Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
İnsan Üzerinden Geçen Zaman Parçası
İnsanin Yaratılışındaki İlâhî Sanatın Eşsizliği
Bu Olgunluğa Erişen Mü'minlere Verilecek Sonsuz Nimetler
Parça Parça İndirilen Kur'ân Güven Ve Başarı Kaynağıdır
Her Konuda Tekâmül Ve Kademeli Uygulama
Rabbımızın İsmini Sabah-Akşam Anmamız
Emrediliyor
İnkarcı Nankörün Yüzü Ve Kalbi Maddeye Bakar
Akla Seslenmek, İlmî Bilgiler Vermek Kur'ân'da Yer Alan Metodlardan
Biridir
Ölenlerin Benzerlerinin Yaratılması
Allah Dilemedikçe Siz Dileyemezsiniz
İnsanoğlunun Önüne İki Yol Konulmuştur
Tabiîn'den Mücahid ve Katade'ye göre, sûrenin tamamı Medine'de inmiştir. Cumhurun
da tesbit ve görüşü böyledir. İbn
Abbas (R.A.),, Atâ' b. Yesar
ve Mukatil'e göre, Mekke'de inmiştir. Diğer bazı ilim
adamlarına göre, 24. âyeti dışında tamamı Medine'de inmiştir. el-Hasan ile İkrime de bu görüştedir. Mâverdî'ye
göre, baştan 23. âyete kadar Medine'de, gerisi Mekke'de inmiştir. [1]
Birinci âyetinde,
«İnsan üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki..» cümlesiyle insandan
söz edildiği için, bu aynı zamanda sûreye isim olmuştur. Ayrıca sûreye «Hel etâ» sözüyle başlandığından
ona «Hel etâ sûresi» de
denilmiştir.
Kurtubî'nin İbn Vehb
ve İbn Zeyd'den rivayet
ettiğine göre: Siyahî bir adam Resûlüllah'ın (A,S.)
yanında oturmuş, birtakım şeyler soruyordu. Onun soruları uzayınca-Hz. Ömer (R.A.) dayanamadı ve o siyahiye: «Resûlüllah'a (A.S.) ağırlık yapma!» diye uyarıda bulundu. Resûlüllah (A.S.) Ömer'e dönerek: «Ey Hattab'ın
oğlu! Onu kendi haline bırak» buyurdu ve çok geçmeden
bu sûre indi. Resûlüllah (A.S.) inen âyetleri okumaya
başladı; derken cennetin sıfat ve özelliklerini anlatan âyetlere gelince,
siyahî heyecanlandı ve kendisine bir titreme geldi ve oracıkta ruhunu teslim
etti. Resûlüllah (A.S.) yanında bulunanlara şöyle
buyurdu: «Arkadaşınızın veya kardeşinizin cennete olan şevki ve arzusu onun
ruhunu bedeninden çekip aldı.»
Kuşeyrîye göre, bu sûre Ali b. Ebî Tâlib (R.A.) hakkında inmiştir.
Âyet sayısı
: 31
Kelime »
: 240
Harf » :
1054 [2]
1-İnsanın yaratrjması ve bu olayın çok gerilere uzandığı
bildiriliyor.
2-Hakk'a
inanıp O'nun nimetlerine karşı şükreden kullarla, bile bile inkârda ısrar eden
sapıklara verilecek karşılığa değiniliyor ve bu konuda duygu ve düşünceler
yönlendirilmek isteniyor.
3-Peygamber
(A.S.) ve dolayısıyla Onun yolunda yürüyenlere sabır tavsiye ediliyor ve gece
ibâdetine devam etmeleri isteniliyor.
4-Zâlimler
için elem verici bir azabın hazırlandığına değinilerek, zorba mütecavizler
uyarılıyor.
Enes b. Mâlik (R.A.)den yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'in
şöyle buyurduğu bildiriliyor:
«Allah, Adem'i
cennette şekillendirdikten sonra dilediği kadar onu o vaziyette bıraktı. İblis
ise, bu arada sık sık o şekillenmiş cisme uğruyor,
dikkatle bakıyordu; derken içinin boş olduğunu gördü. Anladı ki o sözünde
durmayacak, nefsine sahip olamıyacaktır.» [3]
«İnsanların hemen
hepsi sabahleyin kalkar da ya nefsini satıp onu helak
eder ya da onu azâd edip hürriyetine
kavuşturur.»
[4]«Doğan her çocuk fıtrat (Allah ve din duygusu) üzere
doğar; tâki dili açılıp konuşmaya başlar. İşte o
zaman ya şükreder, ya da
nankörlükte bulunur.»
[5]«Evinden dışarı çıkan her kişinin mutlaka kapısında
(manevî anlamda) iki bayrak bulunur. Onlardan biri meleğin elinde, diğeri
şeytanın elindedir. Eğer Allah'ın sevdiği bir iş için çıkıyorsa, melek
elindeki bayrakla onu takip eder ve evine dönünceye kadar o, meleğin bayrağı
altında olur. Bunun aksine Allah'ın sevmediği bir işi İçin çıkıyorsa, şeytan
elindeki bayrakla onu izler ve o evine dönünceye kadar şeytanın bayrağı
altında bulunur.» [6]
1-İnsan
üzerine zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki, o anılmaya değer bir şey
değildi.
2-Şüphesiz
ki biz, insanı bileşik bir nutfeden yarattık da onu
denemekteyiz. Bu sebeple onu işiten ve gören yaptık.
3-Gerçekten
biz, insana yol gösterdik; o ya şükredici, ya da nankör inkarcı olur.
«insan üzerine
zamandan öyle bir dönem gelip geçti ki, o anılmaya değer bir şey değildi.»
İnsan, Allah'ın ezelî
kalemiyle şekli çizilen. O'nun kudret eliyle şekillendirilen ve değişmeyen
biyolojik kanunlarla varl.ğ, sürdürülen ilâhî kudretin
çok seçkin eseridir. Gerek ilk insan Adem'in (A.S.). gerekse sonradan yaratılan
her insanın üzerinden öyle bir dönem geçmiştir ki, o dönemde kudret fırçasının
nasıl düzenli, sistemli ve kusursuz işlediğini insanoğlu ne
görmüştür, ne de ona şahit olmuştur. O
bakımdan insan o dönemi ne hatırlama şansına, ne de ona tanık olma imtiyazına
sahiptir.
Şüphesiz insansız
kâinatı düşünecek olursak -ki uzun bir süre varlık âlemi bir tekâmül devresi
geçirirken insandan eser yoktu- anılmaya değer olmadığı kendiliğinden
anlaşılmış olur. İlk insan Âdem'in (A.S.) üzerinden anılmaya değmez geçen dönem
hakkında ise, çeşitli yorumlar yapılmıştır:
a) Kendisine henüz ruh üfürülmeden
önoe bir süre şekillendiği hal üzere bekletilmiştir. Şöyle ki: İbn Abbas'a (R.A.) göre,
o çamur halinde yoğrulup hazır duruma
getirildikten sonra kırk yıl bekletilmiştir. Biçimlendirilip kuru balçık
haline getirildikten sonra ise, bir kırk yıl daha öylece bırakılmıştır.
Fiskelenip tın tın ses verecek kadar pişmiş balçık
haline getirilerek bir kırk yıl daha o vaziyette bekletilmiştir. Böylece Adem
120 yıl sonra asıl hilkat düzenini bulup ruhunun üflenmesine uygun düzeye getirilmiştir.
b) Âyette geçen «hîn» lâfzı, süresi kesin
bilinmeyen bir döneme delâlet eder. İbn Mes'ud (R.A.) bu sürenin 160 yıl olduğunu söylemiştir.
c) Âdem (A.S.) bu dönemde bir bakıma belirsiz
halde idi, yani nasıl bir canlı varlık olacağı, nasıl yaşayacağı,
nasıl bir hayat düzeni içinde
ömür süreceği bilinmiyordu. Çünkü onun önceden geçmiş bir misali bulunmuyordu.
Sadece Cenâb-ı Hakk'ın onu
kendine halîfe edeceği ve yeryüzüne indireceği söz konusu idi.
d) Âdem'in ve Onun soyunun kâinat plânında değer
ve şerefi, azizlik ve hikmeti ne olacaktı? Bu da o dönemde kapağı kapalı bir sandık gibi bekletiliyordu.
e) Yerkürenin insanoğlunun yaşamasına uygun hale
getirilmesi için zamandan belirsiz
uzun bir süre geçmiştir ki, o dönemde yaratılan şeylerin neye yarayacağı
bilinmiyor, kimin hizmetine verileceği de söz konusu olmuyordu.
f) Ezelî plâna göre kâinat yaratılıp
düzenlendikten sonra, bu muazzam sistemin daha çok ileride yaratılacak olan
Âdem ve Onun soyunun hizmetine verileceği belirsiz, kapalı ve muamma idi. Bu
hususta ortada henüz açık bir belge de mevcut değildi.
g) Yeryüzündeki diğer canlılar ve onların
yaşayabilmesi için lüzumlu bütün şartlar ve ortamlar Âdem'den çok önce yaratıldığı
için, o dönemde insanın ismi, cismi ve nişanı bile yoktu.
h) Ana
rahminde oluşan ceninin üzerinden öyle bir dönem geçer ki, o süre içinde
şekilsiz, bir bakıma belirsiz bir kan pıhtısı, bir çiğnem et parçası
görünümünde idi. İnsan bu safhaya gelinceye kadar da yine belirsiz birkaç
safhadan geçirildiğinden habersiz bulunuyordu.
«Şüphesiz ki biz, insanı
bileşik bir nutfeden yarattık da onu denemekteyiz. Bu
sebeple onu işiten ve gören yaptık.»
«Bileşik nutfe» sözünden iki husus anlaşılmaktadır:
1-Erkeğin
şehevî faaliyeti sırasında akıttığı suya «meni» veya «nutfe»
denir. Bu sıvı sperma ile karışık haldedir. Salgılanan sarı sümükümsü
bu sıvı ile prostat bezinin salgıladığı «sprenim» adı
verilen sümüksü beyaz bir sıvı birbirine karışır. İşte ilgili âyetle buna
«bileşik nutfe» denilmektedir.
Böylece ilim adamları
bu bileşiği henüz tesbit etmeden on dört asır önce Kur'an haber vermekte ve araştırıcılar için temel bilgi
koymaktadır.
2-Diğer bir
yoruma göre: Bu bileşik nutfe işi üreme hücresi ile
erkek üreme hücresinin birleşmesi olabilir.
İlmî araştırmalarla da
insanın bileşik nutfeden yaratılması ve insan şekline
girinceye kadar birkaç dönemin geçmesi, mükemmel
İşleyen bir planın ve kusursuz bir programın varlığını isbat
ediyor. Gerek dişi, gerekse erkek üreme hücrelerine kudret kalemi insanın
bütün hususiyetlerini nakşetmiş bulunuyor. Bu hücreler yükletilen programı
hiçbir hata yapmadan yerine getiriyor. Şüphesiz bu harika olay ve işleyiş-Allah'ın
varlığın, ve birliğini ısbata yeter de artar. Yeter
ki, ilim adamı, aklını bilgisiyle ve bu ikisini idrak ve imânıyla birleştirip
gerçeği aramaya koyulsun..
Kur'ân'daki anlatımla, bu olay her insan için gerçek bir sınav
anlamındadır. Öyle ki, programdan programcıyı anlamak gerekmez mi? Bu sonuca
varan kimse sınavı kazanır; varamayan ise, kaybeder ve bedbaht olur.
İnsanın bu inceliklere
nüfuz etmesi ve yüce yaratanın kusursuz düzenini gorup
işitmesi ve bu yoldan anlaması için kendisine gören göz işiten kulak, anlayan
kalp ve kafa verilmiştir. '
Gerçekten biz, insana
yol gösterdik; oya şükredici, ya da nankör inkarcı
olur.»
Cenâb-ı Hak, bu âyetle insan aklına seslenmekte ve ona
gereken desteğin sağlandığına işarette bulunmaktadır. Zira akıl, insanoğlunun
hayat dümenidir. Allah'a dosdoğru iman ise o dümeni idare eden yegâne güçtür.
Bu bakımdan Cenâb-ı Hak insanı akıl, zekâ, irâde ve
anlayış gibi yeteneklerle donatırken, diğer yandan ona Hakk'ı
bilip kulluk etmesi, hakikati anlayıp yönelmesi, iki hayatın anlam ve
hikmetini kavrayabilmesi için yol gösteren kitap indirmiş ve peygamber
göndermiştir.
Bütün bu lütuf ve
inayetler insan içindir; onun yüksek değerlerin kıymetini bilmesi ve bu şuurla
Cenâb-ı Hakk'a şükretmesi
gerekmektedir.
O halde insan bunca
yetenek, destek ve inayet düzeyinde ya hakikati anlar
da şükreder, ya da basireti kapanır da kendini nefsin
ve Iblîs'in dümenine bırakarak inkarcı nankörlerden
olur.
Bunun için ilâhi üslûp
ve metodun bir tezahürü olarak Kur'ân'da ilâhî uyan
ve belgeler dalga dalga aklın kulağına sevkedilmektedir.
Yukarıdaki âyetlerle,
ilk insanın ve onun soyundan gelenlerin hılkat-larının oluşması üzerinden gecen zaman parçası içinde
anılmaya değer bir hüviyette olmadığı konu edildi. Sonra da insanın biyolojik
ve fizyolojik gelişme safhaları üzerinde durularak akla ışık tutuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
bunca delil ve belgelere rağmen inkârda ısrar edenlere hazırlanan elim azaba ve
ölmeden önce Hakk'a dönüş, iyilik ve takva düzeyinde
ömrünü değerlendiren sâlih kişilere hazırlanan uhrevı mükâfatlara değiniliyor.
4-Hakikat
biz, kâfirler için zincirler, demir halkalar ve alev alev
köpüren bir ateş hazırladık.
5-Şüphesiz
ki, iyi kişiler, karışımı kâfur olan bir bardaktan içerler.
6-Bir
pınardan ki Allah'ın kulları ondan içer de fışkırttıkça fışkırtırlar.
7-Bunlar
adaklarını yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar.
8-9- Allah
sevgisi için (veya mala olan sevgilerine rağmen) fakire, yoksula, yetime ve
esîre yedirirler. «Sizi ancak Allah rızâsı için yediriyoruz. Sizden ne bir
karşılık, ne de bir teşekkür bekliyoruz.
10-Şüphesiz
ki biz, asık suratlı (yüzlerin asık olacağı) bir günde Rabbımızdan korkarız» (derler).
11-Allah da
onları o günün şerrinden korudu ve yüzlerini ışıl ışıl
ışılar hale getirip sevince erdirdi.
12-Sabretmelerine
karşılık onları Cennet ve (oradaki) ipekle mükâfatlandırdı.
13-Orada
tahtlara ve kanepelere yaslanırlar; orada ne güneş, ne de dondurucu bir soğuk
görürler.
14-Cennet
(ağaçlarının) gölgesi üzerlerine iyice sarkmış, meyveleri kolay toplanır
şekilde onlara iyice yaklaştırılmışım.
15-Çevrelerinde
gümüşten kaplar ve billurdan olan küpler dolaştırılır.
16-Gümüşten
(işlemeli) billurları belfi ölçülere göre takdir
etmişlerdir.
17-Orada
zencefil karışımı kâse ile içirilirler.
18-Orada bir
pınar ki, ona Selsebîl adı verilir.
19-Çevrelerinde
hep taze kalan civanlar dolaşırlar. Onları gördüğünde saçılmış inciler
sanırsın.
20-Orada
nereye baksan hep nîmet ve büyük bir mülk görürsün.
21-Üstlerinde
ince yeşil ipekten ve ince ve kalın atlastan elbise I lunur.
Gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. Rabları onlara
tertemiz bir içecek içirmiştir.
22-Şüphesiz
ki, bu sizin için bir mükâfattır; çalışıp çabalamanız şire
lâyık görülmüştür.
«Hakikat biz, kâfirler
için zincirle demir halkalar ve
alev alev köpüren bir ateş hazırladık.»
Küfür ve azgınlık,
kişiyi haktan, faziletten alıkoyan bir zincir; hayır > iyilik yapmasına
engel bir tasma; şehveti ve nefsanî hevesleri durmadc harekete geçirip kızıştıran bir ateştir. Bu
bağlayıcı ve ters yana döndün cü kayıtlardan kendini
sıyırıp kurtarmadan ölen kimseye, âhirette bu du gu ve amellerine uygun bir
ceza hazırlanmıştır: Zincirler, demir halkalar \ alev alev
köpüren ateşler..
İman ve sâlih amel ise, kişinin kalp gözünü ve baş yüzünü hakka v
fazilete çeviren bir rahmettir. Kalbi insanî duygularla doldurur; gayr-i meç rû arzu ve isteklerin önünde bir sed
oluşturur. Böylece mü'minin kalbin de serinletici
tatlı bir hava, rahatlatıcı bir ümit sürüp gider. Âhirette
onuı bu hoş haline karşılık, karışımı kâfur [7]olan
rahatlatıcı ve neşelendiric meşrubat sunulur. Gönül
açıcı pınarlar başında ferahlık içinde tatlı vakit ler
geçirmesi sağlanır.
İşte bu nefis
nimetler, sağlam imânın ve onun tabii ürünü olan sâlif
amellerin karşılığıdır ki sonsuza dek sürüp gider. Zira imân denilen o mâ nevî cevher paha biçilmez bir kıymet arzeder.
Ne yazık ki, dünyada bı yüksek madeni bilip
anlayanlar ve ona sahip olanlar azdır.
«Bunlar adaklarını
yerine getirirler ve şerri yaygın olan bir günden korkarlar..»
Cenâb-ı Hak bu âyetlerle, mü'minin
dünyada iken işlediği o güzel amel ve ibâdetlerinden en çok övgüye değer olanlarından
dört tanesini belirterek, özendirici bir anlatımla kalp ve kafalara neşter
vuruyor:
1-Adaklarını
yerine getirirler.
2-Sıkıntı ve
üzüntüsü çok yaygın olan kıyamet ve âhiret gününden
korkarlar.
3-Allah
sevgisi için veya mala olan ilgilerine rağmen fakire, yoksula, yetime ve esire
yedirirler.
4-Yüzlerin
asık olacağı bir günde Rablarının vereceği cezadan endişe
ederler.
Bu dört madde, insan
hayatını bütün iyilik ve fazîletleriyle, dürüstlük ve feyizleriyle, düzenlik ve
ahlâkî güzellikleriyle kapsamakta ve yansıtmaktadır. Öyle ki:
Birinci madde,
Allah'ın o mü'minlere farz ve gerekli kıldığı bedenî
ve malî ibâdetleri ve kendilerinin adamak suretiyle kendilerine vacip.kıldıkları
adakları yerine getirmek suretiyle Hakk'a bağlılık ve
vefa duygularını izhar ettiklerine,
İkinci madde, âhiret gününde adâlet-i ilâhiyenin
kusursuz, ivazsız ve garazsız işle.eceğine
inandıklarına ve ilâhî adaletin kılı kırk yararcasıria
tecellisinden korkup ömürlerini, hem kendilerini, hem de .çevrelerini aydınlatan
fazilet ve ahlâk meşalesiyle süslediklerine.
Üçüncü madde, dünyada
helâlinden kazanıp bağlı bulunduğu aile ve topluma İyilik ve yardımda bulunmak
suretiyle sosyal adaletin ve din kardeşliğinin arızasız olarak ayakta durma'sma yardımcı olduklarına, '
Dördüncü madde, âhiret günündeki hesaba inandıkları için günlük işlerini
ve duygu ile düşüncelerini, davranış ve beşerî münasebetlerini ona göre
düzenlediklerine delâlet eder.
İşte semavî dinler ve
özellikle son din olan İslâmiyet kitap ve sünne-tiyle insanı bu olgunluğa eriştirmeyi amaçlar.
Cenâb-ı Hakk'ın değişmeyen
sünnetlerinden biri de, «İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir» anlamındaki
sözüdür. O bakımdan dünyada sözü edilen dört madde çerçevesinde ömrünün her
gününü fedâkârlık, sabır, zerafet, anlayış, doğruluk,
hayırhahlık ve hoşgörüyle değerlendiren mü'minler âhiret gününde on kadar üstün nimetle taltif edilirler:
1-Ebedî
mutluluk yurdu Cennet ve orada hazırlanan ipekten çok üstün elbiselerle
mükâfatlandırılma vardır,
2-Benzerleri
olmayan tahtlara ve kanepelere yaslanırlar.
Cennet'teki gerek
ipekler, gerekse taht ve kanepeler bütünüyle Cenâb-ı
Hakk'ın kudret eliyle yapılıp işlenmiştir. Şüphesiz
ki bunların tarifi mümkün değildir. Cenâb-ı Hak
oradaki yüksek nîmetleri bizim anlayacağımız bir aniatımla
haber verirken dünyada değer verdiğimiz nîmetlerin İsmini kullanmaktadır.
Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
beyanıyla, orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir
gönülden geçmeyen nîmetler, makamlar ve dereceler
vardır.
3-Cennet'te
ne güneş, ne de dondurucu, üşütücü soğuk görürler.
Cennet'te güneş var
mıdır, yok mudur? Âyetin zahirine bakılırsa, orada ne güneş, ne de dondurucu
soğuk vardır. Şüphesiz bu anlatım iki ayrı yorumu mütehammildir: Birincisi,
orada güneş yoktur, soğuk havayı meydana getirecek şartlarsa mevcut değildir.
Orası bütünüyle ve devamlı surette Allah'ın cemal ve nur sıfatlarının
tecellisiyle aydınlanır. Bu da yakıcı, terletici ve sıkıcı değildir; ışık ve
enerjisi oranın şartlarına ve ortamına göre bir özelliktedir. İkincisi ise,
orada başka bir güneş vardır; ancak o kudret eliyle düzenlenip dekore
edildiğinden düzenli ağaçların gölgesi hep
vardır. Cennet ehlini rahatsız edecek hava yoktur.Bu yoruma bakılınca,
Cennet'in büyüklüğü ve büyüklüğüne orantılı bir
.düzenlenme söz konusu
olur ki, hareket halinde olan ve dünyadan milyar-
ilarca defa büyük olan Cennet'in ve onu aydınlatan güneşin
veya benzeri bir ışık kaynağının
konumu orada gece oluşturmamaktadır. Bu bakımdan Cennet'in gölgeleri süreklidir.
Müfessirlerin çoğu
birinci yorumu sıhhatli kabul etmiştir. Nitekim Tef-sîr-i
Hâzin'de: «Cennet olduğu gibi ışık ve aydınlıktır. Orada güneş ve ay'a ihtiyaç
yoktur» denilmiştir.
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin de: «Şüphesiz ki Cennet'in havası,
uza[8]yıp giden gölgeliktir. Orada ne sıcak, ne de soğuk vardır»
buyurduğu rivayet edilir. [9]
Ebû Abdillah Kurtubî ise şöyle yorumda bulunmuştur:
«Orada dünyadaki güneş
gibi bir güneş ve yine dünyadaki ay gibi bir ay görülmeyecektir. Cennetlikler
devam eden gölgededirler; ne gece vardır, ne de gündüz; orası hep aynı aydınlık
(ve ısı ortamında) sürekli aydınlıktır.»
Bazı âyetlerde,
örneğin Meryem Sûresi 62. âyette : «Cennet'te boş, anlamsız bir söz değil,
sadece «selâm» işitecekler. Onların orada sabah-ak-şam
rızıkları hazırdır» buyuruluyor.
Şüphesiz bu, anlamamızı kolaylaştırmak ve belli öğünlerde yemek yenildiğini, rastgele, düzensiz yenilmeyip ihtiyaca göre
programlandığını belirtmek içindir.
4-Cennet
(ağaçların)ın gölgesi üzerlerine iyice sarkmış, meyvaları kolay toplanır şekilde onlara iyice
yaklaştırılmıştır.
Tecelli edip
süreklilik arzeden ilâhî nurun sağladığı aydınlık ve
gölgelik tam huzur vericidir ve ağaçlardaki meyvalar
ise, hep rahatlıkla kopa-rılacak bir yakınlık ve
özelliktedir. Tabii biz ne gölgeliğin, ne de meyvaların
keyfiyetini bilemiyoruz. Orada meyva dahil bütün gıda
maddelerinin posası yoktur. O bakımdan cennetliklerin sindirim sistemi de çok
değişiktir. İdrar ve dışkı söz konusu değildir; yani insanın dünyada iken dışarıya
attığı bu artıklar orada bütünüyle kalkmış oluyor. Bunun için de cennette çer
çöp, hava kirliliği yoktur.
5-Cennet'teki
ağaçların son derece mükemmel düzenlendiği, taşıdıkları meyvaların
hem çok çeşitliliği, hem koparmak isteyenlere yaklaştı-rılması
tarifi mümkün olmayacak bir görünüm arzetmektedir.
Dünyada bunun bir benzeri söz konusu olmadığından, Cenâb-ı
Hak, dünyadaki bahçe ve ağaçların ismini kullanarak onları bize anlatıp
anlamamızı kolaylaştır-tırmakta ve oranın çarpıcı,
büyüleyici güzelliği hakkında ip ucu vermektedir.
6-Cennetliklerin
çevresinde gümüşten kapların, billurdan
küplerin dolaştırılacağına gelince: Orada gılmanlar ve
melekler aralıksız hizmet ederler ve
insanların huzur ve neşe duymaları için emre hazır beklerler. Gümüş kaplar
konusu ise, ayrı bir güzellik arzetmektedir. Şöyle
ki: Gümüş madeni, kükürtlü havayla temasa geçtiği
takdirde hem kararır, hem de tozlanarak kirlenir. Cennet'te ne kükürtlü hava,
ne de toz vardır. Aynı zamanda oradaki gümüşde ayrı
bir özellik taşır ki, onun bir benzerinden söz etmemiz mümkün değildir.
Gümüşle işlemeli
billur bardaklar ve taslar ise, ayrı bir zevk ve ilgi işidir. Billur,
bilindiği gibi, bazı cisimlerin aldıkları geometrik şekillere denildiği gibi, kristallaşan maddelere de denir. Şüphesiz Cennet'teki
billurların çok daha değişik ve insan zevkine çarpıcı şekilde hitap edecek bir
özellikte olduğunu söyleyebiliriz.
7-Zencefil
karışımı meşrubat sunulacağına gelince: Bu, yine bizim anlayıp az da olsa
kavramamıza yönelik bir anlatım tarzıdır.
Bizim «zencefil»
dediğimiz bitki, sıcak ülkelerde yetişir. Hoş kokulu, iştah açıcı özelliği
vardır. Mideyi bozmaz, ekşimeye neden olmaz. Sindirimi çok kolaydır. Hekimlikte
de kullanılır. Ancak İbn Abbas'ın
(R.A.) dediği gibi, Cennet'teki zencefil apayrı bir nefasettedir, dünyadakine
hiç benzemez.
8-Selsebil
pınarına gelince: Bunun özelliği kısmen olsun isminden anlaşılıyor.
Selsebil, üç şekilde yorumlanmıştır:
a) Bu bir
pınardır ki, cennetliklerin irâde ve arzularına uygun bir akış ve yayılış arzeder ve o sürekli bu özelliğini korur.
b)Bu pınar Arş'ın altından veya Adn
Cenneti'nden kaynaklanıp düzenli şekilde akar ve herkesin yararlanmasından
yana bir düzenleme plânı arzeder.
c) Boğazdan
çok rahat ve zevk veren bir akışla inip geçtiği için
bu ismi almıştır.
9-Cennetliklerin
çevresinde hep taze vildan dönüp dolaşır. Bunlar
düzenli çalışıp dizilen inciler misali bir görünümdedirler.
Şüphesiz bunca ilgi ve
hizmet, cennetlik olan mü'minin Allah yanındaki
değerini ifade etmekte ve her şeyin onun için yaratıldığını göstermektedir.
Aynı zamanda bu,
Cennet'in kusursuz bir plâna ve programa göre oluşturulduğunun bir başka
anlatımı sayılır.
Hizmet eden vildanlar bile hep yaşıt, eivan
ve inci misali düzenli, çekici ve çarpıcıdırlar. Öyle ki, hepsi de programlı
hizmet eder ve bu durum sürüp gider.
10-Cennet
son derece büyüktür. Orada nereye bakılırsa, hep nîmet ve göz kamaştıran
muhteşem mülk görülür. Milyarlarca insanları ebediyen barındırıp huzura, rahata
ve güvene eriştiren bu bol nîmet yurdunun şüphesiz büyüklüğünü tasavvur etmek
bile çok zor.. Ancak fezaya dev teleskoplarla bakıldığında dünyadan
milyarlarca defa büyük yıldızların bulunduğu görülebilmektedir. Bu, Cennet'in
büyüklüğü hakkında az da olsa insana ip ucu verebilmekte ve Kur'ân'ın bu konuda ne demek istediğini anlamamıza
yardımcı olmaktadır.
Bütün nîmetler ve
sonsuz mutlulukların hepsi gerçek mü'minler için
ilâhî mükâfat olarak önceden belirlenip yerine konulmuştur. Tıpkı, ilk insan
Âdem (A.S.) nasıl yeryüzüne indirilmeden önce, onun rahat yaşayabilmesi için
her şey önceden hazırlanıp proğramlanmışsa, bu da
öyle.. Dünyada iken ibâdet ve taâtleri şükre lâyık,
mükâfata seza görülenler hakkında ilâhî rahmet ve inayetin bu tarz
tecellisinin safha safha haber verilmesine gelince :
Her yanıyla mü'minlerin imânını, ebedî saadete aşk ve
şevklerini artırmaya; inkarcıları inatlarından kurtarıp doğru yolu seçmelerinde
duygu ve düşüncelerini yönlendirmeye yönelik bir hikmeti içermektedir.
Yukarıdaki âyetlerle,
dünya hayatını hikmetinin aksine bir doğrultuda heder eden inatçı kâfirlere
hazırlanan elîm azabın safhalarına değinildi. Onların hilâfına ömürlerini ilâhî
nizam ölçülerine göre değerlendiren mü'-minlere
hazırlanan sonsuz nimetlerden bir kısmı müjdelenerek onların imân ve irfanının
artması istendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
indirilen Kur'ân'ın insan hayatını en güzel şekilde
programladığına işaretle, bu düzeyde sabırlı çalışmada bulunmamız emrediliyor.
Yolunu kaybeden şaşkın inkarcılara, suçlu günahkârlara uymamamıza parmak
basılarak gereken uyarı yapılıyor. Sonra da gece-gün-düz düzenli, sistemli
ibâdette bulunmanın lüzumu konu ediliyor.
23-Gerçekten
biz sana Kur'ân'ı parça parça
indirdik.
24-O halde Rabbının hükmüne (O'nun hükmü yerine gelinceye kadar)
sabret; onlardan hiçbir günahkâra ve nanköre uyma.
25-Rabbının
ismini sabah-akşam an..
26-Gecenin
bir bölümünde O'na (Rabbına) secde et ve geceleyin
uzun bîr süre O'nu teşbihe devam eyle.
27-Hakikat
bunlar tezelden dünyayı arzulayıp seviyorlar
(sadece onunla yetinmek istiyorlar). Önlerindeki ağır (hesap ve
sorumlulukların dikkate alınacağı) bir günü terkediyorlar.
28-Onları
biz yarattık ve eklemlerini biz pekiştirip sağlamloştırdık.
Dilediğimiz zaman değişikliğe uğratıp onların yerine benzerlerini getiririz.
29-Şüphesiz
ki bu bir öğüttür. Artık isteyen Rabbına bir yol tutar.
30-Allah
dilemedikçe siz dileyemezsiniz. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet sahibidir.
31-Dilediği
kimseyi rahmetine alır; zalimlere gelince, onlar için elem verici bir azap
hazırlanmıştır.
«Gerçekten biz sana Kur'ân'ı parça parça indirdik.»
İslâmiyetin doğduğundan bu güne ve kıyamete kadar Kur'ân hep mü'-minlerin güç ve
teselli kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Zira aile, toplum ve
milletlerin sıkıntısını giderecek, dertlerine deva olacak, hayatlarında düzen,
güven ve huzuru sağlayacak her çare Kur'ân'da mevcuttur.
Nitekim bu âyetlerin indiği yıllarda Müslümanlar çok sıkıntılı günler
geçirmekte idi. Onlar enerji ve huzur havasını inen âyetlerde bulmakta ve insan
üstü bir gayretle son dinin yayılmasına hizmeti kendilerine farz bilmekteydiler.
Bu uğurda başta canları olmak üzere her şeylerini feda etmekte tereddüt
etmeyecek bir çizgiye gelmiş bulunuyorlardı. Âhiret
yurdunda kendilerine va'dedilen sonsuz nimet ve
mutluluk konusunda en küçük bir şüpheleri yoktu. Zaten imân bu noktaya
yükselince artık onun önündeki en büyük engeller bile küçülmeye başlar ve her
türlü tehlike hakîr görülür.
Kur'ân-ı Kerîm'in 23 yıla yakın bir süre parça parça inmesinin birçok hikmetleri vardır. Önce ilk müslümanların günlük meselelerini çözmek, uğradıkları
sıkıntılarını hafifletmek ve onlar için en büyük teselli kaynağını ilham etmek
söz konusuydu. Konumuzu oluşturan âyetlerde bilhassa bu hikmete işaret
edilmektedir. Sonra da kolay ve hatasız ezberlenmesi, hafızalarda
silinmemesiyle derin iz bırakması ikinci sırada yer alıyor.
Tevrat ve İncil'in
ise, bir defada toplu halde indirildiğini söyleyenler çoğunluktadır. Zira bu
iki kitap yalnız İsrail oğulları'nı irşad edip hayatlarını
ilâhî nizama uygun düzenlemelerini sağlamak üzere indirilmiştir. Kur'ân-ı Kerîm ise, bütün kavim ve milletlere, aynı zamanda
son kitap ve son mesaj olarak kıyamete kadar hükmü baki kalacak özellik ve
muhtevada Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine ilka edilmiştir.
Ayrıca Kur'ân'ın parça parça
indirilmesi, yukarıda belirttiğimiz iki sebep ve hikmetten başka birçok
faydaları da beraberinde getirmiştir. Onları kısaca şöyle belirtebiliriz:
a) Müşriklerin
aralıksız sataşma ve saldırısının mü'minlerin ruhları
ve sinir sistemleri üzerindeki olumsuz tesirini gideriyor ve böylece onlara yepyeni
bir kuvvet ve ümit kapısı açıyordu.
b) Her âyet
yeni bir bilgi ve irfan sahifesini
oluşturuyor; dayanma gücünü ilham edip geleceğe daha güvenie
bakılmasını telkin ve tavsiye ediyordu.
c) Olaylar
hedef seçilerek âyetler ona göre iniyor ve iniş sebebinin bilinmesiyle ilâhî murad daha iyi anlaşılıyordu.
d) Bu
suretle vahiy heyecanla bekleniyor ve ilâhî kelâmın ruhlara vereceği gıda ve
mesaja vücutlar kulak kesiliyordu.
e) Münafıkların
hareket alanı daraltılıyor ve İslâm aleyhine aldıkları gizli ve sinsi kararlara
atıflar yapılarak onların cesareti kırılıyordu.
f) Cenâb-ı Hak ile mü'min kulları
arasında cereyan eden vahyin devamlılığı sağlanıyor; büyük melek Cebrail'in
sık sık inip yeryüzüne rahmet ve bereket saçması;
ruhlarda filizlenip yükselen imânın daha da kuvvetlenme imkânı doğuyordu.
«O halde Rabbının hükmüne (O'nun hükmü yerine gelinceye kadar)
sabret..»
Cenâb-ı Hakk'ın ezelî
âdetlerinden biri de, yaratmada tekâmüle doğru kademeli bir gelişmeyle gitmek;
olumlu sonuçları elde etmek için adım adım ilerlemeyi
sürdürmektir. Kur'ân'da sık sık
«sabır» tavsiye edilmesinin hikmetlerinden biri budur. Hedef belli olduktan
sonra, ona ulaşabilmenin İmkân ve çarelerini düşünmek ve mevcut şart ve ortama
göre bir plân hazırlamak mü'minin başlıca görevidir.
Bu konuda acelenin yeri ve anlamı yoktur.
Yukarıda «fasbir» emrini daha iyi anlayabilmemiz için birkaç misalle
yaklaşımda bulunmamızda fayda vardır :
a) Hz. Muhammed'e (A.S.) peygamberlik payesi verilebilmesi
için Onun 40 yaşına girmesi, yani bu yaş çizgisine, tekâmül ederek, gelişme
kaydederek gelmesi plânlanmıştır.
b) Kırk
yaşından sonra da Onun, ruhunun inen vahyi kaldırabilmesi için bir hazırlık
dönemine sokulması gerekmiş ve böylece vahiy önce rüya ile başlamış ve bu hal
altı ay kadar sürmüştür.
c) İndirilen
âyet ve hükümlerin amaç ve hedefine ulaşabilmesi İçin 23 yıllık bir süre
belirlenip parça parça indirilmesi programlanmıştır.
d) İslâmiyetin kök salıp önce bir şehir devleti kurabilmesi
için 13 yıllık sabırlı bir dönemin geçmesi ve çetin
mücadeleler verip birçok sınavlardan geçilmesi ezelî
çizgide belirlenmiştir.
Sonra da Medine'ye
hicret, savaşa izin, Mekke'nin fethi hep sabırlı bir çalışma, sistemli bir mücadele
ve ilâhî hükmün inmesini acele istememe
ile gerçekleşebilmiştir.
24. âyetle bu önemli
konu açıklanarak mü'minlere kıyamete kadar en sağlam kıstcfe ve statü verilmiştir. Sonra da Kur'ân'a
bu çerçeve içinde imân eden kişilerin hiçbir inkarcı nanköre, ahlâkan düşük günahkâra uymaması emrediliyor. Çünkü Kur'ân'ı okuyup ondaki hayat nizamını kavrayan ve önce
kendi nefsinde uygulayan mü'min medenîdir, bilgili ve
kültürlüdür. Sahip olduğu işin, sanatın en güzelini yapıp insanlığın hizmetine
vermek onun şiarıdır. Aynı zamanda günlük yaşayişıyla
örnek bir düzeyde olması; söz ve davranışlarıyla Hz.
Muhammed'in (A.S.) yüksek ahlâkından - pırıltılar yansıtması değişmeyen
yoludur. O bakımdan mü'min, başka milletlere tabi
(uydu) olmaz; o anasından metbu' (yani uyulacak,
misal edinilecek) bir ruh ve cevherle doğar ve öyle yaşar.
«Rabbının
ismini sabah-akşam an.»
Hiçbir ilâç ruha ve
kalbe namaz ve Allah'ı anmak kadar şifâ sağlayıcı, hiçbir dost ve yakın Cenâb-ı Hak kadar huzur ve güven verici değildir. Özellikle
fırtınalı dönemlerde, küfür ve ahlâksızlığın cirit attığı, sahnede rol aldığı
zamanlarda imân selâmetine erişmek; iffetli, şerefli ve ahlâklı bir hayat
sürmek için Allah'a daha çok yakın olmamız, kalbimizi O'nun sevgi ve korkusuyla
doldurmamız ve beş vakit namaza kemal-i huzurla devam etmemiz emredilmektedir.
Çünkü böyle bir inanç ve yöneliştir ki hayatımıza gerçek anlamda mana ve renk
kazandırır ve temel duygularımızı en iyiye, en doğruya ve en güzele yönlendirir.
İşte Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve yakın arkadaşları bu yüksek
irfan ve anlayış içinde manevî silahın en güçlüsüne sahip bulunuyor, her çeşit
şarlatanlık, ölçüsüzlük ve saldırıyı bununla savıyorlardı.
«Sabah-akşam Rabbının ismini an!.» emri daha çok sabah, ikindi, akvam
ve yatsı namazına işarettir. Diğer bir yorumla, sabah, öğle ve ikindi
namazlarına; gecenin bir bölümü ise,
akşam, yatsı ve teheccüd namazına işarettir.
Aynı zamanda bu, gece
ve gündüz sık sık Allah'ı zikredip ruhen arınmayı, ilâhî
füyuzata gönül kapısını açmayı öğütlemektedir.
«Hakikat bunlar tezelden dünyayı arzulayıp seviyorlar (sadece onunla
yetinmek istiyorlar). Önlerindeki ağır (hesap ve sorumlulukların dikkate
alınacağı) bir günü terkediyorlar.»
Âhirete inanmayan maddecinin dünya geçiminden, şehevî
duygusunu tatminden başka bir düşüncesi yoktur. Ölünce silinip ebediyen yok
olacağını, vücudunun parazitlere ve toprağa dönüşeceğini hesaba katarak bütün
arzu ve emellerinin ölmeden önce yerine gelmesini ister ve önünde ağır bir
hesabın kendisini beklediğine ihtimal bile vermez. O yüzden iç disiplinden
mahrum yaşar. Kendisini meşru olmayan yollardan alıkoyan manevî hiçbir müeyyide
onun için söz konusu değildir.
27. âyetle inkarcıların
bu gibi duygu ve düşüncelerine dikkat çekiliyor, onların nasıl bir kararsızlık
ve ümitsizlik içinde dünya hayatına dört elle sarıldıkları tasvîr ediliyor.
«Onları biz yarattık
ve eklemlerini biz pekiştirip
sağlamlaştırdık. Dilediğimiz zaman değişikliğe uğratıp onların yerine
benzerlerini getiririz.»
Kur'ân'da hâkim olan ilâhî metodlardan
biri de, önce olaylara ve onları oluşturan sebep ve illetlere ışık tutup
duygulan yönlendirmeyi ön plâna almak ve sonra da aklı harekete geçirmek için
ana fikir mahiyetinde temel malzeme vermektir.
27. âyetle Hakk'ı red ve inkârın insanı
nasıl maddeleştirdiği belirtildikten sonra 23. âyetle aklı aydınlatır anlamda
ilmî fikirler ve temel bilgiler veriliyor. Şöyle ki: İnsanın biyolojik ve
fizyolojik açıdan incelenmesi, anatomik yönden üzerinde durulması isteniyor.
Çünkü hangi organa bakacak olursak, onda mutlaka çok yüksek bir sanatın izini, patentini görmek
mümkündür. Kulak ve üzerindeki kıvrımları, içindeki zarf ve farklı biçim ve
yapıdaki kemikleri hep ince bir hesabı, cok kudretli
sanatkârı yansıtır. Göz ve oluştuğu tabakaları, taşıdığı özellikleri akıllara
durgunluk veren çok mahir bir kudretin kusursuz işleyişini gösterir. Eller, farklı
uzunluktaki parmaklar ve taşıdığı eklemlerle kavrama olayını en iyi şekilde
sağlayıp istenilen hizmeti vermeye uygun olduğunu gözler önüne serer. Diğer
organlar da böyle, her biri ince bir hesaba göre düzenlenip hizmete sevkedildiğini is-batlar. Tesadüfler, rastgele
bir tekâmül; plânsız, programsız, hesapsız ve kitapsız bir gelişme ve zaman
aşımı bu kadar mükemmel bir eseri vücuda getirebilir mi? İnsan zekâsının
güzel eserlerinden biri olan
bilgisayarın kendiliğinden bu duruma geldiği uzman hiçbir el
dokunmaksızın basitten mükemmele doğru adım adım
ilerleyip bugünkü ölçüsünü bulduğu söylenebilir mi? İnsan beyni hiçbir
elektronik cihazla kıyas edilemiyecek kadar
mükemmelin de üstünde hârika bir eser değil midir? Milyonlarca sinir hücrelerini
taşıyan bu organ, hiçbir zekânın çözemiyeceyi
incelikte bir faaliyet içinde bulunmuyor mu? Ya
kabuğundaki özelliklere ne demeli?
Şüphesiz bu misalleri
çoğaltmak mümkündür; ama gerek de yoktur. Aklını imân ve irfanla birleştiren
kimseye bir misal yeter..
28. âyetle, bitkilerde
olduğu gibi, insan ve diğer canlılarda da ölenlerin yerine benzerlerinin
getirilmesi ve hayatı idame kanununun hükmünün yürütülüp hedefine doğru
ilerlemesi konu edilerek hilkatin sır ve hikmetinden haber veriliyor. Kuruyup
çer-cöp haline gelen bitkilerin tohumlarından veya
kök ve sporlarından nasıl benzerleri yaratılıyorsa, İnsanların da sperma ve
yumurtanın birleşmesiyle benzerleri yaratılıyor. Hayatı böylesine bir
yanlışlığa meydan vermeden devam ettiren yüce kudreti bilip inanmamız için
başka belgelere ve delillere ihtiyaç var mıdır? İnsanın bizzat hılkatındaki incelik ve özellik Hakk'ın
varlığını, birliğini ve kudretinin sınırsızlığını yansıtıp isbat
etmektedir. Onun için insanoğlu bu çizgide serbest bırakılmıştır. Aklına,
zekâsına, irâde ve idrâkine yardımcı olacak peygamber ve kitap gönderilmek
suretiyle o, taşıdığı bunca yetenek ve imkânlarla kulluğunun güç getirebileceği
teklifin sorumluluk arzeden düzeyinde tutulmuştur.
Ezelî kalemin çizdiği
değişmez. Cenâb-ı Hak hikmeti gereği sözünün, yani va'dinin hilâfına tecellide bulunmaz. Çünkü O'nun her işi
hikmete dayalıdır, plânlanıp ve programlanmıştır. O, herkesin doğru yolu'bulup seçmesini ister, ama müdahale etmez ve hiç
kimseyi zorlamaz. Uyarır, bilgi verir, yol gösterir ve sonra da kişiyi hür iradesiyle başbaşa bırakır. Kavim ve milletleri, Hakk'ı
red ve inkârı ahlâksızlık ve azgınlıkla birleştirip
önü alınmaz bir dereceye getirmedikçe yok etmez. O bakımdan Mekkeli müşriklerin
inkârda ısrar etmelerine rağmen Cenâb-ı Hak onları
helak etmedi. Çünkü onların çoğu veya yarısı henüz o çizgiye gelmemişti. Aynı
zamanda çoğu yakın gelecekte iman edecekti. Bu hikmete mebni
hicret olayı meydana geldi; arkasından Bedir Savaşı, diğer savaşlar ve Mekke'nin
fethi birbirini izleyerek müşrikler hüsrana uğratıldı.
İnsanın hür iradesi
zorlanamaz.
Kur'ân, insan aklına yer ve değer verdiği kadar, onun hür
irâdesi üzerinde bir baskı unsuru da olmaz; doğru yola irşâd
eder, ama onu zorla itmez; irâdesinin hilâfına ondan imân ve dindarlık
beklemez. İnsanlara dini, dindarlığı, Allah'ı ve peygamberi zorla sevdirmeye
kalkışmaz. Çünkü imân ve irfan bütünüyle kalbe, irâdeye, anlayışa ve sevgiye
dayanır. Dosdoğru inanan, inandığı kudreti sever ve saygı duyar. O bakımdan
insanları bir kişiyi sevmeye, bir ideolojiyi benimsemeye zorlamak, tehdit etmek
kadar âdi bir düşünce olamaz.
Kur'ân-ı Kerîm 1400 yıl önce insanlara bu doğrultuda
seslenerek hem zorba zâlimleri uyarmış, hem de insana şahsiyet kazandırmayı
amaçlamıştır. 29. âyetle bu gerçek şöyle açıklanmaktadır: «Şüphesiz ki bu bir
öğüttür. Artık isteyen Rabbına doğru bir yol tutar.»
«Allah dilemedikçe siz
dileyemezsiniz. Şüphesiz ki Allah bilendir, hikmet sahibidir.»
Bizim yaratılmamız ve
bulunduğumuz ülkede dünyaya gelmemiz; belli bir aile ve çevre içinde yer
almamız bizim isteğimiz ve irâdemizle gerçekleşmemiştir. Bütün bunlar ilâhî meşietin teaellisiyle vücut
bulmuştur. O, ezelde sonsuz ilmiyle, meşietiyle nasıl
bir plân hazırlamışsa öyle oluyor.
Dünyaya gelip teklif
cağına ayak basınca, yani reşîd olunca irâdemize yer
veriliyor; ilâhî buyruklar tebliğ edilerek yönlendirilmek isteniyoruz. Bu
noktada biraz durup düşünmemiz gerekiyor. Şöyle ki: Tebliğ ve irşad-dan sonra durum bir yandan kulun irâdesine
bırakılırken diğer yandan Cenâb-ı Hakk'ın
irâdesinin hâkim olduğu belirtilerek «O dilemedikçe siz dileyemezsiniz» buyuruluyor. Dış görünümüyle, «insan belli bir çizgide
ilâhî irâdeye bağlı kalıyor» sonucu ortaya çıkıyor. O, kulun doğru yolu
bulmasını isterse, kul doğru
yolu bulabiliyor; dilemezse bulamıyor. Bu mânayla İnsan neden sorumlu
tutuluyor? Âyetin asıl delâlet ettiği mana ve hükmü tesbit
etmeden sırf zahirine bakacak olursak Kaderlyye ve Cebrivye mezheplerinin iddialarının isabetli olduğu
duygusu uyanıyor. Oysa mesele çok ciddi ve son derece incedir. Hikmeti
kavranmadıkça sonuç çıkarmak çok zordur. 30. âyetle Cenâb-ı
Hak kendisiyle kullan arasına koyduğu imkân ve irâde çizgisinden; diğer bir
anlatımla hidâyet çizgisinden söz etmektedir. Şöyle ki: İnsan akıl, zekâ ve
iradesiyle, aldığı dinî öğüt ve bilgiyle o sınıra gelmedikçe Allah'ın yüksek
irâdesi tecelli etmez ve o sebeple de kula hidâyet kapısı açılmaz.
Hemen her konuda bu
sınır önümüzde bulunmuyor mu? Tarlasını sürmeden, emeğini ortaya koymadan kuru
toprağa tohum serpmek istenilen neticeyi vermez. İnsan burada da kendine düşeni
lâyıkıyla yerine getirmekle yükümlüdür; ondan sonrası ilâhî meşiete kalır. Artık o noktada Cenâb-ı
Hak dilemedikçe kul dileyemez; O'nun hidâyet ve yardımı tecelli etmedikçe, kul
doğru yola giremez ve başladığı işte istediği neticeyi alamaz.
Konuyu şöyle
özetleyebiliriz:
Bir zorlama veya insan
irâdesinin geçersizliğini ortaya koyma diye bir hüküm yoktur. Tamamıyla sözünü
ettiğimiz imkân ve irâde sınırına kadar erişme olayı söz konusudur. O çizgiye
gelindiğinde ilâhî irâde ve hidâyetin tecellisi her türlü irâdenin üstünde rol
oynar; dilediğine hidâyet kapısını açar, dilediğine açmaz. İrâdesini
kullanmayan, o sebeple de belirtilen çizgiye kendini getirmeyen kimseye ise,
hidâyet kapısı açılmaz. Ancak bunun bazı istisnaları olabilir.
Konumuzu oluşturan bu
âyet-i celîle, üzerinde hayli yorumlar yapılmış,
ciltlerle kitap meydana getirecek kadar tartışmalara, farklı görüşlere neden
olmuştur. Ama âyeti Kur'ân-ı Kerîm'in bütünlüğü
İçinde, değerlendirip incelediğimizde ve itikadî
anlamda temel kuralları dikkate aldığımızda karşımıza sözünü ettiğimiz «imkân
ve irâde sınırı» çıkar. Sorumluluk ve teklif kula, hüküm Allah'a aittir.
Hayata gözlerini açıp
ergenlik çağına ayak basan her insanın önünde iki yol bulunmaktadır:
1-Rahmet,
inayet ve saadet yolu,
2-Azap,
mihnet ve felâkete uzanan yol..
Bu birbirine zıt iki
yolu ayırt etmek için insana akıl, zekâ, irâde, idrâk ve anlayış yeteneği
verilmiş ve bunlara destek olup doğruyu gösteren kitap ve peygamber
gönderilmiştir. Sonra da insan bu iki yolun başında serbest bırakılmıştır.
Hangi yolda yürümeyi tercih ederse, meşiet-i ilâhiye
o yönde tecelli eder.
Onun için 31. âyetle:
«Dilediği kimseyi rahmetine alır; zâlimlere gelince;Onlar için elem verici bir
azap hazırlamıştır» buyurulmaktadır.
Bunun için diyoruz ki:
Rahmet yolunu seçene rahmet ve onun tabii neticesi olan sonsuz saadet kapısı
açılır. Yanlış yolu seçene ise, azap ve bedbahtlık kapısı açılır. Her iki
durumda da kişinin irâdesi rol oynamakta ve ilâhî irâde ona göre tecelli
etmektedir. Rahmet yoluna girenlere Ce-nâb-ı Hak dilerse hidâyet nasip eder. Azap yoluna girenlere
de, dilerse ebedî azabı gerekli kılar. Bu noktada O dilemedikçe kimse
dileyemez.
İnsan sûresine, insan
üzerine zamandan gelip geçen döneme değinilerek başlandı ve ilâhî meşiet ve hidâyet tecellisi konu edilerek sûre noktalandı.
Bizi bu sûrenin de
tefsîrine muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a
hamd-u senalar; O'nun âyetlerinin hikmet ve esrarını
bize öğreten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e
salât-ü selâmlar olsun..
[1] Bilgi için bak :
Lübabu't-te'vİl: 4/337-
Tefsîr-i Kurtubî: 19/118-
Fet-hü'1-kadir : 5/343
[2] Lübabu't-te'vîl:
4/338
[3] Müslim/birr: lll-Ahmerî: 229, 240, 254
[4] »
[5] » /kader: 25
[6] Ahmed: 2/323
[7] Kâfur : Hindistan'da yetişen bir ağacın reçinesinden
İmal edilen beyaz, nefis kokulu ve serinletici, ferahlatıcı bir maddedir. Ancak
Cennet'tekİ kâfur bunun çok üstünde bir özellik
taşır.
[8] Lübabu't-te'vîl
: 4/340
[9] Tefsir-i Kurtubî: 19/138
(Hadîsin kaynağını tesbit edemedim).