Nuh Kavminin Çeşitli Kötülükleri, Çirkin Sözleri Ve Fiilleri |
Bu sureye Allah'ın
peygamberi Nuh (a.s)'un adı verilmiştir. Onun kavmi ile birlikte davetinin
başlangıcından itibaren tufana kadar olan kıssası söz konusu edilmiştir.
Nitekim surede: "Gerçekten biz Nuh'u... gönderdik" diye
başlamaktadır.
[1]
Bu surenin kendisinden
önceki sure ile iki bakımdan ilişkisi vardır:
1- Her iki
sure de Yüce Allah'ın kâfirleri tehdit ettiği azabı sözkonusu ederek
başlamaları bakımından birbirine benzemektedir: Meâric suresinde Muhammed (s.a.)'in
kavmi, bu surede ise Nuh (a.s)'un kavmine vaad olunan azaptan sözedilmiştir.
2- Yüce
Allah Meâric suresinin sonlarında: "Mutlaka biz güç yetirenle-riz. Onların
yerine onlardan hayırlı olanları yetirmeye." (Meâric, 70/40-41) diye
buyurmuştur. Daha sonra Nuh (a.s)'un kavminden iman edenler müstesna,
diğerlerinin suda boğulmasını kapsayan Nuh (a.s)'un kıssası ve boğulanların
yerine daha hayırlılarının getirildiği söz konusu edilmektedir. Böylelikle bu,
yerlerine başkalarını getirmeye kadir oluşuna dair haberin ispatı ve
delillendirilmesi konumundadır. Nitekim Kalem suresinde yer alan "Bahçe
sahipleri" kıssası da, Mülk suresinin sonunda yer alan buyruklara dair
bir çeşit delil durumundadır.
[2]
Bu sure de akide
esaslarını yerleştirmeye, Allah'a ibadet ve itaat, putlara ve heykellere
ibadeti çürütmek, Allah'ın varlığına, vahdaniyetine kudretine delil getirmek
gibi imanın unsurlarını açıklamaya itina gösteren diğer Mekkî sureler gibidir.
Sure Yüce Allah'ın Nuh
(a.s)'u kavmine peygamber gönderdiğini, onun kavmini uyarıp, onlardan
günahlarının bağışlanması, onlara mal ve çocuklar verip, pınarların fişkırdığı
bağ ve bahçeler ihsan etmesi için günahlarından vazgeçmelerini istediğini
belirterek başlamaktadır. Fakat onlar onun davetini kabul etmediler, sapıklığı
ve isyankârlığı alabildiğine ileri götürdüler: "Gerçekten biz Nuh'u
kavmine... gönderdik." (1-14. ayetler)
Daha sonra Yüce Allah
göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde insanın yaratılışında Yüce Allah'ın
insanlara yeryüzünü emirlerine vermek, faydalarına orayı müsahhar kılmak,
orada türlü hazine ve madenleri yerleştirmek, yeryüzünün çeşitli yerlerine
gidip gelebilmek, oradaki geniş yollarda yürümek gibi hususlar üzerinde düşünüp
tefekkür etmelerini emir buyurup, bunları varlığına, birliğine, kudretine
delil görmeleri, O'na itaate yö-nelip, nimetlerini itiraf etmelerini
emretmektedir: "Görmez misiniz Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka
yaratmış..." (15-20. ayetler)
Sure kavminin
kâfirliğini, putlara ibadette ısrar edişlerini, dünya ve ahiretteki cezalarını,
Nuh (a.s)'un yıllarca devam eden davet yolundaki uzun cihadından sonra şirkten
vazgeçmemeleri ve uyarı ve hatırlatmalardan yararlanmamaları üzerine, Nuh
(a.s)'un kavmine helak edilip yok edilmeleri için beddua etmesi ile sona ermektedir:
"Nuh dedi ki: Rabbim, gerçek şu ki bunlar bana isyan ettiler..."
(21-28. ayetler)
[3]
1- Gerçekten biz Nuh'u kavmine:
"Kendilerine çok acıklı bir azap gelmezden önce kavmini korkut."
diye gönderdik.
2- O da dedi ki:
"Ey kavmim! Şüphesiz ben sizi apaçık bir korkutan ve uyaranım.
3- "Şöyle ki:
Allah'a ibadet edin, O'n-dan korkun ve bana itaat edin.
4- 'Ta ki
günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun ve sizi belli bir süreye kadar
geciktirsin. Şüphesiz ki Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi geri
bırakılmaz. Keşke bilseydiniz."
İman etmeyecek
olurlarsa "kendilerine" dünyada tufan, ahirette de cehennem ateşi
ile "çok acıklı bir azap gelmezden önce kavmini korkut!"
"Sizi apaçık bir
korkutan ve uyaranım." Uyarıp korkutması apaçık olanım.
"Günahlarınızdan
bir kısmını mağfiret buyursun." Bu buyrukta "bir kısmını"
anlamını veren "min" edatı fazladan gelmiştir. Çünkü iman kendisinden
önceki bütün günahların bağışlanmasına sebeptir. Yahut kul hakkını dışarıda
tutmak için kısmîlik ifade eder. "Ve sizi" azaba uğratmaksızın
"belli bir süreye kadar" bilinen ve ileri geçilemeyecek süresi belli
bir vadeye kadar "geciktirsin." Bu da sizin için tespit edilmiş olan
en nihai süre olup, ölüm vadesidir. "Şüphesiz ki Allah'ın takdir ettiği
vakit geldi mi geri bırakılmaz." O halde size mühlet verilen ve
ertelendiğiniz bu zamanlarda iyi amel işlemek için elinizi çabuk tutunuz.
"Keşke
bilseydiniz" bilen ve düşünenlerden olsaydınız bunu anlardınız, iman
ederdiniz. Bu ifadede onların dünya hayatına aşın sevgi beslemeleri dolayısı
ile ölüm hususunda sanki şüphe taşıdıklarına bir delâlet vardır.
[4]
"Gerçekten biz
Nuh'u kavmine: Kendilerine çok acıklı bir azap gelmezden önce kavmini korkut
diye gönderdik." Yani biz Allah'ın kavmine gönderdiği ilk rasul olan
Nuh'u peygamber olarak gönderdik ve ona dedik ki: Kendilerine çok ağır ve
acıklı bir azap gelmezden önce kavmini Allah'ın azabı ve intikamı ile korkutup
uyar. Bu da ya cehennem azabı ya da tufanda boğulma azabıdır. Eğer tevbe edip
Allah'a dönerlerse bu azapları kaldırılır.
"O da dedi ki: Ey
kavmim! Şüphesiz ben sizi apaçık bir korkutan ve uyaranım." Nuh kavmine:
"Ben sizleri Allah'ın azabı ile açık ve besbelli bir şekilde korkutup
uyarıyorum. Size nasıl kurtulacağınızı açıklıyorum." dedi. Bu korkutup
uyarmanın muhtevası da şuydu:
"Şöyle ki:
Allah'a ibadet edin, ondan korkun ve bana itaat edin." Sizlere O'na
hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak Allah'a ibadet etmenizi, Onun
haklarını eksiksiz yerine getirmenizi, emirlerine uymanızı, sizi azabına
müstehak kılacak şeylerden uzak kalmanızı, size verdiğim emirlerde bana itaat
etmenizi emrediyorum. Çünkü ben sizlere şanı yüce ve mübarek olan Allah
tarafından gönderilmiş bir elçiyim.
Takva (korkmak),
emirleri yerine getirip haram ve günahı gerektiren hususlardan uzak durmak
demektir.
Bu üç yükümlülüğü
yerine getirmenin iki sonucu vardır:
"Ta ki
günahlarınızdan bir kısmını mağfiret buyursun ve sizi belli bir süreye kadar
geciktirsin." Yani günahlarınızın bir kısmını örtsün, işlediğiniz
kusurları müsamaha ile karşılasın, ömürlerinizi uzatarak sizi Allah'ın sizin
için takdir buyurmuş olduğu ölüm vaktinize kadar -iman edip, itaat ettiğiniz
takdirde- ertelesin ve ömürlerinizi uzatsın. Böylelikle ibadet ve itaate
mükâfat olarak iki hususun vaad edildiği görülmektedir: Birincisi ahirette
görülecek zararların önlenmesi demek olan günahların bağışlanması, ikincisi
dünya menfaatlerinin gerçekleştirilmesi sonucunu verecek olan ecelin mümkün
olan en nihai süreye kadar geciktirilmesi.
İlim adamları bu
ayet-i kerimeyi itaat, iyilik ve akrabalık bağını gözetmek sebebiyle ömrün
gerçek anlamda uzatılacağına delil göstermişlerdir. Nitekim Ebu Ya'lâ'nm
rivayet ettiği hadiste belirtildiğine göre Enes şöyle demiştir: "Akrabalık
bağını gözetmek ömrü uzatır." Zemahşeri dedi ki: Allah meselâ Nuh kavmi
iman ettikleri takdirde onlara bin yıl ömür yaşayacaklarını, küfürleri üzere
kalacak olurlarsa dokuzyüz yıl sonunda onları helak edeceğini takdir buyurmuş
olsun. Onlara şu söylendi: İman edin, Allah da sizi belli bir vadenin sonuna
kadar geciktirsin. Yani Allah'ın miktarını tespit ettiği ve sizin ulaşacağınız
son vakit olarak belirleyip daha ilerisine gidemeyeceğiniz vakte kadar sizi
yaşatsın. Bu da daha uzun vakit olan bin yılın nihayetidir.
[5]
"Şüphesiz ki
Allah'ın takdir ettiği vakit geldi mi geri bırakılmaz. Keşke bilseydiniz."
Yani Allah'ın sizin için takdir ettiği süre gelip de siz hala küfür üzerinde
devam etmekte iseniz bu süre ertelenmez, aksine kaçınılmaz olarak gerçekleşir.
O halde iman etmek ve itaate yönelmekte elinizi çabuk tutunuz. Eğer
bilseydiniz, sizler Allah'ın takdir ettiği sürenin gelmesi halinde geriye
bırakılmayacağını da bilirdiniz. Yani ecel kesindir ve ertelenmez. Fakat bir
başka şeyle bir alâkası ve irtibatı bulunmaktadır. İman ve itaat halinde ecel
daha uzar. Fakat daha sonra da kaçınılmaz olarak ölüm gelecektir. Küfür ve
masiyet halinde ise ecel daha kısa olur, sonra da ölüm tahakkuk eder.
Akıllı kimse, azap
gelmeden önce itaate yönelmekte elini çabuk tutandır. Çünkü Yüce Allah cezanın
gelmesini emredecek olursa, bu geri çevrilemez ve buna engel olunamaz. Eceli
tesbit eden Yüce Allah olduğundan dolayı eceli kendisine nispet etmiş
bulunmaktadır.
[6]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Yüce
Allah rasulü Nuh (a.s.)'u kavmine peygamber olarak gönderdi. Küfürleri üzere
ısrar ettikleri takdirde ahirette cehennem azabı, dünyada ise karşı karşıya
kaldıkları tufan olan can yakıcı azap ile korkutup uyarmak için gönderdi.
Katade'nin İbn Abbas'tan rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Risalet verilen ilk peygamber Nuh'tur. O bütün
yeryüzündekileregönderilmişti." Bundan dolayı kâfir olmaları üzerine Yüce
Allah yeryüzündekilerin hepsini suda boğdu.
2- Nuh (a.s)
Rabbinin emrine uyarak kavmine aldığı risaleti şu sözleriyle tebliğ etti:
Kavmim, ben sizin için uyarısı apaçık olan sizi uyarıp korkutan birisiyim.
Allah'a kim karşı gelirse cehenneme girer, size Allah'ı tev-hid etmenizi, ona
gerçek anlamıyla ihlâsla ibadet etmenizi, ondan korkmanızı, size verdiğim
emirlerde Ona itaat etmenizi istiyorum. Çünkü ben Allah'ın size gönderdiği
rasulüyüm. İbadet etme emri gerek kalb ile yapılan gerek organlarla yapılan
türden olsun, farz ve mendub bütün amelleri kapsar. Korkmak (takva) emri ise
haram ve mekruh herşeyden uzak kalmayı ihtiva eder. İtaat de bütün emir ve
yasaklarla itaati kapsar.
Eğer sizler ibadetten
ayrılmaz, Allah'tan korkar, emirlerine itaat ederseniz yaratılmışların hakları
dışında kalan kimi günahlarınızı bağışlar, ecellerinizi erteler. Yani Yüce
Allah onları yaratmadan önce şu hükmü takdir buyurmuştu: İman ederlerse
ömürlerine bereket verecekti, iman etmezlerse onlara daha erken azap
gönderilecekti.
3- Gerçekleşmesi
kesin olan ölüm geldiği takdirde geriye bırakılmaz. Bu ölüm ister azap ile
gelsin, ister azapsız gelsin. Siz ey insanlar, eğer bilen kimseler iseniz
Allah'ın eceli geldiği takdirde asla geri bırakılmayacağını da bilirsiniz.
Bununla dünya sevgisinden vazgeçmeleri istenmekte, dinin hüküm, emir ve
yasaklarından yüz çevirmelerinden dolayı da azarlanmaktadırlar.
[7]
5- Dedi ki: "Rabbim, ben kavmimi gece ve
gündüz gerçekten davet ettim."
6- 'Takat benim davetim kaçıştan başka bir
şeylerini artırmadı onların."
7- "Gerçekten ben onlara kendilerini
mağfiret etmen için ne zaman davet ettiysem parmaklarını kulaklarına
tıkadılar, elbiselerine hüründüler, ısrar ettiler ve büyüklendik-çe
büyüklendiler."
8- "Sonra ben
gerçekten onları yüksek sesle davet ettim."
9- "Sonra muhakkak ben onlara hem açık açık
ilan ettim. Hem de kendilerine gizli gizli söyledim."
10- "Arkasından: Rabbinizden mağfiret
dileyin. Çünkü O çok mağfiret edicidir, dedim."
11- "Böylece O üzerinize semayı (yağmuru)
bol bol salıverir."
12- "Mallarla, oğullarla size yardım eder.
Size bağlar, bahçeler verir ve sizin için nehirler akıtır."
13- "Size ne oluyor ki Allah'ın azametinden
hiç korkmuyorsunuz?"
14- "Halbuki O sizi tavır(dan) ta-vır(a)
geçirerek yaratmıştır."
15- "Görmez
misiniz, Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka yaratmış."
16- "Onların
arasında ayı bir nur kılmış, güneşi de bir kandil yapmıştır."
17- "Ve Allah
sizi yerden bir bitki gibi bitirmiştir."
18- "Sonra sizi
yine oraya iade edecek ve sizi bir defa daha çıkaracak."
19- "Allah, yeri
sizin için bir sergi kılmıştır."
20- "Ta ki onun
geniş yollarında gidesiniz."
"Gece ve
gündüz" lafızları arasında tezat vardır. "Gizli, açık,"
"açık açık ilan ettim, gizli gizli söyledim" ve "sizi yine oraya
iade edecek ve sizi bir defa daha çıkaracak." buyrukları arasında da aynı
şekilde tezat vardır.
"Parmaklarını
kulaklarına tıkadılar." buyruğu mürsel bir mecazdır. Çünkü maksat parmak
uçlarıdır. Bu da bütünü ifade eden lafız ile cüzünü kastetmek kabilindendir.
"Allah sizi
yerden bir bitki gibi bitirmiştir" buyruğundaki "sizi bitirmiştir"
lafzı ile onların yaratılışlarını ve aşama aşama geliştirilmelerini, bitkinin
tedrici bir şekilde büyüyüp gelişmesine benzetmektedir.
"Büyüklendikçe
büyüklendiler", "kendilerine gizli gizli söyledim", "ve
sizi bir defa daha çıkaracak" buyruğunda mastarlar tekid için zikredilmiştir.
Buna da itnab adı verilir.
"Sizi yine oraya
iade edecek" ile "sizi bir defa daha çıkaracak" buyrukları
arasında da tezat vardır.
[8]
"Ben kavmimi gece
ve gündüz" daima ve kesintisiz olarak "gerçekten" imana
"davet ettim."
"Fakat benim
davetim" imandan, itaatten "kaçıştan" ve onlardan kurtulmak
istemelerinden "başka bir şeylerini artırmadı onların."
"Gerçekten ben
onlara..." iman ve itaate "ne zaman davet ettiysemparmaklarını
kulaklarına tıkadılar." Daveti duymamak için kulaklarını tıkadılar,
"elbiselerine hüründüler" beni görmemek için üzerlerine elbiselerini
örttüler. "ısrar ettiler" küfür ve masiyetlere abandılar, iman
etmekten ve bana uymaktan uzak durarak "büyüklendikçe" alabildiğine
"büyüklendiler."
"Yüksek
sesle" sesimin çıkabildiği kadarıyla "davet ettim." "Açık
açık ilân ettim. Hem de kendilerine" sözü "gizli gizli"
söyledim. Onları ard arda, peşpeşe davet ettim, demektir. Ya da benim için
mümkün olan her yolu deneyerek davet ettim. Buradaki "sonra" lafzı
davet şekillerinin farklılığı ve yöntem ve davet tarz ve tekniklerinin
çokluğunu anlatmak içindir.
"Rabbinizden"
küfür ya da şirkten tevbe ederek mağfiret isteyin "çünkü O" tevbe
edenler için "çok mağfiret edicidir."
"Semayı bol bol
salıverir" yağmur yağdırır. Allah kırk yıl onlara yağmur yağdırmamış,
hanımlarını kısırlaştırmıştı. Bulundukları halden vazgeçip mağfiret dileyecek
olurlarsa onlara bu durumun kalkacağı vaadinde bulundu. Bundan dolayı yağmur
duası sırasında mağfiret dilemek meşrudur. "Bol bol" ard arda ve pek
çok demektir.
"Size ne oluyor
ki Allah'ın azametinden hiç korkmuyorsunuz?" Onu tazim etmiyorsunuz, ondan
korkmuyor ve ümit etmiyorsunuz? "Ümit etmiyorsunuz" anlamı tercih
edilecek olursa şöyle demek olur: Sizler niçin Allah'ın mükâfat yurdunda size
pek büyük bir mükâfat vereceğini ümit etmiyorsunuz? Burada inanılması gereken
bir husustan en alt seviyedeki zannı ifade eden "ümit" diye sözedilmesi
de bir mübalağadır.
"Tavır
tavır" gelişme ve yaratılış aşamalarının çeşitli halleri demektir. Şöyle
buyurulmuş gibidir: Durum bu iken ve O'na iman etmeyi gerektiren bir halde
bulunduğunuza göre; niçin Allah'a iman etmiyorsunuz? O sizi ilkin topraktan
yarattı. Sonra bir nutfeden, sonra yapışkan bir kandan, sonra bir çiğnem etten
yarattı. Sonra eti kemiği yarattı, sonra sizi bir başka yaratılış ile
bebeklikten çocukluğa ve olgunluk yaşlarına kadar eriştirdi.
"Görmez
misiniz" bakmaz mısınız "Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka"
biri diğeri üstünde birbiriyle uyumlu "yaratmış; onların arasında"
yani semavatta, dünya semasında ayı "bir nur kılmış, güneşi de bir kandil
yapmıştır." Bu gecenin yeryüzündeki karanlığını gideren, aydınlık saçan
kandil demektir.
"Ve Allah sizi
yerden bir bitki gibi bitirmiştir." Sizi yerden belli bir şekilde
yaratmıştır. Çünkü o atanız Adem'i topraktan yaratmış bulunuyor. Burada bitki
gibi bitirmek lafzı, yaratmak için istiare yoluyla kullanılmıştır. Çünkü bu
yerden yaratılmaya ve meydana getirilmiş olmaya daha açık bir işarettir.
"Sonra sizi yine
oraya iade edecek" kabre konulacaksınız. "Ve sizi bir defa daha"
ölümden sonra diriltmekle, hasretmekle "çıkaracak." Burada tekrar
yaratışın ilk yaratma gibi kesin bir gerçek olduğunu ve bunun gerçekleşeceğini
anlatmak için ifadeler tekidli kullanılmıştır.
"Yeri sizin için
bir sergi" üzerinde gidip geleceğiniz şekilde sergi gibi hazır ve
yayılmış, döşenmiş "kılmıştır."
[9]
Yüce Allah, Nuh
(a.s)'un kavmine peygamber olarak gönderildiğini ve onun Rabbinin emrine
uyduğunu bildirdikten sonra, Rabbine yakarışını ve durumundan şikâyetini söz
konusu etmektedir. O kendilerini çağırdı, korkutup uyardı. Onlarsa ona karşı
geldiler ve kafa tuttular. Onları değişik üslûplarla davet etmesine, yağmur
indirileceğini, mallar ve evlatlar verileceğini, pek çok bahçeler ve ırmakların
onlara bahşedileceğini söylemesine, Yüce Allah'ın azamet ve kudretine pek çok
delilleri ortaya koymasına rağmen onlar böyle davrandılar. Oysa insanın çeşitli
hallerde yaratılışı, yedi göğün birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratılıp, güneş
ve ay ile süslenmesi, yeryüzünün tıpkı bir sergi gibi hazırlanıp donatılması
buna delil olan şeylerin bir kısmıdır.
[10]
Yüce Allah Nuh
(a.s)'un kavminden çeşitli şekillerde şikâyetlerde bulunduğunu belirterek
şöyle buyurmaktadır: "Dedi ki: Rabbim ben kavmimi gece ve gündüz gerçekten
davet ettim. Fakat benim davetim kaçıştan başka bir şeylerini artırmadı
onların."
Nuh (a.s.) aziz ve
celil olan Rabbine kavminden gördüklerini ve elli eksiğiyle bin yıl gibi uzun
bir süre onlara karşı sabredip katlandığını belirterek şikâyette bulundu: Ben
kavmimi kendilerini çağırmamı emrettiğin imana, senin emrine uyarak gece
gündüz davet edip durdum. Fakat benim onları çağırmam kendilerini davet
ettiğim şeyden kaçıp uzaklaşmalarından başka bir şeylerini artırmadı. Yani ben
onları hakka yaklaşmak için çağırdıkça onlar haktan kaçtılar, uzaklaşıp
gittiler. Daha sonra onların kendisine çeşitli tutumlar takındıklarını söz
konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Gerçekten ben
onlara kendilerini mağfiret etmen için ne zaman davet ettiysem parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, elbiselerine hüründüler, ısrar ettiler ve büyüklendikçe
büyüklendiler." Ben onları günahlarının bağışlanmasına sebep olacak, sana
iman etmeye ve sana itaate çağırdıkça onlar parmak uçlarıyla benim kendilerine
yaptığım daveti duymasınlar diye kulaklarını tıkadılar, beni görmesinler,
sözümü işitmesinler diye de elbiseleriyle yüzlerini kapattılar. Küfür ve şirk
üzere kalmaya devam ettiler, hakkı kabulden uzaklaşıp büyüklendikçe
büyüklendiler. Yani hakka uymayı, ona boyun eğmeyi kendilerine yedirmediler.
"Sonra ben
gerçekten onları yüksek sesle davet ettim, sonra muhakkak ben onlara hem açık
açık ilan ettim, hem de kendilerine gizli gizli söyledim." Ben çeşitli
davet yollarına başvurup onları insanlar arasında açıkça ve yüksek sesle imana
ve itaate davet ettim. Daha sonra açıkça davet ettiğim gibi gizli gizli de
davette bulundum.
Ayetlerden maksat,
onun davetinin üç mertebeli olduğunu anlatmaktır:
O gece gündüz gizli
öğüt vermekle başladı. Onlarsa ondan kaçıp uzaklaştılar.
Sonra onlara açık açık
davette bulundu. Çünkü bir topluluk arasında öğüt vermek bir azardır ve üslûbu
ağırlaştırmaktır. Bu da onları etkilemedi.
Daha sonra gizli ve
açık her iki yolu da bir arada denedi. Tıpkı hangi yola baş vurduysa faydasını
göremediğinden şaşırıp kalan gayretkeş kimsenin yaptığı gibi. Buradaki
"sonra" anlamındaki lafız bu haller arasındaki uzak süreyi ve üslûp
mertebesindeki farklılığı göstermek içindir. Çünkü açıkça davet, gizli davetten
daha ağır bir üslûptur. Her iki yolu birlikte uygulamak ise, bunlardan tek
başına birisini kullanmaktan daha ağırdır.
Bu da Peygamber
(s.a.)'in Mekke'de ve Arap yarımadasında izlediği davet aşamalarını
andırmaktadır. Kureyş kâfirlerinin takındıkları tutum da Nuh (a.s) kavminin
tutumuna benziyordu:
"Kâfir olanlar
dediler ki: Bu Kur'anı dinlemeyin ve o okunurken anlamsız sesler çıkarın.
Belki baskın çıkarsınız." (Fussilet, 41/26)
Daha sonra davetinin
mahiyetini şöylece açıklamaktadır: "Arkasından: Rabbinizden mağfiret
dileyin. Çünkü O çok mağfiret edicidir, dedim." Onlara dedim ki:
Rabbinizden ihlâslı bir niyet ile geçmiş günahlarınızın bağışlanmasını isteyin.
Küfür ve masiyetlerden Allah'a tevbe edin. Şüphesiz sizi yaratan, besleyip
büyüten Rabbinizin günahkârlara mağfireti pek çoktur.
Buyrukta mağfiret
dilemenin, bereketin ve bolluğun artması sonucunu verdiğine delil vardır.
Çünkü fakirlik, kıtlık, korkular, acılar, masiyetle-rin getirdiği bir
uğursuzluktur. Tevbe edip mağfiret dileyecek olurlarsa bu uğursuzluk ve bela
ortadan kalkar, hayır ve bereket geri döner.
Daha sonra küfür ve
masiyetten tevbe etmeleri halinde onlara beş hususu vaad ederek dedi ki:
1-
"Böylece O üzerinize semayı bol bol salıverir. Mallarla, oğullarla size
yardım eder. Size bağlar ve bahçeler verir ve sizin için nehirler akıtır."
Eğer sizler Rabbinizden mağfiret dileyecek olursanız üzerinize bol bol ve ardı
arkasına yağmur yağdırır. Böylelikle mal, bolluk, mahsuller, meyveler çoğalır.
Rahat, huzur, mutluluk ve istikrar her tarafı kuşatır. Size pek çok mal ve bol
bol hayırlar ihsan eder. Güvenlik, refah, istikrar ve mutluluk duygusu
dolayısıyla soyunuzu, çoluk çocuğunuzu arttırır. Size ağaçlarla, mahsullerle,
meyvelerle donanmış yemyeşil bahçeler verir.
Ekini, mahsulleri, geliri artıran akar tatlı suları olan ırmaklar ihsan
eder.
İşte bu, Allah'tan
mağfiret dilemenin, yağmurun yağmasının ve türlü rızıkları elde etmenin en
büyük sebeplerinden birisi olduğunun delilidir. Bundan dolayı istiska namazında
(yağmur duasında) mağfiret dilemek em-rolunmuştur. Aynı şekilde ayet, Yüce
Allah'a iman etmeleri halinde hem ahirette pek büyük bir paya sahip
olacaklarını, hem de dünyada bolluk ve varlığa kavuşacaklarını göstermektedir.
Teşvik edici
unsurlarla davette bulunduktan sonra onları azarladı ve şu sözleriyle onları
korkutarak davet yoluna başvurdu:
2- "Size
ne oluyor ki Allah'ın azametinden hiç korkmuyorsunuz? Halbuki O sizi
tavır(dan) tavır(a) geçirerek yaratmıştır." Niçin Allah'ın azametinden
korkarak Onu tevhid etmiyor, Ona itaat etmiyorsunuz? Halbuki nutfeden
başlayarak yapışkan bir kan, bir çiğnemlik et, kemik, arkasından et gibi
çeşitli merhalelerden geçirip sizi yaratan O'dur. Daha sonra hilkatiniz
tamamlanmakta ve bambaşka bir yaratık olarak sizi var etmektedir. Çocukluk,
sonra gençlik, sonra olgunluk çağma geliyor, sonra da yaşlanıyorsunuz. Sizi bu
harikulade aşamalarda yaratan zata karşı gereken tutumu takınmakta nasıl
gerekeni yapmaktan uzak kalabiliyorsunuz?
Razi buradaki
"recâ: ummak" lafzının "korkmak" diye tefsir edilmesini
uygun görmemektedir. Çünkü sözlükte "recâ: ummak" korkmanın zıttıdır.
Bu sebeple Zemahşeri'nin açıklamasını tercih etmiştir. Buna göre de: Siz niçin
Allah'tan herhangi bir tazim ümit etmiyorsunuz demek olur. Yani niçin sizler
Allah'ın sizi tazim edip, büyülteceğini ümit edecek bir durumda değilsiniz?
"Allah" lafzı da tazim edecek olanı açıklamaktadır.
Bu ayet Yüce Allah'ın
varlığının ve birliğinin bir delilidir. Çünkü insanın kendisi üzerinde düşünmesi
bunu ortaya koyar. Daha sonra üst alemden bir başka delili getirerek şöyle
buyurmaktadır:
"Görmez misiniz
Allah yedi göğü nasıl tabaka tabaka yaratmış, onların arasında ayı bir nur
kılmış, güneşi de bir kandil yapmıştır." Yani sizler Yüce Allah'ın biri
diğeri üstünde birbirleriyle uyumlu olarak yedi göğü nasıl yaratmış olduğuna,
dünya semasında ayı, yeryüzünü aydınlatıcı ve harareti bulunmayan bir halde,
güneşi ise gece karanlığını gideren, etrafa ısı ve ışık saçan aydınlatıcı bir
kandil gibi yarattığına bakmaz mısınız?
Ay için ayların geçip
gidişine delâlet eden konaklar ve burçlar takdir ettiği gibi, güneş de yılların
ardı arkasına gelmesinin bir delilidir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Güneşi ışık saçıcı, ayı nurlu yaratan, yılların sayısını ve hesabı
bilmeniz için ona konak yerleri belirleyen O'dur. Allah bunları ancak hak ile
yaratmıştır. O bilen bir topluluk için ayetleri geniş geniş açıklar."
(Yunus, 10/5)
Daha sonra Yüce Allah
alt alemden olan dünyadan bir delili söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve Allah sizi
yerden bir bitki gibi bitirmiştir. Sonra sizi yine oraya iade edecek ve sizi
bir defa daha çıkaracak." Allah ilk atanız Adem'i topraktan var etti,
bitki gibi büyüyüp gelişmesini sağladı. Sizin gelişmeniz de yerin bitirdiği ve
bitki ya da hayvan türünden gıdalara dayalıdır. Daha sonra sizi tekrar yere
geri iade etmekte, orada erimektesiniz. Parçalarınız dağılmakta ve nihayet
yere karışıp toprağa dönmektedir. Daha sonra kıyamet gününde ölümden sonra
sizleri tekrar bir defada çıkartacaktır. Birinci yaratılışınızda olduğu üzere
tedrici bir şekilde bitki gibi var etmeyecektir.
Zemahşeri dedi ki:
Sonradan var edilmişliğe daha açık delil olması için yaratılışın anlatılması
amacı ile bitki, istiare yolu ile kullanılmıştır.
5-
"Allah yeri sizin için bir sergi kılmıştır. Ta ki onun geniş yollarında
gidesiniz." Yüce Allah'ın insan üzerindeki nimetlerinden birisi de yeryüzünü
sizin için bir sergi gibi yayıp donatılmış olarak yaratmasıdır. Orasını
dağlarla sağlamlaştırmıştır. Siz de rızık aramak maksadıyla oranın çeşitli
yerlerine gidip gelmektesiniz. Dağlar arasında, vadilerde ve ovalarda sizin
için geniş yollar yaratmıştır.
[11]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Nuh
(a.s.), kavmini Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmaksızın bir ve tek olarak ibadet
etsinler diye elli yıl eksiğiyle bin yıl süreyle davet edip durdu. Bu süre
boyunca durmadı, dinlenmedi, usanmadı. Gece gündüz, gizli açık onları davet
etti. Yüce Allah'ın emrine uyarak, O'na itaate boyun eğerek bu davetini
sürdürdü. Fakat onlar bu kadar uzun bir süre davet olundukları halde, Nuh
(a.s)'un daveti onların hakka yaklaşmalarını arttıracak yerde, imandan
uzaklaşmalarından başka bir hallerini artırmadı.
2-
Razi'nin naklettiğine göre: "Ben kavmimi
gece ve gündüz gerçekten davet ettim..." buyruğu, bütün olayların Yüce
Allah'ın kaza ve kaderi ile ortaya çıktığının delili olan ayetlerden
birisidir.
3- Nuh
(a.s)'un, kavmini Allah'ın günahlarını bağışlaması için ibadete, takvaya ve
itaate davetini ve kavminin bu davetinden kaçışını maddi ve hissedilecek bir
şekilde tasvir etmiştir. Şöyle ki; kendisi onları günahlarının bağışlanmasına
sebep teşkil eden Allah'a iman ve Ona itaate davet ettikçe onlar da onun
davetini ve isteğini duymasınlar diye kulaklarını tıkadılar, onu görmesinler
diye elbiseleriyle yüzlerini örttüler. Hakkı kabul etmekten büyüklenip yüz
çevirerek alabildiğine büyüklendiler. İşte bu hak, davete kulak vermeyi
engelleyen oldukça kalın bir perdenin ve psikolojik bir büyüklenmenin
varlığının delilidir. Aynı şekilde bu, onların durumları ile bağdaşan bir
mübalağadır. Onlar parmaklarını kulaklarına tıkayıp, elbiselerine bürünmekle
birlikte işitmelerini engelleyen perde de daha da güçlü bir hal alır.
4- Nuh (a.s)
kavmini tevhide ve Yüce Allah'a itaate davet yolunda üç aşamayı izledi: İşe
gizlice öğüt vermekle başladı. İkinci olarak açıkça davette bulundu. Sonra hem
açık, hem de gizli daveti birarada yaptı. Şayet davet ile karşılıklı iletişim
kurulacak ve davetçinin sözlerinden etkilenilecek olursa, bu başarılı bir
siyaset ve bütün gayretini ortaya koyduğu yararlı bir yöntemdir.
5- Yüce
Allah'a itaatle uğraşmak, bereketin ve gelişmenin artmasını, hayır kapılarının
açılmasını, yağmurların yağmasını, ürünlerin artmasını, mahsullerin
bollaşmasını gerektiren bir sebeptir. Yüce Allah kendisine itaat etmeleri
halinde onlara beş hususu vaadetti: Yağmur yağdırmak, mal ve evlât vermek,
bahçeler ve ırmaklar vermek.
Hasan-ı Basri
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun-'den rivayete göre bir adam gelip kendisine
kuraklıktan şikayette bulundu. Ona: Allah'tan mağfiret dile, dedi. Bir diğeri
gelip fakirlikten şikayet etti, bir başkası neslinin azlığından, bir diğeri ise
toprağının veriminin azlığından şikâyet etti. Bunların hepsine de istiğfarda
bulunmalarını emretti. Orada bulunanlardan birisi ona dedi ki: Sana çeşitli
ihtiyaçlarından dolayı şikayette bulunan birkaç kişi geldi. Sen onların
hepsine de Allah'tan mağfiret dilemelerini emrettin. Bunun üzerine o kimseye
şu: "Rabbinizden mağfiret dileyin... dedim. " ayetini okudu.
Dikkat edilecek olursa
insanlar dünyevi hayırları sevmek tabiatına sahiptir. Bundan dolayı Nuh (a.s)
da bu ayet-i kerimede hayırlardan yana onları ümitlendirmiştir. Yüce Allah da
şöyle buyurmaktadır: "Ve sevdiğiniz bir diğeri daha: Allah'tan bir zafer
ve yakın bir fetih..." (Saf, 61/13)
6- Mağfiret
dilemeyi emreden bu ayet-i kerime mağfiret dilemek ile rızkın ve yağmurların
inmesinin isteneceğine delildir. Şa'bî dedi ki: Ömer yağmur duasına çıktı.
Dönünceye kadar istiğfardan başka bir şey yapmadı. Onlara yağmur yağdırılınca
hazır bulunanlar kendisine: Biz senin yağmur dilediğini görmedik, dediler. O da
şöyle dedi: Ben kendileri vasıtası ile yağmurun indirilmesinin istendiği
semadaki bütün yağmur yağma sebeplerini söz konusu ederek talepte bulundum.
Daha sonra da: "Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü o çok mağfiret
edicidir, dedim. Böylece o üzerinize semayı bol bol salıverir." ayetlerini
okudu.
7-
Nuh (a.s) onlara ibadet ve itaati teşvik
ederek dedi ki: Ne diye Allah'ın azametinden ve sizden herhangi birinizi
cezalandırabileceğine kadir olduğundan korkmuyorsunuz? Yani Allah'tan korkmayı
terketmekte hiçbir mazeretiniz yoktur. Çünkü Allah sizin nefislerinizde, kendi
birliğine delâlet eden bir belge yaratmıştır.
Daha sonra davetinden
yüz çevirdikleri takdirde azaba uğratılmakla onları tehdit edip azarladı, sonra
da Yüce Allah'ın varlığına ve Ona itaatin gereğine aşağıdaki hususları delil
gösterdi:
8- Nuh (a.s)
Allah'ın varlığına, vahdaniyetine, kudretine ve azametine insan nefsini ve
gökler, güneşler, aylar gibi üst alemi, yeryüzündeki hazineleri ve oradaki
madenler, bitkiler ve hayvanlar gibi türlü hayırları, mallan hatırlatarak, alt
alemin üzerinde düşünmelerini isteyerek delil ortaya koymuş oldu.
İnsanı topraktan
yaratan şanı Yüce Allah'tır. İnsan türünün evlilik yoluyla varlığını
sürdürmesini sağlayıp, hayatının bütün aşamalarında insana gereken itinayı
gösteren şanı Yüce Allah'tır.
Biri diğerinin üstünde
ve birbiriyle uyumlu yedi semayı yaratan Allah'tır. Her sema diğerinin
üzerinde kubbe gibi tabaka teşkil etmektedir. Dünya semasında Yüce Allah, ayı
ışık saçan bir nur kılmış, güneşi de yer-yüzündekiler için aydınlatıcı bir
kandil kılmıştır. Böylelikle geçimlerini sağlamak için çalışmak ve türlü
ihtiyaçlarını karşılamak imkânını elde edebilmişlerdir.
Yüce Allah Adem'i
yeryüzünün bütününden (alınmış topraktan) yarattığı ve ondan sonra onun
zürriyeti üreyerek çoğaldığı gibi, insanları tekrar kabirlere defnedilmek
suretiyle ölmüş halleriyle yere geri döndürecek, daha sonra da onları kıyamet
gününde ölümden sonra dirilterek oradan bir daha çıkartacaktır. Burada tekrar
insan nefsindeki delillere geri dönülmüş, Yüce Allah'ın: "Halbuki o sizi
tavır tavır yaratmıştır." buyruğuna bir çeşit açıklama kabilindendir.
Kulların yeryüzündeki
kolay ve geniş yolları izlemeleri için Yüce Allah yeryüzünü kullan için yayıp
döşemiştir.
Burada önce
nefislerdeki delilleri söz konusu etmektedir. Çünkü insanın kendi nefsi
herşeyden daha çok kendisine yakındır. Bazan afakî (dış alemdeki) delillerle
başladığı da olur. Çünkü bu tür deliller de daha göz kamaştırıcı ve daha
büyüktür.
Özetle Yüce Allah, Nuh
(a.s) vasıtası ile tevhide dair dört delili zikretmektedir:
1- "O
sizi tavırdan tavıra geçirerek yaratmıştır."
2- Gökleri,
güneşi ve ayı yaratmıştır.
3-
Yeryüzünden (insanları) bitki gibi var etmiştir.
4- Yüce
Allah yeryüzünü geniş yollara sahip, yayılmış ve döşenmiş bir halde
yaratmıştır.
[12]
21- Nuh dedi ki:
"Rabbim, gerçek şu ki, bunlar bana isyan ettiler. Malı ve evlâdı
zararından başkasını artırmayacak kimselere uydular."
22- "Ve onlar
büyük büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular."
23- "Ve: Tanrılarınızı sakın bırakmayın,
sakın Ved, Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesr'i terketmeyin, dediler."
24- "Şüphesiz ki
onlar birçok kimseyi saptırdılar. (Rabbim) zalimlerin sapıklığından başka
şeylerini artırma!"
25- Onlar da günahlarından dolayı suda
boğuldular. Ardından ateşe atıldılar da kendilerini Allah'tan kurtaracak
yardımcılar da bulamadılar.
26- Nuh dedi ki:
"Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!"
27- "Çünkü eğer
sen onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve kötü kimseden, aşırı giden
kâfirden başka evlât doğurmazlar."
28- "Rabbim!
Bana, anama, babama, mümin olarak evime girene, erkek ve kadın müminlere
mağfiret eyle! Zalimlerin de helaklerinden başka şeylerini artırma!"
"Ve:
Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesr'i
terketmeyin dediler." Burada umumi lafızdan sonra özel lafzın zikri söz
konusudur. Şu buyrukta ise bunun aksine, özel lafızdan sonra umumi lafız
zikredilmiştir: "Rabbim, bana, anama, babama, mümin olarak evime girene,
erkek ve kadın müminlere mağfiret buyur." Her ikisi de ıtnab türlerindendir.
[13]
"Bana"
kendilerine verdiğim emirler hususunda "isyan ettiler." Toplumun alt
kademesinde bulunanlar "malı ve evladı" bu nimetlerin kendilerine
verildiği başkan ya da önder olup "zararından" ahiretteki ziyanından
"başkasını artırmayacak kimselere uydular ve onlar" yani başkanlar
"büyük büyük hileler tuzaklar kurdular." Çünkü onlar Nuh'u
yalanlamış, ona ve ona uyanlara eziyetler yapmışlardı.
"Ve" alt
kademedekilere: "Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın" Kelb
oğullarının bir putu olan "Vedd"i, Huzeylilerin bir putu olan
"Suvâ"ı, Gu-tayf oğullarının Sebe' yakınlarında Curf daki ya da
Mezhiclilerin bir putu olan "Yeğûs"u "ve" Hemdanlıların
putu olan "Yeûk"u "ve" Zülkela'lılardan olan Himyerlilerin
putu olan "Nesr'i terketmeyin, dediler."
"Şüphesiz ki
onlar" yani bu putlara ibadet etmelerini emreden liderler yahut putlar
"birçok kimseyi saptırdılar. (Rabbim), zalimlerin sapıklığından başka
şeylerini artırma!"
"Onlar
günahlarından dolayı" tufan ile "suda boğuldular. Ardından ateşe
atıldılar" Bu da ahiretteki azap ya da kabirdeki azaptır "da
kendilerini Allah'tan kurtaracak yardımcılar da bulamadılar."
Kendilerinden azabı önleyecek, Allah'tan başka yardımcı olabilecek kimse
bulamadılar. Bu onların Allah'ın dışında kendilerine yardım etmeye güçleri
yetmeyen uydurma ilâhlar edindiklerine bir göndermedir.
"Dönüp
dolaşan" bir yurtta konaklayan yahut herhangi bir kimse demektir.
"Kötü kimseden ve
aşırı giden kâfirden" günah işleyip küfreden kimseden... Bu dua ona
(tufanın olacağına dair) vahyin gelişinden sonra olmuştu.
"Ana,
babama" mümin idiler "mümin olarak evime" yahut mescidime giren
ya da gemime binen kimseye "erkek ve kadın müminlere mağfiret eyle."
[14]
Nuh (a.s), Yüce
Allah'ın tevhidine dair gösterdiği türlü delillerin açıklanmasından sonra,
kavminin isyan ettiğini ilân etti. Onların çeşitli çirkin işlerini, sözlerini,
fiillerini nakletti. Bunların da put ve heykellere ibadet etrafında dönüp
dolaştığını açıkladı. Arkasından onların hak ettikleri ahi-rette cehennem
ateşine girmeyi, dünyada da helak edilmeyi sözkonusu etti. Bu da Nuh (a.s)'un
onlara bu hususta yaptığı beddua ile kendisi, anne babası, mümin erkek ve
kadınlar için kapsayıcı mağfiret duasından sonra söz konusu edildi.
[15]
"Nuh dedi ki:
Rabbim gerçek şu ki; bunlar bana isyan ettiler. Malı ve evlâdı zararından
başkasını artırmayacak kimselere uydular." Nuh (a.s) Rabbine şöylece dua
etti: Rabbim, benim kavmim bana isyanı sürdürüp davetimi kabul etmediler.
Sahip oldukları malları ve evlatları, dünyada sapıklıklarını, ahirette
cezalarını artırmaktan başka bir işe yaramayacak. Başkanlara, büyüklere ve
varlıklı kimselere tabi olup gittiler. Böylelikle dünyayı da, ahireti de
kaybettiler.
"Ve onlar büyük
büyük hileler yaptılar, tuzaklar kurdular." Pek büyük hileler yaptılar,
tuzaklar kurdular. Bu ise Nuh (a.s)'un hak dine ve Allah'ın tevhidine davetini
kabul etmekten insanları alıkoymak ve ayak takımını Nuh (a.s)'a eziyet edip
öldürmeye teşvik etmek şeklinde idi.
"Ve:
Tanrılarınızı sakın bırakmayın. Sakın Ved, Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesr'i
terketmeyin, dediler." Yani elebaşıları kendilerine uyan kimselere Nuh
(a.s)'a muhalefet etmek, onun emir ve sözlerine karşı çıkmak için aldatıp
kandırmak üzere, ilâhlarınıza ibadeti bırakıp, Nuh'un Rabbine ibadet etmeyin,
dediler. Özellikle de -daha sonraları Arapların da ibadet ettiği- şu Ved,
Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesir adındaki putlara ibadeti terketmeyin.
Ved, Kelboğullarının;
Suvâ', Huzeylilerin; Yeğûs, Gutayflılarm; Yeûk, Hemdanlıların; Nesr,
Zülkela'lılardan Himyerlilerin putu idi. Bunlar Nuh (a.s) kavminden salih
birtakım kimselerin isimleri idi. Bu şahıslar ölünce şeytan onların
kavimlerine, bunların oturup kalktıkları yerlerde onların heykellerini dikin ve
onlara bu şahısların isimlerini verin, diye telkinde bulundu. Onlar da böyle
yaptılar. Bu işi yapanlar ölüp, başkaları geldikten sonra bu sefer İblis onlara
şöyle vesvesede bulundu: Sizden öncekiler bunlara ibadet ediyorlar ve bunlar
vasıtasıyla onlara yağmur yağdırılıyordu. Bunun üzerine sonrakiler de onlara
ibadet ettiler.
Arapların nezdinde
başka putlar daha vardı. Bunların en önemlileri Taifte Sakiflilere ait Lât;
Süleym, Gatafan ve Cuşemlilere ait Uzza; Ku-deyd'de Huzaalılara ait Menat;
Mekkelilere ait İsaf; Naile ve Hubel putları bunların en önemlileri idi. Hubel
onların nezdinde putların en büyüğü idi. Bu sebeple Kabe'nin üzerine
yerleştirilmişti.
"Şüphesiz ki
onlar birçok kimseyi saptırdılar. (Rabbim) zalimlerin sapıklığından başka
şeylerini artırma." Yani onların büyükleri ve başkanları pekçok kimseyi
saptırdı. Bir diğer açıklamaya göre putlar birçok kimseyi saptırdı. Putlara
ibadet Peygamber efendimizin peygamberlik dönemine kadar Araplar arasında da
Arap olmayanlar arasında da nesiller boyunca devam etti. Nitekim İbrahim (a.s)
duasında şöyle demişti: "Beni de, oğullarımı da putlara tapmaktan uzak
tut! Rabbim, çünkü onlar insanlardan birçoğunu saptırdılar." (İbrahim,
14/35-36)
Buna uygun olarak Nuh
(a.s) onların sapmaları, başkalarını saptırmaları, küfür ve inatları sebebiyle
onlara şöylece beddua etti: Sen kâfirlerin şaşkınlıklarından ve doğrudan
uzaklaşmalarından başka şeylerini artırma! Böylelikle hakka ve doğruya giden
yolu bulamasmlar. Bu da Musa (a.s)'nm Firavun ve kavmine yaptığı şu bedduayı
andırmaktadır: "Rabbi-miz! Mallarını yok et, kalplerini mühürle. Çünkü
onlar can yakıcı azabı görmedikçe iman etmeyeceklerdir." (Yunus, 10/88)
Daha sonra Yüce Allah
onların cezalarını ve cezalarına sebep teşkil eden insanları saptırmalarını
açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Onlar da
günahlarından dolayı suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar da kendilerini
Allah'tan kurtaracak yardımcılar da bulamadılar." Yani günah ve
kötülüklerinin çokluğundan, küfürleri üzere ısrar edip rasulle-rine muhalefeti
sürdürdüklerinden dolayı tufan ile suda boğuldular. Sonra da ahirette ateşe
sokulacaklardır. Kimse onları Allah'ın azabından kurtaramadı ve bu azabı
onlardan uzaklaştıramadı, uzaklaştıramayacak.
"Nuh dedi ki:
Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden dönüp dolaşan bir kimse bırakma!" Yani Nuh
(a.s) onların iman edeceklerinden yana ümidini kesince Yüce Allah da bu hususu
kendisine vahyettikten sonra onlara şöylece beddua etti: Rabbim, yeryüzünde
onlardan bir yurt veya evde sakin olup barınan hiçbir kimse bırakma.
"Çünkü eğer sen
onları bırakırsan kullarını saptırırlar ve kötü kimseden, aşırı giden kâfirden
başka evlat doğurmazlar." Yani eğer sen onlardan herhangi bir kimseyi
bırakacak olursan onlardan sonra yaratacağın kulları hak yoldan saptırırlar ve
onlar ancak sana itaati terketmek suretiyle günah işleyecek, kalbinden de
nimetlerine karşı çokça nankörlük edecek; günahkâr kimseden başkasını
doğurmayacaklardır. Çünkü onları tanıyor, onlarla birlikte elli yıl eksiğiyle
bin yıl birlikte kalmış bulunuyordu.
Daha sonra Nuh (a.s)
iman ehline dua etti ve kâfirlere bedduayı da tekrarladı:
"Rabbim! Bana,
anama babama, mümin olarak evime girene, erkek ve kadın müminlere mağfiret
buyur. Zalimlerin de helaklerinden başka şeylerini artırma." Yani Rabbim
benim günahlarımı da, risaletime iman etmiş bulunan anne babamın günahlarını da
ört. Mümin olarak evime giren herkesin günahlarını bağışla. Gelecek ümmet ve
nesiller arasından senin varlığını ve vahdaniyetini tasdik edecek her mümini
de bağışla, kâfir olarak kendilerine zulmedenlerin ise helak, hüsran ve yok
oluşlarından başka şeylerini artırma.
Onun bu duası kıyamet
gününe kadar gelecek olan bütün müminleri ve zalimleri kapsamış bulunmaktadır.
İmam Ahmed, Ebu Davud
ve Tirmizi'nin rivayetine göre Ebu Said Hudri, Rasulullah (s.a.)'ı şöyle
buyururken dinlemiştir: "Müminden başkasıyla sohbet ve arkadaşlık etme.
Yemelini de takva sahibinden başkası vemeşin." Nuh (a.s)'a uyarak onun
gibi yaşayan ve vefat etmiş erkek kadın bütün müminlere dua etmek de
müstehaptır.
[16]
Ayetler aşağıdaki
hususlara delil teşkil etmektedir:
1- Yüce
Allah'tan başkasına şikâyette bulunmak, halini arz edip ona sığınmak caiz
değildir. Bundan dolayı Nuh, kavmini Rabbine şikâyet etti. Onların kendisine
karşı geldiklerini ve uymalarını emrettiği iman hususunda kendisine
uymadıklarını bildirdi. Bunu da aralarında elli yıl eksiğiyle bin yıl süreyle
kalıp onları davet ettiği halde küfür ve isyanları üzerinde ısrar ettiklerini
gördükten sonra yaptı. İbni Abbas dedi ki: Nuh (a.s) babalardan sonra gelecek
oğullara ümit bağlamıştı. Böylelikle ardarda oğullar geldi. Yedi nesile kadar
ulaştılar. Arkasından onlardan ümit kestikten sonra onlara beddua etti.
Tufandan sonra da altmış yıl yaşadı ve insanlar çoğalıp etrafa yayıldı.
2- İnsanlar
geleneklerde önderlerini ve büyüklerini taklit ederler. Nuh kavmi de küfürleri,
malları ve evlâtları dünya hayatında sapıklıklarından, ahirette de
helaklerinden başka bir şeylerini artırmayan başkanlarına ve zenginlerine
uydular. İnsanları din ve imana uymaktan alıkoyarak aşağılık kimseleri Nuh
(a.s)'u öldürmek için kışkırtarak pek büyük hileler yaptılar, tuzaklar
kurdular.
3- Nuh kavmi
küfür ve inat üzere ısrar etti, karşı gelmelerini, putlara ibadetlerini
sürdürdü. Putlara ibadet etmeyi, Yüce Allah'a ibadeti de ter-ketmeyi
birbirlerine tavsiye etti. Özellikle de Ved, Suvâ', Yeğûs, Yeûk ve Nesr'e
ibadeti teşvik ettiler. Bunlar da Nuh kavminin ibadet ettikleri birtakım
putlar ve suretler idi. Daha sonra Araplar da bunlara ibadet ettiler.
4-
Nuh (a.s) şikâyetinde şunu vurgulamıştı:
Kavminin büyükleri kendilerine uyanların birçoğunu saptırmışlardır. Bu sebeple
onlara şu sözleriyle beddua etmişti: Zalim kâfirlerin azabından[17],
hüsrandan, cennetliklerin yolundan sapmalarından ya da hile ve tuzaklarındaki
sapıklıklarından başka şeylerini artırma! Nuh (a.s) onların kesinlikle iman
etmeyeceklerine dair bilgi ifade eden birtakım karine ve belgelerle bunu
öğrendikten sonra onlara kızıp öfkelenerek sapıklıkta kalmaları için (veya azap
görmeleri için) beddua etmiştir.
5- Nuh
kavminin büyük ve küçük günahları tufan ile suda boğulmalarına ve ondan sonra
da cehennem ateşine girmelerine sebeptir. İşte o vakit Allah'ın azabından
kendilerini koruyacak hiçbir kimse bulamadılar.
6- Ehl-i
Sünnete mensup bazıları -ki bunlar arasında Kuşeyrî de vardır.- "onlar da
günahlarından dolayı suda boğuldular, ardından ateşe atıldılar" buyruğunu
kabir azabının varlığına delil göstermiştir. Çünkü cehenneme atılmak suda
boğulmaktan sonra gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu ahi-ret azabı diye
yorumlanamaz. Aksi takdirde buradaki (ardından anlamı verilen) takip ifade
eden "fe "nin bir anlam ifade etmesi söz konusu olmaz. Diğer
taraftan "atıldılar" diye mazi (dili geçmiş zaman)dan haber veren bir
kip kullanılmıştır. Bunun kullanılması bu işin gerçekleşmesi halinde uygun
düşer.
Razi ise onların bu
iddialarının delilsiz bir şekilde zahiri anlamı ter-ketmek olduğunu belirterek
reddetmiştir. Çünkü buyruğun anlamı onlar cehennem ateşine girmeyi hakettiler
şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Atıldılar" buyruğu ise mazi lafız
kullanılarak gelecekten haber vermek anlamındadır ki bu da bu azabın gerçekleşeceğini
daha da pekiştirmek ve varlığının doğruluğunu anlatmak içindir.[18]
7- Yüce
Allah'ın: "Kendilerini Allah'tan kurtaracak yardımcılar da bulamadılar.
" buyruğu herhangi bir işin meydana gelmesini Allah'tan başkası ile
irtibatlandıran kimselere karşı bir delildir. Çünkü ayet-i kerime putlara
ibadete kendilerine gelecek musibetleri önlesinler ve kendilerine birtakım
menfaatleri celbetsinler diye devam eden müşriklere bir tenkit mahiyetindedir.
Bu müşrikler Allah'ın azabına uğrayınca o putların faydasını görmedikleri gibi
putlar da Allah'ın azabından hiçbir şeyi onlardan uzaklaştıramadı.
8- Nuh (a.s)
kâfirlerin kendisine tabi olacaklarından ümit kestikten ve Yüce Allah da
kendisine: "Kavminden daha evvel iman etmiş olanlardan başkası asla iman
etmeyecektir." (Hud, 11/36) diye
vahyettikten sonra yok edilip, helak edilmeleri için beddua etti. Yüce Allah da
onun bedduasını kabul edip, inanmayan ümmetini suda boğdu. Bu da Peygamber
(s.a.)'in şu buyruğunu andırmaktadır: "Kitab'ı indiren, hesabı pek çabuk
gören, ahza-bı (kâfir gruplarını) bozguna uğratan Allah'ım, sen bunları da
bozguna uğrat ve onları sarstıkça sars."
İbnü'l-Arabi dedi ki:
Nuh (a.s) bütün kâfirlere beddua etti. Peygamber (s.a.) ise müminlere karşı
ittifak eden ve onlara karşı başkalarını kışkırtan gruplara beddua etti. İşte
bu genel olarak kâfirlere beddua etmenin bir dayanağını teşkil etmektedir. Ne
hal üzere öldüğü bilinmeyen muayyen bir kâfire gelince, ona beddua edilmez.
Çünkü bizim için onun akıbeti bilinmemektedir. Allah tarafından onun
mutlulukla hayatının son bulduğu bilinen bir kimse olma ihtimali vardır.
Peygamber (s.a.)'in özel olarak Utbe, Şeybe ve arkadaşlarına beddua etmesine
gelince, bu onların akıbetlerini bilmesinden ve onların halleri ile ilgili
perdenin kendisine açılıp gösterümesinden dolayı idi. Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.[19]
9- Nuh (a.s)
kendisine, mümin olan anne babasına, evine ya da mescidine mümin olarak giren
ve Yüce Allah'ı tasdik ederek namaz kıldığı yere namaz kılarak giren herkese,
hayatta olanlarıyla ölmüşleriyle kıyamet gününe kadar gelecek olan erkek kadın
bütün müminlere de dua etmiştir.
Daha sonra iman ehline
karşılık kâfirlere de: "Zalimlerin de helaklerinden başka şeylerini
artırma." diye beddua etmiştir. Bu da kâfir ve müşrik olan herkes
hakkında umumidir.
[20]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/129.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/129.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/129-130.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/131.
[5] Zemahşeri, 11/ 270.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/132-133.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/133-134.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/135.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/136-137.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/137.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/138-140.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/141-143.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/144.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/145.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/145.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/145-148.
[17] Nitekim yüce Allah: "Muhakkak ki günahkarlar
sapıklıkta ve çılgın ateş içindedirler." (Kamer, 54/47) diye
buyurmaktadır. Burada "dalâl: sapıklık" azap demektir.
[18] Razi, XXX/145.
[19] Ahkâmu'l-Kur'an, IV/1848 vd.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/148-150.