Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Cinlerin Okunan Kur'ânı Dinledikleri Kitap İle Sabit Olmuştur
Kitap Ve Sünnette Cinlerin Anılması
İman Eden Cinlerin Allah Ve Kur'ân
Hakkındaki Bilgi Ve Övgüleri
Doğru Yolu Seçmeyip Kendine Yazık Edenler
Peygamberin (A.S.) Görevinin Sınırı
Gerçek Kudretli Neticede Belli Olur
Gaybın Kapıları İnsanlara Açık Tutulmamıştır
Cenab-ı Hak Dilediğine Gaybı Bildirir
Kâinat Düzeninde Ve Hayat Programında Meleklerin Görevi
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir.
Cinlerden bir
topluluğun gelip Kur'ân dinlediklerinden ve o sebeple
imân ettiklerinden bahsedildiği için «cin» kelimesi aynı zamanda sûreye isim
olmuştur.
Âyet sayısı
: 28
Kelime »
: 285
Harf » :
870
1-Cinlerden
bir topluluğun gelip Kur'ân âyetlerini dinledikten
sonra, bu ilâhî kitap hakkındaki görüşlerine yer veriliyor.
2-İnsanlardan
bir kısmının cinlere sığınmaya çalıştığı ve bu sebeple onların azgınlıklarını
artırdıkları konu ediliyor.
3-Cinlerden
o gurubun gök haberleriyle ilgili hareketlerine değinilerek, bu hususta neler
söyledikleri naklediliyor.
4-Cinlerin
farklı inanç, değişik mezheplere sahip
oldukları belirtiliyor.
5-Sonra Hz. Peygamber'in (A.S.) görevinin sınırları üzerinde durularak
aydınlatıcı bilgi veriliyor.
6-Kıyamet
gününde âsi günahkârların ne kadar zayıf ve sahipsiz olduklarının ortaya
çıkacağı ve onların öylece gerçeği anlayacakları haber veriliyor.
7-Gaybı ancak Cenâb-ı Hakk'ın bildiğine ve dilediğine onu bildireceğine
değinilerek konunun önemine işaret ediliyor.
1-De ki:
Cinlerden birkaç tanesinin (gelip Kur'ân) dinledikleri ve sonra da: «Biz, hayranlık uyandıran
bir Kur'ân dinledik» dedikleri, bana vahiy yoluyla
bildirildi.
2-«Öyle bir Kur'ân ki, doğruya götürür. Biz ona inandık. Artık hiçbir
şeyi Rabbımıza ortak koşmayız.
3-Ve
şüphesiz Rabbımızm şanı ve azameti çok yücedir. O, eş
ve çocuk edinmemiştir.
4-Oysa bizim
şaşkın beyinsiz (olanımız), Allah'a karşı saçmalayıp yalan söylüyordu.
5-Ve
gerçekten biz, insanların ve cinlerin Allah'a karşı yalan söyle-miyeceklerini sanıyorduk.
6-Hakikat
insanlardan bir kısım adamlar, cinlerden bazı kişilere sığınırlardı da bu
suretle onların azgınlıklarını artırırlardı.
7-Onlar da
sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi diriltip kal-dırmıyacağınr
sanmışlardı.
8-Biz,
gerçekten göğü yokladık da sert ve güçlü bekçilerle ve şi-hablarla dolu bulduk.
9-Ve biz
doğrusu orada dinlemeye uygun oturulacak yerlerde oturduk. Ama şimdi kim
dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir şihab
bulur.
10-Gerçekten
biz bilmiyorduk, yeryüzündekilere kötülük mü istenildi, yoksa Rabları onlar için bir hayır mı murâd
etmiştir?
11-Ve
doğrusu bizden iyi-yararlı kişiler de var ve onların ötesinde alçaklar da
vardır. Bizler ayrı ayrı yollar tutmuşuzdur.
12-Ve biz
elbette Allah'ı yeryüzünde de, başka bir yere kaçsak da âciz birakamıyacağımızı kesinlikle anladık..
13-Şüphesiz
ki, biz doğru yolu gösteren (Kur'ân)ı, kulak verip
dinlediğimizde ona imân ettik. Artık kim Rabbına
imân ederse, ne (ecrinin) ekşiteceğinden, ne de haksızlığa uğrayacağından
korkusu olmaz..
14-Hakikat
içimizde (Allah'a) teslimiyet gösterenler de var, kendine yazık eden haksızlar
da vâr. İslâm'ı kabul edenler, doğru yolu arayıp seçenlerdir.
De ki: Cinlerden birkaç
tanesinin (gelip Kur'ân) dinledikleri ve sonra da:
«Biz, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik»
dedikleri, bana vahiy yoluyla bildirildi..»
Cin kavramı hakkında Ahkaf Sûresi 29. âyetin tefsirinde geniş bilgi vermiş
bulunuyoruz. Ancak, Ahkaf Sûresinde zikredilen
cinlerle burada anılan cinler aynı değildir. Onlar semavî kitaplara ve sonra da
Kur'ân-ı Kerîm'e imân eden mü'min
cinler olarak bulunuyordu. Bunlar ise, önceden inanmış cinler olmayıp küfür
üzere bulunuyorlardı. Kur'ân âyetlerini dinledikten
sonra imân etmişlerdir.
Böylece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'i
dinlemeye gelen cin olayı iki ayrı zamanda gerçekleşmiştir.
Cin hakkında çok
şeyler söylenmiş ve çok şeyler yazılmıştır. Onların hepsini tefsirimize
nakletmemiz elbette ki mümkün değildir. Ancak okuyucularımızın hafızalarındaki
izi derinleştirmek için önce «cin» kavramının tarifini, sonra da klasik
tefsirlerde geçen bazı önemli bilgilerin özetini vermekte yarar görüyoruz.
Cin, sözlükte: Örtülü
olup gözle görülemiyen şey demektir. Bu mânayla,
gecenin karanlığının ortalığı ve eşyayı örtmesine «cenne'lleylü»;
kalkan veya siper arkasında gizlenmeye «cünne»; ana
rahminde örtülü olan çocuğa «cenîn»; göğüs kafesinin içinde örtülü bulunan
kalbe, «cenan»; toprağı örtüp gizleyen bahçeye «cennet»; aklın örtülüp
dengesini kaybetmesine «cinnet» veya «cünûn» denilir
ve bunların hepsi aynı köke dayanır. Başta İslâm Dini olmak üzere semavî dinlerin
hemen hepsi cinlerin varlığını kabul edip bu türe yer vermişlerdir. Materyalistlerle felsefeciler ise böyle bir
mahlûkun mevcudiyetini red ve inkâr ederler.
Klasik tefsirlerde bu
konuyla ilgili kayıtlar ve tesbitler:
1-Eski ilim
adamlarının çoğu, cinlerin süffî (aşağı) ruhlar
olduğuna; felekî ruhlardan daha hızlı hareket
ettiklerine inanırlardı.
2-Son
Peygamber Hz. Muhammed'den (A.S.) önceki
peygamberlere İnanan dindarlar ise, cinlerin varlığını kabul ederler; ancak
onların mahiyeti hakkında farklı görüş izhar edip değişik yorumlarda
bulunurlar: Kimine göre, onlar havaî canlılardır, çok çeşitli şekillere
girebilme yeteneğine sahiptirler. Kimine göre, onlar ne cisim, ne de arazdır;
mahiyeti bilinmeyen öyle cevherlerdir ki bazısı hayırlı ve şereflidir, hayırlı
işlerde bulunmayı severler; bazısı da
aşağılıktır, hasistir ve şerirdir; şer
ve kötülükte bulunmaktan hoşlanırlar.
Cinlerin türlerinin
sayısını ise, ancak onları yaratan Cenâb-ı Hak bilir.
3-Cinler,
mahiyetleri farklı birtakım cisimlerdir ki, hepsi bir tek sıfat altında
toplanırlar, Bu bakımdan onlar da diğer cisimler gibi boşlukta yer işgal
ederler ve boyutları vardır. Latîf, kesif, ulvî ve süflî kısımlara ayrılırlar.
4-Eş'ârîlere
göre : Cisimler mahiyetleri
itibariyle eşittirler. Beden ise hayat
için şart değildir. O bakımdan cinlerin bedeni var mıdır, yok mudur? şeklinde
düşünmeye gerek yoktur.
5-Mu'tezile ise, cinnin vücudunu
inkâr eder ve hayat için bedenin şart olduğunu söylerler.
6-Hasan el-Basrî'ye göre : Cinler, ilk yaratılan İblîs'in evlâdıdır;
nasıl ki insanlar da ilk yaratılan Adem'in (A.S.) evlâdı olarak bulunuyorsa..
7-İhn Abbas'a göre : Cinler, ilk
yaratılan Cann'ın evlâdıdır ki Cann,
şeytandan ayrı bir tür olarak bulunuyor. Şeytanlar ise, ilk yaratılan İblîs'in
evladıdır.
[2]8-Tevrat'ta ise, tesbit
edebildiğim kadariyle, Levililer bölümünde: «Cincilere ve bakıcılara dönmeyin;
murdar olmak için onları aramayın» diye bir emir vardır. [3]
«Biz, hayranlık
uyandıran bir Kur'ân dinledik,.»
Ahkaf Sûresi 29. âyette de bu konu şöyle açıklanmaktadır.-
«Hani bir vakit cinlerden birkaç tanesini Kur'ân
dinlemek üzere sana çevirip göndermiştik. Onu dinlemeye hazır duruma gelince,
birbirlerine: «Susun dinleyin!» dediler..»
O halde Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Kur'ân'ı
dinlemek üzere gelen bu cinlerle görüşmüş müdür? Ahkaf
Sûresi'nde sadece cinlerden birkaç tanesinin Kur'ân'ı
dinlemek üzere Hz. Peygamber'e (A.S.) çevrilip
gönderildiği açıklanıyor, ama Onunla görüşüp görüşmediklerine temas edilmiyor..
Tef-sîrini yaptığımız sûrenin birinci âyetinde ise,
cinlerin gelip Kur'ân dinlediklerinin Hz. Peygamber'e vahiy yoluyla bildirildiği belirtiliyor.
Böylece konu biraz
kapalı olduğundan gerek Ashab-ı Kiramdan bazı zatlar,
gerekse onlardan sonra gelen ilim adamları ve râviler
farklı görüşler ve yorumlar ortaya koymuşlardır:
a) İbn Mes'ûcl (R.A.), Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin cinleri gördüğünü söylemiştir. Nitekim Sahîh-i Müslim'de bu
rivayete yer verilmiştir. [4]
Ayrıca Ebû Dâvud ve Ahmed
b. Hanbel de cinlerden bir grup temsilcinin Resûlüllah'a (A.S.) geldiğini kaydetmişlerdir. [5]
Sahîh-i Buharî'de ise, Nusaybin cinlerinden birkaç temsilcinin Hz. Peygambere geldiği ve Peygamber (A.S.)ın şöyle dediği nakledilmektedir: «Doğrusu Nusaybin
cinlerinden birkaç temsilci bana geldi. Onlar ne güzel cinlerdi!.» [6]
b) İbn Abbas (R.A.) dan yapılan rivayette, adı geçenin şöyle
dediği belirtilmiştir: «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz cinlere ne Kur'ân okumuştur, ne
de onları görmüştür.»
Ve İbn
Abbas'ın (R.A.) devamla şunu da söylediği rivayetler
arasında yer almaktadır: «Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, ashabından bir grup kimseyle birlikte Ukaz
Panayırını kasdederek yola çıktı. O sırada cinler ve
şeytanlarla gök
haberleri arasına bir engel konulmuş ve cinler ile şeytanlar üzerine şihablar gönderilmişti. Bu sebeple cinler ile şeytanlar
kendi aralarında konuşup kavimlerine dönmüşlerdi. Onlara : «Size ne oldu?» diye
sorulunca, onlar: «Bizimle gök haberleri arasına engel konuldu ve üzerimize şihablar (metaoritler, qkan yıldızlar, ilâhî roketler) gönderildi. Bunun üzerine
onların kavmi şöyle dedi: «Bu ancak yeni meydana gelen bir şeyden, bir olaydan
dolayıdır. Onun için yeryüzünün doğularını ve batılarını gezin dolaşın da bir
bakın neler olmuştur!» Şeytanlar ve cinler ayrılıp yeryüzünde dolaşırken
onlardan bir grup da Tihame'ye doğru yöneldi ki, o
sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ukaz Panayır'ını kasdererek Nahle mevkiinde bulunuyordu. Ashabıyla birlikte sabah
namazını kılarken, gelen cinler Kur'ân'ı işittiler,
ona kulak verdiler ve «İşte bizimle gök arasına giren engel budur» deyip
kavimlerine döndüler ve şöyle haber verdiler: «Biz, hayranlık uyandıran bir Kur'ân dinledik. Öyle bir Kur'ân
ki doğruya götürmektedir. Biz ona inandık. Artık hiçbir şeyi Rabbımıza ortak koşmayız.»
Bunun üzerine Allah
onların Kur'ân dinleyip imân ettiklerini Peygamberine
vahyederek bildirdi.»
[7]Hadîsin anlatım tarzından anlaşılıyor ki, yeryüzünün
doğusuna ve batısına yayılıp meydana gelen olayı tesbite
çalışan cinlerle birlikte şeytanlar da bulunuyormuş. Diğer bir yoruma göre:
Şeytan denilince, bu iki türe birden delâlet etmektedir. Çünkü ikisi de gözle
görünmeyen varlıklardır ve onlardan ilâhî sınırları aşıp temerrüd
edenlerin hepsine birden «şeytan» denilebilmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm'in 28 yerinde cinlerden söz edilmekte ve kısa
bilgiler verilmektedir ki, hiçbirinin te'vîle
tahammülü yoktur; yani kelime ve cümle olarak konulduğu mânaya açık biçimde
delâlet etmekte ve başka bir yoruma imkân bırakmıyacak
bir netlik arzetmektedir. O halde cin denilen mahlûk
vardır.
Hadîslerde ise otuza
yakın yerde cinlerden söz edilmekte ve aydınlatıcı bilgiler verilmektedir.
Başta Buharı ve Müslim olmak üzere Tirmizî, Ebû Dâvud, Nesâî,
İbn Mâce, Müsned-i Ahmed, Dâremî ve Taberânî gibi muteber
hadîs kitaplarında bu rivayetlere yer verilmiştir.
Bu durumda «cin»
kavramını «yabancı» diye yorumlamak çok fahiş bir hatâ ve aynı zamanda günahı
gerektiren bir sapmadır.
Cenâb-ı Hak, cinlerden bir grup temsilciyi, Kur'ân'ı dinlemek üz< Hz.
Muhammed'e (A.S.) doğru sevketmiş ve olayı vahiy
yoluyla peygc berine haber vermiştir. Bu, o kadar
açık bir anlatımdır ki, her türlü şüph reddetmekte ve
yanlış yorumları önlemektedir. Aynı zamanda olayın < reyan
şekli ve ortaya çıkan hususlar, mü'minlere hem yol
gösterici, hı tatmin edici temel bilgileri de
beraberinde taşımaktadır. Şöyle ki:
1-Hz. Muhammed (A.S.), insanlara peygamber olarak gönderild gibi, cinlere de aynı görevle gönderilmiştir.
Bundan dolayı Ona «Resulü sakaleyn» denilmiştir.
2-Cinler her
ne kadar yalın ve zehirli ateşten yaratılmışsa da sanî
duygular taşımakta; yeme, içme, uyuma ve evlenme gibi meleklerden farklı birtakım özellikleri bulunmaktadır.
3-Cinler
bizim dilimizi bilmekte ve o bakımdan sözlerimizi işitip anlamaktadırlar.
4-Cinler de
insanlar gibi, kendi hayat şartlarına ve hılkatlarında
özelliklerine göre ilâhî tekliflerle yükümlüdürler.
5-Onlardan
imân edenler kendi kavim ve kabilelerini Hakk'a imân
davet ederler; aynı zamanda irşad ve tebliğ görevinde
bulunurlar.
6-Cinlerin
akıl erdirdiği İslâmî hakikatlere bazı insanların
akıl erd rememesi şaşılacak
şeydir.
7-Cinlerden
imân edenler Kur'ân'a büyük hayranlık duymakta v
kutsal kitabın ancak doğruya, iyiye, güzele ve fazîlete götürdüğünü bil m
ektedirler.
8-Cinler Kur'ân'ı dinleyip imân ettikten sonra artık hiçbir şeyi Al lah'a ortak koşmayacaklarını söylemişlerdir. Bu, biraz da mü'minleri dahc dikkatli olmaya
davettir.
9-«Yegâne
terbiyeci olan Allah'ın şanı çok yücedir, azameti pek bü
yüktür», diyerek Cenâb-ı Hak hakkında sağlam bilgi
sahibi bulundukların, belirtmişlerdir.
10-Gerçeğe
sırt çevirip Hakk'ı
inkâr edenleri beyinsizlikle
suçlamışlardır.
11-İnsan ve
cinlerin Allah'a karşı yalan söylemiyecekierini; her
iki ayrı türün sayısız
nimetlerle donatıldıklarını düşünerek bu iki türe yakışanın, Allah'a kul olma
şuuruyla hayatlarını düzenlemek olduğuna işarette bulunmuşlardır.
12-Cinlerden
yardım bekleyen, onlara sığınan; yalan yanlış bilgi almaya çalışan insanların,
bu düşünce ve davranışlarıyla ancak kâfir cinlerin azgınlık ve şımarıklıklarını
artırdıklarına dikkat çekmektedirler. Zira cin denilen varlık, insanların
kendilerinden çok üstün ve ilâhî iltifata çok daha fazla mazhar
kılındıklarını ve yeryüzünde ancak onların Allah'ın halîfe ve naibi
bulunduklarını çok iyi bilmektedirler.
13-Cinler de
insanlar gibi doğup büyürler ve yaşayıp ölürler. Onlardan kâfir olanları,
inkarcı sapık insanlar gibi, öldükten sonra dirilmiyeceklerini
iddia ederler.
14-Cinler ve
şeytanlar gökleri yokladıkları zaman, sayısı belirsiz meleklerin bekçilik ve
benzeri görevler yaptıklarını; şihab (metaorit, akan- yıldız, ilâhî roket)lerîn,
onlardan gök haberlerini dinlemek isteyenlere fırlatıldığını tesbit edip kavimlerine bildirmişlerdir.
Bu olay, cin ve
şeytanların çok ayrı ve farklı hisleri bulunduğunu göstermektedir.
15-Kendilerinin
de insanlar gibi bölündüklerini; kiminin
faydalı, kiminin de zararlı yollar tuttuklarını açıklamışlardır.
16-Hiçbir
kuvvet ve mahlûkun Cenâb-ı Hakk'ı
âciz bırakamıyaaağını, O'nun her şeyi kemal
mertebesinde ilmiyle, kudretiyle kapsayıp kuşattığını bildirerek insanların bu
hakikatten gaflet etmemelerini istemişlerdir.
17-Sadece
doğru yolu gösteren Kur'ân-ı Kerîm'i bir defa dinlemekle,
onun ilâhî mesaj olduğunu anlamış ve inanmışlardır. Bu olay, cinlerin akıl ve
idrak, zekâ ve hafıza gibi yetenek sahibi varlıklar olduğunun bir başka
delilidir.
18-Allah'ın
mutlak âdil olduğunu; herkesin ameline göre karşılık vereceği idrâk ve inancı
içinde bulunduklarını beyân etmişlerdir.
19-İslâmiyeti din olarak seçenlerin -ister insan, isterse cin
olsun- en doğru yolu seçtiklerinde şüpheleri olmamıştır.
20-Kendine,
İslâm ve Kur'ân'ın çizgisinden ayrılmak
suretiyle haksızlık edenlerin Cehennem'e
odun olacaklarına değinmişlerdir.
Kur'ân'daki açık anlatımdan, insanın topraktan, cinnin ise dumansı; yalın ateşten yaratıldığı kesin biçimde
anlaşılmaktadır. Bu durumda kâfir cinlerin ve şeytanların cehenneme atılacağı
haber veriliyor. Mayaları ateş olan bu varlıkları cehennem ateşi yakar mı? Yani
ateş onlarda tesir gösterir mi?
İnsan topraktan
yaratılmıştır; ama topraktan ayrı bir maddeye dönüşmüştür. O bakımdan taş ve
toprak insanda tesir meydan getirmekte ve nihayet toprak ölen insanı çürütüp
belirsiz hale sokmaktadır. Cinlerin de ışın veya yalın ateşten yaratılmaları,
onların ateşte yanmalarına engel değildir. Onlara ait ruhlar gelip kendilerine
ait bünyeye yerleşince ayrı bir özellik kazanmışlardır. Nasıl ki bizim bedenimizde
açık yanları ve belirtileriyle toprak yoksa, onların da bünyesinde yine açık
belirtileriyle ateş yoktur. O sebeple ateşte yanmaları her zaman mümkündür.
Yukarıdaki âyetlerle,
cinlerden bir grubun gelip okunan Kur'ân'ı dinledikleri
ve bu olayın onlarda hayranlık uyandırarak imân ettiklerine sebep olduğu
belirtildi. Sonra da bu imân eden cinlerin Allah ve Kur'ân
hakkındaki olumlu sözleri nakledilerek mü'minlere
bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Hakk'a inanmayıp kendine yazık edenlere hazırlanan azaptan
söz ediliyor. Arkasından mescidlerde sadece Allah'a
ibâdet edilmesi öğütleniyor. Sonra da Peygamber'in (A.S.) risâlet
görevini yerine getirirken sınırının nereye kadar varabileceği üzerinde
durularak, Onun (A.S.) yetki alanına değiniliyor.
Kâfirler için va'dedilen o rüsvay edici günün
yakın olup olmadığı konu edilerek aydınlatıcı ve yönlendirici bilgi veriliyor.
15-Kendine
yazık eden haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e odun oldular.
16-17-Eğer
onlar o yolda (Hakk'ın belirlediği yolda) dosdoğru
gitse-lerdi, bununla onları denememiz için
kendilerine bol su içirirdik. Kim Rab-bını anmaktan yüzcevirirse, Rabbı onu gittikçe
yükselen bir azaba sev-keder.
18-Şüphesiz
ki mescidler Allah'ındır. O holde (oralarda) Attah île beraber
hiçbir şeye duâ ve ibâdet etmeyin.
19-Doğrusu
Allah'ın kulu (Muhammed), O'na duâ ve ibâdet etmek için kalkınca, onlar
(inkarcı müşrikler) neredeyse üzerine çullanıyorlardı.
20-De ki:
«Ben ancak Rabbı ma duâ ve
İbâdet ediyor un, ve hiç birini O'na ortak koşmam.»
21-De ki:
«Ben size ne bir zarara, ne de doğru yolu yo^terirken
yarar sağlamaya mâlik değilim.»
22-De ki:
«Şüphesiz hiçbir kimse beni Allah'tan (O'nun vereceği cezadan) kurtaramaz ve
ben O'ndan başka bir sığınak da bulamam.
23-(Benim
görevim) ancak Allah'tan geleni, O'nun gönderdiklerin! tebliğdir. Kim Allah'a
ve Peygamberine karşı gelirse şüphesiz ki onun İçin, içinde devamlı ebediyyen kalacakları Cehennem ateşi vardır.
24-Nihayet o
va'dolunduklarını görecekleri vakit, kimin yardımcı
bakımından daha güçsüz ve sayı bakımından daha az olduğunu bileceklerdir.»
25-De ki: «O
va'dolunduğunuz şey (azap) yakın mıdır, yoksa Rab-bım onu uzun bir zaman sonraya mı bırakmıştır?
bilemiyorum.»
26-O, gaybı bilendir. Gaybına kimseyi
muttali' kılmaz.
27-Ancak
seçip razı olduğu bir resul (elçi, peygambere (bildirmesi) bunun dışındadır.
Şüphesiz ki O, peygamberlerin önünde ve ardında dizi halinde gözcüler yürütür
ki,
28-Bu da
peygamberlerin Rablarından gönderilen rlsâleti tebliğ ettiklerini (ayan-beyan) bilmesi içindir.
(Allah) onların yanındaki şeyleri kuşatmış ve her şeyi bir bir
saymıştır.
«Kendine yazık eden
haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e odun oldular.»
Bir grup cirmin Kur'ân-ı Kerîm'i dinledikten sonra imân etmeleri ve bu
doğrultuda çok olumlu görüş ortaya koymaları açıklandıktan sonra inkarcı
sapıklar kınanıyor ve insan için Hakk'a dönmekten ve
O'na dosdoğru inanmaktan daha değerli bir şey olmıyacağına
işarette bulunularak şu uyarı yapılıyor:
«Kendine yazık eden
haksızlara gelince: Onlar Cehennem'e yakıt oldular.»
Sözü edilen haksızlık
dört manaya delâlet etmektedir:
1-Ruhları
yüce âlemden tertemiz geldiği halde, o yüce âlemden indirilen ve b-îünüyle hidayet rehberi olan Kur'ân
pınarından ona içirmiye-rek
kendilerine büyük haksızlıkta bulundular.
2-İnsanın hılkatındaki yüceliğe yakışan tavır, hayvanı, yani nefsanî duygularını meşru sınırlar içine almak ve ruhunun
safiyet ve temizliğine yakışan amellerde bulunmaktır. İnkarcı maddeciler ise
bunun aksine bir hayat yolu izlemek suretiyle kendi kendilerine
zulmetmektedirler.
3-Hakk'ı inkâr eden sapıklar, her şeyin İnsan için, insanın
da Allah'a ibâdet için yaratıldığını idrâk edemediler. O yüzden kâinat planındaki
yerlerini alamıyarak, hılkatlarıyla
ilgili hikmet ve amacın dışına çıkarak kendilerine çok yazık ettiler.
Fakir ve muhtaçların
hakkını vermediler de toplum yapısında sosyal denge ve düzeni bozmaya
çalıştılar ve o yüzden hem çevrelerine, hem de kendilerine haksızlık ettiler.
İşte dört yönlü bu haksızlık
onları odunlaştırmış've Cehennem'e yakıt olma
düzeyine getirmiştir. Dönüş yapmadan, Hakk'a
yönelmeden bulundukları hal üzere ölenleri, işledikleri zulüm ve haksızlığa
karşılık elim bir azap beklemektedir.
«Eğer onlar o yolda (Hakk'ın belirlediği yolda) dosdoğru gitselerdi, bununla onları denememiz için
kendilerine bol su İçirirdik..»
Küfür, azgınlık,
işkence ve ahlâksızlık sınır tanımadan ilerlerken, ilâhî rahmet iki yönlü
olarak kesildi:
1-O bölgede
feyiz ve bereket, sevgi ve saygı havası kalmadı.
2-Yağmur
yağmadığı için de kaynaklar kurudu; kıtlık ve sıkıntı başladı.
Cenâb-ı Hak ilgili âyetle, bu olayın sebebi üzerinde
durarak şu bilgiyi veriyor: «Eğer onlar o yolda (Hakk'ın
belirlediği yolda) dosdoğru gitselerdi, bununla onları denememiz için
kendilerine bol su içirirdik..»
Arkasından Cenâb-ı Hak şu uyarıda bulunarak, kullarını yönlendirmeyi murad etmektedir: «Kim Rabbını
anmaktan yüzçevirirse, Rabbısı
onu gittikçe yükselen bir azaba sevkeder.» [8]
Yükselen azap ne idi?
Önce âyette geçen «saâd» kavramını açıklamamız gerekiyor. Bu kelime, meşakkat
ve sıkıntı ifade eder ve bu sıkıntının yükselip alçalmasına dolaylı şekilde
işareti yansıtır. Bu manaya göre, Mekke'de sıkıntı bir süre devam edecek ve
kâbus misali inkarcıların üzerine çökecektir. Öyle ki, yiyecek sıkıntısından
sonra diğer bir meşakkat onları beklemektedir ki, Hicret olayı ve Bedir Savaşı
bunun ilk habercileri olacaktır. Nitekim öyle olmuştur.
Ayrıca, inkâr ve
azgınlığın gemi azıya aldığı yerlerde, maddî sıkıntıdan başka bir de birçok
nesnelerin bulunmasına rağmen malda ve canda feyiz ve bereketin kalkacağı ve o
yüzden ruhî bunalımların çoğalacağı, insanların stres havası içinde sıkıntılı
bir ömür geçirecekleri bir yorum olarak söylenebilir.
«Şüphesiz ki
mescidler
Allah'ındır. O halde (oralarda) Allah ile beraber hiçbir şeye duâ ve
ibâdet etmeyin.»
Mesâcid, «mescid» veya «mesced»in çoğuludur. Mescid, Hakk'a secde edilen yer demektir. Bu mânayla, Kabe, Cami,
havra ve kilise de kelimenin kapsamına girmektedir. Ancak Müslümanların örfüne
göre, İslâm mâ-bedlerine
delâlet eder.
Böylece putperestler
uyarıldıktan sonra, bu defa kitap ehli sayılan Ya-huai ve Hıristiyanlar uyarılıyor. İbâdet yerlerinde
Allah'tan başkasına da ibâdet etmeleri, Allah'ın yanında başka birine ibâdet ve
duada bulunmaları kınanarak ibâdet yerlerini asıl amaç ve maksadının dışına
çıkardıkları bildiriliyor.
Manastır ve kiliselere
Meryem'in, İsa'nın (A.S.) ve meleklerin suretinin nakşedilmesi, Allah'ın
yanında başkasına da ibâdet edildiğinin bir başka alâmeti sayılır. Semavî
dinlerin özünde ve aslında bu gibi bâtıl inanc-larm yeri yoktur. Teslis akidesi ve mâbedlere
nakşedilen resimler bütünüyle Hıristiyan din adamlarının uydurmasıdır.
Kabe'nin üstüne, içine
ve çevresine konulan putlar da o günkü müşriklerin küfür ve isyanından başka
bir şey değildir. Çünkü «kutsal Kabe, Allah'a ibâdet için yeryüzünde inşâ
edilen ilk mabeddir. İnkarcı sapıklar, cahil
ahlâksızlar onu amacının dışında kullanıyorlardı. Resûlüllah
{A.S.) Efendimiz Mekke'de iken de orada zaman zaman Cenâb-ı Hakk'a ibâdet ederek onu
gerçek amacına çevirmek istiyordu. Ne yazık ki, azgın müşrikler Ona bu fırsatı
vermiyorlardı. Hattâ müdahaleyi bu sınırda da tutmayıp Hz.
Muhammed'in (A.S.) aziz vücudunu ortadan kaldırmayı planlamışlardı. Ama
Allah'ın koruyup himaye ettiğini kimse yok edemez. Zafer ise, geç de
gerçekleşse haktan yana olanlarındır.
Nitekim bu olay şöyle
tasvir ediliyor: «Doğrusu Allah'ın kulu (Muhant-med), O'na dua ve ibâdet etmek için kalkınca, onlar
(inkarcı müşrikler) neredeyse üzerine çullanıyorlardı.»
Diğer bir rivayete
göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Ukaz
Panayırı güzergâhında Batn-i Nahle'de
Kur'ân okurken cinlerden bir grup gelip Onu dinlerken
ilâhî sözün lâhutî tesirinin havasında kalmışlar ve o yüzden daha da yakından
dinlemek için izdiham oluşturup üstüste yığılır gibi
olmuşlardı. İlgili 19. âyetle bu olaya işaret edilmektedir. Ama birinci yorum
ve tesbît daha sıhhatlidir.
(De ki: <<Ben ancak Rabbıma
duâ ve ibâdet ediyorum ve hiç birini O'na ortak koşmam.» De ki: «Ben size ne
bir zarar, ne de doğru
yolu gösterirken bir yarar sağlamaya mâlik değilim..»
20 ve 21. âyetle, Hz. Muhammed'in (A.S.) görevinin sınırı belirtiliyor ve
böylece Resûlüllah (A.S.) Efendîmiz'den
sonra da Onun yolunda yürüyen mürşidlerin, Allah'ın
dinini yaymaya çalışırken, teblîğ ve ir şad d a bulunurken kendi yetki
alanlarını aşmamaları tenbîh ediliyor.
Zira gerek Peygamber
(A.S.), gerekse ümmetinden irşadda bulunmaya yetkili
olanlar, fert, aile ve toplumu Hakk'a davet edip
onları irşad etmeye çalışırlar. Ama hiç kimseyi
doğru yola eriştireceklerini iddia edemezler. Çünkü hidâyet, yani doğru yola
erdirmek ancak Allah'a aittir. O, bu yetkiyi hiçbir kuluna vermemiştir. [9]Şüphesizki kalpler Allah'ın iki kudret parmağı arasında
bulunuyor; onları çevirip açmak, doğruya yöneltmek de ancak O'nun kudreti
dahilindedir. Bu O'nun ezelî plân ve programında belirlenmiş bir sünnettir ki
değişmesi söz konusu değildir.
22 ve 23. âyetlerle bu
gerçek en anlamlı şekilde yansıtılmakta ve irşada gönül verenler için bir
kıstas olarak konulmaktadır: «De ki: Şüphesiz hiçbir kimse beni Allah'tan
{O'nun vereceği cezadan) kurtaramaz ve ben O'ndan başka bir sığınak da
bulamam.. (Benim görevim), ancak Allah'tan geleni, O'nun gönderdiklerini
tebliğdir. Kim Allah'a ve Peygamberine karşı gelirse, şüphesiz ki onun için,
İçinde devamlı ebediyyen kalacakları Cehennem ateşi
vardır.»
«Nihayet o va'dolunduklarını görecekleri vakit, kimin yardımcı
bakımından daha güçsüz ve sayı bakımından daha az olduğunu bileceklerdir.»
Mekkeli müşrikler de,
günümüzdeki inkarcı maddeciler de ve hemen her çağda bu yolda yürüyenler de
kendilerini hep güçlü saymış ve hakkı zayıflattıkları nisbette
böbürlenip yenilmez bir kuvvet olduklarına inanmışlardır. Oysa başarı ve zafer
işin başıyla değil sonuyla ölçülür.. 13 yıllık Mekke dönemi bir bakıma
müşriklerin üstünlük kurmasıyla ve yenilmezli-ğiyle
geçmiş gibi görünürse de, hakikatte Peygamber (A.S.) Efendimizin etrafında
birleşen bir avuç fedakâr, cefakâr mü'minler zafer va'deden mutlu sonuca adım adım
ilerliyorlardı. Nitekim cok geçmeden
hicret olayının arkasından Bedir Savaşı meydana geldi ve düne kadar böbürlenen
müşrikler hezimete uğratıldı; güçlerinin yenilmez olmadığını anladılar ve
birkaç yıl sonra Hak yolunda vakf-ı hayat eden İslâm mücahidlerinin Mekke'yi fethetmesiyle netice belirlenmiş
oldu. Başarı ve zafer, inkâr, azgınlık ve ahlâksızlıktan kaynaklanan kaba
kuvvetin değil; imân ve irfandan kaynaklanan ahlâk ve faziletindir gerçeği
bütün açıklığıyla ortaya çıktı.
24. âyetle bu hakikate işaret edilmektedir. Diğer
bir yorumla, inkarcı sapıklara va'dolunan şey, âhirette tecelli edecek ve o gün onlar ne kadar güçsüz,
hakîr ve yalnız olduklarını çok daha iyi anlayacaklar.
25. âyetle, müşriklere va'dolunan
azap gününün yakın olup olmadığı konu edilirken kaç yıl veya ay sonra, ne
zaman, nerede bu olayın gerçekleşeceği hakkında kesin bir tarih verilmiyor;
ancak Allah'ın va'dettiği şeyin mutlaka
gerçekleşeceği belirtiliyor. Zira ilâhî üslûp ve metod
gereği, gerek meydana gelmiş olay ve kıssalardan, gerekse meydana geleceği haber
verilen olaylardan söz edilirken tarihi üzerinde durulmaz. İlâhî plân ve
programın vakti, saati gelince aynen meydana geleceği bildirilmekle yetinilir.
Fetih tarihinin
bildirilmemesinin şüphesiz ki birtakım sebep ve hikmetleri vardır. Cenâb-ı Hak, mü'minlerin yakın
gelecekte kâfirlerin saldırı ve işkencesinden kurtulacağını açık ve kapalı
ifadelerle haber verirken, yukarıda da değindiğimiz gibi, belli bir tarihten
söz etmemektedir: Bunun, yani tarih belirlemenin birtakım sakıncaları akla
gelebilir. Şöyle ki:
a) Mekke'nin
fetih tarihi ve mü'minlerin devlet kurma vakti
belirlenip bildirilseydi, gerçek mü'minlerle dönek
münafıkları birbirinden ayırt etmek bir bakıma zorlaşırdı. Hiç değilse münafıklardan çoğu belirlenen
tarihe kadar daha ihtiyatlı olmaya özen gösterir ve nifak ile şikaklarını çok daha gizli ve sinsi yürütürlerdi ki bu çok
daha tehlikeli olabilirdi.
b) Mü'minlerKur'ân'a ve Peygambere tereddütsüz
inandıklarından, nasılsa üstün gelip yakın gelecekte Mekke'yi fethedeceğiz,
diyerek tedbirde kusur edebilir ve daha aktif çalışmayabilirlerdi.
c) Tedbirde
kusur ise, mü'minlerin kendilerine düşen hizmeti
ihmal, diğer bir anlatımla onlar için belirlenen imkân ve irâde sınırına erişme
gayretlerinde bir gevşeme meydana gelebilirdi.
Bunlar bizim
düşünebildiklerimizdir. Daha nice hikmetleri vardır ki, şu anda aklımıza
gelmemektedir. Şüphesiz Cenâb-ı Hak her şeyi hikmetle
yürütür.
«O, gaybı bilendir.Gaybına kimseyi
muttali' kılmaz. Ancak seçip razı olduğu bir resul (elçi, peygamberle
(bildirmesi) bunun dışındadır..»
Gayb: Sözlük olarak, görünmeyen, ortada olmayan, batıp
kaybolan gibi mânalara gelir. Terim olarak, genellikle biri nisbî
ve izafî, diğeri mutlak olmak üzere iki kısma ayrılır. Birincisi, bir süre
insanın bilgi ve tesbi-tinin dışında kaldığı halde
sonradan şart ve ortamın değişip gelişmesiyle bilgi ve tesbit
kapsamına giren şeylerdir. Aynı zamanda bu çerçeve içinde bir kısmına göre gayb sayılan şey, diğerine göre gayb
sayılmayabilir. Meselâ topraktaki bakterileri keşfedip bilene göre, bakteriler
gayb değildir; ama bu keşiften ve tesbitten
uzak kalan kimseye göre onlar gayb sayılır. Bu
misâlleri çoğaltmak mümkün.. Birinin aklından geçen şey kendisine göre gayb değildir,.başkasına göre gaybdır.
İkincisi ise, nisbî ve izafî değildir. Beşerin duygu, düşünce, ilim ve
teknik İmkânlarla da bilemediği ve tesbit edemediği
şeylerdir. Öyle ki, bu kısım bütünüyle insanın duygu ve ilminin, deney ve
gözleminin dışında kalır ve münhasıran Allah'ın ilmine aittir.
O halde âyette geçen «gaybsdan maksad, ikinci kısımdır.
Cenâb-ı Hak böylesine bir gaybı,
gerekirse seçip beğendiği resullere, yani elçi ve peygamberlere bildirir.
Zira unutmamak gerekir
ki, insanın duygu ve düşüncesi, aklı ve bilgisi sınırlıdır. Allah'ın ilmi ve
kudreti sınırsızdır. Kâinatta bilmediğimiz o kadar şey vardır ki, onları
saymaya belki ömrümüz yetmez. Kâinatı fiziksel yönüyle düşünmek bile insan
aklına durgunluk vermektedir. Henüz ışığı dünyamıza ulaşmayan yıldızlar ve
sistemlerden söz edilmektedir. Yer ve gökler, yalnız Kürsî
denilen sisteme nisbetle, çok büyük bir çöle atılan
küçük bir halka veya yüzük gibi kabul edilmektedir. Arş'ın ise, Kürsî'ye nisbetle büyüklüğü,
bizim tasavvurlarımızı aşmaktadır. Ya bir de fizıkötesi âlemi düşünelim; o âlemler bizim düşünee sınırlarımızın çok ötesinde değil midir?
Anlaşıldığı gibi,
beşer aklı ve ilmi henüz fizik âlemini tam manasıyla çözüp ondaki gaybı açığa çıkaramamıştır; nerede kaldı mâna âlemine, yani
fizikötesine nüfuz etmesi..
Geçmiş-gelecek her
şey, her olay Levh-i Mahfûz'da yazılıdır. Misâl
âleminde ise o yazılı olanların birer misâli, sinema şeridi gibi düzenlenmistir. O bakımdan beşerin varlık âlemi hakkında
bildiği pek azdır, zira ona ilimden çok az şey verilmiştir. Hattâ meleklerin de
kendi özelliklerine rağmen bildikleri bilmediklerinden çok azdır.
Gerek fizik, gerekse
fizikötesi âlemlerde gayble ilgili o kadar çok şey
vardır ki, onları Allah'tan başkası bilemez. Bunun için 25 ve 26. âyetlerde Hz. Peygamber'e (A.S.) şöyle demesi emredilmektedir: «De
ki: O va'do-lunduğunuz şey
(azap) yakın mıdır, yoksa Rabbim onu uzun bir zaman sonraya mı bırakmıştır?
bilemiyorum. O, gaybı bilendir. Gaybına
kimseyi muttali' kılmaz..»
Demek oluyor ki, Cenâb-ı Hak, mutlak anlamdaki gaybına,
ancak seçip beğendiği elçilerini muttali' kılar. Bu da gaybın
çokluğuna nisbetle baştaki saçtan bir kıl demektir.
Allah'ın izni dışında beşerî yetenekler sözünü ettiğimiz gaybın
kapısını çalamaz, eşiğine bile varamaz.
İşte bu noktada
insanın kâinattaki yeri, aczi, sınırlılığı; Cenâb-ı Hakk'ın da yüksek kudreti, sınırsızlığı kendini gösterir.
«Ancak seçip razı
olduğu bir resul (elçi ve peygamberce (bildirmesi) bunun dışındadır..»
Peygamberler, Cenâb-ı Hakk'ın seçip beğendiği
kullandır. Onlar gayb âleminden vahiy yoluyla haber
alan bahtiyarlardır. Allah kullarından seçip beğendiğine nübüvvet ve risâlet rütbesi vererek gaybın
bazı kapılarını onlara aralamakta veya açmaktadır. Biz buna bir mânayla da «mu'cize» diyoruz. Nitekim Kur'ân'da
Âl-i İmrân Sûresinde İsa Peygamberin (A.S.) İsrail oğullan'na, mu'cizelerle te'yîd edilerek gönderildiği şöyle belirtilmektedir :
«Şüphesiz ki ben size Rabbımzdan bir âyet (açık bir
belge, belirgin bir mu'cize) getirdim: Size gerçekten
kuş biçiminde çamurdan bir şey meydanû getiririm de
İçine üflerim, Allah'ın izniyle o kuş olur. Anadan doğma körü, alacatenliyi iyi ederim; ölüleri diriltirim. Evinizde ne
yiyor ve neleri biriktiriy orsan iz size haber
verebilirim. Eğer inanan kimseler iseniz bunda size elbette açık alâmet ve
ibret alınacak belge vardır.» [10]
Şüphesiz ki İsa'ya
(A.S.) bu yeteneği verip gayb kapılarını ona açan Cenâb-ı Hak'tır. Çünkü İsa (A.S.) O'nun resullerinden
biridir.
Peygamber yolunda
yürüyen kâmil mürşidlere gelince: Cenâb-ı
Hak,
onlara da yine ResÛlüllah'ın nübüvvet nurunun aracılığıyla gaybın bazı kapılarını açar. Biz buna «keramet» diyoruz.
Nitekim Ehl-i Sünnet âlimleri, «Evliyanın kerametine
inanırız» derken, Mu'tezile bunu reddetmiştir. Ehl-i Sünnet âlimleri bu konuda şu hadîslerle istidlal
etmiştir:
«And
olsun ki sizden önceki ümmetlerde ilham alan kişiler bulunuyordu ki, onlar
peygamber değildi. Benim ümmetimde de böyle bir tane varsa, şüphesiz ki o, Hattab oğlu Ömer'dir.»
[11]«Gerçekten sizden önceki ümmetlerde ilham alanlar
vardı. Eğer ümmetimde onlardan (onlar gibi) biri varsa, şüphesiz ki, Ömer b. Hattâb onlardan biridir.»
[12]Sahîh tesbitlere göre, Hz. Ömer (R.A.) şöyle demiştir: «Vallahi ben sık sık ilham alıyorum.»
Rivayetlerin tamamı,
Allah dostluğuna mazhar olan kişilerin, Resû-lüllah (A.S.) Efendimizin
aracılığıyla birtakım gaybî şeylere İlham ve keramet
yoluyla muttali' kılındıklarına delâlet etmektedir. Allah daha iyisini bilir.
Cinci, büyücü, kâhin (gâibden haber veren sapık) ve medyumun gayble
ilgili verdiği bazı bilgi ve haberlere gelince: Kâfir olan cinlerin bir doğruya
dokuz yalan katıp fısıldamasıyla gerçekleşen bir olaydır. Cinler olacak
şeyleri değil, olmuş bazı şeyleri anında tesbit etme
hız ve yeteneğine sahiptirler. Ne var ki, gördüklerini bazan
hatâ yaparak, çoğu zaman kasıtlı olarak doğru şekilde aktarmazlar. Bu da, ya karşısındaki o kişilerin itikadını iyice tahrip etmek, ya da birtakım fitneler doğurmak içindir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de cinlerin gaybı
bilmedikleri şöyle açıklanmaktadır :
«Eğer cinler gaybı bilmiş olsalardı, o horlayıcı, aşağılayıcı azabın
içinde kalmazlardı.» [13]
«Şüphesiz ki, O, Peygamberlerin
önünde ve ardında dizi halinde gözcüler yürütür ki..»
Kâinat düzeninin
kusursuz devamını, hayat ile ilgili programın sağlıklı yürümesini görevli
melekler sağlar. Bizim fizik âleminde gözlem ve deney yoluyla elde ettiğimiz
sonuçların belli ve belirli kanunlara bağlı bulunduğunu; her olayın sebep ve
illetlerle içice olduğunu görüyoruz. Göremediğimiz önemli bir husus vardır, o
da, o kanunların, illet ve sebeplerin bağlı bulunduğu güçlerdir. Yani o
kanunları, sebep ve illetleri harekete geçiren melekler vardır. Bunu bilimsel
açıdan tesbit etmek bugün için hemen hemen mümkün
değildir. Ama Kur'ân'da yer yer
bu gerçek dile getirilerek kâinatta Allah'ın mutlak tasarruf sahibi bulunduğu,
çok sağlam kanunlar, kurallar konulduğu; mu'cize ve
keramet dışında olayların sebep ve illetlere bağlandığı; meleklerin de bu
arada önemli görevler yüklendikleri haber verilmektedir. Nitekim Şah Veliyüllah ed-Dehlevî
(R.A.) bu konuyu açıklarken şu misâli vermiştir: «Balıkçı ağını denize veya
göle atınca, görevli melekler bazı balıklara ağa doğru gitmesini, bazısına da
oradan uzaklaşmasını ilhamda bulunurlar.»
27. âyette ise, bu
konu kısmen açıklanarak şöyle buyurulmaktadır:
«Şüphesiz ki O, peygamberlerin önünde ve ardında dizi halinde gözcüler
(gözetleyici melekler) yürütür..»
Bununla Cenâb-ı Hak, peygamberlere indirilen ilâhî vahyin çin ve şeytanlar tarafından dinlenmemesi için
peygamberlerin etrafında gözetleyici, koruyucu, yönlendirici birçok meleklerin
bulunduğunu haber vererek, cincilerin, kâhinlerin, büyücü ve medyumların
verdiği ve vereceği haberlerin çoğunun gerçek dışı ve itikadı esasları tahrîp
edici olduğuna işarette bulunmaktadır.
Cin Sûresi'ne, Kur'ân'ı dinleyen bir grup cinnin
imân etmesi ve övgüleri anlatılarak başlandı; gaybın
anahtarının Allah'ın yanında olduğu ve gaybın
kapısının ilâhî izin ve iradeyle açılabileceği üzerinde durularak sûre
noktalandı.
[1] Lübabu't-te'vîl:
4/315
[2] Fazla bilgi için bak: el-Câmi'u
Li Ahkâmi'I-Kur'ân: 19/5
[3] Tevrat/Levililer: 19/31
[4] Müslim/salât: 150, 152, 153
[5] Ebû Dâvud/taharet:
20 - Ahmed: 1/449
[6] Buharî/menakıb:
32
[7] Buhari - Müslim - Lübabu't-te'vîl: 4/315 - Tefslr-i Kurtubl: 19/2
[8] Geniş bilgi için bak : Tâ-Hâ Sûresi 124. âyetin
tefsiri
[9] Bilgi için bak : Kasas
Sûresi : 56, âyetin tefsiri
[10] Âl-i İmrân Sûresi: 49
[11] Sahîh-i Buhar! - Lübabu't-te'vîl : 4/317
[12] Sahîh-i Müslim - Lübabu't-te'vîl: 4/318
[13] Sebe' Sûresi: 14