CİN  SURESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

Cinler Ve Kur'ân Dinlemeleri 2

Cinlerin Okunan Kur'ânı Dinledikleri Kitap İle Sabit Olmuştur. 3

Kitap Ve Sünnette Cinlerin Anılması 4

İman Eden Cinlerin  Allah Ve Kur'ân Hakkındaki Bilgi Ve Övgüleri 4

Ateş Ateşi Yakar Mı?. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

Doğru Yolu Seçmeyip Kendine Yazık Edenler. 6

Mekke'de Geçen Kuraklık. 6

Mescidler Allah  İçindir. 6

Peygamberin (A.S.)  Görevinin  Sınırı 7

Gerçek Kudretli Neticede Belli Olur. 7

Gaybın Kapıları İnsanlara Açık Tutulmamıştır. 8

Cenab-ı Hak Dilediğine Gaybı Bildirir. 8

Kâinat Düzeninde Ve Hayat Programında Meleklerin Görevi 9


CİN  SURESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.

Cinlerden bir topluluğun gelip Kur'ân dinlediklerinden ve o sebeple imân ettiklerinden bahsedildiği için «cin» kelimesi aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Âyet   sayısı     :       28

Kelime     »        :     285

Harf         »         :      870       

[1]

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1-Cinlerden bir topluluğun gelip Kur'ân âyetlerini dinledikten sonra, bu ilâhî kitap hakkındaki görüşlerine yer veriliyor.

2-İnsanlardan bir kısmının cinlere sığınmaya çalıştığı ve bu sebeple onların azgınlıklarını artırdıkları konu ediliyor.

3-Cinlerden o gurubun gök haberleriyle ilgili hareketlerine değini­lerek, bu hususta neler söyledikleri naklediliyor.

4-Cinlerin farklı  inanç, değişik mezheplere sahip oldukları belirti­liyor.

5-Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırları üzerinde durula­rak aydınlatıcı bilgi veriliyor.

6-Kıyamet gününde âsi günahkârların ne kadar zayıf ve sahipsiz olduklarının ortaya çıkacağı ve onların öylece gerçeği anlayacakları haber veriliyor.

7-Gaybı ancak CenâbHakk'ın bildiğine ve dilediğine onu bildire­ceğine değinilerek konunun önemine işaret ediliyor.

 

Meali:

 

1-De ki: Cinlerden birkaç tanesinin  (gelip Kur'ân) dinledikleri ve sonra da: «Biz, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik» dedikleri, bana vahiy yoluyla bildirildi.

2-«Öyle bir Kur'ân ki, doğruya götürür. Biz ona inandık. Artık hiç­bir şeyi Rabbımıza ortak koşmayız.

3-Ve şüphesiz Rabbımızm şanı ve azameti çok yücedir. O, eş ve ço­cuk edinmemiştir.

4-Oysa bizim şaşkın beyinsiz (olanımız), Allah'a karşı saçmalayıp yalan söylüyordu.

5-Ve gerçekten biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı yalan söyle-miyeceklerini sanıyorduk.

6-Hakikat insanlardan bir kısım adamlar, cinlerden bazı kişilere sı­ğınırlardı da bu suretle onların azgınlıklarını artırırlardı.

7-Onlar da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi diriltip kal-dırmıyacağınr sanmışlardı.

8-Biz, gerçekten göğü yokladık da sert ve güçlü bekçilerle ve şi-hablarla dolu bulduk.

9-Ve biz doğrusu orada dinlemeye uygun oturulacak yerlerde otur­duk. Ama şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir şihab bulur.

10-Gerçekten biz bilmiyorduk, yeryüzündekilere kötülük mü istenil­di, yoksa Rabları onlar için bir hayır mı murâd etmiştir?

11-Ve doğrusu bizden iyi-yararlı kişiler de var ve onların ötesinde alçaklar da vardır. Bizler ayrı ayrı yollar tutmuşuzdur.

12-Ve biz elbette Allah'ı yeryüzünde de, başka bir yere kaçsak da âciz birakamıyacağımızı kesinlikle anladık..

13-Şüphesiz ki, biz doğru yolu gösteren (Kur'ân)ı, kulak verip din­lediğimizde ona imân ettik. Artık kim Rabbına imân ederse, ne (ecrinin) ekşiteceğinden, ne de haksızlığa uğrayacağından korkusu olmaz..

14-Hakikat içimizde (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, kendine yazık eden haksızlar da vâr. İslâm'ı kabul edenler, doğru yolu arayıp se­çenlerdir.

 

Cinler Ve Kur'ân Dinlemeleri

 

De ki: Cinlerden birkaç tanesinin (gelip Kur'ân) dinledikleri ve sonra da: «Biz, hayranlık uyandı­ran bir Kur'ân dinledik» dedikleri, bana vahiy yoluyla bildirildi..»

Cin kavramı hakkında Ahkaf Sûresi 29. âyetin tefsirinde geniş bilgi vermiş bulunuyoruz. Ancak, Ahkaf Sûresinde zikredilen cinlerle burada anılan cinler aynı değildir. Onlar semavî kitaplara ve sonra da Kur'ân-ı Kerîm'e imân eden mü'min cinler olarak bulunuyordu. Bunlar ise, önceden inanmış cinler olmayıp küfür üzere bulunuyorlardı. Kur'ân âyetlerini din­ledikten sonra imân etmişlerdir.

Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i dinlemeye gelen cin olayı iki ay­rı zamanda gerçekleşmiştir.

Cin hakkında çok şeyler söylenmiş ve çok şeyler yazılmıştır. Onların hepsini tefsirimize nakletmemiz elbette ki mümkün değildir. Ancak okuyu­cularımızın hafızalarındaki izi derinleştirmek için önce «cin» kavramının tarifini, sonra da klasik tefsirlerde geçen bazı önemli bilgilerin özetini ver­mekte yarar görüyoruz.

Cin, sözlükte: Örtülü olup gözle görülemiyen şey demektir. Bu mâ­nayla, gecenin karanlığının ortalığı ve eşyayı örtmesine «cenne'lleylü»; kal­kan veya siper arkasında gizlenmeye «cünne»; ana rahminde örtülü olan çocuğa «cenîn»; göğüs kafesinin içinde örtülü bulunan kalbe, «cenan»; toprağı örtüp gizleyen bahçeye «cennet»; aklın örtülüp dengesini kaybetmesine «cinnet» veya «cünûn» denilir ve bunların hepsi aynı köke dayanır. Başta İslâm Dini olmak üzere semavî dinlerin hemen hepsi cinlerin varlığını kabul edip bu türe yer vermişlerdir.  Materyalistlerle felsefeciler ise böyle bir mahlûkun mevcudiyetini red ve inkâr ederler.

Klasik tefsirlerde bu konuyla ilgili kayıtlar ve tesbitler:

1-Eski ilim adamlarının çoğu, cinlerin süffî (aşağı) ruhlar olduğuna; felekî ruhlardan daha hızlı hareket ettiklerine inanırlardı.

2-Son Peygamber Hz. Muhammed'den (A.S.) önceki peygamberlere İnanan dindarlar ise, cinlerin varlığını kabul ederler; ancak onların mahi­yeti hakkında farklı görüş izhar edip değişik yorumlarda bulunurlar: Ki­mine göre, onlar havaî canlılardır, çok çeşitli şekillere girebilme yeteneği­ne sahiptirler. Kimine göre, onlar ne cisim, ne de arazdır; mahiyeti bilin­meyen öyle cevherlerdir ki bazısı hayırlı ve şereflidir, hayırlı işlerde bu­lunmayı severler;  bazısı da aşağılıktır,  hasistir ve şerirdir; şer ve  kötü­lükte bulunmaktan hoşlanırlar.

Cinlerin türlerinin sayısını ise, ancak onları yaratan Cenâb-ı Hak bilir.

3-Cinler, mahiyetleri farklı birtakım cisimlerdir ki, hepsi bir tek sı­fat altında toplanırlar, Bu bakımdan onlar da diğer cisimler gibi boşlukta yer işgal ederler ve boyutları vardır. Latîf, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ay­rılırlar.

4-Eş'ârîlere göre : Cisimler  mahiyetleri itibariyle  eşittirler. Beden ise hayat için şart değildir. O bakımdan cinlerin bedeni var mıdır, yok mu­dur? şeklinde düşünmeye gerek yoktur.

5-Mu'tezile ise, cinnin vücudunu inkâr eder ve hayat için bedenin şart olduğunu söylerler.

6-Hasan el-Basrî'ye göre : Cinler, ilk yaratılan İblîs'in evlâdıdır; na­sıl ki insanlar da ilk yaratılan Adem'in (A.S.) evlâdı olarak bulunuyorsa..

7-İhn Abbas'a göre : Cinler, ilk yaratılan Cann'ın evlâdıdır ki Cann, şeytandan ayrı bir tür olarak bulunuyor. Şeytanlar ise, ilk yaratılan İblîs'in evladıdır.

[2]8-Tevrat'ta ise, tesbit edebildiğim kadariyle,   Levililer  bölümünde: «Cincilere ve bakıcılara dönmeyin; murdar olmak için onları aramayın» diye bir emir vardır. [3]

 

Cinlerin Okunan Kur'ânı Dinledikleri Kitap İle Sabit Olmuştur

 

«Biz, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik,.»

Ahkaf Sûresi 29. âyette de bu konu şöyle açıklanmaktadır.- «Hani bir vakit cinlerden birkaç tanesini Kur'ân dinlemek üzere sana çevirip gön­dermiştik. Onu dinlemeye hazır duruma gelince, birbirlerine: «Susun din­leyin!» dediler..»

O halde Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Kur'ân'ı dinlemek üzere gelen bu cinlerle görüşmüş müdür? Ahkaf Sûresi'nde sadece cinlerden birkaç tane­sinin Kur'ân'ı dinlemek üzere Hz. Peygamber'e (A.S.) çevrilip gönderildiği açıklanıyor, ama Onunla görüşüp görüşmediklerine temas edilmiyor.. Tef-sîrini yaptığımız sûrenin birinci âyetinde ise, cinlerin gelip Kur'ân dinledik­lerinin Hz. Peygamber'e vahiy yoluyla bildirildiği belirtiliyor.

Böylece konu biraz kapalı olduğundan gerek Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar, gerekse onlardan sonra gelen ilim adamları ve râviler farklı gö­rüşler ve yorumlar ortaya koymuşlardır:

a)  İbn Mes'ûcl (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimizin cinleri gördüğünü söylemiştir. Nitekim Sahîh-i Müslim'de bu rivayete yer verilmiştir. [4]

Ayrıca Ebû Dâvud ve Ahmed b. Hanbel de cinlerden bir grup temsil­cinin Resûlüllah'a (A.S.) geldiğini kaydetmişlerdir. [5]

Sahîh-i Buharî'de ise, Nusaybin cinlerinden birkaç temsilcinin Hz. Pey­gambere geldiği ve Peygamber (A.S.)ın şöyle dediği nakledilmektedir: «Doğrusu Nusaybin cinlerinden birkaç temsilci bana geldi. Onlar ne güzel cinlerdi!.» [6]

b)  İbn Abbas (R.A.) dan yapılan rivayette, adı geçenin şöyle dediği belirtilmiştir: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz   cinlere ne Kur'ân  okumuştur, ne de onları görmüştür.»

Ve İbn Abbas'ın (R.A.) devamla şunu da söylediği rivayetler arasında yer almaktadır: «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, ashabından bir grup kim­seyle birlikte Ukaz Panayırını kasdederek yola çıktı. O sırada cinler ve

şeytanlarla gök haberleri arasına bir engel konulmuş ve cinler ile şeytan­lar üzerine şihablar gönderilmişti. Bu sebeple cinler ile şeytanlar kendi aralarında konuşup kavimlerine dönmüşlerdi. Onlara : «Size ne oldu?» di­ye sorulunca, onlar: «Bizimle gök haberleri arasına engel konuldu ve üze­rimize şihablar (metaoritler, qkan yıldızlar, ilâhî roketler) gönderildi. Bu­nun üzerine onların kavmi şöyle dedi: «Bu ancak yeni meydana gelen bir şeyden, bir olaydan dolayıdır. Onun için yeryüzünün doğularını ve batılarını gezin dolaşın da bir bakın neler olmuştur!» Şeytanlar ve cinler ayrılıp yeryü­zünde dolaşırken onlardan bir grup da Tihame'ye doğru yöneldi ki, o sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ukaz Panayır'ını kasdererek Nahle mevkiinde bulunuyordu. Ashabıyla birlikte sabah namazını kılarken, gelen cinler Kur'ân'ı işittiler, ona kulak verdiler ve «İşte bizimle gök arasına giren en­gel budur» deyip kavimlerine döndüler ve şöyle haber verdiler: «Biz, hay­ranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik. Öyle bir Kur'ân ki doğruya götürmek­tedir. Biz ona inandık. Artık hiçbir şeyi Rabbımıza ortak koşmayız.»

Bunun üzerine Allah onların Kur'ân dinleyip imân ettiklerini Peygam­berine vahyederek bildirdi.»

[7]Hadîsin anlatım tarzından anlaşılıyor ki, yeryüzünün doğusuna ve ba­tısına yayılıp meydana gelen olayı tesbite çalışan cinlerle birlikte şeytan­lar da bulunuyormuş. Diğer bir yoruma göre: Şeytan denilince, bu iki türe birden delâlet etmektedir. Çünkü ikisi de gözle görünmeyen varlıklardır ve onlardan ilâhî sınırları aşıp temerrüd edenlerin hepsine birden «şeytan» denilebilmektedir.

 

Kitap Ve Sünnette Cinlerin Anılması

 

Kur'ân-ı Kerîm'in 28 yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa bilgi­ler verilmektedir ki, hiçbirinin te'vîle tahammülü yoktur; yani kelime ve cüm­le olarak konulduğu mânaya açık biçimde delâlet etmekte ve başka bir yoruma imkân bırakmıyacak bir netlik arzetmektedir. O halde cin denilen mahlûk vardır.

Hadîslerde ise otuza yakın yerde cinlerden söz edilmekte ve aydınla­tıcı bilgiler verilmektedir. Başta Buharı ve Müslim olmak üzere Tirmizî, Ebû Dâvud, Nesâî, İbn Mâce, Müsned-i Ahmed, Dâremî ve Taberânî gibi mu­teber hadîs kitaplarında bu rivayetlere yer verilmiştir.

Bu durumda «cin» kavramını «yabancı» diye yorumlamak çok fahiş bir hatâ ve aynı zamanda günahı gerektiren bir sapmadır.

 

İman Eden Cinlerin  Allah Ve Kur'ân Hakkındaki Bilgi Ve Övgüleri

 

Cenâb-ı Hak, cinlerden bir grup temsilciyi, Kur'ân'ı dinlemek üz< Hz. Muhammed'e (A.S.) doğru sevketmiş ve olayı vahiy yoluyla peygc berine haber vermiştir. Bu, o kadar açık bir anlatımdır ki, her türlü şüph reddetmekte ve yanlış yorumları önlemektedir. Aynı zamanda olayın < reyan şekli ve ortaya çıkan hususlar, mü'minlere hem yol gösterici, tatmin edici temel bilgileri de beraberinde taşımaktadır. Şöyle ki:

1-Hz. Muhammed (A.S.), insanlara peygamber olarak gönderild gibi, cinlere de aynı görevle gönderilmiştir. Bundan dolayı Ona «Resulü sakaleyn» denilmiştir.

2-Cinler her ne kadar yalın ve zehirli ateşten yaratılmışsa da sanî duygular taşımakta; yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi meleklerden  farklı birtakım özellikleri bulunmaktadır.

3-Cinler bizim dilimizi bilmekte ve o bakımdan sözlerimizi  işitip anlamaktadırlar.

4-Cinler de insanlar gibi, kendi hayat şartlarına ve hılkatlarında özelliklerine göre ilâhî tekliflerle yükümlüdürler.

5-Onlardan imân edenler kendi kavim ve kabilelerini Hakk'a imân davet ederler; aynı zamanda irşad ve tebliğ görevinde bulunurlar.

6-Cinlerin akıl erdirdiği İslâmî hakikatlere bazı insanların akıl erd rememesi şaşılacak şeydir.

7-Cinlerden imân edenler Kur'ân'a büyük hayranlık duymakta v kutsal kitabın ancak doğruya, iyiye, güzele ve fazîlete götürdüğünü bil m ektedirler.

8-Cinler Kur'ân'ı dinleyip imân ettikten sonra artık hiçbir şeyi Al lah'a ortak koşmayacaklarını söylemişlerdir. Bu, biraz da mü'minleri dahc dikkatli olmaya davettir.

9-«Yegâne terbiyeci olan Allah'ın şanı çok yücedir, azameti pek yüktür», diyerek Cenâb-ı Hak hakkında sağlam bilgi sahibi bulundukların, belirtmişlerdir.

10-Gerçeğe sırt çevirip Hakk'ı  inkâr edenleri  beyinsizlikle suçla­mışlardır.

11-İnsan ve cinlerin Allah'a karşı yalan söylemiyecekierini; her iki ayrı türün sayısız nimetlerle donatıldıklarını düşünerek bu iki türe yakı­şanın, Allah'a kul olma şuuruyla hayatlarını düzenlemek olduğuna işarette bulunmuşlardır.

12-Cinlerden yardım bekleyen, onlara sığınan; yalan yanlış bilgi al­maya çalışan insanların, bu düşünce ve davranışlarıyla ancak kâfir cinlerin azgınlık ve şımarıklıklarını artırdıklarına dikkat çekmektedirler. Zira cin denilen varlık, insanların kendilerinden çok üstün ve ilâhî iltifata çok daha fazla mazhar kılındıklarını ve yeryüzünde ancak onların Allah'ın halîfe ve naibi bulunduklarını çok iyi bilmektedirler.

13-Cinler de insanlar gibi doğup büyürler ve yaşayıp ölürler. Onlar­dan kâfir olanları, inkarcı sapık insanlar gibi, öldükten sonra dirilmiyeceklerini iddia ederler.

14-Cinler ve şeytanlar gökleri yokladıkları zaman, sayısı belirsiz me­leklerin bekçilik ve benzeri görevler yaptıklarını; şihab (metaorit, akan- yıl­dız, ilâhî roket)lerîn, onlardan gök haberlerini dinlemek isteyenlere fırlatıl­dığını tesbit edip kavimlerine bildirmişlerdir.

Bu olay, cin ve şeytanların çok ayrı ve farklı hisleri bulunduğunu gös­termektedir.

15-Kendilerinin de insanlar gibi bölündüklerini;  kiminin faydalı, ki­minin de zararlı yollar tuttuklarını açıklamışlardır.

16-Hiçbir kuvvet ve mahlûkun CenâbHakk'ı âciz bırakamıyaaağını, O'nun her şeyi kemal mertebesinde ilmiyle, kudretiyle kapsayıp kuşattığı­nı bildirerek insanların bu hakikatten gaflet etmemelerini istemişlerdir.

17-Sadece doğru yolu gösteren Kur'ân-ı Kerîm'i bir defa dinlemek­le, onun ilâhî mesaj olduğunu anlamış ve inanmışlardır. Bu olay, cinlerin akıl ve idrak, zekâ ve hafıza gibi yetenek sahibi varlıklar olduğunun bir başka delilidir.

18-Allah'ın mutlak âdil olduğunu; herkesin ameline göre karşılık ve­receği idrâk ve inancı içinde bulunduklarını beyân etmişlerdir.

19-İslâmiyeti din olarak seçenlerin -ister insan, isterse cin olsun- en doğru yolu seçtiklerinde şüpheleri olmamıştır.

20-Kendine, İslâm ve Kur'ân'ın çizgisinden ayrılmak suretiyle  hak­sızlık edenlerin Cehennem'e odun olacaklarına değinmişlerdir.

 

Ateş Ateşi Yakar Mı?

 

Kur'ân'daki açık anlatımdan, insanın topraktan, cinnin ise dumansı; yalın ateşten yaratıldığı kesin biçimde anlaşılmaktadır. Bu durumda kâfir  cinlerin ve şeytanların cehenneme atılacağı haber veriliyor. Mayaları ateş olan bu varlıkları cehennem ateşi yakar mı? Yani ateş onlarda tesir gösterir mi?

İnsan topraktan yaratılmıştır; ama topraktan ayrı bir maddeye dönüş­müştür. O bakımdan taş ve toprak insanda tesir meydan getirmekte ve nihayet toprak ölen insanı çürütüp belirsiz hale sokmaktadır. Cinlerin de ışın veya yalın ateşten yaratılmaları, onların ateşte yanmalarına engel de­ğildir. Onlara ait ruhlar gelip kendilerine ait bünyeye yerleşince ayrı bir özellik kazanmışlardır. Nasıl ki bizim bedenimizde açık yanları ve belirti­leriyle toprak yoksa, onların da bünyesinde yine açık belirtileriyle ateş yok­tur. O sebeple ateşte yanmaları her zaman mümkündür.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, cinlerden bir grubun gelip okunan Kur'ân'ı din­ledikleri ve bu olayın onlarda hayranlık uyandırarak imân ettiklerine se­bep olduğu belirtildi. Sonra da bu imân eden cinlerin Allah ve Kur'ân hak­kındaki olumlu sözleri nakledilerek mü'minlere bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Hakk'a inanmayıp kendine yazık edenlere hazır­lanan azaptan söz ediliyor. Arkasından mescidlerde sadece Allah'a ibâdet edilmesi öğütleniyor. Sonra da Peygamber'in (A.S.) risâlet görevini yeri­ne getirirken sınırının nereye kadar varabileceği üzerinde durularak, Onun (A.S.) yetki alanına değiniliyor.

Kâfirler için va'dedilen o rüsvay edici günün yakın olup olmadığı ko­nu edilerek aydınlatıcı ve yönlendirici bilgi veriliyor.

 

Meali:

 

15-Kendine yazık eden haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e odun oldular.

16-17-Eğer onlar o yolda (Hakk'ın belirlediği yolda) dosdoğru gitse-lerdi, bununla onları denememiz için kendilerine bol su içirirdik. Kim Rab-bını anmaktan yüzcevirirse, Rabbı onu gittikçe yükselen bir azaba sev-keder.

18-Şüphesiz ki mescidler Allah'ındır. O holde (oralarda)  Attah île beraber hiçbir şeye duâ ve ibâdet etmeyin.

19-Doğrusu Allah'ın kulu (Muhammed), O'na duâ ve ibâdet etmek için kalkınca, onlar (inkarcı müşrikler) neredeyse üzerine çullanıyorlardı.

20-De ki: «Ben ancak Rabbı ma duâ ve İbâdet ediyor un, ve hiç bi­rini O'na ortak koşmam.»

21-De ki: «Ben size ne bir zarara, ne de doğru yolu yo^terirken yarar sağlamaya mâlik değilim.»

22-De ki: «Şüphesiz hiçbir kimse beni Allah'tan (O'nun vereceği cezadan) kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam.

23-(Benim görevim) ancak Allah'tan geleni, O'nun gönderdiklerin! tebliğdir. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı gelirse şüphesiz ki onun İçin, içinde devamlı ebediyyen kalacakları Cehennem ateşi vardır.

24-Nihayet o va'dolunduklarını görecekleri vakit, kimin yardımcı ba­kımından daha güçsüz ve sayı bakımından daha az olduğunu bileceklerdir.»

25-De ki: «O va'dolunduğunuz şey (azap) yakın mıdır, yoksa Rab-bım onu uzun bir zaman sonraya mı bırakmıştır? bilemiyorum.»

26-O, gaybı bilendir. Gaybına kimseyi muttali' kılmaz.

27-Ancak seçip razı olduğu bir resul (elçi, peygambere (bildirmesi) bunun dışındadır. Şüphesiz ki O, peygamberlerin önünde ve ardında dizi halinde gözcüler yürütür ki,

28-Bu da peygamberlerin Rablarından gönderilen rlsâleti tebliğ et­tiklerini (ayan-beyan) bilmesi içindir. (Allah) onların yanındaki şeyleri ku­şatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.

 

Doğru Yolu Seçmeyip Kendine Yazık Edenler

 

«Kendine yazık eden haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e odun oldular.»

Bir grup cirmin Kur'ân-ı Kerîm'i dinledikten sonra imân etmeleri ve bu doğrultuda çok olumlu görüş ortaya koymaları açıklandıktan sonra inkar­cı sapıklar kınanıyor ve insan için Hakk'a dönmekten ve O'na dosdoğru inanmaktan daha değerli bir şey olmıyacağına işarette bulunularak şu uya­rı yapılıyor:

«Kendine yazık eden haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e yakıt ol­dular.»

Sözü edilen haksızlık dört manaya delâlet etmektedir:

1-Ruhları yüce âlemden tertemiz geldiği halde, o yüce âlemden in­dirilen ve b-îünüyle hidayet rehberi olan Kur'ân pınarından ona içirmiye-rek kendilerine büyük haksızlıkta bulundular.

2-İnsanın hılkatındaki yüceliğe yakışan tavır, hayvanı, yani nefsanî duygularını meşru sınırlar içine almak ve ruhunun safiyet ve temizliğine yakışan amellerde bulunmaktır. İnkarcı maddeciler ise bunun aksine bir hayat yolu izlemek suretiyle kendi kendilerine zulmetmektedirler.

3-Hakk'ı inkâr eden sapıklar, her şeyin İnsan için, insanın da Al­lah'a ibâdet için yaratıldığını idrâk edemediler. O yüzden kâinat planın­daki yerlerini alamıyarak, hılkatlarıyla ilgili hikmet ve amacın dışına çıka­rak kendilerine çok yazık ettiler.

Fakir ve muhtaçların hakkını vermediler de toplum yapısında sos­yal denge ve düzeni bozmaya çalıştılar ve o yüzden hem çevrelerine, hem de kendilerine haksızlık ettiler.

İşte dört yönlü bu haksızlık onları odunlaştırmış've Cehennem'e ya­kıt olma düzeyine getirmiştir. Dönüş yapmadan, Hakk'a yönelmeden bu­lundukları hal üzere ölenleri, işledikleri zulüm ve haksızlığa karşılık elim bir azap beklemektedir.

 

Mekke'de Geçen Kuraklık

 

«Eğer onlar o yolda (Hakk'ın belirlediği yolda) dosdoğru gitselerdi, bununla onları denememiz için ken­dilerine bol su İçirirdik..»

Küfür, azgınlık, işkence ve ahlâksızlık sınır tanımadan ilerlerken, ilâhî rahmet iki yönlü olarak kesildi:

1-O bölgede feyiz ve bereket, sevgi ve saygı havası kalmadı.

2-Yağmur yağmadığı için de kaynaklar kurudu; kıtlık ve sıkıntı başladı.

Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, bu olayın sebebi üzerinde durarak şu bilgiyi veriyor: «Eğer onlar o yolda (Hakk'ın belirlediği yolda) dosdoğru gitse­lerdi, bununla onları denememiz için kendilerine bol su içirirdik..»

Arkasından Cenâb-ı Hak şu uyarıda bulunarak, kullarını yönlendirme­yi murad etmektedir: «Kim Rabbını anmaktan yüzçevirirse, Rabbısı onu gittikçe yükselen bir azaba sevkeder[8]

Yükselen azap ne idi?

Önce âyette geçen «saâd» kavramını açıklamamız gerekiyor. Bu ke­lime, meşakkat ve sıkıntı ifade eder ve bu sıkıntının yükselip alçalmasına dolaylı şekilde işareti yansıtır. Bu manaya göre, Mekke'de sıkıntı bir süre devam edecek ve kâbus misali inkarcıların üzerine çökecektir. Öyle ki, yiyecek sıkıntısından sonra diğer bir meşakkat onları beklemektedir ki, Hicret olayı ve Bedir Savaşı bunun ilk habercileri olacaktır. Nitekim öyle olmuştur.

Ayrıca, inkâr ve azgınlığın gemi azıya aldığı yerlerde, maddî sıkıntı­dan başka bir de birçok nesnelerin bulunmasına rağmen malda ve canda feyiz ve bereketin kalkacağı ve o yüzden ruhî bunalımların çoğalacağı, in­sanların stres havası içinde sıkıntılı bir ömür geçirecekleri bir yorum ola­rak söylenebilir.

 

Mescidler Allah  İçindir

 

  «Şüphesiz ki  mescidler  Allah'ındır. O halde (oralarda) Allah ile beraber hiçbir şeye duâ ve ibâdet etmeyin.»

Mesâcid, «mescid» veya «mesced»in çoğuludur. Mescid, Hakk'a secde edilen yer demektir. Bu mânayla, Kabe, Cami, havra ve kilise de kelime­nin kapsamına girmektedir. Ancak Müslümanların örfüne göre, İslâm -bedlerine delâlet eder.

Böylece putperestler uyarıldıktan sonra, bu defa kitap ehli sayılan Ya-huai ve Hıristiyanlar uyarılıyor. İbâdet yerlerinde Allah'tan başkasına da ibâdet etmeleri, Allah'ın yanında başka birine ibâdet ve duada bulunma­ları kınanarak ibâdet yerlerini asıl amaç ve maksadının dışına çıkardıkları bildiriliyor.

Manastır ve kiliselere Meryem'in, İsa'nın (A.S.) ve meleklerin sureti­nin nakşedilmesi, Allah'ın yanında başkasına da ibâdet edildiğinin bir baş­ka alâmeti sayılır. Semavî dinlerin özünde ve aslında bu gibi bâtıl inanc-larm yeri yoktur. Teslis akidesi ve mâbedlere nakşedilen resimler bütü­nüyle Hıristiyan din adamlarının uydurmasıdır.

Kabe'nin üstüne, içine ve çevresine konulan putlar da o günkü müş­riklerin küfür ve isyanından başka bir şey değildir. Çünkü «kutsal Kabe, Allah'a ibâdet için yeryüzünde inşâ edilen ilk mabeddir. İnkarcı sapıklar, cahil ahlâksızlar onu amacının dışında kullanıyorlardı. Resûlüllah {A.S.) Efendimiz Mekke'de iken de orada zaman zaman CenâbHakk'a ibâdet ederek onu gerçek amacına çevirmek istiyordu. Ne yazık ki, azgın müş­rikler Ona bu fırsatı vermiyorlardı. Hattâ müdahaleyi bu sınırda da tut­mayıp Hz. Muhammed'in (A.S.) aziz vücudunu ortadan kaldırmayı planla­mışlardı. Ama Allah'ın koruyup himaye ettiğini kimse yok edemez. Zafer ise, geç de gerçekleşse haktan yana olanlarındır.

Nitekim bu olay şöyle tasvir ediliyor: «Doğrusu Allah'ın kulu (Muhant-med), O'na dua ve ibâdet etmek için kalkınca, onlar (inkarcı müşrikler) neredeyse üzerine çullanıyorlardı.»

Diğer bir rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ukaz Panayırı gü­zergâhında Batn-i Nahle'de Kur'ân okurken cinlerden bir grup gelip Onu dinlerken ilâhî sözün lâhutî tesirinin havasında kalmışlar ve o yüzden da­ha da yakından dinlemek için izdiham oluşturup üstüste yığılır gibi olmuş­lardı. İlgili 19. âyetle bu olaya işaret edilmektedir. Ama birinci yorum ve tesbît daha sıhhatlidir.

 

Peygamberin (A.S.)  Görevinin  Sınırı

 

 (De ki: <<Ben ancak Rabbıma duâ ve ibâdet ediyorum ve hiç birini O'na ortak koşmam.» De ki: «Ben size ne bir zarar, ne de doğru yolu gösterirken bir yarar sağlamaya mâlik değilim..»

20 ve 21. âyetle, Hz. Muhammed'in (A.S.) görevinin sınırı belirtiliyor ve böylece Resûlüllah (A.S.) Efendîmiz'den sonra da Onun yolunda yürü­yen mürşidlerin, Allah'ın dinini yaymaya çalışırken, teblîğ ve ir şad d a bulu­nurken kendi yetki alanlarını aşmamaları tenbîh ediliyor.

Zira gerek Peygamber (A.S.), gerekse ümmetinden irşadda bulunma­ya yetkili olanlar, fert, aile ve toplumu Hakk'a davet edip onları irşad et­meye çalışırlar. Ama hiç kimseyi doğru yola eriştireceklerini iddia edemez­ler. Çünkü hidâyet, yani doğru yola erdirmek ancak Allah'a aittir. O, bu yetkiyi hiçbir kuluna vermemiştir. [9]Şüphesizki kalpler Allah'ın iki kud­ret parmağı arasında bulunuyor; onları çevirip açmak, doğruya yönelt­mek de ancak O'nun kudreti dahilindedir. Bu O'nun ezelî plân ve progra­mında belirlenmiş bir sünnettir ki değişmesi söz konusu değildir.

22 ve 23. âyetlerle bu gerçek en anlamlı şekilde yansıtılmakta ve ir­şada gönül verenler için bir kıstas olarak konulmaktadır: «De ki: Şüphe­siz hiçbir kimse beni Allah'tan {O'nun vereceği cezadan) kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam.. (Benim görevim), ancak Al­lah'tan geleni, O'nun gönderdiklerini tebliğdir. Kim Allah'a ve Peygamberi­ne karşı gelirse, şüphesiz ki onun için, İçinde devamlı ebediyyen kalacak­ları Cehennem ateşi vardır.»

 

Gerçek Kudretli Neticede Belli Olur

 

«Nihayet o va'dolunduklarını görecekleri vakit, kimin yardımcı bakımından daha güçsüz ve sayı bakımından daha az olduğunu bileceklerdir.»

Mekkeli müşrikler de, günümüzdeki inkarcı maddeciler de ve hemen her çağda bu yolda yürüyenler de kendilerini hep güçlü saymış ve hakkı zayıflattıkları nisbette böbürlenip yenilmez bir kuvvet olduklarına inanmış­lardır. Oysa başarı ve zafer işin başıyla değil sonuyla ölçülür.. 13 yıllık Mekke dönemi bir bakıma müşriklerin üstünlük kurmasıyla ve yenilmezli-ğiyle geçmiş gibi görünürse de, hakikatte Peygamber (A.S.) Efendimizin etrafında birleşen bir avuç fedakâr, cefakâr mü'minler zafer va'deden mut­lu sonuca adım adım ilerliyorlardı. Nitekim cok geçmeden hicret olayının arkasından Bedir Savaşı meydana geldi ve düne kadar böbürlenen müş­rikler hezimete uğratıldı; güçlerinin yenilmez olmadığını anladılar ve birkaç yıl sonra Hak yolunda vakf-ı hayat eden İslâm mücahidlerinin Mekke'yi fethetmesiyle netice belirlenmiş oldu. Başarı ve zafer, inkâr, azgınlık ve ahlâksızlıktan kaynaklanan kaba kuvvetin değil; imân ve irfandan kay­naklanan ahlâk ve faziletindir gerçeği bütün açıklığıyla ortaya çıktı.

24.  âyetle bu hakikate işaret edilmektedir. Diğer bir yorumla, inkarcı sapıklara va'dolunan şey, âhirette tecelli edecek ve o gün onlar ne kadar güçsüz, hakîr ve yalnız olduklarını çok daha iyi anlayacaklar.

25.  âyetle, müşriklere va'dolunan azap gününün yakın olup olmadığı konu edilirken kaç yıl veya ay sonra, ne zaman, nerede bu olayın gerçek­leşeceği hakkında kesin bir tarih verilmiyor; ancak Allah'ın va'dettiği şe­yin mutlaka gerçekleşeceği belirtiliyor. Zira ilâhî üslûp ve metod gereği, gerek meydana gelmiş olay ve kıssalardan, gerekse meydana geleceği ha­ber verilen olaylardan söz edilirken tarihi üzerinde durulmaz. İlâhî plân ve programın vakti, saati gelince aynen meydana geleceği bildirilmekle yetinilir.

Fetih tarihinin bildirilmemesinin şüphesiz ki birtakım sebep ve hik­metleri vardır. Cenâb-ı Hak, mü'minlerin yakın gelecekte kâfirlerin saldırı ve işkencesinden kurtulacağını açık ve kapalı ifadelerle haber verirken, yu­karıda da değindiğimiz gibi, belli bir tarihten söz etmemektedir: Bunun, yani tarih belirlemenin birtakım sakıncaları akla gelebilir. Şöyle ki:

a) Mekke'nin fetih tarihi ve mü'minlerin devlet kurma vakti belirlenip bildirilseydi, gerçek mü'minlerle dönek münafıkları birbirinden ayırt etmek bir bakıma zorlaşırdı.  Hiç değilse münafıklardan çoğu belirlenen tarihe kadar daha ihtiyatlı olmaya özen gösterir ve nifak ile şikaklarını çok daha gizli ve sinsi yürütürlerdi ki bu çok daha tehlikeli olabilirdi.

b) Mü'minlerKur'ân'a ve Peygambere tereddütsüz inandıklarından, na­sılsa üstün gelip yakın gelecekte Mekke'yi fethedeceğiz, diyerek tedbirde kusur edebilir ve daha aktif çalışmayabilirlerdi.

c) Tedbirde kusur ise, mü'minlerin kendilerine düşen hizmeti ihmal, diğer bir anlatımla onlar için belirlenen imkân ve irâde sınırına erişme gay­retlerinde bir gevşeme meydana gelebilirdi.

Bunlar bizim düşünebildiklerimizdir. Daha nice hikmetleri vardır ki, şu anda aklımıza gelmemektedir. Şüphesiz Cenâb-ı Hak her şeyi hikmetle yürütür.

 

Gaybın Kapıları İnsanlara Açık Tutulmamıştır

 

«O, gaybı bilendir.Gaybına kimseyi muttali' kılmaz. Ancak seçip razı olduğu bir resul (elçi, peygamberle (bildirmesi) bunun dışındadır..»

Gayb: Sözlük olarak, görünmeyen, ortada olmayan, batıp kaybolan gibi mânalara gelir. Terim olarak, genellikle biri nisbî ve izafî, diğeri mut­lak olmak üzere iki kısma ayrılır. Birincisi, bir süre insanın bilgi ve tesbi-tinin dışında kaldığı halde sonradan şart ve ortamın değişip gelişmesiyle bilgi ve tesbit kapsamına giren şeylerdir. Aynı zamanda bu çerçeve içinde bir kısmına göre gayb sayılan şey, diğerine göre gayb sayılmayabilir. Me­selâ topraktaki bakterileri keşfedip bilene göre, bakteriler gayb değildir; ama bu keşiften ve tesbitten uzak kalan kimseye göre onlar gayb sayılır. Bu misâlleri çoğaltmak mümkün.. Birinin aklından geçen şey kendisine göre gayb değildir,.başkasına göre gaybdır.

İkincisi ise, nisbî ve izafî değildir. Beşerin duygu, düşünce, ilim ve tek­nik İmkânlarla da bilemediği ve tesbit edemediği şeylerdir. Öyle ki, bu kı­sım bütünüyle insanın duygu ve ilminin, deney ve gözleminin dışında ka­lır ve münhasıran Allah'ın ilmine aittir.

O halde âyette geçen «gaybsdan maksad, ikinci kısımdır. Cenâb-ı Hak böylesine bir gaybı, gerekirse seçip beğendiği resullere, yani elçi ve pey­gamberlere bildirir.

Zira unutmamak gerekir ki, insanın duygu ve düşüncesi, aklı ve bilgi­si sınırlıdır. Allah'ın ilmi ve kudreti sınırsızdır. Kâinatta bilmediğimiz o ka­dar şey vardır ki, onları saymaya belki ömrümüz yetmez. Kâinatı fiziksel yönüyle düşünmek bile insan aklına durgunluk vermektedir. Henüz ışığı dünyamıza ulaşmayan yıldızlar ve sistemlerden söz edilmektedir. Yer ve gökler, yalnız Kürsî denilen sisteme nisbetle, çok büyük bir çöle atılan kü­çük bir halka veya yüzük gibi kabul edilmektedir. Arş'ın ise, Kürsî'ye nis­betle büyüklüğü, bizim tasavvurlarımızı aşmaktadır. Ya bir de fizıkötesi âlemi düşünelim; o âlemler bizim düşünee sınırlarımızın çok ötesinde de­ğil midir?

Anlaşıldığı gibi, beşer aklı ve ilmi henüz fizik âlemini tam manasıyla çözüp ondaki gaybı açığa çıkaramamıştır; nerede kaldı mâna âlemine, ya­ni fizikötesine nüfuz etmesi..

Geçmiş-gelecek her şey, her olay Levh-i Mahfûz'da yazılıdır. Misâl âleminde ise o yazılı olanların birer misâli, sinema şeridi gibi düzenlenmistir. O bakımdan beşerin varlık âlemi hakkında bildiği pek azdır, zira ona ilimden çok az şey verilmiştir. Hattâ meleklerin de kendi özelliklerine rağmen bildikleri bilmediklerinden çok azdır.

Gerek fizik, gerekse fizikötesi âlemlerde gayble ilgili o kadar çok şey vardır ki, onları Allah'tan başkası bilemez. Bunun için 25 ve 26. âyetlerde Hz. Peygamber'e (A.S.) şöyle demesi emredilmektedir: «De ki: O va'do-lunduğunuz şey (azap) yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun bir zaman son­raya mı bırakmıştır? bilemiyorum. O, gaybı bilendir. Gaybına kimseyi mut­tali' kılmaz..»

Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, mutlak anlamdaki gaybına, ancak seçip beğendiği elçilerini muttali' kılar. Bu da gaybın çokluğuna nisbetle başta­ki saçtan bir kıl demektir. Allah'ın izni dışında beşerî yetenekler sözünü ettiğimiz gaybın kapısını çalamaz, eşiğine bile varamaz.

İşte bu noktada insanın kâinattaki yeri, aczi, sınırlılığı; CenâbHakk'ın da yüksek kudreti, sınırsızlığı kendini gösterir.

 

Cenab-ı Hak Dilediğine Gaybı Bildirir

 

«Ancak seçip razı olduğu bir resul (elçi ve pey­gamberce (bildirmesi) bunun dışındadır..»

Peygamberler, CenâbHakk'ın seçip beğendiği kullandır. Onlar gayb âleminden vahiy yoluyla haber alan bahtiyarlardır. Allah kullarından seçip beğendiğine nübüvvet ve risâlet rütbesi vererek gaybın bazı kapılarını on­lara aralamakta veya açmaktadır. Biz buna bir mânayla da «mu'cize» di­yoruz. Nitekim Kur'ân'da Âl-i İmrân Sûresinde İsa Peygamberin (A.S.) İs­rail oğullan'na, mu'cizelerle te'yîd edilerek gönderildiği şöyle belirtilmek­tedir : «Şüphesiz ki ben size Rabbımzdan bir âyet (açık bir belge, belirgin bir mu'cize) getirdim: Size gerçekten kuş biçiminde çamurdan bir şey meydanû getiririm de İçine üflerim, Allah'ın izniyle o kuş olur. Anadan doğ­ma körü, alacatenliyi iyi ederim; ölüleri diriltirim. Evinizde ne yiyor ve neleri biriktiriy orsan iz size haber verebilirim. Eğer inanan kimseler iseniz bunda size elbette açık alâmet ve ibret alınacak belge vardır.» [10]

Şüphesiz ki İsa'ya (A.S.) bu yeteneği verip gayb kapılarını ona açan Cenâb-ı Hak'tır. Çünkü İsa (A.S.) O'nun resullerinden biridir.

Peygamber yolunda yürüyen kâmil mürşidlere gelince: Cenâb-ı Hak,

onlara da yine ResÛlüllah'ın nübüvvet nurunun aracılığıyla gaybın bazı kapılarını açar. Biz buna «keramet» diyoruz. Nitekim Ehl-i Sünnet âlimleri, «Evliyanın kerametine inanırız» derken, Mu'tezile bunu reddetmiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri bu konuda şu hadîslerle istidlal etmiştir:

«And olsun ki sizden önceki ümmetlerde ilham alan kişiler bulunu­yordu ki, onlar peygamber değildi. Benim ümmetimde de böyle bir tane varsa, şüphesiz ki o, Hattab oğlu Ömer'dir.»

[11]«Gerçekten sizden önceki ümmetlerde ilham alanlar vardı. Eğer üm­metimde onlardan (onlar gibi) biri varsa, şüphesiz ki, Ömer b. Hattâb on­lardan biridir.»

[12]Sahîh tesbitlere göre, Hz. Ömer (R.A.) şöyle demiştir: «Vallahi ben sık sık ilham alıyorum.»

Rivayetlerin tamamı, Allah dostluğuna mazhar olan kişilerin, Resû-lüllah (A.S.) Efendimizin aracılığıyla birtakım gaybî şeylere İlham ve kera­met yoluyla muttali' kılındıklarına delâlet etmektedir. Allah daha iyisini bilir.

Cinci, büyücü, kâhin (gâibden haber veren sapık) ve medyumun gayb­le ilgili verdiği bazı bilgi ve haberlere gelince: Kâfir olan cinlerin bir doğ­ruya dokuz yalan katıp fısıldamasıyla gerçekleşen bir olaydır. Cinler ola­cak şeyleri değil, olmuş bazı şeyleri anında tesbit etme hız ve yeteneğine sahiptirler. Ne var ki, gördüklerini bazan hatâ yaparak, çoğu zaman kasıtlı olarak doğru şekilde aktarmazlar. Bu da, ya karşısındaki o kişilerin itika­dını iyice tahrip etmek, ya da birtakım fitneler doğurmak içindir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de cinlerin gaybı bilmedikleri şöyle açıklanmaktadır :

«Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın için­de kalmazlardı.» [13]

 

Kâinat Düzeninde Ve Hayat Programında Meleklerin Görevi

 

«Şüphesiz ki, O, Peygamberlerin önünde ve ardında dizi halinde gözcüler yürütür ki..»

Kâinat düzeninin kusursuz devamını, hayat ile ilgili programın sağlıklı yürümesini görevli melekler sağlar. Bizim fizik âleminde gözlem ve deney yoluyla elde ettiğimiz sonuçların belli ve belirli kanunlara bağlı bulundu­ğunu; her olayın sebep ve illetlerle içice olduğunu görüyoruz. Göremedi­ğimiz önemli bir husus vardır, o da, o kanunların, illet ve sebeplerin bağlı bulunduğu güçlerdir. Yani o kanunları, sebep ve illetleri harekete geçiren melekler vardır. Bunu bilimsel açıdan tesbit etmek bugün için hemen he­men mümkün değildir. Ama Kur'ân'da yer yer bu gerçek dile getirilerek kâinatta Allah'ın mutlak tasarruf sahibi bulunduğu, çok sağlam kanun­lar, kurallar konulduğu; mu'cize ve keramet dışında olayların sebep ve il­letlere bağlandığı; meleklerin de bu arada önemli görevler yüklendikleri haber verilmektedir. Nitekim Şah Veliyüllah ed-Dehlevî (R.A.) bu konuyu açıklarken şu misâli vermiştir: «Balıkçı ağını denize veya göle atınca, gö­revli melekler bazı balıklara ağa doğru gitmesini, bazısına da oradan uzak­laşmasını ilhamda bulunurlar.»

27. âyette ise, bu konu kısmen açıklanarak şöyle buyurulmaktadır: «Şüphesiz ki O, peygamberlerin önünde ve ardında dizi halinde gözcüler (gözetleyici melekler) yürütür..»

Bununla Cenâb-ı Hak, peygamberlere indirilen ilâhî vahyin çin ve şey­tanlar tarafından dinlenmemesi için peygamberlerin etrafında gözetleyici, koruyucu, yönlendirici birçok meleklerin bulunduğunu haber vererek, cin­cilerin, kâhinlerin, büyücü ve medyumların verdiği ve vereceği haberlerin çoğunun gerçek dışı ve itikadı esasları tahrîp edici olduğuna işarette bu­lunmaktadır.

Cin Sûresi'ne, Kur'ân'ı dinleyen bir grup cinnin imân etmesi ve övgü­leri anlatılarak başlandı; gaybın anahtarının Allah'ın yanında olduğu ve gaybın kapısının ilâhî izin ve iradeyle açılabileceği üzerinde durularak sû­re noktalandı.

 



[1] Lübabu't-te'vîl: 4/315

[2] Fazla bilgi için bak: el-Câmi'u Li Ahkâmi'I-Kur'ân: 19/5

[3] Tevrat/Levililer: 19/31

[4] Müslim/salât:  150, 152, 153

[5] Ebû Dâvud/taharet: 20 - Ahmed: 1/449

[6] Buharî/menakıb: 32

[7] Buhari - Müslim - Lübabu't-te'vîl: 4/315 - Tefslr-i Kurtubl: 19/2

[8] Geniş bilgi için bak : Tâ-Hâ Sûresi 124. âyetin tefsiri

[9] Bilgi için bak : Kasas Sûresi : 56, âyetin tefsiri

[10] Âl-i İmrân Sûresi: 49

[11] Sahîh-i Buhar! - Lübabu't-te'vîl : 4/317

[12] Sahîh-i Müslim - Lübabu't-te'vîl: 4/318

[13] Sebe' Sûresi:  14