Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Nûh Kıssasının Bir Başka Özeti
Uyarı Ve İrşadın Sonuç Vermemesi
Nûh (A.S.) ın Uyguladığı Metodun Ana Hatları:
Akla Işık Tutan Belgeler De Yarar Sağlamadı
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir.
Sûrenin birinci âyetinde
Nûh Peygamber'in (A.S.) kıssasından söz edildiğinden, bu kadri yüce
peygamberin adı aynı zamanda sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı
: 28
Kelime »
: 221
Harf » :
750 [1]
1-Nûh
Peygamber'in (A.S.) kavmini imâna davet ettiği konu ediliyor.
2-Nûh
Kavmi'nin günahları bırakmaları için kendilerine yapılan tavsiyelere yer
veriliyor.
3-Nûh
Kavminin isyan ve günahlarını artırdıkça,
Cenâb-ı
Hakk'ın onların mal ve evlâdını çoğalttığına
değinilerek konu üzerinde iyioe düşünmemiz ilham
ediliyor.
4-İlâhî
kudretin yüceliğine delâlet eden göklerin ve yerin; ırmak ve dağların
yaratılışına parmak basılarak bunların birer belge olduğu belirtiliyor.
5-İnsanın,
yeryüzünde yeşerip çıkan bitkiler misâli yaratıldığına dikkat çekilerek konu
üzerinde iyice düşünmemiz isteniliyor.
6-Nûh
Kavmi'nin küfür ve azgınlığından ve buna karşılık hem dünyada, hem de âhirette verilecek cezanın şiddetinden söz edilerek, yaşamakta
olan kâfirler uyarılıyor.
1-Şüphesiz
ki biz, Nuh'u kendi milletine peygamber olarak gönderdik de, «elem verici bir
azap gelmeden önce onları uyar» (dedik).
2-O da: «Ey
milletim! dedi. Hakikaten ben size gönderilen acık bir uyarıcıyım.
3-4-Allah'a
kulluk edin; O'ndan korkup (inkâr ve azgınlıktan) sakının ve bana itaat edin
ki, Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi belirlenmiş bir vakte kadar
da geciktirsin. Şüphesiz ki Allah'ın belirlediği va-_
kit gelince artık o geriye bırakılmaz. Keşke bunu bir
bilseniz!.»
«Şüphesiz ki biz,Nuh'u
kendi milletine peygamber olarak
gönderdik de, «elem verici bir azap gelmeden önce onları uyar» (dedik).» -
Nûh Peygamber (A.S.),
resullerin ilkidir. O bakımdan kadri yüce bir peygamber olarak tarihe
geçmiştir. Yaşadığı tarih kesin bilinmemekle beraber böyle bir peygamberin
gelip geçtiği kesindir. Zira başta Kur'ân-ı Kerîm olmak üzere semavî kitapların hepsi Ondan
ve meydana gelen tufandan söz etmişlerdir. Hadîslerde de.bu peygambere yer verilerek
her türlü şüphenin anlamsız olduğu ortaya konulmuştur.
Bilindiği gibi-Kur'ân'da tarih üzerinde değil, olaylar üzerinde durulur;
önemli, ibretli ve öğüt alınacak safhalar anlatılarak yönlendirme cihetine
gidilir ve öylece araştırıcılara ip ucu verilir. Olayın hangi tarihte meydana
geldiği ise tarihçilere bırakılır.
Nûh Kavmi iyice
putperestliğe sarılıp tek ilâh .inancını kaybetmekle kalmamış, ahlâksızlığa ve
zulme de pas verip azgınlığı alkışlar düzeye gelmişti.
Cenâb-ı Hak, Asya'nın Mezopotamya dahif
önemli bir kesiminde bulunan o milleti uyarıp doğru yola davet etsin diye
Nuh'u (A.S.) peygamber olarak görevlendirdi.
Nûh (A.S.)m kavmine
ilk sözü şu oidu :
«Ey milletim!
Hakikaten ben size gönderilen açık bir uyarıcıyım. Allah'a kulluk edin; O'ndan
korkup (İnkâr ve azgınlıktan) sakının ve bana itaat edin..»
Böylece Nûh Peygamber
(A.S.) önce kendisinin uyarıcı bir elçi olduğunu ilân etti. Arkasından kavmini
Allah'ı bilip O'na ibâdete çağırdı ve ancak Allah'ın korkulmaya lâyık bir ilâh
olduğunu hatırlatarak bu hususta hiçbir ücret, karşılık ve teşekkür
beklemediğini; o bakımdan gerçek saadet istiyorlarsa mutlaka kendisine
uymalarını açıkladı.
Mükâfat olarak da Cenâb-ı Hakk'ın onların geçmiş
günahlarını bağışlayacağını ve imân doğrultusunda yürüdükleri takdirde
ömürlerinin, sahnede kalma sürelerinin ilâhî ilimle belirlendiği süreye kadar
uzatılacağını va'-detti.
Küfür ve tuğyanlarında ısrar ederlerse, ona göre bir ecelin takdir edileceğini,
artık onun değişmesinin söz konusu olamıyacağını ve o
sebeple vakti saati gelince o ecelin mutlaka gerçekleşeceğini haber verdi. Nûh
Peygamber (A.S.) bunları söyledikten sonra «Bu hakikatleri keşke bir bilseniz!»
diyerek onların iyice düşünüp anlamaya çalışmalarını telkinde bulundu.
Şüphesiz Kur'ân-ı Kerîm'de Nûh kıssasıyla ilgili verilen bu
bilgiler. Onun tebliğ ve irşadının, mücadele ve uyarısının kısa bir özetidir.
Çünkü kavmi arasında 950 yıl yaşayan ve asırlarca oniarla
mücadelede bulunan bu peygamberin başından geçen olaylar ciltlere sığmayacak
kadar geniştir.
Uzun süre ilâhî
emirleri teblîğ edip olumlu sonuç alamayınca, durumu Cenâb-ı
Hakk'ın takdîr ve hükmüne bırakarak onlardan ümidini
kesmek zorunda kalmıştır. Sonuç ise, malûm : Büyük tufan kâfirlerin kökünü kazımış
ve o bölgeyi onlardan temizlemiştir.
«Ve sizi belirlenmiş
bir vakte kadar geciktirsin. Şüphesiz ki Allah'ın belirlediği vakit gelince
artık o geriye bırakılmaz. Keşke bunu bir bilseniz.»
Ecel: Bit şey için
belirlenen süredir. Bu manayla insan için belirlenen ömre, «ecel» denilmiştir.
«Falanın eceli yaklaşmıştır» demekten, ona ayrılan ömür süresi bitmek üzeredir
mânası anlaşılır.
Fertler gibi,
milletlerin de eceli vardır. İbn Abbas'a
(R.A.) göre: Dördüncü âyetin son kısmındaki «Allah'ın belirlediği vakit
gelince artık o geriye bırakılmaz» cümlesinden, milletler için iki ayrı ecelin
takdir edildiği anlaşılıyor. Çünkü az yukarıda imân ettikleri takdirde kavim ve
millet olarak ecellerinin belirlenmiş bir vakte kadar geciktirileceği va'dedilmiştir. Bundan, şu hüküm ortaya çıkıyor:
a) İmân edip iyi, yararlı insanlar olurlarsa,
millet olarak ömürleri, yani sahnede kalış süreleri uzatılacak; inkâr ve
ahlâksızlıkta ısrar ederlerse, ona göre takdîr edilen süre sonunda silinip
gitmeye mahkûm olacaklardır.
b) Mukatil'e göre: Ecel birdir. Âyetteki geciktirilmeden
maksat, huzur, güven, afiyet içinde ömürlerini tamamlama imkânı bulmalarıdır.
O halde imân ederlerse başlarına gelecek birçok felâketlerden kurtulacaklar.
c) Zeccac'a göre: İmân
ederlerse, inecek olan azap indirilmeyecek ve onlar böylece azaptan uzak
tutulacaklar. Ölümleri azap ve felâketle değil, mutad
ecelle noktalanacaktır.
Zeccac'ın bu yorumu ağırlık kazanmıştır. Zira bir millet
hakkında -inkâr ve azgınlıkta ısrar ettikleri takdirde- takdîr edilen azabın
inme vakti gelince, artık onun geri çevrilmesi söz konusu olamaz. Sünnetullah hep bu doğrultuda cereyan etmiş; ancak Yunus
Peygamber'in kavmi bu genellemenin dışında kalıp bir istisna teşkil etmiştir.
İbn Abbas'ın (R.A.) yorumuna
göre, Nûh .Cavmi hangi şıkkı seçerse ona göre takdîr
edilen ecele kadar yaşama şonsları vardı. Vakti saati
gelince onu geciktirmek mümkün değildir.
Yukarıdaki âyetlerle,
Nûh (A.S.)ın kendi kavmini uyarması konu edildi ve
milletlerin de belirlenmiş eceli bulunduğuna değinilerek Nûh Kavminin takdîr
edilen ecelle tarih sahnesinden silindiği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Nûh (A.S.)ın kendi kavmini Cenâb-ı
Hakk'a ibâdet ve taâte
davet ederken kullandığı metod üzerinde duruluyor ve
aydınlatıcı bilgiler veriliyor.
5-6-Nûh dedi
ki: «RabbımTŞüphesiz ki ben, milletimi gece-gündüz
(uyarıp sana, senin dinine) davet ettim; ama benim bu davetim ancak onların
(nefretine sebep olup) kaçmalarını arttırdı.
7-Hakikat
ben, onları bağışlaman için ne kadar davet ettimse, parmaklarını kulaklarına tıkadıkır, elbiselerine örtünüp duymazlıktan geldiler;
(inkârda) ısrar edip büyüklük tasladıkça tasladılar.
8-Sonra
gerçekten ben onları açıkça (hakka, doğru yola) çağırdım,
9-Sonra yine
ben, açıktan duyuruda bulundum ve gizli gizli görüşmeler
de yaptım;
10-Rabbınızdan bağışlanma dileyin, çünkü mutlaka O, çok
bağışlayandır, dedim.
11-Gökten
üzerinize faydalı yağmur gönderir.
12-Sizi,
mallar ve oğullarla destekleyip güçlendirir. Size Cennet misâli bahçeler verir
ve ırmaklar akıtır.
13-Size ne
oluyor ki, Allah'a büyüklük ve ululuğu, ta'zîm ve
saygıyı yakıştıramıyorsunuz!?. O'ndan vakar ve şeref ummuyorsunuz?!.
14-Halbuki
O, sizi kademeli tavırlardan geçirip yaratmıştır.
15-Allah'tan
tıpatıp uyum hafinde yedi göğü nasıl yarattığını görmez misiniz?.
16-Orada
Ay'ı bir ışık, Güneş'i ise bir kandil yapmıştır.
17-Allah
sizi yerden bir bitki (gibi) bitirmiştir.
18-Sonra
sizi oraya ceV irecek ve sizi (tekrar diriltip) bir
çıkışla çıkaracaktır.
19-Allah,
yeryüzünü size bir yaygı yaptı ki,
20-Orada
geniş geniş yollarda yürüyesiniz.»
“Nüh dedi ki: «Robbım!Şüphesiz
ki ben, milletimi gece-gündüz (uyarıp sana, senin dinine) davet ettim; ama
benim bu davetim ancak onların (nefretine sebep olup) kaçmalarını artırdı..»
Bir kişiyi veya
toplumu, ya da bir milleti sonsuza kadar uyarıp irşad etmek gereklidir diye bir kural yoktur. Uyarı ve
irşadın, yönlendirme ve aydınlatmanın bütün yollarına baş vurulur; günün
şartlarına göre en iyi, en yararlı inzar ve tenvir
metodu seçilir ve öylece hizmete geçilir. Uyarılan
kişi, toplum veya milet her geçen gün küfür ve
tuğyanını artırır, kutsal değerlere saldırıp Allahsızlık ve ahlâksızlığı
savunursa, o takdirde onları irşad etmenin, uyarıp
yol göstermenin anlamı kalmamış kabul edilir. Durumu, en iyi bilen o çok yüce
kudret sahibi Cenâb-ı Hakk'ın
hüküm ve adaletine bırakmak gerekir.
İşte Nûh Peygamber de
bu çizgiye gelindiğini açıklayarak o günün ölçü, ortam ve şartlarına göre 13
kadar irşat, uyarı, yol gösterme, akla seslenme, kalp ve kafayı aydınlatma
açısından hareketle kendine has bir metod
uyguladığını, fakat istediği nisbette olumlu sonuç
alamadığını beyânla, ileride tefsir edeceğimiz âyetlerde belirtildiği şekilde
durumu Cenâb-ı Hakk'ın
hükmüne bırakıp çekilmiştir.
Yukarıda da
değindiğimiz gibi, Nûh (A.S.) uzun yıllar kavmini Hakk'a
davet edip gereken tebliğ ve irşat görevini sürdürürken daha çok şu 13 maddelik
bir metodla yola çıkmıştır:
1-Allah'ın
varlığına, birliğine çağırıp, inandıkları takdirde geçmiş bütün kusur ve
günahlarının bağışlanacağı va'dinde bulunmuştur.
Buna rağmen kavmi,
hürriyetleri meşru sınırlar içine almak isteyen bir sistemi ve dini
benimsemediler ve o yüzden Nuh'un (A,S.) uyarılarına kulaklarını tıkadılar.
Bir kişinin peşine
takılıp birçok nefsanî arzularına sed
çekilmesini kibir ve gururlarına yediremediler.
2-Nûh (A.S.)
çok açık ve net bir çağrıda bulundu. Anlaşılmayacak, şüphe uyandıracak bir
anlatım tarzına yer vermedi.
3-Uyarıyla
müjdelemeyi dengede tuttu : Bazan tehdit edip korkuttu,
bazan da ümit verip müjdeledi.
4-Açık
tebliğin yanında ileri gelenlerle, toplum arasında söz sahibi olanlarla özel
görüşmelerde bulunmayı ihmâl etmedi. Niyet ve amacını, davet ettiği inancın
nasıl bir rahmet olduğunu kesin çizgileriyle anlattı. Makam ve şöhret peşinde
olmadığını, herhangi bir çıkar düşünmediğini söylerken günlük yaşayışıyla bunu
isbat etti.
5-Bu arada Cenâb-ı Hakk'ın geniş rahmet ve
mağfiretinden söz etti. Cenâb-ı Hakk'ın
bütün emir ve yasaklarının, tavsiye ve beyânlarının mutlaka insandan yana
olduğunu belirterek bundan başka bir şey beklenmediğine dikkat çekti.
Şüphesiz Nûh (A.S.)ın kullandığı bu beş maddelik uyarı ve irşad
daha çok duygu ve düşünceye yönelik bir seslenişi içermektedir. Böylece o, vicdanları
haktan yana geliştirmeyi plânlıyordu. Arkasından onların aklına seslenmeye, ona
göre inandırıcı, yönlendirici belgeleri sergilemeye geçti. Şöyle ki :
6-Gökten
üzerinize faydalı, hayat verici yağmuru indiren Cenâb-ı
Hak'tır. O, kurduğu düzenle bu nîmeti sistemli şekilde kullarına ulaştırmaktadır.
O, mevcut nimetlerden güneşi, ya da teneffüs edilen
havayı veya yağmuru çekip alsa, hayat bir anda durur ve tükenir.
7-Kâinatı
dengeli, düzenli tutan ve yürüten kimdir? Putların, taştan, ağaçtan yontulup
şekillendirilen cisimlerin böyle bir kudreti ve marifeti var mıdır? O halde Cenâb-ı Hak mı ta'zîm ve tekrîme, ibâdet edilmeye lâyıktır, yoksa putlar mı? Kurulu
düzende hâkim olan üstün kudreti basit cisimlere iroa
etmenin mâkul bir yanı var mıdır?
8-Sonra
insan denilen canlının kademeli safhalardan geçirilerek
yaratıldığını ayrı bir belge olarak gözler önüne serdi. Topraktan çıkan gıda
maddelerinin insan vücuduna
geçmesiyle
spermanın oluştuğunu ve onun da
kadının yumurtalığına intikal etmesiyle ceninin vücut bulduğunu; ana rahmindeki
bekleme süresi içinde ceninin şekillenip insanî ruha maz-har
kılındığını, inkarcı sapıkların anlayacağı tarzda anlattı ve böylece beşer
aklını harekete geçirmeye çalıştı.
9-Sonra
inkarcıların dikkatini yedi kat göğe çekip nasıl düzen ve dengede yaratıldığını
yine onların anlayabileceği bir lisanla açıkladı.
10-Ay'ı bir
nur, güneşi bir kandil olarak yaratan Allah'ın bu mükemmel eserinin nasıl bir
anlam ve hikmet taşıdığını ve her birinin mutlak surette ilâhî damgayı
yansıttığını yönlendirici bir anlatımla işledi.
Böylece âyette geçen
«ışık» diye çevirisini yaptığımız «nur»un ay'a; «kandil» diye çevirisini
yaptığımız «sirac»ın güneşe
nisbet edilmesi, ilmî bir gerçeği ortaya koymaktadır.
Şöyle ki.- Nûr kavramıyla ay'ın ışığının kaynağının kendinden olmadığı, başka
bir kaynaktan aldığı ortaya çıkıyor. Sirac kavramıyla
da güneşteki tükenmez enerjinin kaynağının bizzat güneşin kendisi olduğu
vurgulanıyor.
11-Nûh
(A.S.) tekrar insanın hılkatındaki inceliğe geçip, az önce belirttiğimiz gibi, ilk insanırj
ve sonra da onun neslinin topraktan yaratıldığını belirterek bitkileri misâl
verdi. Şöyle ki: Adem (A.S.) bizim mahiyetini bilemediğimiz bir.kanunla «kün emri»yle vücut bulmuştur.
Onun neslinin ise, belli biyolojik ve fizyolojik kanunlara bağlanarak, erkekte
oluşan spermanın, kadında oluşan yumurtanın topraktan çıkan gıda maddeleriyle
vücut bulduğu kesindir.
12-Yeşerip
çıkan bitkilerin bir gün gelip kuruyarak çer-çöp haline dönüştükten sonra
baharın gelmesiyle yeniden yeşerip filizlenmesini, insanın öldükten sonra
tekrar diriltilip kaldırılacağına yakın bir misâl gösterdi.
13-Yeryüzünün
coğrafî düzenlemesini bir başka belge ve delil olarak ortaya koydu. Dağların,
ırmakların, kaynakların ve engebeli arazinin belli bir plâna göre hazırlanıp
insanların yaşamasına elverişli düzeye getirildiğini belirtti.
Böylece Nûh (A.S.)
uzun yıllar bu metodla hareket edip zaman zaman konuların kılıfını değiştirerek ayrı bir anlatım
tarzıyla uyarı ve irşadını sürdürdü.
Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle Nûh Peygamber'in (A.S.)
tebliğ ve ir-şad metodu verilerek, hak yolunda hizmet etmek isteyenlerin geniş
çapta bilgi ve kültüre, birçok ilim dalında yetişmiş bulunmasına ihtiyaç olduğu
belirtiliyor.
Allah adına konuşacak
olan kişinin, O'nun hayat kanunlarını, hilkat plânını, sünnetullahı,
kâinatta hâkim olan denge ve düzen ölçülerini ilmî yönden de çok iyi bilmesi; Kür'ân'ı inceliğiyle, ana fikirleriyle, temel bilgileriyle,
hukukî sistemiyle anlayacak bir güçte olması şarttır. Aksi halde kaş yaparken
göz çıkarabilir.
Unutmayalım ki, teblîğ
ve irşad bütün bir ömrü kapsayan bilgi, beceri,
tecrübe, ilim ve kültür işidir.
Yukarıdaki âyetlerle,
Nûh Peygamber'in, kendi kavmini Hakk'a c ederken
teblîğ ve irşadında kullandığı metoda yer verildi ve bu, 13 m halinde
sıralanarak mü'minler aydınlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Nûh Kavmi'nin uzun yıllar uyarılmalarına ve dilerini aydınlatan delil ve
belgelerle doğru yol gösterilmesine rağmen bütün küfür ve azgınlıklarının
arttığı konu ediliyor; tapındıkları putlc daha çok
ilgi duyup sarıldıkları misâl olarak veriliyor. Sonra da Nûh (A.i yapılacak
başka bir şey kalmadığını görünce, kâfirler aleyhine el kal beddua ettiği;
kendi ailesi ve mü'minler için de duâ edip ilâhî
mağfiret (ediği açıklanıyor.
21-Nûh dedi
ki: «Rabbim! Doğrusu onlar bana karşı geldiler; malı ve evlâdı kendisine
zarardan başka birşey artırmayan kimseye uydular.
22-Büyük
hileler ve düzenler kurdular.
23-«Ve sakın
sakın tanrılarınızı terketmeyin;
özellikle Vedd'i, Suvâ'ı, Yağûs'ü, Yaûk'u ve Nesr'i bırakmayın» dediler.
24-Bunlar
cidden birçoklarını saptırdılar. (Rabbıml)
bu zâlimlerin ancak sapıklık ve şaşkınlığını artır.»
25-Günah ve
azgınlıkları sebebiyle boğuldular da Cehennem'e atıldılar. Kendilerine
Allah'tan başka yardımcılar da bulamadılar.
26-Nûh dedi
ki: «Rabbım! Yeryüzünde kâfirlerden dolaşıp yurt edinen
bir kimse bırakma.
27-Eğer
onları bırakırsan senin kullarını saptırırlar ve sadece ilâhî sınırları
çiğneyen çok nankör, aynı zamanda ahlâksız evlât doğurup yetiştirirler.
28-Rabbım! Beni, ana-babamı, evime mü'min
olarak gireni, bütün mü'min erkekleri ve mü'min kadınları bağışla. Zâlimlerin ise sadece yok
olmalarını artır.»
<<Nûh dedi ki:
<<Rabbım! Doğrusu onlar bana karşı geldiler;
mal ve evlâdı kendisine zarardan başka bir şey artırmayan kimseye uydular.
Büyük hileler ve düzenler kurdular..»
Nûh Kavmi'nin aşırı
putperestliği, ileri gelenlerinin makam ve maddî çıkarları, çoğunun hayat
dizginini nefs ve iblisin eline bırakması kalp gözlerini
iyice kör etmiş, akıllarını mefluç hale getirmiş ve aklı duygunun emrine
vermişti. O bakımdan inanıp taptıkları putlarına sımsıkı bağlanma konusunda
iyice şartlanmış ve bu hal, giderilmesi çok zor ön yargı çizgisine gelip
dayanmıştı.
Nûh Peygamber'e inanan
birkaç kişi dışında kalanları, ülkenin refah içinde gününü gün eden şımarık
zenginleri putlara daha çok sahip çıkmaya tahrik ve teşvik ettiler ve böylece
daha koyu bir putperestlik havasını oluşturdular.
Cenâb-ı Hak, 23. âyetle onların büyük ilâh diye ibâdet
ettikleri putlarının isimlerini vererek Mekkeli'leri
uyarmakta; o putların da Lât Menat,
Hubel ve Uzza kadar büyük
putlar olduğunu, ama ilâhî emir ve hüküm gelince hepsinin belirsiz hale
getirildiğini, hiçbir putun onlar için kurtarıcı ve yardımcı olma güç ve
kudretini taşımadığını hatırlatmaktadır.
Müfessir Merâğî, adı geçen putların hangi kavim ve kabilelere ait olduğunu
ve Mekke ile civarındaki büyükçe putların kimler tarafından korunduğunu şöyle tesbit edip yazmıştır:
1-Vedd, Kelb Kabilesinin,
2-Suva' Hüzeyl'in,
3-Yağus, Sebe'lilerin,
4-Yaûk, Hemdanh'ların,
5-Nesr, Himyerli'lerin idi.
Bu tesbitten
çıkarılan sonuç şudur: Nûh Peygamber (A.S.) Mezopotamya'dan Yemen'e kadar
birçok kavim ve kabilelere gönderilen bir resuldür ve tufan da bu bölgeleri
tahrip etmiştir.
Burada şu soru ortaya
çıkmaktadır:
Nûh Tufan'ında başta
insan olmak üzere mevcut canlılarla birlikte putlar da silinip belirsiz hale
gelmiştir. Nûh (A.S.)ın yaşadtğı
asırlarda halkın daha çok ilgi duyduğu o beş büyük put nasıl ortaya çıktı veya
ismi geçen kabileler tarafından nasıl tesbit edilerek
yeniden ihya edildiler?
Bu soruya Buharı, İbn Cüreyc tarikiyle İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı şu
rivayetle cevap vermeye çalışmıştır: «Nûh Kavmi'nde tapılan putlar, tufandan
sonra Araplara geçmiştir.»
Bu konuda senedi
olmayan birçok rivayetler daha vardır ki onları tef-sîrimize
nakletmeyi uygun görmedik.
Ancak şunu
söyleyebiliriz ki: Sözü edilen beş putun ismen bilinmesinde iki ihtimal
vardır:
a) Ya tufandan sonra belli kesimlerde o putlara rastlayanlar
olmuş ve üzerlerindeki yazı veya alâmetlerden tanımışlardır.
b) Ya da sadece çok yaygın olan bu isimler tufandan sonra da
unutulmamış; gemiye binip kurtulan mü'minlerden
duyulmak suretiyle dilden dile aktarılarak yeniden ihya edilmişlerdir. Koyu
putperest olan Araplar da o isimlerin tesiri altında kalıp yaptıkları büyük
putlarına aynı isimleri vermişlerdir.
Bu ikinci ihtimal akla
daha yakındır. O halde olay, cahiliyet devri Arap-larının ibret almaz, öğüt kabul etmez, uslanmaz bir çizgide
olduğunu göstermiyor mu?
Adı geçen putlara
tapanlar, inkâr ve tuğyanlarında ısrar ettikleri, peygamberlerinin uyarısına
kulaklarını tıkadıkları için ilâhî gazaba uğratılarak tufanda yok edilmişler ve
inanıp bağlandıkları putlar ne onları, ne de kendilerini kurtarabilmiştir.
Arap vc:rımadası'nda hem Nûh
Peygamber'in kıssası, hem de putperest âsilerin akıbeti az-çok bilindiği
halde, başta Mekkeli'ler olmak üzere Arapların çoğu
yine de koyu bir putperestlik güdüyor, bir türlü Hakk'ın
sesine gönül kulaklarını açmıyorlardı.
Böylece Cenâb-ı Hak, özellikle Mekkeli müşriklerin ne kadar câhil,
mantıksız, idraksiz ve öğüt, ibret almaz olduklarına işarette bulunuyor.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in risâlet devrinde ise, Mekke ve civarında müşriklerin geniş
ilgi duyduğu ve çok önemli saydığı putlar şunlardı:
1-Lât: Sakîf ve Tâifli'lerin,
2-Uzzâ : Süleym ve Gatafan, aynı zamanda Cüşük
kabilelerinin,
3-Menât: Huzaâ kabilesinin,
4-Esaf; Mekkeli'lerin,
5-Naile
: »
6-Hübel: »
tapındığı büyük put idi.
Bunlardan özellikle Hübel, Mekkeli'ler için çok
önemliydi. O bakımdan onun kadirini yüceltmek için Kabe'nin damını ona lâyık
görmüşlerdi.
Putperestlik nasıl doğmuştur
veya nasıl doğmaya namzettir?
Tek ilâh inancı
zayıflamaya başlayınca, ortaya birtakım hurafeler çıkar ve yavaş yavaş bu hurafeler kalp ve kafalarda yer edince, câhil halk
tabakası bazı şeyleri kutsal sayıp dert ve dileklerini onlara anlatmaya çalışırlar.
Derken bir süre sonra o şeyler ve cisimler ilâhlaştınlır
ve böylece tek ilâh inancı yerini çok ilâhh bir
inanca bırakır.
Bu konuda sahih kabul
ettiğimiz şu rivayet de konuyu yeterince aydınlatmaktadır :
-Hz.
Aişe (R.A.)dan yapılan rivayette, adı geçen şöyle
demiştir: «Ümmu Habibe ile Ümmu Seleme (R.A.), bir gün Resûlüllah
(A.S.) Efen-dimiz'e, Habeşistan'da bulundukları zaman
Mâriye adı verilen bir kiliseyi ve İçinde bazı insan
ve melek suretlerinin nakşedilmiş bulunduğunu gördüklerini anlattılar. Bunun
üzerine Resûlüllah (A.S.) şöyle buyurdu: «Şüphesiz
onlar öyle bir topluluktur ki, içlerinde iyi bir kişi ölünce üzerine mâ-bed inşâ eder ve o mabede,
gördüğünüz suretlere benzer suretler nakşederler. Onlar kıyamet gününde
Allah'ın yanında insanların en kötüsüdür-ler.»
«Nûh dedi ki: Rabbım! Yeryüzünde kâfirlerden dolaşıp yurt edinen bir
kimse bırakma..»
Doğunun halk filozofu
Şeyh Sadi, Gülüstan adlı kitabında der ki: «Kurdun
oğlu âkibet kurt olur.» Gerçi bu genel ve sabit bir
kural değildir ve olamaz da. Ama içinde hakikat payı vardır. Nitekim Nûh
Peygamber'in (A.S.) asırlara dayanan mücadelesi bu neticeyi vermiştir. O
bakımdan yüzünü bârigâh-i izzete çevirerek : «Rabbım! Yeryüzünde kâfirlerden dolaşıp yurt edinen bir
kimse bırakma. Eğer onları bırakırsan senin kullarını saptırırlar ve sadece
ilâhî sınırları çiğneyen çok nankör, aynı zamanda ahlâksız evlâd
doğurup yetiştirirler.» diye duâ etmiştir.
Şüphesiz Nuh'un (A.S.)
yaptığı bu duâ, tufandan önce olmuştur. Zira âyetin siyak ve sibakı bunu
yansıtmaktadır. Ancak ne var ki her şey zıddıyla inkişaf edip hız ve güç
kazanır. Tez ancak antitezle ölçü ve değerini bulabilir. Nûh Peygamber bu
gerçeği çok iyi bilirdi; ama biz Onun «alâ'l-arzi» sözünden bütün dünyayı değil, kendi bölgesini kasdettiğini tahmin ediyoruz. Çünkü «arz» kelimesinin
başındaki «elif-lâm» ahd için de olabilir. Bu yorum
ve takdirle, Nûh (A.S.) «el-arz» derken kafasında düşünüp tasarladığı kendi
bölge ve kendi kavmini kasdetmiş olabilir. Aynı
zamanda her peygamber görevi gereği yeryüzünde yalnız Allah'a ibâdet edilmesini
arzular.
«Deyyar»ın kökü ya «cfâr»,
ya da «devir»dir. O
bakımdan «deyyar», «ev tutan», «yurt edinen» mânasına
gelir.
Eğer onları bırakırsan
senin kullarını saptırırlar ve sadece İlâhî sınırları çiğneyen çok nankör, aynı
zamanda ahlâksız evlât doğurup yetiştirirler.»
Hemen her canlı doğup
büyüdüğü çevrenin şartlarına uyarak varlığını sürdürür. İntibak (uyum sağlama)
kabiliyeti en yüksek olan canlı ise, insandır. O, içinde yetiştiği çevre,
toplum ve ailenin ahlâk ve kültür tezgâhında dokunup şekillenir. Bunun
istisnaları her zaman olabilir; ama genel kaideyi değiştirme*.
Doğan çocuğu bir oka
benzetirsek, ana-babası onun için bir yaydır. Bunlar o oku kendi yaylarına yerleştirip
atarlar; çocuk nereye düşerse oranın rengini ve karakterini az veya çok alır.
Alman ilim adamı ve
ünlü şâir Goethe buna yakın bir tanımlamada bulunmuştur ;
«Çocukların hafızası
kirlenmemiş beyaz kâğıda benzer; her türlü yazı için yer vardır. Yaşlıların
hafızası ise, çeşitli çizgilerle dolmuş bir kâğıda benzer; yazmak için yer
bulunmaz.»
Nûh Peygamber'in (A.S.): «Onlar sadece fâcir
keffar evlât
doğurup
yetiştirirler» sözü bu
gerçeği çok daha güzel yansıtmaktadır.
O halde ana-babanın
tesiri yanında çevrenin de tesiri çok önemlidir. Bunun için her mü'min kişi evlâdına iyi bir çevre seçip bulmak zorundadır
ve böyle yapmakla yükümlüdür. Ahlâkan çökmüş, manevî
bağlan iyice zayıflamış veya kopmuş; yabancı kültürün kurbanı olmuş bir
beldeden veya bölgeden, evlâdını kurtarmak için ahlâki kurallara saygılı olan
ve dinî inancı zayıflamayan, kendi öz kültürüyle ayakta durmayı başaran başka
bir belde veya bölgeye göç etmesi, tedbirlerden biri sayılabilir ve böyle bir
imkân bulamadığı takdirde inançlı, ahlâklı bir çevre edinmeye gayret eder.
Hz. Nûh (A.S.) azgın, mütecaviz, nankör kâfirler
aleyhine duâ ettikten sonra, kendisinden sonra geleoek
olan mü'minlere dilek adabını telkin ve tavsiye eder
anlamda, yaptığı duasında şu sırayı özellikle gözetmiştir;
a) Rabbım! Beni,
b) Ana-babamı,
c) Evime mü'min olarak
gireni,
d) Ve bütün mü'min
erkekleri ve mü'min kadınları (mağfiretine maz-har kılarak) bağışla.. [3]
Onun bu veciz ve
anlamlı duası, bize de duâ adabını öğretmekte ve şu bilgileri vermektedir:
1-Duâ özlü,
anlamlı ve kısa olmalı,
2-Yapmacık
hareketlerden, kafiye ve vezinden uzak tutulmalı,
3-Önce kendi
nefsi için, sonra ana-babası ve yakınları, sonra da bütün mü'minler
için rahmet, af ve mağfiret; sıhhat, selâmet ve afiyet dilek ve temennisini
taşımalı..
Nûh Peygamber (A.S.),
ıslâhı mümkün olmayan inkarcı zâlimleri kas-dederek
duasının sonunda onlar için bedduada bulunmuş : «Zâlimlerin ise, sadece yok
olmalarını artır» demiştir. Zira dünya adaletle ayakta durabilir. Kâinat da
bir bütün olarak ilâhî adalet, denge ve düzenle ayakta durmaktadır. Yeryüzünde
ve bir ülke veya beldede zâlimlerin çoğalması, o yerde denge ve düzenin
bozulması, adaletin ortadan kalkması demektir. Nûh (A.S.)ın
asırlara dayanan tecrübe ve müşahedesi, böyle bir bedduada bulunmasına yol
açmıştır.
Nûh Sûresi'ne, Nûh
(A.S.)ın kıssasına kapı açılarak başlandı ve Onun
gerek mü'minler lehine, gerekse kâfirler ve zâlimler
aleyhine yaptığı duanın özeti verilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sayısız hamd-u senalar;
kıssaların ibretli yanlarını bize en güzel şekilde açıklayan sevgili
peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) ve O'nun âl ve
ashabına salât-u selâmlar olsun.