Mekke'de inmiştir. 28
ayettir.
Cin sûresi Mekke'de
inmiştir. "Allah'ın birliği, peygamberlik, öldükten sonra dirilme ve
hesap" gibi İslam inançlarının temellerini ele alır. Sûrenin asıl
üzerinde durduğu konu cinler ve onlarla ilgili özel durumlardır. Cinlerin Kur'an'ı dinlemelerinden başlayarak imana girmelerine kadar
olan olayları anlatır. Sûre, cinlerin gökleri gizlice dinlemeleri kendilerine
yakıcı ateşlerin atılması, gayba ait bazı sırlardan
haberdar olmaları ve daha birçok heyecan verici, cinlere mahsus enteresan bazı
haberleri ele alır.
Bu mübarek sûre, bir
grup cinnin Kur'an'ı
dinlediklerini, ondaki parlak ifadeden etkilendiklerini ve dinler dinlemez iman
edip kavimlerini de imana davet etliklerini haber vererek başlar: «De ki,
cinlerden bir topluluğun, dinleyip de. "Biz harikulade güzel bir Kur'an dinledik" dedikleri bana vah-yolunmuştur.»
Sonra sûre, cinlerin
Allah'ı yücelttiklerinden, O'nu noksan sıfatlardan tenzih ettiklerinden, sadece
O'na ibadet ettikleri ve Allah'ın çocuğu olduğunu söyleyenlere akılsız
dediklerinden söz eder: «Hakikat şu ki, Rabbimizin şanı çok yücedir, ne eş ne
de çocuk edinmiştir. Doğrusu, bizim beyinsizimiz, Allah hakkında pek aşırı
yalanlar uyduruyormuş.»
Daha sonra sûre,
cinlerin gizlice gökleri dinlediğinden, göklerin, meleklerden oluşan
muhafızlarla çevrilmiş olduğundan, Rasulullah (a.s.)
gönderildikten sonra bu gökleri dinleyen cinler üzerine alevli ateşler
gönderildiğinden ve cinlerin bu garip olaya hayret etmelerinden bahseder:
«Doğrusu biz, göğü yokladık. Fakat onu sert bekçiler, alevler ve meş'alelerle doldurulmuş bulduk. Halbuki biz, onun bazı
kısımlarında dinlemek için oturacak yerler bulup oturuyorduk. Şimdi kim
dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir ateş şulesi buluyor.»
Sonra bu sûre,
cinlerin mü'min ve kâfir diye iki gruba ayrıldığını
ve her iki grubun sonunun ne olacağını anlatır: «İçimizde teslimiyet gösterenler
de var, hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet gösterenler, doğru yolu
arayanlardır. Hak yoldan sapanlar ise, onlar cehenneme odun olmuşlardır.»
Daha sonra sûre, Rasulullah (s.a.v)'ın davet
etmesini ve Kur'an okuduğunu işitince cinlerin onun
etrafına toplanmasını anlatır: «Allah'ın kulu, O'na yalvarmaya kalkınca,
neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. De ki: Ben ancak Rabbime yalvarırım veO'na hiç kimseyi ortak koşmam.»
Bundan sonra sûre, Rasulullah (s.a.v)'a, Allah'a teslim olduğunu, O'na boyun
eğdiğini, samimi bir amelle sadece Allah'a kulluk ettiğini ve kendisinde güç
ve kuvvet olmadığını açıklamasını emreder: «De ki: "Ben ancak Rabbime
yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam." De ki: "Doğrusu ben, size
ne zarar verme, ne de fayda sağlama gücüne sahibim." De ki: "Gerçekten
Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse de
bulamam."»
Bu mübarek sûre, gaybı sadece Allah'ın bildiğini, O'nun ilminin kâinattaki
her şeyi kuşattığını açıklayarak sona erer: «O, bütün gaybı
bilendir. Sırlarına kimseyi muttali kılmaz. Ancak dilediği elçi bunun
dışındadır. Çünkü Allah, onun önünden ve ardından gözcüler salar.» [1]
Bismiliahirrahmanirrahim.
1, 2. De ki:
Cinlerden bîr topluluğun dinleyip de şöyle söyledikleri bana valıyolunnıuştur: "Gerçekten biz, doğru yola ileten
harikulade güzel bir Kur'an dinledik de ona îman
ettik. Artık kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız."
3.
"Hakikat şu ki, Rabbinıizin sânı çok yücedir. O,
ne eş, ne de çocuk edinmiştir.
4. Doğrusu
bizim beyinsiz olanımız, Allah hakkında pek aşırı yalanlar uyduruyormuş.
5. Halbuki
biz, gerek insanlar gerekse cinler, Al-Uah hakkında
asla yalan söylemezler sanmıştık.
6. Şu da
gerçek ki, insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Dolayısıyle onların azgınlıklarını arttırırlardı.
7. Onlar da
sizin sandığınız gibi, Allah'ın hiç kimseyi'tekrar
diriltmeyeceğini sanmışlardı.
8. Doğrusu
biz cinler, göğü yokladık, fakat onu sert bekçilerle, alev ve meş'alelerle doldurulmuş bulduk."
9. "Halbuki,
biz onun bazı kısımlarında (haber) dinlemek için oturacak yerler (bulup)
oturuyorduk; fakat şimdi kim dinlemek isterse, kendisini gözetleyen bir ateş
şulesi buluyor.
10. Bilmiyoruz,
yeryüzündekilere kötülük mü mu-rad edildi, yoksa
Rableri onlara bir hayır mı diledi?
11. Gerçekten
biz, kimimiz sâlih kişileriz kimimiz ise bunlardan
aşağıdır. Türlü türlü yollar tutmuştuk.
12. (Artık)
şu gerçeği şüphesiz anladık ki, biz yeryüzünde bulunsak da Allah'ı yıldıramayız
(başka yere) kaçmakla da O'nu yıldıramayacağız.
13. Doğrusu
biz, o hidâyeti işitince O'na îman ettik. Kim Rabbîne îman ederse, artık ne
bir eksikliğe uğratilmasından, ne de haksızlık
edilmesinden korkar.
14.
İçimizde, teslimiyet gösterenler de var, hak yoldan sapanlar da var. Teslimiyet
gösteren kimseler, doğru yolu arayanlardır.
15. Hak
yoldan sapan zalimlere gelince, onlar cehenneme odun oldular."
16, 17.
Şayet doğru yolda gitselerdi, bu hususta kendilerini denememiz için onlara bol
su verirdik. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse, Rabbi onu gitgide artan
çetin bir azaba uğratır.
18. Mescidler
şüphesiz Allah'ındır. O
halde, Allah ile birlikte kimseye yalvarmayın.
19. Allah'ın
kulu, O'na yalvarmaya kalkınca neredeyse onun etrafında keçe gibi birbirlerine
geçeceklerdi.
20. De ki:
Ben ancak Rabbinıe yalvarırım ve O'na
kimseyi ortak koşmam,
21. De ki:
Doğrusu ben size ne zarar verme ne de fayda sağlama gücüne sahibim.
22. De ki:
Gerçekten Allah'a karşı beni kimse himaye edemez, O'ndan başka sığınacak kimse
de bulamam.
23. "(Benim
yaptığım) ancak Allah katından ojanı,
O'nun gönderdiklerini
tebliğdir. Artık kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, bilsin ki ona, (kendi
gibilerle birlikte) içinde ebedî kalacakları cehennem ateşi vardır."
24. Sonunda,
tehdid edilip durduklarım (azabı, kıyameti)
gördükleri zaman, kim yardımcı olarak daha güçsüz ve sayıca daha az imiş,
bileceklerdir.
25. De ki: Tehdid edilegeldiğiniz (azap),
yakın mıdır, yoksa Rabbim onun için uzun bir süre mi koyar, ben bilmem.
26. O gaybı bilir. Gaybı kimseye
bildirmez.
27. Ancak
peygamber olmasını istedikleri bunun dışındadır. Çünkü O, peygamberlerin
önünden ve ardından gözcüler salar,
28. Ki
böylece peygamberlerin Rabblerinin gönderdiklerini
hakkıyla tebliğ ettiklerini bilsin. Allah onların nezdinde olup bitenleri çepeçevre kuşatmış ve her şeyi bir bir saymıştır.
Rüşd; hak ve doğru demektir.
Cedd, lügatte, büyüklük, ululuk ve güçlülük demektir. Bir
kimse, başkasının nazarında büyürse, der. Cedd, aynı
zamanda pay ve dede demektir.
Hares, koruyucu mânâsına gelen kelimesinin çoğuludur. Veya yani
hizmetçiler gibi, topluluk ismidir. Koruyucular mânâsına denir. de, bir şeyi
koruyan, bekleyip gözeten demektir.
Kıded, kelimesinin çoğulu olup, çeşitli, muhtelif demektir,
?air şöyle der:
Bir de bakarsın ki,
onlar muhtelif arzulan olan kimselerdir.[2]
Gadak; çok ve bol demektir. Kâsitûn,
hak yoldan sapanlar demektir. Kişi bir şeyden saptığmda
denilir.
Saad, insanın güç yetiremeyeceği, insana hâkim olan zor
şey demektir, insan meşakkat içersinde bulunduğunda, denir.
Onu sokar.
Libed, üst üste birikmiş olarak, manasınadır. Bir şey
birbiri üstüne biriktiğinde denir.
Mültehad, insanın korunacağı barınak ve sığmak demektir. [3]
1. Ey
Peygamber! Kavmine de ki: Cinlerden bir grubun benim Kur'an
okumamı dinlediklerini, ona inandıklarını, tasdik edip müslüman
olduklarını Rabbim bana vahyetti. Bu cinler,
döndüklerinde kavimlerine şöyle dediler: Biz, harikulade, güzel, nazmının
güzelliği edebî üslubu ve kapsadığı güzel hikmet ve Öğütleri etkileyici bir Kur'an dinledik. Kelimesi mastar olup te'kîd
(vurgu) ifade etmesi için sıfat olarak kullanılmıştır. Tefsirciler şöyle der: Rasulullah (s.a.v) sabah namazında Kur'an
okurken cinler onu dinlediler. Rasulullah (s.a.v) ne
onları ne de dinlemelerini fark etti. Ancak bu olay ona vahy
vasıtasıyle bildirilmiştir.[4]
"De ki, bana vahyedildi" âyet-i kerimesi
bunun delilidir. Yüce Allah'ın Ahkâf sûresinde,
cinlerle ilgili olarak Peygamber'e anlattığı şu haber bunu destekler:
"Hani cinlerden bir grubu, Kur'an'ı dinlemeleri
için sana yöneltmiştik. Kur'an'ı dinlemeye hazır
olunca, "susun" demişler. Kur'an'm okunması
bitince, uyarıcılar olarak kavimlerine dönmüşlerdi.[5]
Cinlerin Kur'an'ı dinlediklerini haber vermekten
maksat, iman etme hususunda ağır davrandıkları için Kureyş'i
ve Arapları. kınama ve azarlamadır. Çünkü cinler onlardan daha hayırlı idiler
ve onlardan daha çabuk iman ettiler. Zira cinler, Kur'an'ı
işitir işitmez ona saygı gösterdiler, iman ettiler ve kavimlerine birer uyarıcı
olarak döndüler. Kur'an'm kendi dilleriyle indiği
Araplar ise bunun aksini yaptılar. Onlar, Kur'an'm
mucize bir kelâm olduğunu, Muhammed (a.s.)'in ise okuma-yazma bilmeyen bir ümmî
olduğunu bile bile Kur'an'ı
yalanlayıp alay ettiler. İnsanların durumu, ile cinlerin durumu arasında ne
kadar fark var! [6]
2. Bu Kur'an hakka ve doğruya iletir. Dolayısıyle
biz de ona iman ettik. Daha önce içinde bulunduğumuz şirke asla dönmeyeceğiz.
Bu günden sonra artık, yarattıklarından hiçbir şeyi Allah'a ortak
koşmayacağız. Hâzin şöyle der: Bu ayet, bu grubun daha önce müşrik olduğuna
delildir.[7]
3. Hakikat
şu ki, Rabbimizin azamet ve şanı yücedir. O'nun ne bir eşi vardır, ne de
herhangi bir oğlu. Çünkü eş ihtiyaç için, oğul da yalnızlığı gidermek için edinilir.
Oysa Yüce Allah, bu eksikliklerden uzaktır. [8]
4.
İçimizdeki câhil ahmak, Allah'ın azamet ve kudsiyetine
yakışmayan şeyleri O'na nisbet ediyor ve hak ve iti dal
sınırından uzak batıl sözler söylüyordu. Mücâhid der
ki: Âyetteki "se-fih"ten
maksat İblistir. İblis, cinleri Allah'tan başkasına ibadet etmeye çağırmıştı.[9]
5. Biz, ne
insanlardan ne de cinlerden hiç birinin, Allah'a eş ve çocuk nisbet ederek O'nun hakkında yalan söylemeyeceğini
umuyorduk. Fakat bu Kur'an'ı dinleyip ona iman edince
anladık ki, onlar bu hususta Allah hakkında yalan söylemişlerdir.[10] Taberî şöyle der: Bu cin grubu Kur'an'ı
dinlediklerinde, Allah hakkında yalan söylemeye cesaret eden herhangi bir
kimsenin bulunduğunu öğrenince yadırgadılar. Çünkü onlar Kur'an'ı
dinlemeden ve Allah'ın eşi ve çocuğu olduğunu iddia edenleri Allah'ın
yalanladığını öğrenmeden önce, Tblis'in doğru sözlü
olduğunu sanıyorlardı. Kur'an'ı dinleyince, bu
hususta İblis'in yalan söylediğini kesin olarak anladılar ve bu nedenle ona
sefih dediler.[11]
6. İnsanlardan
bir grup kimseler, cinlerden bazılarına sığınırlar da bununla onların azgınlık,
sapıklık, kibir ve günahlarını artırırlardı. Ebussuûd
şöyle der: Adam, geceleyin ıssız bir vadide bulunup da başına bir şey
gelmesinden korkunca, "Kavminin sefihlerinden bu vadinin efendisine yani
cinlerden onların büyüğüne sığınırım" derdi. Büyük cinler bunu işitince,
"İnsanların ve cinlerin efendisi olduk" derlerdi. Dolayısıyle
bu insanlar, cinlerin kibir ve gururlarını artırırlardı. İşte Yüce Allah'ın
âyetinin mânâsı budur.[12]
7. Ey cin
topluluğu! İnsanların i-nanmayanları da sizin
sandığınız gibi, öldükten sonra, Allah'ın hiç kimseyi diriltmeyeceğini sandılar
da, yine sizin gibi onlar di öldükten sonra dirilmeyi inkâr ettiler.[13]
8. Cinler
şöyle der: Gök ehlinin sözlerini dinlemek için oraya çıkmak istedik. Fakat
göklerin, onları koruyan birçok melek ve göklere yaklaşmaya çalışanlara
atılan yakıcı alevlerle doldurulmuş
olduğunu gördük. [14]
9. Oysa,
Muhammed (a.s.) gönderilmeden önce biz, göklerle ilgili haberleri dinlemek ve
onları kâhinlere bildirmek için göklerin kapısını çalardık, Şimdi kim,
gizli gizli
dinlemeye çalışsa, gözetleme yerinde kendisini bekleyen ve onu yakıp yok edecek
olan ateşi bulur. [15]
10. Biz cmler topluluğu Allah'ın yer yüzü sakinlerine ne yapacağını
bilmiyoruz. Yine bilmiyoruz ki, gökyüzünün bekçi ve alevlerle dolması, Allah'ın
yeryüzündekilere indirmek istediği bir azaptan dolayı mı, Yoksa, Allah'ın,
içlerinde onları gerçeğe götürecek bir peygamber göndermek suretiyle onlar
hakkında istediği bir hayırdan dolayı mıdır? Bu ifade, cinlerin edepli
davrandıklarını gösteren bir ifadedir. Şöyle ki, Allah'a hayrı nisbet edip şerri nisbet
etmeyerek şöyle dediler: "Yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi? Yoksa Rabları ona bir hayır mı diledi?" İbn
Kesir şöyle der: Bu olaydan önce yıldızlardan ateşler atılıyordu. Bu durum
cinleri, bu olayın sebebini araştırmaya şevketti. Yeryüzünün doğu ve batısını
dolaşmaya başladılar. Rasulullah (s.a.v)'in, Ashabı
(r. anhum) ile birlikte namaz kılarken Kur'an okuduğunu gördüler. Göğün, bunun için korunduğunu
anladılar. Kur'an'ı dinlemek arzusuyla ona yaklaşıp
daha sonra müslüman oldular.[16]
11. İçimizden
itaatkâr ve salih olanlar vardır. Bunlar, Allah'ın
razı olacağı işleri yaparlar. İçimizde salih
olmayanlar da vardır. İbn Cüzey
şöyle der: sözleriyle, ya tam sâlih
olmayanları kastettiler veya hiç salih olmayanları.[17] Biz,
çeşitli fırka ve mezheplere ayrılmışız. İçimizde salih
olanlar da var, günahkâr olanlar da var. Yine içimizde takva sahibi olan da
var, Allah'tan korkmayan da var. [18]
12. Biz anladik ki, Allah bize güç yetiriyor ve biz nerede olursak
olalım, O'nun eli ve gücü altındayız, kaçmakla O'nu acze düşüremeyeceğiz, bize
kötülük yapmak istediği takdirde O'nun
azabından kaçıp kurtulamayacağız. Kurtubî şöyle der: Allah'ın âyetlerini düşünmek ve delil çıkarmak
yoluyla anladık ki, biz Onun eli ve gücü altındayız. Kaçmakla veya başka bir
yolla Ondan kurtulamayız.[19]
Bundan sonra cinler,
kendilerine iman nimetini verdiği ve Kur'an'ı
dinleyerek hidâyet bulmalarım sağladığı için tekrar Allah'a şükrettiler. [20]
13. Kur'an-ı Kerim'i dinleyince ona ve onü
indirene inandık. Peygamberliği hususunda Muhammed (a.s.)'i tasdik ettik, Kim
Yüce Allah'a inanırsa o, ne iyiliklerinin ekşiteceğinden, ne de günahlarının
artırılarak kendisine zulmedileceğinden korkar. İbn Abbas şöyle der Sevaplarının eksiltileceğinden ve günahlarının
çoğaltılacağından korkmaz. Çünkü âyette
geçen eksiklik, ise zulüm demektir.[21]
14. Kur'an'ı dinledikten sonra bizden müslüman
olup, Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini tasdik eden de oldu, haktan sapıp
inanmayan da oldu. Tefsirciler şöyle der: Kişi, haktan sapıp zulmettiğinde âdil
davrandığında ise denir. Birincinin ism-i faili
ikincinin ise, gelir. "Yüce Allah âdil olanları sever"[22]
mealindeki âyette bu mânâda kullanılmıştır. Kâsit ise
zalim ve haktan sapan demektir. Kim Islama sarılır ve Peygamber (a.s.)'e uyarsa
işte o, doğruya yönelmiş, kurtuluş ve mutluluk yoluna girmiştir. [23]
15. Hak
yoldan ve imandan sapan zalimlere gelince onlar cehennem odunu olacaklardır.
Cehennem, insan kâfirleri ile tutuşturulduğu gibi onlarla da
tutuşturulacaktır. Burada cinlerin
sözleri sona erdi.[24] Bu
sözler, onların imanlarının kuvvetini, doğruluk ve samimiyetlerini gösteren
sözlerdendir.
Bundan sonra Yüce
Allah, Mekke halkı hakkında haber vermek üzere şöyle buyurdu: [25]
16. O kâfirler iman edip Allah'ın şeriat yolunda
dosdoğru olsalardı onlara bol bol su verir yani
onlara bolca rızık verir, âhirette
elde edecekleri ebedî nimete ilaveten onlara bol nimet verirdik. Böylece hem
dünya hem de âhiret üstünlüğünü kazanırlardı. İbn Cüzey şöyle der: den maksat
çok sudur. Bu, rızkın bollaştırılmasmda kullanılmış
bir istiaredir. dan maksat da, İslam yolu ve Allah'a itaattir. Yani, bu yolda
dosdoğru yürüselerdi, Allah onların rızkım mutlaka bollaştınrdı.
Bu, Yüce Allah'ın, "O ülkelerin halkı inansalar ve korunsalardı, elbette
üstlerine gökten ve yerden nice bereket kapısı açardık"[26]
mealindeki âyetine benzer.[27]
17. Şükür mü yoksa inkâr mı edecekler
diye onları denemek
için rızıklannı bollaştırırdık. Kim Allah'a itaat ve ibadetten yüz
çevirirse, Rabbi onu, şiddetli, meşakkatli ve asla iahat
edemeyeceği bir azaba sokar. Katâde der ki: 1den
maksat, içinde rahat edilemeyen azaptır.[28] İkrime de şöyle der: Cehennemde bulunan, düz bir kayadır.
Cehennem ehline onun üstüne çıkması emredilir. En üst kısmına çıktığında cehenneme indirilir.[29]
18. Bu âyet,
"de ki, bana vahyolundu" mealindeki âyetin
ifadesi, Peygambere (s.a.v.) vahy edilen şeyler
cümle-sindendir. Yani, mescitlerin ve ibadet yerlerinin Allah'a ait olduğu bana
vahyedildi. Öyleyse buralarda O'ndan başkasına ibadet
etmeyin, sırf Allah'a ibadet edin. Mücâhid şöyle der:
Yahudi ve hristiyanlar kilise ve havralarına
girdiklerinde oralarda Allah'a ortak koşarlardı. Yüce Allah, Peygamberine
(s.a.v.) ve mü'minlere, bütün mescitlere
girdiklerinde sadece Allah'a ibadet etmelerini emretti.[30]
19. Muhammed
(a.s.) Rab-bine ibadet etmeye kalkınca, cinler, Kur'an'ı
dinlemek arzu ve hırsıyla, ner-deyse aşırı kalabalıkdan birbirlerinin üstüne binerlerdi. İbn Abbas şöyle der: Kur'an'ı dinlemek için neredeyse kendilerini onun üzerine
atıyorlardı.[31] Yüce Allah, Rasulullah (s.a.v)'ı şereflendirmek ve değerini artırmak
için ismini zikretmeyip "Allah'ın kulu" diyerek kulluk sıfatıyla
niteledi. [32]
20. Ey
Peygamber! Senden dinini bırakmam isteyen o kâfirlere de ki: Ben ancak, tek
olan Rabbİme ibadet ederim. Allah'a, başkasını yani
ne bir insanı, ne de bir putu ortak koşmam. Sâvî şöyle
der: Bu âyetin nüzul sebebi şudur. Kureyş kâfirleri
Peygambere (a.s.) dediler ki: Sen büyük bir şey getirdin. Bütün insanların
düşmanı oldun. Bu işten vazgeç. Biz Seni korur ve yardım ederiz. Bunun üzerine
bu âyetler indi.[33]
21. Ey
Peygamber! Onlarla tartışırken şöyle de: Ben sizden herhangi bir zararı
savamam. Size herhangi bir yararım da olmaz. Bunu, ancak Alemlerin Rabbi olan
Allah yapabilir. [34]
22. Onlara
şunu da söyle: Allah'a isyan ettiğim takdirde, O'nun azabından asla beni kimse
kurtaramaz. Kendime ne bir yardımcı ne de ondan korunacak bir sığmak bulabilirim.
Bu durumda istediğiniz şeyi nasıl yapabilirim?! Katâde,
den maksat, sığınak ve yardımcıdır" der.[35]
23. Ben
herhangi bir sığınak bulamam. Ancak Allah'ın bana emrettiği gibi, Rabbimin risâletini tebliğ ettiğim, size'öğüt
ve irşatta bulunduğum zaman, işte o zaman Rabbim beni azaptan korur. Nitekim
Yüce Allah meâlen şöyle buyurmuştur: "Ey Resul!
Rabbinden Sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, onun elçiliğini
yapmamış olursun."[36] İbn Kesir şöyle der: Beni Allah'ın azabından ancak, üzerime
edasını farz kıldığı emirleri tebliğ etmem koruyup kurtarır.[37] Kim, Allalı ve Rasûlünü yalanlar, Allah'a kavuşacağına inanmaz ve
âyetleri dinleyip emirleri düşünmekten yüz çevirirse, onun cezası cehennemdir.
Asla oradan çıkamaz. nin mânâsı nazar-ı itibare alınarak çoğul olarak gelmiştir. Çünkü bu kelimenin
lafzı müfret, mânâsı çoğuldur. [38]
24. Sonunda,
müşrikler kendilerine va'dedilen azabı görünce, işte
o zaman, kimin yardımcısı ve destekçisi daha zayıf, ve kimin ordusu ve askeri
daha az, onların mı, yoksa Allah'ı birleyen mü'minlerin
mi, anlayacaklardır. Kuşkusuz Allah mü'min kullarının
yardımcısıdir. Dolayisıyle
onların yardımcısı daha kuvvetli ve destekçileri daha çoktur. Çünkü Allah ve
itaatkâr melekleri onlarla beraberdir. [39]
25. Ey
Peygamber! Onlara de ki, size va'dedilen o azabın
zamanı yakın mı, yoksa uzak mı? Uzun bir müddet ve belli bir vakti var mı
bilmiyorum. Tefsirciler şöyle der: Rasulullah (s.a.v)
yalanlayanları, cehennem ateşi ile korkuttukça ve kıyametin şiddetlerinden
sakındırdıkça açıkça onun sözünü hafife alırlar ve ona, "Bu azap ne zaman?
Bu kıyamet ne zaman kopacak?" diye sorarlardı. Bunun üzerine Yüce Allah
Peygamberine (s.a.v.), onlara, "Onun zamanı yakın mı yoksa uzak mı,
bilmiyorum" demesini emretti. [40]
26. Yüce
Allah, gözlerin görmediğini, nazarlardan uzak olanı bilir. Yarattıklarından
hiçbirini gaybından haberdar etmez. [41]
27. Ancak
Allah'ın peygamberlik için seçip razı qlduğıı kimse
hariç. Allah, ona dilediği gaybı gösterir. Tefsirciler
şöyle der: Allah (c.c), bazı peygamberler hariç, hiç kimseye gaybı bildirmez. O peygamberlere, mucize olsun diye, bazı gayıpları bildirir. Çünkü peygamberler mucizelerle
desteklenirler. Bazı gayıpları haber vermeleri de bu
mucizelerdendir. Nitekim Yüce Allah, isa'dan (a.s.) meâlen
şöyle nakletmiştir: "Ayrıta evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi
size.haber veririm"[42] Yüce
Allah, Peygamberin önünden ve arkasından onu cinlerden koruyacak ve Allah'ın
kendisine bildirdiği gayb bilgisini zaptetme hususunda
ona muhafızlık edecek melek ve koruyucuları gönderir. Taberî
şöyle der:
Yüce Allah,
peygamberin önünden ve arkasından onu cinlerden koruyacak muhafız ve
koruyucular gönderir.[43]
28.
Peygamberlerinin, Allah'ın vahyini onlara bildirdiği şekilde, fazlalık ve
eksiklikten korunmuş olarak tebliğ ettiklerinin, ortaya çıkması için böyle
yaptı.[44] Yüce
Allah, olanı, olmuşu ve olacağı bilir. Burada kasıt, Allah'ın ezelde bildiği
şeyin ortaya çıkmasıdır. İbn Kesîr şöyle der: Yani,
Yüce Allah, emirlerini yerine getirebilmeleri için, peygamberlerini melekleri
ile korur. Onlara indirmiş olduğu vahyini de korur ki, Rablerinin emirlerini
tebliğ ettiklerini görsün. Halbuki Yüce Allah, her şeyi, o meydana gelmeden
önce kat'î olarak, mutlak bir şekilde bilir.[45] Allah'ın
ilmi, peygamberlerde olan her şeyi kuşatmıştır. Onların işlerinden hiçbir şey
Allah'a gizli kalmaz. O, yerlerde ve göklerde yayılmış olan damla, kum, ağaç
yaprağı, deniz köpüğü... her şeyi zaptedip en ince teferruatıyla bilir. Hiçbir
şey O'ndan gayb olmaz, hiçbir iş O'ndan gizli kalmaz.
Hal böyle olunca, peygamberlere, insanlara tebliğ etmelerini emrettiği,
onlardaki vahy ve emirlerini nasıl bilmez?!
Peygamberler, bu emirler hakkında nasıl gevşek davranabilirler? Veya onları
nasıl artırır veya eksiltirler, ya da nasıl tahrifat
yapabilir, nasıl değiştirebilirler?! Oysa ki, Yüce Allah, o emir ve vahiyleri
kuşatmıştır. Büyük küçük her şeyi sayısıyle bilir:
"Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır. Onları
ancak Allah bilir. O, karada ve denizde her ne varsa bilir. O'nun ilmi dışında
bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi
bilir. Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'[46]
Bu mübarek sûre birçok
edebî sanatı kapsamaktadır. Bunları aşağıda Özetliyoruz:
1. "Harikulade
güzel bir Kur'ân" âyetinde, Kur'ân
lafzı te'kîd ifade etsin diye mastarla
sıfatlanmıştır." Vecizliğinin güzelliği ve mucize-liğinin
parlaklığında harikulade demektir.
2. "O'na
iman ettik. Artık kimseyi Rabbimize asla ortak koşmayacağız" âyetinde tıbâk-ı selb vardır. Çünkü iman,
şirkin olmadığını gösterir.
3. "Biz
onun bazı kısımlarında, haber dinlemek için rturacak yerler (bulup) oturuyorduk" âyetinde cinâs-ı
iştikak vardır. Zira ve kelimeleri arasında güzel bir iştikak vardır.
4. "Bilmiyoruz,
yeryüzündekilere kötülük mü murâd edildi, yoksa
Rableri onlara bir hayır
Imı diledi?" âyetinde, hayrın Allah'a nisbet edilip şerrin edilmemesinde (yüce bir üslup vardır.
Yaratıcıya karşı edepli davranmak için söylenmiştir. Aynı zamanda kelilemeleri arasında mânâ bakımından tıbak
I vardır.
5. kelimeleri
arasında tıbâk
vardır.
6. "Türlü
türlü yollar tutmuştuk" âyetinde latîf bir
istiare vardır. Burada kelimesi muhtelif görüşler için müsteâr olarak kullanılmıştır.
Bu da latif istiaredendir.
7. gibi âyet
sonlarına uygunluk için fasıla harflerine riâyet vardır. Bu, edebiyatta seci'
murassa' denilen şeydir. En iyisini Allah bilir.
Allah'ın yardımıyle "Cin Sûresi"nin tefsiri bitti. [47]
[1] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/81-82.
[2] Teshil, 4/151
[3] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/86.
[4] Bu, İbn Abbas'm
görüşüdür. Müslim'in, "Salât 149'da İbn Abbas'îan rivayet ettiği şu
hadis bunu gösterir: "Rasulullah (s.a.v) ne
cinlere Kur'an okudu, ne de onları gördü..." İbn Mes'-ûd'tan
bunun aksine bir rivayet vardır.
[5] Ahkâf sûresi, 46/29
[6] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/87.
[7] Hâzin, 4/158
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/87.
[8] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/87.
[9] Kurtubî, 19/9.
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/87-88.
[10] Bu, ibn Kesir'in görüşünün
özetidir. Onu, biraz tasarrufta bulunarak naklettik.
[11] Taberî, 29/68
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/88.
[12] Ebussuûd, 5#00
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/88.
[13] Ayetlerin akışından açıkça anlışıldığına
göre bu ifade Kur'an dinleyen cinlerin, kavimlerine
söyledikleri sözlerdendir. Taberî'nin tercihi de
budur. Bazı tefsirciler bu sözün, Allah'ın Rasulüne
gönderdiği vahiyden olduğu görüşünü tercih eder. Buna göre mânâ şöyledir:
"Ey Kurcyş topluluğu! Cinler de, sizin gibi,
öldükten sora dirilmeyi inkâr ediyorlardı. Fakat Kur'an'ı
dinleyince doğru yolu buldular. Siz de doğru yolu bulsanız ya!"
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/88.
[14] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/88.
[15] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/88-89.
[16] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/557
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/89.
[17] Teshil, 4/153
[18] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/89.
[19] Kurtubî, 19/15
[20] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/89.
[21] Kurtubî, 19/16
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/89-90.
[22] Mâide sûresi, 5/42
[23] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/90.
[24] Bu, cumhurun görüşüdür. Bundan sonraki âyetler,
cinlerin sözlerinin devamı değil, Allah'ın, Rasulüne vahyettiği sözündendir.
[25] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/90.
[26] A'râf sûresi, 7/96
[27] Teshîl, 4/154
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/90.
[28] Taberî, 29/73
[29] Babr, 8/352
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/90-91.
[30] Kurtubî, 19/2]
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91.
[31] Bahr, 8/353
[32] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91.
[33] Sâvî Haşiyesi, 4/257
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91.
[34] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91.
[35] Taberî, 29/76
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91.
[36] Mâide sûresi, 5/67
[37] Muhtasar-ı İbn Kesîn 3/560
[38] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/91-92.
[39] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/92.
[40] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/92.
[41] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/92.
[42] ÂI-i İmrân sûresi, 3/49
[43] Taberî, 29/77
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/92-93.
[44] Tefsirciler şöyle der: "Biz ancak Peygambere
uyanı bilmemiz için... (Bakara sûresi, 2/ 143) ve "Allah, İman edenleri
bilsin ve aranızdan şahitler edinsin diye..." (Âl-i tjnrân
sûresi, 3/140) gibi âyetlerde, "Allah bilsin diye" şeklinde gelen
âyetlerdeki bilgi, sonradan öğrenilen bir bilgi (bedâ)
değil, sadece önceki bilginin ortaya çıkışı şeklindeki bilgidir. Çünkü Allah
eşyayı ezelî ilmi ile bilir. O sadece bu ilmini kullan için ortaya çıkarır.
[45] Muhtasar-ı İbn Kesîr, 3/561
[46] En'âm sûresi, 6/59
Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/93.
[47] Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/93-94.