Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Mü'minin Allah Yanındaki Kıymeti
Tertemiz, Yüce Kutsal Sahifeler
İnsanoğlunun Allah'ın Emrettiklerini
Lâyıkıyla Yerine Getirememesi
Yediğimiz Gıda Maddeleri Hangi Tezgâhta Hazırlanmaktadır?
Kıyametin Korkunç Bir Olay Olacağına Delâlet Safha
Âhirette Nesep Bağlarının Kopmasının Bir Başka Sebebi
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir.
Birinci âyetinde,
«Yüzünü ekşitip çevirdi» anlamına gelen «abese» fiili, aynı zamanda sûreye isim
olmuştur.
Âyet sayısı
: 41
Kelime :
: 130
Harf » :
533[1]
1- Gözleri
görmeyen İbn Ümmi Mekıûm
(R.A.) olayı anlatılıyor.
2- Aklını ve
idrâkini kullanıp iyice düşünenler için Kur'ân'ın
zikir ve öğüt olduğu bildiriliyor..
3- Cenâb-ı Hakk'ın varlığına ve
birliğine delâlet eden belge ve deliller sıralanıyor ve böylece insanın
yaratılışı ve ona hazırlanıp verilen yiyecek ve içecek maddeleri üzerinde
duruluyor.
4- Kıyamet
olayının korkunç safhaları bir tablo halinde gözler önüne seriliyor.
5- Kıyamet
gününde insanların, «saîd» ve «şakî» (mutlu ve
bedbaht) diye iki gruba ayrılacağı haber veriliyor. [2]
1-2-
Kendisine o ama (iki gözü arızalı) geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.
3-4- Ne
bilirsin, belki o temizlenecek veya öğüt alacaktı da o öğüt ona fayda
verecekti?
5-6- Ama
öğüt almaya ihtiyaç duymayana ise, sen yönelip ilgi duyuyorsun.
7- Onun
arınmasından sana ne?.
8-10-
(Allah'tan) saygı ile korkarak koşup gelenle ilgilenmeyip kendisinden habersiz
(gibi) görünüyorsun.
11- Hayır,
hayır; O (Kurtta) elbette bir öğüttür.
12 -Arzu
eden O'nu hatırlayıp öğüt alır.
13-14- O,
saygı duyulan şerefli tertemiz yüce sahifelerdedir.
15-16-İyilik
timsâli saygıdeğer kâtiplerin elleriyle (yazılmıştır).
Müfessirlerin hemen
hepsi bu âyetlerin inmesine sebep olarak şu olayı n a ki etmişlerdir:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün Kureyş
Kabilesi'nin ileri gelenlerine hitap etmek üzere onlarla biraraya
gelmiş bulunuyordu.. Amacı, onları Allah'ın varlığına, birliğine inandırıp son
din olan İslâmiyete ısındır-makti.
Tam bu sırada, daha önce Allah'a ve Peygambere inanıp İslâm'ı kendine din
olarak seçen âmâ (iki gözü arızalı) İbn Ümmi Mektûm adındaki sahabî cıkageldi ve Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'den bir şey sormak isteyerek şöyle dedi: «Ya Resûlellah! Cenâb-ı Hakk'ın sana öğrettiğini
bana öğret.» Ancak Resûlüllah (A.S.) karşısına
aldığı kişilere Allah'ın dinini daha iyi anlatma ve açıklamada bulunma
fırsatını kaçırmak istemediğinden İbn Ümmi Mektûm'a iltifat etmedi. Adı geçen sahabi
ısrar edip durunca, Resûlüllah (A.S.)ın biraz canı sıkıldı ve mübarek yüzünü biraz ekşitip ona
ilgi göstermedi. Bu sebeple konumuzla ilgili âyetler indi. [3]
Hz. Aişe (R.A.) Validemiz
diyor ki:
— İki gözü arızalı
olan İbn Ümmi Mektûm, Resûlüllah (A.S.) Efendi-miz'e
geldi ve şöyle dedi: «Ya Resûlellah!
Beni Irşâd eyle.» O sırada Re-sulüllah'ın
(A.S.) yanında müşriklerin ulularından bir adam bulunuyordu. O bakımdan Resûlüllah (A.S.), İbn Ümmi Mektûm'dan yüz çevirip öteki adama yöneliyor ve: «Blzîm bu söylediklerimizde bir sakınca görüyor musun?»
diye soruyor, o da: «Hayır...» diye cevap veriyordu. İşte bu sebeple «Abese
Sûresi» indi. [4]
Yine Hz. Âlşe (R.A.)dan yapılan
rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz •öyle
buyurmuştur: «Kur"ân'ı okuyup onu İhtimamla
muhafaza edenin m*»alİ, o çok şerefli, saygı değer
yazıcı meleklerle beraber (olmaktır). Kur'ân'ı
okuyup onu ihtimamla muhafaza eden ve onun üzerinde hırs ve iştiyakla duran
kimsenin misali, kendisine iki ecir (sevap ve mükâfat) verilmesidir.» [5]
«Sizin hayırlınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir.»[6]
«Sizin en faziletli ve
üstün olanınız, Kur'ân'ı öğrenen ve öğretendir.» [7]
«Kur'ân'a
sahip (olan hâfız)ın misali, bağlı bulunan devenin
sahibine benzer. Deve sahibi devesini titizlikle gözetip korumaya çalışırsa,
onu tutup zaptedebilir. İlgilenmeyip kendi haline bırakırsa, kaçıp gider.» [8]
«Kur'ân
okuyup ona sahip (hafız) olanlardan birisi için: «Şu ve şu âyetleri unuttum»
demek ne fena şeydir! Belki «unutuldu» demek gerekir.
«Sizler artık Kur'ân'ı hep okuyup hatırınızda tutmaya çalışın. Zira
Kur'-ân'ın hafız kişilerin gönüllerinden kopup ayrılması, devenin kopup kaçmasından
çok daha seri ve şiddetlidir.» [9]
«Kendisine o ama (iki
gözü arızalı) geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi..»
İnsan için dünya
hayatında da, âhiret âleminde de en kıymetli nimet,
Allah'a dosdoğru imândır. Yunus Emre'nin anlatımıyla, imân öyle bir cevherdir
ki hiçbir sarraf onun gerçek değerini bilip ortaya koyamaz.
İnsan dünyadan
ayrılırken beraberinde en büyük saadet ve devlet olarak imânını götürür. Kabir
ve âhiretin her safha ve kademesinde kişi ancak onun
ışığıyla önünü görebilir ve «Srrat» denilen o korkunç
ve çok tehlikeli köprüyü onunla geçebilir.
Kur'ân'da imân nuru tosvîr edilirken
şöyle buyuruluyor: «O gün mü'-min
erkekleri ve mü'mine kadınları, nurları önlerinde ve
sağlarında koşarcasına seyrederken görürsün..» [10]
«O gündeki Allah,
peygamberi ve O'nunla beraber bulunup imân edenleri rüsvay etmez. Nurları önlerinde ve sağlarında yürür.» [11]
İmân bu derece paha
biçilmez bir cevher olduğuna göre, ona sahip olan mü'minin
Allah yanında ne kadar kıymetli olduğu kendiliğinden anlaşılır.
O bakımdan Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Mekke'nin ileri gelen müşriklerinden
birini veya birkr"» tanesini İslâm'a ısındırırım
umuduyla çaba sarfederken kapıya gelen a'mâ bir mü'mine ilgi
göstermemesi ve yüzünü bütünüyle müşriklere çevirip o a'mâya
iltifat etmemesi, kınanmasına sebep olmuştur.
Zira İslâmiyet şekil
ve servetten, makam ve rütbeden ziyade kalp ve kafayla, imân ve sâlih amelle meşgul olur. İnanmayan asilzadeyi değil, inanan
köle ve esiri kardeş edinmemizi emreder. Sâlih amelde bulunmayan zengine değil,
sâlih amelde bulunan fakire daha ç'k
ilgi ve itibar gösterilmesini tavsiyede bulunur. İbn
Ümmi Mektûm, Habeşli Bilâl, İranlı Sel-mân ve benzeri fakir ve kölelerin Resûiüliah'ın
(A.S.) irfan meclisinde gördükleri sıcak ve samimi ilgi bunun açık
misallerinden biridir. Mekke fethe-dildiği gün, Bilâl'ın ezan okumak üzere
kutsal Kabe'nin damına çıkmasını emreden Resûiüliah'ın
(A.S.) bununla bütün dünyaya, gerçek değer ve faziletin imân ve takvada
toplandığını ilân etmesi bir başka belge değil midir?
Ayrıca konumuzu
oluşturan âyetlerde, İbn Ümmi Mektûm'a
iltifat etmeyip bir süre onunla ilgilenmiyen Resûiüliah'ın (A.S.) bu olaydan dolayı ardarda
üç uyarı ve kınama ile muahaza edilmesi son derece
dikkat çekicidir. Bu üç uyarı şöyledir:
1- Kendisine bir a'mâ
geldi diye yüzünü ekşitip çevirdi.
2- Ne bilirsin, belki o temizlenecek veya öğüt
alacaktı da öğüt ona fayda verecekti.
3- Allah'tan saygı ile korkarak koşup gelenle
ilgilenmeyip kendisinden habersiz (gibi) görünüyorsun!.
Ayrıca Cenâb-ı Hak sözü edilen olayla, ilim ve irfanı, hak ve
hakikati yaymada, kişileri ve toplumları eğitmede bir bakıma fırsat eşitliğinin
gereğine işarette bulunuyor.
Kur’ân-ı Kerîm'de bu konu doğrultusunda iki ayrı beyân daha
vardır: Birincisi En'âm Sûresi 52. âyette, ikincisi Kehf Sûresi 28. âyette anılmaktadır. Geniş bilgi için bu
iki âyetin tefsirine bakılması şayan-i tavsiyedir.
Hakkında bu kadar âyet
inen ve Resûlüllah'ın (A.S.) kınanmasına sebep
teşkil eden iki göiü arızalı kimdir? Asıl adı Amr b. Kays'dir. İbn Ümmi Mektûm onun künyesidir.
Bu zat Hz. Hatice'nin (R.A.) dayısının oğludur. İlk
muhacirlerden olup gözlerini kaybetmiş bulunuyordu. Sözü edilen olaydan sonra Resflüllah (A.S.) Efendimiz, İbn
Ümmi Mektûm'a fazla ilgi göstermeye başladı; ona
müezzinlik payesi verdi ve Medine dışına çıktığında onu kendi yerine nâib bıraktı. Böylece Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz seferde bulunurken iki defa İbn Ümmi
Mektum Mescid-i Saadet'te
imam olup mü'-minlere namaz kıldırdı.[12]
«Hayır, hayır; O (Kur'ân) elbette bir öğüttür. Arzu eden O'nu hatırlayıp öğüt
alır.»
Kur'ân her vesileyle Allah'ı, O'nun yüksek kudretini
hatırlatan; insanın günlük hayatının her bölümünde Allah'ın anılmasını emir ve
tavsiye eden; kişinin kâinat planındaki yerini, görevini belirleyen ve onu hep
iyiye, doğruya, güzele yönlendirip duygu ve düşüncesine, akıl ve idrâkine
seslenen bir kitaptır. Onun bu özelliğinden dolayı ilgili âyette «Tezkire» diye
anılmıştır.
Şüphesiz Kur'ân aynı özelliğiyle bütün insanlara, kavim ve
milletlere de tezkiredir. Çünkü Kur'ân akla ışık
tutup yol göstermekte, duyguyu yönlendirmekte, düşünce ufkunu genişletmekte,
çok tesirli ve kqlıcı öğüt vermekte, ibret alınacak
misalleri getirmekte, Allah ile kulları arasındaki yol üzerinde bulunan
engelleri kaldırmakta benzersiz bir rehberdir. Aklım, vicdanını kullanabilen
herkesi aydınlatan ve nuru asla sönmeyen bir meşaledir.
Ancak unutmayalım ki,
dinde zorlama yoktur. Canı isteyen bu öğüdü dinler ve nasibini alır; canı
istemeyen dinlemez. Zira hak bâtıldan, doğru eğriden, yanlış doğrudan ayrılmış
ve bu zıtlar arasında ayrım yapacak gerçek kıstaslar konulmuştur. Kur'ân'ın muhatabı ise ancak akıl sahipleridir.
O bakımdan ünlü
müfessir Kurtubî, âyette geçen «tezkîre»yi, «mev'ize» ye «tebsîre» diye
yorumlamıştır. Mev'ize, vaaz ve öğüt demektir. Tebsîre ise, gerçeği gösterme, ibret ve öğüt alınacak
olaylara, konulara dikkatleri çekmek ve hakikati öğretmek için geniş mânalara
delâlet eden bir kavramdır. [13]
«O, saygı duyulan şerefli tertemiz yüce sahifelerdedir.»
Şüphesiz sahifeler, içinde yazılı olan fikirlere, bilgilere ve
gerçeklere göre değer kazanır. Allah kelâmı (sözü) ne kadar seçkin, şerefli,
aziz ve saygıdeğer ise, onun yazılı bulunduğu sahifeler
de aynı oranda şerefli, aziz ve saygıdeğerdir.
Mushaf sahifelerinde yazılı olan Allah sözü, önce Levh-i Mahfûz'da nurdan sahifelere
nakşedilmiş, sonra görevli melekler tarafından oradan alınıp diğer nurdan sahifelere yazılmıştır. Sonra da Melek Cebrail vasıtasıyla
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin gönül sahifesine aksettirilmiş ve arkasından da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz telakki ettiği âyetleri kendi
kâtiplerine yazdırmak suretiyle aynen korunmasını sağlamıştır.
Cenâb-ı Hak, kâtip meleklerden söz ederken onlar hakkında
iki sıfat kullanmıştır: «Kiram» ve «Berere».. Böylece
Allah kelâmını yazan hem melekler, hem de Resûlüllah'ın
meclisindeki kâtipler övülmekte ve Kur'ân ile, Kur'ân ilimleriyle meşgul olanlara, Mushaf yazan hattatlara
güzel bir ölçü verilmektedir.
Kiram, ya «kerem»den, ya da «kerâmetsden gelen «kerîmsin çoğuludur. Berere
ise, «bârr»ın çoğuludur.
Böylece Kur'ân'ı yazan meleklerin Allah yanında çok
aziz, şerefli oldukları; aynı zamanda o meleklerin iyilik ve ihsan sever
oldukları, gerçek mü'minler için duâ ve istiğfarda
bulundukları söz konusudur. Cömertlik, şefkat, merhamet, yakınlık, nezaket ve nezahat o meleklerin şiarı, olgunluk onların değişmeyen
sıfatıdır.
Kur'ân ile meşgul olan mü'minler
için en güzel örnek teşkil etmektedirler. Öyle ki, Kur'ân'a
inanan ve onunla amel eden her mü'min iyilik sever,
âlicenap, vekarlı, cömert, aziz ve şerefli olmalıdır.
Buharî bu iki önemli sıfatı dikkate alarak diyor ki:
«Kur'ân'ı
kalbinde ve kafasında taşıyan kimsenin söz ve davranışlarında doğruluk, iyilik
bulunması, aynı zamanda doğruyu göstermesi, iyiliği tavsiye etmesi gerekir.»
«Sefere» «safirsin
çoğuludur. «Yazıcılar, kâtipler» demektir. Daha çok kitap yazanlarla ilgili bir
anlam taşımaktadır. Çünkü aynı kökten gelen «şiir», «yazılıp hazırlanmış kitap»
demektir. Kapalı şeyin üzerindeki örtüyü açmak, düieltmek
mânasında da kullanıldığı vakidir. Nitekim bu mânayla hükümdarlar, kabileler ve
ülkeler arasında gidip gelen elçiye «sefîr» denilmiştir.
Şüphesiz gerek Levh-i Mahfuz'daki ana kitabın, gerekse dünya semasına
indirilen Kur'ân'ın bu iki âlemdeki mahiyet ve
hakikatini, yazılış tarzını ve yazan meleklerin nasıl, ne ile yazdıklarını
bilmemiz mümkün değildir. Zira nurdan sahifelere,
nurdan kalemle ve o kalemleri tutan nurdan yaratılmış meleklerle yazılan Kitabullah'ın oradaki nuranî mana ve şeklini tasvîr etmek
insan gücünü aşmaktadır.
O bakımdan biz mü'min olarak sadece Allah'ın ve Resûlüllah'ın
bildirdiklerine inanır, gerisini Cenâb-ı Hakk'ın ilmine bırakırız. [14]
Yukarıdaki âyetlerle,
öğüt alıp araştırmak isteyen İbn Ümmi Mektûm olayı konu edilerek Cenâb-ı
Hak yanında bir mü'minin ne kadar üstün kıymet
taşıdığına işarette bulunuldu. Sonra da Kur'ân'ın çok
şerefli kâtipler tarafından yazıldığına değinilerek bu kitabın dileyen herkes
için sağlam bir öğüt olduğu belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insana, insanlığın mâna ve hikmetini öğreten Kur'-ân'a ilgisiz ve bilgisiz
kalacak olanlar nankörlükle vasıflanıyor. Sonra da insanın yaratılışındaki
gelişme safhaları üzerinde durularak ilâhi kudretin her şeye yeteceğine işaret
ediliyor. [15]
17-
Kahrolası (inkarcı azgın) insan ne de nankördür!.
18- Allah onu hangi şeyden yaratmıştır?
19- Nutfe (sperme)dan
yaratmış da (en güzel biçimde) takdir etmiştir.
20- Sonra da (yaşayıp geçinme, anlayıp inanma)
yolunu ona kolaylaştırmıştır.
21- Sonra onu öldürüp kabre koymuştur.
22- Sonra dilediği zaman onu diriltip kaldırır.
«Toprak insanoğlunun
her şeyini yeyip tüketir; ancak kuyruk sokumundaki (btlyamsı)
kemiği değil.»
Bunun üzerine soruldu:
«Kuyruk sokumundaki kemik nedir?» Cevap verdi: «Hardal tanesi gibidir ki, ondan
neş'et ettirilip (yaratılacaksınız).»[16]
Aynı hadîs bazı
değişik lâfızlarla da rivayet edilmiştir. Onlardan biri de şöyledir: «İnsanın
her şeyi çürür, ancak kuyruk sokumundaki kemik cürüm ez. (İnsan tekrar) ondan
yaratılır ve hilkat ondan oluşup terekküp eder.» [17]
Kuyruk sokumundaki bilyamsı küçücük kemik, bir bakıma insanın nüvesini teşkîl
etmekte ve onun mikro modelini taşımaktadır. Ancak bu kemik toprakta çürümese
bile, ateşte yanıp kül olabilmektedir. Bu durumda insan tekrar ondan nasıl
oluşturulup yaratılacaktır? Aslında o kemikteki mikro model kaybolmamaktadır.
Belki ışın veya havaya dönüşerek varlığını sürdürebilmektedir. Şüphesiz ondaki
sırrın hakikat ve mahiyetini bugünkü
bilgi ve
tecrübelerimizle bilmemiz mümkün değildir. Ama Resûlüllah
(A.S.)m sahîh hadîsine inanıyoruz. [18]
Kahrolası (inkarcı
azgın) insan ne de nankördür!»
Bu genel anlamda bir
kural değildir. Ama insanın mayasında biraz da nankörlük karışımı vardır.-.Lmân ve irfan tezgâhında şekillenmiyenler
bu karışımın belirgin hale gelmesiyle Rablarına karşı
nankörlük ederler.
Gerçekten insanın ruhî
ve bedenî yapısı her yanıyla ve tezahürüyle yüce bir kudretin, eşsiz ve
benzersiz bir yaratanın varlığına ve birliğine delâlet etmektedir. Kurulan
vücut mekanizması, en hassas elektronik cihazın da ötesinde ve üstünde kıyas
kabul etmez bir maharetle çalışmakta ve kendi kendini onarmaktadır. Her gün
insan vücudu ölen milyonlarca hücrenin yerine yenilerini imal edip sevketmekte; açılan bir yarayı kapamak için hücre
sevkıyatı aralıksız devam etmektedir. Diğer yandan yapısı aynı kimyevî
maddelerden oluşan hücrelerin yüklendikleri program ise çok değişiktir. Kimi
kalbe, kimi beyne, kimi tırnağa, kimi ciğerlere gönderilmektedir. Her biri
yüklendiği program gereği, yapılacak olanı kusursuz yerine getirmekte ve en
küçük bir yanlışlığa meydan vermemektedir.
Soğuk bir mevsimde ısı
derecesi sıfırın altında bile olsa, burnumuzdan aldığımız soğuk hava henüz
ciğerimize ulaşmadan + 35, 36 dereceye yükselmekte ve bu ameliye sürüp
gitmektedir. Burundan geçip mukusları
aşıncaya kadar insan vücudunun ısısıyla aynı dereceye yükselen hava, ciğerimize
bir zarar vermemekte ve arzulanan hizmeti yerine getirmektedir.
Verdiğimiz birkaç
misal acaba tesadüflerin oluşturduğu bir düzenleme midir? Bu mümkün müdür?
İşte insan kendi hılkatındaki bu mükemmel işleyişe
baktığı ve Cenâb-ı Hakk'ın
yüksek sanatının eşsizliğini kendi vücut yapısında gördüğü ve organların
çalışma sistemindeki inceliği idrâk ettiği nisbette O
sonsuz ve sınırsız yüce kudreti tanıyabilir. Tanıdıkça da kendi mahviyet ve
aczini müşahede etme seviyesine gelir. Böylece inkâr ve nankörlük yurdundan,
imân ve şükür iklimine sür'atle geçerek
Hakk"a kul olma bahtiyarlığına erişir.
Kendindeki ezelî kalem çizgisini, kudret fırçasının rengini göremiyen, anlayamayan kimse ise, Allah'ı bilip tanımaz.
O'nu tanımayınca da aşırı nankörlük kaftanına bürünerek gününü gün etmeye
çalışır.
Onun için konumuzu
oluşturan âyette insanoğlunun şu beş harikayı anlayıp kavraması, hikmetine
nüfuz edip inanması istenmektedir:
1- Nutfeden yaratılması,
2- Biyolojik,
fizyolojik ve kimyasal kanunlar düzeyinde tekâmül edip ana rahminde insan
şekline girmesi,
3- Yaşayıp
geçinmesinin, anlayıp inanmasının bütün yollarının açık tutularak
kolaylaştırılması,
4- Ölüp
toprağa intikal etmesi,
5- Günü
gelince diriltilip ikinci hayata
kaldırılması..
Birinci maddede,
erkeğin cinsiyet hücresiyle kadının yumurta hücresinin birleşmesi ve kaynaşan
hücrelerin ana rahminde tutunarak akıl üstü bir maharet ve enerjiyle yeni bir
canlı meydana getirinceye kadar binterce defa
bölünmesi ve öylece çoğalması söz konusudur.
İkinci madde ile,
döllenmiş yumurtanın gelişmeye yüz tutmasına, 40-45 günde insan şekline
girmesine işaret ediliyor.. Hücrelerin bir misline katlanıp çoğalmasıyla
spermanın özüne ve kadının yumurta hücresine, -hilkat kanunu gereği- çizilen
insan modeli böylece belirginleşiyor. Tıpkı toprağa atılan tohumun hücresine
nakşedilen kocaman ağacın en küçük modelinin şartları ve ortamı müsait bulunca
çatlayarak filizlenmeye yönelmesi gibi..
Üçüncü maddede,
yerkürenin insanoğlunun yaşamasına uygun bütün şartları ve imkânları kendinde
taşıyarak yaratıldığına işaret ediliyor.
Su, toprak, hava,
güneş ve yeraltı ile yerüstü kaynaklarının biraraya
getirilmesiyle insan hayatına elverişli ortam doğuyor.
Aynı zamanda herşeyi yaratan Allah'ı anlayıp tanımak için her türlü imkân
seferber edilmiş ve insana bunun için birtakım yetenekler verilmiştir.
Dördüncü ve beşinci
maddelerde, insan bedeninin dünyadaki mevcut ortam ve şartlara göre
yaratıldığı; âhiret alemindeki hayat şartları tamamen
değişik olduğu için, ruhunun girip yerleştiği bu ilk bedenle âhi-rette yaşama
şansının bulunmadığı hatırlatılıyor. O bakımdan dünyaya ait bedenin ölmek
suretiyle o değişme gününe hazırlanmasının gereğine işaret ediliyor.
İşte bu da ezelde
düzenlenip insandan yana hazırlanmış bir kanundur ki, şaşması, hatâ yapması
veya gecikmesi söz konusu değildir. Bizi, hiçbir misal ve modelimiz yokken
yaratan Cenâb-ı Hak, misalimiz ortada dururken
ikinci hayata diriltip kaldıramaz mı? Bedenimizi oluşturan elementleri
harekete geçirip onu oluşturamaz mı? İç ve dış organlarımızdaki tenasüp ve
oluşma özellikleri her yanıyla Allah'ın yaratmadaki eşsizliğini göstermiyor mu?
Bütün bunlar ortada dururken ve her biri O'nun varlığının şahidi bulunurken
inkâra sapmanın, nankörlük etmenin mâkul bir yanı var mıdır? Hem Cenâb-ı Hakk'ın varlığını ve
birliğini isbat eden binlerce delil ve belge
gözlerimizin önünde bulunduğu halde, O'nun yokluğuna delâlet eden hiçbir delil
ve belge yokken, O'nu inkâr etmenin anlamı ne olabilir? [19]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanoğlunun her iki hayatını aydınlığa kavuşturacak olan Kur'ân'a
ilgisiz ve bilgisiz kalmak, nankörlüğün tâ kendisi; ilâhî hitaptaki mutlak
anlamda mutluluk vaadeden gerçeği anlamamak veya ona
kulak tıkamak en aşağı derecedeki gafletin belirtisi olduğuna değinildi.
Arkasından akla malzeme vermek için insanın yaratılışındaki safhalardan
birkaçına temas edilerek yol gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
insanoğlunun ilâhi emirleri lâyıkıyla yerine getiremediği konu ediliyor.
Arkasından ona verilen nimetlerden sekiz kadarı üzerinde durularak vicdanlara
sesleniliyor. [20]
23- Hayır, hayır; insan, Allah'ın buyruğunu (lâyıkıyla)
yerine getirmemektedir.
24- Bir de insan, yiyeceğine bir baksın!
25- Şüphesiz ki biz suyu döker de dökeriz, (İhtiyaç nisbetinde yağmur yağdırırız).
26- Sonra, yeryüzünü (kabartıp) yarık yarık
yaparız.
27-31- Orada
tane, üzüm, yonca, zeytin, hurma, sık ve büyük ağaçlı bahçeler, meyveler ve
çayırlar bitiririz.
32- Size ve
davarlarınıza yararlı geçimlik olsun diye (bunları hazırlayıp vermekteyiz.)
«Hayır, hayır; insan,
Allah'ın buyruğunu (lâyi- yerine getirememektedir.»
Bu, insanların inkâr,
imân, irfan, bilgi, kültür, ahlâk ve dindarlık derecelerine göre farklılık arzeder. Kâfir, ilâhî emirlerin hiçbirini yerine getirmez.
O'nun emrine uygun bir iş ve fiilde bulunsa bile, bu, ilâhî emre uyduğu için
değil, rasgeldiği için benzerlik göstermiştir. Mü'min ise, takva, ilim ve irfanı oranında ilâhi emirleri
yerine getirmeye çalışır. İnancı zayıf olanlara gelince : Onlar Hakk'ın buyruklarının azını yerine getirirken çoğunu terkederler.
Gerçi âyette her ne
kadar fiildeki zamir üçüncü şahıs olan nankör insana aitse de diğer bütün
insanlara da teşmil edilebilir. Tabii Peygamberler ve onların yolunda yürüyen
kâmil mürşitler ve ilim adamları bu genellemenin dışında kalır.
Nitekim Tabiîn'den Müoahid ile Katade, konumuzu oluşturan âyeti: «Hiç kimse emrolunduğu şeyleri lâyıkıyla yerine getiremez» şeklinde yorumlamışlardır.
İbn Abbas (R.A.) ise,
«İnsanlar Adem'in sulbünde iken kendilerinden alınan ahd
ve misaka tam anlamıyla bağlı kalmamışlardır» şeklinde
değişik bir yorum getirmiştir. Çünkü ilâhî nîmetlerin çokluğu ve çeşitliliği
karşısında insanın yaptığı iyilik ve ibâdetler çok küçük kalır. [21]
öBir de insan, yiyeceğine bir baksın!.»
Sofrada önümüze
konulan yiyecek maddelerinin hazır duruma getiri lebilmesi
için denizler, güneş, rüzgar, bulut, yağmur, toprak, bakteriler ve ziraatçılar
elbirliği edip her biri kendine düşen hizmeti vermek suretiyle seferber
olmuşlardır. Öyle ki, bu faktörlerden biri yüklenilen hizmeti aksatacak veya vermiyecek olsa, her şey alt-üst olur ve arzulanan netice akîm
kalır.
Şüphesiz bunların
hepsini belli bir programa göre hizmete sevkeden
yüksek bir kudretin mevcudiyeti söz konusudur.
Bunun içindir ki,
ilgili âyetle insan aklına ve idrâkine seslenilmekte ve vücut yapımızdaki
harika sanatın belirgin eserinden alınıp dış âlemi-mizdeki
nîmet ve belgelere yüzlerimiz çevirilmektedir.
Böylece her biri
kâinatın birer parçası olan insan ve onun için yaratılan çeşitli gıda
maddeleri bir bütünlük arzetmektedir. İnsanı bu maddelerden,
onları da insandan ne ayrı düşünebiliriz, ne de ayırabiliriz.
Ezelî kalem insanın hayat statüsünü yazıp hazırlarken, onun için lüzumlu bütün maddeleri
de belirleyip belli kanunlara bağlamış ve sağlam bir denge ile uyum
hazırlamıştır. O dengeyi ve bağlı bulunduğu sünnetullahı
bildiğimiz ve özelliğine göre değerlendirdiğimiz nisbette
mutlu olabiliriz.
Cenâb-ı Hak bu bapta insan yiyeceği olarak daha çok sekiz
madde üzerinde durmuştur. Şüphesiz bunda bir sınırlama söz konusu değildir. Ancak
bu sekiz madde, hemen hemen birçok gıda maddelerini
kapsamaktadır. Şöyle ki:
1- «Tahıl» anlamına gelen «hab»..
Bu, tahıl kapsamına
giren, baklagiller de dahil bütün ürünleri kapsamaktadır. Birinci maddede «hab» kavramına yer verilmesi, o bakımdan çok önemlidir.
Çünkü genellikle tahıl gıda maddemizin önemli bir bölümüne hitap etmekte ve
ana geçim maddesi olduğunu ortaya koymaktadır. .
2- Üzüm..
Bu meyvanın
ne kadar değerli ve yararlı olduğunu biliyoruz. Şüphesiz üzüm, hem besleyici,
hem iştah açıcı ve sindirim sistemini düzenleyicidir. Aynı zamanda içinde kalsiyum,
demir, fosfor bulunduğundan insan sağlığına çok faydalıdır. Ayrıca üzümde B ve
C vitaminleri bulunur. Sindirimi kolaylaştırır ve idrar söktürür.
3- Yonca..
Yonca, besili toprak
aramadığı, çok su istemediği, fazla güneşe ihtiyaç duymadığı için kolay ve
çabuk yetişen hayvan yemlerinden biridir. Çabuk yayılıp gelişme ve genişleme
özelliği vardır. O bakımdan kolay elde edilebilen bir bitkidir. Hayvan
besleyenler için oldukça ekonomik sayılır. Bunun için Cenâb-ı
Hak, insanlardan yana protein kaynağı olan hayvanların beslenmesinde önemli
yeri olan yoncadan ismen söz etmektedir.
4- Zeytin
Bilindiği gibi zeytin,
besin değeri çok yüksek bir gıda maddesidir. Zeytinde % 14 yağ, 8.5
karbonhidrat, 0.76 protein vardır. Zeytin yağının sindirimi kolaydır.
Böbreklerin iyi çalışmasında olumlu tesirinden söz edilir. Katık olarak
kullanılması ise çok yaygındır. Posası hayvan yemi olarak kullanılır.
Görüldüğü gibi, hem
insanlara, hem de hayvanlara faydalı olan zeytin Kur'ân'ın
birkaç yerinde anılmıştır. Ayrıca Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz nem zeytini, hem de yağını övmüştür. Bütün bu beyânlar, onun çok değerli
bir besin maddesi olduğuna şahit ve delildir.
5- Hurma..
Hurma da çok
besleyicidir. Yaşı da, kurusu da yenir. Şeker ve karbonhidrat bakımından
zengindir. Açlığı giderir. Kurusu uzun süre dayanır ve ekmek yerine geçmekle kalmaz sindirim sistemi üzerinde çok olumlu
tesirler meydana getirir.
6- Sık ve büyük ağaçlı bahçeler..
Şüphesiz ağacın,
bahçenin; tek kelimeyle yeşilliğin insan sağlığı üzerindeki müsbet tesiri artık çok iyi bilinmektedir. O bakımdan
birçok ilim adamları yaptıkları araştırma ve inceleme neticesinde, «Ağaç kadar
insana faydası dokunan başka bir canlı yoktur» demişlerdir. İlmî araştırma ile
tesbit edilen faydalar şöyle belirtilmiştir:
a) Bir
hektar orman yaklaşık 32 ton tozu yutarak zararsız hale getirir.
b) Böylece
ağaç için için hava filitresi
görevini yapmaktadır.
c) Büyük bir
ağaç saatte 2 kilo karbondioksit denilen zehirli gazı emmekte ve insana hayat
vermektedir.
d) Aynı
zamanda hayatımız için çok lüzumlu ve kaçınılmaz olan oksijeni de 2 kilodan
fazla vermekte ve havayı rahat teneffüs edilir hale getirmektedir.
Bunun için O en büyük
hekîm ve yegâne hikmet sahibi Allah, dünyayı yemyeşil yaratmış ve ebedî saadet
yurdu olan Cenneti de en güzel ağaçlarla süslemiştir.
7- Çok
çeşitli meyva..
Meyva, çeşitlerine ve türlerine göre, insanoğluna sunulan
güzel nî-metlerden biridir. Her biri ayrı bir vitamin
kaynağıdır. Vücudumuz için lüzumlu olan vitaminlerin çoğunu meyvalardan alırız. Şüphesiz meyvalar
bütünüyle, güzel tat ve kokularıyla hayatımıza renk katmakta ve bizimle Cenâb-ı Hak arasında bir bakıma haberleşmeyi sağlamaktadır.
Zira hemen her meyva, taşıdığı özellikleriyle iiâhî kudret fırçasının izlerini ve renklerini taşımakta;
her yanıyla «Allah!» diye fısıldamaktadır.
Günümüzde hekimlik
alanında meyvalardan ve çiçeklerinden yeterince
yararlanılmakta ve bunlar nice dertlere deva olmaktadır.
Ayrıca çeşitli
hastalıklarda meyva kürü şeklinde tedaviler yapııır.
8- Çok
çeşitli ot..
Bu da etinden,
sütünden, kılından, derisinden ve sakatatından istifade ettiğimiz davarlar ve
binek hayvanları için son derece lüzumludur. Aynı zamanda kuruyup toprağa
karışan otların, bitkilerin toprağı humuslu düzeye getirmesi de onun başka bir
yarandır.
Sekiz yararlı madde
sıralandıktan sonra Cenâb-ı Hak 32. âyetle bunların
münhasıran insanlar ve bir kısmının da davarlar için geçimlik anlamında
yaratıldığını belirterek şöyle buyuruyor: «Size ve davarlarınıza yararlı
geçimlik olsun diye (bunları hazırlayıp vermekteyiz).» [22]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanoğlunun bunca lütuf ve nimetlere rağmen ilâhî buyrukları lâyıkıyla yerine
getirmediği konu edildi. Arkasından hayatımız için çok lüzumlu ve faydalı olan
sekiz madde sıralanarak akıl ve vicdanımıza seslenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kıyamet ve arkasından âhiret olayına değiniliyor. O
günün dehşeti «sahha» sözüyle özetlendikten sonra herkesin kendi niyet ve
ameliyle başbaşa kalacağı haber veriliyor. Soy
bağlarının kopacağına değinilerek çoluk çocuk yüzünden günaha girmenin makul
hiçbir yanı olmadığına işaret ediliyor. Sonra da mü'minlerle
kâfirlerin yüzlerinin o gün aksettireceği görüntüye atıf yapılarak ölmeden önce
ciddi bir hazırlığa ge^ rek
olduğu belirtiliyor. [23]
33- Kulakları sağırlaştıracak o kıyamet gürültüsü
geldiğinde;
34- O gün kişi kardeşinden,
35-36-
Anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar.
37- Onlardan
herkişinin (o gün) kendine yetecek derdi ve meşguliyeti
vardır.
38- Yüzler
var ki, o gün ışıl ışıl ışıldar.
39- Güler ve
müjde sevincini duyar.
40-41-
Yüzler de var ki o gün üzerleri tozludur; o tozu da bir karanlık sarar.
42- İşte bunlar kâfirler ve tacirler (Allah'ı
inkâr edenler, günah işleyip haklara tecâvüz edenlerjdir
.
«Yalın ayak, baş acık,
çıplak, yaya ve sünnet olmadık bir halde haş-rolunacaksınız.»
Bunun üzerine bir
kadın (veya Hz. Aişe R.A.)
sordu: «O zaman birbirimizin avretini mi göreceğiz?» Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «A kadın! O gün her kişinin kendine yetecek
kadar derdi, endişesi ve meşguliyeti vardır. O bakımdan kimse kimseye bakacak
durumda değildir.»[24]
Bu hadîs bazı lâfız
değişikliğiyle birkaç tarikten rivayet edilmiştir. [25]
Kıyamet gününde hesap
alanına getirilen insanların birkısmı birkıs-mından kaçar, yani
ilgilenmeyip uzaklaşır. Habil, kardeşi Kabil'den;
İbrahim (A.S.) babası Azer'den; Nuh (A.S.) kendi
eşinden ve oğlundan; Lût (A.S.) kendi eşinden
uzaklaşır. O kadar ki, dünyada can-ciğer olan yakınlar ve dostlar birbirinden
kaçar. Herkes kendi ameliyle meşgul olup nasıl hesap vereceğini düşünmeye ve
korkmaya başlar. Böylece her kişinin o
gün kendine yetecek meşguliyeti olacaktır.[26]
«Kulakları
sağırlaştıracak o kıyamet gürültüsü geldiğinde..»
Kur'ân-ı Kerîm'de kıyamet olayından söz edilirken, meydana
gelecek müthiş gürültü tasvîr edilmekte ve o korkunç hâdise çeşitli
anlatımlarla haber verilmektedir.
Konumuzu oluşturan
âyette bu olay «sahha» ismiyle anılmıştır. Bu, kelime sözlük yönünden üç ayrı
mana taşımaktadır:
1- İki katı
cismin birbirine şiddetle çarpışması sonucu meydana gelen gürültünün kulakları
sağırlaştıracak bir şiddet arzetmesi,
2- «Isaha» anlamına gelir ki, bir şeye kulak verip dinlerken
diğer şeylerden ilgi ve dikkatin bütünüyle kesilmesi,
3- Melek İsrafil'in ikinci defa Sûr'a üflemesi
neticesi kulaklara şiddetle çarpan bir sesin ortalığı çınlatması..
Her üç mana da,
kıyametin gerek kopması anında, gerekse ikinci nef-hayla kabirlerden kalkılması döneminde, gerekse son nefha ile mahşer alanına sevkedilme
zamanında kulakları sağır edeoek kadar müthiş bir sesin
ortalığı çınlatacağına delâlet etmektedir.
Dördüncü bir mâna
üzerinde duranlar olmuştur. O da şöyledir: Kıyamet sayhası insanın dünya ile
olan bütün ilgi ve bağlarını keser ve kalpleri, kafaları sadece âhiret günüyle meşgul eder ve herkes kulağını sadece ilâhî
emrin tecellisine çevirip bekler. O bakımdan sözü edilen müthiş olaya «sahha»
denilmiştir. [27]
Bütün bu anlatımlardan
şu sonuç çıkıyor: Kıyamet olayıyla gökteki cisimlerin hemen hepsi yörüngesinden
kopup birbirine çarpaoak ve o sebeple kâinatta hâkim
olan mevcut düzen alt-üst olacaktır.
Ancak böylesine büyük
bir olayı meydana getirecek fizikî sebeplerin neler olacağını bilemiyoruz.
Bildiğimiz tek şey, İsrafil'in (A.S.) elindeki Sûr denilen alete üflemesiyle böyle
bir olayın gerçekleşeceği hususudur.
Neden böyle bir olay
değişik anlatımlarla yer yer anlatılıyor? Çünkü Kur’an’da câri olan ilahi üslup gereği, önce Allah’ın
varlığına, birliğine çağrılır. Arkasından O’nun varlığını ve kudretini tanıtan
kitabından ve bazı özelliklerinden söz edilir. Sonra insan aklına ışık
tutularak akli ve mantiki delillere, ana fikirlere geçilir. Sonra da duygu ve düşünceleri yönlendirmek için
gelip geçen kavim ve milletlerin hayatında ibretli birkaç safha anlatılır veya
kıyamet olayına ve olayda meydana gelecek önemli birkaç safhaya değinilir ve
gereken irşat ve uyarı yapılır.[28]
“O gün kişi
kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve oğullarından kaçar.”
Dünya hem ahirete hazırlanma dönemidir, hem de nesli devam ettirme,
sosyal hayatı denge ve düzende tutma, insanlar arasında yararlı anlaşma ve
kaynaşmayı sağlama yeridir. O bakımdan Cenab-ı Hak,
insanın fıtrat mayasına, onun mikro modelini taşıyan genlere evlattan, eşten,
dosttan, hısımlardan yana şefkat, merhamet, sıcak ilgi, sevgi ve saygı iksirini
yerleştirmiştir. Bütün bunlar, O’nun yeryüzüne indirdiği yüz rahmetinden bir
rahmetinin tezahürüdür.
Annenin kendisini
çocuğuna feda etmesi veya kendini ona feda edecek derecede sevmesi, evli
eşlerin birbirine sıcak ilgi duyup bağlanması; torunlara öz evlattan fazla
sevgi izhar edilmesi bütünüyle nesli idame kanunuyla izah edilebilirBazı
istisnalar dışında böylesine bir ilgi sürüp gider.
Ahirette yeni bir düzen kurulur. Orada üreme söz konusu
olmayacağına göre nesli idame kanunu iptal edilir. Böylece yakınlara olan
deruni ilgi kopar, sadece Allah için sevme ve ilgi duyma başlar. Dünya’da Allah
için, O’nun hoşnutluğunu dileyerek dostluk ve arkadaşlık kuranlar, ahirette de dost ve arkadaş olarak kalırlar.
Bu gerçek olaylar bize
neleri öğretiyor? Önce şunu belirtelim ki, dünya hayatında basit çıkarlar için
suni dostluk ve arkadaşlık kurmak, insanın yaratılışındaki hikmete ve mükerremliğe ters düşer. Ancak sevdiğimizi Allah için
sevdiğimiz; dost ve arkadaş seçtiğimizi yine O’nun için seçtiğimiz nisbette gerçek mü’min olduğumuzu
isbat etmiş oluruz.[29]
Bilindiği gibi, cennet
dinlenme, huzura kavuşma, ebediyen mutlu olma yurdudur. O bakımdan evlâdı
cehennemde yanan bir anneyi; babası ve annesi azap içinde kıvranan bir evladı
düşünün.. Eğer insanların kdlbinde soy, hısımlık,
yakınlık duygusu silinmemiş olsa. Cennet de o insanlar için bir bakıma cehennem
olurdu. İşte kişinin kendi kardeşinden, ana ve babasından, eşinden ve
çocuklarından uzaklaşmasının veya kaçmasının hikmeti budur[30]
«Yüzler var ki, o gün
ışıl ışıl ışıldar. Güler ve müjde sevincini duyar.»
Her kişi yaşadığı hal
üzere ölür ve öldüğü hal üzere kabrinden kaldırılır. Dünyada işlediği amel ve
ibâdeti; yaptığı iş ve hizmeti niyetine ve amacına göre âhirette
tezahür eder. Çünkü ameller niyetlerin aynasıdır ve değer ölçüsüdür.. O
bakımdan herkes niyetine ve işindeki doğruluk ve ciddiyetine, ibâdetindeki
samimiyetine göre karşılık görür. Cenâb-ı Hak mutlak
surette âdildir; yapılan samimi hizmetle- i, riyadan uzak amelleri, Hakk'ın hoşnutluğu doğrultusunda yapılan iyilik ve
hayırları fazlasıyla mükâfatlandırırken, işlenen fenalıktan, irtikâb edilen kötülükleri de misliyle cezalandırır.
Mihenk ve kıstas niyet
samimiyet ve ciddiyet olunca, kıyamet gününde bütün bunlar açığa çıkar ve
kişinin yüzünde belirir: Bazı yüzler ışıl ışıl
ışıldar, mutluluk ve ferahlık kendini hissettirir. Bazı yüzler de üzerine toz
yağmış, is bulaşmış gibidir. Kötü niyetleri, samimiyetsizlikleri, doğruluktan
uzak tutumları bütünüyle yüzlerinde tezahür eder. Cenâb-ı
Hak bu ikinci zümrenin kâfir ve fâcirler olduğunu
açıklamakta ve bu iki karanlık sıfatın kişiyi nasıl sonsuz karanlıklara
sürükleyeceğini haber vermektedir.
İlim adamları ise bu
âyetlerde yer alan, altı kadar kavram üzerinde durmuş ve bunları delâlet
ettikleri mânalara göre açıklarken neden ve ni-Cinlerini
şöyle belirtmişlerdir:
a) Gerçek mü'min o gün Cenâb-ı Hakk'ın rahmet ve inayetinin kendi lehine tecelli ettiğini
görünce, eriştiği nîmet, devlet, kurtuluş ve saadetten dolayı yüzü ışıl ışıl ışıldar. Allah yolunda saç ve sakalının, üst ve
başının tozlanmasına karşılık yüzünde ilâhî nur lemaan
eder .
b) Dünyada abdest suyunun dokunduğu kısımlar parıldar. Taşıdığı bu
ışık, ona hem kabrinde, hem de âhiret gününde bir nur
olur da önünü ve yanını aydınlatır. Kabrinden kalkıncaya kadar ruhu Cennet
havasıyla neşelenir ve ferahlanır.
c) Geceleri
kalkıp ibâdet ettiği, meşru ölçüler içinde helâl lokma ile karnını doyurduğu,
Allah'ın verdiği nimetlerden bir kısmını O'nun muhtaç kullarına verdiği ve
böylece birçok kimselerin sıkıntısını giderdiği için sonsuz saadetle
müjdelenir.
d) Dünyada
iken, inkarcı sapıklarla, günahkâr azgınlarla dostluk kurmadığı ve yalnız mü'minleri kardeş edindiği ve hem kendisi, hem de onlar
için çalıştığı için, âhirette onun bu güzel hali
yüzünde belirir ve mahşer alanında herkesin gıbtasını
çekecek kadar nura kavuşur.
İnkarcı sapıklara
gelince:
Dünyada Allah'a değil,
sadece nefislerine hizmet edip hayat dizginini nefis ve İblîs'in eline
verdikleri; işledikleri bir sürü günah ve isyanla ruhlarını ve kalplerini
kararttıkları için âhiret gününde onların bu kötü
halleri yüzlerinde tezahür eder; öyle ki yüzlerine toz yağmış ve onun da
üzerine is sürülmüş gibi bir görünüme bürünürler. Önlerini ve yanlarını
aydınlatan hiçbir nurları olmaz.
İşte kendini böyle
elîm bir sonuca lâyık görenlerin daha çok iki kötü sıfatı söz konusudur:
Birincisi, Peygamberin teblîğ buyurduğu dinî esasları inkâr etmeleridir.
İkincisi, maddeyi ve şehveti amaç seçip onları elde etmek için her şeyi
kendilerine mubah sayarak kutsal değer adına ne varsa hepsini çiğneyip hiçe
saymalarıdır.
Cenâb-ı Hakk'ın Abese sûresinin
son bölümünde mü'min ve kâfir zümrelerden her
birinin karşılaşacağı mutlu veya mutsuz sonucu, âhirette
cereyan edecek safhasıyla anıp bir tablo halinde gözler önüne sermesi,
el-betteki çok anlamlıdır. Diyebiliriz ki, bu, mahza
O'nun rahmetinin bir diğer tezahürü ve gufranının insanlardan yana yönelmesinin
bir başka tecelli-sidir.
Ortada uyarı var, davet
var, öğüt var, müjde var ve tehdîd var. Duygu ve
düşünceye seslenme; akla ışık tutma, vicdanları harekete geçirme ve gelecek
günleri çok iyi hesaba katma sinyali söz konusudur.
Yeter ki, gören
gözler, işiten kulaklar, anlayan gönüller, düşünebilen kafalar ve duygunun
önünde yürüyen akıllar bulunsun.
Abese Sûresine, Cenâb-ı Hakk'ın bir mü'mine ne kadar değer verdiği konu edilerek tarihî bir
olay misâl gösterilmek suretiyle başlanıldı ve âhiret
gününde mü'minin yüzünün ışıl ışıl
ışıldayacafl. müjdelenerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hatnd-u senalar; ilâhî
nuru alıp mü'minlerin kalbine ve kotasına aksettiren
Sevgi. Peygamberimiz Hz. Muhammed'e (A.S.) ve Onun âl
ve ashab.na salât-u selâmlar olsun. [31]
[1] Lübabu't-te'vll:
4/353
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6591.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6591.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6593.
[4] et-Tac el-Câmi'u li'1-usûl fi Ahâdisl'r-Resûl:
4/282- Tirmizî bu hadisin hasen
olduğunu belirtmiştir.
[5] et-Tac li'l-Câml'u'l-usûl: 4/282 - Buharî/fezâilü'l-Kur'ân
[6] Buharî/fezâilü'l-Kur'ân: 1775.
[7] Buharî/fezâilü'l-Kur'ân: 1776.
[8] Buharî/fezâilü'l-Kur'ân: 1777.
[9] Buharî/fezâilü'l-Kur'ân: 1778.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6593-6594.
[10] Hadis Sûresi: 12
[11]Tahrlm Sûresi: 8
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6594-6596.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6596.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6597-6598.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6598.
[16] Buharî/tefsîr : 3/39, 1/78-
Müslim/fiten: 141, 143- Ebû
Dâvud/sünnet: 22- Nesâî/cenâiz: 1İ7- İbn Mâce/zühd: 32- Taberânî/cenâiz: 49- Ahmed: 2/322. 428, 499-3/28
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6599..
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6600.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6600-6602.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6602.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6603-6604.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6604-6607.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6607.
[24] Müslim, Cennet: 56; Buhari,
Enbiya: 8, 48, Tefsir: 5, 21; Tirmizi, Kıyamet: 3,
Tefsir: 80; Nesai, Cenaiz:
118-119; Ahmed, Müsned:
2/223, 229, 235, 253, 3/495, 6/53.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6608.
[26] Fazla bilgi için bak: Lübabu’t-te’vil: 4/354.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6608-6609.
[27] Bilgi için bak: Tefslr-i Kurtubl: 19/224
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6609-6610.
[29] Fazla bilgi için bak: Mü’minun
Suresi 101. ayetin tefsiri.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6610.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6611.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6611-6613.