adı ve niteliği de "helû' olmak"dır. Sözlükte bu
lafız aşırı hırs, en kötü ve en çirkin tahammülsüzlük demektir. Herhangi bir
hayra da, şerre de sabırla direnemeyip her iki halde de yapmaması gereken
şeyleri yapan demektir. Böyle birisine hayır isabet ederse şükretmez, darlık ve
sıkıntı isabet ederse sabretmez.
2- Namaz
kılan müminlerin ise sözü geçen bu hali ortaya çıkartan kötü niteliklerden
uzak olmaları, onların bir özelliğidir. Çünkü onların eksiksiz ve sahih
namazları onlarda üstün bir ahlâkı besler, onları kötü niteliklerden alıkoyar.
Bu bakımdan onlar farz
namazı sahih bir şekilde dinen öngörülen vakitlerinde eda ettikleri gibi;
kesintisiz ve herhangi bir namazı kaçırmadan sürekli kılarlar. Farz olan zekâtı
da fakirlere ve yoksullara eksiksiz öderler. Kıyamet günü demek olan ceza
(karşılık) gününe iman ederler. Rablerinin azabından korkarlar. Çünkü o
kimsenin kendisini ondan yana güven altında duyamacağı çetin bir azaptır. Hatta
herkesin o azaptan korkması ve ondan çekinmesi gerekir.
Müminler aynı şekilde
zinadan ya da hayasızlıklardan mahrem yerlerini korurlar. Kadınlardan ancak
sadece bu iki yolla yararlanırlar. Bunlar da evlilik ~ve cariye edinmek
yoludur. Kim bunun dışında bir arayışa girecek olursa, o Yüce Allah'ın
sınırlarını çiğneyen, haddi aşanlardan olur.
Emanetlere de gereken
dikkati gösterirler. Söz ve antlaşmalarını eksiksiz yerine getirirler.
Hakimlerin huzurunda şahitliği -şahitlikleri yakın ya da uzak bir kimse
hakkında olsun farketmeksizin- hak ile ve doğru olarak yerine getirirler, onu
gizlemez ve değiştirmezler.
Dinin tespit ettiği
şekliyle namaza dikkat ederler. Abdest almak, rükû ve sücudunu eksiksiz yapmak,
huzur, sükûn ve huşu içinde kılmak, namaza başlamadan önce ya da namaz
sırasında namazdan uzaklaştıracak herhangi bir işle meşgul olmazlar. Namazı
bitirdikten sonra da herhangi bir masiyet işlemekten de uzak kalırlar.
Sözü geçen bu
niteliklere sahip kimselerin mükâfatı ve Allah'ın onlara vaadi cennete kavuşmak
ve orada türlü lütuf ve ihsanlara mazhar olmaktır.
[14]
36- Bu kâfirlere ne
oluyor ki; sana doğru hızlıca geliyorlar;
37- Sağdan ve soldan bölük bölük etrafını
sarıyorlar.
38- Acaba onların her biri Naim cennetine
koyulmayı mı ümit eder?
39~ Havır' gerçekten
bizler onları bildikleri o şeyden yarattık.
40- Hayır, doğuların ve batıların Rabbine yemin
ederim ki mutlaka biz güç yetirenleriz.
41- Onların yerine
onlardan hayırlı olanları getirmeye. Ve biz önüne
42- Artık kendilerine vaad olunan günle"
üe karşılaşıncaya kadar bırak onlar; dalsınlar, oynasınlar.
43- O gün onlar sanki dikilmiş putlara süratle
gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca çıkarlar.
44- Gözleri horlukla
aşağıda, kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu, onlara vaad
edilegelen gündür.
"Acaba onların
herbiri... mı ümit eder" sorusu azar maksadı taşıyan inkâri bir
istifhamdır.
"Hayır, gerçekten
bizler onları bildikleri o şeyden yarattık." buyruğunda meniden kinayeli
olarak söz edilmiştir. Aynı zamanda kullanılan ifadeler oldukça nezih ve
hatırlatma pek güzeldir.
"Sanki dikilmiş
putlara süratle gidiyorlarmış gibi" buyruğunda teşbih vardır. Bu teşbih
ile onlar küçümsenmekte, akıllarının kıtlığına işaret edilmekte, Allah'tan
başkasına ibadet ettikleri için de cahil olduklarına değinilmektedir.
[15]
"Acba onların her
biri Naim cennetine konulmayı mı ümit eder?" Bu onların eğer Muhammed'in
söylediği doğru ise bizler cennette dünyada olduğu gibi onlara göre daha büyük
bir pay sahibi olacağız, şeklindeki sözlerini reddetmek içindir.
"Hayır"
buyruğu ile de cenneti ümit etmelerinden vazgeçmeleri istenmektedir.
"Gerçekten bizler
onları bildikleri o şeyden yarattık." Bizler onları da, başkalarını da
değersiz nutfelerden yarattık. Her kim iman ile itaat ile nefsini kemale
erdirmez, meleklerin ahlakıyla ahlâklanmaz ise cennete girmeye ehil
olmayacaktır.
"Hayır"
güneşin, ayın ve diğer gezegenlerin "doğuların ve batıların Rabbine yemin
ederim ki; mutlaka güç yetirenleriz; onların yerine onlardan hayırlı olanları
getirmeye." Yani biz onları helak etmeye ve onların yerine onlardan daha
iyilerini ya da onlar gibilerini getirmeye gücümüz yeter.
"Önüne
geçilecekler değiliz." Bundan aciz değiliz yahut bu hususta kimse bizi
mağlup edemez.
"Artık
kendilerine vaad olunan" azap "günleri ile karşılaşıncaya kadar
bırak" terket "onları" batıl sözlerinde "dalsınlar"
dünyalanyla "oynasınlar."
"O gün onlar
sanki dikilmiş putlara" sancak ya da bayrak gibi dikilen herşeye
"nasab" denilir. Burada da kasıt tapınmak üzere dikilen şeylerdir.
"süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden" mahşere doğru
"hızlıca çıkarlar. Yüzleri korlukla" ümitsiz ve zelil olarak
"aşağıda kendilerini de bir zillet sarmış" bürümüş "olacaktır.
İşte bu onlara vaad edilegelen gündür." Kıyamet günüdür.
[16]
"Naim cennetine
koyulmayı mı ümit eder" ayetiyle (38. ayet) ilgili olarak müfessirler
şöyle demektedirler: Müşrikler Peygamber (s.a.) etrafında toplanır, onun
sözlerini dinler fakat söylediklerinden yararlanmazlardı. Hatta onu yalanlıyor,
alay ediyor ve şöyle diyorlardı: Andolsun eğer bunlar cennete girecek olurlarsa
şüphesiz biz de onlardan önce cennete gireceğiz ve orada bize verilecekler,
onlara verileceklerden daha fazla olacaktır. Bunun üzerine Yüce Allah şu:
"Acaba onların herbiri Naim cennetine koyulmayı mı ümit eder?"
ayetini indirdi.[17]
Yüce Allah sözü geçen
o niteliğe sahip olan kimselere cennetleri ve kendilerine ikramda
bulunulacağını vaad ettikten sonra, dünya ve ahirette kâfirlerin durumlarını
söz konusu etmektedir. Dünyada onlar küfre hızlıca koşarlar. Bu sebeple Yüce
Allah onları yok edilmek ve helak olmakla tehdit etmiş, rasulüne de kıyamet
gününe kadar onlardan yüz çevirmesini emir buyurmuştur. Ahirette ise onlar
kabirlerinden çıkacaklar, batıl putlarına ve mabutlarına hızlıca koşacaklardır.
Gözleri zilletle bakacak ve zillet onları dört bir yandan kuşatacaktır. Buna
sebep ise kıyamet gününü yalanlamalarıdır.
[18]
"Bu kâfirlere ne
oluyor ki, sana doğru hızlıca geliyorlar. Sağdan ve soldan; bölük bölük
etrafını sarıyorlar." Yani ey peygamber, ne oluyor bu kâfirlere? Niçin
küfre, yalanlamaya, seninle alay etmeye hızlıca yöneliyorlar? Onların Peygamber
(s.a.)'in sağında, solunda dağınık topluluklar, çeşitli fırkalar ve gruplar
halinde ondan kaçışıp ayrılarak gittikleri görülüyor. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ne oluyor onlara ki, öğütten yüz çeviricidirler. Onlar
sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." (Müddessir, 74/49-51)
"Bölük
bölük" lafzının boyunlarını uzatmış ve sürekli sana bakmaktadırlar,
anlamında olduğu da söylenmiştir.
Daha sonra Yüce Allah
onların cenneti temenni edişlerinin yersizliğini söz konusu ederek cennetlere
girmekten ümitlerini kesilmeleri için şöyle buyurmaktadır:
"Acaba onların
herbiri Naim cennetine koyulmayı mı ümit eder?" Bu müşrikler bu şekilde
küfür içinde iken yalanlıyorlar ve Rasulullah (s.a.)'dan kaçıp, haktan
uzaklaşmakta iken Naim cennetlerine girmeyi mi ümit ediyorlar? Asla, aksine
onların varacakları yer cehennemdir.
Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, gerçekten
bizler onları bildikleri o şeyden yarattık." Yani onların asla cennete
girme ümitleri yoktur. Biz onları oldukça güçsüz bir meniden yarattık. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık
mı?" (Mürselat, 77/20) Bu buyruk, ölümden sonra dirilişin ve onların
gerçekleşmesini inkâr ettikleri, varlığını uzak bir ihtimal olarak kabul
ettikleri azabın meydana geleceğinin açık bir ifadesidir. Buna delil de onların
da kabul ettikleri ilk yaratma bir yana baştan yaratmadır. O halde insanların
değerlendirmelerine göre tekrar yaratmak, birincisinden daha kolay olacaktır.
Yüce Allah'a göre ise ilk yaratmak ile tekrar yaratmak aynı şeylerdir. Ayrıca
onlar zayıf ve güçsüz bir şeyden yaratıldıklarına göre, kendileri de
zayıftırlar, onların bu şekilde büyüklenmemeleri gerekir.
Ahmed, İbni Mace ve
İbni Sad'in rivayetine göre Rasulullah (s.a.): "Bu kâfirlere ne oluyor ki
sana doğru hızlıca geliyorlar..." buyruğundan itibaren: "Hayır,
gerçekten biz onları bildikleri o şeyden yarattık." buyruğuna kadar okudu.
Daha sonra Rasulullah (s.a.) avucuna tükürdü ve onun üzerine parmağını koyup
şöyle dedi: "Allah buyuruyor ki: Ey Ademoğlu, ben seni bunun gibi bir
şeyden yaratmışken, sen beni nasıl aciz bırakabilirsin? Nihayet seni,
organlarını yerli yerine yerleştirdim, seni dimdik ayakta duracak hale
getirdim. İki elbisene bürünüp yürüdün. Yerde ses çıkardın, mal topladın, onu
başkalarına vermeyip alıkoydun. Nihayet canın boğaza gelip dayanacağı vakit
sadaka verme zamanı geldi(ğini hatırlardın)."
Daha sonra Yüce Allah,
iman etsinler diye küfrü sürdürmeleri halinde helak edilmekle korkutup
yerlerine başkalarını yaratmakla tehdit ederek buyurdu ki:
"Hayır, doğuların
ve batıların Rabbine yemin ederim ki mutlaka biz güç yetirenleriz; onların
yerine onlardan hayırlı olanı getirmeye ve biz önüne geçilecekler
değiliz." Yüce Allah güneşin, ayın ve gezegenlerin sene boyunca her gün
doğup battıkları yerlere yemin ederek, biz bunlardan daha iyi, isyankârlık
edenlerden daha çok Allah'a itaat eden kimseleri yaratmaya ve bunları da helak
etmeye kadiriz diye buyurdu. Biz bunu dileyecek olursak hiçbir şey bizi aciz
bırakamaz ve kimse bizi yenik düşüremez. Aksine biz dilediğimizi yapabiliriz.
Fakat irademiz ve hikmetimiz onları cezalandırmayı ertelemeyi gerektirmiştir.
Bu da Yüce Allah'ın
var etmeye de, yok etmeye de -yemin ile pekiştirilmiş olarak- kudretinin
kemalinin delilidir. Mümkin (Allah tarafından yaratılmış) varlıklardan hiçbir
şeyin Onu aciz bırakamayacağını ortaya koymaktadır. Aynı zamanda bu ifadeler
onların ciddiye alınmadıklarını ortaya koymakta, sözlerinde çelişki
bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Çünkü onlar hem ölümden sonra dirilişi inkâr
ediyorlar, hem de cennete girmeyi ümit ediyorlar. Yüce Allah'ın gökleri, yeri
ve bildikleri şeyden de kendilerini yarattığını da itiraf ediyorlar. Fakat
diğer taraftan onun kendilerini ikinci bir defa yaratabileceğine de iman
etmiyorlar.
Daha sonra Yüce Allah,
Rasulüne ölümden sonra diriliş gününe kadar onlardan yüz çevirmesini emir
buyurarak onlara olan tehdidini daha ileriye götürmekte ve şöyle
buyurmaktadır:
"Artık
kendilerine vaad olunan günleri ile karşılaşıncaya kadar bırak onları;
dalsınlar, oyalansınlar." Ey Muhammedi Bırak onları da batıl sözlerini
söyleyip dursunlar. Dünya hayatlarında oynayıp oyalansınlar. İnatla-şarak,
yalanlamalarım, küfürlerini, ölümden sonra dirilişi inkârlarını sürdürsünler.
Kıyamet gününe ve o gündeki dehşetli halleri görene, onun azabını tadarak
amellerinin karşılıklarını görecekleri güne kadar bu hallerini sürdürüp
gitsinler.
O gündeki hallerinden
bazıları:
"O gün onlar
sanki dikilmiş putlara süratle gidiyorlarmış gibi kabirlerinden hızlıca
çıkarlar." Şanı yüce ve mübarek olan Rabbinizin, hesaba çekilmek üzere
durulacak yere gelinmesi için yapacağı çağrı ile kabirlerden ' hızlıca ve
birbirleriyle yarışırcasına kalkıp gidecekleri günü hatırla! Onların, hesabın
görüleceği yere hızlıca gidişleri dünyada iken dikilmiş bir bayrak yahut bir
sancağa hızlıca koşuşmalarını andıracaktır. Burada "dikilmiş şe/'den
kasıt, dikilip de Allah'tan başka ibadet olunan herbir şeydir.
"Gözleri korlukla
aşağıda, kendilerini de bir zillet sarmış olacaktır. İşte bu onlara vaad
edilegelen gündür." Gözleri zilletle ve üzülerek bakacaktır. Aşırı zillet
onları bürüyecektir. Bunun sebebi ise karşılarında duran azabın dehşeti ve
dünya hayatında itaate karşı büyüklenmenin karşılığı ve cezasıdır. Pek büyük
dehşetler ihtiva eden o gün Yüce Allah'ın karşı karşıya gelmekle onları tehdit
edip uyardığı, kendilerinin ise yalanladıkları gündür. Keşke o güne iman
etselerdi de azabtan kurtulsalardı.
Olacak hadiselerden
mazi (geçmiş) zaman kipiyle söz edilmesi, Allah'ın vaadettiği şeyin kaçınılmaz
olarak gerçekleşeceğinden dolayıdır.
[19]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Yüce
Allah kâfirlerin, Peygamber (s.a.)'in etrafında küfre hızlıca koşuşmalarını,
risaletini yalanlayıp onunla alay edişlerini reddetmektedir. Onlar ne diye ona
hızlıca gidiyor, etrafında oturuyor, sağında solunda halkalar yaptıklarını,
küçük küçük gruplar halinde oturduklarını gördüğümüz halde; emirlerinin
gereğini yerine getirmiyorlardı.
2- Daha
sonra Yüce Allah onların söz ve konumlarındaki çelişkilerini reddetmektedir.
Onlar bir taraftan Peygamber (s.a.)'ın risaletini yalanlayıp, ashabı ile alay
ediyorlar, ölümden sonra dirilişi inkâr ediyorlar, arkasından eğer bunlar
cennete girecek olurlarsa şüphesiz biz onlardan önce cennete gireriz. Eğer
onlara cennetten bir şeyler verilecek olursa, şüphesiz bize onlara verilenden
fazlası verilecektir diyorlar. Yüce Allah onların bu iddialarını: "Acaba
onların herbiri Naim cennetine koyulmayı mı ümit eder?" diye
reddetmektedir. Yani onlar ölümden sonra dirilişi inkâr ettiklerine göre nasıl
olur da cenneti girmeyi ümit edebilirler.
3- Yüce
Allah cennete girmekten yana onların ümitlerini kesmekte, onların asla cennete
girmeyeceklerini haber vermektedir. Çünkü onlar büyüklük taslayanlardır. Onlar
kendilerinin bir nutfeden sonra sülük gibi yapışan bir kan parçasından, sonra
da bir çiğnem etten -tıpkı diğer Ademo-ğulları gibi- yaratıldıklarını
biliyorlar. Böyle bir büyükleniş onlara yakışmaz. Onların cennete girmelerini
gerektirecek bir üstünlükleri yoktur. Cennet ancak iman, salih amel ve Yüce
Allah'ın rahmeti ile hakedilebilir.
Rivayet edildiğine
göre Mutarrif b. Abdullah b. Şıkhîr, Mühelleb b. Ebi Sufra'nın ipekli elbiseler
içerisinde büyüklenerek yürümekte olduğunu gördü. Ona: Ey Allah'ın kulu, dedi.
Allah'ın nefret ettiği bu yürüyüş de ne oluyor? Mühelleb ona: Beni tanıyor
musun? diye sordu. Ona şu cevabı verdi: Evet, senin ilk halin bozuk bir nutfe,
akıbetin pis bir leş olacaktır. Bu iki hal arasında da karnında pislik
taşıyorsun. Mühelleb o yürüyüşünü bırakarak yoluna devam etti.
4- Yüce
Allah ölümden sonra dirilişi ispat etmek ve dirilişi inkâr eden müşrikleri
reddetmek için güneşin doğuş ve batış yerlerine onları helak etmeye, onları
yok etmeye ve fazilet, itaat ve mallarını feda edip harcamakta onlardan daha
hayırlılarını getirmeye kadir olduğunu belirtmektedir. Hiçbir şey ona karşı
gelemez, istediği hiçbir şeyi yerine getirmekten aciz bırakılamaz. Başkalarını
yerlerine getirmek sözkonusu olmadı, fakat Yüce Allah iman etmeleri için
onları bu şekilde tehdit etti.
5- Yüce
Allah müşrikleri kıyamet azabı ile tehdit ederken peygamberine de batıllarına
dalmaları ve dünyalarında oynayıp durmaları için onlara ilişmemesini emir
buyurdu. Bu da bir tehdit şeklidir. Peygamberine de kendisine emrolunanla uğraşmasını,
onların şirklerini önemsememesini emir buyurdu. Çünkü onların tehdit
olundukları şeyler ile karşı karşıya gelecekleri bir günleri vardır.
6- Yüce
Allah ölümden sonra diriliş günü müşriklerin durumlarını şöylece
nitelendirmektedir: Onlar çağırıcınm çağırışına uymak üzere son çağrıyı
işittiklerinde kabirlerinden hızlıca çıkacaklardır. Tıpkı onlar dünyada iken
Allah'tan başkasına ibadet edilmek üzere dikilen putlarına yarışırcasına
hızlıca koşup gittikleri gibi.
Yine onları
nitelendirirken gözlerinin zilletle ve yere bakacaklarını, bekledikleri
Allah'ın azabının korkusu ile yukarı kaldıramayacaklarını, zillet ve
aşağılığın kendilerini bürüyeceğini belirtmektedir.
7- O gün
kıyamet günüdür. Kâfirler o günde, o halde bulunacaklardır. Dünyada iken bugünde
kendilerinin azap ile karşılaşacakları belirtilerek tehdit ediliyorlardı.
Allah'ın vaadi ise kaçınılmaz olarak gelir ve gerçekleşir.
[20]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/106.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/106.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/106-107.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/108-109.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/109-110.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/110-111.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/111-114.
[8] Kurtubî, XVIII/282 vd.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/114-115.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/116.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/117-118.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/118.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/118-121.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/121-122.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/123.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/124.
[17] Vahidi, Esbâbu'l-Nüzul, s. 250.
Vehbe Zuhayli,
et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/124.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/124-125.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/125-127.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/127-128.