Bu sureye Peygamber (s.a.)'e nitelik olarak zikredilen bu vasıf ile başladığından
ötürü Müddessir suresi adı verilmiştir. Müddessir, uyumak ya da ısınmak
amacıyla elbisesine sarınıp bürünen kimse demektir.
[1]
Bu surenin önceki sureyle üç bakımdan ilişkisi vardır:
1- Her iki sure de Peygamber
(s.a.)'e bir nida ile başlamak gibi ortak bir özelliğe sahiptir.
2- Her iki surenin de baş
tarafları aynı kıssa hakkında inmiştir. Müddessir suresi, Müzzemmil suresinin
akabinde inmiştir.
3- Bundan önceki sure gece
namazı (teheccüd) kılmak emri ile başladı. Bu da davetçiyi ruhen vasifesine
hazırlamak içindir. Bu sure ise başkasını uyarmayı emir ile başlamaktadır. Bu
da davetini kendisinin dışındakilere anlatıp ifade etmesi demektir.
[2]
Sure Peygamber (s.a.)'e davetinin başlangıç dönemlerindekin birtakım
irşadları, şirkin önderlerinden birisine birtakım tehditleri ve cehennemin
niteliklerini ihtiva etmektedir.
Sure Peygamber (s.a.)'i Rabbine davet etmek, kâfirleri uyarıp korkutmak,
günahkârların eziyetlerine karşı da sabretmek yükümlülüğünü belirterek
başlamaktadır: "Ey örtünüp bürünen..." (1-7. ayetler).
Daha sonra dehşetli halleri dolayısıyla oldukça çetin ve korkunç bir
gün olan kıyamet gününün niteliklerini ele almaktadır: "Çünkü o boruya
üfürüldüğü zaman..." (8-10. ayetler).
Daha sonra bir kişiyi en güçlü ve en ağır bir şekilde tehdit etmeye koyulmaktadır.
Söz konusu kişi Kur'an-ı Kerim'in Yüce Allah'ın sözü olduğunu kabul etmekle
birlikte daha sonra önderlik ve başkanlık için onun bir sihir olduğunu iddia
edip bu sebeple cehennem ateşine atılmayı hak eden Velid b. Muğire'dir:
"Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ..." (11-26. ayetler).
Buna uygun olarak cehennem ateşinin nitelikleri sayılmakta, cehennem
bekçilerinin sayılan ve bunun hikmeti ile cehennemin insanlara görünmesi söz
konusu edilmektedir: "Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?..."
(27-31. ayetler).
Yüce Allah'ın aya, geceye ve sabaha, cehennemin en büyük musibetlerden
birisi olduğuna dair yemin etmesi ise durumun dehşetini, vehameti-ni daha da
arttırmaktadır: "Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya..." (32-37.
ayetler).
Sure her kişinin kazandıklarından sorumlu tutulacağını ve kendi günahlarından
kurtulamayacağını açıklayarak müminlerin kurtulacağını müjdeleyip kâfirleri de
azap ile korkutarak her iki kesim arasında gerçekleşecek karşılıklı konuşmayı
tasvir etmektedir: "Her nefis kazandıkları karşılığında rehin
alınmıştır..." (38-48. ayetler).
Sure müşriklerin öğütten, hatırlatmaktan ve imandan yüz çevirme sebeplerini
açıklayarak sona ermektedir: "Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler..."
(49-56. ayetler).
[3]
Buhari'nin Sahih 'inde sabit olduğuna göre Cabir'in şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Kur'an'dan ilk nazil olan: "Ey örtünüp bürünen..." diye
başlayan suredir. Ancak cumhur ona muhalefet ederek Kur'an'in ilk nazil olan
buyruklarının: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Kalem, 96/1) olduğu
kanaatindedirler.
[4]
Buhari'nin rivayetine göre Cabir b. Abdullah dedi ki: Bize Rasulullah
(s.a.) anlattı ve dedi ki: "Hira dağında halvete çekildim. Çekildiğim
süreyi bitirince dağdan indim. Bana seslenildi. Sağıma baktım hiçbir şey göremedim,
soluma baktım yine bir şey göremedim. Önüme baktım bir şey göremedim, arkama
baktım yine bir şey göremedim. Başımı kaldırınca bir şey gördüm. Hemen
Hatice'nin yanına gittim ve beni örtün ve üzerime soğuk su dökün, dedim. Beni
örttüler, üzerime de soğuk su döktüler. "Ey örtünüp bürünen, kalk ve
artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt" buyrukları nazil oldu."
Müslim de bunu bir başka lafızla rivayet etmiş olup, onun bu rivayeti
ilk nazil olan buyrukların: "Yaratan Rabbinin adıyla oku, o insanı sülük
gibi yapışan bir kan parçacığından yaratmıştır. Kalemle yazı yazmayı öğreten
o en kerim Rabbinin adıyla oku. O insana bilmediğini öğretti." (Kalem,
96/1-5) buyrukları olduğunu göstermektedir.
Her iki görüşün arası şu şekilde birleştirilebilir. Vahyin belli bir
kesintiye uğramasından sonra ilk nazil olan bu suredir. Nitekim İmam Ahmed ve
Buhari ile Müslim'in, Cabir'den rivayetlerine göre o Rasulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlemiştir: "Sonra
vahiy bir süre kesildi. Ben yürümekte iken semadan bir ses duydum. Başımı
semaya doğru kaldırdığımda bana gelen meleğin yer ile gök arasında bir kürsü
üzerinde oturmakta olduğunu gördüm. Ondan oldukça korktum, hatta yere düştüm.
Eşimin yanına geldim, onlara: Beni örtünüz, beni örtünüz, beni örtünüz dedim.
Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık uyar ve
yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur."
buyruklarını indirdi. Daha sonra vahiy bir hız kazandı ve ard arda gelmeye
başladı."
Taberani'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire,
Ku-reyşlilere bir yemek hazırladı (ve ziyafete davet etti). Yemeklerini yedikten
sonra dedi ki: Bu adam hakkında ne dersiniz? Kimi sihirbazdır, kimi hayır
sihirbaz değildir, kimi kâhindir, kimi hayır kâhin değildir, kimi şairdir, kimi
şair değildir, kimi hayır bu eskilerden beri nakledilegelen bir sihirdir dedi.
Hepsi de onun söylediklerinin nakledilegelen bir sihir olduğu görüşünü
ittifakla kabul ettiler. Bu durum Peygamber (s.a.)'e ulaştı. Bunun üzerine
üzüldü, başını örttü, örtülere sarınıp büründü. Bu sebeple de Yüce Allah:
"Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni
temizle, pisliklerden uzak dur. (Yaptığını) çok görerek minnet etme, Rabbin
için sabret." buyruklarını indirdi.
[5]
1- Ey örtünüp bürünen,
2- Kalk ve artık uyar
3- Ve yalnız Rabbini yücelt.
4- Elbiseni temizle.
5- Pisliklerden uzak dur.
6- (Yaptığını) çok görerek
minnet etme.
7- Rabbin için sabret.
8- Çünkü o boruya (Sur'a) üfürüldü-ğü zaman
9- İşte o gün oldukça zor bir gündür.
10- Kâfirlere hiç de kolay değildir.
"Ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle. Pisliklerden uzak
dur." buyruğunda ihtisas (yalnız, sadece, özellikle) ifade etmek için mef
ulun bih öne alınmıştır. (Yani cümle unsurlarının dizilişinde değişikliğe
gidilmiştir.)
"Zor" ile "kolay" arasında tezat vardır.
[6]
"Ey örtünüp bürünen" üzerine vahiy indiği için elbiselerine
sarılan. Burada sözü edilen Müddessir'in (elbisesine örtünüp bürünenin)
Rasulul-lah (s.a.) öldüğünde ittifak vardır. Müddessir, disâr giyinmiş olan
demektir. Disâr da bedenin üzerine giyilen iç elbisenin üzerinde giyilen ve
dışardan görülen bir elbisedir.
Yatağından "kalk" ya da azim ve kararlılıkla kalk "ve
artık uyar" Mek-kelileri ve başkalarım iman etmedikleri takdirde cehennem
ile korkut.
"Ve yalnız Rabbini yücelt!" O'nu büyük tanı. "Elbiseni
temizle" necasetlerden elbiseni temizle. Çünkü namaz için temizlenmek
vacip başka hallerde ise sevilen bir şeydir. Bu da necaseti yıkamak yahut
elbiseyi necasetten korumak ile olur. Ya da sen kendi nefsini kötü fiil ve
huylardan temizle.
"Pisliklerden uzak dur." Yani azaba götüren sebepleri ve
günahları ter-ket ve bunlardan uzak durmayı sürdür. Pislik (anlamındaki) ricz
kelimesi re harfi ötreli olarak (rucz) diye de telaffuz edilir ve bu takdirde
azap anla-mındadır. Yüce Allah: "Andolsun eğer üzerimizden ruczu (azabı)
kaldıracak olursan" (Araf, 7/124) diye buyurmaktadır.
"Çok görerek minnet etme." Bir şey verip ondan fazlasını
isteme yahut ibadetini çok görerek Allah'a minnet etme ya da onlardan tebliğ
karşılığında ücret isteyerek malını çoğaltmaya kalkışma ya da yaptığın tebliği
çok görme.
"Çünkü o boruya üfürüldüğü zaman" sura üfürüldüğü zaman demektir.
Bu da ikinci üfürüştür. "İşte o gün" yani üfürme zamanı "zor bir
gündür" kâfirler için pek ağırdır. "Kâfirlere hiç de kolay
değildir."
[7]
Daha önce geçmiş bulunmaktadır. Özetle şudur: Buhari ve Müslim,
Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki:
"Hira'da bir ay süreyle yalnızlığa çekildim. Oradaki süremi tamamlayınca
indim. Vadinin iç tarafına vardığımda bana seslenildi. Başımı kaldırdım,
Hira'da bana gelmiş bulunan meleği gördüm. Hemen (eve) döndüm ve beni örtün
dedim. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık
uyar." buyruklarını indirdi."
[8]
"Ey örtünüp bürünen kalk ve artık uyar!" Ey elbiselerine
örtünmüş, yani vahyin ilk inişi sırasında meleği görmekten korktuğundan ötürü
elbiselerini üzerine örtmüş olan peygamber! Kalk ve Mekkelileri korkut. Müslüman
olmadıkları takdirde onları azaptan sakındır.
"Ve yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle." İbadetinde,
konuşmanda, bütün hallerinde Allah'ı yücelt, O'nu büyük olmakla nitelendir. O
ortağı bulunmaktan pek büyüktür. Elbiseni temiz tut, pisliklerden, necasetten
onları kolla. Katade dedi ki: Elbiseni masiyetlerden, günahlardan temiz tut.
Araplar bir kimse sözünde durmayarak Allah'ın ahdine bağlı kalmayan kimseden
"Elbiseleri kirli" diye söz ederler. Sözünde durup dürüst olan bir
kimseden de "Elbiselerini temiz tutan" diye söz ederlerdi. Her iki
açıklama da doğrudur. Maddi temizlik genellikle manevi temizlik, yani masiyetlerden
uzak kalmakla olur. Aksi de doğrudur. Çünkü pislikler pekçok günahla birlikte
bulunur.
Ayet-i kerime putlara ibadet edenlerin söylediklerinden Allah'ı tazim
edip yüceltmeye, temizliğe, ahlâkı güzelleştirmeye ve günahlardan, masiyetlerden
uzak durmaya delildir.
"Pisliklerden uzak dur." Putları, heykelleri terket, onlara
ibadet etme. Çünkü bu azaba sebeptir. Dünyada ve ahirette azaba götüren bütün
yolları ve masiyetleri bırak, onlardan uzaklaş. Ayet-i kerime her türlü
masiyetten sakınmanın gerektiğine delildir.
Bütün bunların Peygamber efendimize yasaklanması, onun bunların
herhangi birisini işlediği anlamına gelmez. Aksine o bir önder olduğundan ötürü
emre onunla başlanmıştır ve bu, bunları terketmeyi devamlı sürdürmek
gerektiğini ifade eder. Bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir:
"Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat etme."
(Ahzab, 33/1); "Musa kardeşi Harun'a: Kavmim arasında yerime geç, ıslah
et, fesadçıların yoluna da uyma, dedi." (Araf, 7/142) Peygambere yapılan
bu tür hitablardan maksat devamlılığı ve başkasının ona tabi olmasını emretmek
ve fesad ve bozgunculuktan uzak kalmayı sürdürmektir.
"Çok görerek minnet etme" arkadaşlarına ve başkalarına onlara
bunu çok görerek vahyi tebliğ ederek başa kakma yahut bir kimseye herhangi bir
şey verecek olursan onu Allah için ver. Verdiklerini de insanlara minnet edip
başına kakma ya da yaptığın hayrı çok görerek zaafa düşme. Çünkü "minnet
etme" Arapçada zaaf göstermek anlamına da gelir.
"Rabbin için sabret." Onların eziyetlerine Rabbin için
sabredip katlan. Çünkü sana verilen görev pek büyüktür. Araplar da, Arap
olmayanlar da ona karşı seninle savaşacaktır. Sen de bunun üzerine Allah için
sabret. Aynı şekilde Allah'a itaati ve ibadeti de sürdürerek sabret. Peygamber
(s.a.)'e davetinde izlemesi gereken yolun gösterilmesinden sonra Yüce Allah bedbahtlara
olan tehdidini de açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman; işte o gün oldukça zor bir
gündür. Kâfirlere hiç de kolay değildir." Sen onların eziyetlerine
sabredip katlan. Çünkü önlerinde pek dehşetli bir gün vardır. O günde
yaptıklarının akıbetini, cezasını göreceklerdir. Sur'a kabirlerden kalkıp
dirilmek için ikinci defa üfürüleceği vakit, işte o vakit kâfirler için hiç de
kolay olmayan, oldukça ağır ve çetin bir gündür.
İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Şeybe ve İmam Ahmed'in rivayetlerine göre
İb-ni Abbas Yüce Allah'ın: "Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman..."
buyruğu hakkında dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Sura üfürecek olan,
Sur'u alıp ağzına yerleştirmiş, boynunu kendisine ne zaman üfürme emri
verilecek diye bükmüşken nasıl rahat edebilirim? Bunun üzerine Rasulullah
(s.a.)'m ashabı ona: Peki bize ne emredersin, ey Allah'ın Rasulü? diye
sordular. O şöyle buyurdu: "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil alallahi
tevekkelnâ: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Biz Allah'a tevekkül
ettik." deyiniz, diye buyurdu.
[9]
Ayetler aşağıdaki hususları
göstermektedir:
1- "Ey örtünüp
bürünen." buyruğundaki hitap oldukça yumuşak ve lâtiftir. Çünkü Rabbi ona
halini zikrederek seslenmiş ve onun bir niteliğini ifade ederek hitap
buyurmuştur.
2-
Yüce Allah, Peygamber'ine
Mekkelileri ve diğer bütün insanları korkutmasını ve onları müslüman
olmadıkları takdirde azaptan sakındırmasını emir buyurmaktadır.
3- Peygamber (s.a.)'e korkutup
uyarma emri, ancak pek üstün bir hikmet ve pek büyük birtakım görevler
sebebiyle verilmiştir. Bunların herhangi bir şekilde eksik bırakılması caiz
değildir.
a) Bunların ilki Yüce Allah'ı
tazim edip, yüceltmek ve puta tapıcıların söylediklerinin aksine, eşi ve çocuğu
bulunmaktan O'nu tenzih ederek en büyük olmakla nitelendirmektir.
b) ikincisi, elbiseleri maddi
ya da hükmî necasetlerden arındırıp, ruhu da azaba götüren masiyetlerden
temizleyip, güzel ahlâk ile güzelleştirmektir.
c) Azaba sebep olan putlardan
ve günahlardan uzaklaşmak. Bundan maksat ise bu uzaklaşmayı her zaman
sürdürmenin emredilmesidir.
d) Yaptığını çok gören kimse
gibi ağır gelen amelleri Allah'a karşı minnet etmemek. Çünkü yapılması
gereken, Allah için ona yakınlaşmak arzusuyla bunlara sabredip, katlanmak;
bunları herhangi bir şekilde çok görmemektir. Din işlerini ve vahyi öğretirken
bunu çok görüp başa kakanın yaptığı gibi insanlara minnet etmemek gerekir.
Malını arttırmak maksadıyla da peygamberliği karşısında ücret almamalıdır.
Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: Daha fazlasını almak amacıyla malını
verme. Öyle ki, kişinin bağışları sadece Allah için olmalıdır. Dünyalık
isteğiyle yapılmamalıdır. İşte bu da cömert insanların bir belirtisidir.
e) Farzları, ibadetleri eda
etmek, dini tebliğ etmekten ötürü insanların eziyetlerine sabretmek.
Özetle; Yüce Allah aklın gereken olgunluğa ulaşıp, şirkten kurtularak,
ruhun da üstün ahlâk ile tamamlanmasından sonra, Rasulullah (s.a.)'ın davetinin
başarılı olması için iki temel noktaya dikkat çekmektedir. Bunlar da cömertlik
ve sabırdır.
4- Yüce Allah bedbaht
kâfirleri kıyametin dehşetli hallerini hatırlatarak tehdit etmektedir. Çünkü
İsrafil Sur'a -ki o bir çeşit borazana benzer-ikinci defa üfürecek olursa, o
gün Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden kimseler için pek zorlu ve ağır bir
gün olacaktır, hiç de kolay gelmeyecektir. Çünkü onlar sürekli olarak biri
diğerinden daha zor ve ağır hallerle karşı karşıya kalacaklardır. Oysa müminler
her zaman daha hafif olan bir hal ile karşılaşacaklardır. Nihayet Yüce Allah'ın
rahmeti ile cennete girecekleri vakte kadar bu böyle olacaktır. İbni Abbas,
Yüce Allah'ın: "Kâfirlere hiç de kolay değildir." buyruğundan şunu
anlamıştır: O gün müminlere kolay gelecektir. Bu da fıkıh usulünde
delilu'l-hitab'ın delil olarak kabul edileceğini söyleyenlerin lehine bir
delildir.
[10]
11- Başbaşa bırak beni tek
başına yarattığım,
12- Kendisine uzun boylu mal verdiğim,
13- Ve (yanında) hazır bulunacak
oğullar,
14- Ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile.
15- Sonra daha da arttırmamı umar
16- Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır.
17- Ben onu sarp yokuşa sardıracağım.
18- Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.
19- Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
20- Tekrar tekrar kahrolası ne
biçim ölçtü, biçti?
21"Sonra bakt1'
22- Sonra kaşlarını çattı, yüzünü
ekşitti, çevirip büyüklük tas-
24- Ve hemen dedi ki: "Bu nakledile- gelen bir sihirden ibarettir.
25- "Bu insan sözünden
başka bir şey değildir."
26- Ben onu Sekar'a sokacağım,
27- Sekar'ın ne olduğunu sana ne
bildirdi?
28- O hem bırakmaz, hem de terket-mez.
29- O insan derisini kavurandır.
30- Ve onun üzerinde ondokuz (melek) vardır.
"Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim
ölçtü, biçti?" buyruğunda azarı daha ileri dereceye götürmek için cümle
tekrar edilerek itnab yapılmıştır.
"Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyruğundaki soru da
dehşetin büyüklüğünü, ağırlığını anlatmak içindir.
[11]
"Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım" onunla beni
başbaşa bırak! Çünkü ona karşı ben sana yeterim. "Kendisine uzun boylu
mal" pek çok mal "verdiğimi" Çünkü Velid'in ekini de, davarları
da, ticareti de vardı.
"ve (yanında) hazır bulunacak oğullar" Mekke'de kendisiyle
birlikte hazır bulunan oğullar. Onları görmekle, onlarla karşılaşmakla sevinir
ve nimeti sebebiyle maişetlerini elde etmek için yolculuk yapmaya ihtiyaçları
olmaz, çeşitli toplantılarda bulunurlar ve tanıklıkları dinlenirdi. Denildiğine
göre onun on ya da daha fazla oğlu vardı. Bunlardan üçü müslüman oldu. Halid,
Ammar ve Hişam "ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim" Ona
başkanlık ve pek büyük bir mevki ve ün verdiğim "kimselerle." Öyle ki
ona "Kureyş'in reyhanı" lakabı verilmişti. Başkanlığı ve itibarı
haketmekte biricikti.
"Sonra daha da arttırmamı" ona verdiklerimi daha da
arttırmamı "umar. Asla!" Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim.
"Çok inatçı" ayetlerime karşı çok inat ederek, bile bile
karşı duran.
"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona katlanılamayacak
kadar ağır ve pek büyük bir azap yükleyeceğim. Bu, karşı karşıya kalman zorlukları
anlatmak için kullanılan bir deyimdir.
"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti." Ona yapılan tehdidin
sebebini açıklamaktadır. Yani o Kur'an hakkında düşündü ve ne söyleyip, ne
yapacağını zihninde tasarladı.
"Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?" Onun ile alay etmek amacı
ile ölçüp biçtiklerinin şaşırtıcı olduğu anlatılmaktadır. Yani Allah lanet
etsin ona! O nasıl da Kureyş'in istediği sonuca vardı?
"Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?" Bu da
anlatımda mübalağa için tekrarlanmıştır.
"Sonra" kavminin yüzlerine yahut peygamber hakkında söylediği
tenkit edici ifadelere "baktı."
"Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti." buyruğundaki
"abese" kaşlarını çattı demektir. "Besera" de yüzünün
ifadesi değişerek yüzünü ekşitti demektir. Bu da kaşları çatmaktan daha
ileridir.
"Sonra" imandan "yüz çevirip" Peygamber (s.a.)'e
uymayıp "büyüklük tasladı."
"Ve hemen dedi ki" buyruğunun başındaki "fe"
düşünmeden hükmü çabucak verdiğini anlatmak içindir. "Bu" Kuran
"nakledilegelen" rivayet olunan ve başkasından öğrenilen "bir
sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." İkincisi
birinci cümlenin tekidi gibidir. Yani "ona bunu ancak bir insan
öğretmektedir" (demek istemişti).
"Ben onu Sekar'a" yani cehenneme "sokacağım. Sekar'ın ne
olduğunu sana ne bildirdi?" Cehennemin halinin azametine dikkat
çekilmektedir. "O hem bırakmaz, hem de terketmez." İçine atılan
hiçbir şeyi bırakmaz ve onu helak etmedikçe terketmez.
"O insan derisini kavurandır." Büyüklüğü ve dehşeti
dolayısıyla pek uzak mesafelerden insanlara parlayarak görünür. Yahut derinin
üstünü kavurup karartır. Bu durumda ayetteki "beşer" lafzı derinin
dışarıdan görülen kısmına verilen isim olan "beşera" lafzının
çoğuludur.
[12]
"Başbaşa bırak beni..." ayetinin (11. ayet) nüzul sebebiyle
ilgili olarak sahih olduğunu belirterek Hakim, İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim,
İbni Ab-bas'tan şunu rivayet etmektedirler: Velid b. Muğire Peygamber (s.a.)'in
yanına geldi. Peygamber (s.a.) ona Kur'an okudu. Bu okuyuşu dolayısıyla yumuşar
gibi oldu. Durum Ebu Cehil'e ulaştı. Ebu Cehil yanına giderek: Ey amcam dedi.
Senin kavmin sana vermek üzere bir mal toplamak istiyorlar. Çünkü sen yanındaki
şeylerden istifade etmek için Muhammed'e gitmişsin. Velid dedi ki: Andolsun
Kureyş de biliyor ki ben aralarında malı en çok olanlardan birisiyim. Ebu Cehil
dedi ki: O halde onun hakkında senin onu inkâr ettiğini ifade edecek, senin
ondan hoşlanmadığını ortaya koyacak ve böylece onlara ulaşacak bir söz söyle.
Velid: Peki ne diyeyim, diye sordu. Allah'a yemin ederim aranızda şiiri benden
daha iyi bilen bir kimse yoktur. Onun recezini de, kaside türünü de benden daha
iyi kimse bilmiyor. Allah'a yemin ederim onun söyledikleri bu kabilden hiçbir
şeye benzemiyor. Yine Allah'a yemin ederim ki sözünde bir tatlılık, bir
parlaklık ve çekicilik vardır. Üst dallan meyveli, alt tarafı verimlidir. O hep
üste çıkar, hiçbir söz onun üstüne çıkamaz, o altında kalanı da darmadağın
eder. Ebu Cehil dedi ki: Kavmin onun hakkında bir şeyler söylemedikçe senden
hoşnut olmayacaktır. Velid: O halde beni bir süre bırak da hakkında düşüneyim,
dedi. Bu sefer: "Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir" yani
başkasından naklettiği bir sihirdir, dedi. Bunun üzerine: "Başbaşa bırak
beni tek başıma yarattığım kimse ile" buyruğu nazil oldu.
"Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." ayetinin (30. ayet)
nüzul sebebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Ba's de Beyhaki ve İbni
Merdüveyh, Bera'dan şunu rivayet etmektedirler: Yahudilerden birkaç kişi
Peygamber (s.a.)'in ashabından birisine cehennem bekçileri hakkında soru
sordular. O adam gelip durumu Peygamber (s.a.)'e bildirdi. Hemen o anda
üzerine: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." ayeti nazil oldu.
[13]
Yüce Allah kıyamet gününün kâfirler için kolay olmayan pek zor bir gün
olduğunu haber verdikten sonra, Velid b. Muğire ve onun benzeri şirk
önderlerini tehdit ederek peygamberini şu ayetleriyle teselli etmektedir:
"Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım ile..." Bu da Yüce Allah'ın
Müz-zemmil süresindeki: "Yalanlayan o nimet sahipleri ile beni başbaşa
bırak." (Müzzemmil, 73/11) buyruğunu andırmaktadır. Daha sonra Yüce Allah
Velid üzerindeki mal, evlat, makam, başkanlık gibi nimetlerini sayıp dökmekte,
onun bunlara karşı nankörlük ettiğini belirterek Kur'an-ı Kerimi nakledilegelen
bir sihir olarak nitelendirdiği için de cehennem ateşi ile tehdit etmektedir.
[14]
"Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım... (ile)." Yani
annesinin karnında malsız ve evlatsız olarak tek başına yarattığım o kimse ile
beni başbaşa bırak! Ya da beni o kimseyle başbaşa bırak. Çünkü ondan intikam
almak hususunda sana ben yeterim.
Müfessirler burada kastedilenin Velid b. Muğire olduğunu ittifakla kabul
etmişlerdir.
Bu, Yüce Allah'ın kendisine dünyada pekçok nimetler ihsan ettiği fakat
Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ederek şükredecek yerde kâfir olan ve bu
nimetlere karşılık Allah'ın ayetlerini inkâr edip, o ayetler hakkında iftira
ile karşılık verip onları insan sözü olarak değerlendiren o aşağılık kimseye
bir tehdittir.
Daha sonra Yüce Allah onun üzerindeki nimetlerini şöylece sayıp dökmektedir:
"Kendisine uzun boylu mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak
oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile. Sonra daha da
arttırmamı umar." Ben o kimseye pek çok mal verdim, demektir. Velid mal
çokluğuyla ün kazanmış bir kimse idi. Ekinleri, davarları, Mekke ve çevresi ile
Taif arasındaki ticaret faaliyetleri vardı. Aynı şekilde bu kimseye ben
Mekke'de yanında bulunan oğullar da verdim. Onlar Mekke'den ayrılmıyorlar,
rızık talep etmek amacıyla çeşitli şehirlere ticaret yapmak için yolculuk
yapmıyorlardı. Çünkü babalarının malı pek çoktu. Denildiğine göre onun on ya
da onüç oğlu vardı. Ona "Kureyş'in reyhanı." deniliyordu.
"Vahid: Tek başına, biricik" denilmesinin sebebi kavmi
arasında başkanlık ve mevkii ile ayrıcalıklı bir durumda olmasıydı.
İşte bu şekilde ben ona oldukça rahat bir geçim, uzun bir ömür, Kureyş
arasında başkanlık verdim. Çeşitli mal mülk ve maddi imkânlar verdim.
Bütün bunlarla birlikte o malının da, çocuklarının da ve başka şeylerinin
de arttırılmasını ümit eder. Bu ise şaşkınlığı, hayreti gerektiren bir durumdur.
"Sonra"; burada şaşkınlık, hayret anlamını ifade eder. Yüce
Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah 'indir. Sonra da kâfir olanlar -buna
rağmen- Rable-rine (putları) eşit tutarlar." (En'am, 6/1) Burada da
"sonra" bu hali inkâr (red) ve şaşkınlık ifade etmek içindir.
Bu buyrukla onun dünyaya aşın düşkünlüğü reddedilmektedir. Yüce Allah
ona şöylece cevap vermekte, kanaatini reddetmektedir: "Asla! Çünkü o
ayetlerimize karşı çok inatçıdır." Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim.
Çünkü o Kur'an ayetlerine karşı inatçılık etti, peygamberimize indirdiğimiz
ayetleri -onun doğruluklarını bildiği halde- inkâr edip kâfir oldu.
Bu onun küfrünün inat küfrü olduğuna delildir. O ruhunun derinliklerinde
Kur'an ayetlerinin Allah'tan geldiğini kabul etmekle birlikte, kavmini hoşnut
etmek için diliyle bunu inkâr etti. Bu sebeple gelecek buyruklarda söz konusu
olan azabı hak etti:
"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona rahat bulmamak üzere
çok ağır bir azap yükleyeceğim. O tıpkı tırmanılması pek zor, pek yüksek dağların
tepelerine çıkmaya kalkışıp zorlanan kimse gibidir. Ayetteki "irhak"
ise kişinin takati üstünde olan pek ağır şeyleri taşımaya kalkışması demektir.
Ayetteki "Saûd"un cehennemde bir dağ olduğu da söylenmiştir.
İbn Ebi Hatim, Bezzar ve İbni Cerir'in, Ebu Said Hudri'den rivayet ettiklerine
göre Peygamber (s.a.) Yüce Allah'ın: "Ben onu sarp yokuşa (saûd) sardıracağım."
buyruğu hakkında dedi ki: "O cehennemde ateşten bir dağdır. Ona tırmanması
söylenir, elini üzerine koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline
döner. Ayağını koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline
döner." Ayrıca bunu Tirmizi de şu lafızla rivayet etmiştir: "Saûd
ateşten bir dağdır. O dağa yetmiş yıl boyunca tırmanır. Sonra tekrar aşağı
yuvarlanır ve bu ebediyyen böylece sürüp gider." Tirmizi bunun hakkında:
Garip bir hadistir, demiştir.
Daha sonra Yüce Allah onun durumlarını, kararını nasıl alıp nasıl
inatlaştığını anlatarak buyuruyor ki:
"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?
Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti"?" Yani o Peygamber
(s.a.) ve Kur'an-ı Azimu'ş-Şan hakkında düşündü. Neler söyleyeceğini zihninde
tasarladı. Kendisine sorulacak olursa Kur'an'ı nasıl nitelendireceğini tespit
etti. Ne sözler uyduracağı üzerinde düşündü. Hangi sözleri tasarlarsa
tasarlasın ona lanet olundu ve o bundan dolayı azaba uğratılacaktır. Bunu
te'kid ederek: Tekrar ona lanet olundu, o azaba uğratılacaktır, denildi.
Burada "sonra" anlamındaki lafız ona ikinci defasında yapılan
bedduanın birincisinden daha beliğ ve daha vurgulu olduğunu anlatmak içindir.
Bütün bunlar onun takındığı tutumun çok büyük hayret verici olduğunu
ve onun kat kat azabı hakettiğini anlatmak içindir. Daha sonra Yüce Allah onu
insanlarca görülen birtakım hallerle nitelendirerek şöyle buyurmaktadır:
"Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz
çevirip büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir sihirden
ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." Yani sonra tekrar
baktı, düşündü, Kuran hakkındaki tenkidlerini gözden geçirdi. Daha sonra
Kur'an'ı tenkid edecek bir taraf bulamadığından ötürü kaşlarını çattı, yüzünü
ekşitti, hoşlanmadığını ifade etti. Sonra imandan yüz çevirdi, haktan başka tarafa
yöneldi, Kur'an'a itaat edip boyun eğmeyi kibirine yedirmedi ve bu, ancak
nakledilen ve anlatılagelen bir sihirdir. Muhammed bunu kendisinden
öncekilerden nakletmektedir. Bu Allah sözü değildir, aksine bu insan sözüdür,
dedi.
Bu da onun kendi kişisel kanaatini ifade etmek üzere uydurduğu sözlerinde
çelişkili olduğunun delilidir. Çünkü o kalbinden Peygamber (s.a.)'in
doğruluğunu kabul ediyor, fakat inat olmak üzere onu inkâr ediyordu.
Avfî'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ebu Bekir
b. Ebi Kuhafe'nin yanına girdi. Ona Kur'an'a dair sordu. Ona durumu bildirince
Velid, Kureyş'in yanına çıkıp gitti ve dedi ki: Ebu Kebşe'nin oğlunun
söylediklerine hayret doğrusu! Allah'a yemin ederim ki, o bir şiir değildir,
sihir de değildir, bir deli hezeyanı da değildir. Şüphesiz onun sözü Allah'ın
kelâmındandır. Kureyş'ten bazıları onun bu sözlerini işitince kendi aralarında
danıştılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, eğer Velid dininden dönerse
Kureyş'in tümü döner. Ebu Cehil b. Hişam bunu duyunca dedi ki: Allah'a yemin
ederim onun bu durumunun hakkından ben gelirim dedi. Yola koyuldu ve Velid'in
evine gidip yanma girdi. Velid'e dedi ki: Kavminin ne ettiğini gördün mü?
Onlar sana sadaka topluyor. Velid: Ben onların malı ve evlâdı en çok olanları
değil miyim? Ebu Cehil ona dedi ki: Senin Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekr)'nun
yanına onun yemeğini yemek için gittiğini söylüyorlar. Velid: Benim aşiretim
böyle bir şey söyledi mi? Hayır, Allah'a yemin ederim. Ebu Kuhafe'nin oğluna
yanaşmayacağım, Ömer'e de Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed)'e de yanaşmayacağım.
Onun söylediği söz ancak bir büyüdür. Bunun üzerine Yüce Allah, Rasulüne:
"Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ile..." buyruğundan
itibaren: "O hem bırakmaz, hem de terketmez" buyruğuna kadar olan
bölümü indirdi.
Velid'in küfrünün inat küfrü olduğunu gösteren hususlardan birisi de
-daha önce belirtildiği gibi- şudur: Velid, Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti.
O sırada Allah Rasulü "Ha, Mim, Secde (Fussilet)" suresini okuyordu.
Velid geri dönüp Mahzum oğullarına dedi ki: Allah'a yemin ederim az önce
Mu-hammed'den öyle bir söz dinledim ki bu ne insan sözüdür, ne de cin sözüdür.
Onun bir tatlılığı ve bir parlaklığı vardır. Üst tarafı meyvelidir, alt tarafı
da verimlidir. O hep üstün gelir, hiç ona üstün gelinemez."
Katade dedi ki: Onun şöyle söylediğini naklederler: Allah'a yemin ederim,
bu adamın söyledikleri üzerinde düşündüm. Onun bir şiir olmadığını gördüm. Onun
bir tatlılığı vardır, üzerinde bir parlaklık vardır. O hep üste çıkar, hiç onun
üstüne çıkılamaz. Fakat onun büyü olduğundan da şüphem yoktur. Bunun üzerine
Yüce Allah: "Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti." buyruğunu indirdi.
Bu kadar bilgi ile yine de Kuranın sihir olduğunu iddia eden bir kimse
hiç şüphesiz inatçı bir kimsedir ve o tevhidi, nübüvveti ve ölümden sonra
dirilişi inkâr eden birisidir.
Daha sonra Yüce Allah onun bu tutumu dolayısıyla hakettiği cezayı söz
konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ben onu Sekar'a sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?
O hem bırakmaz, hem de terketmez. O insan derisini kavurandır, onun üzerinde
ondokuz (melek) vardır." Ben onu ateşe sokacağım. Ateş onun her tarafını
kuşatacaktır. Sekar cehennem ateşinin isimlerinden birisidir.
Daha sonra onun ne kadar dehşetli ve azametli olduğunu anlatmak üzere:
"Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?' diye buyurmaktadır. Yani ona dair
bilgiyi sana ne verdi. O ne et, ne kan, ne de kemik bırakır. Oradakiler
yeniden tekrar yaratıldıkça yine onları bırakmaz. Aksine onları öncekinden
daha ağır bir şekilde tekrar yakar ve bu ebediyyen böylece sürüp gider. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Derileri piştikçe azabı tatmaları için
derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (Nisa, 4/6) Cehennem onu
çıplak gözle görünceye kadar insanlara görünecektir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Azgınlara da cehennem açılıp, gösterilir." (Şu-ara,
26/91) Ya da cehennem deriyi yakar ve onu geceden daha ileri simsiyah bırakır.
Cehennem üzerinde oldukça çetin zebaniler ve bekçiler vardır. Bunların
görünüşleri pek büyüktür. Huyları da sert ve haşindir. Ondokuz melektirler.
Çoğunun görüşüne göre ondokuz kişidirler, ondokuz çeşit olduğu da
söylenmiştir.
Beşerden kasıt ya cehennemdeki insanlardır, -çoğunluğun görüşü budur-
yahut insanın derisinin görünen kısmı (ten) anlamındaki "beşere" lafzının
çoğuludur.
[15]
Yüce Allah'a davetin başarısının insana ait olumlu birtakım unsurlara
ve ilâhi korumaya ihtiyacı vardır. İnsanın sahip olması gereken olumlu unsurları
surenin baş tarafında söz konusu edilen nefsin ve aklın şirkten, putçuluktan
arındırılması, en üstün ahlâkî niteliklere sahip olup cömertlik ve sabrın da bu
hususta desteğinin alınmasıdır.
Burada ise ilâhi koruma ve kollamanın söz konusu edilmesine sıra
gelmiştir. Şanı Yüce AÎlah rasulünü müşriklerin eziyetine karşı koruyup, himaye
etti, onu teselli etti. Şirkin en büyük engeli olan Velid b. Muğire'yi
-başkasına ibret olsun diye- tehdit etti.
Velid kalbinden Peygamber (s.a.)'in doğru söylediğine inanıyor ve buna
kanaat getiriyordu; fakat liderlik, başkanlık ve mevki sevgisinde nefsinin
arzusunu tatmin etmesi ve Mekke'de bulunan müşriklere katılmayı tercih etmesi
sebebiyle dili ile yalanladı.
Şanı Yüce Allah'ın ona mal ve evlât vermesine, onu türlü refah ve nimetlere
sahip kılmasına rağmen, o yine de mal ve evlâtlarının daha da artmasını
arzuluyordu. O nimete nankörlük ederek karşılık vermiş, şükür edecek yerde
inkâr etmiş, Kur'an'ı yalanlamış, onun Yüce Allah'ın kelâmı olduğuna iman
etmemiş, onu insanların birbirlerinden aktarageldikleri rivayet olunan bir söz
ve bir sihir olarak nitelendirip, Peygamber (s.a.)'e ve getirdiklerine karşı
inat etmişti.
Yüce Allah ona olan nimeti arttırmayı kabul etmedi. Çünkü nimetlere
sahip olanın inkâr etmesiyle birlikte bu durum söz konusu olamaz. Onu cehennem
ateşine girmekle tehdit etti. Bu arada bunun sebeplerini de söz konusu etti.
Bu sebepler de onun inat şeklidir. Çünkü o, Peygamber (s.a.) ile Kuran hakkında
düşündü, taşındı. Ne söyleyeceğini zihninde tasarladı ve hakkı ne ile reddedip
çürüteceğine baktı. Müminlere karşı kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, rengi
değişti. Haktan ve imandan yüz çevirerek çekip gitti. İman etmeyi
kibirine/gururuna yedirmeyerek dedi ki: Muhammed (s.a.)'in getirdiği,
başkasından nakledip anlattığı bir sihirden başka bir şey değildir. Bu ancak
yaratılmışların bir sözüdür. Bununla sihir ile aldatıldığı gibi kalpleri
aldatmaya çalışmaktadır.
Fakat o nasıl böyle düşünebildi? Bu sebeple ona lanet edildi. Ölçüp
biçmesi dolayısıyla azaba uğratıldı. Daha sonra ardı arkasına lanetler yağdırıldı
ona. Yüce Allah onun ne olduğunu sana ne bildirdi, diyerek cehennemin
niteliklerini söz konusu etti. Orası yakmadık kemik, et ve kan bırakmaz.
Arkasından ebediyyen bu yakışını tekrarlayıp duracaktır. Cehennem insanlara
açık açık görünecektir. Onların yüzlerini öyle bir yakacak ki, geceden de
simsiyah kesilecektir. Kimse ondan kaçamayacaktır. Çünkü üzerinde ondokuz bekçi
melek vardır. Onlar oraya cehennemlikleri atacaklardır. Bu ondokuz melek
Malikin dışında onsekiz melektir. Salebi dedi ki: Bu hiçbir şekilde inkâr
olunamaz. Bir tek melek bütün mahlûkatın canlarını alabildiğine göre; ondokuz
meleğin mahlûkatın belli bir kısmını azap-landırabilmesi daha kolay anlaşılır.
Çoğunluk kastedilenin meleklerden ondokuz kişi olduğu kanaatindedir. Ondokuz
tür olduğu da söylenmiştir.
Kurtubi dedi ki: Sahih olan -Yüce Allah'ın izniyle- şudur: Sözü edilen
ondokuz melek bunların ileri gelenleri ve amirleridir. Hepsinin sayısını ise
anlatmaya ifadeler yetmez. Nitekim Yüce Allah: "Rabbinin ordularını ondan
başka kimse bilmez." (31. ayet) diye buyurmaktadır. Sahih'te de Abdullah
b. Mesud'dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "O
gün cehennem yetmişbin dizgini ile getirilir. Her bir dizginden yet-mişbin
melek onu çekecektir.[16]
31- Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısını
da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık. Kendilerine kitap verilenler
sağlam inansınlar; iman edenlerin de imanı artsın, kitap verilenlerle müminler
şüpheye düşmesin. Kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allah
bununla misal olarak neyi murad etmiş?" desinler diye. İşte Allah kimi
dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. Rabbinin or-
dularını O'ndan başka kimse bilnıez ve o (Sekar) insanlar için ancak
bir öğüttür.
32- Ama öyle yapmıyorlar.
Andol-sun aya,
33- Geri geldiğinde geceye,
34- Aydınlandığı zaman sabaha,
35- Muhakkak ki o, büyük (musibetlerden
biridir.
36- İnsanlar için bir uyarıcıdır.
37- Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene.
"Saptırır" ile "hidayete kavuşturur" lafızları
arasında tezat vardır. Aynı şekilde "ileri gitmek, geri kalmak"
lafızları arasında da tezat vardır.
"Andolsun aya, geri döndüğünde geceye, aydınlandığı zaman sabaha,
muhakkak ki o büyük (musibetlerden biridir." ayetlerinin (32-35. ayetler)
sonunda murassa' seci' vardır.[17]
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık."
Dolayısıyla onla-
nn sandıkları gibi onlara karşı durmak mümkün değildir, kimsenin gücü
onlara yetmez.
"Onların sayısını da" söz konusu edilen sayılarını niye
ondokuz melektirler diyerek "inkâr edenler için ancak bir fitne"
sapıtma ve haktan uzaklaşma sebebi "kıldık. Kendilerine kitap verilenler
Yahudiler ve Hristi-yanlar "sağlam inansınlar." Onlar için durum
açıklık kazansın diye. Yani Kur'an'ın ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğunu
açıkça görsünler. Çünkü bu meleklerin sayısının kitaplarında bulunan ondokuza
uygun düştüğünü görüyorlar.
"İman edenlerin de imanı artsın." Yani Kitap Ehli'nden olsun,
başkalarından olsun iman edenlerin tasdiki daha ileriye gitsin. Çünkü Peygamber
(s.a.)'in getirdikleri, Kitap Ehli'nin kitaplarında bulunanlara uygundur.
"Kitap verilenlerle" onların dışındakilerden
"müminler" meleklerin sayısı hususunda "şüpheye düşmesin."
"Hastalık" şüphe ya da münafıklık demek olup, kastedilenler
Medine münafıklarıdır "ve kâfirler" Mekke'deki kâfirler "Allah
bununla misal olarak neyi murad etmiş?" Yani Allah bu sayı ile neyi
anlatmak istemiştir? "desinler diye."
"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır..." Yani sözü
edilen bu sayıyı inkâr edenin saptırılması, onu tasdik edenin de hidayete
ulaştırılması gibi; Allah kâfirleri saptırır ve müminleri hidayete iletir.
"Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez." Yani
meleklerin kuvvetini ve yardımcılarım ancak o bilir. Aynı şekilde bütün
yarattıklarının durumlarını da o bilir.
"Ve o" yani Sekar (cehennem) "insanlar için ancak bir
öğüttür." bir hatırlatmadır.
"Ama öyle yapmıyorlar." Bu, cehennemi inkâr edenlerin bu
işten vazgeçmelerini istemek anlamındadır.
"Geri geldiğinde" geçip gittiğinde "geceye aydınlandığında"
ortaya çıkıp aydınlattığında "sabaha muhakkak ki o büyüklerden
birisidir." Yani şüphesiz Sekar (cehennem) nitelikleri pek büyük
musibetlerden bir musibettir. "İleri gitmek" hayırlarda ileri gitmek
yahut iman ile cennete gitmek "veya geri kalmak" kötülük işlemek
yahut küfür işleyerek cehenneme gitmek "isteyene."
[18]
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık."
ayetinin (31. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbn İshak ve Katade dedi ki:
Bir gün Ebu Cehil: Ey Kureyşliler, dedi. Muhammed sizleri ateşte azaplandıracak
Allah'ın askerlerinin ondokuz olduğunu iddia ediyor. Sizler ise sayıca çok
daha fazlasınız. Aranızdan yüz kişi onlardan birisine karşı koyamayacak mı?
Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden
yaptık." ayetini indirdi.
Süddî dedi ki: "Üzerinde ondokuz (melek) vardır." buyruğu
nazil olunca Ebu'1-Eşed b. Kelede el-Cumahî adında Kureyşli güçlü kuvvetli
birisi dedi ki;[19] Ey
Kureyşliler sakın o ondokuz sizi korkutmasın. Ben sağ omuzumla on meleği, sol
omuzumla da diğer dokuz meleği sizden uzaklaştıracağım. Bunun üzerine Yüce
Allah: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık."
buyruğunu indirdi.
Bir başka rivayette belirtildiğine göre Haris b. Kelede: Ben sizin
adınıza onyedisinin hakkından gelirim. Sizler de diğer ikisinin hakkından geliniz,
dedi. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Biz cehennem bekçilerini yalnız
meleklerden yaptık." buyruğu indi. Yani biz onları kendilerinin yenmeye çalışabilecekleri
kendileri gibi adamlar kılmadık.
[20]
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık."
Cehennem bekçilerini ve orada azaplandırmakla görevli zebanileri ancak sert ve
güçlü kuvvetli meleklerdir. Meleklere kim karşı koyabilir ve onları kim
yenebilir ki? Çünkü onlar yaratılmışlar arasında en güçlü, en çetin ve en
şiddetli yakalayanları, Allah'ın hakkını en çok yerine getiren ve Allah için
en çok gazap edip öfkelenenlerdir.
Bu, cehennem bekçilerinin sayılarım söz konusu edip az önce geçtiği
gibi Ebu Cehil'in şu sözleri söylemesi üzerine Kureyş müşriklerine verilmiş bir
cevaptır: Ey Kureyşliler, sizden her on kişi, onlardan birisinin hakkından
gelip onların hepsini yenik düşüremeyecek misiniz? Bunun üzerine Yüce Allah da:
"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." buyruğunu
indirdi. Yani karşı konulamayan ve yenik düşürülemeyen güçlü, kuvvetli bir
yaratılışa sahip kıldık.
Daha sonra Yüce Allah bekçilerin böyle bir sayıda olmalarını seçmesinin
hikmetini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:
"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne
kıldık." Yani onların ondokuz olduklarını belirtmemiz, ancak bizim
insanları sınamamız ve kâfirler için de mihnet ve saptırma sebebi olsun
diyedir. Öyle ki onlar söylediklerini söylediler. Böylelikle azaplarının kat
kat artmasına ve Allah'ın onlara olan gazabının çoğalmasına sebep oldular. Yüce
Allah'ın: "Fitne" buyruğu, fitne sebebi demektir. Yani biz ondokuz
olan o sayıyı kâfirlere fitne olsun diye tespit ettik. Onların fitneye maruz
kalmaları ise, onlara karşı durabileceklerini söylemeleri ve onları
yenebileceklerini ümit etmeleridir. Bu ise onların alay olsun diye
söyledikleri sözlerdir. Çünkü onlar ölümden sonra dirilişi, cehennemi ve
cehennem bekçilerini yalanlayan kimselerdi.
"Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar, iman edenlerin de
imanı artsın." Yani Yüce Allah'ın zebanilerin sayısını ondokuz kılması Kitap
Ehli olan Yahudi ve Hristiyanların bu rasulün hak olduğunu kesinlikle bilip
inanmaları içindir. Çünkü o kendisinden önceki peygamberlere indirilmiş ellerindeki
semavi kitaplara uygun şeyleri getirmiştir. O kitaplarında da cehennem
bekçilerinin sayısının ondokuz olduğu belirtilmektedir. Diğer taraftan Kitab
Ehli'nin de kendilerine uyduklarını gören müminlerin imanı ve tasdikleri artsın
ve peygamberleri Muhammed (s.a.)'in verdiği haberlerin doğruluğuna tanıklık
etsinler diyedir.
Arkasından Yüce Allah şüphe ve tereddüdün söz konusu olmayacağını daha
ileri derecede vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin." Kitab Ehli olan
Yahudiler ve Hristiyanlar ile Yüce Allah'a ve rasulüne iman edenler bu sayının
doğruluğu ve gerçekliği ile Allah'ın dini hakkında herhangi bir şüpheye
düşmesin. Gerçekte ise bundan maksat, şüpheleri kışkırtan münafıklara bir
göndermedir.
"Kalplerinde hastalık bulunan ve kâfirler de: Allah bununla misal
olarak neyi murad etmiş desinler diye." Kalplerinde Peygamber (s.a.)'in
doğruluğundan yana şüphe ve tereddüt bulunan münafıklar ile Mekkelilerden ve
başkalarından olan kâfirler: Yüce Allah bir misalin alışılmadık olması gibi
oldukça alışılmadık olan bu sayı ile neyi murad etmiştir ve burada bunun söz
konusu edilmesinin hikmeti nedir? Onların bu sözleri söylemekteki maksatları
bu sözü kökten inkâr edip onun Allah'tan gelmediğini söylemektir.[21]
Daha sonra Yüce Allah sapıklığa ve hidayete ehil olan kimseler hakkındaki
sünnetini söz konusu ederek şöylece buyurmaktadır:
"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse
hidayete kavuşturur." Yani söz konusu edilen saptırma ve hidayet gibi,
Yüce Allah, kötü istidadı ve kendisini saptırıcı yerlere ve kötü noktalara
yönelttiği için hakka isabet etmekten mahrum etmek istediği kimseleri böyle
saptırır, dilediği kimseleri de doğruyu bulma muvaffakiyetini vererek hakka ve
imana böylece hidayet eder. Cehennem bekçilerini inkâr eden Ebu Cehil ve arkadaşlarını
saptırdığı gibi; Yüce Allah saptırmayı dilediği kimseleri de hidayet ve imandan
saptırır yani onları yardımsız bırakır, basiretlerini köreltir. Hidayete
iletmeyi murad ettiği kimseleri de Muhammed (s.a.)'in ashabını ilettiği gibi
hidayete iletir.
Saptırmanın ve hidayete iletmenin anlamı, Yüce Allah'ın her bir kesimi
sapıtmaya ve hidayet bulmaya mecbur etmesi demek değildir. Bu ilâhi adalete
aykırıdır. İlâhi yükümlülükleri kabul etmekte mükellefin seçiminin ve
iradesinin temel bir rolü vardır. Sorgulanmayı ve mükâfatı hak etmek için bu
temel nokta rol oynar. Hiçbir şey Allah'a rağmen meydana gelmez. Herşey O'nun
iradesiyle olur. Şayet kul kendisine emrolunana ve Rabbi tarafından sevilene
karşı çıkacak olursa, Allah'ın meşiet ve iradesinin dışına çıkmış olmaz. Çünkü
Allah herşeyin üzerinde kahredici bir güce sahiptir. Fakat O, insanın seçimi
için bazı hususlarda dizginleri gevşetmiştir.
Daha sonra Yüce Allah bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği
bir hikmetin bulunduğunu vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." Yani sayıları
ondo-kuz ise dahi cehennem bekçilerinin sayısını O'ndan başkası bilmez. Çünkü
onların, Yüce Allah'tan başka kimsenin bilemediği meleklerden yardımcıları ve
askerleri vardır.
Böylelikle o sayıyı az gören müşriklerin sözlerine cevap verilmiş olmaktadır.
Bu cevap özetle şöyledir: Varsayın ki bunlar ondokuzdur. Ancak onların her
birisinin Allah'tan başka kimsenin bilemediği sayıda yardımcıları ve askerleri
vardır. Aşın çoklukları sebebiyle Allah'ın askerlerini ondan başkası bilemez.
Bekçileri yirmiye tamamlamak veya daha fazla sayılarını arttırmak O'na zor
değildir. Fakat O'nun bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bildiği bir hikmeti
vardır.
"Ve o insanlar için ancak bir öğüttür." Yani Sekar ve
nitelikleri ile söz konusu edilen bekçilerinin sayısı ancak insanlar için bir
hatırlatmadır, bir öğüttür. Böylelikle Allah'ın kudretinin kemalini ve O'nun
hiçbir şekilde yardımcılara, destekleyicilere muhtaç olmadığını bilsinler.
Daha sonra Yüce Allah cehennemi inkâr edenleri sakındırarak şöyle
buyurmaktadır:
"Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya, geri geldiğinde geceye, aydınlandığı
zaman sabaha. Muhakkak ki o büyüklerden biridir. İnsanlar için bir
uyarıcıdır." Ey insanlar! Ben sizi bu işten vazgeçmenizi belirterek sakındırıyorum.
Ahirette cehennemin varlığını inkâr etmenin yolu yoktur. Ben parıldayan aya,
geçip gittiği zaman geceye, açıkça ortaya çıkıp etrafı aydınlattığı zaman
gündüze yemin ederek söylüyorum ki; hiç şüphesiz Sekar (cehennem) pek büyük
musibetlerden, pek büyük belâlardan birisidir. Yüce Allah'ın insanları isyan
etmelerine karşılık görecekleri cezadan bir korkutmadır, bir uyarı içindir.
Daha sonra Yüce Allah kimlerin uyarıldığını belirleyerek buyuruyor ki:
"Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene." Yani cehennem, hayır
ve itaate yahut iman ile cennete yaklaşarak öne geçmek isteyen kimseler için
ya da bundan geri kalarak şerre ve masiyete yönelen yahut küfür ile ateşe doğru
yol tutan kimseler için bir uyarıdır. Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur:
"Andolsun ki sizden önce gelip geçenleri de biz bilmişizdir, sonra
gelenleri de bilmişizdir." (Hicr, 15/24) Yani hayra yönelmekte ellerini
çabuk tutanları da, onu bırakıp geri kalarak şerre yönelenleri de biliriz.
İbni Abbas dedi ki: Bu itaate ve Muhammed (s.a.)'e iman edip ileri geçen
kimselerin ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat ile mükâfatlandıracağını
bildiren, buna karşılık itaatten geri kalarak Muhammed (s.a.)'ı yalanlayanların
da ardı arkası kesilmeyecek bir cezaya uğratılacaklarını ifade eden bir
tehdittir.[22]
Hasan-ı Basri dedi ki: Bu buyruk, haber kipinde olmakla birlikte bir
tehdittir. Yüce Allah'ın: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir
olsun." (Kehf, 18/29) buyruğu gibidir.[23]
Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:
1-
Cehennemin ondokuz bekçi ve
zebanisi asla karşı konulamayan meleklerdendir. Onlar kalabalıklarla
karşılarında durulması mümkün olan insan türünden değildirler.
2- Meleklerden ondokuz adedin
söz konusu edilmesi, kâfirlerin fitneye uğramasına, yani sınanmalarına sebep
olmuştur. Zemahşeri dedi ki: Onların sayı sebebiyle fitneye maruz kalmaları
sebep olarak gösterilmemektedir. Bizzat sayının kendisi sebep olarak
gösterilmiştir. Çünkü Yüce Allah: "Onların sayısını da inkâr edenler için
ancak bir fitne kıldık." diye buyurmaktadır. Yani biz onların sayısını
ancak ondokuz yaptık diyerek, kâfirler için fitne olmayı, ondokuz sayısının
yerine geçirmektedir. Çünkü yirmiden bir eksik olan bu sayının durumu Allah'a
ve O'nun hikmetine itiraz ve alay edip, hikmeti büemese dahi mümin gibi boyun
eğmeyen kimselerin bu sayı sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusudur. Şöyle
denilmiş gibidir: Bizim onları bu sayıda kılmamız sayı sebebiyle fitneye
düşmeyi gerektirecek bir özelliktir. Bu da müminlerin inancının daha bir
sağlamlaşması, kâfirlerin de hayret ve şaşkınlığa düşmesi içindir.[24]
3-
Bu sayının söz konusu
edilmesi ile Tevrat ve İncil verilenlerin, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin
doğruluğuna dair kesin inançları daha da artmış oldu. Çünkü cehennem
bekçilerinin belirtilen bu sayısı ellerinde-kilere uygun düşmektedir. Aynı
şekilde bu böylelikle müminlerin imanının artması sonucunu da vermiştir. Çünkü
onlar Allah'ın Kitab'ında bulunan hükümleri her tasdik ettikçe iman etmiş
olurlar. Sonra da cehennem bekçilerinin sayısını tasdik ettikleri için de
imanları artmış oldu. Aynı şekilde bu kendilerine kitap verilip, Muhammed
(s.a.)'in ashabından cehennem bekçilerinin ondokuz olduğunu tasdik edenlerin
şüphelerini de ortadan kaldırır. Yine bu hicretten sonra ortaya çıkacak,
kalplerinde şüphe ve münafıklık bulunan Medine münafıkları ile Yahudi ve
Hristiyanların kâfir olanlarının şöyle demelerine sebep olmuştur: Allah cehennem
bekçileri için bu alışılmadık sayıyı söz konusu ederek neyi söylemek
istemiştir? Onların bu şekilde bir soru sormalarından, maksat bu Kitab'ın Allah
tarafından gelmiş olduğunu uzak bir ihtimal olarak görmek ve hatta Allah'tan
geldiğini inkâr etmektir. Yani Yüce Allah bu hayret verici sayıyı söz konusu
ederek neyi kastetmiştir?
4-
Yüce Allah'ın: "İman
edenlerin de imanı artsın." buyruğu imanın artıp eksildiğine bir delildir.
Yani iman itaat ile artar, masiyet ile eksilir. Çoğunluğun görüşü budur. İmanın
hakikati artma ve eksilme kabul etmez, diyenler ise ayeti imanın semereleri,
etkileri ve gerekleri hakkında yorumlarlar. Kitab Ehli ile müminler hakkında
onların kesin inançları ve imanlarının arttığı kabul edildikten sonra,
şüphelerinin söz konusu olmayacağının belirtilmesi ise, tekid ve pekiştirme
babmdandır. Şöyle denilmiş gibidir: Onlar o kadar kesin bir inanca sahiptirler
ki, artık bundan sonra şüphe ve tereddütleri söz konusu olmaz. Gerçek şu ki;
kesin bir inanca sahip olan bir kimse, bazen delilin herhangi bir önermesinde
gaflete düşebilir ve tekrar şüpheye düşebilir. Yine bu ifadeler ile onların
dışındakilerin durumuna bir işarette bulunulmaktadır. Şöyle denilmiş gibidir:
İşte onların durumu sapık ve kâfirlerden şüphe içerisinde olanların durumundan
farklı olmalıdır.
5-
"İşte Allah kimi
dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. " Bundan
maksat, zahiren anlaşılan saptırmak ve hidayetin, Yüce Allah tarafından yapılan
şeyler olduğu değildir. Yüce Allah'ın bazılarını sapmaya, diğer başkalarını da
hidayete mecbur ettiği de kastedilmemekte-dir. Bundan maksat Yüce Allah'ın
kulları hakkındaki sünnetlerinden birisini tespit etmektir. Bu da Allah'ın
yaratmış olduğu sebepler ile sonuçlar arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktır. Sapıtan
bir kimse ancak kendisi ve kendi tercihi ile sapıtır. Hidayet bulan bir kimse
de ancak kendi irade ve tercihi ile sapıtır. Bundan sonra Yüce Allah
sapıtanlann sapıklığını arttırarak onları hidayetin işaret taşlarından
uzaklaştırır. Buna sebep ise onların kötü seçimleri, istidadları ve
inatlarıdır. Diğer taraftan Yüce Allah müminlerin de imanını, onlara hidayet ve
doğruluk yollarını izleme muvaffakiyeti vererek ve güzel seçimleri sebebiyle
arttırır. Kâinatta hiçbir şey, Allah'a rağmen meydana gelmez. Meydana gelen her
bir şey O'nun iradesi ve dilemesi ile olur. İsterse O'nun emrettiği ve sevdiği
şeylerin aksi olsun.
6-
"Rabbinin ordularını
ondan başka kimse bilmez." buyruğu cehennem bekçilerinin sayısının
hikmetini de, Onun her bir ordusunun sayısının hikmetini de ebediyyen Yüce
Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediğine bir işarettir. Bu Muhammed'in
ondokuzun dışında askeri yok mu, diyen Ebu Cehil'e bir cevaptır.
Tirmizi'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sema gıcırdadı, gıcırdamakta da hakkı var. Çünkü orada alnını Yüce
Allah'a secdeye koymadık dört karıştık kadar bir yer dahi yoktur."
7- Yüce Allah cehennemi,
cehennemin niteliklerini, onun pek büyük bir belâ ve musibet olduğunu, onun
sürekli olarak insanlar için bir korku ve uyarı olduğunu inkâr eden herkesi
"ama öyle yapmıyorlar (öğüt almıyorlar)" buyruğu ile uyarıp bu
durumdan vazgeçmelerini emir buyurmaktadır.
8- Yüce Allah şereflerini
yüceltmek ve bunlarda ortaya çıkan hususlara, bunlardaki Yüce Allah'ın hayret
verici kudretine ve bunları var etmekle varlık aleminin ayakta durduğuna dikkat
çekmek üzere aya, geceye ve sabaha yemin etmektedir. Hakkında yemin edilen
husus ise Sekar'm (cehennemin) musibetlerden birisi olduğu, onun insanlar için
bir uyarıp korkutucu ya da uyarıp korkutma özelliğine sahip olduğudur. Hasan-ı
Basri der ki: Allah'a yemin ederim ki O, yaratıkları ondan daha büyük bir
musibetle uyarıp korkutmuş değildir.
9- Cehennem ateşi hayır ve
itaate doğru ilerlemek isteyen kimseler ile geri kalıp şerre ve masiyete doğru
gitmek isteyen kimseler için bir uyarıcıdır, korkutucudur.[25]
38- Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır.
39- Ashabu'I-Yemin müstesna.
40- Cennetlerdedirler. Biri birlerine soru sorarlar.
41- Suçlular hakkında:
42- "Sizi Sekar'a ne sürükledi?'
43- Derler ki: "Biz namaz
kılanlardan değildik.
44- 'Yoksullara yedirmezdik.
45- "Biz de dalanlarla birlikte dalardık.
46- "Din gününü de yalanlardık.
47- "Nihayet ölüm bize gelip çattı."
48- Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.
49- Ne oluyor onlara ki öğütten yüz
çeviricidirler? sanki arslandan
ürküp kaçan yaban eşşekleridir.
52- Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini
ister.
53- Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar.
54- Hayır, gerçekten o bir öğüttür.
55- Kim dilerse ondan öğüt alır.
56- Allah dilemedikçe de öğüt al(a)mazlar. İşte o, kendisinden
korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır.
"Birbirlerine soru sorarlar. Suçlular hakkında: Sizi Sekar'a ne
sürükledi?" buyruğunda bazı cümleler hazfedilerek icaz yapılmıştır. Yani
onlara sizi Sekar'a ne sürükledi? diye sorarlar. Bu da muhatapların anlaması
içindir.
"Din gününü de yalanlardık" buyruğu genel ifadeden sonra özel
bir hususu dile getirmektedir. O da dalanlarla birlikte batıla dalmaktır. Bu şekildeki
ifade ise böyle bir günahın büyüklüğüne dikkat çekmektir.
"Biz de dalanlarla birlikte dalardık" (45. ayet),. Din gününü
de yalanlardık." (46. ayet) Nihayet ölüm bize gelip çattı..." (46.
ayet) buyruklarının sonunda murassa' bir seci' vardır.
"Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir."
Temsili bir teşbihtir. Çünkü benzetme yönü birden çok husustur.
[26]
"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Ameli
karşılığında Allah nezdinde rehindir. Onu ya kurtarır ya da helak eder. Anlamı
şudur: Her nefis kazancı karşılığında Allah'ın elinde çözülmemiş bir rehindir.
Allah ise cennet ehlinden kimseyi rehin tutmaz.
"Ashabu'l-Yemin" Amel defterleri sağ taraflarından verilen
kimselerdir. Bunlar günahları sebebiyle rehin olarak alıkonulmamışlardır.
Çünkü onlar işledikleri güzel amellerle kendilerini kurtarmış olacaklardır.
"Onlar cennetlerdedirler." Hakikatleri idrak edilemeyecek
bahçelerdedirler.
"Birbirlerine soru sorarlar." Ya birbirlerine soru sorarlar
yahut başkaları onların halini sorar. "Sizi Sekar'a ne sürükledi?"
Cehenneme ne diye girdiniz?
"Biz de dalanlarla birlikte dalardık." Yani batıl ehli ile
batıllarında birlikte olur, onlara karışırdık.
"Din günü" öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığının
görüleceği gün.
"Artık şefaat edenlerin" meleklerden, peygamberlerden ve
salihlerden şefaatçilerin "şefaati onlara fayda vermez."
"Öğütten yüz çeviricidirler?" Yani ne oldu onlara ki,
hatırlatmaktan verilen öğütten yüz çeviriyorlar?
"Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlar
eşşek-ten alabildiğine hızlı kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.
"Açılmış sahifeler..." Yayılmış, açılıp okunan sahifeler
demektir. Çünkü onlar Peygamber (s.a.)'e şöyle demişlerdi: Bizim her birimize
semadan Allah'tan filan kişiye Muhammed'e tabi ol, diye bir mektup
getirmedikçe sana uymayacağız.
"Hayır!" Bu buyrukla onların mucize teklif etmekten
vazgeçmeleri istenmektedir.
"Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." İşte bundan dolayı
öğütten yüz çeviriyorlar. Her birine bir mektup ve sahife verilmediğinden
dolayı değil.
"Hayır! Gerçekten o bir öğüttür." Yine yüz çevirmekten
vazgeçmeleri istenmektedir. Çünkü Kur'an yeterli bir öğüttür.
"Kim" ondan öğüt almak "dilerse ondan öğüt alır."
Onu okur ve onunla öğüt alır.
"İşte o kendisinden korkulmaya lâyık olandır." Onun
cezalandırmasından sakınmaya, korkulmaya değer. "Bağışlamak da ona
yaraşır." Kendisine karşı takvalı hareket edenleri bağışlamak ona
yakışır.
[27]
"Hatta onlardan her biri... ister." ayetinin (52. ayet) nüzul
sebebiyle ilgili olarak İbnü'l-Münzir, Süddî'den şöyle dediğini
nakletmektedir: (Ku-reyşliler) dediler ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise
bizden her birimiz sabah olunca yastığı altında cehennemden kurtulduğunu ve
ondan yana güvenlik altında olduğunu belirten bir sahife bulsun. Bunun üzerine:
"Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini
ister." buyruğu nazil oldu.
Bir başka rivayette de belirtildiğine göre Ebu Cehil ve Kureyş'ten bir
topluluk dedi ki: Ey Muhammed, sen her birimize semadan üzerinde: Alemlerin
Rabbinden filan oğlu filana, diye başlayan ve bize sana tabi olmamızın
emrolunduğu bir mektup getirmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz.[28]
Yüce Allah kâfirleri ve isyankârları tehdit edip cehennem ateşinin en
büyük musibet ve belâlardan birisi olduğunu, kurtuluşun salih amele bağlı
olduğunu belirterek uyardıktan sonra, daha önce geçen bu hususu her bir kimse
ancak amelinin karşılığını bulacaktır, diyerek pekiştirmekte,
asha-bu'1-yemin'in kurtulacağını, günahkârların ise azap edileceklerini bildirmekte,
ikinci kesimin niçin cehenneme girdiğinin sebebini öğrenmek için de her iki
kesim arasında gerçekleşecek ikili konuşmayı nakletmektedir.[29]
"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Yani
her nefis ameli karşılığında alıkonulmuş ve onun karşılığında rehin olarak
alınmış, kıyamet gününde daha önceden işlemiş olduğu ameller sebebiyle
tutuklanmış olacaktır. Eğer hayır işlemişse bu onu kurtarır ve hürriyetine
kavuşturur, şayet işlediği şer ise bu da onu helâka sürükler.
"Ashabu'l-Yemin müstesna" Yani kitapları sağ taraflarından
verilecek olan müminler müstesnadır. Onlar günahları sebebiyle rehin olarak
alıko-nulmayacaklardır. Aksine onlar işledikleri güzel ameller sebebiyle
serbest bırakılacaklardır.
"Cennetlerdedirler, birbirlerine soru sorarlar, suçlular hakkında:
Sizi Sekar'a ne sürükledi?"
Onlar cennette nimetler içerisinde iken birbirlerine cehennem ateşindeki
günahkârların durumu hakkında onlara şöyle diyerek soru sorarlar: Sizin
cehenneme girmenize sebep olan ne? Bu sorudan maksat, daha çok azarlamak ve
utandırmaktır.
Onlar da karşı karşıya kaldıkları bu azabın şu dört sebepten dolayı olduğunu
söyleyerek cevap vereceklerdir:
"Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara
yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din gününü de yalanlardık.
Nihayet ölüm bize gelip çattı." Yani bizler dünyada iken farz namazı eda
etmezdik. Namaz kılan müminlerle birlikte Rabbimize ibadet etmezdik. Bizimle
aynı cinsten olan O'nun yaratıklarına iyilik yapmaz, muhtaç olan fakire verilmesi
gerekeni vermezdik. Batıl ehli ile birlikte batıllarında içice olurduk. Bir
kişi azdıkça biz de onunla birlikte azardık, ya da bilmediğimiz hususlarda
konuşurduk. Muhammed (s.a.) hakkında ileri geri konuşanlarla birlik olur, biz
de konuşurduk. Bu da onların: Muhammed bir yalancıdır, delidir, sihirbazdır,
şairdir şeklindeki sözleri idi. Bütün bunlardan ayrı olarak bizler kıyameti de
yalanlıyorduk. Ölüm ve ölümün ön belirtileri gelene kadar biz bu halde idik.
Burada "yakîn'den kasıt, ölümdür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:
"Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et." (Hicr, 15/99)
İşte biz dünya hayatımız boyunca bu dört sebebi işledik durduk: Namazı
kılmadık, zekat vermedik, batıl sözlere daldık, hesap, ceza ve ölümden sonra
diriliş gününü inkâr ettik.
İlk iki hususun terkedilmesinin söz konusu edilmesi kâfirlerin şeriatın
fer'î emirleriyle (imanın dışındaki hükümleriyle) muhatap olduklarına bir
delildir.
"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." Yani
kim bu sıfatlara benzer niteliklere sahipse kıyamet gününde şefaatçi hiçbir
kimsenin ona şefaatinin faydası olmayacaktır. Yani meleklerden,
peygamberlerden, salihlerden hiçbir kimse onlara şefaat etmeyecektir. Çünkü
sonunda varacakları yer kesinlikle cehennemdir.
"Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? Onlar sanki
aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlara ne oluyor ki en büyük
öğüdü ve en büyük hatırlatmayı ihtiva eden Kur'an-ı Kerimden yüz çevirmektedir?
Yahut Mekke'de senin karşında duran bu keferelere ne oluyor ki, kendilerini
çağırdığın şeyden, onlara yaptığın hatırlatmalardan yüz çevirmektedirler? Onlar
bu şekilde haktan kaçıp yüz çevirmekle kendilerini ok atan okçulardan yahut
onları yakalamak isteyen bir aslandan kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.
Buyruktaki "kasvere (mealde: yaban eşşekleri)" ya onları
avlamak isteyen ok atıcıları topluluğudur, yahut aslandır. Lügat bilginlerinin
çoğunun görüşü budur. Aslana bu adın veriliş sebebi diğer yırtıcı hayvanları
kahredip yenik düşürmesidir. İbni Abbas dedi ki: Yaban eşşekleri aslanı gördü
mü kaçarlar. İşte bu müşrikler de böyledir. Onlar da Muhammed (s.a.)'i gördüler
mi ondan kaçarlar; tıpkı yaban eşşeğinin aslandan kaçışı gibi. Bu onların
durumlarının son derece çirkin olduğunu ortaya koyan ve onların ahmak bir
topluluk olduğunu yüzlerine karşı bildiren bir benzetmedir.
Ayet-i kerime onların ikna edici açık bir sebep bulunmadan haktan ve
imandan yüz çevirdiklerine, onların anlamaya ve ikna olmaya bir istidad-larmm
bulunmadığına delildir. Yaban eşşeklerine benzetilmeleri onlar için apaçık bir
yergidir. Onların ahmak ve geri zekâlı olduklarını, Kuranın öğütlerinden
etkilenmediklerini açıkça ilân etmektir. Hatta kalplerin huzur ve sükûn
bulmalarına sebep olan şey, onların kaçmalarını, uzaklaşmalarını
gerektirmiştir.[30]
Daha sonra Yüce Allah onların kaçışlarının bir görünüşünü söz konusu
ederek şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan her biri kendisine açılmış
sahifeler verilmesini ister." Bu müşriklerin her biri Muhammed peygambere
(s.a.) Allah'ın indirdiği gibi kendi üzerine de bir kitap indirilmesini ister.
Onlar bu şekilde inat etmekle gerçekten çok ileri gitmiş oldular. Nitekim bir
başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Onlara bir ayet gelse:
'Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etmeyeceğiz'
derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (En'am,
6/124)
Yine Yüce Allah onların taleplerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de
(göğe) çıktığına asla iman etmeyiz." (İsra, 17/93)
Müfessirler der ki: Kureyş kâfirleri Muhammed (s.a.)'e dedi ki:
"Her birimiz sabah olunca başı ucunda Allah'tan kendisine gönderilmiş açık
bir mektup bulsun." Bütün bunlar ve benzerleri inatlaşmaktır,
büyüklenmek-tir, işi yokuşa sürmektir. Onlar asla iman etmeyeceklerdir. Nitekim
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir
kitap indirseydik, kendileri de elleriyle ona dokumalardı, kâfir olanlar yine:
Bu ancak apaçık bir büyüdür, derlerdi." (En'am, 6/7)
Daha sonra Yüce Allah onların inat edip işi yokuşa sürmelerinin sebebini
şöylece açıklamaktadır:
"Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." Bu şekilde açık
sahifeler indirilmesi tekliflerinden dolayı azarlanmakta ve bu tekliflerden
vazgeçmeleri istenmektedir. Bu istedikleri onlara verilmeyecektir. Aslında
onlar ölümden sonra dirilişi, hesaba çekilmeyi inkâr eden kimselerdir. Çünkü onlar
gerçekten cehennem ateşinden korksalardı, hiçbir şekilde mucizeler teklif
etmezlerdi.
Ve onlara Kur'an yeterli gelirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, gerçekten o bir öğüttür. Kim dilerse ondan öğüt
alır." Gerçek şu ki Kur'an bir öğüttür ve onlara Kur'an yeter. Çünkü o en
hayırlı öğüt ve hatırlatmadır. Ondan öğüt almak, onu ihmal etmemek isteyen bir
kimse öğüt alır. Çünkü Kur'an son derece beliğ bir öğüttür ve şifa verici bir
hatırlatmadır.
Daha sonra öğüt almamanın asıl sebebini açıklamakta, Yüce Allah'ın
kemal derecesindeki heybetini dile getiren hususları zikretmektedir. Bu ise
O'nun kahredicilik vasfına sahip olmasıdır. Yani bu sebepten dolayı Allah'tan
korkulmahdır. Aynı şekilde rahmetinin ümit edilmesini gerektiren lütufkârlık
sıfatı da vardır:
"Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte o kendisinden
korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır." Bu kainatta Allah'a
rağmen bir şey meydana gelmez. Onların Kur'an'ı hatırlayıp, ondan öğüt almaları
ancak Allah'ın dilemesi ile olur. O takva sahiplerinin Ona isyanı gerektiren
hususları terkedip Ona itaat olan işleri yapmak suretiyle kendisinden
sa-kınılmaya, korkulmaya lâyık olandır. Aynı şekilde O müminlerin kusurlu
hareket edip işledikleri günahları da bağışlayandır. Günahkârlardan tevbe
edenlerin tevbesini kabul edip, günahlarını bağışlayan da O'dur.
Ahmed, Tirmizi, İbni Mace ve Nesai'nin, Enes b. Malik (r.a)'den rivayetlerine
göre Peygamber (s.a.) bu ayeti tefsir ederek buyurdu ki: "Kudret ve
azameti pek üstün olan Rabbiniz size diyor ki: Ben kendisinden korkulmaya
lâyık olanım. Dolayısıyla benimle birlikte başka bir ilâha ibadet olunmasın.
Kim benimle birlikte başka birisini ilâh koşmaktan sakınırsa, ben de onun
(günahlarını) bağışlarım."
Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Allah dilemedikçe de öğüt
alamazlar." buyruğunu şu sözleriyle tefsir etmektedir: Allah onları zikri
kabul etmeye mecbur etmedikçe, ya da onları onu kabulden başka bir çareye
başvuramaz hale getirmedikçe... demektir. Çünkü bu öğüt onların kalplerinde
kazılmıştır. Onların isteyerek iman etmeyecekleri bilinen bir husustur.[31]
Ancak bu, bu tür ayetlerde Mutezilenin ilkelerine göre izlenen bir
açıklama tarzıdır. O da şudur: Yüce Allah imanı ve küfrü mükâfat ve cezanın
kaynağı olan kulun tercihine bırakmıştır. Fakat Yüce Allah'ın meşieti kulu
zorla mecbur ederek ya da zorlayarak iman etmesini sağlamaya da kadirdir.
[32]
Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Kıyamet gününde her nefis
kazançları karşılığında rehin olarak alıkonulmuş, ameli karşılığında tutulmuş
olacaktır. Ondan sonra kişi kendisini ya kurtarır, ya da helak eder. Ancak
amel defterleri sağlarından verilecek olan "yemin ehli" müstesnadır.
Onlar günahları sebebi ile alıkonulma-yacaklardır. Hasan-ı Basri ve İbni Keysan
dedi ki: Bunlar ihlâsa erdirilmiş müslümanlardır, bunlar rehin olarak
alıkonulmayacaklardır. Çünkü üzerlerindeki hakları vaktiyle eksiksiz yerine
getirmişlerdir.
2- Kıyamet gününde "yemin
ehli" cennetlerde olacaklar ve müşriklerin durumunu soracaklardır: Sizin
Sekar'a (cehenneme) girmenize sebep olan nedir? diyeceklerdir. Bu soruyu
sormaktan maksat ise onların mahcubiyetlerinin artmasıdır.[33]
Cehennemlikler de buna dört hususu sebep olarak göstereceklerdir:
Namazı terketmek, sadakayı vermemek, hak ehline eziyet vermek ve müs-lümanı
ilgilendirmemesi gereken hususlarda batıl ehli ile birlikte batıllarına ortak
olmak ve amellerin karşılıklarıyla ilgili hüküm verileceği vakit olan kıyamet
gününü ölüm bize gelinceye kadar yalanlamak.
İlim adamları dedi ki: Buradaki ilk iki hususun farz olan namaz ve sadaka
(zekât) hakkında yorumlanması gerekir. Aksi takdirde bunların ter-kedilmesi
sebebiyle azap söz konusu olamaz. Aynı şekilde ayet-i kerime kâfirlerin
şeriatın usulü (iman esasları) dolayısıyla -din gününü yalanlamak gibi- azap
görecekleri gibi; fer'î hükümleri dolayısı ile de azap göreceklerine delil
gösterilebilir. Din gününün yalanlanmasının sonda söz konusu edilmesi,
günahların en büyüğü olduğundan dolayıdır. Yani onlar bütün bunlarla birlikte
bu temel inancı da yalanlıyorlardı. Yüce Allah'ın: "Bundan sonra da iman
edenlerden... olmasıdır." (Beled, 90/17) buyruğunda olduğu gibi.[34]
3-
Yüce Allah Mekkelileri ve
benzerlerini Peygamber (s.a.)'ın kendile-
rine getirdiği hatırlatmaları Kur'an-ı Kerim ile verdiği öğütleri kabul
etmeyip yüz çevirmelerinden dolayı azarlamaktadır. Mukatil dedi ki: Kur'an-ı
Kerim'den yüz çevirmek iki türlüdür:
a) İnkâr ve red
b) İçindeki hükümler gereğince
ameli terk etmek
4- Yüce Allah Kur'an'dan yüz
çevirenler hakkında oldukça çirkin ve tahkir edici bir benzetmede bulunmuştur.
O da aslandan ürküp kaçan yaban eşşeklerine benzetilmeleridir. İbn Abbas dedi
ki: Maksat yaban eşşekleridir. Yüce Allah onları yermek ve onların çirkin durumlarını
anlatmak için yaban eşşeklerine benzetmiştir.[35]
Yine az önce de geçtiği gibi şöyle demiştir: Yaban eşşekleri aslanı gördü
mü kaçar. İşte bu müşrikler de böyle idi. Muhammed (s.a.)'i gördüler mi yaban
eşşeğinin aslandan kaçışı gibi ondan kaçarlar. "Kasvere (aslan)"
Ha-beşçe'de aslan demektir.[36]
5- Müşrikler (Ebu Cehil ve
Kureyş'ten bir topluluk) onlardan her birisine içinde: Ben size Muhammed'i
peygamber olarak gönderdim, diye yazılı bulunan açık mektuplar gönderilmesini
istemişlerdi. İbn Abbas dedi ki: Diyorlardı ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor
ise bizden her bir kişi sabahı edince başı ucunda kendisinin cehennemden
kurtarılıp güvenlik içinde olduğunun yazılı bulunduğu bir sahife bulsun.[37]
6- Yüce Allah işi yokuşa sürmeleri ve ayak diretmeleri sebebiyle isteklerini kabul etmedi. Aksine onlara mucize teklifinde bulunmaktan vazgeçmelerini istedi, Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini ve ondan öğüt almamalarının aslî nedenini: "Asla" buyruğu ile açıklamaktadır. Yani böyle bir şey olmayacaktır ve ben onlara temenni ettiklerini vermeyeceğim. Çünkü onlar ahiretten korkmazlar. Buna sebep de dünyaya aldanmalarıdır. Şüphesiz ki Kur1 an bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır. Fakat onlar Yüce Allah'ın bunu kendileri için istemedikçe öğüt alamazlar, hatırlayamazlar. Yüce Allah'tan da kullarının korkması, Onun cezalandırmasından çekinmeleri ve böylelikle Ona iman edip, itaat etmeleri gerekir. O buna lâyıktır ve şüphesiz o iman edip, itaat ettikleri takdirde geçmişteki küfürlerini de bağışlamaya ehildir. [38]
[1] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205.
[2] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205.
[3] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205-206.
[4] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/206.
[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir,
Risale Yayınları: 15/206-207.
[6] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/208.
[7] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/208-209.
[8] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209.
[9] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209-210.
[10] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/210-211.
[11] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/213.
[12] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/213-214.
[13] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/214-215.
[14] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215.
[15] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215-218.
[16] Kurtubi, XIX/80.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale
Yayınları: 15/219-220.
[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir,
Risale Yayınları: 15/221.
[18] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/221-222.
[19] Anlatıldığına göre bu adam
inek derisi üzerinde durur ve o deriyi on kişi ayaklarının altından çekebilmek
için çekiştirir dururdu. Deri parçalanır fakat kendisi derinin üzerinden
kımıldamazdı. Suheylî dedi ki: Rasulullah (s.a.)'ı güreşe davet eden de o idi.
Şöyle demişti: Beni yere yıkarsan sana iman edeceğim. Peygamber (s.a.) onu
defalarca yere yıktığı halde iman etmedi. Yine Peygamber (s.a.) ile birlikte
Rükâne b. Abd Yezid b. Hişam b. Muttalib de güreşmişti.
[20] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/222-223.
[21] Bahru'l-Muhit, VIII/377.
[22] Kurtubi, XIX/86.
[23] a.y.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale
Yayınları: 15/223-226
[24] Zemahşeri, III/288.
[25] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/226-228.
[26] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/230.
[27] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/230-231.
[28] Razi, XXX/212;
Bahru'l-Muhit, VIII/381.
Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale
Yayınları: 15/231.
[29] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231.
[30] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an,
XXVII/100.
[31] Zemahşeri, III/291.
[32] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231-235.
[33] Razi, XXX/211.
[34] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an,
XXVIII/99.
[35] Bahru'l-Muhit, VIII/380.
[36] Razi, XXX/212.
[37] Kurtubi, XIX/90.
[38] Vehbe Zuhayli,
Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/235-236.