CİN SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Cinlerin Kur'an-ı Kerim'e Ve Yüce Allah'a İman Etmeleri 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Nüzul Sebebi 3

Açıklaması 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 5

Cinlere Dair Daha Başka Hususların Nakledilmesi 6

Belagat: 7

Kelime ve İbareler: 7

Nüzul Sebebi 7

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun Risaletinin Esasları 9

Belagat: 10

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi 10

Açıklaması 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 12

Kıyametin Kopuş Vaktini Ancak Allah Bilir. 12

Kelime ve İbareler: 12

Nüzul Sebebi 13

Açıklaması 13

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 14


CİN SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye Cin suresi adı verilmiştir. Çünkü onların durumları ile alâ­kalıdır. Onlar Kür'an'ı işitince ona iman ettiler. Sonra da insanlarla ilişki­lerini ve semadan söz çalma çabalarını, üzerlerine yakıcı alev atıldığını ve buna benzer kimisi mümin, kimisi kâfir olan cinlerle ilgili şaşırtıcı daha başka açıklamaları da ihtiva etmektedir. Cinler bizim gözle göremediğimiz ve ilâhi vahiy dışında ona dair bilgi edinmeye imkân bulamadığımız bir âlemdir. Dikkat edilecek olursa surelerin isimleri de dikkat ve düşünmeye iten bir özelliktedir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Sure iki bakımdan bir önceki sureyle ilişkilidir:

1- Nuh suresinde Yüce Allah: "Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok mağfiret edicidir. Böylece O üzerinize semayı bol bol salıverir." (Nuh, 71/10-11) diye buyurmaktadır. Yüce Rabbimiz bu surede de Mekke kâfirle­rine diyor ki: "Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su içirirdik." (16. ayet)

2- Her iki surede de sema ile alâkalı bir husus söz konusu edilmekte­dir. Nitekim her ikisinde de isyankârların azabı söz konusu edilmiştir. Yü­ce Allah Nuh suresinde buyuruyor ki: "Görmez misin ki Allah yedi göğü na­sıl nasıl tabaka tabaka yaratmış." (Nuh, 71/15). Burada da yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun... olduğunu gördük." (Cin, 72/8). Önceki surede: "Onlar da günahla­rından dolayı suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar..." (Nuh, 71/25) di­ye buyurmakta iken burada da: "Kim Allah 'a ve Rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacak­lardır." (23. ayet) diye buyurmaktadır. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Surede öne çıkan iki konu vardır. Bunlar cinler ile ilgili birtakım ger­çeklere dair verilen haberler ve Peygamber (s.a)'in daveti insanlara tebliğ etmesi hususunda yöneltilen birtakım irşadlardır.

Sure cinlerden bir kesimin Peygamber (s.a)'in İsra ve Mi'rac'dan önce Taiften dönüşünden sonra Mina'da namazda Kuran okurken dinlemeleri üzerine Kur'an-ı azimi'ş-şana iman ettiklerini haber vererek başlamakta­dır: "De ki: Bana şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler..." (1-2. ayetler) Çünkü Kur'an onların da dedikleri gibi doğruya ileten bir ki­taptır.

Daha sonra onların aziz ve celil olan Allah'ın şanını yücelttiklerini, sa­dece O'na ibadet ettiklerini, O'nu eş ve çocuk edinmekten tenzih ettikleri­ni, Allah'ın bir çocuğu olduğunu ileri sürenlerin onlar tarafından beyinsiz olarak nitelendirildiğini ve cinlerin insanlarla ilişkisini açıklamaktadır: "Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir..." (3-7. ayetler)

Bunun akabinde cinlerin yüce âleme dair haberleri öğrenmek için se­madan dinleyerek söz çalma çabalarını ve semanın koruyucu melekler ile kuşatılmasından ötürü bunu yapmalarının engellendiğini ve Peygamber (s.a)'in gönderilmesinden sonra ateş alevleriyle yakıldıklarını, onların da bu semavi halden hayrete düşüp, acaba yeryüzündeki insanlar azaba mı uğratılmak istenmektedir, diye soruşturduklarını bildirmektedir: "Gerçek­ten biz göğe yükselmek istedik de..." (8-10. ayetler)

Bundan sonra cinlerin iki gruba ayrıldıklarını açıkça ifade etmekte­dirler: Müminler ve kâfirler. Bununla birlikte müminlere dünya ve ahiret hayrı ve izzeti müjdelenmekte, Allah'ın hidayetinden ve Kitab'ından yüz çeviren kâfirler de pek çetin ve ağır azab ile korkutulmaktadırlar: "Gerçek­ten bizim kimimiz salih kimseleriz... Gerçekten kimimiz müslümanlar, ki­mimiz zalimleriz..." (11-18. ayetler)

Peygamber (s.a)'in Kur'an ı okuması esnasında etrafında toplanmaları da şöylece nitelendirilmektedir: "Şu da bir gerçek ki, Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman..." (19. ayet)

Surenin ikinci kısmı da Peygamber (s.a)'e birtakım irşadları ihtiva et­mektedir. Bunlar onun davetini insanlara tebliğ etmesinin emredilmesi, amelin sadece Allah için halis olarak yapılması ve onun Rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmadığının belirtilmesi, ona kendisi için fayda ve zarar sağlayamayacağının bildirilmesi, Allah'a karşı gelmesi halinde kimsenin onu Allah'tan koruyup kurtaramayacağı, azap vaktini de bilemediği bildi­rilmektedir: "De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam..." (20-25. ayetler)

Sure Yüce Allah'ın gayb bilgisini sadece kendisine ayırdığını ve yalnız­ca O'nun gaybı bildiğini, mahlûkatm her türlü durumunu ve onların sayı­larını da bütünüyle bilip kuşattığını açıklayarak sona ermektedir: "O gaybı bilendir, o kendigaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz..." (26-28. ayetler) [3]

 

Cinlerin Kur'an-ı Kerim'e Ve Yüce Allah'a İman Etmeleri

 

1- De ki: "Bana şu vahyolundu: Cin­lerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik."

2-  "O doğruya götürüyor, bundan  ötürü biz de ona iman ettik. Rabbi- mize hiçbir kimseyi asla ortak tut-

3" "Do£rusu Rabbimizin şanı çok  yücedir. O ne bir zevce edinmiştir,  ne de bir evlât."

4- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Al- lah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş." 

5. doğrusu biz Lanlaln da, cil- rin de Allah'a karşı asla yalan söy- lemeyeceklerini sanmıştık."

 6- Bir gerçek de şu insanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimse­lere sığınırlardı. Bununla da onla­rın azgınlıklarını arttırırlardı."

7- "Ve gerçekten onlar (insanlardan kâfir olanlar) da sizin sandığınız gi­bi Allah'ın hiçbir kimseyi asla di­riltmeyeceğini sanmışlar."

 

Belagat:

 

"Hayrete düşüren bir Kur'an." Burada mastar ile mübalağa olmak üzere nitelendirilmiştir. Yani oldukça veciz ve mucize oluşunda çok hayret verici bir Kur'an.

"Bundan ötürü biz de O'na iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız." Burada ikisi (iman ile şirk) arasında tezat vardır. Çünkü iman şirkin zıttı ve onun reddedilmesi demektir.

"İnsanlar ve cinler" lafızları arasında da tezat vardır.

Ayet sonlarındaki lafızlar arasında bir tevafuk (ses uyumu) bulun­maktadır. Bu da bedi' ilminde seci' diye adlandırılır. [4]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Peygamber! İnsanlara "de ki: Bana şu vahyolundu." Yüce Allah va­hiyle bana şunu bildirdi! "Cinlerden" üç ile dokuz arasındaki "bir topluluk beni" Kur'an okuyuşumu "dinlediler." Cinler ateşten yaratılmış, akıllı, göz­le görülemeyen cisimlerdir. Burada söz konusu olay, Mekke ile Taif arasın­da bir yer olan Batn-ı Nahle denilen yerde sabah namazında gerçekleşmiş­ti. Yüce Allah'ın: "Hatırla ki cinlerden bir grubu Kuranı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik." (Ahkâf, 46/29) buyruğunda söz konusu edilenler de onlardır.

O cinler kavimlerine döndüklerinde "dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Güzel anlatımında ve incelikli anlamlarında harikulade bir kitap dinledik. O kitaptaki fesahat ve yoğun anlamlarından hayret doğrusu ve bu, insan sözünden çok farklı bir sözdür.

"O doğruya" imana, hakka "götürüyor. Bundan ötürü biz de ona" yani Kur'an'a "iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak koşmayacağız." Çünkü onun dile getirdiği tevhide dair kesin deliller bunu gerektirmektedir.

"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O kendisine nispet edilen eş ve evlâttan pek yüce, münezzeh ve azametlidir." Yani o azameti dolayısıyla eş ve çocuk edinmekten pek yücedir. Sanki Kur'an'dan duydukları, onların inandıkları şirk, eş ve evlât edinme inanışındaki hatalarına dikkatlerini çekip uyandırmış gibidir. "Şanı" lafzından mülk ve saltanat yahut muhtaç olmayış anlamının kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Hadiste: "Varlıklı­nın sana karşı varlığının faydası olmaz." denilmektedir. Ebu Ubeyde dedi ki: Varlık sahibinin o varlığının sana karşı kendisine bir faydası olmaz, de­mektir.

"Bizim beyinsizimiz" beyinsiz (sefih) cahil ve ahmaklık ve cahillikten kaynaklanan aklı hafif kimse demektir.

"Yalan" Allah'a eş ve evlât nispet etmek suretiyle hak ve adaletin sı­nırlarını aşarak yalanda aşırıya gitmek demektir. (Beşinci ayetteki) "ya­lan" da onun böylece nitelendirilmesi kastedilmektedir. Fakat onların bu sözlerinin yalan olduğu bizim için açıkça ortaya çıkmış oldu.

"İnsanlardan bazı kimseler cinlerden bazı kimselere sığınırlardı." On­lara sığınıyor, onlardan kurtarılmayı ve yardımcı olmayı istiyorlardı. Arap­lar arasında birisi ıssız bir yerde geceleyecek oldu mu: Bu vadinin efendisi kimse, ona kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınıyorum, derdi.

"Bununla" yani cinlere sığınmak suretiyle "onların" cinlerin "azgınlık­larını" büyüklenmelerini, haddi aşmalarını, masiyet ve günah işleyişlerini "arttırırlardı. Ve gerçekten onlar" insanlar "da sizin" ey cinler "sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi" ölümünden sonra "asla diriltmeyeceğini san-mışlar'dı. [5]

 

Nüzul Sebebi

 

"De ki: Bana şu vahyolundu" ayeti (1. ayet) hakkında Buhari, Müslim, Tirmizi ve başkalarının rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Rasulullah (s.a) cinlere Kur'an okumadığı gibi, onları görmedi de. Fakat o bir grup ashabı ile birlikte Ukaz panayırına doğru yola koymuştu. Şeytanlarla semadan haber almak arasına engel konulmuş ve şeytanların üzerine alevli ateşler salınmış bulunuyordu. Onlar da kavimlerine geri dönüp dediler ki: Buna ancak meydana gelen önemli bir olay sebep olmuştur. Haydi, yeryüzünün doğularına, batılarına gidiniz. Meydana gelen bu olayı tespit ediniz. Onlar da etrafa dağıldılar. Tihame taraflarına doğru yola koyulanlar Rasulullah (s.a)'a doğru gittiler. O sırada o (Batn-ı) Nahle'de bulunuyordu. Ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Cinler onun Kur'an okuyuşunu dinleyince: Allah'a andolsun ki sizinle semadan haber almanız arasındaki engel bu ol­muştur, dediler.

Bunun üzerine kavimlerine geri döndüler ve: Ey kavmimiz, biz ger­çekten hayrete düşüren bir Kur'an dinledik, dediler. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine: "De ki: Bana şu vahyolundu..." buyruğunu indirdi. Ona cinlerin söyledikleri ancak vahiy yoluyla bildirilmiş oldu.

Altıncı ayet olan: "Bir gerçek de şu ki..." buyruğu ile ilgili olarak da İb-nü'1-Münzir, İbni Ebi Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbni Hayyan, Azame'de Kerdem b. Ebi's-Saib Ensari'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir ihtiyacı­mızı görmek üzere babam ile birlikte Medine'ye gittim. Bu da Rasulullah (s.a)'tan ilk olarak bahsedildiği dönemlere rastlıyordu. Geceleyin bir çoba­nın yanında kalmak zorunda kaldık. Gece yarısında bir kurt geldi. Bir oğ­lağı aldı. Çoban kurdun arkasından koşarken: Ey bu vadide sakin olan, se­nin himayene girmiştim, deyince, görmediğimiz bir kimse: Ey kurt diye seslendi. Bu sefer oğlak koşarak gelip koyunların arasına katıldı. Yüce Al­lah da Mekke'de iken Rasulüne: "Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kim­seler, cinlerden bazı kimselere sığınırlardı." buyruğunu indirdi.

İbni Sad, Temim oğullarından Ebu Recâ Utaridi'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (s.a) Peygamber olarak gönderilmişti. Ben de aile halkımın durumlarını görüp gözettim, onların ihtiyaçlarını karşıladım. Peygamber (s.a)'e peygamberlik verilince (kavmimizden) kaçıp gittik. Ge­niş bir araziye vardık. Böyle bir yerde akşamı ettik mi bizden yaşlı olan kimse şöyle derdi: Biz bu gece, bu vadinin cinlerinin en güçlüsüne sığınıyo­ruz. Biz de bu sözü söyledik. Bize şöyle denildi: Bu adamın yolu Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet getirmek yoludur. Bunu kabul edenin kanı da, malı da güvenlik altına alı­nır. Bunun üzerine biz de geri döndük ve İslama girdik. Ebu Recâ dedi ki: Görüşüme göre şu ayet benim ve arkadaşlarım hakkında inmiştir: "Bir ger­çek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere sığınırlar­dı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." (6. ayet) [6]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah cinlere dair altı durumdan sözetmektedir:

1- "De ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Ey Mu-hammed, ümmetine ve kavmine cinlerin Kur'an'ı dinleyip, ona iman ettik­lerini, onu tasdik edip, ona itaatle boyun eğdiklerini haber ver. Allah bana Cebrail (a.s) vasıtasıyla şunu vahyetti ki, cinlerden bir topluluk benim Kur'an okumama kulak verdi. Bu okuduğum Kur'an da; "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alâk, 96/1) diye başlayan suredir. Onlar da kavimlerine geri döndüklerinde dediler ki: Biz fasahatinde, belâgatinde, öğütlerinde ve ya­rarlarında gerçekten hayreti gerektiren bir söz dinledik.

Vahyetmek, ruha bir manayı gizlice telkin etmektir. İlham ve melek indirmek gibi. Vahiy hızlıca olur.

Cin âlemi bizim için gizli bir âlemdir. Hakkında ancak vahyin haber verdiği şeyleri bilebiliriz. Cinler ateşten yaratılmışlardır: "Cinleri de daha önceden (deri gözeneklerinden) içeriye nüfuz eden yakıcı ateşten yarattık." (Hicr, 15/27) Yüce Allah, cinlere kendilerinden rasul göndermemiştir. Ak­sine bütün rasuller insandır. Cinlerin de insanlar gibi mükâfat kazanacak müminleri ve cezalandırılacak kâfirleri vardır.

Bu ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir: "Hatırla ki; cinlerden bir grubu Kur'anı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik..." (Ahkâf, 46/29)

"O doğruya götürüyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız." Yani bu Kur'an hakka, doğruya, Yüce Allah'ı bilip tanımaya iletir. Bu sebeple biz de onun Allah tarafından geldiğini tasdik ettik ve artık bundan böyle Allah ile birlikte yarattıkların­dan asla bir başka şeyi O'na ortak koşmayacağımız gibi başka bir ilâh da edinmeyeceğiz. Bu onların kavimlerine döndükleri vakit, kavimlerinin hu­zurunda iman ettiklerini açıkça ilân etmeleri demektir. Nitekim az önce kaydettiğimiz Ahkâf süresindeki ayetin devamında şöyle buyurulmaktadır:

"Huzuruna geldiklerinde: Susup dinleyin, dediler. (Okunması) bitiri-lince de kavimlerine uyarıcılar olarak döndüler." (Ahkâf, 46/29)

Ayet-i kerimede Muhammed (s.a)'in davetindeki en büyük hususun Yü­ce Allah'ı tevhid etmek, şirki ve müşrikleri bir kenara bırakmak olduğu gö­rülmektedir. Cinler Kur'an'ı bir defa dinlemekle onun Allah'ın kelâmı oldu­ğuna iman etti. Fakat Kureyş kâfirleri özellikle de onların elebaşlan Kur'an'ı defalarca dinledikleri halde ondan yararlanamadılar. Üstelik Allah'ın Rasu-lü onlardan olup onlara karşı kendi dilleriyle bu kitabı okuyordu.

2- "Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir evlât." Rabbimizin azameti ve celâli yahut onun fiili, emri ve kuvveti pek üstün ve yücedir. O, Allah'a eş ve evlât nispet eden kâfirlerin dedikleri gibi, eş ve evlât edinmekten pek büyüktür. Yani onlar kendilerinin Allah'a şirk koşmadıklarını belirttikleri gibi müslüman olup Kur'an'a iman ettik­ten sonra Allah'ın eş ve çocuğunun olmasından münezzeh olmasını da be­lirttiler. Böylelikle Allah'ın vahdaniyetini ortaya koymuş, O'nun ortağının bulunmasının imkânsızlığını da ifade etmiş oldular. Sonra da O'nun kuv­vet ve azamet sahibi olduğunu belirterek dünya hayatındaki işlerine karşı huzur ve sükûn bulmak için, ülfet edip kaynaşmak için eşlerinin, güçlen­mek, çoğalmak ve ünsiyet için de çocuklarının yardımını alan kullar gibi eş ve çocuk edinmeye muhtaç olmaktan ve böyle bir güçsüz durumda bulun­maktan O'nu tenzih edip yücelttiler.

3- "Doğrusu bizim beyinsizimiz Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş." Yani şüphesiz cinlerin müşrikleri ve cahilleri müslüman olmalarından önce haktan uzak, küfürde ileriye gitmiş, sınırı aşan bir söz söylüyorlardı. Onlar Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunduğunu söyleyerek ve başka iddialarıy­la Allah'a iftirada bulunuyorlardı. Ayetteki "şatat", zulüm, küfür ve daha başka batıl ve yalan hususlarda sınırı aşmak demektir.

4- "Doğrusu biz insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söy­lemeyeceklerini sanmıştık." Bizler Allah'ın eşi, ortağı ve çocuğunun bulun­duğunu söylediklerinde cinlerin de, insanların da Allah'a yalan söyleme­diklerini sanmış ve bu hususta onların doğru söylediklerini kabul etmiştik. Fakat Kur'an'ı işitince onların sözlerinin ve bizim daha önce doğru diye sandığımızın batıl olduğunu ve onların o iddialarında yalancı olduklarını öğrenmiş olduk.

Bu Razi'nin de belirttiği gibi, taklit dolayısıyla bu tür cahilce tutumla­rın içerisine düştüklerini ve istidlal ve delil getirmek ile bu halden kurtul­duklarını itiraf etmeleri demektir.

5- Bir gerçek de şu ki: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kim­selere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." Bizler onların bizden daha üstün olduklarını zannediyorduk. Bazı insanlar çöller­de, ıssız yerlerde kimi cinlere sığınıyorlardı. Böylelikle cinlerin adamları­nın azgınlıklarını, beyinsizliklerini, sapıklıklarını, günahkârlıklarını art­tırmış oldular. Çünkü Araplardan herhangi birisi bir vadide konakladı mı şöyle derdi: Ben bu vadinin efendisine kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım. Bu da cinlerin insanlara karşı cesaret kazanmalarına ve onlara zulmetmelerine kadar varırdı.

Ayetin bir benzeri de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hepsini toplaya­cağı o günde: Ey cin topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdu­nuz (buyuracak). O zaman onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: Rabbimiz kimimiz kimimizden faydalandık. Nihayet bizim için takdir etti­ğin vakte eriştik..." (En'âm, 6/128)

6- "Ve gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah 'in hiçbir kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar." Yani insanlar da sizin gibi -ey cinler-ölümden sonra diriliş, amellerin karşılığının görülmesi diye bir şey olmadı­ğını yahut Allah'ın bu süreden sonra tevhide, Allah'a, rasullerine ve ahiret gününe iman etmeye çağıracak bir rasul göndermeyeceğini zannetmiştiniz. [7]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Cinlere dair kıssanın haberinin pekçok faydaları vardır. Bunların en önemlileri onların da insanlar gibi seran yükümlü oldukları, mümin olanlarının kâfir olanları imana davet ettikleri, Peygamber (s.a)'in insanıy­la, cinniyle ve -onun şerefinin daha da yükseltilmesi için- meleklere, bütün âlemlere peygamber olarak gönderildiği, cinlerin Kur'an'a iman etmeleri­nin Kureyş kâfirlerini ve başkalarını O'na iman etmeye iten bir sebep ol­ması, cinlerin de bizim sözlerimizi işitip konuşmalarımızı anladıklarının açıklanmasıdır.

Fakat Kur'an-ı Kerim'in zahiri ifadeleri Peygamber (s.a)'in onları gör­mediğini göstermektedir. Çünkü Yüce Allah: "Beni dinlediler." diye buyur­maktadır. Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim ve Tirmizi'de yer alan rivayete göre İbni Abbas dedi ki: Rasulullah (s. a) cinlere ne Kur'an okudu, ne de on­ları gördü. Rasulullah (s.a) bir grup ashabı ile birlikte Ukaz panayırına gitti... deyip daha önce nüzul sebebinde geçen hadisi kaydetti. Bu hadiste Peygamber (s.a)'in cinleri görmediğine fakat onların onun huzurunda bulu­nup, kıraatini dinlemiş olduklarına delil vardır. Yine cinlerin bu haberi araştırdıklarında şeytanlarla birlikte olduklarına da delil vardır. Buna se­bep ise şeytanlara gökten alevli ateş atılmasıydı. Kendilerine alevli ateş atılanlar aynı zamanda cinler arasmdandı. Çünkü hadis-i şerifte: "Ve onla­ra alevli ateşler yağdırıldı." diye buyurmaktadır.

İbni Mesud'un görüşüne göre Peygamber (s.a) cinlere Kur'an okumak ve onları İslâm'a davet etmek için cinlerin yanına gitmeyi emir buyurdu ve Peygamber cinleri gördü. Kurtubi dedi ki: Bu daha sağlamdır. Amir eş-Şa'bi'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir: Alkame'ye sordum: İbni Mesud cin gecesi Rasulullah (s.a) ile birlikte hazır bulundu mu? Alkame dedi ki: Ben İbni Mesud'a sordum ve dedim ki: Sizden herhangi bir kimse cin gece­sinde Rasulullah (s.a) ile birlikte bulundu mu? O: Hayır dedi: Fakat bizler bir gece Rasulullah (s.a) ile birlikte bulunuyorduk. Onu aramızda göreme­dik, vadilerde ve dar yollarda onu aradık. Ben acaba bir yerlerde korkutul­du ya da gizlice öldürüldü mü diye düşündüm. Çok kötü bir halde geceyi geçirdik. Sabah olunca onun Hira tarafından geldiğini gördük. Ey Allah'ın Rasulü, dedik. Seni birden yitirdik, aradık bulamadık. Bu sebeple de çok kötü bir halde geceyi geçirdik. Bunun üzerine dedi ki:

"Bana cinlerin davetçisi geldi. Onunla birlikte gittim, onlara Kur'an okudum." Bizimle kalkıp gitti, bize onların ve yaktıkları ateşin izlerini gös­terdi. Ondan azık istediler. Gelen cinler Cezire cinlerinden idiler. Onlara dedi ki: Üzerinde Allah'ın adı anılan her bir kemik sizin elinize olabildiği­nin en fazlasıyla etli olarak geçecektir. Herbir hayvan pisliği de sizin bi­nekleriniz için alaf olacaktır. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Bu sebeple bu ikisiyle istinca yapmayınız. Çünkü her ikisi de cinlerden olan kardeşlerinizin yiyeceğidir."

İbnü'l-Arabi dedi ki: İbni Mesud, İbni Abbas'tan daha iyi bilir. Çünkü o olayı görmüş, İbni Abbas ise duymuştur. Haber almak elbette gözle gör­mek gibi değildir.[8]

Cinlerin aslı Hasan-ı Basri'nin dediği gibi İblisin çocuklarıdır. İnsan­lar da Adem'in çocuklarıdır. Bunlardan da, onlardan da mümin de vardır, kâfir de vardır. Mükâfat ve ceza görmekte her ikisi ortaktırlar. Bunlardan da, ötekilerden de mümin olan Allah'ın velisidir. Bunlardan da, ötekilerden de kâfir olan da şeytandır.

2- Yüce Allah cinlere dair bazı hususları nakletmektedir:

a) Onlar sözünün fesahati her hususta en doğruya ileten oldukça beliğ öğütleri ve fesahatli sözleri itibariyle hayret verici olan Kur'an'ı işittikle­rinde: Biz onunla hidayeti bulduk ve onun Allah'tan geldiğini doğruladık. Rabbimize kimseyi de asla ortak koşmayacağız. Yani daha önceki şirk koş­tuğumuz hale asla bir daha dönmeyeceğiz.

b)  Onlar kendilerinin şirk koşmayacaklarını söyledikleri gibi yüce Rabbimizi de eş ve çocuk edinmiş olmaktan tenzih ettiler. Bundan dolayı şanı Yüce Allah eşi ya da çocuğu olmaktan yüce, münezzeh ve pek büyük­tür, dediler.

c) Kendileri İslâm'a girmeden önce İblisin ve cinlerin küfür ve zulüm­de haddi aşarak söyledikleri yalanları kabul etmeyip reddettiler.

d)  Onlar insanların ve cinlerin Allah hakkında asla yalan söylemeye­ceklerini sanmışlardı. Bundan dolayı Yüce Allah'ın eşinin ve çocuğunun ol­duğu şeklindeki iddialarında onları tasdik etmiştik. Fakat Kur'an'ı işitince onun vesilesiyle bizim için hak açıklık kazanmış oldu.

e) Cahiliye döneminde bir kişi yolculuğunda eğer ıssız bir yerde akşa­mı edecek olursa, bu vadinin efendisine ya da bu yerin en güçlüsüne kav­minin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım derdi; ve sabah oluncaya kadar onların himayesinde geceyi geçirirdi. Böylelikle insanlar cinlerin azgınlık­larım ve taşkınlıklarını arttırmış oldu. O kadar ki cinler: Bizler cinlerin de, insanların da efendisiyiz diyecek hale geldiler. Bir başka açıklamaya göre bu sebeple insanlar cinlerden daha çok korkmaya başladılar. Bir başka açıklamaya göre de cinler insanların günah ve hatalarını arttırdı.

Böyle bir şekilde istiâzede bulunmak yerine hadis-i şerifte gelen sözler söylenir. Ebu Nasr Seczi'nin İbane'de İbni Abbas'tan nakledip -oldukça ga­rip bir rivayettir dediğine- göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Siz­den herhangi bir kimse yalnız kalmış olduğundan ötürü rahatsız olacak ya­hut cinli bir yerde konaklayacak olursa şöyle desin: "İyi ya da günahkâr hiç kimsenin aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleriyle yere girenden, oradan çıkandan, gökten inenden, oraya yükselenden, gündüzün fitnelerinden, ge­celeyin -hayır ile gelen dışında- gelen şeylerden sığınırım."

f) İnsanlar da cinlerin zannetiği gibi Allah insanları tekrar diriltmeye­ceğini zannettiler yahut cinler de insanların zannettikleri gibi Allah artık kendisiyle delili ortaya koymuş olacağı bir rasulü insanlara daha gönder­meyecekti. Bütün bunlar Kureyşlilere karşı hücceti daha da pekiştirmek içindir. Bu cinler Muhammed (s.a)'e iman ettiklerine göre sizin iman etme­niz daha bir uygundur. Buna göre bu sözler cinlerin sözü demektir. Daha güçlü görülen de budur.

Bununla birlikte bu ifadelerin Yüce Allah'ın insanlara hitabı da olabi­lir. Mana şöyle olur: Ey Kureyş kâfirleri, cinler de sizin zannettiğiniz gibi zannettiler...

Her iki takdire göre ayet-i kerime cinler arasında müşrik, Yahudi ve Hristiyan bulunduğu gibi, ölümden sonra dirilişi inkâr eden kimselerin de bulunduğunu göstermektedir. [9]

 

Cinlere Dair Daha Başka Hususların Nakledilmesi

 

8- "Gerçekten biz göğe doğru yük­selmek istedik de onun güçlü bekçi­lerle ve alevli ateşlerle doldurul­muş olduğunu gördük."

9- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek is-ter)se kedisini bekleyen alevli bir ateş bulur."

10- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz?"

11-  "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağı­dadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrıl­mışız."

12- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla aciz bıraka­mayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz."

13- "Gerçekten biz hidayeti işittiği­mizde O'na iman ettik. Kim Rabbi-ne iman ederse o (ecrinin) eksiltil-mesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de."

14- "Gerçekten kimimiz müslüman-lar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu ara­mış olanlardır."

15- "Zalim olanlara gelince; onlar cehenneme odundurlar."

16- Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su içirirdik.

17-  Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.

 

Belagat:

 

"Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rableri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz" buyruğunda şerrin Allah'a nispet edilmeyerek hayrın Allah'a nispet edilmesi, Allah'a karşı bir edep ifadesidir. "Şer" ile "reşed: hayır" lafızları arasında mana bakımından bir tezat vardır.

"Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız" buyruğunda bir istiare vardır. "Yol" çeşitli mezhepleri anlatmak için istiare yoluyla kullanılmıştır.

"Müslümanlar" ile "zalimler" lafızları arasında da tezat vardır. [10]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de" oraya ulaşıp haberle­rini dinlemek istedik.

"Onun güçlü bekçilerle" meleklerden koruyucularla, "alevli ateşlerle" yakan yıldızlarla "doldurulmuş olduğunu gördük."

"Biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik." Sözleri dinleme­ye ve gözetlemeye çalışıyorduk.

Daha önce söz çalınabiliyorken, semanın buna karşı korunmasıyla "yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa... hayır mı murad etti bil­miyoruz?"

"Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz" Kur'an'ı dinledikten sonra ki­mimiz iman eden iyi kimseleriz "kimimiz bundan aşağıdadır." Yani salih değildirler. "Biz çeşit çeşit yollara" farklı mezheplere "ayrılmışız." Kimimiz müslüman kimimiz kâfir, değişik gruplara bölünmüşüz.

"Şunu da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakama­yız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz." Yeryüzünde nerede olursak olalım, ondan kurtulamayız. Semaya da kaçacak olsak o bize yetişmek is­terse kurtulamayız.

"Gerçekten biz hidayeti" Kur'an'ı "işittiğimizde ona iman ettik." "Kim Rabbine iman ederse o" hasenatının, iyiliklerinin "eksiltilmesinden de kork­maz, kendisine" kötülükleri arttırılarak "zulmedilmesinden de."

"Zalimler" burada hak yoldan sapıp uzaklaşanlar demektir. Hak yol da iman ve itaattir.

"Doğru yolu aramış olanlar" mükâfat yurduna kendilerini ulaştırsın diye hak ve hidayet yolunu arayıp onu izlemeye çalışanlar...

"O doğru yol üzere" İslâm yolu üzere "dosdoğru gitseler elbette biz on­lara bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." O'na nasıl şükrede­ceklerini bu hususta sınayalım diye.

"Kim Rabbinin zikrinden" hatırlatması olan vahiy ya da Kur'an'ı ke­rim yahut onun öğütlerinden "yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." [11]

 

Nüzul Sebebi

 

"Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler elbette biz onlara bol su içirir­dik." (16. ayet) buyruğu ile ilgili olarak Harâîti, Mukatil'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bu ayet yedi yıl süreyle yağmur almayan Kureyş kâfir­leri hakkında inmiştir. [12]

 

Açıklaması

 

Şanı Yüce Allah daha önce kaydettiğimiz altı hususa ek olarak, farklı şu yedi hususu nakletmeye devam etmektedir:

7- "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük." Yani Peygamber (s.a) gönderilip üzerine Kur'an indirilince bizler adetimiz üzere semadan haber almak istedik. Oranın sözleri çalmamıza engel olmak üzere orayı koruyan güçlü meleklerle doldurulmuş olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önce yaptığımız gibi hırsızlama söz dinleyip çalmak isteyeni yakan ve engelle­yen yıldızlardan alevler de bulduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "Onları şeytanlara atış taneleri yaktık." (Mülk, 67/5) Buna göre burada sözü geçen "alevli ateş (şühub)" yakıcı yıldızların, cinleri söz çalmaktan en­gellemek için düşmesidir.

Ahmed," Tirmizi ve Nesai, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmekte­dir: Şeytanların vahyi dinlemek üzere semada oturdukları yerleri vardır. Bir söz duydular mı ona dokuz daha katarlardı. Duydukları söz hak olarak ortaya çıkardı. Fakat onların ekledikleri ise batıl olurdu. Rasulullah (s.a) peygamber olarak gönderilince eskiden oturdukları yerlere oturmaları en­gellendi. Bunu İblis'e anlattılar. Bundan önce yıldızlar ile onlara atış yapıl­mıyordu. İblis onlara dedi ki: Bu ancak yeryüzünde meydana gelmiş önem­li bir olay sebebiyledir. Bunun üzerine askerlerini gönderdi. Askerleri Ra­sulullah (s.a)'ın Mekke'de iki dağ arasında namaz kılmakta olduğunu gör­düler. Ona gelip durumu anlattılar, o da: İşte yeryüzünde meydana gelen olay budur, dedi.

Özetle; şeytanlar Peygamber (s.a)'in peygamber olarak gönderilmesin­den sonra şeytanlar semadan gizlice Kur'an'dan da bir şeyler çalıp onu kâ­hinlere telkin etmesinler diye gizlice söz dinleyip çalmaları engellendi. Çünkü o durumda işler karışır ve kimin doğru söylediği anlaşılmayabilirdi.

8- "Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim dinle(mek ister)se kendisini bekleyen alevli bir ateş bu­lur." Bizler semada gizlice söz dinlemek ve kâhinlere telkin etmek amacıy­la meleklerden semadaki haberleri dinleyip öğrenmek için bir yerlere otu­rurduk. Fakat şanı Yüce Allah, Rasulullah (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rince orayı alevli ateşlerle korudu. Artık bugün kim gizlice söz dinlemeye kalkışacak olursa kendisini bekleyen ve mutlaka kendisine isabet edecek alevli bir ateş bulur ve bu onu helak eder, mahveder.

9- "Doğrusu biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır mı murad etti bilmiyoruz." Semanın bu şekilde korunması ile acaba Yüce Allah yeryüzünde bulunanlar hakkında bir şer ya da bir azap mı dilemiştir yoksa Rableri onlar hakkında ıslah edici, dü­zeltici bir peygamber göndermekle hayır ve ıslah olmalarını, düzelmelerini mi dilemiştir? Onların kullandıkları bu ifadeler de şerrin failinin meçhul olarak zikredilmesi, hayrı da Yüce Allah'a izafe etmeleri edeblerindendir. Sahih hadiste de "Şer sana nispet edilmez." diye buyurulmuştur.

10- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıda­dır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız." Yüce Allah cinlerin arkadaşlarını Mu-hammed (s.a)'e iman etmek üzere çağırdıklarında kendileri hakkında şunla­rı söylediklerini bildirmektedir: Bizler Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih diye nitelendirilebilecek iyi, iman eden kimselerdi. Kimimiz de öyle değildik yani salih değildik ya da kâfir idik. Çeşitli topluluklar halinde idik. Her birimizin kanaati, görüşü farklı farklı idi. Maksat onların kısım kısım bölük bölük olduklarını anlatmaktır. Kimileri mümin, kimileri fasık, kimile­ri kâfirdi. Tıpkı insanlarda olduğu gibi. Said b. Müseyyeb dedi ki: Onların kimisi müslüman, kimi Yahudi, kimi Hristiyan, kimisi de mecusi idi.

11- "Şunu da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bıra­kamayız. Kaçmakla da onu asla acze düşüremeyiz." Bizler kesin olarak şu­nu da bildik ki; Yüce Allah'ın kudreti bize egemendir. Bizler Allah'ın kud­retinden, bizi yakalayıp, hakkımızda bir şeyi murad edecek olursa ondan kurtulamayız. İster yerde bulunalım, ister ondan kaçıp semalara gidelim. Her durumda onun gücü bize yeter, bizden kimse onu aciz bırakamaz.

12- "Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilme­sinden de." Yani bizler Kur'an'ı işitince onun Allah'tan geldiğini tasdik et­tik. İnsanlardan kâfir olanların yalanladığı gibi onu yalanlamadık. Kim Rabbini ve onun rasullerini, indirdiklerini tasdik eder, doğrularsa iyilikle­rinin eksiltileceğinden de korkmaz, kötülükleri arttırılarak haksızlığa, zul­me uğratılmaktan da.

13- "Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru yolu aramış olanlardır." Yani kimimiz mümin, salih amel işleyip Rabbine itaatkârdır, kimimiz de hak ve hayır yolundan, gerektiği gibi iman etmekten uzaklaşıp haksızlık eden zalimleriz. Kim Al­lah'a iman eder, O'nun emirlerine itaat ederek Allah'a teslim olursa, işte onlar mutluluğa götüren yolu izlemiş, kendileri için azaptan kurtuluş çare­sine başvurmuş olurlar. Bu da müminlerin mükâfatıdır.

Dikkat edilecek olursa zalim (kasıt) haktan sapan, ondan uzaklaşan kimse demektir. Çünkü böyle bir kişi, haktan uzaklaşıp sapmış kişidir. Muk-sit ise böyle olmayıp, adaletli olan kimse demektir. Çünkü bu kişi hakka yö­nelen kimsedir. Kasıtlar (zalimler) kâfirler ve hak yoldan sapanlardır. Bu da zulmetti anlamındaki "kaseta" fiilinden gelir. Muksit ise adaleti uygulayan demek olup, bu da adalet yaptı, anlamındaki "eksata" fiilinden gelir. Daha sonra cinler şu sözleriyle kâfirleri yermektedirler:

"Zalim olanlara gelince, onlar cehenneme odundurlar." İslâm yolundan ayrılıp, uzaklaşanlara gelince; onlar ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklardır. Cehennem onlarla yakılacak ya da alevlendirilecektir. Tıpkı kâfir insanlar­la yakılacağı gibi.

Rasulullah (s.a)'a verilen vahyin birinci türü açıklandıktan sonra, Yüce Allah ona verilen ikinci tür vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Ve (bana vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, el­bette biz onlara bol bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bana şu da vahyolundu ki: Eğer cinler de, insanlar da İslâm yolu üzerinde dosdoğru yürüyecek olurlarsa biz de onlara bol su içirir, onlara pek çok, pek bol hayırlar verirdik. Böylelikle onlara karşı sınayan bir kimsenin dav­randığı gibi davranalım ve bu nimetlere karşı nasıl şükrettiklerini ortaya çıkaralım diye. Eğer Rablerine itaat ederlerse biz de onları mükâfatlandırı­rız. Ona isyan ederlerse, ahirette onları cezalandırır ve nimeti de onlardan alırız; yahut önce onlara mühlet verir, sonra onları helak ederiz. Nitekim bundan sonraki ayet de bunu böylece açıklamaktadır:

"Kim Rabbinin zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." Yani kim Kur'an'dan yahut öğütten yüz çevirir, emirleri yerine getirmez, yasak­lardan uzak kalmazsa, onu rahat yüzü görmeyeceği çok zor ve ağır bir aza­ba sokar. [13]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Muhammed (s.a)'in peygamber olarak gönderilişinden sonra cinle­rin durumlarında bir değişiklik oldu. Onlar adet edindikleri üzere semaya ulaşıp, ordakilerin sözlerini dinlemek istediler. Fakat oranın koruyucularla yani meleklerle doldurulmuş olduğunu gördüler ve onlara şihâblarla ateş edildi. Bunlar da onların gizlice söz dinlemelerini engellemek için üzerleri­ne atılan yakıcı yıldızlardır.

Razi dedi ki: Doğru olma ihtimali daha yüksek olan görüş şu ki; bu ya­kıcı ateşler Muhammed (s.a)'in peygamberliğinden önce de vardı. Ancak peygamber olarak gönderilişinden sonra bunlar daha da artırıldı, daha mükemmel ve daha güçlü hale getirildi. Nitekim Kur'an lafzı da bunu gös­termektedir. Çünkü Yüce Allah: "Onun... doldurulmuş olduğunu gördük." (8. ayet) diye buyurmaktadır. Bu da meydana gelen olayın doldurulup ço­ğaltılmak olduğunun delilidir. Aynı şekilde: "Halbuki gerçekten biz... yer bulup oturuyor idik." (9. ayet) buyruğu da böyledir. Yani bizler orada bekçi ve alevli ateş bulunmayan oturacak bazı yerler bulabiliyorduk. Şimdi ise oturulabilecek bütün yerler doldurulmuş bulunmaktadır.[14]

2- Cinler semadan alınacak haberlere karşı korumanın arttırılmasın­dan maksadı anlayamamışlardı. Acaba Yüce Allah bunu engellemekle yer-yüzündekilerin üzerine bir azap indirmek mi istedi, yoksa onlara bir rasul göndermek mi istedi? Acaba söz dinlemenin engellenmesinden maksat yer-yüzündekiler hakkında kötülüğün istenmesi mi, yoksa onların hallerinin düzelmesi ve hayıra ulaşmaları mı?

3- Cinler Muhammed (s.a)'in peygamber olarak gönderilişinden önceki gerçek durumlarını haber vermektedirler. Arkadaşlarını Muhammed (s.a)'e imana davet ettiklerinde birbirlerine şöyle dediler: Biz Kur'an'ı dinleme­den önce kimimiz salih idik, kimimiz kâfir idi. Değişik fırkalar halinde idik, farklı dinlere, birbirinden ayrı görüşlere sahiptik. Said b. Museyyeb dedi ki: Kimimiz müslüman, kimimiz Yahudi, kimimiz Hristiyan, kimimiz de Mecusi idik, dediler demektir.

4- Cinler Allah'ı aciz bırakamayacaklarına, ondan kurtulamayacakla­rına kesin olarak inandılar, bildiler. İster yerin herhangi bir yerinde olsun­lar, isterse de yerden kaçıp semaya çıksınlar.

5- Cinler Kur'an'ı dinleyince Yüce Allah'a iman etmeye, Muhammed (s.a)'in risaletini tasdik etmeye yöneldiler. Bu, Peygamber efendimizin hem cinlere, hem de insanlara peygamber olarak gönderildiğinin delilidir. Ha-san-ı Basri dedi ki: Allah, Muhammed (s.a)'i hem insanlara, hem de cinlere peygamber olarak göndermiştir, ama Allah ne cinlerden, ne bedevilerden, ne kadınlardan asla rasul göndermiş değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğu bu­nu göstermektedir: "Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz de kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi." (Yusuf, 12/109) Sahih hadiste de: "Ben kırmızıya da, siyaha da gönderildim." diye buyurulmaktadır.[15] Yani hem insanlara, hem cinlere.

İmanın mükâfatı da kişinin iyiliklerinin eksiltileceğinden, kötülükleri­nin de arttırılacağından yana korkmaması, emin olmasıdır.

6- Cinler aynı şekilde Kur'an'ı dinledikten sonra da ihtilâf içerisinde kaldılar. Kimisi müslüman oldu, kimisi kâfir oldu. Müslüman olan kimse­ler kendileri için kurtuluş yolunu aramış oldular, hak yolu izlemek istedi­ler ve onu takip ettiler. Hak yoldan ve imandan uzaklaşanlar ise, Yüce Al­lah'ın bilgisinde cehennemin yakıtı olacak olanlardır. [16]

 

Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun Risaletinin Esasları

 

18- Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile bir­likte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin.

19- Şu da bir gerçek ki; Allah'ın ku­lu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı.

20- De ki: "Ben ancak Rabbime iba­det ederim. Hiç kimseyi de O'na or­tak koşmam."

21- De ki: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim."

22- De ki: "Gerçek şu ki beni, (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtara­maz ve ben ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.

23-  "(Benim elimden gelen) ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gön­derdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."

24- Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcıla­rının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.

 

Belagat:

 

"Zarar verme" ile "hayır verme" lafızları arasında tezat vardır. [17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Şüphesiz ki mescidler" namaz kılma yerleri "de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Yahudilerin ve Hristiyanların kilise ve havralarına girdikleri zaman yaptıkları gibi Allah'a şirk koşarak mescidlerde (ve her yerde) O'ndan başkasına ibadet etmeyin.

"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na" Batn-ı Nahle denilen yerde "ibadet etmek için kalktığı zaman" onun Kur'an okumasını dinleyen cinler "neredeyse etrafında bir keçe" kalabalık topluluklar gibi "olacaklardı." Anlatılmak istenen Kur'an dinlemek arzusu ile izdiham oluşturduklarıdır. Arslanın boyun çevresinde bulunan yeleye verilen "libde" ile aynı kökten gelen lafız kullanılmıştır.

"De ki: ben Ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam." Rabbime bir ve tek ilâh olarak ve hiç şirk koşmaksızın ibadet ederim. Dolayısıyla bunu reddetmeye veya bundan hayret etmeye gerek yoktur.

"Bir zarar verme... bir hayır verme..." sapıklık ve zarar, fayda ve hayır verme...

"Gerçek şu ki; beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz." O'na isyan edecek olursam hiç kimsenin bana faydası olmaz ve kimse benden azabını uzaklaştıramaz. "Ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de asla bu­lamam. Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir." Be­nim görevim, O'nun risaletlerini tebliğ etmekten ibarettir. Yani benim bü­tün yapacağım size risaleti tebliğ etmekten ibarettir. Başka bir şey yapa­mam ya da eğer ben tebliğde bulunmayacak olursam Allah'tan beni kurta­racak hiçbir sığmak bulamam.

"Kim Allah'a ve Rasulüne" Allah'ı tevhit hususunda "isyan ederse" ve iman etmezse "hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." Yani onlar ebedi olarak oraya gireceklerdir.

"Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi" dünyada iken Bedir vakası gibi tehdit olundukları cezayı yahut ahirette cehennem azabını "görecekleri za­man" yani onlar bu hale kadar küfürlerini yahut ona karşı düşmanlık hu­susunda ve ona yardım edenlerin zayıflıklarından yararlanarak onları iş­kencelere uğratmak hususunda birbirleriyle yardımlaşmaya devam edecek olurlarsa Bedir gününde ya da kıyamet gününde azabın gelip çatacağında "kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu" kendileri mi, o mu "bileceklerdir." [18]

 

Nüzul Sebebi

 

"Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur." ayetiyle (18. ayet) ilgili olarak İbni Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Cinler: Ey Al­lah'ın Rasulü, bize izin ver de seninle birlikte mescidinde namazlarda bu­lunalım, dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etme­yin." (18. ayet) ayetini indirdi. Bu açıklama aynı şekilde A'meş'den de riva­yet edilmiştir.

İbni Cerir'in rivayetine göre de Said b. Cübeyr dedi ki: Cinler Peygam­ber (s.a)'e dedi ki: Bizler senden uzakta bulunuyoruz. Mescide nasıl gelebi­liriz yahut bizler senden uzak olduğumuz için namaza nasıl katılacağız, dediler. Bunun üzerine: "Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur" buy­ruğu nazil oldu.

"De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim" (20. ayet)'in nüzul sebebi Şevkânî'nin belirttiğine göre şudur: Kureyş kâfirleri Peygamber (s.a)'e: Sen pek büyük bir iş getirdin. İnsanların hepsine de düşmanlık ettin. Bu işten vazgeç, seni biz koruruz, dediler.

"De ki: Gerçek şu ki beni (evet), beni Allah'tan asla kimse kurtara­maz..." (22. ayet) buyruğu ile ilgili olarak İbni Cerir'in rivayetine göre Had-ramî şunu nakletmiştir: İnsanlardan kendisine uyanları bulunan cinlerin eşrafından birisi dedi ki: Muhammed kendisini Allah'ın korumasını istiyor. Onu ben koruyacağım. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz" ayetini indirdi. [19]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah bu surede vahyolunanların üçüncü türünü de haber vere­rek şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki mescidler de Allah 'a mahsustur. Onun için Allah ile bir­likte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Yani Yüce Allah bana mescid-lerin Allah'a mahsus olduğunu vahyetmiştir. Buna göre mescidlerde Al­lah'tan başkasına ibadet etmeyin ve orada Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.

Katade dedi ki: Yahudilerle, Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a ortak koşuyorlardı. Allah peygamberine sadece Al­lah'ı birleyip tevhid etmelerini emir buyurdu. "Allah'a mahsustur." şeklin­deki izafe, şereflendirme ve üstün tutma izafesidir. Mescidler Allah'tan başkasına nispet edilecek olursa, tanıtmak kasdıyla başkasına nispet edi­lebilir ve o vakit, filânın mescidi denilir.

Bu buyruk şanı Yüce Allah'ın kullarına kendisine ibadet edilen yerler­de, kendisini tevhid etmelerinin ve O'nunla birlikte başkasına dua ve ibadet etmeyip, O'na ortak koşmamayı kullarına emretmiş olduğunun delilidir.

Hasan-ı Basri dedi ki: Yüce Allah mescidlerle her yeri kastetmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a) da Buhari, Müslim ve Nesai'nin Cabir'den naklet­tiklerine göre şöyle buyurmuştur: "Yeryüzü benim için mescid ve temizlen­me aracı kılınmıştır." Buna göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Yeryü­zünün tamamı Yüce Allah tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla orada onu yaratandan başkasına secde etmeyiniz. Yine şöyle demiştir: Kişinin mesci­de girecek olursa "lâ ilahe illallah" demesi sünnettir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" buyruğunun muhtevası içerisinde Yüce Allah'ın anılması ve yalnızca Ona dua edilmesi emri de vardır.

Daha sonra Yüce Allah kendisine vahyedilenler arasında dördüncü hususu söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Şu da bir gerçek ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı za­man neredeyse etrafında bir keçe (gibi) olacaklardı." Yani Peygamber Mu-hammed (s.a) Yüce Allah'a dua ve ibadet etmek için kalktığında cinler onun etrafında, onun Kur'an okuyuşunu dinlemek ve gördükleri ibadetine hay­retlerinden ötürü etrafındaki izdihamları dolayısı ile üstüste yığılmış toplu­luklar gibi oldular. Çünkü onlar benzerini görmedikleri bir durum görmüş, benzerini duymadıkları bir söz işitmişlerdi. Buradaki "olacaklardı" lafzında ki zamir cinlere aittir. Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.

Bazıları[20] dedi ki: Rasulullah (s.a) kalkıp lâ ilahe illallah deyip, in­sanları Rablerine davet edince, Arapların kâfirleri olan insanlar ile cinler, Yüce Allah'ın nurunu söndürmek ve bu işi bitirmek için yığın yığın cema­atler halinde etrafında kalabalık oluşturdular. Fakat Yüce Allah onu zafe­re eriştirmek, nurunu tamamlayıp, ona karşı gelenlere üstün kılmak istedi ve başkasını kabul etmedi. Buna göre "neredeyse olacaklardı" lafzında ki zamir insanlara ve cinlere ait olur. İbni Cerir ile Katade bu görüştedir. İbni Kesir'in belirttiği gibi daha kuvvetli olan da budur. Çünkü bundan sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Ben ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam." Ey Muhammed, senin dininin sonunu getirmek üzere senin etra­fında sana karşı toplanıp bir araya gelen bu kimselere de ki: Ben yalnızca Rabbime ibadet ederim. Ona ortak koşmaksızm bir ve tek olarak ibadet ederim, O'nun beni korumasını diler, O'na tevekkül ederim. İbadette Onunla birlikte kimseyi Ona ortak koşmam.

Daha sonra onların hidayet bulma işlerini Yüce Allah'a havale ederek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." Yani ben dünya ya da din hususunda size ge­lecek bir zararı da önleyemem, size herhangi bir fayda da sağlayamam. Ben ancak sizin gibi bir beşerim, bana vahyolunuyor. Sizin hidayet bulma­nızda ya da sapıtmanızda benim elimde olan bir şey yoktur. Aksine bütün bu hususlarda herşey Allah'ın elindedir.

Bu buyrukla Yüce Allah'a tevekkül etmenin ve insanların kendisine karşı birbirlerine yardımcı olmalarına aldırmadan tebliği sürdürmesinin gerektiğine, eğer ona iman etmeyecek olurlarsa da tehdit altında oldukları açıklanmaktadır.

Yüce Allah peygamberinin onları hidayete iletmekten aciz olduğu hu­susunu, kendisi ile ilgili hususlardan dahi aciz olduğunu ilân ederek şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de bulamam. Ancak Allah'tan gelen­leri ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir (benim elimden gelen)" Ey Muham-med, bunlara de ki: Eğer Allah'ın azabı bana gelecek olursa kimse onu ben­den uzaklaştıramaz. Allah'tan başka da benim bir sığınağım ve yardımcım yoktur. Allah'tan beni kurtarıp, himayesini sağlayacak tek husus O'nun bana yerine getirmeyi görev olarak verdiği risaleti tebliğ etmemdir. İşte bu sebeple ben Allah'tan gelenleri tebliğ ediyor, O'nun risaleti gereğince emir ve yasaklarına uyarak amel ediyorum. Bunu yerine getirecek olursam kur­tulurum, aksi takdirde helak olurum. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:

"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yap­mazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan ko­ruyacaktır..." (Maide, 5/67)

"Ancak Allah'tan gelenleri... tebliğdir." buyruğundaki istisnanın Yüce Allah'ın: "Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip değilim." buyruğundan olması da mümkündür. Yani be­nim size yapacağım size tebliğden ibarettir.

Daha sonra Yüce Allah'tan gelen tebliğin gereğini yerine getirmeyen isyankârların cezasını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah 'a ve rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır." Ben size Allah'ın risale­tini tebliğ ediyorum. Artık kim bundan sonra isyan ederse onun için pek ağır bir ceza vardır, bu da cehennem ateşidir. Orada ebedi olarak sürekli kalacaklardır, oradan asla kurtulamazlar, oradan asla çıkamazlar.

"Ebediyyen" buyruğu, burada kastedilen isyankârlığın şirk olduğuna delildir. Daha sonra Yüce Allah iman etmemek hususunda cinlerden daha kısır görüşlü olan müşrikleri bozguna uğramak ve zelil olmakla tehdit ede­rek şöyle buyurmaktadır:

"Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yar­dımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." Yani on­lar cinlerden ve insanlardan şu müşrik olanlar kıyamet gününde tehdit olunduklarını görecekleri zaman ne kadar küfürleri üzere devam edecek­lerdir? İşte o vakit kimin yardımını alacağı askerlerinin, yardımcılarının daha zayıf, sayılarının daha az olduğunu bileceklerdir. Kendileri mi yoksa Yüce Allah'ı tevhid edip, iman eden müminler mi? Yani asıl müşriklerin kesinlikle yardımcıları yoktur ve sayı bakımından onlar Allah'ın askerle­rinden çok daha azdır. [21]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayetlerden aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:

1- Mescidler yahut namaz kılman ve Allah'ın anıldığı yerlerde -ki bun­ların kapsamına kiliseler, havralar ve müslümanların mescidleri de girer-sadece Yüce Allah'a ihlasla ibadet etmek ve tevhid onların ayırt edici özel­liği olmalıdır. Bundan dolayı Yüce Allah müşrikleri: "Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." buyruğuyla Mescid-i Ha-ram'da Allah ile birlikte başkalarına da dua etmelerinden ötürü azarla­maktadır. Bu azar Allah'a başkasını ortak koşan herkesi de kapsar.

Mücahid dedi ki: Yahudiler ve Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a ortak koşuyorlardı. Yüce Allah peygamberine ve mü­minlere bütün mescidlere girdiklerinde sadece Yüce Allah'a ihlâsla dua ve ibadet etmelerini emretmektedir.

İbni Abbas'ın da, Peygamber (s.a)'den rivayetine göre Peygamber efen­dimiz mescide girecek olursa, sağ ayağını atar ve: "Şüphesiz ki mescidler de Allah 'a mahsustur, onun için Allah ile birlikte hiç kimseye dua (ve iba­det) etmeyin." Allah'ım, ben senin kulunum ve senin ziyaretine geldim. Zi­yaret olunan herkesin üzerinde bir hak vardır. Şüphesiz ziyaret olunanla­rın en hayırlısı sensin. Rahmetinle senden boynumu cehennemden azad et­meni dilerim." derdi. Mescidden çıktı mı sol ayağıyla çıkar ve şöyle derdi:

"Allah'ım, üzerime sağanak sağanak hayır yağdır. Bana verdiğin iyi­likleri ebediyyen benden alma. Geçimliğimi (verimsiz) bir yorgunluk kılma. Yeryüzünde bana bir zenginlik takdir buyur."

2- Peygamber (s.a) Yüce Allah'a ibadet etmek ve Ona dua etmek üzere ayakta durunca cinler fazla izdihamda ve Kur'an'ı dinlemek arzusuyla ner-deyse üstüste yığılacaklardı. Arap müşrikler de Peygamber (s.a)'e karşı ve Ona düşmanlık etmek üzere nerdeyse birbirinin üstüne çıkacaklardı. On­lar hep birlikte onun getirdiği nuru söndürmek üzere toplanıp birbirleri ile dayanışmaya girdiler.

3- Peygamber (s.a) davetini şu üç temel noktaya hasretmiştir:

a) Allah'a -O'na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın- bir ve tek olarak ibadet etmek.

b) Hidayet işini Yüce Allah'a havale etmek ve kendisinin kavmine ge­lebilecek bir zararı önlemekten yahut onlara bir hayır sağlamaktan aciz ol­duğunu ilân etmek. Küfür ve iman onun elinde değildir. Bütün bunlar Yü­ce Allah'ın elinde olan şeylerdir.

c) Allah'ın azabını hak edecek olursa kimsenin kendisini Allah'a karşı koruyamayacağını, bir yere sığınamayacağını, Rabbine isyan edecek olur­sa, kimsenin kendisine yardım edemeyeceğini belirtmesi.

4- Şüphesiz Peygamber (s.a) için güvenlik ve kurtuluşun yolu Yüce Al­lah'ın vahyini ve onunla birlikte insanlara gönderilenleri tebliğ etmektir.

5- Yüce Allah'a ve Rasulüne tevhid ve ibadet hususunda isyan edenle­rin cezası orada devamlı ve ebedi kalmak üzere cehennem ateşidir. Burada isyandan kasıt şirktir. Çünkü Yüce Allah "ebediyyen kalacaklardır." diye buyurmuştur.

6-  Müşrikler Yüce Allah'ın kendilerini tehdit ettiği dünya azabını gö­recek olurlarsa -ki bu geçmişte Bedir'de öldürülmeleri idi- veya ahiretteki cehennem azabını görürlerse, işte o vakit kimlerin yardımcılarının, asker­lerinin daha güçsüz ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir? [22]

 

Kıyametin Kopuş Vaktini Ancak Allah Bilir

 

25- De ki: 'Tehdit olunduğunuz yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum."

26- O gaybı bilendir. O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz.

27- Meğer ki beğenip seçtiği bir peygaınber ola. Çünkü O, onun önünden  ve ardından koruyucular gönderir.

28- Ta ki O Rablerinin gönderdikle- rirü. gereği gibi tebliğ ettiklerini or- taya çıkarsın. O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Tehdit olunduğunuz" azap "yakın mıdır... Ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum." Onun için tayin edilen zamanı Allah'tan başkası bilemez.

"O gaybı" kullar için gayb olup görünmeyeni "bilendir. O kendi gaybı-na" bilgisi kendine özgü gayba "hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki be­ğenip seçtiği bir peygamber ola." Yani Allah Rasulünü ona bir mucize ol­mak üzere gaybın bir kısmına muttali kılar, haberdar eder.

"Çünkü O" Allah "onun" beğenilip seçilen rasulün "önünden ve ardın­dan koruyucular" onu vahyin geri kalan bölümü ile birlikte tebliğ etsin di­ye koruyacak melekler "gönderir."

"Ta ki O Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın." Yani Yüce Allah'ın eksiksiz ve fazlasız olarak vakıayı bildiği gibi; ortaya çıkarsın yahut kendisine vahiy bildirilen Peygamber Muhammed (s.a) Cebrail'in ve beraberindeki meleklerin de tahrifsiz ve değişiklik yap­maksızın vahyi tebliğ etmiş olduklarını kesinlikle bilsin. "Tebliğ ettiklerini" buyruğunda birinci açıklamaya göre tebliğ edenler peygamberler olur, ikin­ci açıklamaya göre ise melekler olur.

"Rablerinin gönderdiklerini" yani herhangi bir değişiklik olmaksızın olduğu gibi, Allah'ın risaletlerini tebliğ ettiklerini "ortaya çıkarsın. O, onla­rın yanında olan herşeyi" rasullerin nezdinde bulunan herbir şeyi bilgisiyle "kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır." Yani herşeyin sayısını da ek­siksiz olarak bilir. [23]

 

Nüzul Sebebi

 

Mukatil dedi ki: Müşrikler Yüce Allah'ın: "Nihayet onlar tehdit olun­dukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." (24. ayet) buyruğunu işitince Nadr b. Ha­ris dedi ki: Bizi kendisiyle tehdit ettiğin bugün ne zaman gerçekleşecektir? Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Tehdit olunduğunuz yakın mıdır..." diye başlayan ayetleri indirdi. [24]

 

Açıklaması

 

"De ki: Tehdit olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir bilmiyorum." Ey Rasul de ki: Allah'ın sizi kendi­siyle tehdit ettiği azabın yakın olup olmadığını bilmiyorum. Kıyametin vakti yakın mıdır, uzak mıdır? Allah'ın onun için tayin ettiği nihai vakit ne kadardır, bilemiyorum? Kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini yal­nızca Allah bilir. Ayetin muhtevası Yüce Allah'ın Rasulüne insanlara şun­ları söylemesini emretmektedir: Kendisi kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Yani kıyametin muayyen olarak ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'a havale edilmelidir, çünkü gaybı bilen O'dur.

Müslim'in Sahih'inde yer alan Ömer (r.a)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Cibril (a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana kıyametin ne za­man kopacağını haber ver, deyince, şöyle buyurmuştu: "Bu hususta kendi­sine soru sorulan kişi soru sorandan daha bilgili değildir."

"O, gaybı bilendir, O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Me­ğer ki beğenip seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, (Allah) onun (peygambe­rin) önünden ve ardından koruyucular gönderir." Gayblan bilen sadece Yü­ce Allah'tır. O gayba (ki o da kulların müşahede edemedikleridir) onlardan hiçbir kimseyi, -rasullerden beğenip seçtikleri dışında- muttali kılmaz, ha­berdar etmez. Ancak beğenip seçtiği rasulleri bazı gaybî bilgilerden haber­dar eder. Bu da onlar için mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delil olsun diyedir. İfade hem melek, hem insan olan elçileri kapsar. Yüce Al­lah'ın: "Onun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavraya-mazlar." (Bakara, 2/255) buyruğu da buna benzemektedir. Rasullerin gayb olan bazı hususlara dair bilgi vermelerinin örneklerinden birisi de İsa (a.s)'nın söylediği nakledilen şu sözleridir: "Evlerinizde yediğiniz ve birik­tirdiğiniz şeyleri size haber veririm." (Al-i İmran, 3/49)

Diğer taraftan Yüce Allah rasulün önünden ve ardından koruyucu me­lekler takdir eder. Bunlar Yüce Allah'ın ona bildirdiği gaybı şeytanların ta­arruzlarına karşı korurlar. Bundan maksat da vahyi koruyup muhafaza et­mektir. Şeytanların gayba dair bilgiyi çalıp, kâhinlere telkin etmesine en­gel olurlar. Buyrukta zikredilmemiş lafızlar da vardır ki takdiri şöyledir: Beğenip seçtiği elçiler müstesnadır. Onları vahiy yoluyla gaybından haberdar eder. Sonra da önünden ve arkasından koruyucu melekler tayin eder. Ayet-i kerimedeki "rasad" herbir elçiyi cin ve şeytanların saldırılarına kar­şı koruyan koruyucu melekler demektir.

Ayet-i kerime kâhinliğin, yıldızlardan haber çıkarmanın ve büyünün batıl olduğunun delilidir. Çünkü bu işlerle uğraşanlar herhangi bir delile dayanmadan gaybı bildiklerini ileri sürerler. Aynı şekilde ayet-i kerime peygamberlik için beğenip seçilen bir kimseyi, Yüce Allah'ın gaybından olan bazı hususlardan haberdar edeceğine de delildir. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının bilgisi ise, zan ve tahmindir. Bu gayb ilmine girmez. Velilerin bilgisi ve onların gösterdikleri kerametler ise meleklerden telkin edilen il­hama dayalı hususlar olup, bunlar hiçbir şekilde peygamberlerin bilgileri mertebesine ulaşamazlar.

Razi ayeti şöylece tevil etmektedir: Ben kıyametin ne zaman gerçekle­şeceğini bilmiyorum. Gaybı bilen sadece Allah'tır. O, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgiyi hiçbir kimseye bildirmez. Bu Allah'ın kimseyi haberdar etmeyeceği gayb bilgilerindendir. Daha sonra Razi şunları söyle­mektedir: Allah'ın bu ayetle rasuller dışında kimsenin gayba dair bir bilgi sahibi olmasına imkân vermeyeceğini kastetmemiş olduğunu -aşağıdaki deliller dolayısıyla- kesinlikle söylememiz gerekmektedir:

1- Tevatüre yakın haberlerle sabit olduğuna göre Şık ve Satih adında iki kâhin Peygamberimiz Muhammed (s.a)'in ortaya çıkacağını, çıkmasın­dan bir süre önce haber vermişlerdi. Bu iki şahıs Araplar arasında bu tür bir bilgi ile tanınmış kimselerdi. Hatta Kisra, Rasulümüz Muhammed (s.a)'e dair haberleri öğrenmek üzere onlara başvurmuştu. Böylelikle Yüce Allah'ın rasuller dışında bazı kimseleri bazı gaybî hususlardan haberdar edeceği sabit olmaktadır.

2- Bütün din müntesipleri rüya yorumu bilgisinin doğruluğunu ve rü­yayı yorumlayan kişinin bazen gelecekte meydana gelecek birtakım olayla­rı haber verebildiğini ve bunların bazen doğru çıktığını ittifakla kabul et­mektedirler.

3- Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer'in Bağdat'tan Horasan'a getirttiği kâhin kadına gelecekte ortaya çıkacak birtakım durumları sormuş, o kadın da bazı şeyler zikretmiş, sonra da dediği gibi çıkmıştı.

4- Bizler bunu doğru ilhama mazhar olan kimselerde de görüyoruz. Bu doğru ilham da velilere mahsus bir şey değildir. Hatta bazen sihirbazlar arasında da verdiği haberleri doğru çıkanlar bulunabilir. Haberlerinin çoğu yalan olsa bile. Kimi zaman yıldızlardan çıkartılan sonuçlar vakıaya uygun ve duruma muvafık ortaya çıkabilir. Bütün bunlar görülen ve tespit edilen şeyler olduğuna göre Kuran bunun hilâfına delil teşkil etmektedir, demek Kur'an-ı Kerim hakkında dil uzatılmasına sebep teşkil eder. Bu ise bir ba­tıldır. Böylelikle doğru tevilin bizim kaydettiğimiz tevil olduğunu öğrenmiş oluyoruz.[25]

Benim görüşüme göre genel anlamıyla gayb bilgisi, aziz ve celil olan Allah'a mahsustur. Hatta insanın yaratılışının başlanmasında Bakara su­resinde belirtildiği gibi meleklere, Sebe' suresinde belirtildiği gibi cinlere, Lokman suresinin sonlarında belirtildiği gibi insanlara bile gayb ilmi veril­memiştir. Onlar gaybı bilmediklerini de itiraf etmişlerdir. Ancak Razi'nin kaydettiği bu tür olaylar, salih olsun olmasın farketmeksizin ilham ile or­taya çıkabilecek bilgilerdir.

Daha sonra Yüce Allah peygamberleri korumasının sebebini söz konu­su ederek şöyle buyurmaktadır: "Ta ki o, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya çıkarsın." Yüce Allah elçilerini melekler ile ko­rur. Böylelikle O, bu peygamberlerin ilâhi risaletleri fazlasız ve eksiksiz olarak tebliğ ettiklerini vakıada da açığa çıkarttırsın. Buyruğun şu şekilde anlamlandırılması da doğru olur: Ta ki Allah, peygamberinin, Cebrail'in ve onunla birlikteki meleklerin Allah'tan aldıkları vahyi herhangi bir değişik­lik ve değiştirme olmaksızın, tam olarak tebliğ ettiğini, meleklerin vahyin insanlar arasındaki rasullere eksiksiz olarak ulaştırmış olduklarını bilsin.

Birinci açıklamaya göre maksat, Allah peygamberlerini risaletlerini eksiksiz tebliğ edebilsinler diye melekler aracılığıyla korumaktadır. Ayrıca bu şekilde görevlerini tam olarak yapmış oldukları da ortaya çıkar. Bu du­rumda bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzer: "Senin hala yöneldiğin kıbleyi ancak o peygambere (sana) uyanların, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye kıble yaptık." (Bakara, 2/143). Yüce Al­lah'ın şu buyruğu da böyledir: "Allah müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir." (Ankebut, 29/11) ve buna benzer Yüce Allah'ın eşyayı mey­dana gelmeden önce de kaçınılmaz olarak ve kesinlikle bildiğini belirten da­ha başka buyruklar. Buna göre Kuranda yer alan Yüce Allah'ın bilgisinin gerekçe olarak zikredildiği yerlerden maksat, onun olayın meydana gelmesi ile alâkalı bir bilgi olduğudur. Yoksa sonradan ortaya çıkan bir bilgi kaste-dilmemektedir. Çünkü şanı Yüce Allah eşya ile ilgili bilgileri ezelden bilir. Onun bu bildiği olay gerçekleşince kulları da onu öğrenmiş olur.[26] Bundan dolayı Yüce Allah bu anlamı şu buyruğuyla şöylece pekiştirmektedir:

"O, onların yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile say­mıştır. " Yüce Allah koruma esnasında meleklerin durumunu ya da risalet­lerini tebliğ eden rasullerin durumunu bilir. Onların hallerini de bilir. O olan ve olacak herşeyi bilir. Daha sonra Yüce Allah: "Herşeyi de sayısı ile saymıştır." buyruğu ile ilminin kuşatıcılığını beyan etmektedir. Yani O her bir şeyi herhangi bir meleğin bilgi edinmekte katkısı ve aracılığı bulun­maksızın kesin olarak sayısıyla tespit etmiştir. [27]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Gaybı Yüce Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Daha sonra vahiy yoluyla gaybın dilediği kadarından haberdar edip, kendilerine mucize kıldı­ğı rasullerden beğenip seçtiklerini istisna etmektedir. Bu aynı zamanda ba­zı gaybî bilgileri vermek için beğenip seçtiği peygamberlerin peygamberliği­nin de doğru bir delilidir. Müneccim ve buna benzer taş atarak fal açan, ki­taplara bakan, kuşları uçurtan kimselere gelince, bunlar Allah'ı inkâr eder­ler, kendi sezgi, tahmin ve yalanlarıyla iftirada bulunan kimselerdir.

Fakat müneccim ve benzerlerinin verdikleri haberler gelecekteki bazı olaylara uygun düşebilir. Bu da onların birtakım alamet, karine ve hesap­lara dayanarak söyledikleri şeylerdir; ancak bunurvgenel bir kural yahut kesin bir ilke olarak kabul edilmesine imkân yoktur. Çünkü gayba dair Yü­ce Allah'a özgü bilgi her zaman kapsamlı ve doğru bilgidir. Nitekim Yüce Allah bazan ihlâs sahibi bazı velilere ilham ile birtakım kerametleri ortaya çıkartır, onlar da gelecekte meydana gelecek bazı olaylara dair haber vere­bilirler. Bu eski ve yeni birçok örneklerle sabit bir husustur. Modern ilim de bunu desteklemektedir. Fakat bunun bir sanat yahut bir meslek ya da çeşitli hususlarda başvurulacak bir hakem olarak değerlendirilmesi doğru olamaz. Çünkü bütün bu hususlarda Yüce Allah'a müracaat edilir, Onun meşieti ve muradı esastır. Yoksa belli bir bilgiye yahut insanın arzuladığı gibi bir tasarrufa dayanak olamaz.

2- Yüce Allah peygamberlerini ve vahyi şeytanların gizlice kapmasına ve onu kâhinlere telkin etmelerine karşı korur. Dahhak dedi ki: Yüce Al­lah'ın gönderdiği herbir peygamber ile birlikte mutlaka onu meleklere ben­zemeye kalkışacak şeytanlardan koruyacak melekler gönderir. Şeytan me­lek suretinde geldiği takdirde bu bir şeytandır, ondan sakın derler. Ona melek geldiği takdirde de bu Rabbinin elçisidir, derler.

3- Yüce Allah peygamberi Muhammed'e vahyi koruduğunu haber ver­miştir. Böylelikle kendisinden önce gelen peygamberlerin de kendisi gibi hakkı ve doğruyu tebliğ ettiklerini bilsin veya Cebrail'in ve onunla birlikte olanların Rabbinin risaletini tebliğ etmiş olduklarını bilsin.

Zeccac dedi ki: Yüce Allah peygamberlerinin risaletlerini tebliğ ettikle­rini bilsin (ortaya çıkarsın) demektir. Bu da Yüce Allah'ın: "Yoksa siz Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan) cennete girivereceğinizi mi sandınız?" (Al-i İmran, 3/142) buyruğuna benzer.

4- Şanı Yüce Allah peygamberlerin de, meleklerin de nezdinde olanları bilgisiyle kuşattığı gibi, herbir şeyin de sayısını kuşatmış ve bilmiştir. On­dan hiçbir şey Ona gizli değildir. Herşeyi sayısıyla bilen, bilgisiyle kuşatan ve koruyan Odur.

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/151.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/151.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/151-152.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/153.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/154.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/155.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/156-158.

[8] Ahkâmu'l-Kur'an, 1/1852.

[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/158-160.

[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/162.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/162.

[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/163.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/163-165.

[14] Razi, XXX/158.

[15] Kurtubi, XIX/16.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/165-166.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/167

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/167-168.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/168-169.

[20] İbni Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, İbni Zeyd, Hasan-ı Basri ve Katade.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/169-171.

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/172-173.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/174.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/175.

[25] Razi, XXX/169.

[26] İbni Kesir, IV/433.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/175-177.