İNSAN  SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Sûreyle İlgili Hadîsler: 2

Meali: 2

İnsan Üzerinden Geçen Zaman Parçası 3

Bileşik Nutfe. 3

İnsanin Yaratılışındaki İlâhî Sanatın Eşsizliği 3

Her Akıl Sahibine İmân Gerek. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali: 4

Küfür Bağlayıcı Bir Zincirdir. 4

Mü'minin Övgü Değer Amelleri 5

Bu Olgunluğa Erişen Mü'minlere Verilecek Sonsuz Nimetler. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

Parça Parça İndirilen Kur'ân Güven Ve Başarı Kaynağıdır. 7

Her Konuda Tekâmül Ve Kademeli Uygulama. 8

Rabbımızın İsmini Sabah-Akşam Anmamız  Emrediliyor. 8

İnkarcı Nankörün Yüzü Ve Kalbi Maddeye Bakar. 8

Akla Seslenmek, İlmî Bilgiler Vermek Kur'ân'da Yer Alan Metodlardan Biridir  8

Ölenlerin Benzerlerinin Yaratılması 9

Allah Dilemedikçe Siz Dileyemezsiniz. 9

İnsanoğlunun Önüne İki Yol Konulmuştur. 10


İNSAN  SÛRESİ

 

Tabiîn'den Mücahid ve Katade'ye göre, sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. Cumhurun da tesbit ve görüşü böyledir. İbn Abbas (R.A.),, Atâ' b. Yesar ve Mukatil'e göre, Mekke'de inmiştir. Diğer bazı ilim adamlarına göre, 24. âyeti dışında tamamı Medine'de inmiştir. el-Hasan ile İkrime de bu görüştedir. Mâverdî'ye göre, baştan 23. âyete kadar Medine'de, gerisi Mekke'de inmiştir. [1]

Birinci âyetinde, «İnsan üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geç­ti ki..» cümlesiyle insandan söz edildiği için, bu aynı zamanda sûreye isim olmuştur. Ayrıca sûreye «Hel etâ» sözüyle başlandığından ona «Hel etâ sûresi» de denilmiştir.

Kurtubî'nin İbn Vehb ve İbn Zeyd'den rivayet ettiğine göre: Siyahî bir adam Resûlüllah'ın (A,S.) yanında oturmuş, birtakım şeyler soruyor­du. Onun soruları uzayınca-Hz. Ömer (R.A.) dayanamadı ve o siyahiye: «Resûlüllah'a (A.S.) ağırlık yapma!» diye uyarıda bulundu. Resûlüllah (A.S.) Ömer'e dönerek: «Ey Hattab'ın oğlu! Onu kendi haline bırak» buyurdu ve çok geçmeden bu sûre indi. Resûlüllah (A.S.) inen âyetleri okumaya baş­ladı; derken cennetin sıfat ve özelliklerini anlatan âyetlere gelince, siyahî heyecanlandı ve kendisine bir titreme geldi ve oracıkta ruhunu teslim etti. Resûlüllah (A.S.) yanında bulunanlara şöyle buyurdu: «Arkadaşınızın ve­ya kardeşinizin cennete olan şevki ve arzusu onun ruhunu bedeninden çe­kip aldı.»

Kuşeyrîye göre, bu sûre Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) hakkında inmiştir.

Âyet   sayısı     :       31

Kelime     »        :     240

Harf         »        :    1054       [2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1-İnsanın yaratrjması ve bu olayın çok gerilere uzandığı bildiriliyor.

2-Hakk'a inanıp O'nun nimetlerine karşı şükreden kullarla, bile bi­le inkârda ısrar eden sapıklara verilecek karşılığa değiniliyor ve bu konuda duygu ve düşünceler yönlendirilmek isteniyor.

3-Peygamber (A.S.) ve dolayısıyla Onun yolunda yürüyenlere sabır tavsiye ediliyor ve gece ibâdetine devam etmeleri isteniliyor.

4-Zâlimler için elem verici  bir azabın  hazırlandığına değinilerek, zorba mütecavizler uyarılıyor.

 

Sûreyle İlgili Hadîsler:

 

Enes b. Mâlik (R.A.)den yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'in şöyle buyurduğu bildiriliyor:

«Allah, Adem'i cennette şekillendirdikten sonra dilediği kadar onu o vaziyette bıraktı. İblis ise, bu arada sık sık o şekillenmiş cisme uğruyor, dikkatle bakıyordu; derken içinin boş olduğunu gördü. Anladı ki o sözün­de durmayacak, nefsine sahip olamıyacaktır[3]

«İnsanların hemen hepsi sabahleyin kalkar da ya nefsini satıp onu helak eder ya da onu azâd edip hürriyetine kavuşturur.»

[4]«Doğan her çocuk fıtrat (Allah ve din duygusu) üzere doğar; tâki dili açılıp konuşmaya başlar. İşte o zaman ya şükreder, ya da nankörlükte bulunur.»

[5]«Evinden dışarı çıkan her kişinin mutlaka kapısında (manevî anlam­da) iki bayrak bulunur. Onlardan biri meleğin elinde, diğeri şeytanın elin­dedir. Eğer Allah'ın sevdiği bir iş için çıkıyorsa, melek elindeki bayrakla onu takip eder ve evine dönünceye kadar o, meleğin bayrağı altında olur. Bunun aksine Allah'ın sevmediği bir işi İçin çıkıyorsa, şeytan elindeki bay­rakla onu izler ve o evine dönünceye kadar şeytanın bayrağı altında bu­lunur.» [6]

 

Meali:

 

1-İnsan üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki, o anılmaya değer bir şey değildi.

2-Şüphesiz ki biz, insanı bileşik bir nutfeden yarattık da onu dene­mekteyiz. Bu sebeple onu işiten ve gören yaptık.

3-Gerçekten biz, insana yol gösterdik; o ya şükredici, ya da nankör inkarcı olur.

 

 

 

İnsan Üzerinden Geçen Zaman Parçası

 

«insan üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki, o anılmaya değer bir şey değildi.»

İnsan, Allah'ın ezelî kalemiyle şekli çizilen. O'nun kudret eliyle şekil­lendirilen ve değişmeyen biyolojik kanunlarla varl.ğ, sürdürülen ilâhî kud­retin çok seçkin eseridir. Gerek ilk insan Adem'in (A.S.). gerekse sonradan yaratılan her insanın üzerinden öyle bir dönem geçmiştir ki, o dönemde kudret fırçasının nasıl düzenli, sistemli ve kusursuz işlediğini insanoğlu ne görmüştür, ne de ona şahit olmuştur. O bakımdan insan o dönemi ne ha­tırlama şansına, ne de ona tanık olma imtiyazına sahiptir.

Şüphesiz insansız kâinatı düşünecek olursak -ki uzun bir süre varlık âlemi bir tekâmül devresi geçirirken insandan eser yoktu- anılmaya değer olmadığı kendiliğinden anlaşılmış olur. İlk insan Âdem'in (A.S.) üzerinden anılmaya değmez geçen dönem hakkında ise, çeşitli yorumlar yapılmıştır:

a)  Kendisine henüz ruh  üfürülmeden  önoe bir süre şekillendiği  hal üzere bekletilmiştir. Şöyle   ki: İbn Abbas'a  (R.A.) göre, o çamur  halinde yoğrulup hazır duruma getirildikten sonra kırk yıl bekletilmiştir. Biçimlen­dirilip kuru balçık haline getirildikten sonra ise, bir kırk yıl daha öylece bı­rakılmıştır. Fiskelenip tın tın ses verecek kadar pişmiş balçık haline ge­tirilerek bir kırk yıl daha o vaziyette bekletilmiştir. Böylece Adem 120 yıl sonra asıl hilkat düzenini bulup ruhunun üflenmesine uygun düzeye geti­rilmiştir.

b)  Âyette geçen «hîn» lâfzı, süresi kesin bilinmeyen bir döneme de­lâlet eder. İbn Mes'ud (R.A.) bu sürenin 160 yıl olduğunu söylemiştir.

c)  Âdem (A.S.) bu dönemde bir bakıma belirsiz halde idi, yani nasıl bir canlı varlık olacağı, nasıl  yaşayacağı,  nasıl  bir hayat düzeni içinde ömür süreceği bilinmiyordu. Çünkü onun önceden geçmiş bir misali bu­lunmuyordu. Sadece CenâbHakk'ın onu kendine halîfe edeceği ve yer­yüzüne indireceği söz konusu idi.

d)  Âdem'in ve Onun soyunun kâinat plânında değer ve şerefi, azizlik ve hikmeti ne olacaktı? Bu da o dönemde  kapağı kapalı bir sandık gibi bekletiliyordu.

e)  Yerkürenin insanoğlunun yaşamasına uygun  hale  getirilmesi  için zamandan belirsiz uzun bir süre geçmiştir ki, o dönemde yaratılan şeyle­rin neye yarayacağı bilinmiyor, kimin hizmetine verileceği de söz konusu olmuyordu.

f)  Ezelî plâna göre kâinat yaratılıp düzenlendikten sonra, bu muaz­zam sistemin daha çok ileride yaratılacak olan Âdem ve Onun soyunun hizmetine verileceği belirsiz, kapalı ve muamma idi. Bu hususta ortada he­nüz açık bir belge de mevcut değildi.

g)  Yeryüzündeki diğer canlılar ve onların yaşayabilmesi için lüzumlu bütün şartlar ve ortamlar Âdem'den çok önce yaratıldığı için, o dönemde insanın ismi, cismi ve nişanı bile yoktu.

h) Ana rahminde oluşan ceninin üzerinden öyle bir dönem geçer ki, o süre içinde şekilsiz, bir bakıma belirsiz bir kan pıhtısı, bir çiğnem et parçası görünümünde idi. İnsan bu safhaya gelinceye kadar da yine belirsiz birkaç safhadan geçirildiğinden habersiz bulunuyordu.

 

Bileşik Nutfe

 

«Şüphesiz ki biz, insa­nı bileşik bir nutfeden yarattık da onu denemekteyiz. Bu sebeple onu işiten ve gören yaptık.»

«Bileşik nutfe» sözünden iki husus anlaşılmaktadır:

1-Erkeğin şehevî faaliyeti sırasında akıttığı suya «meni» veya «nut­fe» denir. Bu sıvı sperma ile karışık haldedir. Salgılanan sarı sümükümsü bu sıvı ile prostat bezinin salgıladığı «sprenim» adı verilen sümüksü beyaz bir sıvı birbirine karışır. İşte ilgili âyetle buna «bileşik nutfe» denilmekte­dir.

Böylece ilim adamları bu bileşiği henüz tesbit etmeden on dört asır önce Kur'an haber vermekte ve araştırıcılar için temel bilgi koymaktadır.

2-Diğer bir yoruma göre: Bu bileşik nutfe işi üreme hücresi ile erkek üreme hücresinin birleşmesi olabilir.

 

İnsanin Yaratılışındaki İlâhî Sanatın Eşsizliği

 

İlmî araştırmalarla da insanın bileşik nutfeden yaratılması ve insan şekline girinceye kadar birkaç dönemin geçmesi, mükemmel İşleyen bir planın ve kusursuz bir programın varlığını isbat ediyor. Gerek dişi, gerek­se erkek üreme hücrelerine kudret kalemi insanın bütün hususiyetlerini nakşetmiş bulunuyor. Bu hücreler yükletilen programı hiçbir hata yapma­dan yerine getiriyor. Şüphesiz bu harika olay ve işleyiş-Allah'ın varlığın, ve birliğini ısbata yeter de artar. Yeter ki, ilim adamı, aklını bilgisiyle ve bu ikisini idrak ve imânıyla birleştirip gerçeği aramaya koyulsun..

Kur'ân'daki anlatımla, bu olay her insan için gerçek bir sınav anlamın­dadır. Öyle ki, programdan programcıyı anlamak gerekmez mi? Bu sonu­ca varan kimse sınavı kazanır; varamayan ise, kaybeder ve bedbaht olur.

İnsanın bu inceliklere nüfuz etmesi ve yüce yaratanın kusursuz düze­nini gorup işitmesi ve bu yoldan anlaması için kendisine gören göz işiten kulak, anlayan kalp ve kafa verilmiştir.                                             '

 

Her Akıl Sahibine İmân Gerek

 

Gerçekten biz, insana yol gösterdik; oya şükredici, ya da nankör inkarcı olur.»

Cenâb-ı Hak, bu âyetle insan aklına seslenmekte ve ona gereken des­teğin sağlandığına işarette bulunmaktadır. Zira akıl, insanoğlunun hayat dümenidir. Allah'a dosdoğru iman ise o dümeni idare eden yegâne güçtür. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak insanı akıl, zekâ, irâde ve anlayış gibi yetenek­lerle donatırken, diğer yandan ona Hakk'ı bilip kulluk etmesi, hakikati an­layıp yönelmesi, iki hayatın anlam ve hikmetini kavrayabilmesi için yol gös­teren kitap indirmiş ve peygamber göndermiştir.

Bütün bu lütuf ve inayetler insan içindir; onun yüksek değerlerin kıy­metini bilmesi ve bu şuurla CenâbHakk'a şükretmesi gerekmektedir.

O halde insan bunca yetenek, destek ve inayet düzeyinde ya hakikati anlar da şükreder, ya da basireti kapanır da kendini nefsin ve Iblîs'in dü­menine bırakarak inkarcı nankörlerden olur.

Bunun için ilâhi üslûp ve metodun bir tezahürü olarak Kur'ân'da ilâhî uyan ve belgeler dalga dalga aklın kulağına sevkedilmektedir.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, ilk insanın ve onun soyundan gelenlerin hılkat-larının oluşması üzerinden gecen zaman parçası içinde anılmaya değer bir hüviyette olmadığı konu edildi. Sonra da insanın biyolojik ve fizyolojik ge­lişme safhaları üzerinde durularak akla ışık tutuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, bunca delil ve belgelere rağmen inkârda ısrar edenlere hazırlanan elim azaba ve ölmeden önce Hakk'a dönüş, iyilik ve takva düzeyinde ömrünü değerlendiren sâlih kişilere hazırlanan uhrevı mükâfatlara değiniliyor.

 

Meali:

 

4-Hakikat biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alev alev kö­püren bir ateş hazırladık.

5-Şüphesiz ki, iyi kişiler, karışımı kâfur olan bir bardaktan içerler.

6-Bir pınardan ki Allah'ın kulları ondan içer de fışkırttıkça fışkırtır­lar.

7-Bunlar adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.

8-9- Allah sevgisi için (veya mala olan sevgilerine rağmen) fakire, yoksula, yetime ve esîre yedirirler. «Sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.

10-Şüphesiz ki biz,  asık suratlı  (yüzlerin asık olacağı) bir günde Rabbımızdan korkarız» (derler).

11-Allah da onları o günün şerrinden korudu ve yüzlerini ışıl ışıl ışı­lar hale getirip sevince erdirdi.

12-Sabretmelerine karşılık onları Cennet ve (oradaki) ipekle mükâ­fatlandırdı.

13-Orada tahtlara ve kanepelere yaslanırlar; orada ne güneş, ne de dondurucu bir soğuk görürler.

14-Cennet (ağaçlarının) gölgesi üzerlerine iyice sarkmış, meyveleri kolay toplanır şekilde onlara iyice yaklaştırılmışım.

15-Çevrelerinde gümüşten kaplar ve billurdan olan küpler dolaştırı­lır.

16-Gümüşten (işlemeli) billurları belfi ölçülere göre takdir etmişler­dir.

17-Orada zencefil karışımı kâse ile içirilirler.

18-Orada bir pınar ki, ona Selsebîl adı verilir.

19-Çevrelerinde hep taze kalan civanlar dolaşırlar. Onları gördüğün­de saçılmış inciler sanırsın.

20-Orada nereye baksan hep nîmet ve büyük bir mülk görürsün.

21-Üstlerinde ince yeşil ipekten ve ince ve kalın atlastan elbise I lunur. Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rabları onlara tertemiz bir içecek içirmiştir.

22-Şüphesiz ki, bu sizin için bir mükâfattır; çalışıp çabalamanız şire lâyık görülmüştür.

 

Küfür Bağlayıcı Bir Zincirdir

 

«Hakikat biz, kâfirler için zincirle demir halkalar ve alev alev köpüren bir ateş hazırladık.»

Küfür ve azgınlık, kişiyi haktan, faziletten alıkoyan bir zincir; hayır > iyilik yapmasına engel bir tasma; şehveti ve nefsanî hevesleri durmadc harekete geçirip kızıştıran bir ateştir. Bu bağlayıcı ve ters yana döndün kayıtlardan kendini sıyırıp kurtarmadan ölen kimseye, âhirette bu du gu ve amellerine uygun bir ceza hazırlanmıştır: Zincirler, demir halkalar \ alev alev köpüren ateşler..

İman ve sâlih amel ise, kişinin kalp gözünü ve baş yüzünü hakka v fazilete çeviren bir rahmettir. Kalbi insanî duygularla doldurur; gayr-i meç arzu ve isteklerin önünde bir sed oluşturur. Böylece mü'minin kalbin de serinletici tatlı bir hava, rahatlatıcı bir ümit sürüp gider. Âhirette onuı bu hoş haline karşılık, karışımı kâfur [7]olan rahatlatıcı ve neşelendiric meşrubat sunulur. Gönül açıcı pınarlar başında ferahlık içinde tatlı vakit ler geçirmesi sağlanır.

İşte bu nefis nimetler, sağlam imânın ve onun tabii ürünü olan sâlif amellerin karşılığıdır ki sonsuza dek sürüp gider. Zira imân denilen o nevî cevher paha biçilmez bir kıymet arzeder. Ne yazık ki, dünyada yüksek madeni bilip anlayanlar ve ona sahip olanlar azdır.

 

Mü'minin Övgü Değer Amelleri

 

«Bunlar adaklarını yerine getirir­ler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar..»

Cenâb-ı Hak bu âyetlerle, mü'minin dünyada iken işlediği o güzel amel ve ibâdetlerinden en çok övgüye değer olanlarından dört tanesini belirte­rek, özendirici bir anlatımla kalp ve kafalara neşter vuruyor:

1-Adaklarını yerine getirirler.

2-Sıkıntı ve üzüntüsü çok yaygın olan kıyamet ve âhiret gününden korkarlar.

3-Allah sevgisi için veya mala olan ilgilerine rağmen fakire, yoksu­la, yetime ve esire yedirirler.

4-Yüzlerin asık olacağı bir günde Rablarının vereceği cezadan en­dişe ederler.

Bu dört madde, insan hayatını bütün iyilik ve fazîletleriyle, dürüstlük ve feyizleriyle, düzenlik ve ahlâkî güzellikleriyle kapsamakta ve yansıtmak­tadır. Öyle ki:

Birinci madde, Allah'ın o mü'minlere farz ve gerekli kıldığı bedenî ve malî ibâdetleri ve kendilerinin adamak suretiyle kendilerine vacip.kıldık­ları adakları yerine getirmek suretiyle Hakk'a bağlılık ve vefa duygularını izhar ettiklerine,

İkinci madde, âhiret gününde adâlet-i ilâhiyenin kusursuz, ivazsız ve garazsız işle.eceğine inandıklarına ve ilâhî adaletin kılı kırk yararcasıria tecellisinden korkup ömürlerini, hem kendilerini, hem de .çevrelerini aydın­latan fazilet ve ahlâk meşalesiyle süslediklerine.

Üçüncü madde, dünyada helâlinden kazanıp bağlı bulunduğu aile ve topluma İyilik ve yardımda bulunmak suretiyle sosyal adaletin ve din kar­deşliğinin arızasız olarak ayakta durma'sma yardımcı olduklarına, '

Dördüncü madde, âhiret günündeki hesaba inandıkları için günlük iş­lerini ve duygu ile düşüncelerini, davranış ve beşerî münasebetlerini ona göre düzenlediklerine delâlet eder.

İşte semavî dinler ve özellikle son din olan İslâmiyet kitap ve sünne-tiyle insanı bu olgunluğa eriştirmeyi amaçlar.

 

Bu Olgunluğa Erişen Mü'minlere Verilecek Sonsuz Nimetler

 

CenâbHakk'ın değişmeyen sünnetlerinden biri de, «İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir» anlamındaki sözüdür. O bakımdan dünyada sözü edilen dört madde çerçevesinde ömrünün her gününü fedâkârlık, sabır, zerafet, anlayış, doğruluk, hayırhahlık ve hoşgörüyle değerlendiren mü'minler âhi­ret gününde on kadar üstün nimetle taltif edilirler:

1-Ebedî mutluluk yurdu Cennet ve orada hazırlanan ipekten çok üs­tün elbiselerle mükâfatlandırılma vardır,

2-Benzerleri olmayan tahtlara ve kanepelere yaslanırlar.

Cennet'teki gerek ipekler, gerekse taht ve kanepeler bütünüyle Ce­nâbHakk'ın kudret eliyle yapılıp işlenmiştir. Şüphesiz ki bunların tarifi mümkün değildir. Cenâb-ı Hak oradaki yüksek nîmetleri bizim anlayacağı­mız bir aniatımla haber verirken dünyada değer verdiğimiz nîmetlerin İsmi­ni kullanmaktadır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in beyanıyla, orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir gönülden geç­meyen nîmetler, makamlar ve dereceler vardır.

3-Cennet'te ne güneş, ne de dondurucu, üşütücü soğuk görürler.

Cennet'te güneş var mıdır, yok mudur? Âyetin zahirine bakılırsa, ora­da ne güneş, ne de dondurucu soğuk vardır. Şüphesiz bu anlatım iki ayrı yorumu mütehammildir: Birincisi, orada güneş yoktur, soğuk havayı mey­dana getirecek şartlarsa mevcut değildir. Orası bütünüyle ve devamlı su­rette Allah'ın cemal ve nur sıfatlarının tecellisiyle aydınlanır. Bu da yakıcı, terletici ve sıkıcı değildir; ışık ve enerjisi oranın şartlarına ve ortamına göre bir özelliktedir. İkincisi ise, orada başka bir güneş vardır; ancak o kudret eliyle düzenlenip dekore edildiğinden düzenli ağaçların gölgesi hep  vardır. Cennet ehlini rahatsız edecek hava yoktur.Bu yoruma bakılınca, Cennet'in büyüklüğü ve büyüklüğüne orantılı bir

.düzenlenme söz konusu olur ki, hareket halinde olan ve dünyadan milyar-

ilarca defa büyük olan Cennet'in ve onu aydınlatan güneşin veya benzeri bir ışık kaynağının konumu orada gece oluşturmamaktadır. Bu bakımdan Cennet'in gölgeleri süreklidir.

Müfessirlerin çoğu birinci yorumu sıhhatli kabul etmiştir. Nitekim Tef-sîr-i Hâzin'de: «Cennet olduğu gibi ışık ve aydınlıktır. Orada güneş ve ay'a ihtiyaç yoktur»  denilmiştir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de: «Şüphesiz ki Cennet'in havası, uza[8]yıp giden gölgeliktir. Orada ne sıcak, ne de soğuk vardır» buyurduğu riva­yet edilir. [9]

Ebû Abdillah Kurtubî ise şöyle yorumda bulunmuştur:

«Orada dünyadaki güneş gibi bir güneş ve yine dünyadaki ay gibi bir ay görülmeyecektir. Cennetlikler devam eden gölgededirler; ne gece vardır, ne de gündüz; orası hep aynı aydınlık (ve ısı ortamında) sürekli aydınlık­tır.»

Bazı âyetlerde, örneğin Meryem Sûresi 62. âyette : «Cennet'te boş, an­lamsız bir söz değil, sadece «selâm» işitecekler. Onların orada sabah-ak-şam rızıkları hazırdır» buyuruluyor. Şüphesiz bu, anlamamızı kolaylaştır­mak ve belli öğünlerde yemek yenildiğini, rastgele, düzensiz yenilmeyip ih­tiyaca göre programlandığını belirtmek içindir.

4-Cennet (ağaçların)ın gölgesi üzerlerine iyice sarkmış, meyvaları kolay toplanır şekilde onlara iyice yaklaştırılmıştır.

Tecelli edip süreklilik arzeden ilâhî nurun sağladığı aydınlık ve göl­gelik tam huzur vericidir ve ağaçlardaki meyvalar ise, hep rahatlıkla kopa-rılacak bir yakınlık ve özelliktedir. Tabii biz ne gölgeliğin, ne de meyvaların keyfiyetini bilemiyoruz. Orada meyva dahil bütün gıda maddelerinin posası yoktur. O bakımdan cennetliklerin sindirim sistemi de çok değişiktir. İdrar ve dışkı söz konusu değildir; yani insanın dünyada iken dışarıya attığı bu artıklar orada bütünüyle kalkmış oluyor. Bunun için de cennette çer çöp, hava kirliliği yoktur.

5-Cennet'teki ağaçların son derece mükemmel düzenlendiği, taşı­dıkları meyvaların hem çok çeşitliliği, hem koparmak isteyenlere yaklaştı-rılması tarifi mümkün olmayacak bir görünüm arzetmektedir. Dünyada bu­nun bir benzeri söz konusu olmadığından, Cenâb-ı Hak, dünyadaki bahçe ve ağaçların ismini kullanarak onları bize anlatıp anlamamızı kolaylaştır-tırmakta ve oranın çarpıcı, büyüleyici güzelliği hakkında ip ucu vermekte­dir.

6-Cennetliklerin çevresinde gümüşten kapların, billurdan   küplerin dolaştırılacağına gelince: Orada   gılmanlar ve melekler aralıksız   hizmet ederler ve insanların huzur ve neşe duymaları için emre hazır beklerler. Gümüş kaplar konusu ise, ayrı bir güzellik arzetmektedir. Şöyle ki: Gümüş madeni, kükürtlü havayla temasa geçtiği takdirde hem kararır, hem de toz­lanarak kirlenir. Cennet'te ne kükürtlü hava, ne de toz vardır. Aynı zaman­da oradaki gümüşde ayrı bir özellik taşır ki, onun bir benzerinden söz et­memiz mümkün değildir.

Gümüşle işlemeli billur bardaklar ve taslar ise, ayrı bir zevk ve ilgi işi­dir. Billur, bilindiği gibi, bazı cisimlerin aldıkları geometrik şekillere denil­diği gibi, kristallaşan maddelere de denir. Şüphesiz Cennet'teki billurların çok daha değişik ve insan zevkine çarpıcı şekilde hitap edecek bir özellik­te olduğunu söyleyebiliriz.

7-Zencefil karışımı meşrubat sunulacağına gelince: Bu, yine bizim anlayıp az da olsa kavramamıza yönelik bir anlatım tarzıdır.

Bizim «zencefil» dediğimiz bitki, sıcak ülkelerde yetişir. Hoş kokulu, iş­tah açıcı özelliği vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye neden olmaz. Sindirimi çok kolaydır. Hekimlikte de kullanılır. Ancak İbn Abbas'ın (R.A.) dediği gi­bi, Cennet'teki zencefil apayrı bir nefasettedir, dünyadakine hiç benzemez.

8-Selsebil pınarına gelince: Bunun özelliği kısmen olsun isminden anlaşılıyor.

Selsebil, üç şekilde yorumlanmıştır:

a) Bu bir pınardır ki, cennetliklerin irâde ve arzularına uygun bir akış ve yayılış arzeder ve o sürekli bu özelliğini korur.

 b)Bu pınar Arş'ın altından veya Adn Cenneti'nden kaynaklanıp dü­zenli şekilde akar ve herkesin yararlanmasından yana bir düzenleme plâ­nı arzeder.

c) Boğazdan çok rahat ve zevk veren bir akışla inip geçtiği için bu is­mi almıştır.

9-Cennetliklerin çevresinde hep taze vildan dönüp dolaşır. Bunlar düzenli çalışıp dizilen inciler misali bir görünümdedirler.

Şüphesiz bunca ilgi ve hizmet, cennetlik olan mü'minin Allah yanın­daki değerini ifade etmekte ve her şeyin onun için yaratıldığını göstermek­tedir.

Aynı zamanda bu, Cennet'in kusursuz bir plâna ve programa göre oluşturulduğunun bir başka anlatımı sayılır.

Hizmet eden vildanlar bile hep yaşıt, eivan ve inci misali düzenli, çe­kici ve çarpıcıdırlar. Öyle ki, hepsi de programlı hizmet eder ve bu durum sürüp gider.

10-Cennet son derece büyüktür. Orada nereye bakılırsa, hep nîmet ve göz kamaştıran muhteşem mülk görülür. Milyarlarca insanları ebediyen barındırıp huzura, rahata ve güvene eriştiren bu bol nîmet yurdunun şüp­hesiz büyüklüğünü tasavvur etmek bile çok zor.. Ancak fezaya dev teles­koplarla bakıldığında dünyadan milyarlarca defa büyük yıldızların bulunduğu görülebilmektedir. Bu, Cennet'in büyüklüğü hakkında az da olsa insa­na ip ucu verebilmekte ve Kur'ân'ın bu konuda ne demek istediğini anla­mamıza yardımcı olmaktadır.

Bütün nîmetler ve sonsuz mutlulukların hepsi gerçek mü'minler için ilâhî mükâfat olarak önceden belirlenip yerine konulmuştur. Tıpkı, ilk insan Âdem (A.S.) nasıl yeryüzüne indirilmeden önce, onun rahat yaşayabilmesi için her şey önceden hazırlanıp proğramlanmışsa, bu da öyle.. Dünyada iken ibâdet ve taâtleri şükre lâyık, mükâfata seza görülenler hakkında ilâ­hî rahmet ve inayetin bu tarz tecellisinin safha safha haber verilmesine gelince : Her yanıyla mü'minlerin imânını, ebedî saadete aşk ve şevklerini artırmaya; inkarcıları inatlarından kurtarıp doğru yolu seçmelerinde duygu ve düşüncelerini yönlendirmeye yönelik bir hikmeti içermektedir.

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, dünya hayatını hikmetinin aksine bir doğrultuda heder eden inatçı kâfirlere hazırlanan elîm azabın safhalarına değinildi. Onların hilâfına ömürlerini ilâhî nizam ölçülerine göre değerlendiren mü'-minlere hazırlanan sonsuz nimetlerden bir kısmı müjdelenerek onların imân ve irfanının artması istendi.

Aşağıdaki âyetlerle, indirilen Kur'ân'ın insan hayatını en güzel şekil­de programladığına işaretle, bu düzeyde sabırlı çalışmada bulunmamız emrediliyor. Yolunu kaybeden şaşkın inkarcılara, suçlu günahkârlara uy­mamamıza parmak basılarak gereken uyarı yapılıyor. Sonra da gece-gün-düz düzenli, sistemli ibâdette bulunmanın lüzumu konu ediliyor.

 

Meali:

 

23-Gerçekten biz sana Kur'ân'ı parça parça indirdik.

24-O halde Rabbının hükmüne (O'nun hükmü yerine gelinceye ka­dar) sabret; onlardan hiçbir günahkâra ve nanköre uyma.

25-Rabbının ismini sabah-akşam an..

26-Gecenin bir bölümünde O'na (Rabbına) secde et ve geceleyin uzun bîr süre O'nu teşbihe devam eyle.

27-Hakikat bunlar tezelden dünyayı arzulayıp  seviyorlar  (sadece onunla yetinmek istiyorlar). Önlerindeki ağır (hesap ve sorumlulukların dik­kate alınacağı) bir günü terkediyorlar.

28-Onları biz yarattık ve eklemlerini biz pekiştirip sağlamloştırdık. Dilediğimiz zaman değişikliğe uğratıp onların yerine benzerlerini getiririz.

29-Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık isteyen Rabbına bir yol tutar.

30-Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet sahibidir.

31-Dilediği kimseyi rahmetine alır; zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap hazırlanmıştır.

 

Parça Parça İndirilen Kur'ân Güven Ve Başarı Kaynağıdır

 

«Gerçekten biz sana Kur'ân'ı parça par­ça indirdik.»

İslâmiyetin doğduğundan bu güne ve kıyamete kadar Kur'ân hep mü'-minlerin güç ve teselli kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Zi­ra aile, toplum ve milletlerin sıkıntısını giderecek, dertlerine deva olacak, hayatlarında düzen, güven ve huzuru sağlayacak her çare Kur'ân'da mev­cuttur. Nitekim bu âyetlerin indiği yıllarda Müslümanlar çok sıkıntılı günler geçirmekte idi. Onlar enerji ve huzur havasını inen âyetlerde bulmakta ve insan üstü bir gayretle son dinin yayılmasına hizmeti kendilerine farz bil­mekteydiler. Bu uğurda başta canları olmak üzere her şeylerini feda et­mekte tereddüt etmeyecek bir çizgiye gelmiş bulunuyorlardı. Âhiret yurdun­da kendilerine va'dedilen sonsuz nimet ve mutluluk konusunda en küçük bir şüpheleri yoktu. Zaten imân bu noktaya yükselince artık onun önündeki en büyük engeller bile küçülmeye başlar ve her türlü tehlike hakîr görülür.

Kur'ân-ı Kerîm'in 23 yıla yakın bir süre parça parça inmesinin birçok hikmetleri vardır. Önce ilk müslümanların günlük meselelerini çözmek, uğ­radıkları sıkıntılarını hafifletmek ve onlar için en büyük teselli kaynağını ilham etmek söz konusuydu. Konumuzu oluşturan âyetlerde bilhassa bu hikmete işaret edilmektedir. Sonra da kolay ve hatasız ezberlenmesi, ha­fızalarda silinmemesiyle derin iz bırakması ikinci sırada yer alıyor.

Tevrat ve İncil'in ise, bir defada toplu halde indirildiğini söyleyenler çoğunluktadır. Zira bu iki kitap yalnız İsrail oğulları'nı irşad edip hayat­larını ilâhî nizama uygun düzenlemelerini sağlamak üzere indirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ise, bütün kavim ve milletlere, aynı zamanda son kitap ve son mesaj olarak kıyamete kadar hükmü baki kalacak özellik ve muhteva­da Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka edilmiştir.

Ayrıca Kur'ân'ın parça parça indirilmesi, yukarıda belirttiğimiz iki se­bep ve hikmetten başka birçok faydaları da beraberinde getirmiştir. Onları kısaca şöyle belirtebiliriz:

a) Müşriklerin aralıksız sataşma ve saldırısının mü'minlerin ruhları ve sinir sistemleri üzerindeki olumsuz tesirini gideriyor ve böylece onlara yep­yeni bir kuvvet ve ümit kapısı açıyordu.

b) Her âyet yeni bir bilgi ve  irfan sahifesini  oluşturuyor; dayanma gücünü ilham edip geleceğe daha güvenie bakılmasını telkin ve tavsiye ediyordu.

c) Olaylar hedef seçilerek âyetler ona göre iniyor ve iniş sebebinin bilinmesiyle ilâhî murad daha iyi anlaşılıyordu.

d) Bu suretle vahiy heyecanla bekleniyor ve ilâhî kelâmın ruhlara ve­receği gıda ve mesaja vücutlar kulak kesiliyordu.

e) Münafıkların hareket alanı daraltılıyor ve İslâm aleyhine aldıkları gizli ve sinsi kararlara atıflar yapılarak onların cesareti kırılıyordu.

f) Cenâb-ı Hak ile mü'min kulları arasında cereyan eden vahyin de­vamlılığı sağlanıyor; büyük melek Cebrail'in sık sık inip yeryüzüne rahmet ve bereket saçması; ruhlarda filizlenip yükselen imânın daha da kuvvet­lenme imkânı doğuyordu.

 

Her Konuda Tekâmül Ve Kademeli Uygulama

 

«O halde Rabbının hükmüne (O'nun hükmü yerine gelinceye kadar) sabret..»

CenâbHakk'ın ezelî âdetlerinden biri de, yaratmada tekâmüle doğru kademeli bir gelişmeyle gitmek; olumlu sonuçları elde etmek için adım adım ilerlemeyi sürdürmektir. Kur'ân'da sık sık «sabır» tavsiye edilmesi­nin hikmetlerinden biri budur. Hedef belli olduktan sonra, ona ulaşabilme­nin İmkân ve çarelerini düşünmek ve mevcut şart ve ortama göre bir plân hazırlamak mü'minin başlıca görevidir. Bu konuda acelenin yeri ve anlamı yoktur.

Yukarıda «fasbir» emrini daha iyi anlayabilmemiz için birkaç misalle yaklaşımda bulunmamızda fayda vardır :

a) Hz. Muhammed'e (A.S.) peygamberlik payesi verilebilmesi için Onun 40 yaşına girmesi, yani bu yaş çizgisine, tekâmül ederek, gelişme kayde­derek gelmesi plânlanmıştır.

b) Kırk yaşından sonra da Onun, ruhunun inen vahyi kaldırabilmesi için bir hazırlık dönemine sokulması gerekmiş ve böylece vahiy önce rüya ile başlamış ve bu hal altı ay kadar sürmüştür.

c) İndirilen âyet ve hükümlerin amaç ve hedefine ulaşabilmesi İçin 23 yıllık bir süre belirlenip parça parça indirilmesi programlanmıştır.

d) İslâmiyetin kök salıp önce bir şehir devleti kurabilmesi için 13 yıl­lık sabırlı bir dönemin geçmesi ve çetin mücadeleler verip birçok sınav­lardan geçilmesi ezelî çizgide belirlenmiştir.

Sonra da Medine'ye hicret, savaşa izin, Mekke'nin fethi hep sabırlı bir çalışma, sistemli bir mücadele ve ilâhî hükmün inmesini acele isteme­me  ile gerçekleşebilmiştir.

24. âyetle bu önemli konu açıklanarak mü'minlere kıyamete kadar en sağlam kıstcfe ve statü verilmiştir. Sonra da Kur'ân'a bu çerçeve içinde imân eden kişilerin hiçbir inkarcı nanköre, ahlâkan düşük günahkâra uy­maması emrediliyor. Çünkü Kur'ân'ı okuyup ondaki hayat nizamını kavra­yan ve önce kendi nefsinde uygulayan mü'min medenîdir, bilgili ve kültür­lüdür. Sahip olduğu işin, sanatın en güzelini yapıp insanlığın hizmetine vermek onun şiarıdır. Aynı zamanda günlük yaşayişıyla örnek bir düzeyde olması; söz ve davranışlarıyla Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek ahlâkından - pırıltılar yansıtması değişmeyen yoludur. O bakımdan mü'min, başka mil­letlere tabi (uydu) olmaz; o anasından metbu' (yani uyulacak, misal edi­nilecek) bir ruh ve cevherle doğar ve öyle yaşar.

 

Rabbımızın İsmini Sabah-Akşam Anmamız  Emrediliyor

 

«Rabbının ismini sabah-akşam an.»

Hiçbir ilâç ruha ve kalbe namaz ve Allah'ı anmak kadar şifâ sağlayıcı, hiçbir dost ve yakın Cenâb-ı Hak kadar huzur ve güven verici değildir. Özellikle fırtınalı dönemlerde, küfür ve ahlâksızlığın cirit attığı, sahnede rol aldığı zamanlarda imân selâmetine erişmek; iffetli, şerefli ve ahlâklı bir hayat sürmek için Allah'a daha çok yakın olmamız, kalbimizi O'nun sevgi ve korkusuyla doldurmamız ve beş vakit namaza kemal-i huzurla devam etmemiz emredilmektedir. Çünkü böyle bir inanç ve yöneliştir ki hayatımıza gerçek anlamda mana ve renk kazandırır ve temel duygula­rımızı en iyiye, en doğruya ve en güzele yönlendirir.

İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve yakın arkadaşları bu yüksek irfan ve anlayış içinde manevî silahın en güçlüsüne sahip bulunuyor, her çeşit şarlatanlık, ölçüsüzlük ve saldırıyı bununla savıyorlardı.

«Sabah-akşam Rabbının ismini an!.» emri daha çok sabah, ikindi, ak­vam ve yatsı namazına işarettir. Diğer bir yorumla, sabah, öğle ve ikindi namazlarına; gecenin bir bölümü ise, akşam, yatsı ve teheccüd namazına işarettir.

Aynı zamanda bu, gece ve gündüz sık sık Allah'ı zikredip ruhen arın­mayı, ilâhî füyuzata gönül kapısını açmayı öğütlemektedir.

 

İnkarcı Nankörün Yüzü Ve Kalbi Maddeye Bakar

 

«Hakikat bunlar tezelden dün­yayı arzulayıp seviyorlar (sadece onunla yetinmek istiyorlar). Önlerindeki ağır (hesap ve sorumlulukların dikkate alınacağı) bir günü terkediyorlar

Âhirete inanmayan maddecinin dünya geçiminden, şehevî duygusunu tatminden başka bir düşüncesi yoktur. Ölünce silinip ebediyen yok olaca­ğını, vücudunun parazitlere ve toprağa dönüşeceğini hesaba katarak bü­tün arzu ve emellerinin ölmeden önce yerine gelmesini ister ve önünde ağır bir hesabın kendisini beklediğine ihtimal bile vermez. O yüzden iç disiplin­den mahrum yaşar. Kendisini meşru olmayan yollardan alıkoyan manevî hiçbir müeyyide onun için söz konusu değildir.

27. âyetle inkarcıların bu gibi duygu ve düşüncelerine dikkat çekiliyor, onların nasıl bir kararsızlık ve ümitsizlik içinde dünya hayatına dört elle sarıldıkları tasvîr ediliyor.

 

Akla Seslenmek, İlmî Bilgiler Vermek Kur'ân'da Yer Alan Metodlardan Biridir

 

«Onları biz yarattık ve  eklemlerini biz pekiştirip sağlamlaştırdık. Dilediğimiz zaman değişikliğe uğratıp onların yerine benzerlerini getiririz.»

Kur'ân'da hâkim olan ilâhî metodlardan biri de, önce olaylara ve on­ları oluşturan sebep ve illetlere ışık tutup duygulan yönlendirmeyi ön plâ­na almak ve sonra da aklı harekete geçirmek için ana fikir mahiyetinde temel malzeme vermektir.

27. âyetle Hakk'ı red ve inkârın insanı nasıl maddeleştirdiği belirtildik­ten sonra 23. âyetle aklı aydınlatır anlamda ilmî fikirler ve temel bilgiler veriliyor. Şöyle ki: İnsanın biyolojik ve fizyolojik açıdan incelenmesi, ana­tomik yönden üzerinde durulması isteniyor. Çünkü hangi organa bakacak olursak, onda mutlaka çok yüksek bir sanatın izini, patentini görmek müm­kündür. Kulak ve üzerindeki kıvrımları, içindeki zarf ve farklı biçim ve yapı­daki kemikleri hep ince bir hesabı, cok kudretli sanatkârı yansıtır. Göz ve oluştuğu tabakaları, taşıdığı özellikleri akıllara durgunluk veren çok ma­hir bir kudretin kusursuz işleyişini gösterir. Eller, farklı uzunluktaki parmak­lar ve taşıdığı eklemlerle kavrama olayını en iyi şekilde sağlayıp istenilen hizmeti vermeye uygun olduğunu gözler önüne serer. Diğer organlar da böyle, her biri ince bir hesaba göre düzenlenip hizmete sevkedildiğini is-batlar. Tesadüfler, rastgele bir tekâmül; plânsız, programsız, hesapsız ve kitapsız bir gelişme ve zaman aşımı bu kadar mükemmel bir eseri vücuda getirebilir mi? İnsan zekâsının güzel  eserlerinden biri  olan  bilgisayarın kendiliğinden bu duruma geldiği uzman hiçbir el dokunmaksızın basitten mükemmele doğru adım adım ilerleyip bugünkü ölçüsünü bulduğu söyle­nebilir mi? İnsan beyni hiçbir elektronik cihazla kıyas edilemiyecek kadar mükemmelin de üstünde hârika bir eser değil midir? Milyonlarca sinir hüc­relerini taşıyan bu organ, hiçbir zekânın çözemiyeceyi incelikte bir faa­liyet içinde bulunmuyor mu? Ya kabuğundaki özelliklere ne demeli?

Şüphesiz bu misalleri çoğaltmak mümkündür; ama gerek de yoktur. Aklını imân ve irfanla birleştiren kimseye bir misal yeter..

 

Ölenlerin Benzerlerinin Yaratılması

 

28. âyetle, bitkilerde olduğu gibi, insan ve diğer canlılarda da ölenle­rin yerine benzerlerinin getirilmesi ve hayatı idame kanununun hükmünün yürütülüp hedefine doğru ilerlemesi konu edilerek hilkatin sır ve hikme­tinden haber veriliyor. Kuruyup çer-cöp haline gelen bitkilerin tohumların­dan veya kök ve sporlarından nasıl benzerleri yaratılıyorsa, İnsanların da sperma ve yumurtanın birleşmesiyle benzerleri yaratılıyor. Hayatı böyle­sine bir yanlışlığa meydan vermeden devam ettiren yüce kudreti bilip inan­mamız için başka belgelere ve delillere ihtiyaç var mıdır? İnsanın bizzat hılkatındaki incelik ve özellik Hakk'ın varlığını, birliğini ve kudretinin sınır­sızlığını yansıtıp isbat etmektedir. Onun için insanoğlu bu çizgide serbest bırakılmıştır. Aklına, zekâsına, irâde ve idrâkine yardımcı olacak peygam­ber ve kitap gönderilmek suretiyle o, taşıdığı bunca yetenek ve imkânlarla kulluğunun güç getirebileceği teklifin sorumluluk arzeden düzeyinde tu­tulmuştur.

Ezelî kalemin çizdiği değişmez. Cenâb-ı Hak hikmeti gereği sözünün, yani va'dinin hilâfına tecellide bulunmaz. Çünkü O'nun her işi hikmete da­yalıdır, plânlanıp ve programlanmıştır. O, herkesin doğru yolu'bulup seç­mesini ister, ama müdahale etmez ve hiç kimseyi zorlamaz. Uyarır, bilgi verir, yol gösterir ve sonra da kişiyi hür iradesiyle başbaşa bırakır. Ka­vim ve milletleri, Hakk'ı red ve inkârı ahlâksızlık ve azgınlıkla birleştirip önü alınmaz bir dereceye getirmedikçe yok etmez. O bakımdan Mekkeli müşriklerin inkârda ısrar etmelerine rağmen Cenâb-ı Hak onları helak et­medi. Çünkü onların çoğu veya yarısı henüz o çizgiye gelmemişti. Aynı zamanda çoğu yakın gelecekte iman edecekti. Bu hikmete mebni hicret olayı meydana geldi; arkasından Bedir Savaşı, diğer savaşlar ve Mekke'­nin fethi  birbirini  izleyerek müşrikler hüsrana uğratıldı.

İnsanın hür iradesi zorlanamaz.

Kur'ân, insan aklına yer ve değer verdiği kadar, onun hür irâdesi üze­rinde bir baskı unsuru da olmaz; doğru yola irşâd eder, ama onu zorla itmez; irâdesinin hilâfına ondan imân ve dindarlık beklemez. İnsanlara dini, din­darlığı, Allah'ı ve peygamberi zorla sevdirmeye kalkışmaz. Çünkü imân ve irfan bütünüyle kalbe, irâdeye, anlayışa ve sevgiye dayanır. Dosdoğru inanan, inandığı kudreti sever ve saygı duyar. O bakımdan insanları bir kişiyi sevmeye, bir ideolojiyi benimsemeye zorlamak, tehdit etmek kadar âdi bir düşünce olamaz.

Kur'ân-ı Kerîm 1400 yıl önce insanlara bu doğrultuda seslenerek hem zorba zâlimleri uyarmış, hem de insana şahsiyet kazandırmayı amaçla­mıştır. 29. âyetle bu gerçek şöyle açıklanmaktadır: «Şüphesiz ki bu bir öğüttür. Artık isteyen Rabbına doğru bir yol tutar.»

 

 

 

 

Allah Dilemedikçe Siz Dileyemezsiniz

 

«Allah dilemedikçe siz dileye­mezsiniz. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet sahibidir.»

Bizim yaratılmamız ve bulunduğumuz ülkede dünyaya gelmemiz; belli bir aile ve çevre içinde yer almamız bizim isteğimiz ve irâdemizle gerçek­leşmemiştir. Bütün bunlar ilâhî meşietin teaellisiyle vücut bulmuştur. O, ezelde sonsuz ilmiyle, meşietiyle nasıl bir plân hazırlamışsa öyle oluyor.

Dünyaya gelip teklif cağına ayak basınca, yani reşîd olunca irâdemi­ze yer veriliyor; ilâhî buyruklar tebliğ edilerek yönlendirilmek isteniyoruz. Bu noktada biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Şöyle ki: Tebliğ ve irşad-dan sonra durum bir yandan kulun irâdesine bırakılırken diğer yandan CenâbHakk'ın irâdesinin hâkim olduğu belirtilerek «O dilemedikçe siz di­leyemezsiniz» buyuruluyor. Dış görünümüyle, «insan belli bir çizgide ilâhî irâdeye bağlı kalıyor» sonucu ortaya çıkıyor. O, kulun doğru yolu bulmasını isterse, kul doğru yolu bulabiliyor; dilemezse bulamıyor. Bu mânayla İn­san neden sorumlu tutuluyor? Âyetin asıl delâlet ettiği mana ve hükmü tesbit etmeden sırf zahirine bakacak olursak Kaderlyye ve Cebrivye mez­heplerinin iddialarının isabetli olduğu duygusu uyanıyor. Oysa mesele çok ciddi ve son derece incedir. Hikmeti kavranmadıkça sonuç çıkarmak çok zordur. 30. âyetle Cenâb-ı Hak kendisiyle kullan arasına koyduğu imkân ve irâde çizgisinden; diğer bir anlatımla hidâyet çizgisinden söz etmekte­dir. Şöyle ki: İnsan akıl, zekâ ve iradesiyle, aldığı dinî öğüt ve bilgiyle o sınıra gelmedikçe Allah'ın yüksek irâdesi tecelli etmez ve o sebeple de kula hidâyet kapısı açılmaz.

Hemen her konuda bu sınır önümüzde bulunmuyor mu? Tarlasını sür­meden, emeğini ortaya koymadan kuru toprağa tohum serpmek istenilen neticeyi vermez. İnsan burada da kendine düşeni lâyıkıyla yerine getir­mekle yükümlüdür; ondan sonrası ilâhî meşiete kalır. Artık o noktada Ce­nâb-ı Hak dilemedikçe kul dileyemez; O'nun hidâyet ve yardımı tecelli et­medikçe, kul doğru yola giremez ve başladığı işte istediği neticeyi alamaz.

Konuyu şöyle özetleyebiliriz:

Bir zorlama veya insan irâdesinin geçersizliğini ortaya koyma diye bir hüküm yoktur. Tamamıyla sözünü ettiğimiz imkân ve irâde sınırına kadar erişme olayı söz konusudur. O çizgiye gelindiğinde ilâhî irâde ve hidâye­tin tecellisi her türlü irâdenin üstünde rol oynar; dilediğine hidâyet kapısı­nı açar, dilediğine açmaz. İrâdesini kullanmayan, o sebeple de belirtilen çizgiye kendini getirmeyen kimseye ise, hidâyet kapısı açılmaz. Ancak bu­nun bazı istisnaları olabilir.

Konumuzu oluşturan bu âyet-i celîle, üzerinde hayli yorumlar yapıl­mış, ciltlerle kitap meydana getirecek kadar tartışmalara, farklı görüşlere neden olmuştur. Ama âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü İçinde, değerlendi­rip incelediğimizde ve itikadî anlamda temel kuralları dikkate aldığımızda karşımıza sözünü ettiğimiz «imkân ve irâde sınırı» çıkar. Sorumluluk ve teklif kula, hüküm Allah'a aittir.

 

İnsanoğlunun Önüne İki Yol Konulmuştur

 

Hayata gözlerini açıp ergenlik çağına ayak basan her insanın önünde iki yol bulunmaktadır:

1-Rahmet, inayet ve saadet yolu,

2-Azap, mihnet ve felâkete uzanan yol..

Bu birbirine zıt iki yolu ayırt etmek için insana akıl, zekâ, irâde, id­râk ve anlayış yeteneği verilmiş ve bunlara destek olup doğruyu gösteren kitap ve peygamber gönderilmiştir. Sonra da insan bu iki yolun başında serbest bırakılmıştır. Hangi yolda yürümeyi tercih ederse, meşiet-i ilâhiye o yönde tecelli eder.

Onun için 31. âyetle: «Dilediği kimseyi rahmetine alır; zâlimlere gelince;Onlar için elem verici bir azap hazırlamıştır» buyurulmaktadır.

Bunun için diyoruz ki: Rahmet yolunu seçene rahmet ve onun tabii neticesi olan sonsuz saadet kapısı açılır. Yanlış yolu seçene ise, azap ve bedbahtlık kapısı açılır. Her iki durumda da kişinin irâdesi rol oynamakta ve ilâhî irâde ona göre tecelli etmektedir. Rahmet yoluna girenlere Ce-nâb-ı Hak dilerse hidâyet nasip eder. Azap yoluna girenlere de, dilerse ebedî azabı gerekli kılar. Bu noktada O dilemedikçe kimse dileyemez.

İnsan sûresine, insan üzerine zamandan gelip geçen döneme değini­lerek başlandı ve ilâhî meşiet ve hidâyet tecellisi konu edilerek sûre nok­talandı.

Bizi bu sûrenin de tefsîrine muvaffak kılan CenâbHakk'a hamd-u se­nalar; O'nun âyetlerinin hikmet ve esrarını bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-ü selâmlar olsun..

 



[1] Bilgi için bak :  Lübabu't-te'vİl:   4/337-  Tefsîr-i Kurtubî:   19/118-  Fet-hü'1-kadir : 5/343

[2] Lübabu't-te'vîl: 4/338

[3] Müslim/birr: lll-Ahmerî: 229, 240, 254

[4] »

[5] »  /kader: 25

[6] Ahmed: 2/323

[7] Kâfur : Hindistan'da yetişen bir ağacın reçinesinden İmal edilen beyaz, nefis kokulu ve serinletici, ferahlatıcı bir maddedir. Ancak Cennet'tekİ kâfur bu­nun çok üstünde bir özellik taşır.

[8] Lübabu't-te'vîl : 4/340

[9] Tefsir-i Kurtubî: 19/138 (Hadîsin kaynağını tesbit edemedim).