MÜDDESSİR SURESİ 2

Surenin İsmi: 2

Önceki Sureyle İlişkisi: 2

Surenin Muhtevası: 2

Surenin Fazileti: 2

Nüzul Sebebi: 2

Davetin İlk Dönemlerinde Peygamber (S.A.)'E İrşadlar. 3

Belagat: 3

Kelime ve İbareler: 3

Nüzul Sebebi: 4

Açıklaması: 4

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 4

Şirk Önderlerine Tehdit 5

Belagat: 5

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi: 6

Ayetler Arası İlişki: 7

Açıklaması: 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 8

Cehennem Bekçilerinin Ondokuz Olmasındaki Hikmet 9

Belagat: 9

Kelime ve İbareler: 10

Nüzul Sebebi: 10

Açıklaması: 10

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 12

Ashabu'l-Yemin İle Günahkarlar Arasındaki Konuşma. 13

Belagat: 13

Kelime ve İbareler: 13

Nüzul Sebebi: 14

Ayetler Arası İlişki: 14

Açıklaması: 14

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 16


MÜDDESSİR SURESİ

 

Surenin İsmi:

 

Bu sureye Peygamber (s.a.)'e nitelik olarak zikredilen bu vasıf ile baş­ladığından ötürü Müddessir suresi adı verilmiştir. Müddessir, uyumak ya da ısınmak amacıyla elbisesine sarınıp bürünen kimse demektir. [1]

 

Önceki Sureyle İlişkisi:

 

Bu surenin önceki sureyle üç bakımdan ilişkisi vardır:

1- Her iki sure de Peygamber (s.a.)'e bir nida ile başlamak gibi ortak bir özelliğe sahiptir.

2- Her iki surenin de baş tarafları aynı kıssa hakkında inmiştir. Müd­dessir suresi, Müzzemmil suresinin akabinde inmiştir.

3- Bundan önceki sure gece namazı (teheccüd) kılmak emri ile başladı. Bu da davetçiyi ruhen vasifesine hazırlamak içindir. Bu sure ise başkasını uyarmayı emir ile başlamaktadır. Bu da davetini kendisinin dışındakilere anlatıp ifade etmesi demektir. [2]

 

Surenin Muhtevası:

 

Sure Peygamber (s.a.)'e davetinin başlangıç dönemlerindekin birtakım irşadları, şirkin önderlerinden birisine birtakım tehditleri ve cehennemin niteliklerini ihtiva etmektedir.

Sure Peygamber (s.a.)'i Rabbine davet etmek, kâfirleri uyarıp korkut­mak, günahkârların eziyetlerine karşı da sabretmek yükümlülüğünü belir­terek başlamaktadır: "Ey örtünüp bürünen..." (1-7. ayetler).

Daha sonra dehşetli halleri dolayısıyla oldukça çetin ve korkunç bir gün olan kıyamet gününün niteliklerini ele almaktadır: "Çünkü o boruya üfürüldüğü zaman..." (8-10. ayetler).

Daha sonra bir kişiyi en güçlü ve en ağır bir şekilde tehdit etmeye ko­yulmaktadır. Söz konusu kişi Kur'an-ı Kerim'in Yüce Allah'ın sözü olduğu­nu kabul etmekle birlikte daha sonra önderlik ve başkanlık için onun bir sihir olduğunu iddia edip bu sebeple cehennem ateşine atılmayı hak eden Velid b. Muğire'dir: "Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ..." (11-26. ayetler).

Buna uygun olarak cehennem ateşinin nitelikleri sayılmakta, cehen­nem bekçilerinin sayılan ve bunun hikmeti ile cehennemin insanlara gö­rünmesi söz konusu edilmektedir: "Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildir­di?..." (27-31. ayetler).

Yüce Allah'ın aya, geceye ve sabaha, cehennemin en büyük musibet­lerden birisi olduğuna dair yemin etmesi ise durumun dehşetini, vehameti-ni daha da arttırmaktadır: "Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya..." (32-37. ayetler).

Sure her kişinin kazandıklarından sorumlu tutulacağını ve kendi gü­nahlarından kurtulamayacağını açıklayarak müminlerin kurtulacağını müjdeleyip kâfirleri de azap ile korkutarak her iki kesim arasında gerçek­leşecek karşılıklı konuşmayı tasvir etmektedir: "Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır..." (38-48. ayetler).

Sure müşriklerin öğütten, hatırlatmaktan ve imandan yüz çevirme se­beplerini açıklayarak sona ermektedir: "Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çe­viricidirler..." (49-56. ayetler). [3]

 

Surenin Fazileti:

 

Buhari'nin Sahih 'inde sabit olduğuna göre Cabir'in şöyle dediği riva­yet edilmiştir: Kur'an'dan ilk nazil olan: "Ey örtünüp bürünen..." diye baş­layan suredir. Ancak cumhur ona muhalefet ederek Kur'an'in ilk nazil olan buyruklarının: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Kalem, 96/1) olduğu kanaatindedirler. [4]

 

Nüzul Sebebi:

 

Buhari'nin rivayetine göre Cabir b. Abdullah dedi ki: Bize Rasulullah (s.a.) anlattı ve dedi ki: "Hira dağında halvete çekildim. Çekildiğim süreyi bitirince dağdan indim. Bana seslenildi. Sağıma baktım hiçbir şey göreme­dim, soluma baktım yine bir şey göremedim. Önüme baktım bir şey göreme­dim, arkama baktım yine bir şey göremedim. Başımı kaldırınca bir şey gör­düm. Hemen Hatice'nin yanına gittim ve beni örtün ve üzerime soğuk su dökün, dedim. Beni örttüler, üzerime de soğuk su döktüler. "Ey örtünüp bü­rünen, kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt" buyrukları nazil oldu."

Müslim de bunu bir başka lafızla rivayet etmiş olup, onun bu rivayeti ilk nazil olan buyrukların: "Yaratan Rabbinin adıyla oku, o insanı sülük gi­bi yapışan bir kan parçacığından yaratmıştır. Kalemle yazı yazmayı öğre­ten o en kerim Rabbinin adıyla oku. O insana bilmediğini öğretti." (Kalem, 96/1-5) buyrukları olduğunu göstermektedir.

Her iki görüşün arası şu şekilde birleştirilebilir. Vahyin belli bir kesin­tiye uğramasından sonra ilk nazil olan bu suredir. Nitekim İmam Ahmed ve Buhari ile Müslim'in, Cabir'den rivayetlerine göre o Rasulullah (s.a.)'ı  şöyle buyururken dinlemiştir: "Sonra vahiy bir süre kesildi. Ben yürümekte iken semadan bir ses duydum. Başımı semaya doğru kaldırdığımda bana gelen meleğin yer ile gök arasında bir kürsü üzerinde oturmakta olduğunu gördüm. Ondan oldukça korktum, hatta yere düştüm. Eşimin yanına gel­dim, onlara: Beni örtünüz, beni örtünüz, beni örtünüz dedim. Bunun üzeri­ne Yüce Allah: "Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle, pisliklerden uzak dur." buyruklarını indirdi. Daha sonra vahiy bir hız kazandı ve ard arda gelmeye başladı."

Taberani'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ku-reyşlilere bir yemek hazırladı (ve ziyafete davet etti). Yemeklerini yedikten sonra dedi ki: Bu adam hakkında ne dersiniz? Kimi sihirbazdır, kimi hayır sihirbaz değildir, kimi kâhindir, kimi hayır kâhin değildir, kimi şairdir, ki­mi şair değildir, kimi hayır bu eskilerden beri nakledilegelen bir sihirdir dedi. Hepsi de onun söylediklerinin nakledilegelen bir sihir olduğu görüşü­nü ittifakla kabul ettiler. Bu durum Peygamber (s.a.)'e ulaştı. Bunun üzeri­ne üzüldü, başını örttü, örtülere sarınıp büründü. Bu sebeple de Yüce Al­lah: "Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık uyar ve yalnız Rabbini yücelt. Elbi­seni temizle, pisliklerden uzak dur. (Yaptığını) çok görerek minnet etme, Rabbin için sabret." buyruklarını indirdi. [5]

 

Davetin İlk Dönemlerinde Peygamber (S.A.)'E İrşadlar

 

1- Ey örtünüp bürünen,

2- Kalk ve artık uyar

3- Ve yalnız Rabbini yücelt.

4- Elbiseni temizle.

5- Pisliklerden uzak dur.

6-  (Yaptığını) çok görerek minnet etme.

7- Rabbin için sabret.

8- Çünkü o boruya (Sur'a) üfürüldü-ğü zaman

9- İşte o gün oldukça zor bir gündür.

10- Kâfirlere hiç de kolay değildir.

 

Belagat:

 

"Ve yalnız Rabbini yücelt. Elbiseni temizle. Pisliklerden uzak dur." buy­ruğunda ihtisas (yalnız, sadece, özellikle) ifade etmek için mef ulun bih öne alınmıştır. (Yani cümle unsurlarının dizilişinde değişikliğe gidilmiştir.)

"Zor" ile "kolay" arasında tezat vardır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey örtünüp bürünen" üzerine vahiy indiği için elbiselerine sarılan. Burada sözü edilen Müddessir'in (elbisesine örtünüp bürünenin) Rasulul-lah (s.a.) öldüğünde ittifak vardır. Müddessir, disâr giyinmiş olan demektir. Disâr da bedenin üzerine giyilen iç elbisenin üzerinde giyilen ve dışardan görülen bir elbisedir.

Yatağından "kalk" ya da azim ve kararlılıkla kalk "ve artık uyar" Mek-kelileri ve başkalarım iman etmedikleri takdirde cehennem ile korkut.

"Ve yalnız Rabbini yücelt!" O'nu büyük tanı. "Elbiseni temizle" necaset­lerden elbiseni temizle. Çünkü namaz için temizlenmek vacip başka haller­de ise sevilen bir şeydir. Bu da necaseti yıkamak yahut elbiseyi necasetten korumak ile olur. Ya da sen kendi nefsini kötü fiil ve huylardan temizle.

"Pisliklerden uzak dur." Yani azaba götüren sebepleri ve günahları ter-ket ve bunlardan uzak durmayı sürdür. Pislik (anlamındaki) ricz kelimesi re harfi ötreli olarak (rucz) diye de telaffuz edilir ve bu takdirde azap anla-mındadır. Yüce Allah: "Andolsun eğer üzerimizden ruczu (azabı) kaldıra­cak olursan" (Araf, 7/124) diye buyurmaktadır.

"Çok görerek minnet etme." Bir şey verip ondan fazlasını isteme yahut ibadetini çok görerek Allah'a minnet etme ya da onlardan tebliğ karşılığında ücret isteyerek malını çoğaltmaya kalkışma ya da yaptığın tebliği çok görme.

"Çünkü o boruya üfürüldüğü zaman" sura üfürüldüğü zaman demek­tir. Bu da ikinci üfürüştür. "İşte o gün" yani üfürme zamanı "zor bir gün­dür" kâfirler için pek ağırdır. "Kâfirlere hiç de kolay değildir." [7]

 

Nüzul Sebebi:

 

Daha önce geçmiş bulunmaktadır. Özetle şudur: Buhari ve Müslim, Cabir'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "Hira'da bir ay süreyle yalnızlığa çekildim. Oradaki süremi tamamla­yınca indim. Vadinin iç tarafına vardığımda bana seslenildi. Başımı kal­dırdım, Hira'da bana gelmiş bulunan meleği gördüm. Hemen (eve) döndüm ve beni örtün dedim. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey örtünüp bürünen, kalk ve artık uyar." buyruklarını indirdi." [8]

 

Açıklaması:

 

"Ey örtünüp bürünen kalk ve artık uyar!" Ey elbiselerine örtünmüş, yani vahyin ilk inişi sırasında meleği görmekten korktuğundan ötürü elbi­selerini üzerine örtmüş olan peygamber! Kalk ve Mekkelileri korkut. Müs­lüman olmadıkları takdirde onları azaptan sakındır.

"Ve yalnız Rabbini yücelt, elbiseni temizle." İbadetinde, konuşmanda, bütün hallerinde Allah'ı yücelt, O'nu büyük olmakla nitelendir. O ortağı bulunmaktan pek büyüktür. Elbiseni temiz tut, pisliklerden, necasetten onları kolla. Katade dedi ki: Elbiseni masiyetlerden, günahlardan temiz tut. Araplar bir kimse sözünde durmayarak Allah'ın ahdine bağlı kalma­yan kimseden "Elbiseleri kirli" diye söz ederler. Sözünde durup dürüst olan bir kimseden de "Elbiselerini temiz tutan" diye söz ederlerdi. Her iki açık­lama da doğrudur. Maddi temizlik genellikle manevi temizlik, yani masi­yetlerden uzak kalmakla olur. Aksi de doğrudur. Çünkü pislikler pekçok günahla birlikte bulunur.

Ayet-i kerime putlara ibadet edenlerin söylediklerinden Allah'ı tazim edip yüceltmeye, temizliğe, ahlâkı güzelleştirmeye ve günahlardan, masi­yetlerden uzak durmaya delildir.

"Pisliklerden uzak dur." Putları, heykelleri terket, onlara ibadet etme. Çünkü bu azaba sebeptir. Dünyada ve ahirette azaba götüren bütün yolları ve masiyetleri bırak, onlardan uzaklaş. Ayet-i kerime her türlü masiyetten sakınmanın gerektiğine delildir.

Bütün bunların Peygamber efendimize yasaklanması, onun bunların herhangi birisini işlediği anlamına gelmez. Aksine o bir önder olduğundan ötürü emre onunla başlanmıştır ve bu, bunları terketmeyi devamlı sürdür­mek gerektiğini ifade eder. Bu ayet Yüce Allah'ın şu buyruklarına benze­mektedir: "Ey Peygamber! Allah'tan kork, kâfirlere ve münafıklara itaat et­me." (Ahzab, 33/1); "Musa kardeşi Harun'a: Kavmim arasında yerime geç, ıslah et, fesadçıların yoluna da uyma, dedi." (Araf, 7/142) Peygambere ya­pılan bu tür hitablardan maksat devamlılığı ve başkasının ona tabi olması­nı emretmek ve fesad ve bozgunculuktan uzak kalmayı sürdürmektir.

"Çok görerek minnet etme" arkadaşlarına ve başkalarına onlara bunu çok görerek vahyi tebliğ ederek başa kakma yahut bir kimseye herhangi bir şey verecek olursan onu Allah için ver. Verdiklerini de insanlara minnet edip başına kakma ya da yaptığın hayrı çok görerek zaafa düşme. Çünkü "minnet etme" Arapçada zaaf göstermek anlamına da gelir.

"Rabbin için sabret." Onların eziyetlerine Rabbin için sabredip katlan. Çünkü sana verilen görev pek büyüktür. Araplar da, Arap olmayanlar da ona karşı seninle savaşacaktır. Sen de bunun üzerine Allah için sabret. Ay­nı şekilde Allah'a itaati ve ibadeti de sürdürerek sabret. Peygamber (s.a.)'e davetinde izlemesi gereken yolun gösterilmesinden sonra Yüce Allah bed­bahtlara olan tehdidini de açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman; işte o gün oldukça zor bir gündür. Kâfirlere hiç de kolay değildir." Sen onların eziyetlerine sabredip katlan. Çünkü önlerinde pek dehşetli bir gün vardır. O günde yaptıklarının akıbe­tini, cezasını göreceklerdir. Sur'a kabirlerden kalkıp dirilmek için ikinci de­fa üfürüleceği vakit, işte o vakit kâfirler için hiç de kolay olmayan, oldukça ağır ve çetin bir gündür.

İbni Ebi Hatim, İbni Ebi Şeybe ve İmam Ahmed'in rivayetlerine göre İb-ni Abbas Yüce Allah'ın: "Çünkü o boruya üfürüîdüğü zaman..." buyruğu hak­kında dedi ki: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: Sura üfürecek olan, Sur'u alıp ağzına yerleştirmiş, boynunu kendisine ne zaman üfürme emri verilecek di­ye bükmüşken nasıl rahat edebilirim? Bunun üzerine Rasulullah (s.a.)'m as­habı ona: Peki bize ne emredersin, ey Allah'ın Rasulü? diye sordular. O şöyle buyurdu: "Hasbunallah ve ni'me'l-vekil alallahi tevekkelnâ: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir. Biz Allah'a tevekkül ettik." deyiniz, diye buyurdu. [9]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

 Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- "Ey örtünüp bürünen." buyruğundaki hitap oldukça yumuşak ve lâ­tiftir. Çünkü Rabbi ona halini zikrederek seslenmiş ve onun bir niteliğini ifade ederek hitap buyurmuştur.

2- Yüce Allah, Peygamber'ine Mekkelileri ve diğer bütün insanları korkutmasını ve onları müslüman olmadıkları takdirde azaptan sakındır­masını emir buyurmaktadır.

3- Peygamber (s.a.)'e korkutup uyarma emri, ancak pek üstün bir hik­met ve pek büyük birtakım görevler sebebiyle verilmiştir. Bunların her­hangi bir şekilde eksik bırakılması caiz değildir.

a) Bunların ilki Yüce Allah'ı tazim edip, yüceltmek ve puta tapıcıların söylediklerinin aksine, eşi ve çocuğu bulunmaktan O'nu tenzih ederek en büyük olmakla nitelendirmektir.

b) ikincisi, elbiseleri maddi ya da hükmî necasetlerden arındırıp, ruhu da azaba götüren masiyetlerden temizleyip, güzel ahlâk ile güzelleştirmektir.

c) Azaba sebep olan putlardan ve günahlardan uzaklaşmak. Bundan maksat ise bu uzaklaşmayı her zaman sürdürmenin emredilmesidir.

d) Yaptığını çok gören kimse gibi ağır gelen amelleri Allah'a karşı min­net etmemek. Çünkü yapılması gereken, Allah için ona yakınlaşmak arzu­suyla bunlara sabredip, katlanmak; bunları herhangi bir şekilde çok gör­memektir. Din işlerini ve vahyi öğretirken bunu çok görüp başa kakanın yaptığı gibi insanlara minnet etmemek gerekir. Malını arttırmak maksa­dıyla da peygamberliği karşısında ücret almamalıdır. Müfessirlerin çoğu şöyle demişlerdir: Daha fazlasını almak amacıyla malını verme. Öyle ki, kişinin bağışları sadece Allah için olmalıdır. Dünyalık isteğiyle yapılmama­lıdır. İşte bu da cömert insanların bir belirtisidir.

e) Farzları, ibadetleri eda etmek, dini tebliğ etmekten ötürü insanla­rın eziyetlerine sabretmek.

Özetle; Yüce Allah aklın gereken olgunluğa ulaşıp, şirkten kurtularak, ruhun da üstün ahlâk ile tamamlanmasından sonra, Rasulullah (s.a.)'ın davetinin başarılı olması için iki temel noktaya dikkat çekmektedir. Bun­lar da cömertlik ve sabırdır.

4- Yüce Allah bedbaht kâfirleri kıyametin dehşetli hallerini hatırlata­rak tehdit etmektedir. Çünkü İsrafil Sur'a -ki o bir çeşit borazana benzer-ikinci defa üfürecek olursa, o gün Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden kimseler için pek zorlu ve ağır bir gün olacaktır, hiç de kolay gelmeyecek­tir. Çünkü onlar sürekli olarak biri diğerinden daha zor ve ağır hallerle karşı karşıya kalacaklardır. Oysa müminler her zaman daha hafif olan bir hal ile karşılaşacaklardır. Nihayet Yüce Allah'ın rahmeti ile cennete gire­cekleri vakte kadar bu böyle olacaktır. İbni Abbas, Yüce Allah'ın: "Kâfirlere hiç de kolay değildir." buyruğundan şunu anlamıştır: O gün müminlere ko­lay gelecektir. Bu da fıkıh usulünde delilu'l-hitab'ın delil olarak kabul edi­leceğini söyleyenlerin lehine bir delildir. [10]

 

Şirk Önderlerine Tehdit

 

11-  Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım,

12- Kendisine uzun boylu mal verdi­ğim,

13-  Ve (yanında) hazır bulunacak oğullar,

14- Ve kendisine alabildiğine nimet­ler verdiğim kimse ile.

15- Sonra daha da arttırmamı umar

16- Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır.

17- Ben onu sarp yokuşa sardıraca­ğım.

18- Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti.

19- Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?

20-  Tekrar tekrar kahrolası ne bi­çim ölçtü, biçti?

21"Sonra bakt1'

22- Sonra kaşlarını çattı, yüzünü  ekşitti, çevirip büyüklük tas-

24- Ve hemen dedi ki: "Bu nakledile- gelen bir sihirden ibarettir.

25-  "Bu insan sözünden başka bir şey değildir."

26- Ben onu Sekar'a sokacağım,

27-  Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?

28- O hem bırakmaz, hem de terket-mez.

29- O insan derisini kavurandır.

30- Ve onun üzerinde ondokuz (me­lek) vardır.

 

Belagat:

 

"Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?" buyruğunda azarı daha ileri dereceye götürmek için cümle tekrar edilerek itnab yapılmıştır.

"Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyruğundaki soru da dehşe­tin büyüklüğünü, ağırlığını anlatmak içindir. [11]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım" onunla beni başbaşa bırak! Çünkü ona karşı ben sana yeterim. "Kendisine uzun boylu mal" pek çok mal "verdiğimi" Çünkü Velid'in ekini de, davarları da, ticareti de vardı.

"ve (yanında) hazır bulunacak oğullar" Mekke'de kendisiyle birlikte hazır bulunan oğullar. Onları görmekle, onlarla karşılaşmakla sevinir ve nimeti sebebiyle maişetlerini elde etmek için yolculuk yapmaya ihtiyaçları olmaz, çeşitli toplantılarda bulunurlar ve tanıklıkları dinlenirdi. Denildiği­ne göre onun on ya da daha fazla oğlu vardı. Bunlardan üçü müslüman ol­du. Halid, Ammar ve Hişam "ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim" Ona başkanlık ve pek büyük bir mevki ve ün verdiğim "kimselerle." Öyle ki ona "Kureyş'in reyhanı" lakabı verilmişti. Başkanlığı ve itibarı haketmekte biricikti.

"Sonra daha da arttırmamı" ona verdiklerimi daha da arttırmamı "umar. Asla!" Yani ben ona daha fazlasını vermeyeceğim.

"Çok inatçı" ayetlerime karşı çok inat ederek, bile bile karşı duran.

"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona katlanılamayacak kadar ağır ve pek büyük bir azap yükleyeceğim. Bu, karşı karşıya kalman zorluk­ları anlatmak için kullanılan bir deyimdir.

"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti." Ona yapılan tehdidin sebebini açıkla­maktadır. Yani o Kur'an hakkında düşündü ve ne söyleyip, ne yapacağını zihninde tasarladı.

"Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?" Onun ile alay etmek amacı ile ölçüp biçtiklerinin şaşırtıcı olduğu anlatılmaktadır. Yani Allah lanet etsin ona! O nasıl da Kureyş'in istediği sonuca vardı?

"Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti?" Bu da anlatımda müba­lağa için tekrarlanmıştır.

"Sonra" kavminin yüzlerine yahut peygamber hakkında söylediği ten­kit edici ifadelere "baktı."

"Sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti." buyruğundaki "abese" kaşlarını çattı demektir. "Besera" de yüzünün ifadesi değişerek yüzünü ekşitti de­mektir. Bu da kaşları çatmaktan daha ileridir.

"Sonra" imandan "yüz çevirip" Peygamber (s.a.)'e uymayıp "büyüklük tasladı."

"Ve hemen dedi ki" buyruğunun başındaki "fe" düşünmeden hükmü ça­bucak verdiğini anlatmak içindir. "Bu" Kuran "nakledilegelen" rivayet olu­nan ve başkasından öğrenilen "bir sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." İkincisi birinci cümlenin tekidi gibidir. Yani "ona bunu ancak bir insan öğretmektedir" (demek istemişti).

"Ben onu Sekar'a" yani cehenneme "sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?" Cehennemin halinin azametine dikkat çekilmektedir. "O hem bırakmaz, hem de terketmez." İçine atılan hiçbir şeyi bırakmaz ve onu helak etmedikçe terketmez.

"O insan derisini kavurandır." Büyüklüğü ve dehşeti dolayısıyla pek uzak mesafelerden insanlara parlayarak görünür. Yahut derinin üstünü kavurup karartır. Bu durumda ayetteki "beşer" lafzı derinin dışarıdan gö­rülen kısmına verilen isim olan "beşera" lafzının çoğuludur. [12]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Başbaşa bırak beni..." ayetinin (11. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak sahih olduğunu belirterek Hakim, İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim, İbni Ab-bas'tan şunu rivayet etmektedirler: Velid b. Muğire Peygamber (s.a.)'in ya­nına geldi. Peygamber (s.a.) ona Kur'an okudu. Bu okuyuşu dolayısıyla yu­muşar gibi oldu. Durum Ebu Cehil'e ulaştı. Ebu Cehil yanına giderek: Ey amcam dedi. Senin kavmin sana vermek üzere bir mal toplamak istiyorlar. Çünkü sen yanındaki şeylerden istifade etmek için Muhammed'e gitmişsin. Velid dedi ki: Andolsun Kureyş de biliyor ki ben aralarında malı en çok olanlardan birisiyim. Ebu Cehil dedi ki: O halde onun hakkında senin onu inkâr ettiğini ifade edecek, senin ondan hoşlanmadığını ortaya koyacak ve böylece onlara ulaşacak bir söz söyle. Velid: Peki ne diyeyim, diye sordu. Allah'a yemin ederim aranızda şiiri benden daha iyi bilen bir kimse yoktur. Onun recezini de, kaside türünü de benden daha iyi kimse bilmiyor. Al­lah'a yemin ederim onun söyledikleri bu kabilden hiçbir şeye benzemiyor. Yine Allah'a yemin ederim ki sözünde bir tatlılık, bir parlaklık ve çekicilik vardır. Üst dallan meyveli, alt tarafı verimlidir. O hep üste çıkar, hiçbir söz onun üstüne çıkamaz, o altında kalanı da darmadağın eder. Ebu Cehil dedi ki: Kavmin onun hakkında bir şeyler söylemedikçe senden hoşnut olmaya­caktır. Velid: O halde beni bir süre bırak da hakkında düşüneyim, dedi. Bu sefer: "Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir" yani başkasından naklettiği bir sihirdir, dedi. Bunun üzerine: "Başbaşa bırak beni tek başıma yarattı­ğım kimse ile" buyruğu nazil oldu.

"Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." ayetinin (30. ayet) nüzul se­bebiyle ilgili olarak İbni Ebi Hatim, Ba's de Beyhaki ve İbni Merdüveyh, Bera'dan şunu rivayet etmektedirler: Yahudilerden birkaç kişi Peygamber (s.a.)'in ashabından birisine cehennem bekçileri hakkında soru sordular. O adam gelip durumu Peygamber (s.a.)'e bildirdi. Hemen o anda üzerine: "Onun üzerinde ondokuz (melek) vardır." ayeti nazil oldu. [13]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah kıyamet gününün kâfirler için kolay olmayan pek zor bir gün olduğunu haber verdikten sonra, Velid b. Muğire ve onun benzeri şirk önderlerini tehdit ederek peygamberini şu ayetleriyle teselli etmektedir: "Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım ile..." Bu da Yüce Allah'ın Müz-zemmil süresindeki: "Yalanlayan o nimet sahipleri ile beni başbaşa bırak." (Müzzemmil, 73/11) buyruğunu andırmaktadır. Daha sonra Yüce Allah Ve­lid üzerindeki mal, evlat, makam, başkanlık gibi nimetlerini sayıp dök­mekte, onun bunlara karşı nankörlük ettiğini belirterek Kur'an-ı Kerimi nakledilegelen bir sihir olarak nitelendirdiği için de cehennem ateşi ile teh­dit etmektedir. [14]

 

Açıklaması:

 

"Başbaşa bırak beni tek başıma yarattığım... (ile)." Yani annesinin kar­nında malsız ve evlatsız olarak tek başına yarattığım o kimse ile beni baş­başa bırak! Ya da beni o kimseyle başbaşa bırak. Çünkü ondan intikam al­mak hususunda sana ben yeterim.

Müfessirler burada kastedilenin Velid b. Muğire olduğunu ittifakla ka­bul etmişlerdir.

Bu, Yüce Allah'ın kendisine dünyada pekçok nimetler ihsan ettiği fa­kat Allah'ın nimetlerine karşı nankörlük ederek şükredecek yerde kâfir olan ve bu nimetlere karşılık Allah'ın ayetlerini inkâr edip, o ayetler hak­kında iftira ile karşılık verip onları insan sözü olarak değerlendiren o aşa­ğılık kimseye bir tehdittir.

Daha sonra Yüce Allah onun üzerindeki nimetlerini şöylece sayıp dök­mektedir:

"Kendisine uzun boylu mal verdiğim ve (yanında) hazır bulunacak oğullar ve kendisine alabildiğine nimetler verdiğim kimse ile. Sonra daha da arttırmamı umar." Ben o kimseye pek çok mal verdim, demektir. Velid mal çokluğuyla ün kazanmış bir kimse idi. Ekinleri, davarları, Mekke ve çevresi ile Taif arasındaki ticaret faaliyetleri vardı. Aynı şekilde bu kimse­ye ben Mekke'de yanında bulunan oğullar da verdim. Onlar Mekke'den ay­rılmıyorlar, rızık talep etmek amacıyla çeşitli şehirlere ticaret yapmak için yolculuk yapmıyorlardı. Çünkü babalarının malı pek çoktu. Denildiğine gö­re onun on ya da onüç oğlu vardı. Ona "Kureyş'in reyhanı." deniliyordu.

"Vahid: Tek başına, biricik" denilmesinin sebebi kavmi arasında başkanlık ve mevkii ile ayrıcalıklı bir durumda olmasıydı.

İşte bu şekilde ben ona oldukça rahat bir geçim, uzun bir ömür, Kureyş arasında başkanlık verdim. Çeşitli mal mülk ve maddi imkânlar verdim.

Bütün bunlarla birlikte o malının da, çocuklarının da ve başka şeyleri­nin de arttırılmasını ümit eder. Bu ise şaşkınlığı, hayreti gerektiren bir du­rumdur.

"Sonra"; burada şaşkınlık, hayret anlamını ifade eder. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı vareden Allah 'indir. Sonra da kâfir olanlar -buna rağmen- Rable-rine (putları) eşit tutarlar." (En'am, 6/1) Burada da "sonra" bu hali inkâr (red) ve şaşkınlık ifade etmek içindir.

Bu buyrukla onun dünyaya aşın düşkünlüğü reddedilmektedir. Yüce Allah ona şöylece cevap vermekte, kanaatini reddetmektedir: "Asla! Çünkü o ayetlerimize karşı çok inatçıdır." Yani ben ona daha fazlasını vermeyece­ğim. Çünkü o Kur'an ayetlerine karşı inatçılık etti, peygamberimize indir­diğimiz ayetleri -onun doğruluklarını bildiği halde- inkâr edip kâfir oldu.

Bu onun küfrünün inat küfrü olduğuna delildir. O ruhunun derinlikle­rinde Kur'an ayetlerinin Allah'tan geldiğini kabul etmekle birlikte, kavmi­ni hoşnut etmek için diliyle bunu inkâr etti. Bu sebeple gelecek buyruklar­da söz konusu olan azabı hak etti:

"Ben onu sarp yokuşa sardıracağım." Ona rahat bulmamak üzere çok ağır bir azap yükleyeceğim. O tıpkı tırmanılması pek zor, pek yüksek dağ­ların tepelerine çıkmaya kalkışıp zorlanan kimse gibidir. Ayetteki "irhak" ise kişinin takati üstünde olan pek ağır şeyleri taşımaya kalkışması de­mektir.

Ayetteki "Saûd"un cehennemde bir dağ olduğu da söylenmiştir. İbn Ebi Hatim, Bezzar ve İbni Cerir'in, Ebu Said Hudri'den rivayet ettiklerine göre Peygamber (s.a.) Yüce Allah'ın: "Ben onu sarp yokuşa (saûd) sardıra­cağım." buyruğu hakkında dedi ki: "O cehennemde ateşten bir dağdır. Ona tırmanması söylenir, elini üzerine koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski haline döner. Ayağını koydu mu eriyiverir, kaldırdı mı tekrar eski hali­ne döner." Ayrıca bunu Tirmizi de şu lafızla rivayet etmiştir: "Saûd ateşten bir dağdır. O dağa yetmiş yıl boyunca tırmanır. Sonra tekrar aşağı yuvarla­nır ve bu ebediyyen böylece sürüp gider." Tirmizi bunun hakkında: Garip bir hadistir, demiştir.

Daha sonra Yüce Allah onun durumlarını, kararını nasıl alıp nasıl inatlaştığını anlatarak buyuruyor ki:

"Çünkü o düşündü, ölçtü, biçti. Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti? Tekrar tekrar kahrolası ne biçim ölçtü, biçti"?" Yani o Peygamber (s.a.) ve Kur'an-ı Azimu'ş-Şan hakkında düşündü. Neler söyleyeceğini zihninde tasarladı. Kendisine sorulacak olursa Kur'an'ı nasıl nitelendireceğini tespit etti. Ne sözler uyduracağı üzerinde düşündü. Hangi sözleri tasarlarsa tasarlasın ona lanet olundu ve o bundan dolayı azaba uğratılacaktır. Bunu te'kid ede­rek: Tekrar ona lanet olundu, o azaba uğratılacaktır, denildi. Burada "son­ra" anlamındaki lafız ona ikinci defasında yapılan bedduanın birincisinden daha beliğ ve daha vurgulu olduğunu anlatmak içindir.

Bütün bunlar onun takındığı tutumun çok büyük hayret verici olduğu­nu ve onun kat kat azabı hakettiğini anlatmak içindir. Daha sonra Yüce Allah onu insanlarca görülen birtakım hallerle nitelendirerek şöyle buyur­maktadır:

"Sonra baktı, sonra kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti. Sonra yüz çevirip büyüklük tasladı ve hemen dedi ki: Bu nakledilegelen bir sihirden ibarettir. Bu insan sözünden başka bir şey değildir." Yani sonra tekrar baktı, düşün­dü, Kuran hakkındaki tenkidlerini gözden geçirdi. Daha sonra Kur'an'ı tenkid edecek bir taraf bulamadığından ötürü kaşlarını çattı, yüzünü ekşit­ti, hoşlanmadığını ifade etti. Sonra imandan yüz çevirdi, haktan başka ta­rafa yöneldi, Kur'an'a itaat edip boyun eğmeyi kibirine yedirmedi ve bu, ancak nakledilen ve anlatılagelen bir sihirdir. Muhammed bunu kendisin­den öncekilerden nakletmektedir. Bu Allah sözü değildir, aksine bu insan sözüdür, dedi.

Bu da onun kendi kişisel kanaatini ifade etmek üzere uydurduğu söz­lerinde çelişkili olduğunun delilidir. Çünkü o kalbinden Peygamber (s.a.)'in doğruluğunu kabul ediyor, fakat inat olmak üzere onu inkâr ediyordu.

Avfî'nin rivayetine göre İbni Abbas dedi ki: Velid b. Muğire, Ebu Bekir b. Ebi Kuhafe'nin yanına girdi. Ona Kur'an'a dair sordu. Ona durumu bil­dirince Velid, Kureyş'in yanına çıkıp gitti ve dedi ki: Ebu Kebşe'nin oğlu­nun söylediklerine hayret doğrusu! Allah'a yemin ederim ki, o bir şiir değil­dir, sihir de değildir, bir deli hezeyanı da değildir. Şüphesiz onun sözü Al­lah'ın kelâmındandır. Kureyş'ten bazıları onun bu sözlerini işitince kendi aralarında danıştılar ve şöyle dediler: Allah'a yemin ederiz, eğer Velid di­ninden dönerse Kureyş'in tümü döner. Ebu Cehil b. Hişam bunu duyunca dedi ki: Allah'a yemin ederim onun bu durumunun hakkından ben gelirim dedi. Yola koyuldu ve Velid'in evine gidip yanma girdi. Velid'e dedi ki: Kav­minin ne ettiğini gördün mü? Onlar sana sadaka topluyor. Velid: Ben onla­rın malı ve evlâdı en çok olanları değil miyim? Ebu Cehil ona dedi ki: Senin Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekr)'nun yanına onun yemeğini yemek için git­tiğini söylüyorlar. Velid: Benim aşiretim böyle bir şey söyledi mi? Hayır, Al­lah'a yemin ederim. Ebu Kuhafe'nin oğluna yanaşmayacağım, Ömer'e de Ebu Kebşe'nin oğlu (Muhammed)'e de yanaşmayacağım. Onun söylediği söz ancak bir büyüdür. Bunun üzerine Yüce Allah, Rasulüne: "Başbaşa bırak beni tek başına yarattığım ile..." buyruğundan itibaren: "O hem bırak­maz, hem de terketmez" buyruğuna kadar olan bölümü indirdi.

Velid'in küfrünün inat küfrü olduğunu gösteren hususlardan birisi de -daha önce belirtildiği gibi- şudur: Velid, Rasulullah (s.a.)'ın yanına gitti. O sırada Allah Rasulü "Ha, Mim, Secde (Fussilet)" suresini okuyordu. Velid geri dönüp Mahzum oğullarına dedi ki: Allah'a yemin ederim az önce Mu-hammed'den öyle bir söz dinledim ki bu ne insan sözüdür, ne de cin sözü­dür. Onun bir tatlılığı ve bir parlaklığı vardır. Üst tarafı meyvelidir, alt ta­rafı da verimlidir. O hep üstün gelir, hiç ona üstün gelinemez."

Katade dedi ki: Onun şöyle söylediğini naklederler: Allah'a yemin ede­rim, bu adamın söyledikleri üzerinde düşündüm. Onun bir şiir olmadığını gördüm. Onun bir tatlılığı vardır, üzerinde bir parlaklık vardır. O hep üste çıkar, hiç onun üstüne çıkılamaz. Fakat onun büyü olduğundan da şüphem yoktur. Bunun üzerine Yüce Allah: "Kahrolası ne biçim ölçtü, biçti." buyru­ğunu indirdi.

Bu kadar bilgi ile yine de Kuranın sihir olduğunu iddia eden bir kim­se hiç şüphesiz inatçı bir kimsedir ve o tevhidi, nübüvveti ve ölümden son­ra dirilişi inkâr eden birisidir.

Daha sonra Yüce Allah onun bu tutumu dolayısıyla hakettiği cezayı söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:

"Ben onu Sekar'a sokacağım. Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi? O hem bırakmaz, hem de terketmez. O insan derisini kavurandır, onun üze­rinde ondokuz (melek) vardır." Ben onu ateşe sokacağım. Ateş onun her ta­rafını kuşatacaktır. Sekar cehennem ateşinin isimlerinden birisidir.

Daha sonra onun ne kadar dehşetli ve azametli olduğunu anlatmak üzere: "Sekar'ın ne olduğunu sana ne bildirdi?' diye buyurmaktadır. Yani ona dair bilgiyi sana ne verdi. O ne et, ne kan, ne de kemik bırakır. Orada­kiler yeniden tekrar yaratıldıkça yine onları bırakmaz. Aksine onları önce­kinden daha ağır bir şekilde tekrar yakar ve bu ebediyyen böylece sürüp gider. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Derileri piştikçe azabı tat­maları için derilerini başka derilerle değiştireceğiz." (Nisa, 4/6) Cehennem onu çıplak gözle görünceye kadar insanlara görünecektir. Nitekim Yüce Al­lah şöyle buyurmaktadır: "Azgınlara da cehennem açılıp, gösterilir." (Şu-ara, 26/91) Ya da cehennem deriyi yakar ve onu geceden daha ileri simsi­yah bırakır. Cehennem üzerinde oldukça çetin zebaniler ve bekçiler vardır. Bunların görünüşleri pek büyüktür. Huyları da sert ve haşindir. Ondokuz melektirler. Çoğunun görüşüne göre ondokuz kişidirler, ondokuz çeşit oldu­ğu da söylenmiştir.

Beşerden kasıt ya cehennemdeki insanlardır, -çoğunluğun görüşü bu­dur- yahut insanın derisinin görünen kısmı (ten) anlamındaki "beşere" laf­zının çoğuludur. [15]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yüce Allah'a davetin başarısının insana ait olumlu birtakım unsurlara ve ilâhi korumaya ihtiyacı vardır. İnsanın sahip olması gereken olumlu un­surları surenin baş tarafında söz konusu edilen nefsin ve aklın şirkten, putçuluktan arındırılması, en üstün ahlâkî niteliklere sahip olup cömertlik ve sabrın da bu hususta desteğinin alınmasıdır.

Burada ise ilâhi koruma ve kollamanın söz konusu edilmesine sıra gelmiştir. Şanı Yüce AÎlah rasulünü müşriklerin eziyetine karşı koruyup, himaye etti, onu teselli etti. Şirkin en büyük engeli olan Velid b. Muğire'yi -başkasına ibret olsun diye- tehdit etti.

Velid kalbinden Peygamber (s.a.)'in doğru söylediğine inanıyor ve bu­na kanaat getiriyordu; fakat liderlik, başkanlık ve mevki sevgisinde nefsi­nin arzusunu tatmin etmesi ve Mekke'de bulunan müşriklere katılmayı tercih etmesi sebebiyle dili ile yalanladı.

Şanı Yüce Allah'ın ona mal ve evlât vermesine, onu türlü refah ve ni­metlere sahip kılmasına rağmen, o yine de mal ve evlâtlarının daha da art­masını arzuluyordu. O nimete nankörlük ederek karşılık vermiş, şükür edecek yerde inkâr etmiş, Kur'an'ı yalanlamış, onun Yüce Allah'ın kelâmı olduğuna iman etmemiş, onu insanların birbirlerinden aktarageldikleri ri­vayet olunan bir söz ve bir sihir olarak nitelendirip, Peygamber (s.a.)'e ve getirdiklerine karşı inat etmişti.

Yüce Allah ona olan nimeti arttırmayı kabul etmedi. Çünkü nimetlere sahip olanın inkâr etmesiyle birlikte bu durum söz konusu olamaz. Onu ce­hennem ateşine girmekle tehdit etti. Bu arada bunun sebeplerini de söz ko­nusu etti. Bu sebepler de onun inat şeklidir. Çünkü o, Peygamber (s.a.) ile Kuran hakkında düşündü, taşındı. Ne söyleyeceğini zihninde tasarladı ve hakkı ne ile reddedip çürüteceğine baktı. Müminlere karşı kaşlarını çattı, yüzünü ekşitti, rengi değişti. Haktan ve imandan yüz çevirerek çekip gitti. İman etmeyi kibirine/gururuna yedirmeyerek dedi ki: Muhammed (s.a.)'in getirdiği, başkasından nakledip anlattığı bir sihirden başka bir şey değil­dir. Bu ancak yaratılmışların bir sözüdür. Bununla sihir ile aldatıldığı gibi kalpleri aldatmaya çalışmaktadır.

Fakat o nasıl böyle düşünebildi? Bu sebeple ona lanet edildi. Ölçüp biçmesi dolayısıyla azaba uğratıldı. Daha sonra ardı arkasına lanetler yağ­dırıldı ona. Yüce Allah onun ne olduğunu sana ne bildirdi, diyerek cehen­nemin niteliklerini söz konusu etti. Orası yakmadık kemik, et ve kan bı­rakmaz. Arkasından ebediyyen bu yakışını tekrarlayıp duracaktır. Cehen­nem insanlara açık açık görünecektir. Onların yüzlerini öyle bir yakacak ki, geceden de simsiyah kesilecektir. Kimse ondan kaçamayacaktır. Çünkü üzerinde ondokuz bekçi melek vardır. Onlar oraya cehennemlikleri atacaklardır. Bu ondokuz melek Malikin dışında onsekiz melektir. Salebi dedi ki: Bu hiçbir şekilde inkâr olunamaz. Bir tek melek bütün mahlûkatın canla­rını alabildiğine göre; ondokuz meleğin mahlûkatın belli bir kısmını azap-landırabilmesi daha kolay anlaşılır. Çoğunluk kastedilenin meleklerden ondokuz kişi olduğu kanaatindedir. Ondokuz tür olduğu da söylenmiştir.

Kurtubi dedi ki: Sahih olan -Yüce Allah'ın izniyle- şudur: Sözü edilen ondokuz melek bunların ileri gelenleri ve amirleridir. Hepsinin sayısını ise anlatmaya ifadeler yetmez. Nitekim Yüce Allah: "Rabbinin ordularını on­dan başka kimse bilmez." (31. ayet) diye buyurmaktadır. Sahih'te de Ab­dullah b. Mesud'dan şöyle dediği sabit olmuştur: Rasulullah (s.a.) buyurdu ki: "O gün cehennem yetmişbin dizgini ile getirilir. Her bir dizginden yet-mişbin melek onu çekecektir.[16]

 

Cehennem Bekçilerinin Ondokuz Olmasındaki Hikmet

 

31- Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık. Onların sayısı­nı da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık. Kendilerine kitap veri­lenler sağlam inansınlar; iman edenlerin de imanı artsın, kitap ve­rilenlerle müminler şüpheye düş­mesin. Kalplerinde hastalık bulu­nanlar ve kâfirler de: "Allah bunun­la misal olarak neyi murad etmiş?" desinler diye. İşte Allah kimi diler­se böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuşturur. Rabbinin or-

dularını O'ndan başka kimse bilnıez ve o (Sekar) insanlar için an­cak bir öğüttür.

32-  Ama öyle yapmıyorlar. Andol-sun aya,

33- Geri geldiğinde geceye,

34- Aydınlandığı zaman sabaha,

35-  Muhakkak ki o, büyük (musi­betlerden biridir.

36- İnsanlar için bir uyarıcıdır.

37- Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene.

 

Belagat:

 

"Saptırır" ile "hidayete kavuşturur" lafızları arasında tezat vardır. Ay­nı şekilde "ileri gitmek, geri kalmak" lafızları arasında da tezat vardır.

"Andolsun aya, geri döndüğünde geceye, aydınlandığı zaman sabaha, muhakkak ki o büyük (musibetlerden biridir." ayetlerinin (32-35. ayetler) sonunda murassa' seci' vardır.[17]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." Dolayısıyla onla-

nn sandıkları gibi onlara karşı durmak mümkün değildir, kimsenin gücü onlara yetmez.

"Onların sayısını da" söz konusu edilen sayılarını niye ondokuz me­lektirler diyerek "inkâr edenler için ancak bir fitne" sapıtma ve haktan uzaklaşma sebebi "kıldık. Kendilerine kitap verilenler Yahudiler ve Hristi-yanlar "sağlam inansınlar." Onlar için durum açıklık kazansın diye. Yani Kur'an'ın ve Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğunu açıkça görsünler. Çünkü bu meleklerin sayısının kitaplarında bulunan ondokuza uygun düştüğünü görüyorlar.

"İman edenlerin de imanı artsın." Yani Kitap Ehli'nden olsun, başkala­rından olsun iman edenlerin tasdiki daha ileriye gitsin. Çünkü Peygamber (s.a.)'in getirdikleri, Kitap Ehli'nin kitaplarında bulunanlara uygundur.

"Kitap verilenlerle" onların dışındakilerden "müminler" meleklerin sa­yısı hususunda "şüpheye düşmesin."

"Hastalık" şüphe ya da münafıklık demek olup, kastedilenler Medine münafıklarıdır "ve kâfirler" Mekke'deki kâfirler "Allah bununla misal ola­rak neyi murad etmiş?" Yani Allah bu sayı ile neyi anlatmak istemiştir? "desinler diye."

"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır..." Yani sözü edilen bu sayıyı in­kâr edenin saptırılması, onu tasdik edenin de hidayete ulaştırılması gibi; Allah kâfirleri saptırır ve müminleri hidayete iletir.

"Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilmez." Yani meleklerin kuvvetini ve yardımcılarım ancak o bilir. Aynı şekilde bütün yarattıkları­nın durumlarını da o bilir.

"Ve o" yani Sekar (cehennem) "insanlar için ancak bir öğüttür." bir ha­tırlatmadır.

"Ama öyle yapmıyorlar." Bu, cehennemi inkâr edenlerin bu işten vaz­geçmelerini istemek anlamındadır.

"Geri geldiğinde" geçip gittiğinde "geceye aydınlandığında" ortaya çı­kıp aydınlattığında "sabaha muhakkak ki o büyüklerden birisidir." Yani şüphesiz Sekar (cehennem) nitelikleri pek büyük musibetlerden bir musi­bettir. "İleri gitmek" hayırlarda ileri gitmek yahut iman ile cennete gitmek "veya geri kalmak" kötülük işlemek yahut küfür işleyerek cehenneme git­mek "isteyene." [18]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." ayetinin (31. ayet) nüzul sebebiyle ilgili olarak İbn İshak ve Katade dedi ki: Bir gün Ebu Cehil: Ey Kureyşliler, dedi. Muhammed sizleri ateşte azaplandıracak Al­lah'ın askerlerinin ondokuz olduğunu iddia ediyor. Sizler ise sayıca çok daha fazlasınız. Aranızdan yüz kişi onlardan birisine karşı koyamayacak mı? Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." ayetini indirdi.

Süddî dedi ki: "Üzerinde ondokuz (melek) vardır." buyruğu nazil olun­ca Ebu'1-Eşed b. Kelede el-Cumahî adında Kureyşli güçlü kuvvetli birisi de­di ki;[19] Ey Kureyşliler sakın o ondokuz sizi korkutmasın. Ben sağ omuzumla on meleği, sol omuzumla da diğer dokuz meleği sizden uzaklaştıra­cağım. Bunun üzerine Yüce Allah: "Biz cehennem bekçilerini yalnız melek­lerden yaptık." buyruğunu indirdi.

Bir başka rivayette belirtildiğine göre Haris b. Kelede: Ben sizin adını­za onyedisinin hakkından gelirim. Sizler de diğer ikisinin hakkından geli­niz, dedi. Bunun üzerine Yüce Allah'ın: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." buyruğu indi. Yani biz onları kendilerinin yenmeye ça­lışabilecekleri kendileri gibi adamlar kılmadık. [20]

 

Açıklaması:

 

"Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." Cehennem bek­çilerini ve orada azaplandırmakla görevli zebanileri ancak sert ve güçlü kuvvetli meleklerdir. Meleklere kim karşı koyabilir ve onları kim yenebilir ki? Çünkü onlar yaratılmışlar arasında en güçlü, en çetin ve en şiddetli ya­kalayanları, Allah'ın hakkını en çok yerine getiren ve Allah için en çok ga­zap edip öfkelenenlerdir.

Bu, cehennem bekçilerinin sayılarım söz konusu edip az önce geçtiği gibi Ebu Cehil'in şu sözleri söylemesi üzerine Kureyş müşriklerine verilmiş bir cevaptır: Ey Kureyşliler, sizden her on kişi, onlardan birisinin hakkın­dan gelip onların hepsini yenik düşüremeyecek misiniz? Bunun üzerine Yüce Allah da: "Biz cehennem bekçilerini yalnız meleklerden yaptık." buy­ruğunu indirdi. Yani karşı konulamayan ve yenik düşürülemeyen güçlü, kuvvetli bir yaratılışa sahip kıldık.

Daha sonra Yüce Allah bekçilerin böyle bir sayıda olmalarını seçmesi­nin hikmetini açıklayarak şöyle buyurmaktadır:

"Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık." Yani on­ların ondokuz olduklarını belirtmemiz, ancak bizim insanları sınamamız ve kâfirler için de mihnet ve saptırma sebebi olsun diyedir. Öyle ki onlar söylediklerini söylediler. Böylelikle azaplarının kat kat artmasına ve Allah'ın onlara olan gazabının çoğalmasına sebep oldular. Yüce Allah'ın: "Fit­ne" buyruğu, fitne sebebi demektir. Yani biz ondokuz olan o sayıyı kâfirlere fitne olsun diye tespit ettik. Onların fitneye maruz kalmaları ise, onlara karşı durabileceklerini söylemeleri ve onları yenebileceklerini ümit etmele­ridir. Bu ise onların alay olsun diye söyledikleri sözlerdir. Çünkü onlar ölümden sonra dirilişi, cehennemi ve cehennem bekçilerini yalanlayan kimselerdi.

"Kendilerine kitap verilenler sağlam inansınlar, iman edenlerin de imanı artsın." Yani Yüce Allah'ın zebanilerin sayısını ondokuz kılması Ki­tap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanların bu rasulün hak olduğunu kesinlikle bilip inanmaları içindir. Çünkü o kendisinden önceki peygamberlere indi­rilmiş ellerindeki semavi kitaplara uygun şeyleri getirmiştir. O kitapların­da da cehennem bekçilerinin sayısının ondokuz olduğu belirtilmektedir. Di­ğer taraftan Kitab Ehli'nin de kendilerine uyduklarını gören müminlerin imanı ve tasdikleri artsın ve peygamberleri Muhammed (s.a.)'in verdiği ha­berlerin doğruluğuna tanıklık etsinler diyedir.

Arkasından Yüce Allah şüphe ve tereddüdün söz konusu olmayacağını daha ileri derecede vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:

"Kitap verilenlerle müminler şüpheye düşmesin." Kitab Ehli olan Ya­hudiler ve Hristiyanlar ile Yüce Allah'a ve rasulüne iman edenler bu sayı­nın doğruluğu ve gerçekliği ile Allah'ın dini hakkında herhangi bir şüpheye düşmesin. Gerçekte ise bundan maksat, şüpheleri kışkırtan münafıklara bir göndermedir.

"Kalplerinde hastalık bulunan ve kâfirler de: Allah bununla misal ola­rak neyi murad etmiş desinler diye." Kalplerinde Peygamber (s.a.)'in doğru­luğundan yana şüphe ve tereddüt bulunan münafıklar ile Mekkelilerden ve başkalarından olan kâfirler: Yüce Allah bir misalin alışılmadık olması gibi oldukça alışılmadık olan bu sayı ile neyi murad etmiştir ve burada bu­nun söz konusu edilmesinin hikmeti nedir? Onların bu sözleri söylemekte­ki maksatları bu sözü kökten inkâr edip onun Allah'tan gelmediğini söyle­mektir.[21]

Daha sonra Yüce Allah sapıklığa ve hidayete ehil olan kimseler hak­kındaki sünnetini söz konusu ederek şöylece buyurmaktadır:

"İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete kavuş­turur." Yani söz konusu edilen saptırma ve hidayet gibi, Yüce Allah, kötü istidadı ve kendisini saptırıcı yerlere ve kötü noktalara yönelttiği için hak­ka isabet etmekten mahrum etmek istediği kimseleri böyle saptırır, diledi­ği kimseleri de doğruyu bulma muvaffakiyetini vererek hakka ve imana böylece hidayet eder. Cehennem bekçilerini inkâr eden Ebu Cehil ve arka­daşlarını saptırdığı gibi; Yüce Allah saptırmayı dilediği kimseleri de hidayet ve imandan saptırır yani onları yardımsız bırakır, basiretlerini köreltir. Hidayete iletmeyi murad ettiği kimseleri de Muhammed (s.a.)'in ashabını ilettiği gibi hidayete iletir.

Saptırmanın ve hidayete iletmenin anlamı, Yüce Allah'ın her bir kesi­mi sapıtmaya ve hidayet bulmaya mecbur etmesi demek değildir. Bu ilâhi adalete aykırıdır. İlâhi yükümlülükleri kabul etmekte mükellefin seçiminin ve iradesinin temel bir rolü vardır. Sorgulanmayı ve mükâfatı hak etmek için bu temel nokta rol oynar. Hiçbir şey Allah'a rağmen meydana gelmez. Herşey O'nun iradesiyle olur. Şayet kul kendisine emrolunana ve Rabbi ta­rafından sevilene karşı çıkacak olursa, Allah'ın meşiet ve iradesinin dışına çıkmış olmaz. Çünkü Allah herşeyin üzerinde kahredici bir güce sahiptir. Fakat O, insanın seçimi için bazı hususlarda dizginleri gevşetmiştir.

Daha sonra Yüce Allah bu sayıyı tespit etmekte ancak kendisinin bil­diği bir hikmetin bulunduğunu vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." Yani sayıları ondo-kuz ise dahi cehennem bekçilerinin sayısını O'ndan başkası bilmez. Çünkü onların, Yüce Allah'tan başka kimsenin bilemediği meleklerden yardımcı­ları ve askerleri vardır.

Böylelikle o sayıyı az gören müşriklerin sözlerine cevap verilmiş ol­maktadır. Bu cevap özetle şöyledir: Varsayın ki bunlar ondokuzdur. Ancak onların her birisinin Allah'tan başka kimsenin bilemediği sayıda yardımcı­ları ve askerleri vardır. Aşın çoklukları sebebiyle Allah'ın askerlerini on­dan başkası bilemez. Bekçileri yirmiye tamamlamak veya daha fazla sayı­larını arttırmak O'na zor değildir. Fakat O'nun bu sayıyı tespit etmekte an­cak kendisinin bildiği bir hikmeti vardır.

"Ve o insanlar için ancak bir öğüttür." Yani Sekar ve nitelikleri ile söz konusu edilen bekçilerinin sayısı ancak insanlar için bir hatırlatmadır, bir öğüttür. Böylelikle Allah'ın kudretinin kemalini ve O'nun hiçbir şekilde yardımcılara, destekleyicilere muhtaç olmadığını bilsinler.

Daha sonra Yüce Allah cehennemi inkâr edenleri sakındırarak şöyle buyurmaktadır:

"Ama öyle yapmıyorlar. Andolsun aya, geri geldiğinde geceye, aydın­landığı zaman sabaha. Muhakkak ki o büyüklerden biridir. İnsanlar için bir uyarıcıdır." Ey insanlar! Ben sizi bu işten vazgeçmenizi belirterek sa­kındırıyorum. Ahirette cehennemin varlığını inkâr etmenin yolu yoktur. Ben parıldayan aya, geçip gittiği zaman geceye, açıkça ortaya çıkıp etrafı aydınlattığı zaman gündüze yemin ederek söylüyorum ki; hiç şüphesiz Se­kar (cehennem) pek büyük musibetlerden, pek büyük belâlardan birisidir. Yüce Allah'ın insanları isyan etmelerine karşılık görecekleri cezadan bir korkutmadır, bir uyarı içindir.

Daha sonra Yüce Allah kimlerin uyarıldığını belirleyerek buyuruyor ki: "Aranızdan ileri gitmek veya geri kalmak isteyene." Yani cehennem, ha­yır ve itaate yahut iman ile cennete yaklaşarak öne geçmek isteyen kimse­ler için ya da bundan geri kalarak şerre ve masiyete yönelen yahut küfür ile ateşe doğru yol tutan kimseler için bir uyarıdır. Bu ayetin bir benzeri de şu buyruktur: "Andolsun ki sizden önce gelip geçenleri de biz bilmişizdir, sonra gelenleri de bilmişizdir." (Hicr, 15/24) Yani hayra yönelmekte ellerini çabuk tutanları da, onu bırakıp geri kalarak şerre yönelenleri de biliriz.

İbni Abbas dedi ki: Bu itaate ve Muhammed (s.a.)'e iman edip ileri ge­çen kimselerin ardı arkası kesilmeyecek bir mükâfat ile mükâfatlandıraca­ğını bildiren, buna karşılık itaatten geri kalarak Muhammed (s.a.)'ı yalan­layanların da ardı arkası kesilmeyecek bir cezaya uğratılacaklarını ifade eden bir tehdittir.[22]

Hasan-ı Basri dedi ki: Bu buyruk, haber kipinde olmakla birlikte bir tehdittir. Yüce Allah'ın: "Artık dileyen iman etsin, dileyen de kâfir olsun." (Kehf, 18/29) buyruğu gibidir.[23]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetlerden aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- Cehennemin ondokuz bekçi ve zebanisi asla karşı konulamayan me­leklerdendir. Onlar kalabalıklarla karşılarında durulması mümkün olan insan türünden değildirler.

2- Meleklerden ondokuz adedin söz konusu edilmesi, kâfirlerin fitneye uğramasına, yani sınanmalarına sebep olmuştur. Zemahşeri dedi ki: Onla­rın sayı sebebiyle fitneye maruz kalmaları sebep olarak gösterilmemekte­dir. Bizzat sayının kendisi sebep olarak gösterilmiştir. Çünkü Yüce Allah: "Onların sayısını da inkâr edenler için ancak bir fitne kıldık." diye buyur­maktadır. Yani biz onların sayısını ancak ondokuz yaptık diyerek, kâfirler için fitne olmayı, ondokuz sayısının yerine geçirmektedir. Çünkü yirmiden bir eksik olan bu sayının durumu Allah'a ve O'nun hikmetine itiraz ve alay edip, hikmeti büemese dahi mümin gibi boyun eğmeyen kimselerin bu sayı sebebiyle fitneye düşmeleri söz konusudur. Şöyle denilmiş gibidir: Bizim onları bu sayıda kılmamız sayı sebebiyle fitneye düşmeyi gerektirecek bir özelliktir. Bu da müminlerin inancının daha bir sağlamlaşması, kâfirlerin de hayret ve şaşkınlığa düşmesi içindir.[24]

3- Bu sayının söz konusu edilmesi ile Tevrat ve İncil verilenlerin, Mu­hammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna dair kesin inançları daha da artmış oldu. Çünkü cehennem bekçilerinin belirtilen bu sayısı ellerinde-kilere uygun düşmektedir. Aynı şekilde bu böylelikle müminlerin imanının artması sonucunu da vermiştir. Çünkü onlar Allah'ın Kitab'ında bulunan hükümleri her tasdik ettikçe iman etmiş olurlar. Sonra da cehennem bekçi­lerinin sayısını tasdik ettikleri için de imanları artmış oldu. Aynı şekilde bu kendilerine kitap verilip, Muhammed (s.a.)'in ashabından cehennem bekçilerinin ondokuz olduğunu tasdik edenlerin şüphelerini de ortadan kaldırır. Yine bu hicretten sonra ortaya çıkacak, kalplerinde şüphe ve mü­nafıklık bulunan Medine münafıkları ile Yahudi ve Hristiyanların kâfir olanlarının şöyle demelerine sebep olmuştur: Allah cehennem bekçileri için bu alışılmadık sayıyı söz konusu ederek neyi söylemek istemiştir? Onların bu şekilde bir soru sormalarından, maksat bu Kitab'ın Allah tarafından gelmiş olduğunu uzak bir ihtimal olarak görmek ve hatta Allah'tan geldiği­ni inkâr etmektir. Yani Yüce Allah bu hayret verici sayıyı söz konusu ede­rek neyi kastetmiştir?

4- Yüce Allah'ın: "İman edenlerin de imanı artsın." buyruğu imanın artıp eksildiğine bir delildir. Yani iman itaat ile artar, masiyet ile eksilir. Çoğunluğun görüşü budur. İmanın hakikati artma ve eksilme kabul etmez, diyenler ise ayeti imanın semereleri, etkileri ve gerekleri hakkında yorum­larlar. Kitab Ehli ile müminler hakkında onların kesin inançları ve imanla­rının arttığı kabul edildikten sonra, şüphelerinin söz konusu olmayacağı­nın belirtilmesi ise, tekid ve pekiştirme babmdandır. Şöyle denilmiş gibi­dir: Onlar o kadar kesin bir inanca sahiptirler ki, artık bundan sonra şüp­he ve tereddütleri söz konusu olmaz. Gerçek şu ki; kesin bir inanca sahip olan bir kimse, bazen delilin herhangi bir önermesinde gaflete düşebilir ve tekrar şüpheye düşebilir. Yine bu ifadeler ile onların dışındakilerin duru­muna bir işarette bulunulmaktadır. Şöyle denilmiş gibidir: İşte onların du­rumu sapık ve kâfirlerden şüphe içerisinde olanların durumundan farklı olmalıdır.

5- "İşte Allah kimi dilerse böylece saptırır, kimi de dilerse hidayete ka­vuşturur. " Bundan maksat, zahiren anlaşılan saptırmak ve hidayetin, Yüce Allah tarafından yapılan şeyler olduğu değildir. Yüce Allah'ın bazılarını sapmaya, diğer başkalarını da hidayete mecbur ettiği de kastedilmemekte-dir. Bundan maksat Yüce Allah'ın kulları hakkındaki sünnetlerinden biri­sini tespit etmektir. Bu da Allah'ın yaratmış olduğu sebepler ile sonuçlar arasındaki bağlantıyı ortaya koymaktır. Sapıtan bir kimse ancak kendisi ve kendi tercihi ile sapıtır. Hidayet bulan bir kimse de ancak kendi irade ve tercihi ile sapıtır. Bundan sonra Yüce Allah sapıtanlann sapıklığını art­tırarak onları hidayetin işaret taşlarından uzaklaştırır. Buna sebep ise on­ların kötü seçimleri, istidadları ve inatlarıdır. Diğer taraftan Yüce Allah müminlerin de imanını, onlara hidayet ve doğruluk yollarını izleme muvaffakiyeti vererek ve güzel seçimleri sebebiyle arttırır. Kâinatta hiçbir şey, Allah'a rağmen meydana gelmez. Meydana gelen her bir şey O'nun iradesi ve dilemesi ile olur. İsterse O'nun emrettiği ve sevdiği şeylerin aksi olsun.

6- "Rabbinin ordularını ondan başka kimse bilmez." buyruğu cehen­nem bekçilerinin sayısının hikmetini de, Onun her bir ordusunun sayısı­nın hikmetini de ebediyyen Yüce Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmedi­ğine bir işarettir. Bu Muhammed'in ondokuzun dışında askeri yok mu, di­yen Ebu Cehil'e bir cevaptır.

Tirmizi'nin rivayetine göre Peygamber (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Se­ma gıcırdadı, gıcırdamakta da hakkı var. Çünkü orada alnını Yüce Allah'a secdeye koymadık dört karıştık kadar bir yer dahi yoktur."

7- Yüce Allah cehennemi, cehennemin niteliklerini, onun pek büyük bir belâ ve musibet olduğunu, onun sürekli olarak insanlar için bir korku ve uyarı olduğunu inkâr eden herkesi "ama öyle yapmıyorlar (öğüt almıyor­lar)" buyruğu ile uyarıp bu durumdan vazgeçmelerini emir buyurmaktadır.

8- Yüce Allah şereflerini yüceltmek ve bunlarda ortaya çıkan hususla­ra, bunlardaki Yüce Allah'ın hayret verici kudretine ve bunları var etmekle varlık aleminin ayakta durduğuna dikkat çekmek üzere aya, geceye ve sa­baha yemin etmektedir. Hakkında yemin edilen husus ise Sekar'm (cehen­nemin) musibetlerden birisi olduğu, onun insanlar için bir uyarıp korkutu­cu ya da uyarıp korkutma özelliğine sahip olduğudur. Hasan-ı Basri der ki: Allah'a yemin ederim ki O, yaratıkları ondan daha büyük bir musibetle uyarıp korkutmuş değildir.

9- Cehennem ateşi hayır ve itaate doğru ilerlemek isteyen kimseler ile geri kalıp şerre ve masiyete doğru gitmek isteyen kimseler için bir uyarıcı­dır, korkutucudur.[25]

 

Ashabu'l-Yemin İle Günahkarlar Arasındaki Konuşma

 

38-  Her nefis kazandıkları karşılı­ğında rehin alınmıştır.

39- Ashabu'I-Yemin müstesna.

40- Cennetlerdedirler. Biri birlerine soru sorarlar.

41- Suçlular hakkında:

42- "Sizi Sekar'a ne sürükledi?'

43-  Derler ki: "Biz namaz kılanlar­dan değildik.

44- 'Yoksullara yedirmezdik.

45- "Biz de dalanlarla birlikte dalar­dık.

46- "Din gününü de yalanlardık.

47- "Nihayet ölüm bize gelip çattı."

48- Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez.

49- Ne oluyor onlara ki öğütten yüz  çeviricidirler?  sanki arslandan ürküp  kaçan yaban eşşekleridir.

52- Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister.

53- Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar.

54- Hayır, gerçekten o bir öğüttür.

55- Kim dilerse ondan öğüt alır.

56- Allah dilemedikçe  de  öğüt al(a)mazlar. İşte o, kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışla­mak da O'na yaraşır.

 

Belagat:

 

"Birbirlerine soru sorarlar. Suçlular hakkında: Sizi Sekar'a ne sürükle­di?" buyruğunda bazı cümleler hazfedilerek icaz yapılmıştır. Yani onlara sizi Sekar'a ne sürükledi? diye sorarlar. Bu da muhatapların anlaması içindir.

"Din gününü de yalanlardık" buyruğu genel ifadeden sonra özel bir hususu dile getirmektedir. O da dalanlarla birlikte batıla dalmaktır. Bu şe­kildeki ifade ise böyle bir günahın büyüklüğüne dikkat çekmektir.

"Biz de dalanlarla birlikte dalardık" (45. ayet),. Din gününü de yalan­lardık." (46. ayet) Nihayet ölüm bize gelip çattı..." (46. ayet) buyruklarının sonunda murassa' bir seci' vardır.

"Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Temsili bir teşbihtir. Çünkü benzetme yönü birden çok husustur. [26]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Ameli karşılı­ğında Allah nezdinde rehindir. Onu ya kurtarır ya da helak eder. Anlamı şudur: Her nefis kazancı karşılığında Allah'ın elinde çözülmemiş bir rehin­dir. Allah ise cennet ehlinden kimseyi rehin tutmaz.

"Ashabu'l-Yemin" Amel defterleri sağ taraflarından verilen kimseler­dir. Bunlar günahları sebebiyle rehin olarak alıkonulmamışlardır. Çünkü onlar işledikleri güzel amellerle kendilerini kurtarmış olacaklardır.

"Onlar cennetlerdedirler." Hakikatleri idrak edilemeyecek bahçelerde­dirler.

"Birbirlerine soru sorarlar." Ya birbirlerine soru sorarlar yahut başka­ları onların halini sorar. "Sizi Sekar'a ne sürükledi?" Cehenneme ne diye girdiniz?

"Biz de dalanlarla birlikte dalardık." Yani batıl ehli ile batıllarında birlikte olur, onlara karışırdık.

"Din günü" öldükten sonra diriliş ve amellerin karşılığının görüleceği gün.

"Artık şefaat edenlerin" meleklerden, peygamberlerden ve salihlerden şefaatçilerin "şefaati onlara fayda vermez."

"Öğütten yüz çeviricidirler?" Yani ne oldu onlara ki, hatırlatmaktan verilen öğütten yüz çeviriyorlar?

"Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlar eşşek-ten alabildiğine hızlı kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.

"Açılmış sahifeler..." Yayılmış, açılıp okunan sahifeler demektir. Çünkü onlar Peygamber (s.a.)'e şöyle demişlerdi: Bizim her birimize semadan Al­lah'tan filan kişiye Muhammed'e tabi ol, diye bir mektup getirmedikçe sa­na uymayacağız.

"Hayır!" Bu buyrukla onların mucize teklif etmekten vazgeçmeleri is­tenmektedir.

"Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." İşte bundan dolayı öğütten yüz çeviriyorlar. Her birine bir mektup ve sahife verilmediğinden dolayı değil.

"Hayır! Gerçekten o bir öğüttür." Yine yüz çevirmekten vazgeçmeleri istenmektedir. Çünkü Kur'an yeterli bir öğüttür.

"Kim" ondan öğüt almak "dilerse ondan öğüt alır." Onu okur ve onunla öğüt alır.

"İşte o kendisinden korkulmaya lâyık olandır." Onun cezalandırmasın­dan sakınmaya, korkulmaya değer. "Bağışlamak da ona yaraşır." Kendisi­ne karşı takvalı hareket edenleri bağışlamak ona yakışır. [27]

 

Nüzul Sebebi:

 

"Hatta onlardan her biri... ister." ayetinin (52. ayet) nüzul sebebiyle il­gili olarak İbnü'l-Münzir, Süddî'den şöyle dediğini nakletmektedir: (Ku-reyşliler) dediler ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise bizden her birimiz sabah olunca yastığı altında cehennemden kurtulduğunu ve ondan yana güvenlik altında olduğunu belirten bir sahife bulsun. Bunun üzerine: "Hat­ta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." buyruğu nazil oldu.

Bir başka rivayette de belirtildiğine göre Ebu Cehil ve Kureyş'ten bir topluluk dedi ki: Ey Muhammed, sen her birimize semadan üzerinde: Alem­lerin Rabbinden filan oğlu filana, diye başlayan ve bize sana tabi olmamızın emrolunduğu bir mektup getirmedikçe sana asla iman etmeyeceğiz.[28]

 

Ayetler Arası İlişki:

 

Yüce Allah kâfirleri ve isyankârları tehdit edip cehennem ateşinin en büyük musibet ve belâlardan birisi olduğunu, kurtuluşun salih amele bağlı olduğunu belirterek uyardıktan sonra, daha önce geçen bu hususu her bir kimse ancak amelinin karşılığını bulacaktır, diyerek pekiştirmekte, asha-bu'1-yemin'in kurtulacağını, günahkârların ise azap edileceklerini bildir­mekte, ikinci kesimin niçin cehenneme girdiğinin sebebini öğrenmek için de her iki kesim arasında gerçekleşecek ikili konuşmayı nakletmektedir.[29]

 

Açıklaması:

 

"Her nefis kazandıkları karşılığında rehin alınmıştır." Yani her nefis ameli karşılığında alıkonulmuş ve onun karşılığında rehin olarak alınmış, kıyamet gününde daha önceden işlemiş olduğu ameller sebebiyle tutuklanmış olacaktır. Eğer hayır işlemişse bu onu kurtarır ve hürriyetine kavuştu­rur, şayet işlediği şer ise bu da onu helâka sürükler.

"Ashabu'l-Yemin müstesna" Yani kitapları sağ taraflarından verilecek olan müminler müstesnadır. Onlar günahları sebebiyle rehin olarak alıko-nulmayacaklardır. Aksine onlar işledikleri güzel ameller sebebiyle serbest bırakılacaklardır.

"Cennetlerdedirler, birbirlerine soru sorarlar, suçlular hakkında: Sizi Sekar'a ne sürükledi?"

Onlar cennette nimetler içerisinde iken birbirlerine cehennem ateşin­deki günahkârların durumu hakkında onlara şöyle diyerek soru sorarlar: Sizin cehenneme girmenize sebep olan ne? Bu sorudan maksat, daha çok azarlamak ve utandırmaktır.

Onlar da karşı karşıya kaldıkları bu azabın şu dört sebepten dolayı ol­duğunu söyleyerek cevap vereceklerdir:

"Derler ki: Biz namaz kılanlardan değildik. Yoksullara yedirmezdik, biz de dalanlarla birlikte dalardık. Din gününü de yalanlardık. Nihayet ölüm bize gelip çattı." Yani bizler dünyada iken farz namazı eda etmezdik. Namaz kılan müminlerle birlikte Rabbimize ibadet etmezdik. Bizimle aynı cinsten olan O'nun yaratıklarına iyilik yapmaz, muhtaç olan fakire veril­mesi gerekeni vermezdik. Batıl ehli ile birlikte batıllarında içice olurduk. Bir kişi azdıkça biz de onunla birlikte azardık, ya da bilmediğimiz husus­larda konuşurduk. Muhammed (s.a.) hakkında ileri geri konuşanlarla bir­lik olur, biz de konuşurduk. Bu da onların: Muhammed bir yalancıdır, deli­dir, sihirbazdır, şairdir şeklindeki sözleri idi. Bütün bunlardan ayrı olarak bizler kıyameti de yalanlıyorduk. Ölüm ve ölümün ön belirtileri gelene ka­dar biz bu halde idik. Burada "yakîn'den kasıt, ölümdür. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Sana yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbine iba­det et." (Hicr, 15/99)

İşte biz dünya hayatımız boyunca bu dört sebebi işledik durduk: Na­mazı kılmadık, zekat vermedik, batıl sözlere daldık, hesap, ceza ve ölüm­den sonra diriliş gününü inkâr ettik.

İlk iki hususun terkedilmesinin söz konusu edilmesi kâfirlerin şeri­atın fer'î emirleriyle (imanın dışındaki hükümleriyle) muhatap olduklarına bir delildir.

"Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez." Yani kim bu sıfat­lara benzer niteliklere sahipse kıyamet gününde şefaatçi hiçbir kimsenin ona şefaatinin faydası olmayacaktır. Yani meleklerden, peygamberlerden, salihlerden hiçbir kimse onlara şefaat etmeyecektir. Çünkü sonunda vara­cakları yer kesinlikle cehennemdir.

"Ne oluyor onlara ki öğütten yüz çeviricidirler? Onlar sanki aslandan ürküp kaçan yaban eşşekleridir." Onlara ne oluyor ki en büyük öğüdü ve en büyük hatırlatmayı ihtiva eden Kur'an-ı Kerimden yüz çevirmektedir? Ya­hut Mekke'de senin karşında duran bu keferelere ne oluyor ki, kendilerini çağırdığın şeyden, onlara yaptığın hatırlatmalardan yüz çevirmektedirler? Onlar bu şekilde haktan kaçıp yüz çevirmekle kendilerini ok atan okçular­dan yahut onları yakalamak isteyen bir aslandan kaçan yaban eşşeklerine benzemektedirler.

Buyruktaki "kasvere (mealde: yaban eşşekleri)" ya onları avlamak is­teyen ok atıcıları topluluğudur, yahut aslandır. Lügat bilginlerinin çoğu­nun görüşü budur. Aslana bu adın veriliş sebebi diğer yırtıcı hayvanları kahredip yenik düşürmesidir. İbni Abbas dedi ki: Yaban eşşekleri aslanı gördü mü kaçarlar. İşte bu müşrikler de böyledir. Onlar da Muhammed (s.a.)'i gördüler mi ondan kaçarlar; tıpkı yaban eşşeğinin aslandan kaçışı gibi. Bu onların durumlarının son derece çirkin olduğunu ortaya koyan ve onların ahmak bir topluluk olduğunu yüzlerine karşı bildiren bir benzet­medir.

Ayet-i kerime onların ikna edici açık bir sebep bulunmadan haktan ve imandan yüz çevirdiklerine, onların anlamaya ve ikna olmaya bir istidad-larmm bulunmadığına delildir. Yaban eşşeklerine benzetilmeleri onlar için apaçık bir yergidir. Onların ahmak ve geri zekâlı olduklarını, Kuranın öğütlerinden etkilenmediklerini açıkça ilân etmektir. Hatta kalplerin hu­zur ve sükûn bulmalarına sebep olan şey, onların kaçmalarını, uzaklaşma­larını gerektirmiştir.[30]

Daha sonra Yüce Allah onların kaçışlarının bir görünüşünü söz konu­su ederek şöyle buyurmaktadır: "Hatta onlardan her biri kendisine açılmış sahifeler verilmesini ister." Bu müşriklerin her biri Muhammed peygambe­re (s.a.) Allah'ın indirdiği gibi kendi üzerine de bir kitap indirilmesini ister. Onlar bu şekilde inat etmekle gerçekten çok ileri gitmiş oldular. Nitekim bir başka ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır: "Onlara bir ayet gelse: 'Allah'ın peygamberlerine verilen gibi bize de verilmedikçe asla iman etme­yeceğiz' derler. Allah peygamberliğini kime vereceğini çok iyi bilendir." (En'am, 6/124)

Yine Yüce Allah onların taleplerini söz konusu ederek şöyle buyur­maktadır: "Buna rağmen üzerimize okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece de (göğe) çıktığına asla iman etmeyiz." (İsra, 17/93)

Müfessirler der ki: Kureyş kâfirleri Muhammed (s.a.)'e dedi ki: "Her birimiz sabah olunca başı ucunda Allah'tan kendisine gönderilmiş açık bir mektup bulsun." Bütün bunlar ve benzerleri inatlaşmaktır, büyüklenmek-tir, işi yokuşa sürmektir. Onlar asla iman etmeyeceklerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer biz sana kağıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, kendileri de elleriyle ona dokumalardı, kâfir olanlar yine: Bu ancak apaçık bir büyüdür, derlerdi." (En'am, 6/7)

Daha sonra Yüce Allah onların inat edip işi yokuşa sürmelerinin sebe­bini şöylece açıklamaktadır:

"Asla! Doğrusu onlar ahiretten korkmazlar." Bu şekilde açık sahifeler indirilmesi tekliflerinden dolayı azarlanmakta ve bu tekliflerden vazgeç­meleri istenmektedir. Bu istedikleri onlara verilmeyecektir. Aslında onlar ölümden sonra dirilişi, hesaba çekilmeyi inkâr eden kimselerdir. Çünkü on­lar gerçekten cehennem ateşinden korksalardı, hiçbir şekilde mucizeler teklif etmezlerdi.

Ve onlara Kur'an yeterli gelirdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır:

"Hayır, gerçekten o bir öğüttür. Kim dilerse ondan öğüt alır." Gerçek şu ki Kur'an bir öğüttür ve onlara Kur'an yeter. Çünkü o en hayırlı öğüt ve hatırlatmadır. Ondan öğüt almak, onu ihmal etmemek isteyen bir kimse öğüt alır. Çünkü Kur'an son derece beliğ bir öğüttür ve şifa verici bir hatır­latmadır.

Daha sonra öğüt almamanın asıl sebebini açıklamakta, Yüce Allah'ın kemal derecesindeki heybetini dile getiren hususları zikretmektedir. Bu ise O'nun kahredicilik vasfına sahip olmasıdır. Yani bu sebepten dolayı Al­lah'tan korkulmahdır. Aynı şekilde rahmetinin ümit edilmesini gerektiren lütufkârlık sıfatı da vardır:

"Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar. İşte o kendisinden korkulmaya lâyık olandır, bağışlamak da O'na yaraşır." Bu kainatta Allah'a rağmen bir şey meydana gelmez. Onların Kur'an'ı hatırlayıp, ondan öğüt almaları an­cak Allah'ın dilemesi ile olur. O takva sahiplerinin Ona isyanı gerektiren hususları terkedip Ona itaat olan işleri yapmak suretiyle kendisinden sa-kınılmaya, korkulmaya lâyık olandır. Aynı şekilde O müminlerin kusurlu hareket edip işledikleri günahları da bağışlayandır. Günahkârlardan tevbe edenlerin tevbesini kabul edip, günahlarını bağışlayan da O'dur.

Ahmed, Tirmizi, İbni Mace ve Nesai'nin, Enes b. Malik (r.a)'den riva­yetlerine göre Peygamber (s.a.) bu ayeti tefsir ederek buyurdu ki: "Kudret ve azameti pek üstün olan Rabbiniz size diyor ki: Ben kendisinden korkul­maya lâyık olanım. Dolayısıyla benimle birlikte başka bir ilâha ibadet olunmasın. Kim benimle birlikte başka birisini ilâh koşmaktan sakınırsa, ben de onun (günahlarını) bağışlarım."

Zemahşeri Yüce Allah'ın: "Allah dilemedikçe de öğüt alamazlar." buy­ruğunu şu sözleriyle tefsir etmektedir: Allah onları zikri kabul etmeye mecbur etmedikçe, ya da onları onu kabulden başka bir çareye başvuramaz hale getirmedikçe... demektir. Çünkü bu öğüt onların kalplerinde kazılmış­tır. Onların isteyerek iman etmeyecekleri bilinen bir husustur.[31]

Ancak bu, bu tür ayetlerde Mutezilenin ilkelerine göre izlenen bir açıklama tarzıdır. O da şudur: Yüce Allah imanı ve küfrü mükâfat ve ceza­nın kaynağı olan kulun tercihine bırakmıştır. Fakat Yüce Allah'ın meşieti kulu zorla mecbur ederek ya da zorlayarak iman etmesini sağlamaya da kadirdir. [32]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Ayetler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Kıyamet gününde her nefis kazançları karşılığında rehin olarak alı­konulmuş, ameli karşılığında tutulmuş olacaktır. Ondan sonra kişi kendi­sini ya kurtarır, ya da helak eder. Ancak amel defterleri sağlarından verile­cek olan "yemin ehli" müstesnadır. Onlar günahları sebebi ile alıkonulma-yacaklardır. Hasan-ı Basri ve İbni Keysan dedi ki: Bunlar ihlâsa erdirilmiş müslümanlardır, bunlar rehin olarak alıkonulmayacaklardır. Çünkü üzer­lerindeki hakları vaktiyle eksiksiz yerine getirmişlerdir.

2- Kıyamet gününde "yemin ehli" cennetlerde olacaklar ve müşriklerin durumunu soracaklardır: Sizin Sekar'a (cehenneme) girmenize sebep olan nedir? diyeceklerdir. Bu soruyu sormaktan maksat ise onların mahcubiyet­lerinin artmasıdır.[33]

Cehennemlikler de buna dört hususu sebep olarak göstereceklerdir: Namazı terketmek, sadakayı vermemek, hak ehline eziyet vermek ve müs-lümanı ilgilendirmemesi gereken hususlarda batıl ehli ile birlikte batılla­rına ortak olmak ve amellerin karşılıklarıyla ilgili hüküm verileceği vakit olan kıyamet gününü ölüm bize gelinceye kadar yalanlamak.

İlim adamları dedi ki: Buradaki ilk iki hususun farz olan namaz ve sa­daka (zekât) hakkında yorumlanması gerekir. Aksi takdirde bunların ter-kedilmesi sebebiyle azap söz konusu olamaz. Aynı şekilde ayet-i kerime kâ­firlerin şeriatın usulü (iman esasları) dolayısıyla -din gününü yalanlamak gibi- azap görecekleri gibi; fer'î hükümleri dolayısı ile de azap görecekleri­ne delil gösterilebilir. Din gününün yalanlanmasının sonda söz konusu edilmesi, günahların en büyüğü olduğundan dolayıdır. Yani onlar bütün bunlarla birlikte bu temel inancı da yalanlıyorlardı. Yüce Allah'ın: "Bun­dan sonra da iman edenlerden... olmasıdır." (Beled, 90/17) buyruğunda ol­duğu gibi.[34]

3- Yüce Allah Mekkelileri ve benzerlerini Peygamber (s.a.)'ın kendile-

rine getirdiği hatırlatmaları Kur'an-ı Kerim ile verdiği öğütleri kabul et­meyip yüz çevirmelerinden dolayı azarlamaktadır. Mukatil dedi ki: Kur'an-ı Kerim'den yüz çevirmek iki türlüdür:

a) İnkâr ve red

b) İçindeki hükümler gereğince ameli terk etmek

4- Yüce Allah Kur'an'dan yüz çevirenler hakkında oldukça çirkin ve tahkir edici bir benzetmede bulunmuştur. O da aslandan ürküp kaçan ya­ban eşşeklerine benzetilmeleridir. İbn Abbas dedi ki: Maksat yaban eşşekleridir. Yüce Allah onları yermek ve onların çirkin durumlarını anlatmak için yaban eşşeklerine benzetmiştir.[35]

Yine az önce de geçtiği gibi şöyle demiştir: Yaban eşşekleri aslanı gör­dü mü kaçar. İşte bu müşrikler de böyle idi. Muhammed (s.a.)'i gördüler mi yaban eşşeğinin aslandan kaçışı gibi ondan kaçarlar. "Kasvere (aslan)" Ha-beşçe'de aslan demektir.[36]

5- Müşrikler (Ebu Cehil ve Kureyş'ten bir topluluk) onlardan her biri­sine içinde: Ben size Muhammed'i peygamber olarak gönderdim, diye yazılı bulunan açık mektuplar gönderilmesini istemişlerdi. İbn Abbas dedi ki: Di­yorlardı ki: Eğer Muhammed doğru söylüyor ise bizden her bir kişi sabahı edince başı ucunda kendisinin cehennemden kurtarılıp güvenlik içinde ol­duğunun yazılı bulunduğu bir sahife bulsun.[37]

6- Yüce Allah işi yokuşa sürmeleri ve ayak diretmeleri sebebiyle istek­lerini kabul etmedi. Aksine onlara mucize teklifinde bulunmaktan vazgeç­melerini istedi, Kur'an-ı Kerim'in niteliklerini ve ondan öğüt almamaları­nın aslî nedenini: "Asla" buyruğu ile açıklamaktadır. Yani böyle bir şey ol­mayacaktır ve ben onlara temenni ettiklerini vermeyeceğim. Çünkü onlar ahiretten korkmazlar. Buna sebep de dünyaya aldanmalarıdır. Şüphesiz ki Kur1 an bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır. Fakat onlar Yüce Allah'ın bunu kendileri için istemedikçe öğüt alamazlar, hatırlayamazlar. Yüce Allah'tan da kullarının korkması, Onun cezalandırmasından çekinmeleri ve böyle­likle Ona iman edip, itaat etmeleri gerekir. O buna lâyıktır ve şüphesiz o iman edip, itaat ettikleri takdirde geçmişteki küfürlerini de bağışlamaya ehildir. [38]



[1] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205.

[2] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205.

[3] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/205-206.

[4] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/206.

[5] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/206-207.

[6] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/208.

[7] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/208-209.

[8] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209.

[9] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/209-210.

[10] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/210-211.

[11] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/213.

[12] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/213-214.

[13] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/214-215.

[14] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215.

[15] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/215-218.

[16] Kurtubi, XIX/80.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/219-220.

[17] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/221.

[18] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/221-222.

[19] Anlatıldığına göre bu adam inek derisi üzerinde durur ve o deriyi on kişi ayaklarının altından çekebilmek için çekiştirir dururdu. Deri parçalanır fakat kendisi derinin üzerinden kımıldamazdı. Suheylî dedi ki: Rasulullah (s.a.)'ı güreşe davet eden de o idi. Şöyle demişti: Beni yere yıkarsan sana iman edeceğim. Peygamber (s.a.) onu defalarca yere yıktığı halde iman etmedi. Yine Peygamber (s.a.) ile birlikte Rükâne b. Abd Yezid b. Hişam b. Muttalib de güreşmişti.

[20] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/222-223.

[21] Bahru'l-Muhit, VIII/377.

[22] Kurtubi, XIX/86.

[23] a.y.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/223-226

[24] Zemahşeri, III/288.

[25] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/226-228.

[26] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/230.

[27] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/230-231.

[28] Razi, XXX/212; Bahru'l-Muhit, VIII/381.

Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231.

[29] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231.

[30] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an, XXVII/100.

[31] Zemahşeri, III/291.

[32] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/231-235.

[33] Razi, XXX/211.

[34] Nisaburi, Garâibu'l-Kur'an, XXVIII/99.

[35] Bahru'l-Muhit, VIII/380.

[36] Razi, XXX/212.

[37] Kurtubi, XIX/90.

[38] Vehbe Zuhayli, Tefsiru’l-Münir, Risale Yayınları: 15/235-236.