Yirmi ayat olup, Mekki'dlr.[1]
"Ey elbiselerine
bürünüp yatan, birazı müstesna olmak üzere geceleyin kalk.Yansı miktarınca
yahut ondan biraz daha az, biraz daha fazla ibadet için kalk. Kur'ân'ı da açık
açık, tane tane oku!.." (Mûzzemmil, 1-4).
ifadesiyle ilgili
olarak şöyle iki mesele vardır:[2]
Alimler,
"bürünen" şahsın Hz. Peygamber (s.a.s) olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir, kelimesinin aslı, tâ ile
olup, bu da
"elbisesine bürünen" demektir. Bu demektir ki, tâ,za’ya idğam
edilmiştir. Aslı olanda böyledir.
Alimler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in. elbisesine
niçin büründüğü hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:
1) Ibn
Abbas, şöyle der "Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelenlerin ilki, Cebrail
(a.s)'dir. Dolayısıyla, Hz. Peygamber (s.a.s), Cebrail (a.s)'den korktu ve bu
sebeple, kendisini cin çarpacağını sanarak, o dağdan (Nur dağından) titreyerek
geri döndü ve evine gelince, "Beni örtün!" deyiverdi. Bir gün yine,
kendisine Cebrail (a.s) gelmiş ve ona nida ederek, "Ey örtüsüne
bürünen..." demiştir."
2) Kelbî de,
Hz. Peygamber (s.a.s)'İn elbisesine, namaza hazırlık olsun diye Süründüğünü
söylemiştir ki, bu Ferrâ'nın tercihidir.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s), geceleyin bir kadifeye bürünmüş yatıyordu. Onun bu hali, hoş
görülmeyerek kendisine nida edildi ve "Ey elbisesine bürünüp yatan; kalk,
çullukla meşgul ol!" denildi.
4) Hz.
Peygamber (s.a.s), Hz. Hatice (r.a)'nın peştamalına, kendisini teskin etmek
için, bürünmüştü.
Bunun üzerine ona, "Ey bürünen, gece kalk!.." dendi. Bununla, adeta
ona, "Nefsine hizmeti btrak da, kullukla meşgul ol!" denilmek
istenmiştir.
5) İkrime de
bu ayete, "Ey büyük iş altına giren, büyük iş yüklenen..." manasını
vermiştir. Ki buna göreyüklenmek; de
"taşıdı, yüklendi" anlamında olur.[3]
İkrime kelimelerini
şeddesiz ze ve şeddesiz dal; nûn'un ve şeddeli mîm ve se ile, ism-i fail ya da
İsm-i mef'ûf olarak, müzzemmll ve rnüdessir (müzemmel ve müdesser) şeklinde
okumuştur. Şimdi eğer bu kelime, ism-i fail kalıbında okunursa, mef'ûlü
hazfedilmiş olur ve takdiri de "Ey kendisini bürüyen..." şeklinde
olur. Bu gibi yerlerde mef'ulün hazfedilmesi fasîh sayılır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, bu manada, "Çna her şeyden verilmiştir" (Nemi, 23) buyurmuştur
ki, bu, demektir. Eğer bu kelime ism-i
mef'ûl olarak okunursa, bu okuyuş da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ya kendisinin,
yahut da bir başkasının onu örtmesinden dolayı okunmuş olur. Bu ifade, aslı
üzere, şeklinde de okunmuştur.
Cenab-ı Hakk'ın,
"Geceleyin kalk..." emrine gelince, bu ifadeyle ilgili iki mesele
vardır.
[4]
İbn Abbas, Hz.
Peygamber (s.a.s) ve Cenâb-ı Hakk'ın, "geceleyin kalk" emrinden
dolayı, geceleyin kalkmanın farz oloduğunu;zira,emrin zahirinin vücub ifade
ettiğini; ama daha sonra bunun neshedildiğini söylemişlerdir. Alimler,bu neshin
sebebi hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:
a) Gece
kalkmak işi, beş vakit namaz farz olunmazdan önce farz idi, ama bu beş vakit
namaz ile neshedildi.
b) Cenâb-ı
Hak, "... gecenin birazı müstesna, kalk! Yansı miktannca yahut ondan
birazını eksilt... Yahut, üzerine artır..." buyurunca, ilgili şahıs, ne
kadar kltacağını, geceden ne kadar kaldığını bttemedı. Dolayısıyla da, tarz
olan
kadarını
sürdurememe endişesiyle, bütün gece Bu
da ona çok güç geldi. Çünkü, ayakları ve bacakları şişiverdi.. Böylece Allah
Teâlâ, bu sûrenin sonundaki, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni
okuyun..."(Müzzemmil,20) emriyle, bunu neshetti. Ve bu hadise, İslâm'ın
başlangıcındaki bir hadisedir. İbn Abbas sözüne devamla, "Bu farz kılış
İle, onun neshedilmesi arasında bir yıl bulunur" demiştir.
Bir başka rivayetinde
de o, "Bunun farz kılınışı Mekke'de neshedilmesi ise Medine'de olmuştur.
Sonra bu miktar da, yine, beş vakit namaz ite neshedilmiştir." demiştir.
Bu görüşü ile birinci görüşü arasındaki fark şudur: Birinci görüşte, teheccüdün
farziyyeti,(önce), Kur’an’dan kolayınıza geleni okuyun...”emri ile; daha sonra
da, beş vakit namazın farz kılınması ile nesholunmuştur. Ama, birinci görüşe
göre, teheccüdün farz oluşunun nesh edilişi, doğrudan doğruya beş vakit namazın
farz kılınması ile olmuştur.[5]
Bir kısım kimseler de
şöyle demişlerdir: Teheccüd hiçbir zaman farz olmamıştır. Bunun delili ise
şunlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Gecenin birazında da, senin için nafile olmak üzere, teheccüd
namazı kıl" (İsra, 79) emridir. Böylece Cenâb-ı Hak, teheccüdün, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e farz değil, nafile olduğunu beyan etmiştir, İbn Abbas
buna,"Bu ayetin manası, "Sana alabildiğine farz olarak..."
şeklindedir" diyerek cevap vermiştir.
2) Teheccüd,
şayet Hz. Peygamber (s.a.s)'e vacip olmuş olsaydı, Cenâbn Hakk'ın, "Ona
uyunuz... "(A’raf,158) ayetinden dolayı, ümmetine de vacib olurdu ve
dolayısıyla, neshin varid oluşu, aslın hilafına bir hareket olmuş olurdu.
3) Bazıları
da, teheccüdün vacib olmadığı hususunda şu şekilde istidlal etmişlerdir:
Cenâb-ı Hak "... yansı miktannca yahut ondan birazım eksilt..."
buyurmuş, böylece bu işi, mükellefin re'yine havale etmiştir. Böyle olan şey
ise, vacib olmaz.. Bu izah zayıftır; çünkü, bir kimsenin, "Sana gece kâim
olmanı, kalkıp namaz kılmanı farz kıldım.. Ama bunun, az ya da çok olarak
takdir ve tayini senin reyine bırakılmıştır" demesi aklen uzak sayılmaz.
Sonra, teheccüdün vacib olmadığını söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın, İfadesine tutunulmasına karşılık şu cevabı
vermişlerdir: "Bu emrin zahiri, nedb ifade eder. Çünkü biz, Allah'ın
emirlerini, bazan nedb, bazan da vücub ifade ettiğini görmekteyiz. Dolayısıyla,
müşterekliği ve mecazlığı bertaraf etmek için, bu iki uç arasındaki müşterek
noktayı ifade ettiğini söylemek gerekir. Bu nokta ise, yapma
tarafının, yapmama tarafına
tercih edilmesidir. Ama,
bu işin terkedilebileceği hususu
ise, aslın muktezasına göre sabittir. Emrin muktezasına göre yapılma ve kılınma
tarafı; aslın muktezasına göre de, kılınmama tarafı tahakkuk edebileceğine
göre, bu emir, mendub olmuş olur. Allah en iyi bilendir.[6]
Ebu's-Simâl, mîm'in
fethası ile; diğerleri ise, mîm'in
dammesi ile şeklinde
okumuşlardır. Ebû'l-Feth Ibn Cinnî şöyle demiştir: "Harekelemenin maksadı, içtimai
sakineynden kaçınmaktır. Binâenaleyh, hangi
harekeyle
harekelenirse, bu
maksat hasıl olmuş demektir. Kutrub, kurradan yi okumada lamın ve mîm'in ref'i
ile kulu'l-hakke ve kumu'l-leyle kıraatlerini nakletmiş ve sonra da şöyle
demiştir: Bu harfleri kull ve kuml diye meksûr okuyanlar, aslı üzere böyle
okumuşlardır; damme (ref) ile kulu ve kumu okuyanlar "itbâ"
yapmışlar, fetha ile kule ve kume diye
okuyanlar ise, fethanın hafifliğine meyletmişlerdir.[7]
Cenâb-ı Hakk'ın
"Gecenin birazından gayn (saatlerinde) kalk. Yansı miktannca yahut ondan
birazını eksilt. Yahut üzerine arbr" ayetine gelince bil ki insanlar, bu
ayetin tefsiri hususunda çok şey söylemişlerdir. Bence bu hususta, şu iki özel
izah yapılabilir:
1) Ayetteki,
"birazından gayrı"
ifadesiyle, "gecenin üçte
biri"manası kastedilmiş olup, bunun delili; "Şüphe yok ki Rabbin
senin gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yarısı, üçte biri kadar ayakta
durmakta olduğunu ... biliyor" (Müzzemmil, 20) ayetidir. Binâenaleyh bu
ayet, vacib olan miktarın en çoğunun, üçte-iki olduğunu göstermektedir.
Dolayısıyla bu gecenin üçte biri kadarını uyumanın caiz olduğunu gösterir.
Durum böyle olunca da ayetteki, "Gecenin birazı müstesna kalk"
ifadesi ile kastedilenin, üçte-biri olması gerekir. Bu sebeple de, emrinin manası, "Gecenin üçte ikisini
kıyamda (namazda) bulun" şeklinde olur. Hak Teâlâ bundan sonra
"yarısı miktannca" buyurmuştur ki bu da, "yahut yarısını kıyamla
geçir" demektir. Bu tıpkı senin "ister sununla, ister bununla otur"
manasında, demen gibi olur. Bu demektir ki ayette, atıf vâv'ı mahzuftur.
Buna göre ayetin
takdiri manası, "Gecenin üçte ikisinde, yahut yarısında kalk, yahut
yarısından noksan et, yahut yarısına ilavede bulun" şeklinde olur. Bu
izaha göre, üçte-iki, ilavenin en fazlası; ücte-bir de noksanın en fazlası
olmuş olur. Böylece de vâclb (farz) olan ücte-bir olmuş olur. Üçte-bire ilave
de mendub olmuş olur. Buna göre şayet, "Sizin yaptığınız bu tefsire göre,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendisine farz olanı terketmiş olması gerekir, Çünkü
Hak Teâlâ, "Şüphe yok ki Rabbin, senin gecenin üçte-ikisinden biraz eksik,
yarısı, üçte-biri kadar kıyamda durduğunu („.) biliyor"(Müzzemmil,20)
buyurmuştur. Binâenaleyh kim bu kelimeleri, "cerr" ile,
"nısfını, sülüsihî" şeklinde okursa, mana "Rabbin üçte ikiden,
yandan ve üçte birden daha az kalktığını biliyor" şeklinde olur.
Dolayısıyla üçte-bir vacib olduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine
vacib (farz) ofan miktarı yerine getirmemiş olur" denilirse, biz deriz ki:
Bunlar, bu üçte-biri ictihadla tayin ediyorlar. Şu halde onlar çoğu kez bu
ictihadlannda (takdir ve tahminlerinde) yanılmış, böylece de o üçte birden
biraz daha noksan yapmış olabilirler. Böylece de bu, cüzlerin Allah katında
sınırlanmasıyla bilinen, gecenin üçte-birinden daha az olmuş olur. Bundan Ötürü
Cenâb-ı Hak onlara, "O (Allah) bunu sizin sayamayacağınızı bildi... "
(Müzzemil, 20) buyurmuştur.
2) Ayetteki
"yansı" ifadesi, " kafilen" (birazı) ifadesinin
tefsiriyyesi olabilir. Bunun
böyle olması, şu ıkı
sebepten oturu mümkündür:
a) Birşeyin
nısfı (yansı), bütününe nisbetle azdır (kalildir).
b) Farz olan
"yarısı" olduğuna göre, bunu yerine getiren, bu mükellefiyetin
sorumluluğundan, bunun üzerine azıcık birşey eklemeden, kurtulduğuna emin
olamaz. Böylece bu iş gerçekte yarı artı birazcık birşey olmuş olur.
Dolayısıyla da geriye kalan bundan daha azı olmuş olur.
Bunun böyle ofduğu
sabit olduğuna göre, diyoruz ki: Bu ifadenin manası, "Gecenin yansı
müstesna, gece kalk (namaz kıl)" şeklindedir. Böylece elde edilen netice
"Sen gecenin yansını kıyamda geçir" manası olmuş olur. Daha sonra
Cenâb-ı Hak, "Yahut ondan birazını eksilt" buyurmuştur ki bu,
"Yahut o yarıdan, yarısını eksilt" demek olur. Böylece geriye dörtte
bir kalmış olur. Cenâb-ı Hak daha sonra, "Yahut onun üzerine artır"
bsuyurmuştur ki bu, "Bu yarının üzerine yarısını kat" demektir.
Böylece de toplam, dörtte üçü olmuş otur. Bu durumda da ayet, Hak Teâlâ'nın,
Hz. Peygamber (s.a.s)'i, gecenin yarısının tamamı, dörtte birini ve dörtte üçü
sırasında muhayyer bıraktığı neticesine varır. Bu izaha göre, mutlaka yerine
getirilmesi gerekli gece kıyamı, dörtte bir olmuş olur. Bunun üzerine ilave
ise, mendub ve nafite olmuş olur.
Bu tefsire göre,
bahsettiğimiz problem büsbütün ortadan kalkmış olur. Çünkü Hak Teâlâ'nın
"Şüphe yok ki Rabbin senin gecenin üçte ikisinden biraz eksik, yansı, üçte
biri kadar ayakta durmakta olduğunu... biliyor" (Müzzemmil,20) ayeti, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in gecenin üçte ikisinde, yarısında ve üçte birinde, kıyamda
olmadığına delalet eder. Çünkü farz olan, sadece dörtte-biri kıyamda geçirmek
olunca, üçte birin yerine getirilmiş olmasında, o farzdan birşey terkedilmiş
olmaz. Böylece de ileri sürülen probtem ortadan kalkmış olur. Allah en iyi
bilendir.[8]
Cenâb-ı Hak,
"Kur'an'ı da açık-açık tane-tane oku"buyurmuştur. Zeccac, "Bu
ifadenin manası, "Onu açık bir şekilde oku" şeklindedir. Kur'ân'ı
açık bir şekilde okumak ise, Kur'ân hususunda acele etmekle olmaz. Aksine onun
bütün harflerinin, ortaya konulması ve o harflerin hakkının tastamam verilmesiyle
olur" demiştir. Müberred de, bu ifadenin aslının, ön dişler arasında fazla
olmayan bir seyreklik bulunduğunda söylenen deyimine raci olduğunu söylemiştir.
Leys ise, "Tertîl, bir şeyi sırası üzere, tek tek yapmak" demektir.
ifâdesi de güzel bir şekilde dizilmiş" manasınadır. O halde, sen sözde
yavaş-yavaş, itinalı davranıp, onu güzel bir şekilde sıralar, dizersen,
dersin" demiştir. Ayetteki bu kelime de, emredilen şeyin vücûbiyyetini
(farziyyetini) ve okuyan kimsenin mutlaka uyması gerektiği hususu te'kid eden
bir ifadedir.
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e gece namaz kılmasını emredince, o ayetlerin hakikatleri
ve incelikleri hususunda iyice düşünebilmesi için, Kur'ân'ı "tirtil"
ile (tane-tane) okumasını emretmiştir. Binâenaleyh Allah'ın zikrine (yadına) vuslat
sağlanınca, kişi Allah'ın azametini ve celalini anlar. Va'd ve va'îdine vuslat
sağlayınca da ümit ve korku elde edilmiş olur. Bu durumda da marifetullah nuru
ile kalbi aydınlanmış olur. Kur'ân'ı hızlı okumak ise, kişinin onun manalarına
vukuf sağlayamadığını gösterir. Çünkü nefis, ruhani-manevi-ilahi şeyleri
zikretmek (amp-hatıriamak) ile sevinir. Birşey ile sevinen de, onu (sıkça)
yadetmeyi sever. Birşeyi seven ise, onun üzerinden hızlıca geçmez. Böylece
"tertil"in maksadının, kalbin huzuru ve marifetullah'ın kemale ermesi
olduğu ortaya çıkmış olur.[9]
"Gerçekten Biz
sana ağır bir söz vahyediyoruz" (Mûzzemmil, S).
Alimler,
"sakil" (ağır) kelimesiyle ilgili şu İzahları yapmışlardır:
a) Bana göre
tercihe şayan olan, bu sözün ağır oluşu İle kastedilen, onun kadr-u kıymetinin
büyük ve yüce oluşudur. Çünkü enfes ve kıymetli olan herşey "sakirdir,
"sakil”dir, “sikl”(yani ağırdır) İşte Atanın rivayetine göre İbn Abbas
(r.a.)’ın bu ayete, "Büyük bir söz" vahyettik" manasını verişi de
aynı mahiyettedir.[10]
Buna göre ayetin, daha
önceki ayetlerle münasebeti şöyledir: Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, gece
namaz kılmasını emredince, sanki "Biz sana gece kıyamını (namazını)
emrettik. Çünkü sana, büyük bir söz vahyediyoruz. Binâenaleyh kendini bu büyük
sözü almaya müsait hale getirmek için, mutlaka gayret göstermen gerekir.
Kendini buna hazırlaman da ancak gece namazı kılmanla olur. Çünkü kapkaranlık
gecede insan, Allah'a ibadetle meşgul olur, O'nun zikrine yönelir, O'na övgüde
bulunur, huzurunda yalvarır-yakarır ve bütün bunları yaparken de orada
maddî-manevî hiç başka bir engel yer almaz İse, İnsanın nefsi (ruhu), Allah'ın
celalinin, kendisinde işrâkına (ışıldamasına) müsait hale gelir. İnsan olarak
taşıdığı güç nisbetinde, hem tam bir tecerrüde, hem de büyük bir inkişafa hazır
hale gelir. Gece namazının, nefsin (ruhun) bu şeylere müsait hale gelmesinde
bir tesiri bulunduğu için, Cenâb-ı Hak, "Ben sana gece namazını kılmanı
emrettim. Çünkü sana ağır bir söz vahyediyoruz. O halde kendini bunu alacak
hale getirmeye gayret et" demiştir. Bu mananın tamamı, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Yılınızın günleri içerisinde, Rabbinizin bir takım
bağış-Iütuf (zamanlan) vardır. O zamanları yakalamaya çalışın" hadis-i şerif
indedir.[11]
b) "Ağır
bir söz" ifadesiyle kastedilen Kur'ân-ı Kerîm ve genel manada bütün
mükellefler için, özel manada da Hz. Peygamber (s.a.s)'in zor ve güç
mükellefiyetler demek olan Kur'ânî emir ve yasaklardır. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), bunları bizatihi yüklenmiş ve ümmetine tebliğ etmiştir. Velhasıl bunun
ağır, onunla amel etmenin ağırlığı manasına varıp dayanır. Zira mükellefiyet,
yapılmasında külfet ve meşakkatin bulunduğu şeyleri üstlenmek manasınadır.
c) Hasan
el-Basrî'nin "O, (Kur'ân), kıyamet günü mizanda ağırdır" dediği
rivayet edilmliştir. Bu, Kur'ân'ın sağladığı menfaatin çokluğuna ve onunla amel
etmenin mükafaatının bolluğuna bir işarettir.
d) Bununla,
o Kur'ân'ın, kendisine vahyedildiğinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ağır geldiği
anlatılmak istenmiştir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), deve
üzerinde İken vahiy geldiğinde, üzerindeki bu iş, o deveye öylesine ağır
gelirdi ki böylece çenesi ile göğsünün çukurunu yere kor, daha hareket
edemezdi.
İbn Abbas (r.a),
"Hz. Peygamber (s.a.s)'e vahiy geldiğinde, bu ona çok ağır gelir ve
yüzünün rengi değişirdi" dediği rivayet edilir; Hz. Alsa (r.a)'nin de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)'i, soğuk bir günde
vahiy inerken gördüm: O vahiy (meleği) kendisinden ayrıldığında, alnından
terler akıyordu."
e) Ferrâ, bu
ifadeye, "hafif ve değersiz olmayan bir söz" manasını vermiş ve
"Çünkü bu, Tebareke ve Teâla olan Rabbimizin kelamıdır" demiştir.
f) Zeccâc,
"Bu, doğruluğu, açıklaması ve faydası açısından son derece güçlü bir
sözdür" manasını vermiş ve "Bu tıpkı, bir sözü güzel bulup, onun
hikmet ve beyandaki yerine oturduğunu gördüğünde söylediğin, "Bu ağır bir
söz, kıymetli bir kelamdır" sözü gibidir" demiştir.
g) Ebû Ali el-Farisî de, "Bu, sırlarını ve içyüzlerini ortaya koyup,
dinlerini ve sözlerini boşa çıkarıp çürüttüğü için, münafıklara ağır gelen bir
sözdür" manasını vermiştir.
h) Ağır olan
bir şeye yakışan, bulunduğu yerde sabit kalıp, oradan kıpırdamamasıdır.
Binâenaleyh ayetteki, "ağır" sözü, Kur'ân'ın, kıyamete kadar, her
zaman bakî kalacağına bir kinaye (bir işaret) olup, tıpkı "Şüphesiz o
zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik. Onu yine Biz koruyacağız" (Hicr, 9) ayeti
gibidir.
i) Bu,
"Akıl, tek başına, onun faydalarını ve manalarını tamamen anlayıp-ihata
edemez" manasında ağırdır. Binâenaleyh kelamcılar onun ma'kulatının
(akılla anlaşılan şeylerinin) denizine dalmış; fukaha da onun hükümlerini
İncelemeye yönelmiş; keza dilciler, nahivciler ve me'ânî alimleri de, Kur'ân'ı
incelemeye yönelmişler, ama yine sonra gelen herkes, o eskilerin ulaşamadığı
yeni yeni faydalar, hikmetler ve manalar yakalayabilmişlerdir. Böylece tek bir
insanın, onu tek başına taşımayacağını, o yükün altına giremeyeceğini anlamış
bulunuyoruz. Bu sebeple de Kur'ân, mahlûkatın kendini taşımaktan aciz olduğu
ağır bir yük gibi olmuş olur.
k) Kur'ân,
muhkem ve müteşabihi, nâsih ve mensûhu ihtiva ettiği için ağırdır. Çünkü aklî
ve hikemî ilimlerin tümünü kuşatan (bilen) derin alimler hariç, hiç kimse bu
kısımları birbirinden seçemez. Böyle olunca da hiç şüphesiz bu Kur'ân'ı
çepeçevre kuşatmak, çoğu insana ağır gelir.[12]
"Hakikaten gece
kalkan kişi hem uygunluk itibariyle daha kuvvetlidir, hem kıraatçe daha
sağlamdır" (Müzzemmil, 6).
Arapça'da,
denilir ise, meydana getirmek anlamındadır.
O halde, meydana gelen her şey, "naşi " olmuş olur. Çünkü, Arapça'da,
erkek (müzekker) için "nâşlun", müennes içinse, "nâşletun"
denilir.
Bunu iyice kavradığına
göre, şimdi, biz diyoruz ki, ayetteki, ifadesiyle ilgili olarak şu iki görüş
iteri sürülmüştür:
1) Bu,
"gecenin saatleri ve vakitleri" demektir.
2) Bu,
"gecenin saatlerinde meydana gelen işler" demektir.
Birinci Görüşe
gelince, Ebû Ubeyde, "gecenin saatleri ve birbirini izleyen parçalan"
demektir. Çünkü bu cüzler, peşpeşe meydana gelirler. Dolayısıyla da bunlar,
olmuş olurlar" demektir. Sonra bu görüşü savunanlar da, kendi aralarında
ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, kimileri, gecenin tümüne feJtf adının
verildiğini söylemektedirler. İbn Ebf Muleyke, şunu rivayet etmiştir: "İbn
Abbas ve İbnu'z-Zubeyr'e, "nâşlete'l-leyl"in ne demek olduğunu sordum
da, o, "Bu, gecenin tümüdür" dedi". Zeynu'l-Abidîn (r.a) de, bu
ifadenin, "akşamla yatsı arası vakit" manasına geldiğini söylemiştir
ki, bu, Sald ibn Cübeyr, Dahhfik ve Kisai'nin görüşüdür. Bunlar, "Çünkü,
gecenin "nâşi'esi", gecenin karanlığının başladığı zaman
demektir" demişlerdir.
İkinci Görüce, yani,
"nâşi'e"nin, gece yapılan işler anlamına geldiğini söyleyen görüşe
gelince, alimler bu hususta şu izahtan yapmışlardır:
a) "geceleyin,
yatağından ibadet için kalkan nefs, can" demek olup, bu, yükseldiğinde,
belirdiğinde, bulut hakkında söylenilen, "Bulut peydah oldu, çıktı.,
belirdi.." ifadesine varıp dayanır.
b) Bu ifade,
uykudan sonra, geceleyin yapılan kıyamdan ibarettir. İbnu'l-A'râbî,
"Gecenin başında bir miktar uyuyup sonra kalktın mı, işte
"neş'etun" budur; "nftşletu'1-leyl" ifadesi de, işte buna
dayanır.
Bence bu hususta
yapılabilecek bir üçüncü izah da şudur: İnsan, karanlık bir gecede, karanlık
bir evde, hislerinin mahsüsat (maddî) aleminden herhangi bir şeyle meşgul
olmadığı bir yerde, ibadete ve zikre yöneldiğinde, bu kimsenin kalbi, ruhanî
(manevi) bir takım düşüncelere, ilahî bir takım fikirlere yönelir. Ama,
gündüzün insanın duyu organları (havas), mahsüsat (maddî) alemiyle meşgul olduğu
için, kişinin nefsi (ruhu), maddi alemle meşgul olmuş olur, böylece de ruhani
haller için elverişli olmaz.. Müsait ve boş değildir. O halde,
"nftşlete'Meyl" ifadesiyle, duyu organlarının maddi alemle
irtibatının kesilmiş olması sebebiyle, karanlık gecede inkişaf eden o ruhani
vvrdtor ve nurani hatıralar kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak bunlara,
"nâşiete'l-leyl" adını vermiştir, çünkü bunlar, nefsi meşgul eden
hislerin (duyuların), geceleiyin boş; gündüzleyin ise meşgul olmaları
sebebiyle, ancak gece meydana gelirler. Gece neşvestnde neş'et eden durumların
ayrıntıları ise zikredilmiyor. Şunlar olabilir: Gah fikir ve düşünceler, gah
birtakım nurlar nur, mükâşefeler, bazan kudsî alemle yüzyüze gelindiği için
sevinç ve sürurlar, bazan o kudsî alemden duyulan mehabet ve ürkeklikler, gâh
hayal penceresine açılan harika durumlar... İşte, bu geceleyin neş'et eden bu
işler, kendisini hiçbir derleyicinin derleyemeyeceği, muhtevasında pekçok
türler bulunan pekçok cinsler olup; ve fakat bunlar da, "neş'et eden
şeyler" olduğu için, Cenâb-ı Hak bunları, ancak diye tavsif etmiştir.
Ayetteki, ifâdesine
gelince, buradaki kelimesi, uyum, muvaffakat "münasebet manalarına gelip,
Arapça'da, "Falanca ile şu şekilde uyum sağladık, anlaştık.."
deyiminde kullanılan ifâdesine vanp dayanır ki, "Allah'ın haram kıldığının
sayısına uygun düşülsünler diye..." (Tevbe, 37) ayeti de bu anlamdadır.
Şimdi, ayetteki, üşü
kelimesini biz, "gecenin saatleri" anlamına alırsak, mana, "bu
saatler ve bu anlar, meydana gelen huşu ve ihlasa, alabildiğine muvaffıktır"
seklinde olur; yok eğer, "uykusundan uyanan can, "nefs" anlamına
alırsak, bu zaman da, "o nefsin kalbi ile lisanı arasındaki alabildiğine
uyum" anlamına gelmiş olur; eğer biz bu ifadeyi, gece namazı kılmak
anlamına alırsak, bu ifadeler ile huşu ve ihlas kastedilmiş olur. Yok eğer,
benim bahsettiğim manada ele alırsak, o zaman mana, "Bu sa'y ü
gayretlerin, geceleyin meydana gelecek mükasefelere ulaşmaları, gündüzden daha
iyi ve ileri bir derecede olur.." şeklinde olur. Hasan el-Basrî de,
mahlukatı görme diye bir şey kalmadığı için, "Gizli ile aşikar arasında,
alabildğine uyumlu, mutabık.." manasını vermiştir.[13]
Bu ifade, vav'ın
fethası ve kesresi ile, şeklinde okunmuştur. Ki, bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
1) Ferrâ, bu
ifadeye, "alabildiğine sebatlı, adeta sivillenmiş" manasını
vermiştir. Çünkü insanlar, gündüzün geçimden dolayı, hep koşuştururlar, sağa
sola gider gelirler.
2)
"Namaz kılana, gündüz namazlarından daha ağır ve daha çetin..."
demektir. Buna göre bu ifade, onlara onunla birlikte bulunmaları ağır geldiği
için, senin "Falancaların, otoritelerinin ağırlığı o topluluğa,
zor geldi"
şeklindeki sözüne varıp dayanır. Hadiste de, "Ey Allahım, mudara olan
şiddetini artır" şeklinde varit olmuştur. Böylece, Allah Teâlâ, nebisi Hz.
Muhammed (s.a.s)'e, geceleyin kıyamda olmadaki mükafaatın,
"vad'a-uyum"un şiddet ve ağırlığına göre olduğunu bildirmiştir ki,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "ibadetlerin en efdali, en zor olanıdır"
anlamındaki, hadisi de bunun bir benzeridir. Ebû Ubeyde, birinci kıraati tercih
ederek şöyle der: "Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, geceleyin
namaz kılmasını emredince, bu ayeti zikretmiştir.
Buna göre Cenâb-ı Hak
adeta "Ben sana geceleyin namaz kılmanı emrettim. Çünkü, geceleyin, kalb
ile dilin uyum sağlaması kemal ve doruk noktasına ulaşır. Aynı zamanda da,
geceleyin gönle gelen, fikir, hatıra ve düşünceler, ruhani mükaşefeleri daha
fazla elde ederler" demiştir.
Ayetteki, "hem kıraatçe daha sağlamdır"
tavsifine gelince, bu hususta şöyle iki mesele vardır.[14]
Ibn Abbas bu ifadeye,
"Lafız açısından daha güzeldir' manasını verirken, İbn Kuteybe şöyle
dmektedir: "Çünkü,
geceleyin sesler
diner, hareketler sona erer, söz netletleşir. Kişinin, duyup anlamasının
arasına herhangi bir engel girmez.."[15]
Enes, "Sözce daha
doğrudur.." şeklinde okumuş, bunun üzerine ona, "Ey Ebu Hamza. bu
ifade, şeklindedir" denilince, Enes, aynı anlamdadır" demiştir. Ibn
Clnnîde, "Bu, insanların, manayı nazarı dikkate almaları gerektiğine,
manayı yakaladıklarında ise, lafızlara iltifat etmeyebileceklerine delalet
eder" demiştir. Ki bunun bir benzeri de şu rivayettir: Ebu's-Sivar
el-Gınavî ayetteki, sıifadesini, noktasız olarak ha ile şeklinde okuyunca,
kendisine, "Ayette şeklindedir, şeklindedir"
denilince o, ve aynı anlamdadır"
demiştir.
Ben de derim ki:
"Bunların bu sözlerini, "Bunlar da, bizzat Kur'ân'ın kendisi ve onun
lafzıdır" manasına değil de, Kur'ân'ın lafzını tefsir için zikretmiş
olduklarına hamletmemiz gerekir. Çünkü biz, İbn Clnnî'nin dediği şeyi
benimseyecek olsaydık, Kur'ân'ın lafızlarına karşı güven kalkar ve biz, bu
okuyuşunda bazan isabet, bazan da hata edeceği için, herkesin o manaya uygun
gördüğü bir lafızla, o manayı ifade edebileceğini caiz görmüş olurduk. Ki bu da,
Kur'ân'dan olurdu. Böylece, bunun bizim bahsettiğimiz manaya hamledilmesi
gerektiği sabit olmuş olur.[16]
"Çünkü gündüz
senin için uzun bir meşguliyet var" (Müzzammil, 7).
Bu ayetle ilgifi söyle
iki mesele var:[17]
Müberred, ayetteki, kelimesine, "gerekli olan şeyler için
çabalaman, dönüp dolaşman..." manasını vermiştir. Bundan ötürü,
eliyle-ayağıyla çabalayıp tersyüz yaptığı için yüzen kimseye "sabin"
denmiştir. Ayetin manasının ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:
1) Gündüz
işlerin için dönüp-dolaşman, çalışıp-çabalaman söz konusudur. Dolayısıyla sen
Allah'a hizmet için ancak geceleyin boşalırsın. Binâenaleyh sana gece namaz
kılmanı emrettim.
2) Zeccâc
"Eğer geceleyin uyku ve istirahat gibi şeyleri temin edemezsen, gündüz boş
vaktin var. Dolayısıyla bu vaktini bunlara harca" manasını vermiştir.[18]
kelimesi "hî" ile şeklinde de
okunmuştur ki bu da, yünün atılıp-çırpılması manasındaki,
"sebhl”-s-sûf"
ifadesinden alınmıştır. Çünkü
gündüz kalb, meşguliyetler
sebebiyle darmadağınık olur ve çeşitli sebepler yüzünden kalbin himmetleri
farklı farklı olur.[19]
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e önce gece namaz kılmasını emretmiş, sonra da niçin
gündüz değil de gece namaz kılmasını emredişinin sebebini zikretmiş. Daha sonra
da gece namaz kılarken yapılması gereken amellerin en kıymetlisinin ne olduğunu
şöyle beyan buyurmuştur:[20]
"Rabbinin adını
an ve yalnız O'na yöne!" (Müzzemmll, 8).
Bu ayet, Allah
Teâlâ'nın şu iki şeyi emrettiğine delalet etmektedir:
a) Zikir,
b) Tebettül.
Zikire gelince, bil ki
Allah Teâlâ burada, "Rabbinin adını zikret'' buyurmuş, bir başka ayette
de, "Rabbini içinden, yalvararak ve korkarak (fakat) yüksek olmayan bir
sesle sabah ve akşam an (Araf, 205) buyurmuştur. Çünkü işin başında bir müddet
dil ile mutlaka o ismi zikretmek gerekir. Daha sonra o isim zail olur, geride
müsemmâ kalır. Binâenaleyh iste ilk derece burada, "Rabbinin adını
an" ayetiyle; ikincisi de, diğer sûredeki, "Rabbini içinden ..(Araf,
105) ayetiyle anlatılmıştır. Sen Rabbinin rubûbiyyetini mütalaa ettiğin
makamda, ancak Rabbinin zikriyle meşgul olmuş olursun. O'nun rubûbiyyeti ise,
seni çeşitli şekillerde eğitmesi ve sana ihsanda (iyiliklerde) bulunması
demektir. Bu makamda bulunduğun müddetçe, kalbin o'nun nimet ve ihsanlarını
mütalaa etmek (düşünmek)le meşgul olur. Dolayısıyla da kalbin bizzat O'nunla
içice olmaz, O'nda müstağrak olmaz. Bu durumda git gide yükseliş artar. Böylece
de artık O'nun ulûhiyyetini zikreder hale gelirsin ki işte bu makama, Hak
Teâlâ, "Babalarınızı (atalarınızı) anısınız gibi, hatta ondan daha ileri
bir derecede Allah'ı zikredin, anın "(Bakara, 200) ayetiyle işaret
etmiştir.
İnsan bu noktada,
heybet ve haşyet makamında olmuş olur. Çünkü ulûhiyyet, Cenâb-ı Hakk'ın
kahhâriyyetine, izzetine, ulûhiyyetine ve samediyyetine bir işarettir. Kul, bu
makamda, buradan ifadelerin anlatmaktan aciz kaldığı, işaretlerin kendisine
yetişemediği tek kimlik (hüviyet) makamına geçinceye kadar, Cenâb-ı Hakk'ın
celâl, tenzîh ve takdis makamında dönüp dolaşır. İşte bu noktada tek hakka
varma tecelli eder. Sonra kul bu noktada durur. Çünkü artık bu noktada, Cenâb-ı
Hakk'ın sıfatlarına benzer bir sıfat yoktur ki kul buradan o sıfata intikal
etsin. Aklın bakışı bir parçadan diğer parçaya geçinceye kadar, bu kimlik
(hüviyet) teşekkül etmez. İnsanın
kendisinden algılanan hallerden hiçbirine de uygun düşmez ki bu,
mukayese yoluyla anlatabilsin. O halele her zahirin zuhurunun başlangıcı olduğu
için bu halter zahirdir, açıktır. Bütün mahlukatın akıllarının üstünde bir hal
olduğu için de, bu haller batındır (gizlidir). Çok açık olduğu için, akıllara
perdelenen - gizli kalan, nuru mükemmel olduğu için de akılların idrakine
kapalı olan o yüce zatı noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz.
Hak Teâlâ'nın,
"Yalnız O'na tebettül et, O'na yönel" ifadesiyle anlattığı
"tebettül"e gelince, bu hususta söyle iki mesele var:[21]
Bil ki bütün
müfessirler, "tebettül'ü, "ihlaslı olma" manasına almışlardır.
Arapça'da "tebettül"ün asıl manası, (ilgi ve alakayı) kesip (bir
yere) yÖnelmek"dir. Nitekim ibadette, herşeyden alakayı kesip, sadece
Allah'a yöneldiği için Hz. Meryem'e "betül" denilmiştir. Yine veren
kimsenin malından kesilip alındığı için sadakaya îia "sadakattin betletün"
denilir. Leys, "tebtîlin, birşeyi birşeyden ayırma manasına geldiğini,
"betül' 'ün ise, erkeklere arzu duymayan, onlardan sıkılıp geri duran
dendiğini söylemiştir.
Bunu iyice kavradığına
göre bil ki bu hususta müfessirlerin çeşitli ifadeleri var: Ferra şöyle der:
"Âbid bir zat, herşeyi bir tarafa atıp, kendisini ibadete verdiğinde,
herşeyden ilgi ve alakayı kesip, "Allah'ın emrine ve itaatına döndü"
manasında, denilir. "Zeyd b. Eşlem
de, "tebettül" dünyayı, içindeki herşey ile birlikte bırakıp,
Allah'ın katında olan şeyi arama, onu elde etmeye çalışma manasına geldiğini
söylemiştir.
Bit ki bu ayetin
manası, bu zahir ehlinin dedikleri manaların üstündedir. Çünkü "O'na
tebettül et" ayeti, "O'na yönel" demektir. Binâenaleyh ahtretin
peşinde koşan kimse, Allah'a yönelmiş sayılmaz. Aksine âhirete yönelmiş olur.
Allah'a ibadet etmekte meşgul olan, Allah'a değil, ibadete yönelmiş olur.
Marifetullah'ı isteyen kimse de, Allah'a değil Marifetultah'a yönelmiş olur.
Binâenaleyh sırf ibadet olduğu için veya mükafaat elde etmek için, yahut da bu
kutluk ite tam manada kul olmak için ibadet eden herkes Allah'dan başkasına
yönelmiş olur. Yine irfanı (marifeti) irfan için tercih eden, irfana yönelmiş
olur. Ama kulluğu kulluk için değil, Ma'bud için; irfanı da irfan için değil,
Maruf için tercih eden kimse ise, vuslatın deryasına dalmış olur.
İşte bu, sözlerin
anlatmaktan aciz kaldığı, hayallerin anlatamadığı bir makamdır. Binâenaleyh bu
makamı elde etmek isteyen kimseler, eseri dinleyenlerden değil, o aynın (zatın)
bizzat kendisine vasıl olanlardan olsun. İnsan bu makama ancak atabildiğine bir
yüce aşka düştüğünde misal bulabilir. Kişinin bedeni bu aşk sebebiyle
hastalanıp; kuvveleri çalışmaz hale gelip; gözleri kör olup, maksadları
büsbütün zail olup; nefsi, ma'şûkun dışındaki herşeyden alakayı tamamen kestiği
zaman, ma'şûka yönelme ile, ma'şûku görmeye yönelme arasındaki fark ortaya
çıkar.[22]
Normalde burada,
ya yahut da, denilmesi gerekirdi. Fakat Cenâb-ı Hak böyle
buyurmamış ve ayetteki ince ifadeyi tercih etmiştir. Bundaki incelik şudur:
Bizzat maksud olan tebettül (Allah'a yöneliştir."Tebtîl" (yöneltme)
ye gelince, bu bir tasarruftur. Tasarrufla meşgul olan ise Allah'a yönelmiş
olmaz. Çünkü başkasıyla meşgul olan, "munkatt ila'llah" (başka
herşeyden kesilmiş Allah'a yönelmiş) olamaz. Fakat "tebettül"ün
olabilmesi için, önce bir "tebtiI" lazımdır. Nitekim Hak Teâla,
"Bizim için cihad edenleri Biz yollarımıza sevkederiz"(Ankebut,69)
buyurmuş ve "tebettül"ün herşeyden Önce bizzat kastedilen bir şey,
"tebtîT'in ise mutlaka gerekli bir şey olan, fakat bizzat kastedilen
değil, bilvasıta (vasıta olarak) kastedilen bir şey olduğuna işaret etmek için,
tebettütü ilk olarak, "tebtîl'i ikinci olarak zikretmiştir.[23]
Bil ki Allah Teâlâ,
önce zikri, sonra da tebettülü emredince, bunun sebebini de bildirerek şöyle
buyurmuştur:
"(O), doğunun da
batının da Rabbidir. O'ndan başka hiçbir tanrı yok. O halde O'nu vekil
edin" (Müzzammil, 0).
Bu ayetle ilgili bir
kaç mesele var:[24]
Bil ki O'na yönkeliş
(tebettül), ancak muhabbetin (sevginin) oluşmasından sonra elde edilir.
Muhabbet (sevilmek) ise, ancak Allah'a yakışır. Çünkü sevginin sebebi, ya kemal
(mükemmellik), ya da tekmil (mükemmelleştirme)dir. Kemal, zatı gereği mahbûb
(sevimli) olduğu İçin sevilir. Çünkü başka birşeyden ötürü, birşeyin mahbûb
(sevimli) olmasının imkansızlığı malumdur. Aksi halde teselsül gerekir. Bu
durumda da en sonunda, mutlaka zatı gereği makbûb olan birşeye varıp ulaşmak
gerekir. O halde kemal, zatı gereği mahbubdur. Çünkü mesela bin yıl önce
yaşamış falanca zatın, diğer insanlardan daha fazla ilme sahip olduğuna inanan
bir kimsenin meyli ve sevgisi ister istemez ona yönelir ve onu sever. (Zaloğlu)
Rü«tem'in diğer insanlardan daha cesur olduğuna inanan, ister istemez ona
hayranlık duyar. Binâenaleyh biz, kemalin, zatı gereği mahbûb (sevimli)
olduğunu anlıyoruz. Kemalin kemali (en ileri mükemmellik) ise Allah'a aittir.
Binaenaleyh Altah Teâla, zatı gereği mahbubdur, sevilir. Bu sebeple kalbinde
O'nun muhabbeti oluşmamış kimsenin bu durumu, Allah'ı kemalini bilmeyişinden
(ve anlamayışından) ötürüdür.
Tekmîl
(mükemmelleştirme) ise şöyledir: Cömertlik, sevilen-takdir edilen bir
Özelliktir. Mutlak (kayıtsız-şartsız) cömert olan ise ancak Allah Teala'dır. O
hade mutlak mahbûb O'dur. Mutlak tebettül (yöneliş) de ancak Allah'a olur.
Çünkü mutlak kemal O'na ait ve mutlak tekmil de yine O'ndandır. Binaenaleyh
mutlak "tebettül"ön de ancak O'na olması gerekir. Bil ki
"tekmîT'in başlangıcı (sebebi) olması yüzünden O'na yönelmek, zattnda
kamil olması sebebiyle O'na yönelmekten daha önce gelir. Çünkü "seyr-İ
sülûk"un başlangıcında bulunan insan, kendine düşen payı aramaktadır.
Böylece de bu kimsenin Allah'a yönelişi, Allah'ın, tekmît ve ihsan başlangıcı
(sebebi) olması yüzündendir. "Seyri sü!ûk"un sonunda ise, bir
kimsenin, biraz önce de beyan ettiğimiz gibi, irfan için değil, ma'rûf için
çabalaması gibi, payına düşeni taleb etme derecesinden yükselir. Böylece bu
kimsenin, bu durumda Allah'a yönelişi de, Allah'ın kamil olması sebebiyle olmuş
olur. Şimdi, ayetteki, "O, doğunun da batının da Rabbidir" ifadesi,
Allah'a yönelenlerin derecelerinin ilk olan o hale; "O'ndan başka hiçbir
tann yok" ("La İlahe İlla hû") ifadesi de, bunların
derecelerinin ve sıddîklerin adımlarının sonuncusu olan hâle bir işarettir. Her
kelimenin altında gizli bir hazine yatan zatı, teşbih ve takdis ederiz.
İşte bu iki halin
ötesinde bir başka makam daha vardır ki bu da "tefviz" makamıdır,
yani, İrade ve ihtiyarı aradan çıkarıp, bütün herşeyi Allah'a havale etmektir.
Şimdi eğer Allah, bu kimseyi yönelenlerden kılmışsa, bu kimse yönelen olduğu
için değil; Allah bu kimsenin yönelmesine razı olduğu için, bundan da öteye bu
yöneliş Hakk'ın muradı olduğu içindir. Eğer O, bu kimsenin yönelmemesini murad
etmişse, bu yöneltme olmayışından değil, Allah'ın o kimsenin yönelmemesine razı
olduğu için, bundan da Öteye bu yönelmeyiş hakkın muradı olduğu içindir. İşte
burada dereceler son bulur. Binâenaleyh, "O halde O'nu vekil edin"
ayeti, bu dereceye işarettir. Bunlar, kalemimin bu ayetin tefsiri ile ilgili
olarak yazabildiği şeylerdir. Ama köse-bucakta nice gizli şeyler vardır ve bu
ayetin sırlarından geriye kalanlar pek çoktur. Çünkü Hak Teâlâ, "Eğer
yeryüzünde bulunan ağaçlar kalem, denizler, kendilerine yedi deniz katmakla
birlikte mürekkeb olsa, (bunlarla yazmakla) Allah 'm kelimeleri bitmezdi"
(Lokman, 27) buyurmaktadır.[25]
Ayetin başındaki
"Rab" kelimesiyle ilgili olarak şöyle iki kıraat var:
a) Bu, merfû
(ötreli) okunur. Buna göre şu iki izah yapılır:
1) Bu
kelime,"medh" üzere mertûdur ve takdiri, şeklindedir. Bu takdirde,
kelime, mahzûf mübtedanın haberidir ve tıpkı (Hacc. 72) ve (Al-i İmran, 97) ayetlerinde olduğu gibidir. Bu son
ayet, "Onların şehir şehir gezip dolaşmaları, az bir metadan (istifadeden)
ibarettir" demektir.
2) Bu
kelime, mübtedaolarak merfûdur. Haberi ise, "la İlahe illa hû"
cümlesidir. Cümleden mübtedaya raci olacak zamir ise, munfasıl olan
"huve" zamiridir.
b) Bu mecrur
okunur. Buna göre de şu iki izah yapılabilir:
1) Bu
ifadesinden bedeldir.
2) Ibn Abbas
(r.a)'a göre, bu kelime mukadder bir kasem harfiyle mecrurdur ve tıpkı
"Vallahi yapacağım" demen gibidir. Kasemin cevabı ise, "La İlahe
İlla hû" ifadesidir ve tıpkı, "Vallahi evden Zeyd'den başka hiç kimse
yok" demen gibidir. Ibn Abbas (r.a), bunu
şeklinde de okumuştur.[26]
Hak Teâlâ'nın "O
halde O'nu vekil edin" ifadesi, "O'ndan başka tanrının olmadığı sabit
olunca, O'nu vekil ve dayanak edinip, bütün işlerini O'na havale atmen
gerekir" demektir. Burada büyük bir makam vardır. Çünkü O'ndan başka
tanrının olmadığını bilmek, bütün işlerin O'na havale edilmesini gerektirince,
bu, bütün işlerini O'na havale etmeyen kimsenin, "Lâ İlahe İla hû"
İfadesinin manasının doğru olarak bilmediğine delalet eder. Bunun izahı
şöyledir: O'nun dışında kalan herşey, mümkin ve muhdes (sonradan olma)
varlıklardır. Her mümkin ve muhdes varlık da, zâtı gereği vacib olana
ulaşmadığı sürece vaclb olmaz. Zatı gereği vacib olan tek olunca da bütün mümkinât
O'na dayanmış ve O'nda son bulmuş olur ki işte Hak Teâlâ'nm, "O'nu vekil
edin" ifadesiyle kastedilen budur. Bazı alimler de buradaki
"vekil" ifadesine, "va'dettiği yardım ve nusret hususunda kefîl
(garantör)" manasını vermişlerdir.[27]
"Onlar ne
derlerse sabret. Onlardan güzel bir şekilde uzaklaş" (Müzzemmil, 10).
Bu, "Sen beni
vekil edindiğin (Bana tevekkül ettiğin) zaman, onlar ne derlerse sabret ve
onların işini bana havale et. Çünkü Ben senin vekilin olduğum zaman, senin kendi
işlerini düzeltmeye gayretinden daha güzel şekilde işlerini düzeltirim"
demektir.[28]
Bil ki kulların önemli
işleri iki kısımdır: Allah'la olan işlerinin durumu ve insanlarla olan
işlerinin durumu. Birincisi, ikincisinden daha önemlidir. Dolayısıyla Cenâb-ı
Hak, bu sûrenin başında, birinci kısımla alakalı hususu zikredince, peşisıra
ikinci kısımla alakalı olanı getirdi. Hak Sübhânehû ve Teâlâ, bu babda
kendisine ihtiyaç duyulan şeylerin hepsini, bu iki cümlede topladı. Bu böyledir
çünkü insan ya insanlarla içice olur, ya onlardan ayrı olur. Eğer onlarla içice
ise, onların eziyet ve kabalıklarına sabretmesi gerekir. Çünkü onlardan iyilik
ve rahat arzu edip, bunu bulamaz İse kederler ve üzüntüler içine düşer. Binâenaleyh
anlaşılıyor ki halkla içice-beraber olmayı isteyen kimsenin çok sabretmesi
gerekir. Ama insan, İnsanlarla içice olmayı bırakır (uzlete çekilir) ise, bu da
güzel bir uzaklaşmadır.
Böylece sabit olur ki
her insan için bu iki durumdan birisi söz konusudur. "Güzel bir şekilde
uzaklaşma" insanın, diğer insanlardan kalbi ve hevâ-u hevesi ile tamamen
uzaklaşması ve mudara etme, göz yumma, karşılık vermeme gibi fiillerde onlara
muhalefet etmesidir. Bu ayetin bir benzeri de "Onlardan yüz çevir ve
onlara va'z-u nasihatta bulun" (Nisa, 63), "Cahillerden yüz çevir
(uzaklaş)" (A'raf, 199) ve "Bizimzikrimizden yüz çevirenden
uzaklaş" (Necm, 29) ayetleridir.
Müfessirler derler ki:
"Bu ayet "kıtal" ayetinden önce nazil oldu, sonra kıtal (savaş)
emri ile birlikte nesholunduğunu söylemişlerdir. Diğer bazı alimler de,
"Aksine bu, Allah'ın izniyle, kabule daha teşvik edici olan yolu tercih
etmektir. Binâenaleyh bu gibi şeylerde, nesh söz konusu olmaz" demişlerdir
ki bu görüş daha doğrudur.[29]
"Yalanlayıcüar
olan o varlıklı kişileri Bana bırak ve onlara biraz mühlet ver” (Müzzemmil,
11).
Bil ki insan önemli
bir işe ihtimal gösterdiğinde ve bir başkası o Önemli işi tam ve mükemmel bir
şekilde yapmaya kadir olduğunda, o, ona, "o işi bana bırak" der. Bu,
"Buna ihtimamın yanısıra başka birşeye ihtiyacım yok" demektir. Bu,
"o yalanlayanı Bana bırak" (Kalem, aa) ayeti gibidir.
Ayetteki, ifadesinde,
"nimet" kelimesi fetha ile "na'met" şeklinde okunursa,
"tena'um" (nimetlenme refah içinde olma) manasına; "nimet"
şeklinde okunursa, in'âm' (nimetlendirme) manasına; zamme ile
"nû'met" şeklinde okunursa, "sevinç" manasına gelir. Bu
manada, "Sana in'am etti ve seni sevindirdi" denilir. Burada bahsedilenler
Kureyş'in ileri gelenleridir. Onlar, bolluk ve refah içinde idiler.
Ayetteki, "Onlara
biraz mühlet ver" ifadesiyle ilgili iki izah var:
1) Buradaki
az mühletten murad, dünya hayatıdır.
2) Bundan
murad, Bedr gününe kadar olan o kısa müddettir. Çünkü Allah Teâlâ, o günde bu
kafirleri helak etmiştir.[30]
Hak Teâlâ bundan
sonra, Allah katında onlar için bulunan azabın keyfiyetini (nasıl olduğunu)
anlatmak için şöyle buyurmuştur:
"Şüphesiz Bizim
yanımızda bukağılar var, yakıcı bir ateş var, boğazda takılıp kalan bir yiyecek
var ve elem verici bir azab var" (Müzzemmil, 12-13).
Bu, "Bizim
Katımızda, yani ahirette, dünyadaki refah ve bolluklarına zıt bir şey var"
demektir. Cenâb-ı Hak, bu hususta dört şey zikretmiştir:
1)
"Enkâl": Bunun müfredi, "nihl" ve "nekel"dir.
Vahidî, "nlhl, bağ demektir" der. Keşşaf sahibi de, "Nihl, ağır
bağdır" demiştir.
2)
"Cahîm" (yakıcı bir ateş). Bunu izah etmeye gerek yok.
3)
"Boğazda tıkanıp kalan bir yiyecek"... Bu insanın yemekte zorlandığı
bir şeydir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar için dikenden başka bir yiyecek
yoktur" (Gaştye, 6) ayetinde de beyan ettiği gibi, zakkum ve diken
yemeğidir. Müfessirler, "Bu, böğürtlen gibi bir dikendir. O, insanın
boğazına takılır, girer, ama çıkmaz" demişlerdir.
4) Elem
verici bir azab... Bundan murad. diğer azab çeşitleridir.
Bil ki bu dört
mertebeyi (sayılan dört şeyi), ruhi cezalar manasına hamletmek de mümkündür.
Buna göre, "enkal" (bukağılar - zincirler - kelepçeler), nefsin,
bedeni lezzetler ve cismani bağlarda zincirli kalmaya devam etmesinden
ibarettir. Çünkü nefis dünyada bu sevgi ve rağbet melekesini kazanıp, beden
uzaklaşır, kazanma vasıtaları artık batıl olduğu - işe yaramadığı için,
inlemesi artar.
Böylece bu, sanki
ruh ve safa alemine kaçıp kurtulmasına mani bağlar ve kelepçeler gibi olur.
Sonra bu ruhi bağlardan, ruhi bir ateş doğar. Çünkü bedeni hallere olan
şiddetli arzusu ve bunlara ulaşma imkanı bulamaması, birşeyi elde etmeye son
derece arzu duyan ama onu elde edemeyen kimsenin, bundan dolayı kalbinin
yanması gibi, bu kimsede şiddetli bir ruhi yangına sebebiyet verir. İşte bu,
"Cahim (yakıcı ateş)"rir.. Sonra o, mahrumiyyet yiyeceğini ve ayrılık
elemini yudumlar. İşte, "Boğazda takınıp kalan bir yiyecek"den murad
budur. Sonra o, bu haller yüzünden, Allah'ın nurunun tecellisinden ve mukaddes
(yüce) kimseler zincirine dahil olmaktan mahrum olmaya devam eder. İşte,
"elem verici bir azab "dan murad da budur. Bu ifadenin, "azaben
elimen" şeklinde nekire oluşu, bu azabın, geçenlerden daha şiddetli ve
daha mükemmel olduğuna delalet eder.
Bil ki ben, bu
ayetlerden muradın sadece söylediğim bu mana olduğunu söylemiyorum. Aksine
diyorum ki: Bu ayet, dört cismanî (bedenî azab) mertebesinin ve dört ruhî
(azab) mertebesinin var olduğunu beyan ediyor. Her nekadar ayetin lafzı,
cismani (azab) mertebelerine nisbetle "hakikat", ruhî (azab)
mertebelerine nisbetle de meşhur bilinen bir "mecaz" ise de, ayeti
her iki manaya da hamletmek imkansız değildir.[31]
Allah Teâlâ azabı
anlattıktan sonra, onun ne zaman olacağını şöyle buyurarak haber veriyor:[32]
"O gün ki yer ve
dağlar sarsılır. Dağlar akıp dağılan bir kum yığınına döner" (Müzzsmmil.
14).
Bu ayetle ilgili bir
kaç mesele var:[33]
Zeccâc,
"yevm" kelmesinin, cümlesi ile mansub olduğunu ve takdirinin,
"Yer alabildiğine sarsıldığı gün, kafirleri kalıcı bir azabla cezalandırır
ve azablandırırız" şeklinde olduğunu söylemiştir.[34]
"Recfe",
alabildiğine sarsılma ve hareket etme demektir. "Kesib", büyük kum
yığını manasına olup, bu yığın kamburumsu bir şekil arzeder. Bunun çoğulu ise,
"küs-ban"dır. Bu kelimenin nasıl iştihâk ettiği (türediği) hususunda
iki görüş var:
a) Bu,
birisi birşeyi biraraya getirip yığdığında kullanılan, deyimine dayanır. Buna
göre buradaki "fa'II" sigasındaki kelime, ism-i mef'ûl (yığılmış şey)
manasında olmuş olur.
b) Leys
şöyle der: "Kesîb, toprağı saçmak, yahut atılan şey manalarına gelir.
Bunun lâzım fiili, dir. "Kesîb"e, toprağı ince ve adeta
yumuşaklığından ötürü saçılıp, üstüste atılmış olduğu için, bu ad verilmiştir.
Ayetteki
"mehil", "akan-akıcı olan" demektir. Nitekim akmış,
dökülüp-saçtlmış topkak manasında veya denilir. Bu manada "menfi"
kelimesi daha çok kullanılır. Bu aynen,
ve (ölçülen şey) ve ve (borçlanmış) kelimeleri gibidir. Bu
böyledir. Çünkü yâ'nın zammesi hazfedilmiş, böylece sakin hale gelmiş. Vav da
sakindir. Dolayısıyla ictimâ-i sakineynden ötürü vftv hazfedil m iştir. Bu
İzahı Ferrâ ve Zeccâc yapmıştır.
Bunu iyice kavradığına
göre, deriz ki: Allah Teâlâ, dağların parçalarım-terkiblerini bozup parçalamış,
onları atmış ve adeta, atılıp-dikilen renkli yün gibi yapmıştır. İşte böyle
olunca da, o'dağlar adeta "kesîb" (yani bir kum yığını) haline
gelmiş. Daha sonra Allah Teâlâ, "Dağlan yürüttüğümüz gün..."(Kehf,
47), "Onlar, bulutlar gibi yürürler" (Ntmı, ss) ve "Dağlar
yürütülür" (Neml, 20) ayetlerinde de beyan buyurduğu gibi, o dağları
harekete geçirir ve böylece, akan kum yığınları haline geliverirler.
Buna göre eğer,
"Peki Cenâb-ı Hak niçin, çoğul olarak, "küsbanen mehîleten"
(Akan kum yığınları)" dememiştir?" denilirse, deriz ki: Dağların
hepsi biraraya gelir ve tek bir akan kum yığını halini alır.[35]
Bil ki Allah Teâlâ,
kendilerine onca nimet verdiği o yalanlayıcıları, kıyametin dehşetleriyle
korkutunca, bunun peşisıra, dünyevi dehşetlerle korkutarak şöyle buyurmuştur:[36]
"Gerçekten Biz,
Firavun'a bir peygamber gönderdiğimiz gibi, size de, üzerinize şahid olarak bir
peygamber gönderdik. Firavun o peygambere isyan etti ve Biz de onu ağır ve
çetin bir şekilde çarptık"(Müzzemmit, 15-16).
Bil ki bu hitab Mekkelileredir
ve maksadı, onları bu çetin yakalayışla tehdid etmektir.
Burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:[37]
Birinci Soru:
Ayetteki "resul" kelmesi niçin önce nekire, sonra mahfe olarak
getirilmiştir?
Cevap:
Ayetin takdiri, "Biz Firavun'a bir elçi (resulen) gönderdik de, o ona
İsyan etti. Biz de onu kıskıvrak yakalayıverdik. Size de bir peygamber
(resulen) gönderdik, ama siz bu peygambere (er-resule) isyan ettiniz.
Dolayısıyla da sizi de mutlaka kıskıvrak yakalarız" şeklindedir.[38]
İkinci Soru:
"Kıyas"ın bir hüccet olduğunu isbat için, bu ayet delil getirilebilir
mi?
Cevap:
Evet.çünkü ilgili söz ancak, İki şeyden birisini diğerine kıyasladığımız zaman,
doğru bir söz olmuş olur. Buna göre eğer, "Farzet ki burada kıyas bir
hüccettir. O halde siz, diğer yerlerde de kıyasın bir hüccet olduğunu nasıl
söylersiniz. Çünkü bu durumda, diğer kıyasları, bu kıyasa kıyaslamaya muhtaç
olunur. Bu İse, kıyası yine kıyas ile isbat etmek olur ki, bu caiz
değildir" denilirse, biz deriz ki: Biz, diğer kıyasları buna kıyaslayarak
isbat etmiyoruz. Eğer böyle yapsaydık, sizin bahsettiğiniz sakınca söz konusu
olurdu. Aksine bu ayetle yapılan istidlalin vechi şudur: Şayet onlar yanında,
bir hükmün illeti hususunda, o iki şeyin bu hükümde müşterek olmaları
gerekirdi. Aksi halde, bu söz bu misal için getirilmezdi. Bu böyledir. Çünkü
burada "mercûh" olan fark ihtimali söz konusudur.
Buna göre birisi,
"Belki de onlar, bu kıskıvrak yakalama işini, isyan durumunun bu şekle has
oluşuna göre gerekli görmüşlerdir. Halbuki böyle bir hususiyyet beri tarafta
mevcud değildir. Dolayısıyla burada da kıskıvrak yakalayacağı neticesi çıkmaz.
Ama Cenâb-ı Hak, buna rağmen, bu iki şeyin hüküm bakımından eşit (aynı)
olduğuna hükmetmiştir. Binâenaleyh böyle bir kesinliğin olabilmesi için,
mutlaka şöyle denilmesi lazımdır: "Açık bir illette (sebebte), her ne
zaman müştereklik (ortaklık) söz konusu olursa, hükümde de kesinlikle
ortaklığın olması gerekir" şeklindeki bir prensib daha önce geçmiştr Hükme
münasib oldukları bilinmeyen bir takım şeylere dayanarak böyle bir farkın
bulunduğunu söylemek ise, bunların hükümde ortak olduklarını söylemeyi
zedelemez. İşte "Kıyas hüccettir" şeklindeki sözümüzün manası da
budur.[39]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak burada, diğer peygamberler ve milletleri değil de, özellikle Hz.
Musa (a.s) ve Firavun kıssasını zikretmişdir?
Cevap: Çünkü
tıpkı Firavunun Musa (a.s)'yı büyütüp, Musa (a.s)'nın onlar içinde doğup
büyümesinden dolayı, Firavun'un onu ayıplaması ve hafife alması gibi, Hz.
Muhammed (s.a.s) de Mekkeliler arasında doğup büyüdüğü için, Mekkeliler Hz.
Peygamber (s.a.s)'i ayıplamış ve hafife almışlardır. Hak Teâlâ, Hz. Musa
(a.s)'nın durumunu, "(Firavun) "Biz seni çocukken kendi içimizde büyütmedik
mi?..." (dedi)" (şuara, 19) ayetinde belirtmiştir.
Dördüncü Soru:
O peygamberin, onlara şahid olması ne demektir? Buna şu iki bakımdan cevap
verebeliriz:
a) O
peygamber kıyamet günü, onların aleyhine olarak, kafir olduklarına ve
yalanladıklarına şahadet eder.
b) Bu
ifadeyle, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu dünyada hakkı ortaya koyucu ve onların
ısrarla üzerinde durdukları küfrün batıl olduğunu beyan edici olduğu anlatılmak
istenmiştir. Çünkü şahid, aslında yaptığı sahicilikle hakkı (gerçeği) ortaya
kor. İşte bundan Ötürü, "şahadet", "beyylne" (açıklayan,
hakkı ortaya koyan) diye tavsif edilmiştir. Şu halde o peygamberin de (a.s),
hakkı ortaya koyucu olması açısından böyle "beyyln" (açıklayan) diye
tavsif edilmesi imkansız değildir.
Bu izah, uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Hak Teâlâ, "Biz sizi böyle, adil bir ümmet yaptık''
(Bakara, 143), yani, "Ey ümmet-i Muhammed siz diğer ümmetlere,
peygamberiniz de size şahid olsun diye, sizi adil ve seçkin bir ümmet
kıldık" buyurmuş ve böylece o peygamberin (a.s), gelecekte onlara şahid
olacağını beyan buyurmuştur. Bir de ayetin bu ifadesini, ahiretteki şahidlik
manasına almak "hakikat"; açıklamak-ortaya koymak manalarına almak
ise "mecâz"dır. "Hakikat" ise mecazdan daha evladır.[40]
Beşinci Soru:
Ayetteki "vebîl" ne demektir? Cevap: Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
a) Bu, "ağır-çetin" şey demek olup, arapların, "Onu ağır ve
kötü bir neticeye ulaştırdı manasında söyledikleri ifâdesi de bundandır. Yine bol yağmura,
"vâbil" denişi de buna dayanmaktadır. Kalın değneğe de
"vebîl" denir.
b) Ebu Zeyd,
"Vebîl, hoş olmayan şey demektir. Nitekim neticeyi hoş olmadığı zaman "Kötü su" ve "Kötü ot"
denilir" demiştir. Bunu iyice kavradığına göre diyoruz ki: "Ayetteki,
"Biz onu vebîl, yani ağır ve çetin bir tutuşla yakaîayıverdik"
ifadesi ile, Firavun'un suda boğuluşu kastedilmiştir." Kelbî, Mukâtll ve
Katftde de bu manayı vermişlerdir.[41]
Cenâb-ı Hak, onları
yeniden kıyametle korkutmaya dönerek şöyle buyurmuştur:[42]
"Eğer siz, inkar
ederseniz, çocukları ak saçlı ihtiyarlar haline getirecek bir günde kendinizi
nasıl koruyabileceksiniz. (Çünkü) gök bile, o sebeple yarılır ve o (Allah'ın)
va'di gerçekleştirilmiştir" (Müzzemmil,17-18).
Bu ayetlerle ilgili
olarak şöyle birkaç mesele var:[43]
Vahidî, ayette bir
takdim-tehirin olduğunu ve takdirin, şeklinde olduğunu söylemiştir.[44]
Keşşaf sahibi ayetteki
"yevm" ile ilgili şu izahları (i'rablan) yapmıştır:
a) Bu,
mef'ûlün bih olup, mana, "Eğer inkarınız üzere ölürseniz, yevm-i
kıyametten ve onun dehşetinden kendinizi nasıl korursunuz?"
şeklindedir.
b) Bu, zarf
zamandır ve mana, "Eğer dünyada iken kafir olursanız, yevm-i kıyamette
korunmanız nasıl olur?" şeklindedir.
c) Bu,fiili
ile mansubtur, yani onun mef'ûlüdür. Buna göre, bu fiil, "inkar etme"
manasınadır ve ayet, "Eğer yevm-i kıyameti ve hesabı inkar ederseniz,
Allah'dan nasıl korku ve haşyet duymuş okursunuz" demek olur. Çünkü
Allah'dan korkup ittika etmek, O'nun hesab ve cezasından korkmaktır.[45]
Allah Teâlâ, o günün
dehşetlerinden olmak üzere, şu iki hususu zikretmiştir:
1)
"Çocukları, ak saçlı ihtiyarlar haline getirecek bir gün " ifadesinin
anlattığı husus... Bununla ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, o günün dehşetini anlatmak için yapılmış bir benzetmedir (teşbihidir).
Nitekim böylesi dehşetli günleri anlatmak için, "Çocukların perçemlerini
ağartan gün..." tabiri kullanılır ki, bunun aslı şudur: Üzüntü ve
kederler, insanın başına üst üste gelip, iyice onu sardığında, insanın saçları
hızlı bir biçimde ağarıverir. Çünkü çok keder, ruhun kalbde iyice sıkışıp
kalmasına sebep olur. Bu sıkışma da, bol (vücud) sıcaklığının sönmesine sebep
olur. Bunun sönmesi ve zayıflaması da, alınan gıda parçalarının vücutta tam
hazmedil memesi neticesini doğurur. Bu ise balgamın yenilen şeylere hükümran
olmasını gerektirir ki bu da, saçların aklaşmasının, büyük üzüntülerin sebep
olduğu birşey olduğunu bildikleri için, ağarmayı sıkıntı ve mihnetten kinaye
yapmışlardır. Yoksa bununla, o günün dehşetinin gerçekten çocukları
ihtiyarlatacağı manası kastedilmem iştir. Çünkü kıyametin elem ve korkularının
çocuklara gelip bulması söz konusu değildir.
b) Bununla,
o günün, çocukların buluğa erip, hatta ihtiyarlık çağlarının gelip, böylece de
saçlarının kırlaşacağı kadar uzun bir gün olduğu anlatılmak istenmiştir.
Edebiyatçılardan biri Me'arrî'nin "iki sakal başım kalıkla dolduran bir
zulüm" şeklindeki şiirini bana sordu ve Kur'ân'daki bu teşbihin,
Me'arrî'nin beytindeki teşbihten üstünlük cihetini anlatmamı istedi. Ben de, bu
üstünlüğü şu birkaç yönden anlattım:
Birincisi: Sakal başlarının kırlaştığını söylemek, o kadar enteresan bir hadise
değildir. Fakat çocukların saçlarının kırlaşması ise, dikkate şayan bir
hadisedir. Çünkü o günün dehşeti, onları sanki, çocukluk ve ihtiyarlık
arasındaki gençlik dönemini yaşamadan, çocukluktan ihtiyarlığa taşımıştır ki
bu, o günün şiddetini anlatmada, çok daha ileri bir ifadedir.
İkincisi:
Sakal başlarının kırlaşması, saçların beyazlaşması demektir. Halbuki saçlar,
gençlik kuvveti devam ederken de kıriaşabilir. Dolayısıyla bunda, ileri bir
mana yoktur; bu o kadar dikkat çeker bir durum değildir. Fakat ayetteki ifade,
çocukların, zayıf-nahif bir şekilde, yüzlerinin parlaklığı ve tazeliği
kaybolmuş bir şekilde ihtiyarladıklarına delalet eder ki bu, o günün şiddetini anlatmada
en ileri bir ifadedir.
Üçüncüsü:
Sakal başlarının kırlaştığını söylemek, o kadar enteresan birşey değildir.
Çünkü başın iki tarafı çokça "balgamı rutubetlerin bulunduğu yerdir.
Dolayısıyla insanda ilk kırlaşma sakal başlarında başlar, daha sonra başın
diğer taraflarına sıçrar. Binâenaleyh sakal başlarının kırlaştığını söylemek,
dehşeti anlatmakta ileri bir ifade değildir. Ama, ayette olduğu gibi, bu
kırlaşmanın, başın hatta bedenin tümünü sardığını anlatmak, ileri bir ifadedir.
Allah en iyi bilendir.[46]
1) Hak
Teâlâ'nın kıyametin dehşetini anlatan ikinci tavsifi de, "(Çünkü) gök bile
o sebeple yarılır" ayetidir. Bu da, yine o günün şiddet ve dehşetini
anlatan; onca büyüklüğüne ve sağlamlığına rağmen göğün, o günde paramparça
olacağını anlatan bir İfadedir. Binâenaleyh ya diğer canlıların o gündeki hali
nice olur, bir düşün. Bunun bir benzeri de, "Gök yarılıp parçalandığı
zaman..." (İnfitar, 1) ayetidir. Bu hususla ilgili şöyle iki soru var:[47]
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hak, burada niçin, "munfatır" yerine, "munfatıra"
dememiştir? Buna şöyle birkaç şekilde cevap veririz:
1) Ebu Ubeyde, Ebû Amr b. el-'Alfl'dan, şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Hak Teâlâ demiş, müennes olarak, "munfatıra" dememiştir. Çünkü
"semâ" kelimesinin mecazi manada kullanılması, tıpkı "sakf"
(tavan) kelimesinin mecazi manada kullanılması gibidir. (Yani bu iki kelime
mecazen birbiri yerine kullanılabilir). Nitekim mesela, "evin tavanı"
manasında, "semau'l-beyt" dersin.
2) Ferrâ da şöyle
der: "Semâ" kelimesi, hem müennes, hem müzekker sayılır.
Bu ayette,
müzekker sayılmıştır. (Dolayısıyla haberi de müzekker olarak gelmiştir)."
Ferrâ, buna delil olarak şu beyitleri getirmiştir:
''Eğer gök ona bir
topluluk çıkaracak olsaydı, biz de bulutlarla birlikte yıldızlara
ulaşırdık."
3)
"Semâ" kelimesi müennes-i hakiki değildir. Hakiki müennes olmayan
kelimeler, müzekker de sayılabilirler. Nitekim şair,
"Göz,
ismidi-I'hayri sürmesiyle sürmelenmiştir" demiştir. Şair A'şâ da
"Ne, yağmur veren
bir bulut var, ne de, ürün ve sebze verecek bir toprak parçası..."
demiştir.
4) Ayetin
takdiri, şeklindedir. Buna göre, ifâde, ifadeleri gibi olmuş olur ve yine
Arapların, emzikli kadın manasındaki sözleri de böyledir.
İkinci Soru:
Ayetteki ifâdesinin takdiri nasıldır?
Buna birkaç şekilde cevap verilebilir:
1) Ferra
bunun takdirinde olduğunu söyler.
2) Buradaki
"bâ" harf-i cerri tıpkı "Ağacı keserle yardım. O da, onunla
yarıldı" cümlesindeki "bâ" gibidir. Buna göre ayet, "O
gökler tıpkı, sebebiyle birseyin yarılması gibi, o günün şiddet ve dehşetinden
ötürü yarılmıştır" demek olur.
3) Semanın,
o günün büyüklüğünün kendi üzerinde gerçekleşmesi ve o günden haşyetinden
ötürü, yarılmasına sebep olacak bir biçimde ağırlık altında kalması
kastedilmiştir. Bu tıpkı, "Göklere de, yere de ağır basmıştır o
(kıyamet)"(A'raf, 187) ayetinde ifade edildiği gibidir.
Ayetteki, "O
(Allah'ın) va'di gerçekleştirilmiştir" ifadesine gelince, bil ki buradaki
"hû" (o) zamiri, hem "mefûl"e, hem de "fâif'e raci
olabilir. Birincisinde, mana, "O günün va'di yapılmıştır" şeklinde
olursa ki bu da, "o güne nisbet edilen o va'd mutlaka olacaktır. Çünkü
Allah Teâlâ'nın hikmeti ve ilmi, bunun olmasını gerektirir" demektir.
İkincisinde ise mana, "Allah'ın va'di hiç şüphesiz olacaktır. Çünkü Allah Teâlâ,
yalan söylemekten münezzehtir" şeklinde olur. Hernekadar bu ifadeden önce,
"Allah" lafzı geçmemiş ise de, malum olduğu için, bu zamirin O'na
raci olması da güzel ve yerindedir.
Bil ki Allah Teâlâ,
sûrenin başında "sa'idlerin hallerinden bahsetmiştir. Onların hallerinin,
şöyle iki esas kısma ayrılacağı da malumdur:
a) Dine
taalluk eden şeylerde Mevlâ'ya itaat... Cenâb-ı Hak bu hususu daha önce
zikretmiştir.
b)
İnsanlarla yaptıkları muamelelerindeki
halleri... Hak Teâlâ bunu da, "Onlar ne derlerse sabret. Onlardan güzel
bir şekilde uzaklaş"(Müzzammiı, 10) ayetinde işaret etmiştir. Şakilere
gelince, Allah Teâlâ, önce bunları kısaca tehdid ederek işe başlamış ve
"Dini yalanlayan o servet sahiplerini bana bırak..."(Muzunum, 11)
buyurmuştur. Daha sonra aşiretteki çeşitli azaplardan bahsetmiş. Bunun peşinden
dünyadaki azabı ele almıştır ki bu, onları dünyada iken çetin bir şekilde
yakalamasıdır. Daha sonra da kıyametin dehşetini beyan etmiştir. Bu sadeddeki
açıklamaları tamamen bitirince de, ilgili sözü şöyle buyurarak bitirmiştir.[48]
"İşte bu,
gerçekten bir Öğüttür. Artık kim dilerse, Rabbisine bir yol edinir"
(Müzzemmil. 19).
Bu, "Ayetlerimiz
çeşitli hidayetleri ve yol göstermeleri ihtiva eden Öğütlerdir. İsteyen,
Rabbine, (bunlarla) bir yol bulabilir" demektir. "Yol edinme",
Cenâb-ı Hakk'a taatla meşgul olup, O'na isyan etmekten sakınmaktır.[49]
"Şüphe yok ki
Rabbin bilir ki sen, gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yarısı ve üçte biri
kadar, kıyamda durmaktasın ve seninle beraber bir zümrede (böyle yapmakta)
geceyi ve gündüzü Allah saymaktadır. O, bunu sizin sayamayacağınızı bildiği
için, size karşı (müsamaha) tarafını seçti. Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni
okuyun. Allah bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak. Diğer bir kısmının
ise, Allah'ın lütfundan nasibini aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer
bir kısmınızda Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur'ân'dan kolayınıza
geleni okuyun, namazı dosdoğru kıhn, zekatı verin. Allah'a gönül hoşluğu ile
borç verin. Önceden kendiniz için ne hayır gönderirseniz, onu Allah'ın katında
bulursunuz. Bu daha hayırlı, sevabca daha büyüktür. Allah'dan ma0iret isteyin.
Şüphesiz Allah gafur ve rahimdir" (Müzzemmil, 20).
Ayetteki, "Şüphe
yok Rabbin bilir ki sen gecenin üçte ikisinden biraz eksik ve yansı ve üçte
biri kadar kıyamda durmaktasın..." cümlesiyle ilgili iki mesele var:[50]
Ayetteki, ifâdesinden,
"Gecenin üçte ikisinden daha azı" manası kastedilmiştir.
"Ednfl" (daha yakın) kelimesi, istiare (mecaz) olarak "daha
az" manasına kullanılmıştır. Çünkü iki şey arasındaki mesafe, yakın
olduğunda, aralarındaki yerler de az olur. Uzak olduğunda ise çoğalır.[51]
Nasb İle bu iki
kelime, şeklinde okunmuştur. Buna göre mana, "Sen, gecenin üçte ikisinden
daha azında veya yarısında kıyamda durursun" şeklinde olur. Yine bu
kelimeler cerr ile şeklinde de okunmuştur.
Buna göre mana, "Sen gecenin üçte ikisinden, yarısından veya üçte birinden
daha az kıyamda durursun" şeklinde olur. Fakat biz, "Gecenin birazından
gayrı saatlerinde "(Mazzemmü, 2) ayetinin tefsirinde, bu söz ile, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in vacibi (farzı) terkettiğinin çıkarılamayacağını
anlatmıştık.
Ayetteki,
"Seninle beraber bir zümre" ifadesi, "Onlar, geceleyin, bu kadar
kıyamda bulunan ashabın" demektir.
ifadesi, "Gece ve
gündüzün sayısını ve miktarını sadece Allah bilir" demektir.
Ayetteki "O, bunu
sizin sayamayacağınızı bilir" ifadesiyle ilgili, şöyle iki mesele var:[52]
Buradaki
"hû" (bunu) zamiri, "sizin gerçek ve doğru olarak, gece ve
gündüzün herbir parçasını ve miktarlarını sayamayacağınızı ve bu parçaları,
tenkid veya iltifat yoluyla elde edemeyeceğinizi, elde etseniz bile, çok zor
elde edeceğinizi bildi" takdirindeki, mukadder bir masdara racidir. Bu
manada Mukâtll, "Kişi kendisine farz olan ve emredilen miktarda
kıyam vazifesini yine getirememe, bunu tutturamama endişesinden ötürü, bütün
gece namaz kılıyor, kıyamda duruyordu" demiştir.[53]
"Teklif-i
malâyutâk"ın yani güç yetirilemeyecek şeylerde mükellef tutulabileceği
hususunda bazı kimseler bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ, "takat getiremeyeceksiniz, güç
yetiremeyeceksin..." manasında, "sayamazsınız" buyurmuş. Ama
sonra da onları bunu saymakla mükellef tutmuştur."
Buna şu şekilde cevap
verilir: "Hak Teâlâ bu ifade ile, işin çok zor olduğunu anlatmak
istemiştir. Yoksa onların buna güç yetinmeyeceklerini kastetmem iştir. Bu
tıpkı, bir kimsenin, kendisine bakmakta zorlandığında, "Falancanın yüzüne
bakacak gücüm yok" demesi gibidir.[54]
Ayetteki,"(Allah)
size karşı (müsamaha) tarafını seçti" cümlesi, o belirlenen miktardaki
gece kıyamının terkedilebileceği hususunda bir ruhsatı ifade eder. Bu tıpkı,
"Allah sizin tevbenizi kabul etti, sizi affetti. Binâenaleyh şimdi artık
(o hanımlarınıza) yaklaşınız" (Bakara, 187) ayeti gibidir. Buna göre mana,
"Cenâb-ı Hakk'ın, tevbe edenden koğuşturma ve soruşturmayı kaldırması
gibi, bu gece kıyamını terketmeniz halinde, sizden koğuşturmayı da
kaldırmıştır" şeklinde olur.[55]
Hak Teâlâ'nın
"Artık Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" buyruğu ile ilgili olarak
şöyle iki görüş var:
1) Buradaki
"okuma" İle, "namaz kılma" kastedilmiştir. Çünkü Kur'ân
okumak, namazın parçalarından biridir. O halde, burada, cüz'ü zikredilmş, bunun
küllü (bütünü) kastedilmiştir. Buna göre, "sizler, kolayınıza geldiği
kadar (gece) namazı kılın" demektir. Bu hususta da iki görüş vardır:
a) Hasan
el-Basrf, HakTeâlâ'nın bu emirle akşam ve yatsı namazlarını kastettiğini
söyler.
b) Diğer bazı
alimler de, "Aksine teheccüd namazının farziyyeti neshedilmiş ve
teheccüdden yapılabilecek kadarıyla yetinilmiş, daha sonra bu da, beş vakit
namazın farz kılınışıyla neshedilmiştir" demişlerdir.[56]
2) Bu ifade
ile bizzat "Kur'ân okumak" kastedilmiştir ve ayetin anlatmak
istediği, unutulmasın diye, daha çok Kur'ân okumayı sağlamaktır. Bu cümleden
olarak, (her gece) yüz ayetin okunabileceği ileri sürüldüğü gibi, "Kim
(her gece) yüz ayet okursa, kânitlerden, yani İtaatkârlardan yazılır" denilmiştir.
Elli ayet okunabileceği de söylenmiştir. Kimileri de, "Kısa bir süre de
yeterlidir. Çünkü teheccüdün neshedilişi, zorluğu ortadan kaldırmak İçindir.
Gece çokça Kur'ân okumada da zorluk vardır. Binâenaleyh bununla,
çok okumanın kastedilmiş
olması mümkün değildir" demişlerdir.
Burada bir başka husus
da şudur: Ibn Abbas (r.a)'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Resûlüllah'ın ashabından, gece namazı emri (farzı) sakıt olmuş ve bu iş
nafileye dönüşmüştür. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s) için farz olarak kalmayı
devam etmiştir."[57]
Hak Teâlâ, bunun
neshedilişinin hikmetini de beyan etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Allah,
bilmektedir ki içinizde hastalar bulunacak, diğer bir kısmınız ise Allah'ın
lütfundan nasibini aramak üzere yeryüzünde yol tepecekler, diğer bir kısmınız
da Allah yolunda çarpışacaklardır. O halde Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun,
namazı dosdoğru kılın, zekatı verin."
Bil ki sanki
"Deki Allah niçin bunu neshetmiştir?" denilmiş de, Cenâb-ı Hak bunun
üzerine, "Allah şöyle şöyle olanları bildiği için bunu neshetmiştir"
demiştir. Buna göre mana, "Geceleyin namaz kılmak hastalara, ticaret için
sefer edenlere ve Allah yolunda cihad edenlere çok zor geldiği için böyle
yaptı" şeklinde olur. Çünkü hastalar, hastalıkları sebebiyle teheccüd
namazı kılamazlar.. Yolcular ve mücahidler de, gündüz zor ve yorucu işlerle
meşgul olduktan, eğer gece uyumayıp teheccüd ile meşgul oldukları, eğer gece
uyumayıp teheccüd ile meşgul olsalardı, meşakkatler üst üste binmiş olurdu. Bu
durum ise, Hz. Peygamber (s.a.s) için söz konusu değil. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Gündüz senin için geniş bir vakit var" (Müzzemmil, 7) buyurmuştur.
Dolayısıyla, Hz. Peygamber (s.a.s)'in teheccüd neshedilmemiştir.[58]
Bu ayetten, Cenâb-ı
Hakk'ın, mücahidler ile helal rızık peşinde gezip çalışanları aynı saydığı
inceliği çıkarılabilir. Nitekim Ibn Mes'ûd (r.a)'un, "Bir adam, sabrederek
ve mükafaatını Allah'dan bekleyerek, bir müslüman beldeye bir şey getirip, onu
o günün rayicine (fiatma) göre (fazla kâra tamah etmeksizin) satarsa, Allah
katında şehidlerden sayılır" dediği rivayet edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Kur'ân'dan kolayınıza geleni okuyun" emrini tekrar etmiştir ki
bu, öncekini te'kid (pekiştirmek) içindir.
Hak Teâlâ "namazı
dosdoğru kılın" yani farz namazlarınızı dosdoğru kılın; "zekât yani
farz zekâtlarınızı verin" buyurmuştur. Buradaki "zekât" ile,
sadaka-ı fıtrin kastedildiği, zira Mekke'de iken henüz zekâtın farz
kılınmadığı; bunun daha sonra farz kılındığı da ileri sürülmüştür. Dolayısıyla
buradaki "zekâtı" "farz zekât" manasına alanlar, bu sûrenin
son ayetlerinin "medenî" (Medine'de nazil olmuş) olduğunu
söylemişlerdir.[59]
Cenâb-ı Hakk'ın
''Allah'a gönül hoşluğu ile borç verin" emriyle ilgili şu üç izah
yapılabilir:
a) Allah
Teâlâ bu ifadeyle, farz zekât dışındaki sadakaları kastetmiştir.
b) Zekâtın
en güzel bir biçimde verilmesini kastetmiştir ki bu da, onun, malın en
iyisinden verilmesi; fakire daha faydalı olacak şeyin verilmesi; niyet yapılması;
Allah'ın rızasının gözetilmesi ve en layıklara verilmesidir.
c)
Allah Teâlâ, bununla kişinin canı ve malı ile
hertürlü hayrı yapmasını kastetmiştir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, mal (zekât ve sadaka) verilmesindeki hikmeti dile getirerek,
"Önceden kendiniz için ne hayır gönderirseniz, onu Allah'ın katında
bulursunuz. Bu daha hayırlı, sevabca daha büyüktür" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili olarak şöyle iki mesele var:[60]
İbn Abbas (r.a) ayete,
"Sizler, bunu Allah katında, ölürken vasiyet edeceğiniz zamana
bırakacağınızdan daha hayırlı ve daha çok ecirli bulursunuz" manasını
vermiştir. Zeccac da, "Kendiniz için, ölmezden önce yaptığınız hayırların
Allah katında sizin için, dünya metâından daha hayırlı olduğunu
görürsünüz" manasını vermiştir. Ama İbn-i Abbas (r.a)'ın verdiği mana daha
esastır.[61]
Ayetin manası,
"ölmezden önce kendiniz için yaptığınız hayırları, Allah katında daha
hayırlı ve daha ecirli olarak bulursunuz" şeklindedir. Fakat, Cenâb-ı Hak
te'kid ve mübalağa için, demiştir. Ebu's-Slmâl da, mübteda-haber olmak üzere
bunu, şeklinde okumuştur.[62]
Hak Teâlâ daha
sonra,"Allah'dan mağfiret isteyin" buyurmuştur ki bu,
"Günahlarınıza, sizden sudur eden kusurlarınıza ve özellikle gece
kıyamlarınız ile ilgili olan kusurlarınıza istiğfar edin. Çünkü Allah,
mü'minlere gafur ve rahîm olan, yani onların günahlarını bağışlayan ve onlara
merhamet edendir" demektir.
"Gafur"
kelimesinin manasıyla ilgili olarak şu iki görüş vardır:
a) Bu,
"Allah bütün günahlarınızı bağışlayandır" demektir. Bu görüş,
Mukatil'indir.
b) Bu,
"Allah, günahta ısrar etmeyenleri bağışlayandır" manasınadır.
Mukâtll, görüşüne delil olarak şu iki şeyi ileri sürmüştür:
1) Ayetteki
"gafur" ve "rahîm" sıfatları, tevbe edeni de, günahta ısrar
edeni de içine alan ifadelerdir. Delili ise, bunların her birinin, yalnız
başına, bu hükümden istisna edilebilir olmalarıdır. İstisnanın hükmü İse,
yapılmaması halinde, hükme dahil olacak şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır.
2) Karşı
tarafça (yani Mutezile ce), tevbe edenlerin bağışlanması vacibtir (zorunludur).
Dolayısıyla vacibi yerine getirmeden ötürü kişi için, bir medh-ü sena söz
konusu olmaz. Halbuki ayetteki bu ifade, Allah'ı medh-ü sena etmek içindir.
Binâenaleyh işte bu medhin olduğunu söyleyebilmek için, bu ifadeleri,
"bütün günahları affeder" manasına hamletmek gerekir. Vallahu a'lem.
Hamd, alemlerin Rabbi olan O Allah'a; salat-u selam da, peygamberlerin
efendisi, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (amin).[63]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/205.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/207.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/207-208.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/208.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/208.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/209.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/209.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/209-211.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/211.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/211-212.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/212.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/212-213.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/213-215.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/215.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/215-216.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/216.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/216.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/216.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/216-217.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 22/217.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/217-218.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/218.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/218-219.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/219.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/219-220
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/220.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/221.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/221.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/221-222.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/222.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/222-223.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/223.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/223-224.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/224.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/224.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/224.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/225.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/225.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/225-226.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/226.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/226.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/227.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/227.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/227.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/227.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/227-228
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/228.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/228-230.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/230.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/230-231.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/231.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/231.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/231.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/232.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/232.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/232.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/232.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/233.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/233.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/233-234.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/234.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/234.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/234.