Peygamber (S.A.)'e Vahyedilen Başka Türler Ve Onun Risaletinin Esasları |
Bu sureye Cin suresi
adı verilmiştir. Çünkü onların durumları ile alâkalıdır. Onlar Kür'an'ı
işitince ona iman ettiler. Sonra da insanlarla ilişkilerini ve semadan söz
çalma çabalarını, üzerlerine yakıcı alev atıldığını ve buna benzer kimisi
mümin, kimisi kâfir olan cinlerle ilgili şaşırtıcı daha başka açıklamaları da
ihtiva etmektedir. Cinler bizim gözle göremediğimiz ve ilâhi vahiy dışında ona
dair bilgi edinmeye imkân bulamadığımız bir âlemdir. Dikkat edilecek olursa
surelerin isimleri de dikkat ve düşünmeye iten bir özelliktedir.
[1]
Sure iki bakımdan bir
önceki sureyle ilişkilidir:
1- Nuh
suresinde Yüce Allah: "Rabbinizden mağfiret dileyin. Çünkü O çok mağfiret
edicidir. Böylece O üzerinize semayı bol bol salıverir." (Nuh, 71/10-11)
diye buyurmaktadır. Yüce Rabbimiz bu surede de Mekke kâfirlerine diyor ki:
"Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara bol su
içirirdik." (16. ayet)
2- Her iki
surede de sema ile alâkalı bir husus söz konusu edilmektedir. Nitekim her
ikisinde de isyankârların azabı söz konusu edilmiştir. Yüce Allah Nuh
suresinde buyuruyor ki: "Görmez misin ki Allah yedi göğü nasıl nasıl
tabaka tabaka yaratmış." (Nuh, 71/15). Burada da yüce Rabbimiz şöyle
buyurmaktadır: "Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun...
olduğunu gördük." (Cin, 72/8). Önceki surede: "Onlar da günahlarından
dolayı suda boğuldular. Ardından ateşe atıldılar..." (Nuh, 71/25) diye
buyurmakta iken burada da: "Kim Allah 'a ve Rasulüne isyan ederse hiç
şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen kalacaklardır."
(23. ayet) diye buyurmaktadır.
[2]
Surede öne çıkan iki
konu vardır. Bunlar cinler ile ilgili birtakım gerçeklere dair verilen
haberler ve Peygamber (s.a)'in daveti insanlara tebliğ etmesi hususunda
yöneltilen birtakım irşadlardır.
Sure cinlerden bir
kesimin Peygamber (s.a)'in İsra ve Mi'rac'dan önce Taiften dönüşünden sonra
Mina'da namazda Kuran okurken dinlemeleri üzerine Kur'an-ı azimi'ş-şana iman
ettiklerini haber vererek başlamaktadır: "De ki: Bana şu vahyolundu:
Cinlerden bir topluluk beni dinlediler..." (1-2. ayetler) Çünkü Kur'an
onların da dedikleri gibi doğruya ileten bir kitaptır.
Daha sonra onların
aziz ve celil olan Allah'ın şanını yücelttiklerini, sadece O'na ibadet
ettiklerini, O'nu eş ve çocuk edinmekten tenzih ettiklerini, Allah'ın bir
çocuğu olduğunu ileri sürenlerin onlar tarafından beyinsiz olarak
nitelendirildiğini ve cinlerin insanlarla ilişkisini açıklamaktadır:
"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir..." (3-7. ayetler)
Bunun akabinde
cinlerin yüce âleme dair haberleri öğrenmek için semadan dinleyerek söz çalma
çabalarını ve semanın koruyucu melekler ile kuşatılmasından ötürü bunu
yapmalarının engellendiğini ve Peygamber (s.a)'in gönderilmesinden sonra ateş
alevleriyle yakıldıklarını, onların da bu semavi halden hayrete düşüp, acaba
yeryüzündeki insanlar azaba mı uğratılmak istenmektedir, diye soruşturduklarını
bildirmektedir: "Gerçekten biz göğe yükselmek istedik de..." (8-10.
ayetler)
Bundan sonra cinlerin
iki gruba ayrıldıklarını açıkça ifade etmektedirler: Müminler ve kâfirler.
Bununla birlikte müminlere dünya ve ahiret hayrı ve izzeti müjdelenmekte,
Allah'ın hidayetinden ve Kitab'ından yüz çeviren kâfirler de pek çetin ve ağır
azab ile korkutulmaktadırlar: "Gerçekten bizim kimimiz salih
kimseleriz... Gerçekten kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz..."
(11-18. ayetler)
Peygamber (s.a)'in
Kur'an ı okuması esnasında etrafında toplanmaları da şöylece
nitelendirilmektedir: "Şu da bir gerçek ki, Allah'ın kulu O'na ibadet
etmek için kalktığı zaman..." (19. ayet)
Surenin ikinci kısmı
da Peygamber (s.a)'e birtakım irşadları ihtiva etmektedir. Bunlar onun
davetini insanlara tebliğ etmesinin emredilmesi, amelin sadece Allah için halis
olarak yapılması ve onun Rabbine hiçbir kimseyi ortak koşmadığının
belirtilmesi, ona kendisi için fayda ve zarar sağlayamayacağının bildirilmesi,
Allah'a karşı gelmesi halinde kimsenin onu Allah'tan koruyup kurtaramayacağı,
azap vaktini de bilemediği bildirilmektedir: "De ki: Ben ancak Rabbime
ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam..." (20-25. ayetler)
Sure Yüce Allah'ın
gayb bilgisini sadece kendisine ayırdığını ve yalnızca O'nun gaybı bildiğini,
mahlûkatm her türlü durumunu ve onların sayılarını da bütünüyle bilip
kuşattığını açıklayarak sona ermektedir: "O gaybı bilendir, o kendigaybına
hiçbir kimseyi muttali kılmaz..." (26-28. ayetler)
[3]
1- De ki: "Bana
şu vahyolundu: Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki: Gerçekten
biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik."
2- "O doğruya götürüyor, bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbi- mize
hiçbir kimseyi asla ortak tut-
3" "Do£rusu
Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir
zevce edinmiştir, ne de bir evlât."
4- "Doğrusu bizim
beyinsizimiz Al- lah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
5. doğrusu biz Lanlaln
da, cil- rin de Allah'a karşı asla yalan söy- lemeyeceklerini sanmıştık."
6- Bir gerçek de şu insanlardan bazı kimseler,
cinlerden bazı kimselere sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını
arttırırlardı."
7- "Ve gerçekten
onlar (insanlardan kâfir olanlar) da sizin sandığınız gibi Allah'ın hiçbir
kimseyi asla diriltmeyeceğini sanmışlar."
"Hayrete düşüren
bir Kur'an." Burada mastar ile mübalağa olmak üzere nitelendirilmiştir.
Yani oldukça veciz ve mucize oluşunda çok hayret verici bir Kur'an.
"Bundan ötürü biz
de O'na iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak tutmayacağız."
Burada ikisi (iman ile şirk) arasında tezat vardır. Çünkü iman şirkin zıttı ve
onun reddedilmesi demektir.
"İnsanlar ve
cinler" lafızları arasında da tezat vardır.
Ayet sonlarındaki
lafızlar arasında bir tevafuk (ses uyumu) bulunmaktadır. Bu da bedi' ilminde
seci' diye adlandırılır.
[4]
Ey Peygamber!
İnsanlara "de ki: Bana şu vahyolundu." Yüce Allah vahiyle bana şunu
bildirdi! "Cinlerden" üç ile dokuz arasındaki "bir topluluk
beni" Kur'an okuyuşumu "dinlediler." Cinler ateşten yaratılmış,
akıllı, gözle görülemeyen cisimlerdir. Burada söz konusu olay, Mekke ile Taif
arasında bir yer olan Batn-ı Nahle denilen yerde sabah namazında gerçekleşmişti.
Yüce Allah'ın: "Hatırla ki cinlerden bir grubu Kuranı dinlesinler diye
sana yöneltmiş idik." (Ahkâf, 46/29) buyruğunda söz konusu edilenler de
onlardır.
O cinler kavimlerine
döndüklerinde "dediler ki: Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an
dinledik." Güzel anlatımında ve incelikli anlamlarında harikulade bir
kitap dinledik. O kitaptaki fesahat ve yoğun anlamlarından hayret doğrusu ve
bu, insan sözünden çok farklı bir sözdür.
"O doğruya"
imana, hakka "götürüyor. Bundan ötürü biz de ona" yani Kur'an'a
"iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla ortak koşmayacağız." Çünkü
onun dile getirdiği tevhide dair kesin deliller bunu gerektirmektedir.
"Doğrusu
Rabbimizin şanı çok yücedir. O kendisine nispet edilen eş ve evlâttan pek yüce,
münezzeh ve azametlidir." Yani o azameti dolayısıyla eş ve çocuk
edinmekten pek yücedir. Sanki Kur'an'dan duydukları, onların inandıkları şirk,
eş ve evlât edinme inanışındaki hatalarına dikkatlerini çekip uyandırmış
gibidir. "Şanı" lafzından mülk ve saltanat yahut muhtaç olmayış
anlamının kastedilmiş olma ihtimali de vardır. Hadiste: "Varlıklının sana
karşı varlığının faydası olmaz." denilmektedir. Ebu Ubeyde dedi ki: Varlık
sahibinin o varlığının sana karşı kendisine bir faydası olmaz, demektir.
"Bizim
beyinsizimiz" beyinsiz (sefih) cahil ve ahmaklık ve cahillikten
kaynaklanan aklı hafif kimse demektir.
"Yalan"
Allah'a eş ve evlât nispet etmek suretiyle hak ve adaletin sınırlarını aşarak
yalanda aşırıya gitmek demektir. (Beşinci ayetteki) "yalan" da onun
böylece nitelendirilmesi kastedilmektedir. Fakat onların bu sözlerinin yalan
olduğu bizim için açıkça ortaya çıkmış oldu.
"İnsanlardan bazı
kimseler cinlerden bazı kimselere sığınırlardı." Onlara sığınıyor,
onlardan kurtarılmayı ve yardımcı olmayı istiyorlardı. Araplar arasında birisi
ıssız bir yerde geceleyecek oldu mu: Bu vadinin efendisi kimse, ona kavminin
beyinsizlerinin şerrinden sığınıyorum, derdi.
"Bununla"
yani cinlere sığınmak suretiyle "onların" cinlerin "azgınlıklarını"
büyüklenmelerini, haddi aşmalarını, masiyet ve günah işleyişlerini "arttırırlardı.
Ve gerçekten onlar" insanlar "da sizin" ey cinler
"sandığınız gibi Allah'ın hiçbir kimseyi" ölümünden sonra "asla
diriltmeyeceğini san-mışlar'dı.
[5]
"De ki: Bana şu
vahyolundu" ayeti (1. ayet) hakkında Buhari, Müslim, Tirmizi ve başkalarının
rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Rasulullah (s.a) cinlere Kur'an okumadığı
gibi, onları görmedi de. Fakat o bir grup ashabı ile birlikte Ukaz panayırına
doğru yola koymuştu. Şeytanlarla semadan haber almak arasına engel konulmuş ve
şeytanların üzerine alevli ateşler salınmış bulunuyordu. Onlar da kavimlerine
geri dönüp dediler ki: Buna ancak meydana gelen önemli bir olay sebep olmuştur.
Haydi, yeryüzünün doğularına, batılarına gidiniz. Meydana gelen bu olayı tespit
ediniz. Onlar da etrafa dağıldılar. Tihame taraflarına doğru yola koyulanlar
Rasulullah (s.a)'a doğru gittiler. O sırada o (Batn-ı) Nahle'de bulunuyordu.
Ashabına sabah namazını kıldırıyordu. Cinler onun Kur'an okuyuşunu dinleyince:
Allah'a andolsun ki sizinle semadan haber almanız arasındaki engel bu olmuştur,
dediler.
Bunun üzerine
kavimlerine geri döndüler ve: Ey kavmimiz, biz gerçekten hayrete düşüren bir
Kur'an dinledik, dediler. Bunun üzerine Yüce Allah peygamberine: "De ki:
Bana şu vahyolundu..." buyruğunu indirdi. Ona cinlerin söyledikleri ancak
vahiy yoluyla bildirilmiş oldu.
Altıncı ayet olan:
"Bir gerçek de şu ki..." buyruğu ile ilgili olarak da İb-nü'1-Münzir,
İbni Ebi Hatem, Ebu'ş-Şeyh, İbni Hayyan, Azame'de Kerdem b. Ebi's-Saib
Ensari'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Bir ihtiyacımızı görmek üzere
babam ile birlikte Medine'ye gittim. Bu da Rasulullah (s.a)'tan ilk olarak
bahsedildiği dönemlere rastlıyordu. Geceleyin bir çobanın yanında kalmak
zorunda kaldık. Gece yarısında bir kurt geldi. Bir oğlağı aldı. Çoban kurdun
arkasından koşarken: Ey bu vadide sakin olan, senin himayene girmiştim,
deyince, görmediğimiz bir kimse: Ey kurt diye seslendi. Bu sefer oğlak koşarak
gelip koyunların arasına katıldı. Yüce Allah da Mekke'de iken Rasulüne:
"Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı." buyruğunu indirdi.
İbni Sad, Temim
oğullarından Ebu Recâ Utaridi'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah
(s.a) Peygamber olarak gönderilmişti. Ben de aile halkımın durumlarını görüp gözettim,
onların ihtiyaçlarını karşıladım. Peygamber (s.a)'e peygamberlik verilince
(kavmimizden) kaçıp gittik. Geniş bir araziye vardık. Böyle bir yerde akşamı
ettik mi bizden yaşlı olan kimse şöyle derdi: Biz bu gece, bu vadinin
cinlerinin en güçlüsüne sığınıyoruz. Biz de bu sözü söyledik. Bize şöyle
denildi: Bu adamın yolu Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın
Rasulü olduğuna şehadet getirmek yoludur. Bunu kabul edenin kanı da, malı da
güvenlik altına alınır. Bunun üzerine biz de geri döndük ve İslama girdik. Ebu
Recâ dedi ki: Görüşüme göre şu ayet benim ve arkadaşlarım hakkında inmiştir:
"Bir gerçek de şu ki: İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." (6. ayet)
[6]
Yüce Allah cinlere
dair altı durumdan sözetmektedir:
1- "De
ki: Bana şu vahyolundu. Cinlerden bir topluluk beni dinlediler ve dediler ki:
Gerçekten biz hayrete düşüren bir Kur'an dinledik." Ey Mu-hammed, ümmetine
ve kavmine cinlerin Kur'an'ı dinleyip, ona iman ettiklerini, onu tasdik edip,
ona itaatle boyun eğdiklerini haber ver. Allah bana Cebrail (a.s) vasıtasıyla
şunu vahyetti ki, cinlerden bir topluluk benim Kur'an okumama kulak verdi. Bu
okuduğum Kur'an da; "Yaratan Rabbinin adıyla oku!" (Alâk, 96/1) diye
başlayan suredir. Onlar da kavimlerine geri döndüklerinde dediler ki: Biz
fasahatinde, belâgatinde, öğütlerinde ve yararlarında gerçekten hayreti
gerektiren bir söz dinledik.
Vahyetmek, ruha bir
manayı gizlice telkin etmektir. İlham ve melek indirmek gibi. Vahiy hızlıca
olur.
Cin âlemi bizim için
gizli bir âlemdir. Hakkında ancak vahyin haber verdiği şeyleri bilebiliriz.
Cinler ateşten yaratılmışlardır: "Cinleri de daha önceden (deri
gözeneklerinden) içeriye nüfuz eden yakıcı ateşten yarattık." (Hicr,
15/27) Yüce Allah, cinlere kendilerinden rasul göndermemiştir. Aksine bütün
rasuller insandır. Cinlerin de insanlar gibi mükâfat kazanacak müminleri ve
cezalandırılacak kâfirleri vardır.
Bu ayetin bir benzeri
de Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir: "Hatırla ki; cinlerden bir
grubu Kur'anı dinlesinler diye sana yöneltmiş idik..." (Ahkâf, 46/29)
"O doğruya
götürüyor. Bundan ötürü biz de ona iman ettik. Rabbimize hiçbir kimseyi asla
ortak tutmayacağız." Yani bu Kur'an hakka, doğruya, Yüce Allah'ı bilip
tanımaya iletir. Bu sebeple biz de onun Allah tarafından geldiğini tasdik ettik
ve artık bundan böyle Allah ile birlikte yarattıklarından asla bir başka şeyi
O'na ortak koşmayacağımız gibi başka bir ilâh da edinmeyeceğiz. Bu onların
kavimlerine döndükleri vakit, kavimlerinin huzurunda iman ettiklerini açıkça
ilân etmeleri demektir. Nitekim az önce kaydettiğimiz Ahkâf süresindeki ayetin
devamında şöyle buyurulmaktadır:
"Huzuruna
geldiklerinde: Susup dinleyin, dediler. (Okunması) bitiri-lince de kavimlerine
uyarıcılar olarak döndüler." (Ahkâf, 46/29)
Ayet-i kerimede
Muhammed (s.a)'in davetindeki en büyük hususun Yüce Allah'ı tevhid etmek,
şirki ve müşrikleri bir kenara bırakmak olduğu görülmektedir. Cinler Kur'an'ı
bir defa dinlemekle onun Allah'ın kelâmı olduğuna iman etti. Fakat Kureyş
kâfirleri özellikle de onların elebaşlan Kur'an'ı defalarca dinledikleri halde
ondan yararlanamadılar. Üstelik Allah'ın Rasu-lü onlardan olup onlara karşı
kendi dilleriyle bu kitabı okuyordu.
2-
"Doğrusu Rabbimizin şanı çok yücedir. O ne bir zevce edinmiştir, ne de bir
evlât." Rabbimizin azameti ve celâli yahut onun fiili, emri ve kuvveti pek
üstün ve yücedir. O, Allah'a eş ve evlât nispet eden kâfirlerin dedikleri gibi,
eş ve evlât edinmekten pek büyüktür. Yani onlar kendilerinin Allah'a şirk
koşmadıklarını belirttikleri gibi müslüman olup Kur'an'a iman ettikten sonra
Allah'ın eş ve çocuğunun olmasından münezzeh olmasını da belirttiler.
Böylelikle Allah'ın vahdaniyetini ortaya koymuş, O'nun ortağının bulunmasının
imkânsızlığını da ifade etmiş oldular. Sonra da O'nun kuvvet ve azamet sahibi
olduğunu belirterek dünya hayatındaki işlerine karşı huzur ve sükûn bulmak
için, ülfet edip kaynaşmak için eşlerinin, güçlenmek, çoğalmak ve ünsiyet için
de çocuklarının yardımını alan kullar gibi eş ve çocuk edinmeye muhtaç olmaktan
ve böyle bir güçsüz durumda bulunmaktan O'nu tenzih edip yücelttiler.
3-
"Doğrusu bizim beyinsizimiz Allah'a karşı aşırı yalan söylüyormuş."
Yani şüphesiz cinlerin müşrikleri ve cahilleri müslüman olmalarından önce
haktan uzak, küfürde ileriye gitmiş, sınırı aşan bir söz söylüyorlardı. Onlar
Allah'ın eşinin ve çocuğunun bulunduğunu söyleyerek ve başka iddialarıyla
Allah'a iftirada bulunuyorlardı. Ayetteki "şatat", zulüm, küfür ve
daha başka batıl ve yalan hususlarda sınırı aşmak demektir.
4-
"Doğrusu biz insanların da, cinlerin de Allah'a karşı asla yalan söylemeyeceklerini
sanmıştık." Bizler Allah'ın eşi, ortağı ve çocuğunun bulunduğunu
söylediklerinde cinlerin de, insanların da Allah'a yalan söylemediklerini
sanmış ve bu hususta onların doğru söylediklerini kabul etmiştik. Fakat
Kur'an'ı işitince onların sözlerinin ve bizim daha önce doğru diye sandığımızın
batıl olduğunu ve onların o iddialarında yalancı olduklarını öğrenmiş olduk.
Bu Razi'nin de
belirttiği gibi, taklit dolayısıyla bu tür cahilce tutumların içerisine
düştüklerini ve istidlal ve delil getirmek ile bu halden kurtulduklarını
itiraf etmeleri demektir.
5- Bir
gerçek de şu ki: "İnsanlardan bazı kimseler, cinlerden bazı kimselere
sığınırlardı. Bununla da onların azgınlıklarını arttırırlardı." Bizler
onların bizden daha üstün olduklarını zannediyorduk. Bazı insanlar çöllerde,
ıssız yerlerde kimi cinlere sığınıyorlardı. Böylelikle cinlerin adamlarının
azgınlıklarını, beyinsizliklerini, sapıklıklarını, günahkârlıklarını arttırmış
oldular. Çünkü Araplardan herhangi birisi bir vadide konakladı mı şöyle derdi:
Ben bu vadinin efendisine kavminin beyinsizlerinin şerrinden sığınırım. Bu da
cinlerin insanlara karşı cesaret kazanmalarına ve onlara zulmetmelerine kadar
varırdı.
Ayetin bir benzeri de
Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Hepsini toplayacağı o günde: Ey cin
topluluğu! İnsanlardan bir çoğunu kendinize uydurdunuz (buyuracak). O zaman
onların dostları olan insanlar da şöyle diyecek: Rabbimiz kimimiz kimimizden
faydalandık. Nihayet bizim için takdir ettiğin vakte eriştik..." (En'âm,
6/128)
6- "Ve
gerçekten onlar da sizin sandığınız gibi Allah 'in hiçbir kimseyi asla
diriltmeyeceğini sanmışlar." Yani insanlar da sizin gibi -ey cinler-ölümden
sonra diriliş, amellerin karşılığının görülmesi diye bir şey olmadığını yahut
Allah'ın bu süreden sonra tevhide, Allah'a, rasullerine ve ahiret gününe iman
etmeye çağıracak bir rasul göndermeyeceğini zannetmiştiniz.
[7]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Cinlere
dair kıssanın haberinin pekçok faydaları vardır. Bunların en önemlileri onların
da insanlar gibi seran yükümlü oldukları, mümin olanlarının kâfir olanları
imana davet ettikleri, Peygamber (s.a)'in insanıyla, cinniyle ve -onun
şerefinin daha da yükseltilmesi için- meleklere, bütün âlemlere peygamber
olarak gönderildiği, cinlerin Kur'an'a iman etmelerinin Kureyş kâfirlerini ve
başkalarını O'na iman etmeye iten bir sebep olması, cinlerin de bizim
sözlerimizi işitip konuşmalarımızı anladıklarının açıklanmasıdır.
Fakat Kur'an-ı
Kerim'in zahiri ifadeleri Peygamber (s.a)'in onları görmediğini
göstermektedir. Çünkü Yüce Allah: "Beni dinlediler." diye buyurmaktadır.
Sahih-i Buhari, Sahih-i Müslim ve Tirmizi'de yer alan rivayete göre İbni Abbas
dedi ki: Rasulullah (s. a) cinlere ne Kur'an okudu, ne de onları gördü.
Rasulullah (s.a) bir grup ashabı ile birlikte Ukaz panayırına gitti... deyip
daha önce nüzul sebebinde geçen hadisi kaydetti. Bu hadiste Peygamber (s.a)'in
cinleri görmediğine fakat onların onun huzurunda bulunup, kıraatini dinlemiş
olduklarına delil vardır. Yine cinlerin bu haberi araştırdıklarında şeytanlarla
birlikte olduklarına da delil vardır. Buna sebep ise şeytanlara gökten alevli
ateş atılmasıydı. Kendilerine alevli ateş atılanlar aynı zamanda cinler
arasmdandı. Çünkü hadis-i şerifte: "Ve onlara alevli ateşler
yağdırıldı." diye buyurmaktadır.
İbni Mesud'un görüşüne
göre Peygamber (s.a) cinlere Kur'an okumak ve onları İslâm'a davet etmek için
cinlerin yanına gitmeyi emir buyurdu ve Peygamber cinleri gördü. Kurtubi dedi
ki: Bu daha sağlamdır. Amir eş-Şa'bi'nin şöyle dediği rivayet edilmektedir:
Alkame'ye sordum: İbni Mesud cin gecesi Rasulullah (s.a) ile birlikte hazır bulundu
mu? Alkame dedi ki: Ben İbni Mesud'a sordum ve dedim ki: Sizden herhangi bir
kimse cin gecesinde Rasulullah (s.a) ile birlikte bulundu mu? O: Hayır dedi:
Fakat bizler bir gece Rasulullah (s.a) ile birlikte bulunuyorduk. Onu aramızda
göremedik, vadilerde ve dar yollarda onu aradık. Ben acaba bir yerlerde
korkutuldu ya da gizlice öldürüldü mü diye düşündüm. Çok kötü bir halde geceyi
geçirdik. Sabah olunca onun Hira tarafından geldiğini gördük. Ey Allah'ın
Rasulü, dedik. Seni birden yitirdik, aradık bulamadık. Bu sebeple de çok kötü
bir halde geceyi geçirdik. Bunun üzerine dedi ki:
"Bana cinlerin
davetçisi geldi. Onunla birlikte gittim, onlara Kur'an okudum." Bizimle
kalkıp gitti, bize onların ve yaktıkları ateşin izlerini gösterdi. Ondan azık
istediler. Gelen cinler Cezire cinlerinden idiler. Onlara dedi ki: Üzerinde
Allah'ın adı anılan her bir kemik sizin elinize olabildiğinin en fazlasıyla
etli olarak geçecektir. Herbir hayvan pisliği de sizin binekleriniz için alaf
olacaktır. Bunun üzerine Rasulullah (s.a) buyurdu ki: "Bu sebeple bu
ikisiyle istinca yapmayınız. Çünkü her ikisi de cinlerden olan kardeşlerinizin
yiyeceğidir."
İbnü'l-Arabi dedi ki:
İbni Mesud, İbni Abbas'tan daha iyi bilir. Çünkü o olayı görmüş, İbni Abbas ise
duymuştur. Haber almak elbette gözle görmek gibi değildir.[8]
Cinlerin aslı Hasan-ı
Basri'nin dediği gibi İblisin çocuklarıdır. İnsanlar da Adem'in çocuklarıdır.
Bunlardan da, onlardan da mümin de vardır, kâfir de vardır. Mükâfat ve ceza
görmekte her ikisi ortaktırlar. Bunlardan da, ötekilerden de mümin olan
Allah'ın velisidir. Bunlardan da, ötekilerden de kâfir olan da şeytandır.
2- Yüce
Allah cinlere dair bazı hususları nakletmektedir:
a) Onlar
sözünün fesahati her hususta en doğruya ileten oldukça beliğ öğütleri ve
fesahatli sözleri itibariyle hayret verici olan Kur'an'ı işittiklerinde: Biz
onunla hidayeti bulduk ve onun Allah'tan geldiğini doğruladık. Rabbimize
kimseyi de asla ortak koşmayacağız. Yani daha önceki şirk koştuğumuz hale asla
bir daha dönmeyeceğiz.
b)
Onlar kendilerinin şirk koşmayacaklarını
söyledikleri gibi yüce Rabbimizi de eş ve çocuk edinmiş olmaktan tenzih
ettiler. Bundan dolayı şanı Yüce Allah eşi ya da çocuğu olmaktan yüce, münezzeh
ve pek büyüktür, dediler.
c) Kendileri
İslâm'a girmeden önce İblisin ve cinlerin küfür ve zulümde haddi aşarak
söyledikleri yalanları kabul etmeyip reddettiler.
d)
Onlar insanların ve cinlerin Allah hakkında
asla yalan söylemeyeceklerini sanmışlardı. Bundan dolayı Yüce Allah'ın eşinin
ve çocuğunun olduğu şeklindeki iddialarında onları tasdik etmiştik. Fakat
Kur'an'ı işitince onun vesilesiyle bizim için hak açıklık kazanmış oldu.
e) Cahiliye
döneminde bir kişi yolculuğunda eğer ıssız bir yerde akşamı edecek olursa, bu
vadinin efendisine ya da bu yerin en güçlüsüne kavminin beyinsizlerinin
şerrinden sığınırım derdi; ve sabah oluncaya kadar onların himayesinde geceyi
geçirirdi. Böylelikle insanlar cinlerin azgınlıklarım ve taşkınlıklarını
arttırmış oldu. O kadar ki cinler: Bizler cinlerin de, insanların da
efendisiyiz diyecek hale geldiler. Bir başka açıklamaya göre bu sebeple
insanlar cinlerden daha çok korkmaya başladılar. Bir başka açıklamaya göre de
cinler insanların günah ve hatalarını arttırdı.
Böyle bir şekilde
istiâzede bulunmak yerine hadis-i şerifte gelen sözler söylenir. Ebu Nasr
Seczi'nin İbane'de İbni Abbas'tan nakledip -oldukça garip bir rivayettir
dediğine- göre Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir
kimse yalnız kalmış olduğundan ötürü rahatsız olacak yahut cinli bir yerde
konaklayacak olursa şöyle desin: "İyi ya da günahkâr hiç kimsenin
aşamadığı Allah'ın eksiksiz kelimeleriyle yere girenden, oradan çıkandan,
gökten inenden, oraya yükselenden, gündüzün fitnelerinden, geceleyin -hayır
ile gelen dışında- gelen şeylerden sığınırım."
f) İnsanlar
da cinlerin zannetiği gibi Allah insanları tekrar diriltmeyeceğini zannettiler
yahut cinler de insanların zannettikleri gibi Allah artık kendisiyle delili
ortaya koymuş olacağı bir rasulü insanlara daha göndermeyecekti. Bütün bunlar
Kureyşlilere karşı hücceti daha da pekiştirmek içindir. Bu cinler Muhammed
(s.a)'e iman ettiklerine göre sizin iman etmeniz daha bir uygundur. Buna göre
bu sözler cinlerin sözü demektir. Daha güçlü görülen de budur.
Bununla birlikte bu
ifadelerin Yüce Allah'ın insanlara hitabı da olabilir. Mana şöyle olur: Ey
Kureyş kâfirleri, cinler de sizin zannettiğiniz gibi zannettiler...
Her iki takdire göre
ayet-i kerime cinler arasında müşrik, Yahudi ve Hristiyan bulunduğu gibi,
ölümden sonra dirilişi inkâr eden kimselerin de bulunduğunu göstermektedir.
[9]
8- "Gerçekten biz
göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve alevli ateşlerle
doldurulmuş olduğunu gördük."
9- "Halbuki
gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik. Şimdi ise kim
dinle(mek is-ter)se kedisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
10- "Doğrusu biz
yerde bulunanlar için şer mi murad edildi yoksa Rab-leri onlar hakkında hayır
mı murad etti bilmiyoruz?"
11- "Gerçekten biz kimimiz salih kimseleriz,
kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit yollara ayrılmışız."
12- "Şunu da hiç
şüphesiz bildik ki; yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu
asla acze düşüremeyiz."
13- "Gerçekten
biz hidayeti işittiğimizde O'na iman ettik. Kim Rabbi-ne iman ederse o
(ecrinin) eksiltil-mesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden de."
14- "Gerçekten
kimimiz müslüman-lar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru
yolu aramış olanlardır."
15- "Zalim
olanlara gelince; onlar cehenneme odundurlar."
16- Ve (bana
vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara
bol su içirirdik.
17- Onları bu konuda deneyelim diye. Kim Rabbinin
zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar.
"Doğrusu biz
yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rableri onlar hakkında hayır
mı murad etti bilmiyoruz" buyruğunda şerrin Allah'a nispet edilmeyerek
hayrın Allah'a nispet edilmesi, Allah'a karşı bir edep ifadesidir.
"Şer" ile "reşed: hayır" lafızları arasında mana bakımından
bir tezat vardır.
"Biz çeşit çeşit
yollara ayrılmışız" buyruğunda bir istiare vardır. "Yol" çeşitli
mezhepleri anlatmak için istiare yoluyla kullanılmıştır.
"Müslümanlar"
ile "zalimler" lafızları arasında da tezat vardır.
[10]
"Gerçekten biz
göğe doğru yükselmek istedik de" oraya ulaşıp haberlerini dinlemek
istedik.
"Onun güçlü
bekçilerle" meleklerden koruyucularla, "alevli ateşlerle" yakan
yıldızlarla "doldurulmuş olduğunu gördük."
"Biz dinlemek
için orada bir yer bulup oturuyor idik." Sözleri dinlemeye ve gözetlemeye
çalışıyorduk.
Daha önce söz
çalınabiliyorken, semanın buna karşı korunmasıyla "yerde bulunanlar için
şer mi murad edildi yoksa... hayır mı murad etti bilmiyoruz?"
"Gerçekten biz
kimimiz salih kimseleriz" Kur'an'ı dinledikten sonra kimimiz iman eden
iyi kimseleriz "kimimiz bundan aşağıdadır." Yani salih değildirler.
"Biz çeşit çeşit yollara" farklı mezheplere "ayrılmışız."
Kimimiz müslüman kimimiz kâfir, değişik gruplara bölünmüşüz.
"Şunu da hiç
şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla da onu
asla acze düşüremeyiz." Yeryüzünde nerede olursak olalım, ondan
kurtulamayız. Semaya da kaçacak olsak o bize yetişmek isterse kurtulamayız.
"Gerçekten biz
hidayeti" Kur'an'ı "işittiğimizde ona iman ettik." "Kim
Rabbine iman ederse o" hasenatının, iyiliklerinin "eksiltilmesinden
de korkmaz, kendisine" kötülükleri arttırılarak "zulmedilmesinden
de."
"Zalimler"
burada hak yoldan sapıp uzaklaşanlar demektir. Hak yol da iman ve itaattir.
"Doğru yolu
aramış olanlar" mükâfat yurduna kendilerini ulaştırsın diye hak ve hidayet
yolunu arayıp onu izlemeye çalışanlar...
"O doğru yol
üzere" İslâm yolu üzere "dosdoğru gitseler elbette biz onlara bol su
içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." O'na nasıl şükredeceklerini
bu hususta sınayalım diye.
"Kim Rabbinin
zikrinden" hatırlatması olan vahiy ya da Kur'an'ı kerim yahut onun
öğütlerinden "yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar."
[11]
"Eğer onlar o yol
üzere dosdoğru gitseler elbette biz onlara bol su içirirdik." (16. ayet)
buyruğu ile ilgili olarak Harâîti, Mukatil'den şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Bu ayet yedi yıl süreyle yağmur almayan Kureyş kâfirleri hakkında
inmiştir.
[12]
Şanı Yüce Allah daha
önce kaydettiğimiz altı hususa ek olarak, farklı şu yedi hususu nakletmeye
devam etmektedir:
7-
"Gerçekten biz göğe doğru yükselmek istedik de onun güçlü bekçilerle ve
alevli ateşlerle doldurulmuş olduğunu gördük." Yani Peygamber (s.a)
gönderilip üzerine Kur'an indirilince bizler adetimiz üzere semadan haber almak
istedik. Oranın sözleri çalmamıza engel olmak üzere orayı koruyan güçlü
meleklerle doldurulmuş olduğunu gördük. Aynı şekilde daha önce yaptığımız gibi
hırsızlama söz dinleyip çalmak isteyeni yakan ve engelleyen yıldızlardan
alevler de bulduk. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları
şeytanlara atış taneleri yaktık." (Mülk, 67/5) Buna göre burada sözü geçen
"alevli ateş (şühub)" yakıcı yıldızların, cinleri söz çalmaktan engellemek
için düşmesidir.
Ahmed," Tirmizi
ve Nesai, İbni Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Şeytanların vahyi
dinlemek üzere semada oturdukları yerleri vardır. Bir söz duydular mı ona dokuz
daha katarlardı. Duydukları söz hak olarak ortaya çıkardı. Fakat onların
ekledikleri ise batıl olurdu. Rasulullah (s.a) peygamber olarak gönderilince
eskiden oturdukları yerlere oturmaları engellendi. Bunu İblis'e anlattılar.
Bundan önce yıldızlar ile onlara atış yapılmıyordu. İblis onlara dedi ki: Bu
ancak yeryüzünde meydana gelmiş önemli bir olay sebebiyledir. Bunun üzerine
askerlerini gönderdi. Askerleri Rasulullah (s.a)'ın Mekke'de iki dağ arasında
namaz kılmakta olduğunu gördüler. Ona gelip durumu anlattılar, o da: İşte
yeryüzünde meydana gelen olay budur, dedi.
Özetle; şeytanlar
Peygamber (s.a)'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra şeytanlar semadan
gizlice Kur'an'dan da bir şeyler çalıp onu kâhinlere telkin etmesinler diye
gizlice söz dinleyip çalmaları engellendi. Çünkü o durumda işler karışır ve
kimin doğru söylediği anlaşılmayabilirdi.
8-
"Halbuki gerçekten biz dinlemek için orada bir yer bulup oturuyor idik.
Şimdi ise kim dinle(mek ister)se kendisini bekleyen alevli bir ateş bulur."
Bizler semada gizlice söz dinlemek ve kâhinlere telkin etmek amacıyla
meleklerden semadaki haberleri dinleyip öğrenmek için bir yerlere otururduk.
Fakat şanı Yüce Allah, Rasulullah (s.a)'ı peygamber olarak gönde-rince orayı
alevli ateşlerle korudu. Artık bugün kim gizlice söz dinlemeye kalkışacak
olursa kendisini bekleyen ve mutlaka kendisine isabet edecek alevli bir ateş
bulur ve bu onu helak eder, mahveder.
9- "Doğrusu
biz yerde bulunanlar için şer mi murad edildi, yoksa Rab-leri onlar hakkında
hayır mı murad etti bilmiyoruz." Semanın bu şekilde korunması ile acaba
Yüce Allah yeryüzünde bulunanlar hakkında bir şer ya da bir azap mı dilemiştir
yoksa Rableri onlar hakkında ıslah edici, düzeltici bir peygamber göndermekle
hayır ve ıslah olmalarını, düzelmelerini mi dilemiştir? Onların kullandıkları
bu ifadeler de şerrin failinin meçhul olarak zikredilmesi, hayrı da Yüce
Allah'a izafe etmeleri edeblerindendir. Sahih hadiste de "Şer sana nispet
edilmez." diye buyurulmuştur.
10- "Gerçekten
biz kimimiz salih kimseleriz, kimimiz bundan aşağıdadır. Biz çeşit çeşit
yollara ayrılmışız." Yüce Allah cinlerin arkadaşlarını Mu-hammed (s.a)'e
iman etmek üzere çağırdıklarında kendileri hakkında şunları söylediklerini
bildirmektedir: Bizler Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih diye
nitelendirilebilecek iyi, iman eden kimselerdi. Kimimiz de öyle değildik yani
salih değildik ya da kâfir idik. Çeşitli topluluklar halinde idik. Her
birimizin kanaati, görüşü farklı farklı idi. Maksat onların kısım kısım bölük
bölük olduklarını anlatmaktır. Kimileri mümin, kimileri fasık, kimileri
kâfirdi. Tıpkı insanlarda olduğu gibi. Said b. Müseyyeb dedi ki: Onların kimisi
müslüman, kimi Yahudi, kimi Hristiyan, kimisi de mecusi idi.
11- "Şunu
da hiç şüphesiz bildik ki yeryüzünde Allah'ı asla aciz bırakamayız. Kaçmakla
da onu asla acze düşüremeyiz." Bizler kesin olarak şunu da bildik ki;
Yüce Allah'ın kudreti bize egemendir. Bizler Allah'ın kudretinden, bizi
yakalayıp, hakkımızda bir şeyi murad edecek olursa ondan kurtulamayız. İster
yerde bulunalım, ister ondan kaçıp semalara gidelim. Her durumda onun gücü bize
yeter, bizden kimse onu aciz bırakamaz.
12-
"Gerçekten biz hidayeti işittiğimizde ona iman ettik. Kim Rabbine iman
ederse o (ecrinin) eksiltilmesinden de korkmaz, kendisine zulmedilmesinden
de." Yani bizler Kur'an'ı işitince onun Allah'tan geldiğini tasdik ettik.
İnsanlardan kâfir olanların yalanladığı gibi onu yalanlamadık. Kim Rabbini ve
onun rasullerini, indirdiklerini tasdik eder, doğrularsa iyiliklerinin
eksiltileceğinden de korkmaz, kötülükleri arttırılarak haksızlığa, zulme
uğratılmaktan da.
13- "Gerçekten
kimimiz müslümanlar, kimimiz zalimleriz. Müslüman olmuşlar, işte onlar doğru
yolu aramış olanlardır." Yani kimimiz mümin, salih amel işleyip Rabbine
itaatkârdır, kimimiz de hak ve hayır yolundan, gerektiği gibi iman etmekten
uzaklaşıp haksızlık eden zalimleriz. Kim Allah'a iman eder, O'nun emirlerine
itaat ederek Allah'a teslim olursa, işte onlar mutluluğa götüren yolu izlemiş,
kendileri için azaptan kurtuluş çaresine başvurmuş olurlar. Bu da müminlerin
mükâfatıdır.
Dikkat edilecek olursa
zalim (kasıt) haktan sapan, ondan uzaklaşan kimse demektir. Çünkü böyle bir
kişi, haktan uzaklaşıp sapmış kişidir. Muk-sit ise böyle olmayıp, adaletli olan
kimse demektir. Çünkü bu kişi hakka yönelen kimsedir. Kasıtlar (zalimler)
kâfirler ve hak yoldan sapanlardır. Bu da zulmetti anlamındaki
"kaseta" fiilinden gelir. Muksit ise adaleti uygulayan demek olup, bu
da adalet yaptı, anlamındaki "eksata" fiilinden gelir. Daha sonra
cinler şu sözleriyle kâfirleri yermektedirler:
"Zalim olanlara
gelince, onlar cehenneme odundurlar." İslâm yolundan ayrılıp,
uzaklaşanlara gelince; onlar ateşin tutuşturucu yakıtı olacaklardır. Cehennem
onlarla yakılacak ya da alevlendirilecektir. Tıpkı kâfir insanlarla yakılacağı
gibi.
Rasulullah (s.a)'a
verilen vahyin birinci türü açıklandıktan sonra, Yüce Allah ona verilen ikinci
tür vahyi söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve (bana
vahyolundu ki): Eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz onlara
bol bol su içirirdik. Onları bu konuda deneyelim diye." Yani bana şu da
vahyolundu ki: Eğer cinler de, insanlar da İslâm yolu üzerinde dosdoğru
yürüyecek olurlarsa biz de onlara bol su içirir, onlara pek çok, pek bol
hayırlar verirdik. Böylelikle onlara karşı sınayan bir kimsenin davrandığı
gibi davranalım ve bu nimetlere karşı nasıl şükrettiklerini ortaya çıkaralım
diye. Eğer Rablerine itaat ederlerse biz de onları mükâfatlandırırız. Ona
isyan ederlerse, ahirette onları cezalandırır ve nimeti de onlardan alırız;
yahut önce onlara mühlet verir, sonra onları helak ederiz. Nitekim bundan
sonraki ayet de bunu böylece açıklamaktadır:
"Kim Rabbinin
zikrinden yüz çevirirse onu zorlu bir azaba sokar." Yani kim Kur'an'dan
yahut öğütten yüz çevirir, emirleri yerine getirmez, yasaklardan uzak
kalmazsa, onu rahat yüzü görmeyeceği çok zor ve ağır bir azaba sokar.
[13]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Muhammed
(s.a)'in peygamber olarak gönderilişinden sonra cinlerin durumlarında bir
değişiklik oldu. Onlar adet edindikleri üzere semaya ulaşıp, ordakilerin
sözlerini dinlemek istediler. Fakat oranın koruyucularla yani meleklerle
doldurulmuş olduğunu gördüler ve onlara şihâblarla ateş edildi. Bunlar da
onların gizlice söz dinlemelerini engellemek için üzerlerine atılan yakıcı
yıldızlardır.
Razi dedi ki: Doğru
olma ihtimali daha yüksek olan görüş şu ki; bu yakıcı ateşler Muhammed
(s.a)'in peygamberliğinden önce de vardı. Ancak peygamber olarak
gönderilişinden sonra bunlar daha da artırıldı, daha mükemmel ve daha güçlü
hale getirildi. Nitekim Kur'an lafzı da bunu göstermektedir. Çünkü Yüce Allah:
"Onun... doldurulmuş olduğunu gördük." (8. ayet) diye buyurmaktadır.
Bu da meydana gelen olayın doldurulup çoğaltılmak olduğunun delilidir. Aynı
şekilde: "Halbuki gerçekten biz... yer bulup oturuyor idik." (9.
ayet) buyruğu da böyledir. Yani bizler orada bekçi ve alevli ateş bulunmayan
oturacak bazı yerler bulabiliyorduk. Şimdi ise oturulabilecek bütün yerler
doldurulmuş bulunmaktadır.[14]
2- Cinler
semadan alınacak haberlere karşı korumanın arttırılmasından maksadı
anlayamamışlardı. Acaba Yüce Allah bunu engellemekle yer-yüzündekilerin üzerine
bir azap indirmek mi istedi, yoksa onlara bir rasul göndermek mi istedi? Acaba
söz dinlemenin engellenmesinden maksat yer-yüzündekiler hakkında kötülüğün
istenmesi mi, yoksa onların hallerinin düzelmesi ve hayıra ulaşmaları mı?
3- Cinler
Muhammed (s.a)'in peygamber olarak gönderilişinden önceki gerçek durumlarını
haber vermektedirler. Arkadaşlarını Muhammed (s.a)'e imana davet ettiklerinde
birbirlerine şöyle dediler: Biz Kur'an'ı dinlemeden önce kimimiz salih idik,
kimimiz kâfir idi. Değişik fırkalar halinde idik, farklı dinlere, birbirinden
ayrı görüşlere sahiptik. Said b. Museyyeb dedi ki: Kimimiz müslüman, kimimiz
Yahudi, kimimiz Hristiyan, kimimiz de Mecusi idik, dediler demektir.
4- Cinler
Allah'ı aciz bırakamayacaklarına, ondan kurtulamayacaklarına kesin olarak
inandılar, bildiler. İster yerin herhangi bir yerinde olsunlar, isterse de
yerden kaçıp semaya çıksınlar.
5- Cinler
Kur'an'ı dinleyince Yüce Allah'a iman etmeye, Muhammed (s.a)'in risaletini
tasdik etmeye yöneldiler. Bu, Peygamber efendimizin hem cinlere, hem de
insanlara peygamber olarak gönderildiğinin delilidir. Ha-san-ı Basri dedi ki:
Allah, Muhammed (s.a)'i hem insanlara, hem de cinlere peygamber olarak
göndermiştir, ama Allah ne cinlerden, ne bedevilerden, ne kadınlardan asla
rasul göndermiş değildir. Yüce Allah'ın şu buyruğu bunu göstermektedir:
"Senden önce (peygamber olarak) gönderdiklerimiz de kendilerine
vahyettiğimiz şehirli erkeklerden başkaları değildi." (Yusuf, 12/109)
Sahih hadiste de: "Ben kırmızıya da, siyaha da gönderildim." diye
buyurulmaktadır.[15] Yani hem insanlara, hem
cinlere.
İmanın mükâfatı da
kişinin iyiliklerinin eksiltileceğinden, kötülüklerinin de arttırılacağından
yana korkmaması, emin olmasıdır.
6- Cinler
aynı şekilde Kur'an'ı dinledikten sonra da ihtilâf içerisinde kaldılar. Kimisi
müslüman oldu, kimisi kâfir oldu. Müslüman olan kimseler kendileri için
kurtuluş yolunu aramış oldular, hak yolu izlemek istediler ve onu takip
ettiler. Hak yoldan ve imandan uzaklaşanlar ise, Yüce Allah'ın bilgisinde
cehennemin yakıtı olacak olanlardır.
[16]
18- Şüphesiz ki
mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye
dua (ve ibadet) etmeyin.
19- Şu da bir gerçek
ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında
bir keçe (gibi) olacaklardı.
20- De ki: "Ben
ancak Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam."
21- De ki:
"Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına
da sahip değilim."
22- De ki:
"Gerçek şu ki beni, (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben
ondan başka sığınacak kimse de asla bulamam.
23- "(Benim elimden gelen) ancak Allah'tan
gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğ etmektir. Kim Allah'a ve Rasulüne isyan
ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada ebediyyen
kalacaklardır."
24- Nihayet onlar
tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve
sayıca daha az olduğunu bileceklerdir.
"Zarar
verme" ile "hayır verme" lafızları arasında tezat vardır.
[17]
"Şüphesiz ki
mescidler" namaz kılma yerleri "de Allah'a mahsustur. Onun için Allah
ile birlikte kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Yahudilerin ve
Hristiyanların kilise ve havralarına girdikleri zaman yaptıkları gibi Allah'a
şirk koşarak mescidlerde (ve her yerde) O'ndan başkasına ibadet etmeyin.
"Şu da bir gerçek
ki; Allah'ın kulu O'na" Batn-ı Nahle denilen yerde "ibadet etmek için
kalktığı zaman" onun Kur'an okumasını dinleyen cinler "neredeyse
etrafında bir keçe" kalabalık topluluklar gibi "olacaklardı."
Anlatılmak istenen Kur'an dinlemek arzusu ile izdiham oluşturduklarıdır.
Arslanın boyun çevresinde bulunan yeleye verilen "libde" ile aynı
kökten gelen lafız kullanılmıştır.
"De ki: ben Ancak
Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de O'na ortak koşmam." Rabbime bir ve
tek ilâh olarak ve hiç şirk koşmaksızın ibadet ederim. Dolayısıyla bunu
reddetmeye veya bundan hayret etmeye gerek yoktur.
"Bir zarar
verme... bir hayır verme..." sapıklık ve zarar, fayda ve hayır verme...
"Gerçek şu ki;
beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz." O'na isyan edecek
olursam hiç kimsenin bana faydası olmaz ve kimse benden azabını uzaklaştıramaz.
"Ve ben O'ndan başka sığınacak kimse de asla bulamam. Ancak Allah'tan
gelenleri ve O'nun gönderdiklerini tebliğdir." Benim görevim, O'nun
risaletlerini tebliğ etmekten ibarettir. Yani benim bütün yapacağım size
risaleti tebliğ etmekten ibarettir. Başka bir şey yapamam ya da eğer ben
tebliğde bulunmayacak olursam Allah'tan beni kurtaracak hiçbir sığmak bulamam.
"Kim Allah'a ve
Rasulüne" Allah'ı tevhit hususunda "isyan ederse" ve iman
etmezse "hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada
ebediyyen kalacaklardır." Yani onlar ebedi olarak oraya gireceklerdir.
"Nihayet onlar
tehdit olundukları şeyi" dünyada iken Bedir vakası gibi tehdit olundukları
cezayı yahut ahirette cehennem azabını "görecekleri zaman" yani
onlar bu hale kadar küfürlerini yahut ona karşı düşmanlık hususunda ve ona
yardım edenlerin zayıflıklarından yararlanarak onları işkencelere uğratmak
hususunda birbirleriyle yardımlaşmaya devam edecek olurlarsa Bedir gününde ya
da kıyamet gününde azabın gelip çatacağında "kimin yardımcılarının daha
zayıf ve sayıca daha az olduğunu" kendileri mi, o mu
"bileceklerdir."
[18]
"Şüphesiz ki
mescidler de Allah'a mahsustur." ayetiyle (18. ayet) ilgili olarak İbni
Ebi Hatim'in rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Cinler: Ey Allah'ın Rasulü,
bize izin ver de seninle birlikte mescidinde namazlarda bulunalım, dedi. Bunun
üzerine Yüce Allah: "Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur. Onun için
Allah ile birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." (18. ayet)
ayetini indirdi. Bu açıklama aynı şekilde A'meş'den de rivayet edilmiştir.
İbni Cerir'in
rivayetine göre de Said b. Cübeyr dedi ki: Cinler Peygamber (s.a)'e dedi ki:
Bizler senden uzakta bulunuyoruz. Mescide nasıl gelebiliriz yahut bizler
senden uzak olduğumuz için namaza nasıl katılacağız, dediler. Bunun üzerine:
"Şüphesiz ki mescidler de Allah'a mahsustur" buyruğu nazil oldu.
"De ki: Ben ancak
Rabbime ibadet ederim" (20. ayet)'in nüzul sebebi Şevkânî'nin belirttiğine
göre şudur: Kureyş kâfirleri Peygamber (s.a)'e: Sen pek büyük bir iş getirdin.
İnsanların hepsine de düşmanlık ettin. Bu işten vazgeç, seni biz koruruz,
dediler.
"De ki: Gerçek şu
ki beni (evet), beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz..." (22. ayet)
buyruğu ile ilgili olarak İbni Cerir'in rivayetine göre Had-ramî şunu
nakletmiştir: İnsanlardan kendisine uyanları bulunan cinlerin eşrafından birisi
dedi ki: Muhammed kendisini Allah'ın korumasını istiyor. Onu ben koruyacağım.
Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Gerçek şu ki beni (evet) beni Allah'tan
asla kimse kurtaramaz" ayetini indirdi.
[19]
Yüce Allah bu surede
vahyolunanların üçüncü türünü de haber vererek şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki
mescidler de Allah 'a mahsustur. Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye
dua (ve ibadet) etmeyin." Yani Yüce Allah bana mescid-lerin Allah'a mahsus
olduğunu vahyetmiştir. Buna göre mescidlerde Allah'tan başkasına ibadet
etmeyin ve orada Ona hiçbir şeyi ortak koşmayın.
Katade dedi ki:
Yahudilerle, Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a
ortak koşuyorlardı. Allah peygamberine sadece Allah'ı birleyip tevhid
etmelerini emir buyurdu. "Allah'a mahsustur." şeklindeki izafe,
şereflendirme ve üstün tutma izafesidir. Mescidler Allah'tan başkasına nispet
edilecek olursa, tanıtmak kasdıyla başkasına nispet edilebilir ve o vakit,
filânın mescidi denilir.
Bu buyruk şanı Yüce
Allah'ın kullarına kendisine ibadet edilen yerlerde, kendisini tevhid
etmelerinin ve O'nunla birlikte başkasına dua ve ibadet etmeyip, O'na ortak
koşmamayı kullarına emretmiş olduğunun delilidir.
Hasan-ı Basri dedi ki:
Yüce Allah mescidlerle her yeri kastetmiştir. Nitekim Rasulullah (s.a) da
Buhari, Müslim ve Nesai'nin Cabir'den naklettiklerine göre şöyle buyurmuştur:
"Yeryüzü benim için mescid ve temizlenme aracı kılınmıştır." Buna
göre Yüce Allah şöyle buyurmuş gibidir: Yeryüzünün tamamı Yüce Allah
tarafından yaratılmıştır. Dolayısıyla orada onu yaratandan başkasına secde
etmeyiniz. Yine şöyle demiştir: Kişinin mescide girecek olursa "lâ ilahe
illallah" demesi sünnettir. Çünkü Yüce Allah'ın: "Onun için Allah ile
birlikte hiçbir kimseye dua (ve ibadet) etmeyin" buyruğunun muhtevası
içerisinde Yüce Allah'ın anılması ve yalnızca Ona dua edilmesi emri de vardır.
Daha sonra Yüce Allah
kendisine vahyedilenler arasında dördüncü hususu söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır:
"Şu da bir gerçek
ki; Allah'ın kulu O'na ibadet etmek için kalktığı zaman neredeyse etrafında
bir keçe (gibi) olacaklardı." Yani Peygamber Mu-hammed (s.a) Yüce Allah'a
dua ve ibadet etmek için kalktığında cinler onun etrafında, onun Kur'an
okuyuşunu dinlemek ve gördükleri ibadetine hayretlerinden ötürü etrafındaki
izdihamları dolayısı ile üstüste yığılmış topluluklar gibi oldular. Çünkü
onlar benzerini görmedikleri bir durum görmüş, benzerini duymadıkları bir söz
işitmişlerdi. Buradaki "olacaklardı" lafzında ki zamir cinlere
aittir. Zamirin müşriklere ait olduğu da söylenmiştir.
Bazıları[20] dedi
ki: Rasulullah (s.a) kalkıp lâ ilahe illallah deyip, insanları Rablerine davet
edince, Arapların kâfirleri olan insanlar ile cinler, Yüce Allah'ın nurunu
söndürmek ve bu işi bitirmek için yığın yığın cemaatler halinde etrafında
kalabalık oluşturdular. Fakat Yüce Allah onu zafere eriştirmek, nurunu
tamamlayıp, ona karşı gelenlere üstün kılmak istedi ve başkasını kabul etmedi.
Buna göre "neredeyse olacaklardı" lafzında ki zamir insanlara ve
cinlere ait olur. İbni Cerir ile Katade bu görüştedir. İbni Kesir'in belirttiği
gibi daha kuvvetli olan da budur. Çünkü bundan sonra Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
"De ki: Ben ancak
Rabbime ibadet ederim. Hiç kimseyi de Ona ortak koşmam." Ey Muhammed,
senin dininin sonunu getirmek üzere senin etrafında sana karşı toplanıp bir
araya gelen bu kimselere de ki: Ben yalnızca Rabbime ibadet ederim. Ona ortak
koşmaksızm bir ve tek olarak ibadet ederim, O'nun beni korumasını diler, O'na
tevekkül ederim. İbadette Onunla birlikte kimseyi Ona ortak koşmam.
Daha sonra onların
hidayet bulma işlerini Yüce Allah'a havale ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Şüphesiz
ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına da sahip
değilim." Yani ben dünya ya da din hususunda size gelecek bir zararı da
önleyemem, size herhangi bir fayda da sağlayamam. Ben ancak sizin gibi bir
beşerim, bana vahyolunuyor. Sizin hidayet bulmanızda ya da sapıtmanızda benim
elimde olan bir şey yoktur. Aksine bütün bu hususlarda herşey Allah'ın
elindedir.
Bu buyrukla Yüce
Allah'a tevekkül etmenin ve insanların kendisine karşı birbirlerine yardımcı
olmalarına aldırmadan tebliği sürdürmesinin gerektiğine, eğer ona iman
etmeyecek olurlarsa da tehdit altında oldukları açıklanmaktadır.
Yüce Allah
peygamberinin onları hidayete iletmekten aciz olduğu hususunu, kendisi ile
ilgili hususlardan dahi aciz olduğunu ilân ederek şöyle buyurmaktadır:
"De ki: Gerçek şu
ki beni (evet) beni Allah'tan asla kimse kurtaramaz ve ben O'ndan başka
sığınacak kimse de bulamam. Ancak Allah'tan gelenleri ve O'nun gönderdiklerini
tebliğdir (benim elimden gelen)" Ey Muham-med, bunlara de ki: Eğer
Allah'ın azabı bana gelecek olursa kimse onu benden uzaklaştıramaz. Allah'tan
başka da benim bir sığınağım ve yardımcım yoktur. Allah'tan beni kurtarıp,
himayesini sağlayacak tek husus O'nun bana yerine getirmeyi görev olarak
verdiği risaleti tebliğ etmemdir. İşte bu sebeple ben Allah'tan gelenleri
tebliğ ediyor, O'nun risaleti gereğince emir ve yasaklarına uyarak amel ediyorum.
Bunu yerine getirecek olursam kurtulurum, aksi takdirde helak olurum. Bu da
Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer böyle yapmazsan onun risaletini
tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır..." (Maide,
5/67)
"Ancak Allah'tan
gelenleri... tebliğdir." buyruğundaki istisnanın Yüce Allah'ın:
"Şüphesiz ben size bir zarar verme imkânına da, bir hayır verme imkânına
da sahip değilim." buyruğundan olması da mümkündür. Yani benim size
yapacağım size tebliğden ibarettir.
Daha sonra Yüce
Allah'tan gelen tebliğin gereğini yerine getirmeyen isyankârların cezasını söz
konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Kim Allah 'a ve
rasulüne isyan ederse hiç şüphesiz onun için cehennem ateşi vardır. Onlar orada
ebediyyen kalacaklardır." Ben size Allah'ın risaletini tebliğ ediyorum.
Artık kim bundan sonra isyan ederse onun için pek ağır bir ceza vardır, bu da
cehennem ateşidir. Orada ebedi olarak sürekli kalacaklardır, oradan asla
kurtulamazlar, oradan asla çıkamazlar.
"Ebediyyen"
buyruğu, burada kastedilen isyankârlığın şirk olduğuna delildir. Daha sonra
Yüce Allah iman etmemek hususunda cinlerden daha kısır görüşlü olan müşrikleri
bozguna uğramak ve zelil olmakla tehdit ederek şöyle buyurmaktadır:
"Nihayet onlar
tehdit olundukları şeyi görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve
sayıca daha az olduğunu bileceklerdir." Yani onlar cinlerden ve
insanlardan şu müşrik olanlar kıyamet gününde tehdit olunduklarını görecekleri
zaman ne kadar küfürleri üzere devam edeceklerdir? İşte o vakit kimin
yardımını alacağı askerlerinin, yardımcılarının daha zayıf, sayılarının daha az
olduğunu bileceklerdir. Kendileri mi yoksa Yüce Allah'ı tevhid edip, iman eden
müminler mi? Yani asıl müşriklerin kesinlikle yardımcıları yoktur ve sayı
bakımından onlar Allah'ın askerlerinden çok daha azdır.
[21]
Bu ayetlerden
aşağıdaki hükümler çıkartılabilir:
1- Mescidler
yahut namaz kılman ve Allah'ın anıldığı yerlerde -ki bunların kapsamına
kiliseler, havralar ve müslümanların mescidleri de girer-sadece Yüce Allah'a
ihlasla ibadet etmek ve tevhid onların ayırt edici özelliği olmalıdır. Bundan
dolayı Yüce Allah müşrikleri: "Onun için Allah ile birlikte hiçbir kimseye
dua (ve ibadet) etmeyin." buyruğuyla Mescid-i Ha-ram'da Allah ile birlikte
başkalarına da dua etmelerinden ötürü azarlamaktadır. Bu azar Allah'a
başkasını ortak koşan herkesi de kapsar.
Mücahid dedi ki:
Yahudiler ve Hristiyanlar havralarına ve kiliselerine girdiklerinde Allah'a
ortak koşuyorlardı. Yüce Allah peygamberine ve müminlere bütün mescidlere
girdiklerinde sadece Yüce Allah'a ihlâsla dua ve ibadet etmelerini
emretmektedir.
İbni Abbas'ın da,
Peygamber (s.a)'den rivayetine göre Peygamber efendimiz mescide girecek olursa,
sağ ayağını atar ve: "Şüphesiz ki mescidler de Allah 'a mahsustur, onun
için Allah ile birlikte hiç kimseye dua (ve ibadet) etmeyin." Allah'ım,
ben senin kulunum ve senin ziyaretine geldim. Ziyaret olunan herkesin üzerinde
bir hak vardır. Şüphesiz ziyaret olunanların en hayırlısı sensin. Rahmetinle
senden boynumu cehennemden azad etmeni dilerim." derdi. Mescidden çıktı
mı sol ayağıyla çıkar ve şöyle derdi:
"Allah'ım,
üzerime sağanak sağanak hayır yağdır. Bana verdiğin iyilikleri ebediyyen benden
alma. Geçimliğimi (verimsiz) bir yorgunluk kılma. Yeryüzünde bana bir zenginlik
takdir buyur."
2- Peygamber
(s.a) Yüce Allah'a ibadet etmek ve Ona dua etmek üzere ayakta durunca cinler
fazla izdihamda ve Kur'an'ı dinlemek arzusuyla ner-deyse üstüste yığılacaklardı.
Arap müşrikler de Peygamber (s.a)'e karşı ve Ona düşmanlık etmek üzere nerdeyse
birbirinin üstüne çıkacaklardı. Onlar hep birlikte onun getirdiği nuru
söndürmek üzere toplanıp birbirleri ile dayanışmaya girdiler.
3- Peygamber
(s.a) davetini şu üç temel noktaya hasretmiştir:
a) Allah'a
-O'na hiçbir kimseyi ortak koşmaksızın- bir ve tek olarak ibadet etmek.
b) Hidayet
işini Yüce Allah'a havale etmek ve kendisinin kavmine gelebilecek bir zararı
önlemekten yahut onlara bir hayır sağlamaktan aciz olduğunu ilân etmek. Küfür
ve iman onun elinde değildir. Bütün bunlar Yüce Allah'ın elinde olan
şeylerdir.
c) Allah'ın
azabını hak edecek olursa kimsenin kendisini Allah'a karşı koruyamayacağını,
bir yere sığınamayacağını, Rabbine isyan edecek olursa, kimsenin kendisine
yardım edemeyeceğini belirtmesi.
4- Şüphesiz
Peygamber (s.a) için güvenlik ve kurtuluşun yolu Yüce Allah'ın vahyini ve
onunla birlikte insanlara gönderilenleri tebliğ etmektir.
5- Yüce
Allah'a ve Rasulüne tevhid ve ibadet hususunda isyan edenlerin cezası orada
devamlı ve ebedi kalmak üzere cehennem ateşidir. Burada isyandan kasıt şirktir.
Çünkü Yüce Allah "ebediyyen kalacaklardır." diye buyurmuştur.
6-
Müşrikler Yüce Allah'ın kendilerini tehdit
ettiği dünya azabını görecek olurlarsa -ki bu geçmişte Bedir'de öldürülmeleri
idi- veya ahiretteki cehennem azabını görürlerse, işte o vakit kimlerin
yardımcılarının, askerlerinin daha güçsüz ve sayıca daha az olduğunu
bileceklerdir?
[22]
25- De ki: 'Tehdit
olunduğunuz yakın mıdır, yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir
bilmiyorum."
26- O gaybı bilendir.
O kendi gaybına hiç bir kimseyi muttali kılmaz.
27- Meğer ki beğenip
seçtiği bir peygaınber ola. Çünkü O, onun önünden ve ardından koruyucular gönderir.
28- Ta ki O Rablerinin
gönderdikle- rirü. gereği gibi tebliğ ettiklerini or- taya çıkarsın. O, onların
yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır.
"Tehdit
olunduğunuz" azap "yakın mıdır... Ona uzun bir zaman mı tayin
etmiştir bilmiyorum." Onun için tayin edilen zamanı Allah'tan başkası
bilemez.
"O gaybı"
kullar için gayb olup görünmeyeni "bilendir. O kendi gaybı-na"
bilgisi kendine özgü gayba "hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip
seçtiği bir peygamber ola." Yani Allah Rasulünü ona bir mucize olmak
üzere gaybın bir kısmına muttali kılar, haberdar eder.
"Çünkü O"
Allah "onun" beğenilip seçilen rasulün "önünden ve ardından
koruyucular" onu vahyin geri kalan bölümü ile birlikte tebliğ etsin diye
koruyacak melekler "gönderir."
"Ta ki O
Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya
çıkarsın." Yani Yüce Allah'ın eksiksiz ve fazlasız olarak vakıayı bildiği
gibi; ortaya çıkarsın yahut kendisine vahiy bildirilen Peygamber Muhammed (s.a)
Cebrail'in ve beraberindeki meleklerin de tahrifsiz ve değişiklik yapmaksızın
vahyi tebliğ etmiş olduklarını kesinlikle bilsin. "Tebliğ
ettiklerini" buyruğunda birinci açıklamaya göre tebliğ edenler
peygamberler olur, ikinci açıklamaya göre ise melekler olur.
"Rablerinin
gönderdiklerini" yani herhangi bir değişiklik olmaksızın olduğu gibi,
Allah'ın risaletlerini tebliğ ettiklerini "ortaya çıkarsın. O, onların
yanında olan herşeyi" rasullerin nezdinde bulunan herbir şeyi bilgisiyle
"kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır." Yani herşeyin
sayısını da eksiksiz olarak bilir.
[23]
Mukatil dedi ki:
Müşrikler Yüce Allah'ın: "Nihayet onlar tehdit olundukları şeyi
görecekleri zaman kimin yardımcılarının daha zayıf ve sayıca daha az olduğunu
bileceklerdir." (24. ayet) buyruğunu işitince Nadr b. Haris dedi ki: Bizi
kendisiyle tehdit ettiğin bugün ne zaman gerçekleşecektir? Bunun üzerine Yüce
Allah: "De ki: Tehdit olunduğunuz yakın mıdır..." diye başlayan
ayetleri indirdi.
[24]
"De ki: Tehdit
olunduğunuz yakın mıdır? Yoksa Rabbim ona uzun bir zaman mı tayin etmiştir
bilmiyorum." Ey Rasul de ki: Allah'ın sizi kendisiyle tehdit ettiği
azabın yakın olup olmadığını bilmiyorum. Kıyametin vakti yakın mıdır, uzak
mıdır? Allah'ın onun için tayin ettiği nihai vakit ne kadardır, bilemiyorum?
Kıyamet gününün ne zaman gerçekleşeceğini yalnızca Allah bilir. Ayetin
muhtevası Yüce Allah'ın Rasulüne insanlara şunları söylemesini emretmektedir:
Kendisi kıyametin ne zaman kopacağını bilmemektedir. Yani kıyametin muayyen
olarak ne zaman kopacağına dair bilgi Allah'a havale edilmelidir, çünkü gaybı
bilen O'dur.
Müslim'in Sahih'inde
yer alan Ömer (r.a)'den gelen şu rivayet de bunu desteklemektedir: Cibril
(a.s), Peygamber (s.a)'e: Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber ver,
deyince, şöyle buyurmuştu: "Bu hususta kendisine soru sorulan kişi soru
sorandan daha bilgili değildir."
"O, gaybı
bilendir, O, kendi gaybına hiçbir kimseyi muttali kılmaz. Meğer ki beğenip
seçtiği bir peygamber ola. Çünkü O, (Allah) onun (peygamberin) önünden ve
ardından koruyucular gönderir." Gayblan bilen sadece Yüce Allah'tır. O
gayba (ki o da kulların müşahede edemedikleridir) onlardan hiçbir kimseyi,
-rasullerden beğenip seçtikleri dışında- muttali kılmaz, haberdar etmez. Ancak
beğenip seçtiği rasulleri bazı gaybî bilgilerden haberdar eder. Bu da onlar
için mucize ve peygamberliklerine dair doğru bir delil olsun diyedir. İfade hem
melek, hem insan olan elçileri kapsar. Yüce Allah'ın: "Onun ilminden
kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavraya-mazlar." (Bakara, 2/255)
buyruğu da buna benzemektedir. Rasullerin gayb olan bazı hususlara dair bilgi
vermelerinin örneklerinden birisi de İsa (a.s)'nın söylediği nakledilen şu
sözleridir: "Evlerinizde yediğiniz ve biriktirdiğiniz şeyleri size haber
veririm." (Al-i İmran, 3/49)
Diğer taraftan Yüce
Allah rasulün önünden ve ardından koruyucu melekler takdir eder. Bunlar Yüce
Allah'ın ona bildirdiği gaybı şeytanların taarruzlarına karşı korurlar. Bundan
maksat da vahyi koruyup muhafaza etmektir. Şeytanların gayba dair bilgiyi
çalıp, kâhinlere telkin etmesine engel olurlar. Buyrukta zikredilmemiş
lafızlar da vardır ki takdiri şöyledir: Beğenip seçtiği elçiler müstesnadır.
Onları vahiy yoluyla gaybından haberdar eder. Sonra da önünden ve arkasından
koruyucu melekler tayin eder. Ayet-i kerimedeki "rasad" herbir elçiyi
cin ve şeytanların saldırılarına karşı koruyan koruyucu melekler demektir.
Ayet-i kerime
kâhinliğin, yıldızlardan haber çıkarmanın ve büyünün batıl olduğunun delilidir.
Çünkü bu işlerle uğraşanlar herhangi bir delile dayanmadan gaybı bildiklerini
ileri sürerler. Aynı şekilde ayet-i kerime peygamberlik için beğenip seçilen
bir kimseyi, Yüce Allah'ın gaybından olan bazı hususlardan haberdar edeceğine
de delildir. Kâhinlerin ve yıldız falcılarının bilgisi ise, zan ve tahmindir.
Bu gayb ilmine girmez. Velilerin bilgisi ve onların gösterdikleri kerametler
ise meleklerden telkin edilen ilhama dayalı hususlar olup, bunlar hiçbir
şekilde peygamberlerin bilgileri mertebesine ulaşamazlar.
Razi ayeti şöylece
tevil etmektedir: Ben kıyametin ne zaman gerçekleşeceğini bilmiyorum. Gaybı
bilen sadece Allah'tır. O, kıyametin ne zaman gerçekleşeceğine dair bilgiyi
hiçbir kimseye bildirmez. Bu Allah'ın kimseyi haberdar etmeyeceği gayb bilgilerindendir.
Daha sonra Razi şunları söylemektedir: Allah'ın bu ayetle rasuller dışında
kimsenin gayba dair bir bilgi sahibi olmasına imkân vermeyeceğini kastetmemiş
olduğunu -aşağıdaki deliller dolayısıyla- kesinlikle söylememiz gerekmektedir:
1- Tevatüre
yakın haberlerle sabit olduğuna göre Şık ve Satih adında iki kâhin
Peygamberimiz Muhammed (s.a)'in ortaya çıkacağını, çıkmasından bir süre önce
haber vermişlerdi. Bu iki şahıs Araplar arasında bu tür bir bilgi ile tanınmış
kimselerdi. Hatta Kisra, Rasulümüz Muhammed (s.a)'e dair haberleri öğrenmek
üzere onlara başvurmuştu. Böylelikle Yüce Allah'ın rasuller dışında bazı
kimseleri bazı gaybî hususlardan haberdar edeceği sabit olmaktadır.
2- Bütün din
müntesipleri rüya yorumu bilgisinin doğruluğunu ve rüyayı yorumlayan kişinin
bazen gelecekte meydana gelecek birtakım olayları haber verebildiğini ve
bunların bazen doğru çıktığını ittifakla kabul etmektedirler.
3-
Melikşah'ın oğlu Sultan Sencer'in Bağdat'tan Horasan'a getirttiği kâhin kadına
gelecekte ortaya çıkacak birtakım durumları sormuş, o kadın da bazı şeyler
zikretmiş, sonra da dediği gibi çıkmıştı.
4- Bizler
bunu doğru ilhama mazhar olan kimselerde de görüyoruz. Bu doğru ilham da
velilere mahsus bir şey değildir. Hatta bazen sihirbazlar arasında da verdiği
haberleri doğru çıkanlar bulunabilir. Haberlerinin çoğu yalan olsa bile. Kimi
zaman yıldızlardan çıkartılan sonuçlar vakıaya uygun ve duruma muvafık ortaya
çıkabilir. Bütün bunlar görülen ve tespit edilen şeyler olduğuna göre Kuran
bunun hilâfına delil teşkil etmektedir, demek Kur'an-ı Kerim hakkında dil
uzatılmasına sebep teşkil eder. Bu ise bir batıldır. Böylelikle doğru tevilin
bizim kaydettiğimiz tevil olduğunu öğrenmiş oluyoruz.[25]
Benim görüşüme göre
genel anlamıyla gayb bilgisi, aziz ve celil olan Allah'a mahsustur. Hatta
insanın yaratılışının başlanmasında Bakara suresinde belirtildiği gibi
meleklere, Sebe' suresinde belirtildiği gibi cinlere, Lokman suresinin
sonlarında belirtildiği gibi insanlara bile gayb ilmi verilmemiştir. Onlar
gaybı bilmediklerini de itiraf etmişlerdir. Ancak Razi'nin kaydettiği bu tür
olaylar, salih olsun olmasın farketmeksizin ilham ile ortaya çıkabilecek
bilgilerdir.
Daha sonra Yüce Allah
peygamberleri korumasının sebebini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ta ki o, Rablerinin gönderdiklerini gereği gibi tebliğ ettiklerini ortaya
çıkarsın." Yüce Allah elçilerini melekler ile korur. Böylelikle O, bu
peygamberlerin ilâhi risaletleri fazlasız ve eksiksiz olarak tebliğ ettiklerini
vakıada da açığa çıkarttırsın. Buyruğun şu şekilde anlamlandırılması da doğru
olur: Ta ki Allah, peygamberinin, Cebrail'in ve onunla birlikteki meleklerin
Allah'tan aldıkları vahyi herhangi bir değişiklik ve değiştirme olmaksızın,
tam olarak tebliğ ettiğini, meleklerin vahyin insanlar arasındaki rasullere
eksiksiz olarak ulaştırmış olduklarını bilsin.
Birinci açıklamaya
göre maksat, Allah peygamberlerini risaletlerini eksiksiz tebliğ edebilsinler
diye melekler aracılığıyla korumaktadır. Ayrıca bu şekilde görevlerini tam
olarak yapmış oldukları da ortaya çıkar. Bu durumda bu ayet Yüce Allah'ın şu
buyruğuna benzer: "Senin hala yöneldiğin kıbleyi ancak o peygambere (sana)
uyanların, ayağının iki ökçesi üzerinde geri döneceklerden ayırdedelim diye
kıble yaptık." (Bakara, 2/143). Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:
"Allah müminleri de elbette bilir, münafıkları da elbette bilir."
(Ankebut, 29/11) ve buna benzer Yüce Allah'ın eşyayı meydana gelmeden önce de
kaçınılmaz olarak ve kesinlikle bildiğini belirten daha başka buyruklar. Buna
göre Kuranda yer alan Yüce Allah'ın bilgisinin gerekçe olarak zikredildiği
yerlerden maksat, onun olayın meydana gelmesi ile alâkalı bir bilgi olduğudur.
Yoksa sonradan ortaya çıkan bir bilgi kaste-dilmemektedir. Çünkü şanı Yüce
Allah eşya ile ilgili bilgileri ezelden bilir. Onun bu bildiği olay
gerçekleşince kulları da onu öğrenmiş olur.[26]
Bundan dolayı Yüce Allah bu anlamı şu buyruğuyla şöylece pekiştirmektedir:
"O, onların
yanında olan herşeyi kuşatmıştır. Herşeyi de sayısı ile saymıştır. " Yüce
Allah koruma esnasında meleklerin durumunu ya da risaletlerini tebliğ eden
rasullerin durumunu bilir. Onların hallerini de bilir. O olan ve olacak herşeyi
bilir. Daha sonra Yüce Allah: "Herşeyi de sayısı ile saymıştır."
buyruğu ile ilminin kuşatıcılığını beyan etmektedir. Yani O her bir şeyi
herhangi bir meleğin bilgi edinmekte katkısı ve aracılığı bulunmaksızın kesin
olarak sayısıyla tespit etmiştir.
[27]
Ayetler aşağıdaki
hususları göstermektedir:
1- Gaybı
Yüce Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Daha sonra vahiy yoluyla gaybın
dilediği kadarından haberdar edip, kendilerine mucize kıldığı rasullerden
beğenip seçtiklerini istisna etmektedir. Bu aynı zamanda bazı gaybî bilgileri
vermek için beğenip seçtiği peygamberlerin peygamberliğinin de doğru bir
delilidir. Müneccim ve buna benzer taş atarak fal açan, kitaplara bakan,
kuşları uçurtan kimselere gelince, bunlar Allah'ı inkâr ederler, kendi sezgi,
tahmin ve yalanlarıyla iftirada bulunan kimselerdir.
Fakat müneccim ve
benzerlerinin verdikleri haberler gelecekteki bazı olaylara uygun düşebilir. Bu
da onların birtakım alamet, karine ve hesaplara dayanarak söyledikleri
şeylerdir; ancak bunurvgenel bir kural yahut kesin bir ilke olarak kabul
edilmesine imkân yoktur. Çünkü gayba dair Yüce Allah'a özgü bilgi her zaman
kapsamlı ve doğru bilgidir. Nitekim Yüce Allah bazan ihlâs sahibi bazı velilere
ilham ile birtakım kerametleri ortaya çıkartır, onlar da gelecekte meydana
gelecek bazı olaylara dair haber verebilirler. Bu eski ve yeni birçok
örneklerle sabit bir husustur. Modern ilim de bunu desteklemektedir. Fakat
bunun bir sanat yahut bir meslek ya da çeşitli hususlarda başvurulacak bir
hakem olarak değerlendirilmesi doğru olamaz. Çünkü bütün bu hususlarda Yüce
Allah'a müracaat edilir, Onun meşieti ve muradı esastır. Yoksa belli bir
bilgiye yahut insanın arzuladığı gibi bir tasarrufa dayanak olamaz.
2- Yüce
Allah peygamberlerini ve vahyi şeytanların gizlice kapmasına ve onu kâhinlere
telkin etmelerine karşı korur. Dahhak dedi ki: Yüce Allah'ın gönderdiği herbir
peygamber ile birlikte mutlaka onu meleklere benzemeye kalkışacak şeytanlardan
koruyacak melekler gönderir. Şeytan melek suretinde geldiği takdirde bu bir
şeytandır, ondan sakın derler. Ona melek geldiği takdirde de bu Rabbinin
elçisidir, derler.
3- Yüce
Allah peygamberi Muhammed'e vahyi koruduğunu haber vermiştir. Böylelikle
kendisinden önce gelen peygamberlerin de kendisi gibi hakkı ve doğruyu tebliğ
ettiklerini bilsin veya Cebrail'in ve onunla birlikte olanların Rabbinin
risaletini tebliğ etmiş olduklarını bilsin.
Zeccac dedi ki: Yüce
Allah peygamberlerinin risaletlerini tebliğ ettiklerini bilsin (ortaya
çıkarsın) demektir. Bu da Yüce Allah'ın: "Yoksa siz Allah içinizden cihad
edenlerle sabredenleri bilmeden (ortaya çıkarmadan) cennete girivereceğinizi mi
sandınız?" (Al-i İmran, 3/142) buyruğuna benzer.
4- Şanı Yüce
Allah peygamberlerin de, meleklerin de nezdinde olanları bilgisiyle kuşattığı
gibi, herbir şeyin de sayısını kuşatmış ve bilmiştir. Ondan hiçbir şey Ona
gizli değildir. Herşeyi sayısıyla bilen, bilgisiyle kuşatan ve koruyan Odur.
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/151.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/151.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/151-152.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/153.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/154.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/155.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 15/156-158.
[8] Ahkâmu'l-Kur'an, 1/1852.
[9] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/158-160.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/162.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/162.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/163.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/163-165.
[14] Razi, XXX/158.
[15] Kurtubi, XIX/16.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/165-166.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/167
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/167-168.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/168-169.
[20] İbni Abbas, Mücahid, Said b. Cübeyr, İbni Zeyd,
Hasan-ı Basri ve Katade.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/169-171.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/172-173.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/174.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/175.
[25] Razi, XXX/169.
[26] İbni Kesir, IV/433.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
15/175-177.