Bu sûre, ellialtı
ayettir ve Mekkîdir. Bazı alimlere göre, İlk nazil olan sûredir.[1]
"Ey bürünüp
sarman (Resulüm)" (Müddesslr, 1).[2]
"Müddessir" kelimesinin
aslı "mütedesslr"dir.
"Mütedessir" de, uyumak veya ısınmak için elbisesine iyice bürünen
demektir. Nitekim Arapça'da "Elbisesine büründü" denilir.
"Dlsâr" da, bürünülen şeydir. Mahreçleri yakın olduğu için,
"mütedesslr"deki "te", "dal" harfine çevrilmiş ve
ikinci "dal"a idgam edilmiştir.[3]
Alimler, ayette
"büründüğü" söylenen zatın, Resulüllah (s.a.s) olduğu hususunda ittifak etmişler
ama, niçin böyle elbisesine sarınıp büründüğü
hususunda değişik izahlar
yapmışlar; kimileri ayeti zahiri manasına göre
tefsir ederken, yani
onun, elbisesine büründüğünü söylerlerken; kimileri zahiri manayı
almamışlardır.
Ayeti zahiri manasına
göre alanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hangi sebepten ötürü elbisesine
büründüğü hususunda ihtilaf ederek şu izahları yapmışlardır:
1)
Kur'ân'dan nazil olan itk ayet budur. Nitekim Cabir b. Abdullah, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Hira dağında idim. Birden,
"Ey Muhammed, sen Allah'ın peygamberisin" diye bana seslenildi. Bunun
üzerine sağıma-soluma bakindim, ama hiçbirşey göremedim. Derken yukarı baktım
ve o meleği, gök ile yer arasında bir taht üzerinde oturur olarak gördüm.
Korktum ve Hatice'nin yanma döndüm, "Beni örtünüz ve üzerime soğuk sular
dökünüz" dedim. Bunun üzerine Cebrail (o melek gelip), ayetlerin "[4]indirdi.[5]
2) Bir takım
kimseler, Hz. Peygamber (s.a.s)'e eziyet ediyorlardı. Bunlar Ebu Cehil, Ebû
Leheb, Ebû Süfyan, Velid b. Muğîre, Nadr b. el-Haris, Ümeyye b. Halef ve As b.
Vâll'dir. Bunlar biraraya geldiler ve şöyle dediler: "Hacc günlerinde,
bütün arapların temsilcileri toplanıyor ve bize Muhammed'İn durumunu
soruyorlar. Herbirimiz değişik değişik cevaplar veriyor. Kimimiz, "O bir
deli" derken, kimimiz de, "Hayır o bir kâhin", "Hayır, o
bir şair" diyor. Bundan dolayı o temsilciler cevapların farklı oluşuna
dayanarak, hepsinin batıl olduğu kanaatine varıyorlar. Şimdi gelin, Muhammed'i
tek bir isimle isimlendirmede anlaşalım."[6]
Bunun üzerine,
"ona "şair diyelim" deyince, Velld b. Muğire, "Ben, Ubeyd
b. el-Ebras'ın ve Ümeyye b. Ebİ's Salt'ın şiirlerini dinledim. Muhammed'İn sözü
bunların sözüne (yani şiire) hiç benzemiyor" dedi. Bir başkası, "Ona "kâhin"
diyelim" deyince de, Veltd, "Kâhin kime denir?" dedi. Onlar da,
"Bazan doğru, bazan yalan söyleyen (o kimselere) denir" deyince, o,
"Muhammed hiç yalan söylememiştir" dedi. Bunun üzerine bir başkası,
"Ona "mecnûn" diyelim" dedi. Velid "Kime mecnun
denir?" dedi. Onlar da, "İnsanları korkutan, insanların kendisinden
korktuğu kimselere denir" diye cevap verince de, Velid, "Hiç kimse
Muhammedden korkmamıştır" dedi. Sonra da kalkıp evine gitti. Bunun üzerine
oradakiler galiba "Velld b. Muğire, "Dinini terk etti" dediler.
Bunun üzerine Ebû Cehil, Velid'in yanına girdi ve "Ebû Abdi Şems, ne
yapıyorsun? Kureyşliler, senin onun malına muhtaç olduğundan dinini bıraktığını
iddia ettiler, bundan Ötürü de sana verilmek üzere, aralarında para
topladılar" dedi. Velld, "Benim ona ihtiyacım yok. Fakat Muhammed
hakkında çok düşündüm ve neticede, ona "sihirbaz" denebileceği
neticesine vardım. Çünkü sihirbaz, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin ve karı
ile kocanın arasını ayırandır" dedi. Derken onlar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in
bu şekilde isimlendirilmesi hususunda ittifak ettiler.[7]
Sonra dışarı çıkarak,
Mekke'de insanların toplu olduğu yerlerde, bangır-bangır bağırarak,
"Muhammed bir sihirbaz. Ona bundan sonra sihirbaz denilecek" dediler.
Bunun üzerine, insanlar arasında, "Muhammed sihirbazdır" yaygarası
yayıldı. Resûlüllah (a.s) bunu duyunca, bu kendine çok ağır geldi. Üzüntülü
olarak evine döndü ve elbisesine büründü. Allah Teâlâ da "Ey bürünüp
sarman, ayağa kalk ve (insanlım) uyar" ayetlerini indirdi.
3) Hz.
Peygamber (s.a.s) elbisesine bürünmüş olarak uyuyordu. Derken Cibril (a.s)
gelip, onu uyandırarak, "Ey bürünüp sarman, ayağa kalk ve (insanları)
uyar" dedi. Buna göre sanki o ona, "Elbiseye (yorgana-battaniyeye)
bürünmeyi ve uyumayı bırak da, Allah'ın sana bir nasib olarak verdiği bu
vazifeyle meşgul ol!" demiştir.[8]
İkinci görüşe, yani
ayetteki "bürünme" kelimesi ile, elbiseye bürünme manasının
kastedilmediğini (bununla mecazi bir mana kastedildiğini) söyleyenlerin
görüşüne göre ise, şu izahlar yapılabilir:
1) Bu kelime
ile, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, nübüvvet ve risalet elbisesine bOrünmesi
kastedilmiş olabilir. Bu mana, arapların, "Allah ona takva elbisesini
giydirdi ve ilim ridası (cübbesi) ile süsledi" şeklindeki deyimlerine
varıp dayanır. Yine Arapça'da, "Falanca şu emri, kendisine elbise edindi
(yani iyice üzerine aldı)" denilir. Dolayısıyla ayetteki bu ifade ile,
"Ey nübüvvet elbisesine bürünen, kalk ve insanları uyar" manası
kastedilmiştir.
2)
Elbisesine bürünen, sanki onun içinde saklanmış gibi olur. Hz. Peygamber
(s.a.s) de, Hira Dağı'nda sanki insanlardan gizlenip saklanmış gibi idi. Buna
göre sanki, "Ey adı-sanı anılmaz bir biçimde bürünüp, saklanan-gizlenen,
şu ışın gereğini yerine getir. Sessizlik köşesinden çık. Halkı uyar ve onları
hakkı tanımaya davet işiyle meşgul ol.
3) Allah
Teâlâ, onu alemlere bir rahmet (vesilesi) olsun diye yaratmıştır. Buna göre ona
sanki, "Ey şerefli ilim, güzel ahlâk ve mükemmel rahmet elbiselerine
bürünen, kalk ve Rabbinin azabı hususunda insanları uyar" denilmektedir.[9]
İkrime'nin bu kelimeyi
yine aynı kökten olmak üzere ism-i mef'ûl sigasında, "müddesser"
(büründürülmüş, sarılmış) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki,
"Bu iş sana verildi ve sen bununla kuşatıldın" denilmek istenmiştir.
Bunun bir benzeri de, Müzzemmil Sûresi'nde geçmiştir.[10]
"Kalk ve
insanları uyar" (Muddessir, 2).
Ayetteki,
"kalk" ifadesiyle ilgili olarak iki izah yapılabilir:
1) Bu,
"yatağından kalk, uykudan uyan" manasınadır.
2) Bu "karar vermiş ve bu işe azmetmiş olarak kalk, işe koyul"
manasınadır. Ayetteki, 'İnsanları uyar" emri hususunda da şu iki izah
yapılabilir:
a)
"Eğer iman etmezlerse, kavmini, Allah'ın azabı hususunda uyar."
b) İbn Abbas
(r.a) buna, "İnsanları inzar etmek, ikaz etmek için kalk" manasını
vermiştir. Birinci görüşü benimseyenler, "Yakın akrabalarını inzar
et" (Şuara, 214)
ayetini; ikinci görüşü
benimseyenler de, "Biz seni ancak, bütün insanlar için müjdeleyici ve
uyarıcı olarak gönderdik" (Secde, 28) ayetini delil getirmişlerdir.
Burada şöyle üçüncü
bir ihtimal daha vardır. O da, bu ifadeyle, "inzar işiyle meşgul ol"
manası kastedilmiştir. Buna göre Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki,
"Kendini bu mesleğe ve vazifeye hazırla, iyice hazırlan" demek
istemiştir. Çünkü "Münazaa-münakaşa sanatını öğren" deme ile,
"Zeyd'le münakaşa et" deme arasında fark vardır.[11]
"Rabbini
tekbir et" (Mûddesair, 3).
Bu ayetle ilgifi iki
mesele var:[12]
Müfessirler, ayetteki
"tekbir et "menin ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) Kelbî,
"Rabbini putperestlerin söylediği şeylerden tenzih et, ulula"
manasını verirken,
b) Mukfttil,
"Bu kişinin, " Allahu Ekber" demesidir" demiştir. Rivayet
olunduğuna göre bu ayet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s) kalktı ve
"Allahu Ekber Kebîra" dedi. Bunun üzerine, Hz. Hatice (r.a) de tekbir
alıp, bunun ona gelen bir vahiy olduğunu anlayarak sevindi.
c) Bununla,
namazda alınan tekbirler kastedilmiştir. İmdi, eğer, "Bu sûre,
peygamberliğin başlangıcında nazil olmuştur ve o zaman henüz namaz farz
değildi" denilirse, biz deriz ki: Hz. Peygamber (s.a.s)'in nafile olarak
namaz kıldığı, dolayısıyla da kıldığı bu namazlarda tekbir getirmekle
emrolunması uzak bir ihtimal değildir.
4) Bence
burada şöyle bir ihtimal daha söz konusudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
"Kalk, artık inzar et" denilince, bundan sonra da, "Rabbini boş
ve abes işlerden tenzih et. Sana verilen bu inzar emrinin, senin ihlâl etmen
caiz olmayan, üstün hikmet ve önemli bir iş olduğu için olduğunu da bil"
denilmek istenmiştir. O halde, "Rabbini" kelimesi "Kalk ve inzar
et" emrini te'kid eder bir durum arzeder.
5) Bence
burada, yapılabilecek diğer bir izah da şudur: Hak Teâlâ, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e( inzarda bulunmasını emredince, sanki birisi "Peki ne ile, hangi
hususta inzar edecek?" diye sormuş da, bunun üzerine Cenâb-ı Hak da,
"Rabbini, ortakları, benzerleri ve zıdları bulunmaktan, mümkin ve muhdes
varlıklara benzemekten ululaması, tenzih etmesi şeklinde yapar" buyurmuştur.
Bunun bir benzeri de, Nahl Sûresl'ndeki, "Benden başka hiçbir tanrı
olmadığı hakikatiyle inzar edin. Benden ittika edin" diye..."(Nahi,2)
ayetidir. O halde bu, Allah'ı tanımaya ve O'nu tenzih etmek gerektiğine dair
olan davetin, diğer davet çeşitlerinden önce geldiğine dikkat çeken bir
ifadedir.[13]
ifadesindeki "fâ" hakkında da,
şu İzahtan yapmışlardır:
1) Ebu'l-Feth
el-Mevsılî şöyle demektedir: Arapça'da, "Zeyd'i döv, Amr'a da teşekkür
et" denilir ki bu takdirindedir. Buna göre, buradaki "fâ",
zâiddir.
2) Zeccac
şöyle der: "Fiilin başına bu fâ, onun ceza (cevab) olduğunu göstermek için
gelmiştir. Buna göre, mana, "Kalk ve Rabbini tekbir et, büyüklüğünü
anlat" şeklinde olur. Bundan sonra gelen. ifâdesi de aynı
takdirdedir."
3) Keşşaf
sahibi, "Bu fâ, fâ-i şartiyyedir. Buna göre takdir, "Herne olursa
olsun, sen Rabbini tekbir etmeyi, ululamayı bırakma" şeklindedir"
der.[14]
"Elbiseni de
temizle" (Müddessir, 4).
Bil ki bu ayetin
tefsiri hususunda, şu dört şey söylenebilir:
1) Gerek
"siyftb" (elbise), gerek taharet (temizleme) ifadeleri hakiki
manalarına göre alınabilirler.
2)
"Siyâb" hakiki manaya, "taharet" kelimesi mecazi manaya
alınabilir...
3)
"SIyâb", mecazi; "temizleme" lafzı hakiki manaya
alınabilir.
4) Her ikisi
de mecazi manaya alınabilir.
Birinci ihtimale yani,
her iki kelimenin de hakiki (lügavi) manalarına alınmaları halinde şöyle olur:
Bununla, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, elbiselerini, pisliklerden, kirden,
necasetten temizlemesi emredilmiştir. Böyle olması halinde, ayet hususunda şu üç
mana muhtemeldir:
a) Şaflî (r.h), "Bununla, namazın, ancak necasetten temiz olan bir
elbise içinde kılınabileceği kastedilmiştir" der.
b)
Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem, "Müşrikler, elbiselerini kirden-pislikten
korumuyorlardı. Dolayısıyla Allah
Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e elbisesini pisliklerden
korumasını emretmiştir" demiştir.
c) Rivayet
olunduğuna göre müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in üzerine, bir koyunun
kuzusunun zarını-eşini atmıştır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ağırına gitmiş ve
üzgün olarak evine dönmüş, elbisesine bürünmüş. Bunun üzerine kendisine,
"Ey sarınıp-bürünen, artık kalk inzarda bulun. Bu adi hareketler seni
inzar vazifenden alıkoymasın. Rabbini, onlardan intikam alamayacak olduğu
düşüncesinden tenzih et, elbiseni de o piştilerden ve necasetten temizle"
diye vahyedilmiştir.
İkinci ihtimale yani,
"elbise" lafzının hakiki, "temizle" lafzının ise mecazi
manaya alınması ihtimaline göre şu iki görüş ileri sürülebilir:
a) Ayetteki
"temizle" emri ile, "kısalt" manası kastedilmiştir. Bu böyledir,
zira Araplar, uzun elbise giyiyorlardı. Dolayısıyla da, eteklerini toplamak
zorunda kalıyorlardı. Bu uzunluktan dolayı da, elbiseleri pis oluyordu. Bir de,
elbisenin eteklerinin uzatılması, caka satmak, böbürlenmek için yapılıyordu.
İşte, Allah'ın Resulü, böyle davranmaktan men olundu.
b) Bu,
"giyindiğin elbiselerin, gasbedilmiş yahut haram olmaktan uzak ve temiz
olması, helal bir cihetten elde edilmiş olması gerekir" demektir.
Üçüncü ihtimal,
yani, "temizleme"nin hakiki manaya, "elbise" kelimesinin de
mecazi manaya alınması... Zira, elbise lafzı, "kişinin bedeni"
anlamına da kullanılabilir. Çünkü Araplar, istincâ ederken temizlenmiyorlardı.
Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, böyle temizlik yapması emredildi. Bazan
da, "elbise" lafzı, "nefs"den kinaye olarak kullanılır.
Nitekim şair Antere,
"Elbiseme, yani
kendisine bir çeki düzen verdim, toparladım..." demiştir. İşte bundan
dolayı da çift "Salkımlarda kerim ve cömert olan, mahrum ve yoksun
bırakılacak değildir" demiştir.
Dördüncü ihtimal, yani
hem "elbise" hem de "temizleme" lafızlarının mecazi manaya
hamledilmesi. Alimler, bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a)
Müfessirlerin ekserisinin de görüşü olan bu görüşe göre mana, "Kalbini,
kötü vasıflardan ve niteliklerden temizle" şeklindedir. Hasan el-Basrî'nin
de bu ifadeye, "huyumu güzelleştir" manasını verdiği rivayet
edilmiştir. Kafffll, "Hasan el-Basıfnin verdiği bu manaya göre şu izahlar
yapılabilir, demiştir:
1) Kafirler,
Hz. Muhammedi, "sihirbaz" diye tavsif edince, ona bu isim verince, bu
onun çok zoruna gitti.. Derken evine döndü ve elbisesine büründü.. Dolayısıyla
da onun bu hareketi bir huysuzluğu gerektiren bir sabırsızlığa sebebiyet vermiş
oldu da, bunun üzerine ona, "Kalk, artık inzar et. Onların bu adice
hareketleri seni, onları uyarmamaya sevketmesin... Tam aksine, huyunu
güzelleştir" denildi.
2) Cenâb-ı
Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, onların huyuyla huylanmaktan men etti de, bunun
üzerine ona, yani, "Kalbini, iftira etmek, laf uydurmak, yalan söylemek ve
sıla-i rahimde bulunmamak gibi" kötü huylardan temizle" denildi.
3)
"Nefsini ve kalbini, onlardan intikam
almaya ve onlara kötülük yapmaya azmetmekten temizle.."[15]
Biz, ayeti bu
şekilde tefsir ettiğimizde, ayetin kendinden öncekilerle münaesbeti hususunda
şu izah yapılabilir:
Birinci İzah:
Allah Teâlâ, bu sûrenin başında Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "Ey
bürünen..." deyip, bürünmek de bir şeyi giyinmeyip libasa bürünmeyi ifade
edince, "Büründüğün o elbiseleri bu gibi fikirler ve müşriklerin yaptığı
iftiralardan ötürü sabırsızlık ve canıazlık üzere giyinmekten arındır"
denilmiştir.
İkinci İzah:
Ayetteki kelimesinin Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Nübüvvet elbisesine
bürünmek.." manasıyla yorumlanması. Buna göre adeta sanki, "Ey
nübüvvet elbisesine bürünen... Kendisine büründüğün şeyi sabırsızlıktan,
tahammülsüzlükten, kin ve öfkeden temizle.. Çünkü, bütün bunlar, bu elbiseye
uygun düşmez..." denilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak bu hususu, "Rabbin için sabret" buyurarak izah etmiştir. Bil ki,
ayetteki, "bürünen" ifadesini, bu tür sıfatlarla tavsif edilme anlamına
almak, caizdir, mümkündür. Çünkü, Araplar bir kimseyi, kusurlardan beri olmakla
nitelediklerinde "Falanca, yakası ve eteği tertemiz olan bir kötü huytarla
nitelediklerinde ise, "Falanca,
kirli elbiselidir" derler. Nitekim, Şair de,
"Mervan ve oğlu
gibi, hiç bir baba ve oğul yoktur. Çünkü Mervan, övgüyü ve yüceliği, kendisine
bir cübbe ve rida, elbise edinmiştir" demiştir.
Bu kinayenin güzel
oluşu sadedinde de şu iki izah yapılabilir:
1) Çünkü
elbise, tıpkı, insandan ayrılmayan bir şey gibidir. İşte bundan dolayıdır ki,
Araplar, "elbise" kelimesini, bizzat insanın kendisini ifade için,
kinaye olarak kullanırlar. Nitekim Arapça'da "Övpü, onun dış elbisesinde;
iffet de, onun İş elbisesindedir" anlamında, denilir.
2) Genel
olarak, içi temiz olanın dışt da temiz olur.
b)
Cenâb-ı Hakk'ın, "elbiseni de
temizle" ifadesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, peygamberlik öncesi yaptığı
günah ve hatalardan sakınmayı emreden bir ifadedir. Bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Belini çatlatan yükü (günahı) da senden indirdik" (inşirah. 2-3)
ayetini, câhiliyyede işlenilen günahlar anlamına hamledenlere göredir.
c) Muhammed
Ibn Arefe en-Nahvî bu ifadenin manasının, "Hanımlarını temizle"
şeklinde olduğunu; bazan, Arapça'da, "elbise" ifadesiyle, kadınların kastedildiğini,
nitekim bu manada Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar sizin için bir elbise; siz de
onlar için bir elbise..."(Bakara, 187) buyurduğunu söylemiştir. Ama bu
tevil, uzak bir İhtimaldir. Çünkü bu izaha göre, ayetin, kendinden öncekilerle
münasebeti güzel şekilde sağlanamaz.[16]
Bu ifadeyle ilgili
olarak birkaç mesele vardır:[17]
Alimler, kelimesi
hakkında şu izahları yapmışlardır:
1) El-Utbî
şöyle der: "er-ruczu" azab anlamına gelir.
Nitekim Cenâb-ı
Hak, "Eğer bizden o azabıkaldinrsan..." anlamına, (Araf, 134)
buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, şeytanın hile ve tuzaklarını, ilahi azaba sebep
olduğu için "er-ruczu, er-riczu" diye adlandırmıştır, yine aynı
manadan dolayı, putlarda "er-riczu, er-ruczu" adını almışlardır.
Binâenaleyh, bu görüşe göre bu ayet, her türlü masiyyetten, sakınmanın farz
olduğuna delalet etmiş olur. Bu görüşe göre burada şu iki ihtimali mana
verilebilir:
a)
Cenâb-ı Hakk'ın, cümlesinin anlamı,
"Seni, azaba ve isyana götürecek olan herşeyi terket" şeklinde olur
ki, kelamın takdiri, yani, "Neticesi azab olan şeyleri terket.."
şeklindedir. Bu takdire göre bu demektir ki, kelimenin başından muzaf
terkedilmiştir.
b) "Bir
şeyi, yakınındaki ve kendisine bitişik olan şeyin adıyla adlandırmak"
üzere, azaba götüren şeye, "azab" adı verilmiştir.
2) Rucz,
çirkin ve kazurat olan şeyleri ifade eden bir kelime olup, bu kelime, buna göre
rics (pislik, murdar) anlamını taşımış olur. O halde, ifâdesi, "Mekftrlm-i
ahlâk, iyi huylar" hususunda efradını cami, külü, genel bir ifade olmuş
olur. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki, "Kabalığı, sefihliği ve
bütün çirkin şeyleri bırak, bu tür şeylere başvuran o müşriklerin huylarıyla
huylanma..." denilmek istenmiştir ki, bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın, (Mûddesir,
4) ifâdesini "huyunu güzelliştir, nefsini günah ve çirkin şeylerden
arındır" şeklinde tefsir edenlerin yorumuna uygun düşer.[18]
Peygamberlerin de
günah işleyebileceklerini söyleyenler, bu ayete tutunarak şöyle demişlerdir:
"Şayet peygamberler de günah işlemeselerdi, kendilerine, "kötü
şeyleri, günahları bırak.." denilmek suretiyle, onlara bu
yasak-lanmazdı.." Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Ayetteki bu ifade
ile, onların bu işi (günahsız oluşu işini) devam ettirmeleri, manası
kastedilmiş olup, bu tıpkı bir müslümanın "Beni hidayete erdir"
dediği zaman (Fatiha, s) bunun anlamının, "Biz hidayet üzere değiliz, o
halde bizi hidayete erdir" şeklinde olmayıp, tam aksine, bundan kastedilen
mananın, "Bizi bu hidayet üzere sabit kadem kıl..." şeklinde olması
gibidir. İşte, mevzubahis ayette de durum böyledir.[19]
Halsin rivayetine göre
Asım, bu kelimeyi bu sûrede, râ'nın dammesi ile, diğer sûrelerde ise râ'nın
kesresi ile bu okurken, geriye kalan kıraat imamları ile, Ebû Bekir'in
rivayetine göre Asım, kesre ile Yakûb
da, damme ile şeklinde okumuşlardır.
Ferrâ, "Bunlar, aynı manaya gelen iki kullanıştır" demektir. Halil'in
kitabında ise, râ'nın dammesi ile er-ruczu "putlara ibadet etmek",
râ'nın kesresi ile er-riczu ise, "azâb" anlamına gelir. Şeytanın
vesveselerine de er-rlczu denilir. Ebû Ubeyde de, bu iki lehçenin en fazla
yaygın olanının ve çokça kullanılanın, râ'nın kesresi ile er-riczu olduğunu
söylemiştir.[20]
"Yaptığın iyiliği
çok görerek başa kakma" (Mûddesair, 6).
Bu ayetle ilgili
olarak birkaç mesele vardır:[21]
Meşhur olan kıraatte,
râ'nın ref'i ile
şeklinde okunmuştur. Böyle
okunması hususunda şu üç izah yapılabilir:
1) Kelamın
takdiri, şeklindedir. Bu demektir ki, bu keiamın başındaki lâm alınmış, böylece
de fiil merfu olmuştur.
2) İfadenin
takdiri, şeklindedir. Derken, kendisinden nasb edici hazfedilmiş ve ilgili kelime, nevâsıb ve
cevflnn dan da beri olunca merfu kılınmıştır. Dolayısıyla bu sözün mecazi
manası, "çoğu ummak, elde etmek için verme" şeklinde olur.
3) Bu ifade,
"hal-i mütevakkıa, yani, umulan ve beklenen bir hal cümlesi olup, ifadenin
takdiri, "daha fazlasını elde edeceğini düşünerek, farzederek ...
verme..." şeklindedir. Ebû Ali ei-Farisî şöyle der: "Bu ifade, tıpkı
senin, "Beraberinde, onunla yarın av yapacağını düşündüğü bir doğan
bulunan bir adama rastladım" demen gibidir. Binâenaleyh, burada da mana,
"Daha çoğunu elde edeceğini umarak verme" şeklinde olur." Ebû
Ali el-Farisî sözüne devamla, "Bu ifade ile gelecekteki bir durumun, halin
hikaye edilmiş olması da mümkündür" demiştir.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi biz diyoruz ki, alimler, bu ayetin tefsiri hususunda şu izahları
yapmışlardır:
1) Allah
Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, bu ayetten Önce şu dört şeyi, yani
a) Kavmini
uyarmasını;
b) Rabbini
tazim etmesini,
c) Elbisesini
temizlemesini,
d) Azabtan,
günahtan sakınmasını emretmiş, daha sonra da, demiştir ki, bu, "Tıpkı,
yaptığını çok gören, büyük gören kimse gibi, bu güç işleri yerine getirdiğin
için, Rabbine minnette bulunma, başına kakma, tam aksine, bütün bunlara,
Rabbinin rızasını elde etmen, bu sayede ona yaklaşman için ve bununla O'na
minnette bulunmaksızın, evet bütün bunlara kattan.." demektir. Hasan
el-Basri de bu manada, "Yaptığın iyilikleri Rabbine minnet edip de,
böylece onları çok bulma..." demiştir.
2)
"İnsanlara, onlara, tıpkı bu iyilikleri çok gören bu kimse gibi,
kendilerine Öğrettiğin dine ve vahye dair şeylerle minnette bulunma; (onların
başına kakma); çünkü sen, bütün bunları ancak, Allah'ın emri olduğu için
yaptın, dolayısıyla da senin onlara minnet etme hakkın yoktur.." İşte
bundan dolayı da, Cenâb-ı Hak, "(Bütün bunlara), Rabbin için katlan"
buyurmuştur.
3)
"Onlara, daha çok elde etmen için, yani, sayesinde malının çoğalacağı ve
yaptığın işe mukabil olacak bir ücreti onlardan alabilmek için nübüvvetini
onların başına kakma, onları minnet yükü altında bırakma."
4) "acze düşme..." anlamında olup, bu, Arapların,
"tutarsız, zayıf, güçsüz" anlamındaki
şeklindeki kullanışlarına varıp dayanır. Nitekim Arapça'da,
"Yürümek, onu bitkin hale getirdi.." anlamında, denilir. Buna göre, kelamın takdiri, "Bu
ayetten önce, emrolunduğun o dört taati çok bulmadan dolayı, güçsüz ve
kuvvetsiz hale gelme;
gevşeme..." şeklinde olur.
Bu manayı benimseyenler, ayetin
bu ifadesinin, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, (Zümer. 64) ayetindeki nin, takdirinde olduğu gibi olduğunu
belirtmişlerdir. O halde bu demektir ki, ifadenin başından bir edatı hazfolunmuştur. Ferra, Abdullah Ibn Mes'ûd'un
şeklinde olduğunu belirtmiştir ki, bu okuyuş da az önceki tefsirin lehinde
şahitlik eder. Ve bu görüş, Mücahidin tercih ettiği bir görüştür.
5)
Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, ayetteki ifâdesinin manası,
"Verme..." şeklindedir. Nitekim, Arapça'da, "Ona şunu
verdim" manasında denilir. Cenâb-ı Hak da, (Sad, 39) buyurmuştur. Yani,
"Şimdi, ister ver, istersen verme..." demektir. Ki, bu da, "Kim
verirse, o muhakkak ki lütfetmiş olur.
Dolayısıyla lütuf ve bağış, bir istiare yoluyla, fiiliyle ifade edilmliştir.
Buna göre mana, "Daha çoğunu elde etmek için malını verme.." şeklinde
olur. Yapılan bu manaya göre, burada birkaç soru bulunmaktadır.[22]
Birinci Soru: Allah'ın,
Hz. Muhammed (s.a.s)'i bu tür davranıştan men edişinin hikmeti nedir?
Cevap:
Buradaki hikmet şu birkaç yöndendir:
a) Peygamberin
lütuf ve ikramlarının, dünyayı ve dünyalığı elde etmek için değil, sırf Allah
için almasından dolayıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'e
"Gözünü... çevirme..."(Hicr,68) buyurarak, dünya peşinde koşmayı
yasaklamıştır. Çünkü, dünya peşinde gezen kişiye göre, dünya mutlaka, çok
kıymetlidir. Böyle olan kimse ise, risâlet görevini ifaya uygun bir kimse
olamaz.
b) Daha
fazlasını almak amacıyla, başkasına azıcık dünyalık veren kimsenin, mutlaka o
başkasına boyun eğmesi, yalvarıp yakarması... söz konusu olur. Bu ise, nübüvvet
makamına yakışmayan bir husustur. Çünkü bu durum, alan kimsenin alçalmasını
gerektirir. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, sadaka ve zekât alması
ile, bunları verenlerin nefretini mucib olması... haram kılınmıştır. Bu
sebepledir ki, Cenâb-ı Hak, "Yoksa sen onlardan bir ücret mi istiyorsun
da, onlar bunun altında esliyorlar" (Tur. 40) buyurmuştur.[23]
İkinci Soru:
Bu yasak, sadece Hz. Peygamber (s.a.s)'e mahsus bir yasak mı, yoksa ümmetini de
içine alır mı?
Cevap:
Lafzın zahiri, bu işin umûmî olduğunu İfade etmez.. Halden çıkarılan karine de
(karîne-i hfiliye), bu işin umumi olmasını gerektirmez. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bu iş, sırf nübüvvet makamını korumak ve onu kusurlardan arındırmak
için yasaklanmıştır. Halbuki, böyle bir sebep ümmeti hakkında mevcut değildir.
İşte bunları da, bu mananın, ümmet hakkında riya anlamına geldiğini,
dolayısıyla da Allah Teâlâ'nın bütün herkesi böyle davranmaktan men ettiğini
söylemişlerdir.[24]
Üçüncü Soru:
Hz. Peygamber (s.a.s)'e has olduğu farzedilmesi durumunda bu, haramlık ifade
eden bir yasak mı, yoksa tenzihen mekruhluğu ifade eden bir yasak mıdır?
Cevap:
Ayetteki bu nehyin (yasağın) zahiri, haramlığı ifade eder.
6) Kaffal
şöyle der: "Ayetten, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, ister karşılığı fazla
olsun, ister noksan, ister denk olsun, herhangi bir kimseye, karşılığını almak
maksadıyla birşey vermesinin haram olacağı manasında kastedilmiş olması
muhtemeldir. Buna göre ayetteki fiili, "Verdiğin bağış, yaptığın iyilik
sebebiyle, matının noksanlaşacağından hoşlanmadığın için, daha fazlasını elde
etmeyi umup-isteyerek..." manasında olur. Bu durumda ayetteki bu ifade,
herne olursa olsun mutlak manada bir karşılık bekleme manasında olur. Böylece
mecazi bir mananın ayette yer alması son derece güzeldir. Çünkü genelde hep
karşılık, verilen bağıştan ve hediyeden daha fazla olur. Dolayısıyla da
"karşılık bekleme" ifadesi, birşeyi, halterinin en geneline
hamlederek, "istiksâr" (daha çoğunu isteme) keliemsiyle ifade
edilmiştir. Bu tıpkı, bir kadının, yanında çocuğu olduğu halde evlenmesi
durumunda, çocuğunun terbiyesi ve geçimini üzerine alacak birisine ihtiyacı
olduğu için, bu çocuğa "rabîbe" (terbiyeniz altındaki üvey evladınız)
denilmesi gibidir. Daha sonra bunun sahası genişlemiş ve annesi evlenirken, bu
çocuk ileri yaşta olsa dahi, genel olarak "rabîbe" kelimesiyle
isimlendirilir. Bu fikri benimseyenler, bunun sebebini, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, bağış ve iyilik yaparken, bir karşılık bekleme ve insanların
kendisine iltifat etme gibi duygulardan ve düşüncelerden tamamen uzak olması
diye izah etmişlerdir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in yaptığı iyilikler,
böylesi düşüncelerden uzak ve sırf Allah rızası için yapılmış olur."
7) Kendilerine
iyilikte bulunmak ve birseyler vermek suretiyle yaptığın şeyleri gözünde
büyüterek, insanlara minnette bulunma ve insanları insanların başına kakma.
Aksine bunları önemsiz ve basit sayman iyiliğine muhatap olanlara yaptığın
ihsandan dolayı özür dileyen bir tavır içinde olmalısın (yani onun gönlünü
alarak bunu yapmalısın). Çünkü dünyanın bütünü, zaten değersizdir. Nerde kaldı
ki, dünyaya oranladığımızda son derece az olan, verdiğin o şeyler... İşte bu
son üç izah, adeta birbirlerini tamamlayan ve birbirlerine dayanan izahlardır.
Çünkü bunlardan birincisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, daha fazlasını
umup-istemekten yasaklandığını; ikincisi, ister fazla, İster az, isterse denk
olsun, mutlak olarak bir karşılık umup-istemekten yasaklandığını, üçüncüsü de,
vermesi ve kendisini az vermekle itham etmesi ve kendisini, bunu kabul ettiği
için, in'âmda bulunduğu kimsenin minnet borcu altında hissetmesi manasını ifade
eder.
8) Ayetin
manası şöyledir: Birisine birşey verdiğinde, verdiğin şeyi gözünde büyüterek,
onun başına kakmamalısın. Çünkü başa kakmak yaptığın işin mükâfaatını yokeder.
Nitekim Hak Teâlâ, "Malını, riya için infak eden gibi, ey mü'minler
sadakalarınızı, minnet ederek, başa kakarak, eziyet ederek boşa
çıkarmayın" (Bakara, 264) buyurmaktadır.[25]
Hasan el-Basrî, fiili
cezm ile şeklinde okumuştur. Ama
muhakkik alimlerin çoğu bu kıraati kabul etmemişlerdir. Kimileri de bunun
uygun olduğunu söyleyerek (Arapça yönünden) doğruluğu hususunda şu üç izahı
yapmışlardır.
1) Ayetin
takdiri, şeklindedir.
2) Hasan el-Basrî'nin
yine manasını kastederek, böyle cezm ile
okumuştur. Çünkü harekelerin çokluğu sebebiyle zammeyi ağır görerek, râ harfini
sakin kılmıştır. Nitekim Ebû Zeyd (Zuhruf, 80) ayetindeki "rusülünâ"
kelimesini, lamın sükunu ile, okunduğunu nakletmiştir.
3) Hasan
el-Basrî, bu okuyuşunda, kelimenin vakf halini nazarı dikkate almıştır (yani
durulduğu zaman, böyle durulacağını göstermek istemiştir). A'meş de, başında
mukadder bir görerek bunu nasb ile, şeklinde okumuştur ki bu, tıpkı şairin şu
şiirinde olduğu gibidir.
"Duyun ki, beni
savaşta bulunmaktan, zevku sefalarda hazır olmaktan men edecek kimse kimdir ki?
Sen beni, ebedî mi kılacaksın ki?!" Bu kıraati, İbn Mes'ûd'un seklindeki kıraati da destekler.[26]
"Rabbin için sabret"
(Müddesslr, 7).
Bu ayetle ilgili
olarak şu izahlar yapılabilir:
1) "Bağışta
bulunup, iyilik yaptığında, başa kakmayı ve yaptığın işi büyütmeyi bıraktığın
için sabret" yani, "Rabbinin rızasını gözettiğin için, böylesi
davranışları bırak."
2)
"Malını verip tasadduk ettiğinde, karşılık bekleme. Bu beklememe, Rabbinin
rızası için olsun."
3) "Bu
sûrenin başında sana bazı şeyler emrettik, bazı şeyleri yasakladık. Binâenaleyh
Rabbinin emrinden ötürü, o emredilenleri yap, nehyedilenleri terket." Buna
göre, sanki şöyle denilmek istenmiştir: Bu ayetten önce, bir takım şeylerin
yapılması, bir takım şeylerin de yapılmaması mükellefiyeti yer almış; bu ayette
ise, o şeylerin yapılıp yapılmamasının gerekçesi açıklanmıştır ki bu da, Allah
Teâlâ'nın rızasını elde etmedir.
4) Daha
önce, Mekke müşriklerinin biraraya gelerek, Hz. Muhammed (s.a.s)'in durumunu
görüştüklerini, içlerinden Velld b. Muğire'nin kalkıp evine gittiğini, bunun
üzerine oradakilerin, "Velid herhalde dinini terketti (müslüman)
oldu" dediklerini. Bunun üzerine Ebû Cehll'in onun yanına giderek,
"Atalarının dinini terketmesin diye, sana verilmek üzere Kureyş aralarında
mal topladı" dediğini anlatmıştık. Bu dmektir ki Velld, elde edeceği bu
maldan ötürü küfrünü sürdürmüştür. Bu sebeple, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, "O,
işte o maldan ötürü batıl din ve inancını sürdürdü. Sen ise, başka birşey için
değil, sırf Hak rızası için hak dinde sabr-u sebat et" denilmiştir.
5) Bu ayet, müşrikler için bir ta'rîzdir. Buna göre Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, "Puttan değil, Rabbinin yüceliğini ilan et; elbiseni temizle ve
müşrikler gibi, bedeni ve elbisesi pis olma. Kötülük yapmayı ve eziyet vermeyi
terket. Kafirlerin yaptığı gibi, sakın bunlara yaklaşma. Kafirlerin, Velide bir
miktar mat verip de, o azıcık malı gözlerinde büyütmeleri gibi, sen de verip,
verdiğin şeyleri gözünde büyütme. Mal ve makam gibi, dünyevi gaye ve
maksadlardan ötürü değil de, sırf Rabbine taat olan niyetlerle, Rabbin için
bunlara sabret" denilmek istenmiştir.[27]
"Çünkü o boruya
üflenince" (Müddessir, 8).
Bil ki Allah Teâlâ,
peygamberlerin önderi Hz. Muhammed (s.a.s)'i, doğruya iletme hususunda gerekli
talimatları verince, bundan şakilerle ilgili va'idlerine (tehditlerine)
dönmüştür. İşte o va'îdi, bu ayet ifade etmektedir.
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[28]
Ayetin başındaki
"fa" edatı, sebep içindir, yani bunun niçin olduğunu göstermek
içindir. Cenâb-ı Hak sanki şöyle
demektedir:
"Onların eziyetlerine sabret. Çünkü onların önünde, bu eziyetlerinin
cezasını çekecekleri zor bir gün vardır. Sen de o günde, onların eziyetlerine
sabrının mükafaatmı göreceksin."[29]
Alimler, o boruya
(sûra) bu üflenişin, ilk nefha (üfleniş) mi, yoksa ikincisi mi olduğu hususunda
ihtilaf etmişlerdir?[30]
Birinci Görüş:
Bahsedilen üfleniş, ilk nefhadır. Halîmî, Kİtabu'l-Minhftc'ında şöyle der:
"Allah Teâlâ, sûra, sûr ve nâhûr diye iki isim verdi. Müfessirlerin
görüşü, buradaki "nflhûr"un da "sûr" olduğu şeklindedir.
"Sûr"un, kendisine her iki nefhanın da üflendiğine şüphe yoktur.
Çünkü insanları öldürmek için olan nefha, diriltmek için olan ne'hadan
(üfleyişten) başkadır. Hadislerde şu yer almıştır. O sûr'da bütün ruhlar
sayısınca delikler vardır. Ruhlar, ikinci üfleyişte, sûrun bu deliklerinde
bulunurlar, dolayısıyla da, ona üflendiğinde, herbir delikte, bedenine doğru
çıkıp giden bir ruh çıkar. Dolayısıyla o beden, Allah'ın izniyle yeniden hayat
bulur. Binâenaleyh bu sûrun, birisi "nahr", diğerini "nefh"
edilmek üzere iki aleti bulunabilir.
Şu halde o sûra, bütün
canlıları öldürmek için nefhedildiğinde (üflendiğinde), çıkacak sayha ve sesin,
daha şiddetli ve daha korkunç olması için, "nahr" ve "nefh"
birlikte yapılmış olur. Ama ona, diriltmek için üflendiğinde ise,
"nahr" edilmez, sadece "nefh" ile yetinitir. Çünkü bunun
gayesi, o ruhları, sûrun deliklerinden, bedenlerine göndermektedir, yoksa o
ruhları bedenlerinden çıkarmak değildir. O halde ilk nefha, "tenktr"
(ruhları bedenlerden çıkarmak) İçin olup, bu tıpkı, çok şiddetli gök
gürültüsüne benzer bir şeydir. Çünkü gök gürültüsü çok şiddetli olduğunda, onu
duyan çoğu kez ölür. Sayha, bir adamın bir çocuğa şiddetlice bağırıp da, o
çocuğun duyduğu korku sebebiyle öldüğü bir sestir." Halîmî (r.h)'nin
sözünün sonu budur. Bence bu açıklamada şöyle bir problem var: HalfmT'nin bu
izahına göre, "nahr"ın, sırf, insanların ruhlarını bedenlerinden
çıkarmak için atılan narada (sayhada) bulunmasını gerektirir. Halbuki
insanların canını çıkarmak için olan bu gün, kafir için o kadar şiddetli bir
gün değildir. Çünkü onlar, o anda hemen oluverirler. Kâfirler için, esas
şiddetli olan gün, diriitilmeleri için sûra üflendiği gündür. İşte bundan Ötürü
kafirler, "Keşke o (ölüm, hayatınıza) kesin son veren bir şey
olsaydı" (Hakka, 27) yani, "Keşke biz o ölüşümüz ile kalıp, tekrar
diriltilmeseydik" diyecekler.
İkinci Görüş:
Burada bahsedilen nahr (üfleyiş), sûra ikinci üfleyiştir. Çünkü nâhir,
kendisine üflenen şey demektir. Binâenaleyh İkinci üfleyiş murad edildiğinde,
önce "nahr" yapılır. İşte bundan ötürü de, bu şeye "nahûr"
denir Ben diyorum ki bu kelime hususunda, şöyle bir izah yapılabilir: Nâhur,
"hâtûm"un da, sayesinde hatm (ufalama) işinin yapıldığı şey manasına
oluşu gibi, "nahr" kökünden, bu manada bir kelimedir. Binâenaleyh
"nâkûr"un kendisine "nahr" edilen değil, kendisiyle
"nahr" işinin yapıldığı şey olması gerekir.[31]
edatındaki âmil, "çetin bir gün" ifadesinin delalet
ettiği manadır. Buna göre takdir, "Nahûra üflendiğinde, ilgili iş çok
çetin ve zor olur" şeklindedir.[32]
"İşte o gün,
kafirlerin aleyhine pek çetin bir gündür, kolay değildir" (Mûddessir,
9-10).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[33]
Ayetteki, 'işte bu" ifadesi, o sûra üflendiği güne
bir işarettir ve takdiri, "İşte sûra üfleneceği o gün, çok çetin or
gündür" şeklinde olur. Ayetteki
kelimesiyle ilgili olarak da şu izahlar yapılabilir:
a) Bu
kelime, ayetteki 'nin bir tefsiridir.
Çünkü 'nin, hem "nahr'" hem de
nahva muzaf olan o güne (üfleniş gününe) işaret olması muhtemeldir. Buna göre
Hak Teâlâ sanki, "İşte o, yani sûra üfleneceği gün, çetin bir gündür"
demiştir. Bu izaha göre, kelimesi, nasb
mahallinde olmuş olur.
b) kelimesi
'den bedel olup, ref mahallinde olabilir. Bu durumda yevmun asîr", bunun
haberi olur ve sanki, "üfleme günü, zor bir gündür" denilmiştir.
Yapılan bu izaha göre, kelimesi, 'den
bedel olduğu için, ref mahallinde olur. Fakat "yevm" kelimesi, mebnî
olan il edatına muzaf olduğu için, feth üzere mebnî kılınmıştır.
c) Ayetin
takdiri, "O gün bu nahr (üfleyiş), çetin bir günde yapılmış bir
natırdır" sakindedir. Bu takdire göre, kelimesinin amili, "nahr"
olur.[34]
Bu gün kafirler
için zor ve çetin bir gündür. Çünkü onlar, hesapları hususunda endişelidirler.
Kitapları kendilerine sollarından verilmiştir, yüzleri siyah, gözleri masmavi
olarak hallolunacaktır. Bütün uzuvları, aleyhlerine şahidlik edecektir.
Dolayısıyla onlar bütün t«r»idler-tnsanlar huzurunda, rezil-kepaze olacaklar.
Mü'minler için ise o gûn, kolay ar gündür. Çünkü onların hesapları hakkında
İleri geri konuşulmaz; yüzleri beyaz, arttan (sevapları) ağır olarak
haşrolunurlar.
Allah Teâlâ'nın bu
günü "çetin" diye niteleyişi şu sebepten ötürü de olabilir: Çünkü bu
gün aslında, bir hadiste de yer aldığı gibi, peygamberlerin feryad edeceği,
çocukların saçlarının ağaracağı, mü'min ve kafir, herkese çetin gelen bir
gündür. Fakat o günde kafirlerin zorluğu daha fazla olacaktır.
Binaenaleyh buradaki
birinci görüşe göre, V* kelimesi üzerinde vakf yapılması uygun ve güzel olmaz.
Çünkü o zaman mana, "Bu gün kafirler için çetindir, kolay değildir"
şeklinde olur. İkinci görüşe göre ise, bu kelime üzerinde vakfetmek uygun ve
güzel olur. Çünkü o zaman mana, "O gün aslında herkes için çetindir. Ama
kafir için, o günde, daha fazla bir çetinlik vardır. O da, "(O gün ona),
kolay değildir" ifadesinin anlattığı şeydir.
Buna göre eğer, (çetin-zor) kelimesinden anlaşıldığı halde,
ayrıca bir de, "kolay değil" denilmesinin ne faydası ne gereği
var?" denilirse, buna şöyle cevap verilir: Birinci görüşe (manaya) göre,
bu tekrar, te'kid içindir. Nitekim sen (meselâ), "Ben seni seviyorum, sana
buğzetmiyorum. Senin dostunum, düşmanın değil" dersin. İkinci görüşe
(manaya) göre ise, "çetin (zor)" kelimesi, hem mü'minleri, hem
kafirleri içine alan genel (esas) zorluğu ifade eder; "kolay değil"
kelimesi ise, o günde fazladan olarak kafirler için olan zorluğu ifade eder.
Çünkü zorluk, bazan az ve hafif olur, bazan da çok ve fazla olur. Binâenaleyh
Cenâb-ı Hak böylece, genel olarak zorluğun herkes için olduğunu, ama çok ve
ileri derecede zorluğun kafirler için olduğunu bildirmiştir.[35]
Ibn Abbas (r.a) şöyle
demiştir: "Allah Teâlâ, o günün, kafirlere kolay olmadığını söyleyince, o
gün mü'minler için kolay olmuş olur." "Hrtab"ın delil olduğunu
söyleyen bazı kimseler, "Eğer kitab delili hüccet olmamış olsaydı, İbn
Abbas (r.a), o günün kafirler için kolay olmayışından, mü'minler için kolay
olacağı manasını çıkarmazdı" demişlerdir.[36]
"Bir tek olarak
yarattığım o kimseyi, Bana bırak." Ona uzun boylu mal ve hazır olarak
oğullar verdim. Kendisi için herşeyi bol bol ihsan ettim" (Müdöessir,
11-14).
Müfessirler, burada
kastedilenin Velid b. el-Muğire olduğunda icma etmişlerdir.
Ayetteki
"vahiden" kelimesinin mansub (fethalı) oluşu ile ilgili olarak şu
izahlar söz konusudur:
1) Bu
kelime, "hal" olduğu için mansubtur. Bunun Hâlık'ın (yaratanın) veya
mahlukun (yaratılan o adamın) "hâl"i olması muhtemeldir. Hâlık'ın
"hâl"i sayılması durumunda iki mana söz konusudur:
a)
"Beni onunla tek başıma (vahîden) bırak. Çünkü Ben, ondan intikam almaya
yeterim."
b) "Ben onu vahiden (tek başıma) yarattım. Onu yaratmada, hiç kimse
bana ortak ve yardımcı değildir." "Vahîden" kelimesi
"mahlûk"dan "hâl" sayılırsa, o zaman mana, "O kişi tek
başına (vahîden) olduğu halde, ne malı, ne çocuğu olmadığı halde onu yarattım.
(Yani yarattığımda ne malı, ne çocuğu vardı)" şeklinde olur. Buna göre
ayet aynen, "Andolsun ki siz, sizi ilk yarattığımız gibi, ferden ferda
(tek olarak) Bize geleceksiniz" (En'âm,94) ayeti gibi olmuş olur.
2)
"Vahîden" kelimesi, "zemm" üzere mansubtur. Çünkü ayet,
Velid hakkında nazil olmuştur ve "Vahîd" onun lakabıdır. O,
"Ben, Vahîd oğlu Vahîd'im. Yani Araplar içinde ne benim, ne babamın bir
benzeri var" derdi. Binâenaleyh ayetten, "O yarattığım kimseyi, yani
o "vahîd"i Bana bırak" manası murad edilmiştir.
Sonraki alimlerden
çoğu, bu izahı tenkid etmiş ve şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ'nın, Velid
b. Muğire'yi "vahîd" (tek, emsalsiz) olduğu iddiasında doğrulaması
caiz (mümkün) değildir." Bu soruyu (itirazı), Vahidî ve Keşşaf sahibi (Zemahşerî)
zikretmiştir. Bu tenkid, bir kaç bakımdan zayıftır:
a) Biz,
"vahîd" kelimesini, bir alem (özel isim) sayarsak, bu soru zail olur.
Çünkü alem isim, müsemma (isim sahibi) için bir sıfatı anlatmış olmaz. Aksine
o, işaret (zamiri) yerini tutan bir şeydir.
b) Bunun,
"Onun kendi zannı ve inancına, Vahtd (tek-eşsiz) olduğu manasına
hamledilmesi niçin caiz olmasın. (Bu manada), bunun bir benzeri de, "Tad
(azabı). Hani sen, aziz ve kerimdin!" (Dutum. 49) ayetidir.
c)
"Vahîd" kelimesinde, Velîd'in şan ve şerefçe tek ve emsalsiz olduğu
manası yoktur. Aksine bu tür şeylerde kendisinin tek olduğunu o iddia
etmektedir. O halde, "Sen teksin ama, küfürde, pislikte,
alçaklıkta..." denilebilir.
3) "Vahîden" kelimesi, "yaratma" fiilinin ikinci
mef'ûlü olarak mansubtur. Ebû Sa'îd ed-Darîr, "Vahîd, babası olmayan"
demek olup, ayetin bu ifadesi, "O, bütün bunlardan öte, bir de kulağı
kesik (şirret)"(Kalem.13) ifadesinde olduğu gibi, Vetîd'in neseb açısından
tenkide uğramış (şüpheli durumda) olduğuna bir işaret olmuş olur.
Ayetteki, "Ona
hayli mal verdim" ifadesindeki, "hayli mal"ın İzahı sadedinde
şunlar söylenmiştir:
1) Malın
uzun boylu olması, inkitasız (kesintisiz) olması demektir. İşte bundan ötürü,
Hz. Ömer (r.a), bu ifadeyi bir ayın geliri ay-be-ay gelir (aylık) diye tefsir
etmiştir.
2) Bu,
artırmak suretiyle uzamış olan maldır. Mesela, hayvancılık (sütçülük), ziraat
ve çeşitli ticaretler gibi...
3) Bu,
kapladığı yer uzayıp giden, geniş olan mal demektir. Nitekim İbn Abbas (r.a), "Velîd'in Mekke'den Taife kadar
uzanan, deve, at, koyun sürüleri; Talf'te geniş bağ-bahçeleri, sulak arazileri,
bol nakit parası gibi, uzaytp giden, malları vardı" demiştir.
Mukâtil'de bu
ayeti tefsir sadedinde, "Velid b. Muğire'nin, yaz ve kış faydaları
kesilmeye, hep istifade edilen bağ-bahçeleri vardı" demiştir. Şu halde
ayetteki "uzun boylu" (memdûd) vasfı tıpkı, "zıllun memdûd"
(kesintisiz gölgeler) (vakıa, 30) ayeti gibidir.
4) Bu, çok
mal manasınadır. Çünkü çok mal, sayılmak istendiğinde, sayımı uzayıp gider.
Müfessirlerden, ayetteki, "uzun boylu mal" ifadesiyle, anlatılan
malın miktarını belirleyenler de vardır: Bunlardan kimi, bu malın bir dinar;
kimi, dört bin dinar; kimi de bir milyon dinar olduğunu söylemiştir. Ama bu
zoraki tefsirlerin hiçbirini, sağlam fıtrattı (akıllı) kimseler benimsemezler.[37]
Ayetteki, "Hazır
olarak (bulunan) oğullar (verdim)" ifadesi hususunda da şu iki izah
yapılabilir:
1) Bu,
"Mekke'de, hep yanında bulunan hiç bir zaman kendisinden ayrılmayan
oğullar verdim ona" demektir. Çünkü onlar zengin idiler. Dolayısıyla da
geçim ve kazanç için, başka yerlere gitme ihtiyacı duymuyorlardı. Böylece
Velîd, onlara alabildiğine alışmış ve onların, hep yanında bulunmaları
sebebiyle de, rahat ve huzur içinde idi.
2)
"Oğulların hep hazır olarak bulunmaları" ile, onların toplantı ve
davetlerde, hep Velîd'in etrafından olmaları kastedilmiştir. Mücâhld, onun
oğullarının on tane olduğunu söylemiştir. Bunların yedi erkek çocuk olduğu da
söylenmiştir. Bunların yedi erkek çocuk olduğu da söylenmiştir. Bunlar, Velid
b. Velîd, Halİd b. Velîd, Kays b. Velid ve Abdu Şems b. Velid'dir. İçlerinden
Halid, Imare ve Hlşam (r.ahm) müslüman olmuşlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kendisi için herşeyi bol bol ihsan ettim" ifadesine gelince, bu,
"Ben ona, kavmi (milleti) içinde, alabildiğine yüksek makam ve riyaset
nasip ettim. Böylece de ona, mal ve makam nimetlerimi tam ve bol olarak ihsan
ettim. Ehli dünya nezdinde, bu ikisinin birlikte bulunması "kemâl"
(mükemmellik) diye değerlendirilir. İşte bundan ötürü, bu şekilde dua edilerek
"Allah, işlerdeki kudret ve tasarrufunu sürdürsün" manasında,
denilir. Kimi müfessirler, ayetteki "temhîd"i, bol geçim ve uzun ömür
manasına almışlardır. Nitekim Velid, Kureys'in en uzun ömürlülerindendi. Bundan
ötürü, "vahtd" (tek, eşsiz) diye ve "Kureyş'ln Reyhane"si
(gülü) diye lakablanmıştır.[38]
"Bir de kalkmış,
hırs ile daha da artırmamı ister. Hayır, hayır (olmaz). Çünkü o, Bizim
ayetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesilmiştir. Ben, onu sarp bir yokuşa
sardıracağım" (Müddesir, 15-17).
Buradaki
"sümme" (sonra) kelimesi, hayrat ifade etmek İçindir ve tıpkı,
arkadaşına, "Seni evimde misafir eftim, yedirdim, içirdim, sonra da
(kalktın) bana küfrettin" demen gibidir. Yine bu, tıpkı, "Gökleri ve
yeri, karanlıkları ve nuru yaratan Allah'a hamdolsun. Bir de bu küfürler tutup
Rablerine eş koşarlar" (En'am, 1) ayetindeki "sümme" (sonra)
gibidir. Şu halde bu sümme, yadırgama ve hayreti ifade eden bir kelimedir.
O kafirin, bu
"daha"yı, dünyada mı, yoksa ahirette mi olmasını istediği hususunda,
iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Kelbî ve
Mukatil, buna, "Beni inkar etmiş iken, bir de kalkar, malının ve çocuğunun
daha da artmasını umuyor" manasını verirler.
2) O, bu
artışın, ahirette olmasını istemiştir. Rivayete göre o, "Eğer Muhammed
doğru söylüyorsa, bu demektir ki, cennet sadece benim için yaratılmıştır"
diyordu. Bu manaya göre, bu ayetin bir benzeri de, yine o Velîd b. Muğıre
hakkında olan, "Bizim ayetlerimizi inkar eden ve "Bana mal ve evlat
verilmiştir" diyen o kafire ne dersin"(Meryem, 77) ayetidir.
Cenâb-ı Hak daha sonra,
"kellâ" "Hayır, hayır" buyurmuştur ki bu, onu böylesi
asılsız kuruntu ve arzulardan caydırmayı ifade eder. Müfessirler, "Bu
ayetin nazil olmasından sonra, Velid'in malı gittikçe azalmış ve fakir düşmüş.
Neticede fakir olarak ölmüştür" demişlerdir.
Cenâb-ı Hak,
"Çünkü o, Bizim ayetlerimize karşı alabildiğine inatçı kesilmişti"
ayeti, müste'nef (müstakil) bir cümle şeklinde, "kella" denilişinin
sebebini belirtmektedir: Sanki birisi, "Peki malı niçin
artırılmayacak?" demiş de, buna cevaben, "Çünkü o, Bizim ayetlerimize
karşı alabildiğine inatçı kesilmişti" denilmiştir. "Anid"
kelimesi, tıpkı celîs (arkadaş), ekfl (yiyen), aşır (arkadaş) kelimeleri
vezninde, mu'ânnid (inatçı) manasınadır ve bununla, Velid'in, şu pek çok çeşit
özelliklerine işaret edilmek istenmiştir.[39]
1) 0, Cenâb-ı Hakk'ın birliğine, kudretine, nübüvvetin ve öldükten sonra
dirilmenin doğruluğuna delalet eden bütün deliller hususunda muannit biri idi.
Dolayısıyla o, herşeyi inkar etme hususunda hep karşı çıkan ve çekişen biridir.
2) Onun
küfrü, "küfrü inâdi'dir. Çünkü o, bütün bu şeylerin doğruluğunu kalbiyle
biliyor, ancak ne var ki, bunları lisanıyla inkar ediyor. Muannidin küfrü ise,
küfür türlerinin en fahiş ve çirkin olanıdır.
3) cümlesi,
Velîd'in, ta eskiden beri, bu tavrı ve gidişatı (küfrü -adiliği) sürdürdüğüne
delalet eder.
4) Cenâb-ı
Hakk'ın yine bu ifadesi, onun muannid oluşunun, sırf, Allah Teâla'nın ayet ve
delilleri hususunda olduğunu gösterir. Çünkü, bu cümlenin takdiri, "O,
başka ayetleri değil, bizim ayetlerimizi inkarda küfrü inadiyi kendisine yol
edinmiştir" şeklindedir. Binâenaleyh, diğer ayetler hususunda böyle bir
inat göstermediği halde, bu inadı sadece Allah'ın ayetlerine tahsis etmesi,
onun son derece büyük bir ziyan, iflas içinde olduğuna delalet eder.[40]
"Ben onu, sarp
bir yokuşa sardıracağım..." ayetine gelince bu, "Bizona, "saûd
"u teklif edeceğiz. Onu, bu saûd'la mükellef tutacağız.." demektir.
Saûd'un ne demek olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1) Bu kimse
(Velid ibn Muğıre)'nin, takat getirilemeyecek derecede çetin bir azabla karşı
karşıya geleceğinin bir temsili ve teşbihi olup, tıpkı: "Onu, sarp bir
azaba sokar..." (cin. 17) ayeti gibidir. Buradaki kelimesi Araplann,
"sarp yokuş, tırmantlması güç sert kayalık" anlamında kullandıkları,
deyimine varıp dayanır.
2) Saûd,
cehennemdeki sarp bir yokuşun, dağın adıdır. O, elini bunun üzerine koyduğunda
dağ erir; kaldırdığında ise, eski haline döner. Ayağını koyduğunda, yine dağ
erir, kaldırdığında ise, eski haline döner. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Saûd, ateşten bir dağdır. O orada,
yetmiş yıl tırmanır, sonra da, geri
yuvarlanır. Ve bu iş, hep böyle devam eder.[41]
buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, onun nasıl inat ettiğini anlatmak üzere "Çünkü O, uzunuzadıya dünya
düşündü, (kendi kendine) bir ölçü koydu" (Müddessir, 18) buyurmuştur.
Arapça'da, bir kimse bir şey hakkında düşünüp tefekkür ettiğinde,denilir. Daha
sonra bu kimse, böyle bir tefekkürde bulununca, kalbinde, bir takım sözler ve
görüşler tanzim edip hazırladı. İşte bu mana, Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinden
anlaşılmaktadır.[42]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hay kahrolası! Ne biçim de
ölçü koydu o!" (Müdessir, 19) buyurmuştur. Bu ifade, bir şeyden dolayı
duyulan hayret ve onun müthiş ve muazzam görülmesinden dolayı söylenilen bir
ifade olup, Arapların tıpkı, "Hay Allah kahredesice. Ne kadar da
cesur!"; "Hay Allah rüsvay edesice! Ne kadar da şair! (amma da şair
hal)" ifadeleri gibi olup, bu sözler, karşı tarafın, haset eden bir
kimsenin bu kimseye bu şekilde beddua edeceği bir duruma ulaştığında söylenir
Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki, ayetteki bu ifade hakkında
muhtemel şu iki izah yapılabilir:
a) Bu, onun
zeka kuvvetinden dolayı, muhatapları şaşmaya bir davet olup, bu, "Hz.
Muhammed (s.a.s)'in işi hususunda bu adamın ileri sürdüğünden daha kuvvetli ve
daha büyük bir şüphe ileri sürerek, onun işini zedelemek mümkün
değildir.." demektir.
b) Bu, bu
kimseyi, istihza içinde medhetmek için olup, bu, "Bu adamın ileri sürdüğü
şey, son derece düşük ve değersizdir" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Yine kahrolası, nasıl ölçü yaptı o?" (Müddessir, 20)
buyurmuştur. Bu ifadenin başında edatının getirilmesi, ikinci ke; yapılan bu
bedduanın, birincisinden daha ileri olduğunu ifade etmek içindir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sonra da düşündü..."
buyurmuştur ki bu, "O, ilk önce düşündü, ikinci kez ölçüp biçti, üçüncü
kez de, ölçüp biçtiği bu şey hakkında düşündü.." demektir. Binâenaleyh,
önceki bakış, meseleyi anlamak ve ortaya koymak için, peşinden gelen bakış ise,
planlamada bulunmak içindir. İşte tam ihtiyatlı davranış budur. O halde bütün
bu mertebeler, onun kalbinin halleriyle ilgili olan, yani içinden geçirdiği
şeylerdir.[43]
Cenâb-ı Hak bunun
pşinden, onun yüzünün hallerini de tavsif ederek, "Sonra kaşlarım çattı,
suratını astı..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır:[44]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın bu ifadeleri, bu kimsenin, kalben, Hz. Muhammed (s.a.s)'in doğruluğuna
inandığına, ancak ne var ki, inat yüzünden zahiren onu inkar ettiğine delalet
eder. Bunun delilleri şunlardır:
1) Bir kere
düşünüp taşındıktan sonra, meseleyi ortaya koymaya azmettiğinde yüzünde bir
ekşimenin meydana geleceği bir kelamı ve sözü içinde ve kalbinde
değerlendirdi.. Şimdi bu kimse, kendi sözünün doğruluğuna inanmış olsaydı, onu
anlamış olmaktan dolayı alabildiğine sevinir, böylece de yüzü ekşimez, gülerdi.
Ne var ki, o, sevinmeyip, yüzü gülmediğine göre, biz bu kimsenin, bu şüphesinin
zayıf olduğunu anladığını; ne var ki, çok inatçı olduğu için, bu şüpheden daha
ileri derecede bir şüphe bulamadığını; bu sebepten dolayı da sözünde böyle bir
şüphenin zuhur ettiğini anlamış oluyoruz.
2) Rivayet
olunduğuna göre Velid, Hz. Peygamber (s.a.s), Hamim es-Secde Sûresini okurken,
ona uğramış; Hz. Peygamber (s.a.s), "Eğer onlar yüz çevirirlerse, de ki:
"Ad ve Semûdfu çarpan) yıldırım gibi, size de bir azabı hatırlatırım"
(Fussilet, 13) ayetine gelince Velid, ondan, Allah aşkına, akrabaları aşkına
susmasını istedi, ki işte bu, Velid'in, Hz. Peygamberin duasının makbul
olduğunu, lehçe ve lisanının, okuduğu şeylerin doğruluğunu bildiğine delâlet
eder.
Velid, Kureyş'in yanına
döndüğünde onlara/'Biraz önce Muhammedden bir takım şeyler dinledim ki, bunlar
ne insan, ne de cin sözüdür. Onun okuduğu şeylerin alabildiğine bir tatlılığı
ve cazibesi vardır. O mutlaka, her şeye hükümran olacak, hiçbir şey onun
üzerine çıkamayacak.." dedi. Bunun üzerine kureyş, "Velld, dinden
döndü. Şayet o, dinden döner de müslüman olursa, bütün Kureyş müslüman
olur.." diye mırıldanınca, bunun üzerine Ebû Cehil, "Ben sizin
namınıza ona yeterim.." dedi ve sonra da, üzgün bir şekilde Velld'in
yanına girdi.. "Ey kardeşimin oğlu! Sen Muhammed ve ashabının
yiyeceklerinden bir şeyler elde edebilmek için dinini değiştirdin. İşte bu
Kureyş, senin Muhammed'in ashabından almayı tasarladığın şeye karşılık olmak
üzere, mal topladı.." dedi. Velid de bunun üzerine, "Allah'a yemin
olsun ki, onlar kendi karınlarım doyuramıyorlar. Daha nasıl ben, onlardan bir
şeyler almayı tasarlayabilirim?! Ne var ki, ben onun işi hakkında çok düşündüm.
Onun bir sihirbaz olduğunu söylemeden başka, ona yakışan başka bir şey bulamadım.."
dedi.
Ben de diyorum ki,
onun, Kur'ân'ı tazim etmesi ve Kur'ân'ın, ne bir cin ne de bir insan sözü
olamayacağını kabullenmesi, Velid'in, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sihirbaz
olduğunu iddia etmesinde muannit olduğuna delalet eder. Çünkü, büyü ve sihir,
cinleri alakadar eden bir şeydir.
3) Velid,
sihir işinin, Allah'ı inkar etmeye ve kötü fiilleri yapmaya varıp dayandığını
biliyordu. Halbuki, Hz. Muhammed (s.a.s)'in zahiri hali, onun ancak Allah'a
davet ettiğini gösteriyordu. Binâenaleyh, -Hz. Muhammed (s.a.s)'e sihir daha
nasıl yakıştırabilir?! Yaptığımız bütün bu izahlar dikkate alındığında,
Velld'in, yüzünü ekşitip buruşturmasının, Hz. Peygamber (s.a.s) hakkında
söylediği bu sözlerin bir yatan ve iftira olduğunu bilmesinden kaynaklanır.[45]
Leys şöyle der:
"Bir kimse, iki gözünün arasındaki kısmı, deriyi buruşturduğunda, buna
Arapça, yüzünü ekşitip de dişlerini de gösterdiğinde buna, düşündüğü şeye
ehemmiyet verir de tefekkür ederse, bu tefekkürünün yanısıra ayrıca da kızarsa, "kaşlarını çattı..." denilir.[46]
"En son arka
çevirdi ve büyüklük tasladı da, bu dedi, rivayet edüen bir sihirden başkası
değil" (Müddessir,2324).
Bu, "Diğer
insanlardan ayrılıp ailesinin yanına gitti. İman etme hususunda da
büyüklenerek, "Bu ancak, anlatılagelen bir sihirdir.." dedi"
demektir. Cenâb-ı Hak, bu ifadenin başında, Velld'in, ailesine dönüp, iman etme
hususunda kibrini ortaya koyduktan sonra böyle bir şüpheyi ortaya attığını
ifade etmek için takibiyye fâ'sını getirmiştir.
Ayette geçen kelimesi hakkında, şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
Arapların şeklindeki deyimlerine varıp
dayanıp, bu ifade, bir kimsenin, bir topluluğun ölmesinden sonra, onların
eserlerini, haberlerini nakletmesi hakkında kullanılır. Ki, aslolan da budur.
Daha sonra bu ifade, "mevcut kimselerden rivayet etmek" anlamında
kullanılmıştır.
b) Bütün
sihirlere tercih edilmiş, onlara üstün gelen sihir dir. Buna göre, kelime kökünden olmuş olur.[47]
Daha sonra,
"Muhakkak bu, insan sözünden başkası değil... demiştir ki, bu, "Bu
bir beşer sözüdür" demektir. Böylece Vetld, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bütün
bunları başkalarının kelamından aldığını ifade etmek ister. Ama, şayet durum,
Velid'in dediği gibi olsaydı, onlar, Kur'ân'a muaraza edebilirlerdi. Çünkü,
Arap dilini bilme hususundaki yol ve yöntemler, birbirine yakındır.
Bil ki, Velid'in bu
sözü de, onun bu sözü bir inat yüzünden söylediğine delalet eder. Çünkü, onun,
Hz. Peygamber (s.a.s)'den Hamîm ea-Secde (Fussilet) Sûresini dinleyip, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in yanından ayrılınca da, "Ben Muhammed'den, ne ins ne de cin
kelamı olan bir söz dinledim.. Ki, onun, alabildiğine bir tatlılığı ve cazibesi
söz konusudur. O her şeye hükümran olacak, hiçbir şey onun üzerine
çıkamayacak.." dediği rivayet edilmiştir. Şimdi, işin başında o böyle bir
ikrarda bulunduğuna göre, onun burada, "O bir beşer sözüdür!"
deyişinin, onun buna inanarak değil de, sırf bir inat yüzünden söylemiş
olduğunu anlamış oluyoruz.[48]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Onu cehenneme sokacağım
Ben..." (Müddessir. 26) buyurmuştur. İbn Abbas (r.a) in, cehennemin altıncı tabakasının adı
olduğunu söylemiştir. İşte bundan dolayı da, kendisinde marifelik ve müenneslik
bulunduğu için, gayr-i munsarıf olmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sen biliyor musun, sakar
nedir?" (Müdessir, 27) buyurmuştur ki, bu üslupla cehennemin korkunçluğunu vurgulamak istemiştir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Hem bırakmaz, hem yine vaz geçmez. (Müddessir, 28) buyurmuştur.
Alimler, bunun ne demek olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak kimileri, bunların müteradif İki lafız oldukları, manalarının aynı
olduğunu, bu tekrarın maksadının ise, tekid ve vurgulama olduğunu ve bunun
tıpkı, "Benden yüz çevirdi"
denilmesi gibi olduğunu söylerlerken, kimileri de, bu iki kelime arasında
mutlaka fark olduğunu ileri sürerek şu izahları yapmışlardır.
1) O
cehennem kişide kan, et ve kemik namına bir şey bırakmaz cehennemlikler yeni bir canlı olarak yeniden
iade ve inşa edilince de, bir öncekinden daha şiddetli bir biçimde, onları
yeniden yakmakdan da geri durmaz. İşte bu, hep böyle sürüp gider. Bu, Atâ'nın,
İbn Abbas'tan yapmış olduğu rivayettir.
2) Cehennem,
azabı hak etmiş kimselere mutlaka azab eder; sonra da, o azab edilenlerin
bedenlerinde hiç bir kısım bırakmayıp hepsini yakar,
3) azab
edilen kimselerin bedenlerinde hiçbir şey bırakmaz. Sonra da, bu cehennemin
ateşi, kuvvet ve şiddeti namına ne varsa hiçbir şeyi geri bırakmayıp, onlara
azab için bütün şiddetini kullanır.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "insana çok susamıştır" (Müdessir, 29) buyurmuştur. Bu ifadeyle
ilgili şöyle iki mesele vardır:[49]
nin ne demek olduğu
hususunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1) Birisi
bir şeyi değiştirdiğinde, meselâ, susuzluk, adamın halini değiştirdiği zaman,
denilir. Buna göre, değiştiren anlamındadır. Nitekim Ferrfi, bu kelimeye,
"Yakmak suretiyle ciltleri değiştiren, siyahlatan" anlamını
vermiştir.
2) Hasan
el-Basrî ve el-Esamm'ın görüşüne göre, Levvâhe'nin anlamı, o cehennemin,
insanoğlu için beşyüz senelik mesafeden parlaması ve gözükmesi, demektir. Buna
göre bu ifade, tıpkı, (Naziat, 36) ayeti gibi olmuş olur. Bu görüşe göre
kelimesi, tıpkı bir şimşek gibi parladığında, Arapların, deyimlerine varıp
dayanır. Bu görüşü benimseyenler, birinci görüşü tenkit ederek, Cenâb-ı Hak,
"Hem bırakmaz, hem yine vaz geçmez o" buyururken, o cehennemin
ciltleri siyahlattığını söylemek uygun düşmez.[50]
Cehennemin
korkunçluğunu ifade etmek için "lhtisâs"tan dolayı mansub olarak şeklinde de okunmuştur.[51]
"Üzerinde ondokuz
(melek) vardır" (Müddeasir. 30).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[52]
Bu, "o cehennemin
işini, ondokuz melek üstlenir ve cehennemliklere bu ondokuz melek hükümran
olur" demektir. Ayetin bu ifadesine, "ondokuz sınıf...; ondokuz saf
melek" manaları da verilmiştir. Vahidî, müfessirlerin şöyle dediklerini
nakletmiştir: "Cehennem bekçileri, ondokuz olup, bunlardan biri Mâlik,
Mâlikin de beraberinde onsekiz melek bulunur ki, gözleri şimşek, dişleri ise
çatal çatal ve kanca biçiminde olup saçları da ayaklanna değer. Ağızlarından
cehennem alevi çıkar. İki omuzunun arası bin yıllık yoldur. Tek avuçlarının
içi, Rebta ve Mudar kabilelerini içine alacak kadar büyük... Kendilerinde
şefkat ve merhamet namına hiçbir şey yoktur. O meleklerden biri, yetmiş bin
kişiyi avucunun içine alıp, cehennemdeki dilediği yere atar.."[53]
Meânî (işin özüne
vakıf olmak isteyenler) alimleri bu sayının bu şekilde takdir edilişi hususunda
şu izahları yapmışlardır.
1) Hikmet
erbabının yaptığı izaha göre, insanî nefsin nazarî ve amelî kuvvetlerindeki
bozuluşunun sebebi, hayvani ve tabiî kuvvetlerdir.[54]
Hayvanı kuvvelere
gelince bunlar, beşi zahirî, beşi batınî, biri şehvet, diğeri de gazabtır ki,
toplamı onikidir.
Tabiî kuvvelere
gelince, bunlar da, cazibe, mâslke, hftzlme, dâfla, gaziye, nâmiye ve müvelllde
olmak üzere, yedidir. O halde bunların tümü ondokuz eder. Binâenaleyh,
afetlerin kaynağı bu ondokuz şey olunca, pek yerinde olarak zebanilerin sayısı
da bu kadar olmuştur.
2)
Cehennemin kapıları yedi tanedir. Bunlardan altısı kafirlere, biri de fasıklara
tahsis edilmiştir. Sonra kafirler cehenneme, şu üç şey, yani itikadı, ikrarı ve
ameli terketme yüzünden girecekler. Böylece, bu altı kapıdan herbiri için üç
şey söz konusu olur ki, toplam onsekiz eder. Fasıkların kapısına gelince, ne
itikadın ne de sözün (ikrarın) terkedilmesi söz-konusu olmadığı için, bunlardan
dolayı zebani yoktur.
Sadece, ameli
terketmeleri sebebiyle zebani söz konusudur. O halde bu demektir ki, bunların
kapısında tek bir zebani vardır. Binâenaleyh, yine, zebanilerin toplam sayısı
ondokuz eder.
3) (Bir
günde) yirmidört saat vardır. Bunlardan beşi, beş vakit namazla işgal olunur.
Yirmidört saatten geriye, ibadetten başka şeyle geçirilen ondokuz saat kalmış
olur. işte, buna uygun olarak, zebanilerin sayısı ondokuz olmuş olur.[55]
Ebû Ca'fer, Yezîd
ve Talha ibn Süleyman, "fâllâtun" veznini taktir etmek suretiyle elde
edilecek biçimde deki aynın sükûnuyla, şeklinde okumuşlardır. Ibnu'l-Cinnî,
el-Muhtezeb adlı eserinde bunun sebebinin şu olduğunu açıklamıştır. Bu iki
isim, sanki bir isim gibi addolunmuştur. Dolayısıyla peşpeşe harekeler
çoğalmıştır. Derken, hafiflik ve kolaylık olsun diye, ikincisinin ilk harfi
sakin kılınmış ve bu iki isimden birinin diğeriyle bitişmesinin çok kuvvetli
oluşunun emaresi addedilmiştir. Enes İbn Mâlik de, şeklinde okumuştur. Ebû
Hatim, "Bu okuyuşun, sadece şöyle tek bir izahı yapılabilir: kelimesi, tıpkı, kelimeleri gibi, kelimesinin çoğuludur" demiştir Böyle
olması halinde, zebanilerin toplam sayısı doksan olmuş olur.
"Biz o ateşin
bekçiliğine, meleklerden başkasını memur etmedik. Sayılarını da, küfredenler
için başka değil ancak bir fitne yaptık ki, kendilerine kitap verilenler sağlam
bilgi edinsinler, iman edenlerin de inaçlan artsın.. (Hülasa), hem kendilerine
kitap verilenler, hem de mü'minler, şüpheye düşlesinler. Kalblerinde maraz
bulunanlarla kâfirler de, "Allah bu sayıyla, mesel olarak, neyi dilemiş?"
desinler... İşte Allah, kimi dilerse böylece şaşırtır, kimi de dilerse, doğru
yola getirir. Rabbinin ordularını kendisinden başkası bilemez. O, insanlar için
öğütten başka bir şey değildir" (Müddessir, 31).[56]
Rivayet olunduğuna
göre, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi nazil olunca Ebû Cehil, Kureyş'e, "Anneniz
ölünüze ağlasın!.." dedi. İbn Ebî Kebşe de "Cehennem bekçileri
ondokuzdur. Siz ise, büyük bir topluluksunuz. Sizden her on kişi o zebanilerden
birisini kıskıvrak yakalayamaz mı?" deyince, Ebu'l-Eşed İbn Useyd İbn
Kelde el-Cumahî de, -ki o, çok güçlü kuvvetli birisi idi-, "Ben sizin
namınıza, onlardan onyedisinin hakkından gelirim. Siz de, benim namıma, ikisini
haklayın" dedi. Ebu Cehil ve Ebu'l-Eşedd böyle söyleyince, müslümanlar,
"Yazıklar olsun size! Hiç melekler, iki kapıcıyla mukayese edilebilir
mi?!" dediler. Bunun üzerine bu söz, aralarında denklik bulunmayan iki şey
için darbı mesel olarak kullanılmaya başlandı. Ki bu, "Melekler,
gardiyanlar ve demircilerle mukayese edilmez" demektir. Seccân, ateşi
kontrol eden melektir. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, "Biz o ateşin
bekçiliğine, meleklerden başkasını, memur etmedik.." buyurdu.[57]
Bil ki, Allah Teâlâ,
cehennem bekçilerini şu sebepten dolayı meleklerden yapmıştır.
1) Azab
görenlerin cinsinden olmasınlar diye.. Çünkü cins birliğinin olduğu yerde, azab
görenlere şefkat ve merhamet edildiği zannolunabilir. İşte bundan dolayı, bize
acısın, bize merhamet etsin diye, bize gönderilen o peygamber bizim cinsimizden
olmak üzere gönderilmiştir.
2) Melekler, Allah'a isyan etmekten en uzak yaratıklar oldukları gibi, en
zor ve en güç taatları da yapabilecek güçtedirler.
3)
Meleklerin kuvveti, cin ve insanlarınkinden kat kat fazladır. Buna göre şayet,
"Hadislerde yer aldığına göre melekler, nurdan yaratılmışlardır. Nurdan
yaratılan ise, daha nasıl hep cehennemde kalmaya, orada görev yapmaya takat
getirebilir?" denilirse, biz deriz ki: Kıyametin isbatı hususundaki
sözlerin temel dayanağı, Allah'ın, her türlü mümkinata kadir oluşudur. Cenâb-ı
Hakk'ın, canlı bir varlığı, hiç ölmez bir biçimde bu denli şiddetli bir azabın
içinde süresiz olarak bırakmasında imkansız görülecek bir husus olmadığı gibi,
aynen böylece, melekleri de cehennemde, onlara herhangi bir acı ve elem
dokunmaksızın orada görevlendirmesinde imkansız görülecek bir husus yoktur.[58]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sayılarını da, küfredenler için -başka değil- ancak bir fitne yapük
ki, kendilerine kitab verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de
inançları artsın.. (Hülasa), hem kendilerine kitap verilenler, hem de
mü'minler, şüpheye düşmesinler. Kalblerinde maraz bulunanlarla kafirler de,
"Allah bu sayıyla, mesel olarak neyi dilemiş?" desinler.."
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır.[59]
Bu sayı, şu iki
bakımdan kafirlerin fitneye düşmelerine sebep teşkil etmiştir:
1) Kafirler
bu hususu alay konusu edinerek, "Peki bunlar, niçin yirmi olmamışlar da,
özellikle, sayıları (Kur'ân'da) belirtilen bu sayıda olmuştur? Bunu gerektiren
şey nedir?" derler.
2) Kafirler,
şöyle derler: "Bu kadar az bir sayıdaki melek, Allah'ın, ta ilk
yaratılıştan kıyamete değin gelip geçen alemdeki yaratıkların ekserisini
oluşturan ins ve cinlere, nasıl olur da, eksiksiz bir biçimde azab edebilir?..
(Bu mümkün değil!)." İman ehline gelince, onlar, bu iki soruya iltifat
etmezler. Birinci soruya dönüp bakmazlar, çünkü, bütün alem sonludur.
Binâenaleyh, kendisinden bu alemin tümünün oluştuğu o tek cevherin muayyen bir
sayıda olması gerekir.
Bu durumda da
şöyle bir soru hatıra gelebilir: Peki Cenâb-ı Hak niçin, icad için, bu sayıdaki
cevheri belirlemiş de, bu sayıya bir başka cevheri ilave etmemiş veya bunun
sayısını noksanIaştırmam iş? İşte, alemin icadı hususundaki söz de böyledir.
Çünkü alem, muhdes olup, alemin ilahı da kadîm olunca, alem, yaratıcısından,
sonsuz bir süre yeri kalmış olur. Peki, âlem, takdir edilecek bir an önce veya
sonra niye meydana getirilmemiş? Muhdes varlıkların herbirinin belli bir zaman
için olmasının takdir edilmsi ve maddelerden herbirinin belli bir takım
cüzlerden mürekkeb oluşları hususunda da bu tür sorular sorulabilir. Bütün
bunlara verilecek cevap ancak şudur: O, kadirdir, muhtardır. Hür ve irade
sahibi olan bir kimsenin de, herhangi bir sebeb olmaksızın da, bir şeyi, onun
dengine ve aynısına tercih etme yetkisi vardır. Alemin tümünün yaratılması
hususunda itimada şayan cevap bu olunca, cehennem zebanilerinin de bu kadar
sayıda olmaları hususunda verilecek cevap aynıdır.
İkinci soruya gelince,
bu da zayıftır. Çünkü bu sayıdaki meleklere, bütün müstehak mükelleflere azab
edilecek güç ve kudreti vermesi ve hiçbir halel gelmeksizin onların bu imkanı
edebilmeleri, Cenâb-ı Hakk'ın kudreti açısından uzak bir şey değildir. Velhasıl
bu iki soru, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliğini zedelemeye varıp
dayanır. Bu s&beple, Hak Teâtâ'nın sayısız şeylere kadir olabileceğini
itiraf edip, kıyametteki hallerin, dünya halleri gibi olmadığını bilen
kimselerin kalbinden, bu tür imkansız görülen şeyler, tamamen zail olur, gider.[60]
Allah Teâlâ'nın bazan
da saptırmayı murad ettiğini söyleyenler, bu ayetle istidlal ederek şöyle
demişlerdir: "Çünkü ayetteki, "(Onların) sayûannı da, küfredenler
için, başka değil, ancak bir fitne yaptık" ifadesi, bundan asıl gayenin,
kafirleri fitneye düşürmek olduğuna delalet etmektedir." Mu'tezile buna,
şu bakımlardan cevap vermektedir:
1) Cübbaf
şöyle der: "Ayetteki "fitne" sözü ile, kulluğu çetinleştirme
manası kastedilmiştir. Çünkü onlar böylece, istidlalde bulunacak ve Allah
Teâlâ'nın yüzbin meleğin sahip olmadığı gücü, bu ondokuz meleğe vermeye kadir
olduğunu anlayacaklar."
2) Ka'bî de şöyle
der: "Ayetteki "fitne" kelimesiyle, Cenâb-ı Hakk'ın imtihan
etmesi kastedilmiştir. Böylece mü'min kimse, hikmetini, yaratıcı Sübhanehu ve
Teâlâ'nın ilmine havale eder, O'nun bilebileceğini söyler. Dolayısıyla ayetteki
"on dokuz" ifadesi, kendisine inanılması İle mükellef tutulduğumuz
"müteşâbih" ayetlerden biri olmuş olur."
3) Ayetteki
"fitne" ile, cehennem zebanilerinin sayısını yalanlamaları sebebiyle,
içine düştükleri küfür kastedilmiştir. Buna göre mana, "Bu sayıyı
yalanlayıp, diyeceklerini dedikleri için, bu sayıyı o kafirler için bir fitne
kıldık. Dolayısıyla da bu, onların küfürlerine karşılık, onlara verilmiş bir
cezadır. Bunun neticesi ise, Allah'ın onlara lütfunu ihsan etmemesidir.[61]
Mu'tezile'ye şöyle
cevap verilir: Sizin ileri sürdüğünüz bu hususların hiçbirinde bir münakaşa söz
konusu değil. Fakat biz şöyle diyebiliriz: Peki, kafirin küfrünün kuvvetlenmesinde
indirilen bu müteşabih ayetlerin bir tesiri var mıdır, yok mudur? Eğer
müteşabih ayetlerin, kafirin küfrüne sebep olan şeylerin güç kazanmasında bir
tesiri yoksa, bu müteşabihlerir. inmesi, diğer ayetlerin inmesi gibi olur.
Dolayısıyla da müteşabihIerin, kafirler için bir fitne olduğunu söylemenin,
kesinlikle bir izahı olmaz. Yok eğer, bunların, kafirin küfrüne sebep olan
şeylerin güçlenmesinde bir tesiri varsa, maksadımız hasıl olmuş olur. Çünkü
yapmayı sağlayan sebep baskın çıktığında, yapmamayı sağlayan sebep, mercûh
(mağlub) olmuş olur. Mercûhun ise tercihi imkansızdır. O halde, o işi yapmama,
meydana gelmesi imkansız bir durum olmuş olur ve böylece yapma tarafı zorunlu
(kaçınılmaz) olmuş olur. Allah en iyi bilendir.[62]
Bil ki Allah Teâlâ,
müteşabh ayetleri indirişinin maksadının şu dört şey olduğunu belirtmiştir.
1) Kendilerine
kitap verilenler yakinen inansınlar diye...
2) Mü'minler,
imanlarını artırsınlar diye...
3) Hem ehl-i
kitap, hem de mü'minler şüpheye düşmesinler diye...
4)
Kalblerinde hastalık olan (münafıklar) ile kafirler, "Cenâb-ı Hak, bununla
neyi murad etmiş" desinler diye...[63]
Bil ki bu ayetlerin
esasen ne demek istedikleri, ancak şöyle bir takım soru ve cevaplarla ortaya
konabilir:
Birinci Soru:
Bu ayetin lafzı, Allah Teâlâ'nın zebanilerin sayısını inkar edenlerin fitneye
düşüşlere bu dört şeyi sebep kıldığını göstermektedir. Binâenaleyh bunu nasıl
izah edersiniz?
Cevap: Allah
Teâlâ, bu dört şeyin hepsini birden, kafirlerin bu ondokuz sayısını yadırgamaları
sebebiyle düştükleri o fitnenin sebebi olarak zikretmem iştir. Bunu şu iki
şekilde izah edebiliriz:
a) Ayetin
takdiri, "Onların sayısını ancak kafirler için bir fitne, ehl-i kitab için
de yakım iman sebebi kıldık,.." şeklindedir. Bu tıpkı bir kimsenin,
"Senin yüceltmek, düşmanını da hor ve hakir kılmak için şöyle-şöyle
yaptım" demesine benzer. Alimler, ı-şte bu gibi ifadelerde, atıf
harflerinin bazan zikredilebîlip, bazan hazfedilebileceğini belirtmişlerdir.
b) Ayetteki,
cümlesinin takdiri manası, "Biz onların sayısını, ancak ondokuz
kıldık" şeklindedir. Fakat buradaki, ifadesi, "ondokuz"
ifadesinin yerine konulmuş ve böylece de müessir, bu eserin o müessirin
ayrılmaz bir işi (vasfı) olduğuna dikkat çekmek için, esere delalet eden bir ifadeyle
anlatılmıştır.[64]
İkinci Soru:
Ehl-i kitab'ın yakîni imana ulaşmasında, böyle müteşabih ayetlerin inzalinin
tesiri nasıl izah edilir? Buna şöyle birkaç açıdan cevap verilebilir:
a) Bu
ondokuz sayısı, ehl-i kitabın kendi kitablarında yer alıp, Hz. Peygamber
(s.a.s) de, herhangi bir öğrenim ve iktibas söz konusu olmaksızın, aynen ehl-i
kitab'ın kitablarındakine uygun olarak bunu haber verince, bunun gökten
(Allah'dan) gelen vahiy sayesinde olduğu ortaya çıkmış olur. Böylece de Hz. Peygamber
(s.a.s)'i tasdik eden ehl-i kitabın, imanları artmış olur.
b) Tevrat ve
İncil, tahrif edilmiş, bozulmuşlardır. Binâenaleyh ehl-i kitab, zebanilerin
sayısının bu kadar olduğunu kendi kitablarında okuyorlardı. Ama bu iki
kitablarının tahrif edilmiş olduğunu bildikleri için, buna tastamam
güvenmiyorlardı. Bu sebeplerle aynı sayıyı Hz. Peygamber (s.a.s)'den de böylece
duyunca, bu husustaki imanları kuvvetlenmiş ve bu sayının doğru ve gerçek
olduğuna kesinkes inanmışlardır.
c) Allah'ın
Resulü (a.s), onlara bu ilginç sayıyı haber verdiğinde Kureyş'in onunla alay
edip, üstüne güleceklerini biliyordu. Çünkü onlar, daha açık ve sefih meseleler
olan, tevhidin, Allah'ın ilim ve kudret gibi sıfatlarının isbatı konularında
onunla alay ettikleri İçin, böyle ilginç bir sayının ileri sürülüşünde haydi
haydi alay edeceklerdi. Ama onların Resûiüllah (a.s) ile böylesine şiddetli
alay edişleri, onu böylesi bir gerçeği ortaya koymaktan alıkoyamayınca, herkes
Hz. Muhammed (s.a.s)'in dünya ve reislik peşinde koşmayı gaye edinmiş olması
halinde, bu gibi gülünç sayıları söylemekten çekineceğini bilir-: Binâenaleyh
onların, mutlaka kendisiyle alay edeceklerini bile bile bu sayıyı söylemesi,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in bundan maksadının, sadece kendisine gönderilen vahyi
tebliğ etmek olduğunu ve onun bu hususta ne tasdik edenlerin tasdikine ne de
yalanlayanların yalanlamasına aldırmadığını herkes anlamış olur.[65]
Üçüncü Soru:
Bu hadisenin, mü'minlerin imanlarının artışına tesiri nedir?
Cevap: Mükellef, Hak Teâlâ'nın herşeyi bildiğini, muhdes şeylerin tamamından
müstağni olduğunu, yalan ve yeminden uzak ve berî olduğunu, kafasında hep canlı
tutmadığı müddetçe, bu gibi sayıları kabullenemez ve bunların gerçek olduğuna
inanamaz. Fakat içinde bu ilginç sayıdan ötürü doğan taaccübü defetmek
maksadıyla, bu delilleri zihninde canlı tutar ve sonra Allah'ın, kısaca yalan
söylemeyen bir doğru ve cahil olmayan bir hakim olduğunu bilirse, işte o zaman
bu sayının doğru olduğuna inanabilir. Mü'minin, işte bu mukaddimeleri nazar-ı
dikkate aldığında, kafasında daha fazla delil toplayıp, dine daha fazla boyun
eğeceğinde bir şüphe yoktur. O halde, mü'minin imanının artmasıyla bu
kastedilmiştir.[66]
Dördüncü Soru: Siz (ehl-i sünnete) göre imanın hakikati
(aslı-kendisi) ne artar, ne eksilir. Öyleyse (imanın arttığını söyleyen) bu
ayet hakkında ne diyeceksiniz?
Cevap: Biz bu ayeti, kişinin imanının ürünü ve neticesi olan şeylerin artışı
manasına alıyoruz.[67]
Beşinci Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın, ehl-i kitabın "yakîn"ini ve mü'minlerin imanının
artışını bildirdikten sonra, "(Hülasa) hem kendilerine kitab verilenler,
hem de mü'minler şüpheye düşmesinler" deyişinin hikmet ve manası nedir?
Cevap:
Ulaşılmak istenen netice, delili çok ince ve şüphesi fazla kapalı bir konu
olunca, insan bu hususta sa'y-u gayret gösterip, sonunda bir yakîn elde ederse,
çoğu kez bu ince delilin öncüllerinden bazılarını görmemiş olabilir.
Dolayısıyla da aynı şek ve şüphe yeniden geri dönebilir. Bundan Ötürü bazı
hallerde, "yakîn"in bulunduğunu söylemek, bundan sonra şüphenin arız
olmasına ters düşmez. Binâenaleyn işte ayette, bu ifadenin tekrar getirilişinin
maksadı onların, artık kesinlikle bir şek-şüpheleri olmayacağı bir biçimde
yakînî ve kesin bilgi elde ettiklerini bildirmektir.[68]
Altıncı Soru:
Müfessirlerin çoğu, ayetteki, "Kalblerinde maraz (hastalık)
bulunanlar..." ifadesiyle, kafirlerin kastedildiğini söylemişlerdir. Bu
cümleden olarak, mesela Hüseyin b. el-FazI el-Becelî, bu sûrenin Mekkî
olduğunu, Mekke döneminde ise, münafıklığın henüz olmadığını; dolayısıyla da
buradaki "hastalık" kelimesinin, münafıklık manasına gelmediğini
söylemiştir. Buna şöyle cevap verilir: Müfessirlerin bunun Mekkî olduğunu
söylemeleri doğrudur. Fakat Allah Teâlâ, ileride böyle bir nifakın olacağını,
ezelî ilmi ile biliyordu. Bu sebeple de olabilecek şeyi, (olmuş gibi) önceden
haber vermiştir. Durumun böyle olması halinde, ayet bir mucize olmuş olur.
Çünkü ayet, olacak-gaybî bir şeyi, Önceden haber vermiştir ve iş, haber
verildiği gibi tahakkuk etmiştir. İşte bu bakımdan bir mucize olmuştur.
Ayetteki "maraz" (hastalık) ile, "şek ve şüphe" manasının
kastedilmiş olması da mümkündür. Çünkü Mekkelilerin ekserisi şüphe içinde
idiler. İçlerinden, sadece bazıları, bu şeylerin yalan olduğuna kesin gözüyle
bakıyorlardı.[69]
Yedinci soru Diyelim
ki bu müteşabih ifadenin indiriliş gayesi, "yakîn" sağlayıp, şüpheyi
bertaraf etmektir. O halde kafir ve münafıkların böyle söylemeleri daha nasıl
maksad ve gaye olabilir?
Cevap: Benimsediğimiz
prensibe göre böyle bir problem söz konusu değil. Çünkü Allah Teâlâ dilediğini
hidayete erdirir, dilediğini delalete sevkeder. Bu hususun geniş izahı gelecek
ayette yapılacak. Fakat Mu'tezile açısından bu durum, vâkî olmuş olması
açısından, bir "gaye"ye benzemiş ve dolayısıyla başına
"lâmu'l-garaz" edatı dahil olmuştur. Bu yönüyle ifade tıpkı, "Biz (onları) cehennem için
yarattık" (A'raf. 179) ayeti gibi olur.[70]
Sekizinci Soru:
Peki, o kafir ve münafıklar, buna niçin "mesel" demişlerdir?
Cevap: Bu, ilginç bir
sayı olunca, onlar Hak Teâlâ'nm bundan maksadının, zattın mana olmayıp, aksine
bunu, başka birşey için mesel (teşbih) kılıp, başka bir maksada dikkat çekmek
istediğini sanmışlar ve böylece buna "mesel" demişlerdir.[71]
Dokuzuncu Soru: Onlar, Kur'ân'ın Allah katından olduğuna inanıyorlardı. Öyle ise nasıl,
"Allah bununla neyi murad ediyor?" diyebilmişlerdir?
Cevap:
Kalblerinde hastalık olanlar, yani münafıklar, zahiren Kur'ân'ın Allah katından
olduğuna inanır görünüyorlardı. Dolayısıyla böyle diyebilmişlerdir. Kâfirler
ise bu sözü ya, istihza etmek için, yahut da, "Kur'ân eğer Allah katından
olsaydı, Allah böyle söylemezdi" manasında, istidlal yollu olarak böyle
söylemişlerdir.
Hak Teâlâ'nın,
"işte Alla kimi dilerse, böylece şaşırtır, kimi de dilerse, doğru yola
getirir" beyanına gelince, (ehli sünnet) alimlerimizin bu ayetle nasıl
istidlalde bulunacakları açıktır. Çünkü Allah Teâlâ, ayetin başında,
"Saydamı da, kafirler için, başka değil, ancak bir fitne yaptık",
sonunda, "Kalblerinde maraz bulunanlarla kafirler, "Allah bu sayıyla
mesel olarak neyi dilemiş?" desinler" buyurmuş. Daha sonra da, 'İşte
Allah kimi dilerse böylece şaşırtır; kimi de dilerse doğru yola getirir"
buyurmuştur.[72]
Mu'tezile'ye gelince,
onlar, kendilerinin şu meşhur görüşlerini ileri sürmüşlerdir:
1) Buradaki
şaşırtma (idlâl) ile, Allah'ın lütuf fiillerini ihsan etmemesi manası
kastedilmiştir.
2) Bu ayetler
inerken, bir takım kimseler, kendi irade ve istekleri ile hidayeti bulup; diğer
bir takım kimseler de kendi irade ve istekleriyle sapıtınca, bu hidayete
erdirme ve saptırmada, esas sebep sanki bu ayetler olmuştur. Bu tıpkı, "Bu
(sûre-ayet) onların imanını artırır" (Tevbe, 124) ve "Bu (sûre),
onların küfürlerini artırır" (Tevbe, 125) ayetleri gibi olur.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın, gerek, "saptırır", gerekse "hidayet eder"
ifadeleri ile, "Allah, o kimsenin sapıklığına, berikinin de hidayetine
hüküm verir.." manaları kastedilmiştir.
4)
"Allah Teâlâ, kıyamet günü, onları, mükafaat yurdundan (cennetten)
saptırır" manası kastedilmiştir. Bütün bu görüşler, cevaplarıyla beraber,
Bakara Sûresi (Bakara, 26) ayetinin tefsirinde geçmiştir.[73]
Ayetteki, "Rabbinin ordularını
kendisinden başkası bilemez..." buyruğu hakkında şu izahlar
yapılabilir:
a) En uygun
olan izah şudur: O topluluk, bu sayıyı az addedince, Cenâb-ı Hak,
"Rabbinin ordularını Kendisinden başkası bilemez" buyurmuştur ki bu,
"Diyelim ki, bunların sayısı ondokuzdur; ancak ne var ki, herbirisinin,
sayılarını ancak Allah'ın bileceği miktarda yardımcıları, askerleri
vardır" demektir.
b) "Çok
çok fazla olduğu için, Rabbinin ordularının sayısını ancak O bilir.
Dolayısıyla» O'nun, cehennem zebanilerinin sayısını yirmiye tamamlaması güç
değildir. Ancak ne var ki, bu sayıda O'nun, ancak, Kendisinin bileceği,
mahlukattan hiç kimsenin bilemeyeceği bir hikmeti vardır.."
c) Allah Teâlâ'nın
kafirlere ve fasıklara azab etmesi için, bu cehennem bekçilerine hiçbir
ihtiyacı yoktur. Çünkü, gerçekte, onlara azab edip onlarda o elemleri halkeden,
Allah Teâlâ'dır. Zira O, insanoğlunun kirpiğindeki bir kılı yüzüne batırsa
yahut bedenindeki damarlardan birisine bir ağrı ve sızı musallat etse, belâ ve
mihnet itibariyle bu, o kimseye yeter. Binâenaleyh, cehennem zebanilerinin
sayısının az tutulmasından, o azabın da az olacağı sonucu çıkarılamaz. O halde,
Allah'ın kudreti dahilinde olan şeyler sınırsız olduğu için, bu demektir ki,
O'nun orduları da sınırsızdır.[74]
"O insanlar için
öğütten başkası değildir" ayetindeki zamiri, neye racidir? Bu hususta
şöyle iki görüş vardır:
a) Bu,
kelimesine raci olup, buna göre mana, "sekar" (cehennem) ve onun
sıfatı, beşer için bir öğüttür" şeklinde olur,
b) Bu ifade,
"müteşabih ayetlere racidir. Buna göre mana, "Her ne kadar Dunlardan
yararlananlar, iman ehli ise de, bu müteşabih ayetler herkes için bir
öğüttür" şeklinde olmuş olur.[75]
'Fakat ne gezer!
Andoisun aya.. Dönüp geldiği zaman geceye.. Ağardığı dem sabaha..." (Müdessir,
32-34).
Cenâb-ı Hakk'ın
ifadesine gelince, bu ifade
hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, bunları onlar için bir öğüt kıldığını belirtmesinden sonra,
halâ öğüt almadıkları için, bu durumu yadırgayan bir ifadedir.
2) Bu, büyük belalardan birisi olan cehennemin uyarıcı olduğunu inkar
edenleri caydırıcı bir ifadedir.
3) Bu, Ebu
Cehil ve arkadaşlarının cehennem zebanilerine karşı koyabilecekleri -ususunda
sarfettikleri sözün bir reddiyesidir.
4) Bu,
onların, o belli sayı ile alay edişlerinden onları caydıran bir ifadedir.[76]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
"Andolsun aya.. Dönüp geldiği zaman geceye..." buyurmuştur ki, bu
ifadeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülebilir:
1) Ferrâ ve
Zeccâc, "Tıpkı fiilleri gibi, de,
aynı anlamda iki ifâdedir. Bunun delili ise,
şeklinde okuyan kimsenin kıraatidir" demişlerdir. Rivayet
olunduğuna göre Mücahld, İbn Abbas'a, nin ne demek olduğunu sormuş da, İbn
Abbas, o gece geçip gidinceye kadar susmuş, gece çekip gidince de, "Ey
Mücahid, işte bu demektir. ("Gece gitti...") demiştir. Ebu'd-Duhâ'nın
rivayetine göre İbn Abbas, böyle okumayı ayıp sayıyor ve "Ancak devenin
sırtı yağır yara olur" anlamında,
diyordu. Vahidî, bizim de bahsettiğimiz gibi, dil alimleri nezdinde bu
iki kıraatin denk olduğunu söylemiştir. Ebû Ali de, söyle bir beyit terennüm
etmiştir:
"Arkasını dönüp
giden dün gibi, bütün idarecilerini ve onlann mallarını mülklerini o kurak
Suhâb'da bırakan babama, atama andolsun ki..."
2) Ebû
Ubeyde ve İbn Kuteybe, ifâdesinin, "gündüzden sonra gece geldi.."
anlamına geldiğini; Arapça'da, "ardından geldi" anlamında, ifâdesinin kullanıldığını söylemişlerdir.
Kutrub da, "Buna göre ifâdesinin manasının, "Gündüz çekip gittikten
sonra gece geldiğinde.." şeklinde olduğunu söylemiştir.[77]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ağardığı dem sabaha.. ifâdesine gelince,
buradaki kelimesinin manası
"ağarıp, aydınlanınca"
anlamındadır. Hadiste de, "(Sabah
namızını) ortalık aydınlanınca kılm..." buyurulmuştur ki, Cenâb-ı Hakk'm,
"O zaman bazı yüzler vardır, aydınlıktır, ağarmıştır..(Abese, 38)
ayetindeki, kelimesi de işte bu anlamdadır.[78]
"Hakikaten, o
cehennem büyük büyük (belalardan) biridir. İnsanlar için, sizden ileri gitmek
yahut geri kalmak isteyenler için ek korkutucu ve uyana olarak"
(Müddessir, 35-37).
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hakikatte, o cehennem büyük büyük (belalardan) biridir" ifadesiyle
ilgili birkaç mesele vardır.[79]
Bu söz, ya kasemin
cevabı, yahut bir ifadenin illet ve gerekçesidir. (İllet olması durumunda),
kasem sırf tekid için gelmiş olan bir cümle-İ mu'tarıza olur.[80]
Vahidî, kelimesinin
elifinin hemzesinin, hemze-i kat' olduğunu, vasi halinde düşmeyeceğini
söylemiştir. Ibn Kesîr'in, tıpkı
denilmesi gibi, hemze'yi hazfederek, şeklinde okuduğu da rivayet
edilmiştir. Ama bu hazf, kaideye uygun değildir. Kaide ise, hafifletmektir; bu
da, ikisi arası bir şekilde okumaktır.[81]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: kelimesi, kelimesinin çoğuludur, daki müenneslik
elif-i maksuresi, tıpkı müenneslik tâ'sı gibidir. Binâenaleyh, kalıbı,
nasıl ki, şeklinde çoğul yapılıyorsa,
da, aynen bu kalıp üzere çoğul yapılır. Bunun bir benzeri de,
kelimesinin kelimesinin çoğulu olmasıdır.
Sâfiyâ'u kelimesi ise, rüzgarın savurduğu toprağın adıdır. da (çanak, çömlek)
kelimesinin çoğuludur. O halde bu demektir ki, bu iki kelime, kalıbının
çoğuludur.[82]
ifadesine gelince bu,
"Bahsi geçen o cehennem -sekaru- var ya! O, büyüklerden biridir"
demek olup, buna göre, ifadesi ile, cehennemin tabakaları kastedilmiş olur ki,
bunlar da, Allah bizleri onlardan korusun (amin)!, cehennem, laza, el-Hutame,
es-Saîr, Sekar, Cahîm ve Hâviye olmak üzere, yedi tanedir.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesine gelince, buradaki ı^âî kelimesi, önceki kelimesinin temyizi olup, ayetin anlamı,
"O, yani "sekar", inkâr edici olmaları açısından, dehşet saçan o
büyük belalardan birisidir..." şeklindedir. Ve bu tıpkı, senin, "Bu,
iffetli olması açısından, has kadınlardan birisidir" demen
giidir.kelimesinin, "hâl" olduğu da söylenmiştir. Ubeyy Ibn Ka'b ise,
ya nın ikinci haberi olarak, ya da mahzuf mübtedanın haberi olarak, kelimeyi
şeklinde merfu okumuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesiyle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:[83]
Bu ifadenin tefsiri
hususunda şu iki izah yapılabilir:
a) ifadesi
mübteda olarak ref mahallinde
olup, ifadesi, mübtedadan önce gelen bir haberdir.
Ve bu tıpkı senin, "abdest alanın namaz kılması gerekir"
anlamında, demen gibi olur. Buna göre
mana, "Sizden, takdim ve tehiri isteyen herkes için, mutlak anlamda
tekaddum ve teahhur vardır" şeklinde olur ki, "tekaddüm" ile
"hayra koşmak", "teahhur" ile de "hayırdan geri
durmak" anlamları kastedilmiş olur ki, bu ifade bu manaya göre, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Dileyen iman, dileyen de inkar etsin.."(Kehf,29) ayeti
gibi olmuş olur.
b) ifâdesi (Müddesir, 31) kelimesinden bedel olup, buna
göre, takdiri mana, "O "sekar", sizden, hayır yapmayı ya da geri
durmayı dileyenler için bir nezirdir, uyarıcıdır" şeklinde olup, buna
göre, bu ifadenin (tahlil ve terkibce) bir benzeri, (Al-i imran, 97) ayetidir.[84]
Mu'tezile, kulun
herhangi bir fiili yapma imkanı bulduğunda, onu yapmaya mecbur olmadığı
hususunda bu ayete sarılmıştır.Buna şu şekilde cevap verebiliriz: Bu ayet,
kulun işinin, kendi meşietine bağlı olduğunu göstermektedir. Ne var ki, kulun
meşieti de, Allah'ın meşietine bağlıdır. Çünkü Allah Teâlâ, "Sizler, Allah
dilemedikçe, dileyemezsiniz..' (insan,30) buyurmuştur. Bu durumda da, bu ayet,
bizim lehimize, Mu'tezlle'nin ise aleyhine olan bir ayet olmuş olur.
Alimlerimiz, Mu'tezile'nin bu ayetle istidlal edişine şu diğer iki cevabı da
vermişlerdir:
1) Buradaki
"meşiet dileme"nin muhataplara nisbet edilmesi, bir tehdit ifade
edip, bu yönüyle bu ayet tıpkı, "Dileyen iman etsin, dileyen de inkar
etsin..."(Kent, 29} ayeti gibi olmuş olur.
2) Bu
diteme, "Sizden, hayra koşmasını ya da hayırdan geri durmasını Allah'ı,
dilediği kimseler için.." anlamında Allah'a aittir.[85]
"Her nefs,
kazandığı şey mukabilinde bir rehindir. Ancak, ash&b-ı yemin müstesna..
(Onlar) cennetlerdedirler; birbirlerine, günahkarlardan sorarlar"
(Müddessir, 38-41).
Keşşaf sahibi,
ayetteki kelimesinin, Cenâb-ı Hakk'ın, (Tûr.21) ifadesinde kelimesinin müennesi
olmadığını; buradaki kelimesinin müennes getirilişinin, kelimesinin müennes
olmasından dolayı olduğunu; zira sığanın (kalıbın) kastedilmesi halinde denileceğini, çünkü mef'ûl anlamına gelen
kalıbında, müzekker ve müennesin eşit olduğunu, buradaki kelimesinin tıpkı, kelimesinin (kınamak,
sövmek) anlamına gelişi gibianlamına geldiğini, buna göre adeta, "Her
nefis, kazandığı mukabilinde rehindir" denildiğini söylemiştir ki, bu
kelime, Hamâse'deki şu beyitte de "taşlı, topraklı kabir rehini"
tabiri şeklinde kullanılmıştır.
Buna göre şair adeta,
"Kabir rehini" demek istemiştir. Buna göre ayetin manası,
"Ashab-ı yemin hariç, her nefis, kazandığı şey sebebiyle, Altah katında
bir rehindir, salıverilmez, bırakılmazlar" şeklindedir. Çünkü ashab-ı
yemin, tıpkı rehin bırakan bir kimsenin, karşı tarafın alacağını ödemek
suretiyle, rehinini kurtardığı gibi, güzel amelleri ile kendi boyunlarını
kurtarmışlardır.[86]
Alimler, ayette
bahsedilen ashab-ı yeminin kim olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) İbn
Abbas, bunların mü'minler olduğunu söylerken,
2) Kelbî,
bunların, haklarında Allah Teâlâ'nın, "Bunlar cennettedir, varsın
olsunlar.." buyurduğu kimseler olup, bunlarda, Hz. Adem (a.s)'in sağında
yer alan kimseler olduğunu söylemiştir.
3) Mukâtil, bunların, kitapları, sağdan verilen kimseler olduğunu,
dolayısıyla da, günahları sebebiyle cehennemde rehin tutulmadıklarını
söylerken,
4) Ali ibn
Ebî Talib (r.a) ve İbn Ömer, bunların, müslümanların çocukları olduğunu
söylemişlerdir ki, Ferrâ şu iki sebepten dolayı bu görüşün, doğruya en yakın
olduğunu söylemiştir.
a) Çünkü çocuklar, kendisi yüzünden rehin tutulacakları bir günah
işlemezler..
b) Allah
Teâlâ, bunlardan bahsederken,
"Cennetlerdedirler;
birbirlerine, günahkârlardan sorarlar..." buyurur. Ki, bu ifadeler
ancak, çocuklar için uygun düşer.. Zira, çocuklar, günahın ne demek olduğunu
bilememişler de, böylece de, o günahkarlara, "sizi cehenneme sokan
nedir?" demişlerdir.
5) İbn
Abbas'ın bunların melekler olduğunu söylediği de rivayet edilmiştir.
ifadesine gelince, bu,
"onlar, niteliğinin künhünü ancak ancak Allah'ın bilebileceği cennetler
içindedirler" demektir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra "Birbirlerine günahkarların
durumunu sorarlar.." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili şu iki izah
yapılabilir:
a) ifâdesinin
başındaki zaid bir ketime olup, kelamın
takdiri, "Onlar, günahkarlara ... şöyle bir soru yönelterek, "Sizi,
cehenneme sürükleyen nedir?" derler" şeklindedir. Çünkü Arapça'da
hem hem de "Onu bunu sordum.." "Ona
bundan sordum" denilir.
b) Ayetteki
mana, "Sağcılar kendi aralarında birbirlerine, mücrimlerin hallerini
sorarlar.." şeklindedir.
Buna göre şayet,
"O zaman ayetteki ifadenin, "Onları, cehenneme sokan nedir?"
şeklinde olması gerekirdi" denilirse, biz deriz ki: Keşşaf sahibi buna şu
cevabı vermiştir: "Bu ifade ile, kendisine sorulanların, kendileriyle o
günahkarlar arasında geçmiş olan şeyleri sual etmekte olan kimselerle
karşılaştıklarında "Biz onlara, sizi cehenneme sokan şey nedir?"
dedik" demesi kastedilmiştir.
Burada şöyle diğer
bir izah daha yapılabilir: Ayette kastedilen mana, "Ashâb-ı yemin,
mücrimler nerede?" diye soruştururlar.. Sonra, o günahkarları görünce de,
onlara, sizi cehenneme sokan şey nedir?" demişlerdir" şeklindedir.
Çünkü Kur'ân üslubunda, ayetlerde mukadder (yani açıkça ifade edilmeyip sözün
gelişinden anlaşılan) manalar pek çoktur.[87]
"Sizi cehenneme
sokan nedir? Dediler ki: "Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksula yedirmezdik. Biz de dalanlarla
beraber (lüzumsuz laflara) dalardık. Ahiret gününü de yalan sayardık. Nihayet
"yakîn" (ölüm) bize geldi" (Müddsssir, 42-47).
Ayetin başındaki
sorunun maksadı, o kafirleri iyice azarlayıp utandırmak olup, manası,
"Sizi cehennemin dibine habseden şey nedir?" şeklindedir. Onlar bu
azabın, şu dört şeyden dolayı olduğunu belirterek cevab vermişlerdir:
1) "Biz
namaz kılanlardan değildik."
2) "Yoksula
yedirmezdik." Bu iki ifadenin, farz namaz ve zekat manasına alınması
gerekir. Aksi halde, farz olmayan bir şeyin yapılmamasından ötürü, onların
azaba duçar olduklarını söylemek caiz değildir.
3) "Biz
de dalanlarla beraber (lüzumsuz laflara) dalardık." Bu ifadeyle,
batıl-asılsız şeylere (konulara) dalmak kastedilmiştir.
4)
"Ahiret gününü de yalan sayardık." Bize yakîn, yani ölüm gelip çatana
kadar, kıyamet gününe inanmadık.
Ayetteki,
"Nihayet "yakîn" bize geldi" ifadesi, "Biz, ölüm gelip
çatana kadar, ahireti inkar etmeyi sürdürdük" demektir. Bu ifadenin
zahiri, bu kafir topluluğunun herbir ferdinin, bu dört Özelliği taşıdığına
delalet eder.[88]
Alimlerimiz kafirlerin
de şeriatın fer'î (ametî) hükümlerini karine getirmemiş olmalarından ötürü
ilahi cezaya duçar olacakları konusunda bu ayeti delil getirmişlerdir. Biz bu
hususu Usûl-u Fıkıhla ilgili el-Mahsûl adlı kitabımızda ayrıntılı bir biçimde
ele aldık. Buna göre eğer, "Bu dört huyun en çirkini yalanlama olduğu
halde, Cenâb-ı Hak niçin bunu en son sırada saymıştır?" denilirse, deriî
ki: Onların bu üç sıfatla muttasıf olmalannın yanı sıra, bir de ahiret gününü
yalanladıkları manası kastedilmiş olup, bu sıralamanın yapılışının maksadı, bu
günahın çok büyük olduğunu ortaya koymaktır. Bu tıpkı, "Sonra da iman
edenlerden... olmaktır"(Beled, 17) ayeti gibidir.[89]
"Aıtk şefaat
edicilerin hiçbir şefaati onlara faide vermeyecek" (Müddessir, 46).
Alimlerimiz bu ayetin,
"mefhum-u muhalifini" nazar-ı dikkate alarak, günahkarlar için
şefaatin olacağını söylemiş ve şöyle demişlerdir: "Şefaatin fayda
vermeyişinin bu kafirler için söz konusu olduğu söylenmesi, şefaatçilerin
şefaatinin bunlardan başkasına fayda verebileceğine delalet eder."[90]
"Böyle iken
şunlara da ne oluyor ki halâ öğütten yüz çeviriyorlar" (Müddessir, 49).
Ayetteki,
"tezkire" ile "zikir" murad edilmiştir. "Zikir"
de, öğüt-nasihat demektir. Dolayısıyla da, bununla hem Kur'ân, hem de diğer
va'z-u nasihatlar kastedilmiştir. Buradaki, "mu'ridîn" kelimesi,
"hal" olarak mansubtur ve tıpkı arapların "Ne diye ayakta duruyorsun?"
ifadesi gibidir.
Hak Teâlâ daha sonra,
bu kafirleri, Kur'ân'dan nefret edip kaçışları hususunda, kaçan eşeklere benzeterek
şöyle buyurmuştur, "Sanki onlar
aslanlardan ürküp kaçan vahşi eşekler gibidirler" (Müddessir, 50-51).
ibn Abbas (r.a),
"Cenâb-ı Hak buradaki "eşekler" ile vahşi eşekleri,
"müstenfire" sözü ile de "nâflre" (ürküp-kaçan) manasını
kastetmiştir" der. Nitekim Arapça'da aynı manada ve denilebildiği gibi,
denilir (yani ikisi de aynı manada kullanılır). Kelime, fethalı olarak,
"müstekfera" (ürkütülen) şeklinde de okunmuştur. Bu da, yine ürküp
kaçma manasına gelir. Ebû Ali el-Fârisî. bu kelimeyi, kesre ile, "müstenflra"
şeklinde okumanın daha evla olduğunu söylemiştir. Baksana, Hak Teâlâ da,
buyurmuştur ki, bu da, o o vahşi eşeklerin, "müstenflr" olduklarına,
yani ürküp kaçtıklarına delalet eder.
Ebû Ali'nin iddiasının
doğruluğunun delili ise şudur: Muhammed b. Sellam şöyle der: "Fasîh bir
a'râbi (bedevi) olan, Ebû Slvâr el-Ganevî'ye dedim ki: ifadesinin gerisi nasıl
gelir?" O da, "Kasvere'nin (aslanın) kovalayıp ürküttüğü
müstenfira..." dedi. Bunun üzerine, "O, kasvere'den kaçmıştır"
deyince, o, "kaçtı mı?" diye sordu. Ben de, "evet" dedim. O
da, "o halde, bu eşekler müstenfira fürküp-kaçan) olmuştur" der.[91]
Daha sonra Hak
Teâlâ yani "Bu vahşi eşekler,
"kasvere"den kaçmışlardır" buyurmuştur. Alimler,
"kasvere" ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır-.
1) Bu,
arslan manasınadır. Nitekim Arapça'da, "ezip geçen aslanlar"
tabiri kullanılır,
Kasvere, "fa'vele" vezninde olup, "kasr" yani kahretme,
ezme, galip gelme masdarındandır. Arslan, diğer yırtıcı hayvanları da
hakimiyeti altına aldığı için, böyle isimlendirilmiştir. İbn Abbas (r.a) şöyle
der: Yabani eşekler, arslanı gördüklerinde alabildiğine kaçarlar. İşte aynen
onlar gibi, bu müşrikler, tıpkı o eşeklerin aslanlardan kaçışı gibi, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i gördüklerinde ondan kaçıyorlardı." İbn Abbas (r.a)
sözüne devamla şöyle der: "Kasvere, Habeşce'de "esed" (aslan)
manasınadır" demiştir. Ama İkrime bu görüşe karşı çıkarak,
"Habeşce'de aslana "anbese" denilir" demiştir.
2) Kasvere,
avlanan atıcılar (avcılar) topluluğu-gurubu) demektir. Nitekim El-Ezhert, "Bu kelime, kendi
cinsinden (kökünden) müfredi olmayan, rumât (atıcılar) kelimesinin
çoğuludur" der.
3) Kasvere,
insanların fısıldamaları ve çıkardıkları ses manasınadır. Keşşaf sahibi
"Bunları vahşi eşeklere benzetmede, bunların ahmak ve aptal olduklarına
bir işaret vardır. Vahşi eşekler, birşeyden korktuğunda, kaçışta onlar gibisini
göremezsin" demiştir.[92]
"Evet, onlardan
herbiri kendisine, dağıtılan sahifeler verilmesini ister" (Müddesir. 52).
Çünkü onlar, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Herbirimize gökten, başlığında, "Alemlerin
Rabbinden, Falan oğlu Filana" hitabı bulunan ve içinde sana uymamız
emrolunacak olan, bir mektub (kitab) getirmedikçe sana inanacak değiliz"
demişlerdir. Bu ifadenin bir benzeri de, "Sen bize, okuyacağımız bir kitab
(mektub) getirmediğin müddetçe seni tasdik etmeyiz" fen, 93) ayetidir.
Cenâb-ı Hak da, "Eğer sana, kağıtlar üzerinde yazılmış bir kitabı (gökten)
indirseydik, onlar da buna elleriyle dokunsalardı yine de (...)
inanmazlardı"(Enam.7) buyurmuştur.
Denilmiştir ki: Bu şu
manaya da gelir: "Eğer Muhammed doğru ise, herbirimiz, cehennemden
kurtuluşumuzun yazılı olduğu bir fermanı başımızda bulalım." 0 kafirler
şöyle de diyorlardı: "Bize ulaşan haberlere göre, mesela
İsrailoğullarından herbiri, sabahleyin uyandığında, baş ucunda, günahının ve bu
günahına karşı Ödeyeceği keffaretin yazılı olduğu bir yazı buluyordu. O halde
sen de, bize böyle birşey getir." Bu izahlar, ayetteki "suhufu
müneşşere" (dağıtılan sahifeler) ifadesini anlatmaktan uzaktırlar. Fakat
bu ifade ile, apaçık kitablar manası kastedilmiştir. Sa'îd b. Cübeyr bu
kelimeyi, tıpkı fiillerinin aynı manaya oluşlarını nazar-ı dikkate alarak,
sükûnla, şeklinde okumuştur.[93]
"Hayır, hayır.
Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar. Hayır, iş onların dediği gibi değil.
Gerçekten o (Kur'ân), bir öğüttür. Dolayısıyla kim dilerse ondan öğüt alır.
Bununla beraber, Allah'ın dilediğinden başkası öğüt almaz. O (Allah), ehl-i
takva ve ehl-i mağfirettir" (Müddessir, 53-56).
Ayetteki "hayır
hayır" ifadesinin maksadı, bu tür isteklerden caydırmak ve başka mucizeler
istemekten menetmektir.
"Doğrusu onlar
ahiretten korkmazlar" bundan ötürü de, düşünmekten yüz çevirirler. Çünkü
bunca mucizeler gerçekleşince, bunlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in nübüvvetinin
doğruluğuna delalet etmede yeterli olmuştur. Binâenaleyh dahasını istemek, işi
yokuşa sürme türü bir davranış olur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
yine "Hayır hayır" buyurmuştur ki, bu da onları, o Öğütten yüz
çevirişlerinden caydırmayı amaçlayan bir ifadedir.
Hak Teâlâ sonra da,
yani, "O, yeterli ve beliğ (anlaşılır) bir öğüttür. Artık dileyen ondan
öğüt alır, yani onu gözünün Önünden ayırmaz. Çünkü bunun faydası
kendisinedir" buyurmuştur. Bu ayetteki "o" ve "ondan"
zamirleri, "tezkire" (öğüt)e racidir. Tezkire de, zikir veya Kur'ân
manasına geldiği için, bu zamirler müzekker getirilmiştir.[94]
Cenâb-ı Allah daha
sonra, "Bununla beraber Allah'ın dilediğinden başkası öğüt almaz"
buyurmuştur. Mu'tezile, "Ayet "Allah'ın zikre (öğüt almaya) zorlayıp,
mecbur ettiği kimseler hariç, başkası öğüt almaz" manasınadır"
demişlerdir. Onlara verilecek cevap şudur: "Allah Teâlâ zikir (Öğüt alma)
işini, mutlak manada (genel olarak) nefyetmiş ve bundan da Kendisinin mutlak
manada dilemesini (meşietini) istisna etmiştir. Binâenaleyh bundan, meşiet-i
ilahiyyenin bulunması halinde (ancak) zikrin söz konusu olacağı neticesi çıkar.
Bu sebeple, "zikir" tahakkuk etmeyince, Allah'ın buna meşieti
olmadığını anlarız. O halde, ayetteki meşieti (dilemeyi), zorlayan-icbâr eden
bir dileme (irade) manasına almak, ayetin zahirini bir tarafa atma manasına
gelir.
Ayetteki, ûjjfaS
ifadesi, hem yâ ile, hem tâ ile, hem zAl'ın şeddesi ile, hem şeddesiz olarak
okunmuştur.
Daha sonra Hak Teâlâ,
buyurmuştur ki bu, "O Allah, kullarının Kendisine ibadet edip, azabından
ittika etmeleri (korkmaları) sebebiyle, takvaya, yani korkulup sayılmaya
layıktır.. Böylece de kullarının ona iman etmeleri ve itaatları gerekir. Yine O
Allah, Kendisine iman ve itaat etmeleri durumunda kullarının geçmiş inkar ve
günahlarını mağfiret etmeye ehildir, yani bunu yapar. Allah Sübhanehû ve Teâlâ
en iyi bilendir. Mamd, âlemlerin Rabbine, salat-u selâm da, efendimiz Hz.
Muhammed (s.as)'e, onun âline ve bütün ashabına olsun (amin).[95]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/235.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/237.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/237.
[4] MüIim, İman, 257 (/144); Buharf, tefsir-i müdessir 1-3
(Benzer Hadis).
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/237-238.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/238.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/238.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/238.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/239.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/239.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/239-240.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/240.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/240-241.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/241.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/241-242.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/243.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 22/244.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/244.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/244.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/244-245.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/245.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/245-246.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/246-247.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/247.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/247-248.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/248.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/249.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/249-250.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/250.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/250.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/250-251.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/251.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/251.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/251.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/251-252.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/252.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/252-254.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/254.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/254-255.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/255-256.
[41] Müsned, 3/75. Müsned, 3/75.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/256.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/256-257.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/257.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/257-258.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/258.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/258-259.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/259.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/259-260.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/260.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/261.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/261.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 22/261.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/261.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/261-262.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/262.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/262-263.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/263.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/263.
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/263-264.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/264-265.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/265.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/265.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/265-266.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/266.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/266.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/267.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/267.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/267.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/267.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/268.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/268.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/268.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/268-269.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/269.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/269.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/270.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/270.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/270.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/271.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/271.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/271.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/271.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/271-272.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/272.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/272-273.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/273-274.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/274.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/274.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/275.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/275-276.
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/276.
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/276-277.
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/277.
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/277-278.