Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Cenab-ı Hakk'ın Dört Şey İle Yemin Etmesi
Hz. Muhammed (A.S.) «Gaybı Bilirim» İddiasında Değildi
Kur'ân, İlâhî Rahmetten Kovulmuş Şeytanın Sözü Değildir
Şaşkın Gafiller Nereye Gidiyor?
Kur'ân Bütünüyle Katıksız Bir Öğüttür
Cenâb-ı Hak İle Kulları Arasında Meşiet Feneri
Tamamı Mekke'de
inmiştir. Birinci âyetinde güneşin kararıp sarık misali sarılarak dürüleceği
konu edildiğinden, bu mânaya delâlet eden fiilin masdarı
«Tekvîr» sûreye isim olarak konulmuştur.
Âyet sayısı : 29
Kelime sayısı: 104
Harf sayısı 530.[1]
Veya Kelime sayısı: 139.
Harf sayısı: 533.[2]
1- Kıyamet olayının müthiş safhalarından birkısmı anlatılıyor.
2- Herkesin
lâyık olduğu zümre arasında yer alacağı; aynı inanç ve karakterde olanların biraraya getirileceği konu edilerek, dünyada iyi bir insan
olup iyilerle dostluk ve yakınlık kurmanın faydalarına işarette bulunuluyor.
3- Diri diri
öldürülen; zaman zaman küfür ve ahlâksızlık
bataklığına atılan, şehvet pazarına sürülen kız çocukları üzerinde duruluyor;
hangi günahlarından dolayı öldürüldüklerinin sorulacağı haber veriliyor.
4- Hz. Muhammed'in
(A.S.) hak peygamber olduğunu isbat eder anlamda
birtakım deliller açıklanıyor.
5- Doğru yolu bulmak isteyenlere Kur'ân'ın bütünüyle öğüt ve hidâyet rehberi olduğu
bildiriliyor.
6- Kulun dileğinin Cenâb-t
Hakk'ın dileğine tabi olduğu; Allah'ın dileğini
yansıtan sünnetullaha uymanın gereği üzerinde
duruluyor. Allah dilemedikçe bizim bir şey dileyemiyeceğimize
değinilerek okaidde önemli bir konuya dikkat
çekiliyor. [3]
1- Güneş kararıp dürüldüğünde,
2- Yıldızlar parçalanıp döküldüğünde,
3- Dağlar yerinden oynatılıp yürütüldüğünde,
4- Gebe olan develer (kendi haline)
bırakıldığında,
5- Vahşi hayvanlar (korkudan) biraraya
toplandığında,
6- Denizler birbirine karışıp kaynaştığında
(veya ateş haline geldiğinde),
7- Ruhlar bedenlerle; iyiler iyilerle, kötüler
kötülerle birleştiğinde.
8-9- Diri diri gömülen veya gömülmeden öldürülüp öylece gömülen kız
çocuğuna, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda,
10- (Amel)
sah iteleri açıldığında,
11- Gök(teki cisimler) yörüngesinden kaydırılıp
dürüldüğünde,
12- Cehennem iyice alev alev
kızıştırıldığında,
13- Cennet (mü'minlere)
yaklaştırıldığında,
14- Herkes neler hazırladığını bilip anlayacak.
«Kim kıyamet gününü
gözleriyle bakıp görmek istiyorsa, Tekvîr, İnfitar ve İnşikak sûrelerini
okusun[4]
«Güneş ile ay kıyamet
gününde kararıp sarık sarılırcasına dürülürler.» [5]
«Güneş kararıp
dürüldüğünde, yıldızlar parçalanıp döküldüğünde..»
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
buyurduğu gibi, Tekvîr Sûresi olduğu gibi kıyameti
tasvir etmektedir. Öyle ki, kıyamet olayı meydana gelince kâinatın mevcut
düzeninin alt-üst olacağı, dengenin bozulacağı ve Allah'ın dilediği dışında
bütün canlıların öleceği yedi madde halinde açıklanarak, o günün ne kadar
korkunç olduğunu anlamamız kolaylaştırılmaktadır. Aynı zamanda her safha
üzerinde iyice düşünüp bazı sonuçlar çıkarmamız ilham edilmekte ve böylece bu
olay hakkında birtakım ana fikirler verilmektedir:
1- Güneş
kararıp dürüldüğünde..
Güneşin kararıp
dürülmesi «tekvîr» kökünden türetilen «küvviret» fiiliyle ifade edilmektedir. Bu tabir daha çok
fese tülbentin sarılması veya doğrudan bir tülbentin başa, sargı bezinin yaralı organa sarılması
hakkında kullanıldığı gibi, eşyayı toplayıp biraraya
getirmek mânasında da kullanıldığı vâkidir.
Kıyamet olayında güneşin
sarık misali sarılıp dürülmesi, taşıdığı gazların özelliklerini kaybedip bir
anda kararmaya yüz tutarak birbirine kat kat sıkışıp
katılaşması demek olabilir.
Böylece güneşin bir
gün bütün enerji kaynağının tükenip söneceği hakkında araştırıcılara ip ucu
verilmekte ve aynı zamanda mevcut düzenin bozulmasının çok müthiş olacağı
işlenmektedir.
2- Yıldızlar
parçalanıp döküldüğünde..
Burada «inkidar» kökünden gelen «inkedere»
fiili kullanılmıştır. Bu daha çok bulanmak, kararıp parçalanmak, dağılıp toz
haline gelmek, dökülüp yayılmak mânalarına delâlet eder. Güneşin kararmasıyla
birlikte yıldızlar belirsiz hale gelecek ve aralarındaki denge bozulacak; o
yüzden çarpışma, parçalanma ve dökülme olayları birbirini izleyecek.
Böylece kıyamet
olayında sadece güneş sistemi değil, diğer bütün sistemlerin -bazı
istisnalarla- bozulup dağılacağı kesinlik arzetmektedir.
Zira kâinatta nasıl her sistem belli bir denge ve düzende tutulmuş ve her
sistemde yer alan gezegen ve yıldızlar arasında nasıl denge bağları mev^ cutsa, sistemler arasında da
aynı şey söz konusudur. Öyle ki, bir sistemin bozulmasıyla sistemler arasında
zincirleme bozulmalar meydana gelecek ve yeni düzen kuruluncaya kadar birçok
korkunç olaylar birbirini izleyecektir.
3- Dağlar
yerinden oynatılıp yürütüldüğünde..
Bu, yerkürenin büyük
ve önüne geçilmez bir sarsıntı geçireceğine, her şeyin yıkılıp dağılacağına,
dağların toz haline gelip belirsizleşeceğine işarettir. Nitekim diğer bir
âyette bu konu şöyle açıklanmaktadır: «Dağlar da atılmış renk renk yüne benzeyecek.» [6] Böylece
hallacın attığı pamuk misali bir görünüm verecek ki, bu, dağların tuz-buz olup
toz halinde bu-lutumsu bir görünüm arzedeceğini göstermektedir.
Nitekim Vâkıâ Sûresi
5. âyette bu konu daha da açıklanarak şöyle anlatılmaktadır: «Dağlar da tuz-buz
olup parçalandığı, toz halinde dağıldığı zaman..
4-Gebe olan
develer kendi haline bırakıldığında..
Gebe olan develerin
kendi haline bırakılması, yani ilgilenilmeyip başıboş terkedilmesi
olayı bize kıyamet olayının ne kadar korkunç olacağını ve insanların
çaresizliğe düşeceğini tasvir etmektedir. Zira artık öyle bir günde mal ve
evlâdın hiçbir fayda vermeyeceği rahatlıkla anlaşılır ve herkes can derdine
düşer; kurtuluş ümitleri yok olur.
Dördüncü âyette «ışâr» kelimesi ve yer aldığı cümledeki konumu farklı
yorumlara kapı açmıştır:
a) Müfessir Alâeddin Ali'ye göre: On aylık gebe develer demektir [7] Tekili
«uşâre»dir.
b) Müfessir Fahruddin Râzî'ye göre: Hakiki
mânası, on aylık gebe olan develer demektir. Mecazî mânası ise, yağmur
yağdırmayı tatil eden bulutlar demektir. Zira böyle bir yorum bir önceki
âyetlerle daha çok benzerlik arzetmektedir[8]
İmam Kurtubî de mecazî manaya yer vererek Arapların bazan böyle benzetmelerde bulunduklarına dikkat çekmiştir[9]
5- Vahşi
hayvanlar (korkudan) biraraya toplandığında..
Lübabu't-te'vîl sahibi Alâeddin Ali, yabanî hayvanların haşrolunmcr-nı, kısas (misilleme) yapılmak üzere diriltilip biraraya getirilecekleriyle yo-rumlamışsa
da, bu isabetli değildir. Çünkü hayvanlar teklîfat-i ilâhiyeyle mükellef tutulmamışlardır. O bakımdan kıyamet
gününde aralarında kısas yapılması söz konusu olamaz.
İbn Abbas (R.A.) ise,
hayvanların haşrini, kıyamet olayında onların birarada
ölmeleri ile yorumlamıştır.
Oysa Kur'ân-ı Kerîm âhiret gününden
değil, kıyamet olayından bahsetmekte ve meydana gelecek bazı olayları haber
vererek bu konuya karşı idrâkimizi uyanık tutmamızı istemektedir. O halde
kıyamet sarsıntısı başlayınca, yabanî hayvanların hepsi korkudan inlerinden
çıkacak ve dağların oluşturacağı toz bulutundan ürkerek bir istikamete doğru
kaçışacaklar ve her canlı gibi onlar da bu olayda öleceklerdir.
Bazı hadîslerde âhiret gününde boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun hakkı
alınacak şeklinde birtakım anlatımlar yer almaktadır. Bu, o günde Ce-nâb-ı Hakk'ın
kılı kırk yararcasına adalet ve hükümranlığıyla tecellisine; insanlar arasında
en âdil şekilde hükmedileceğine dair bir kinayedir. Zira az yukarıda da
değindiğimiz gibi, hayvanlara sorumluluk yükletilmemiştir. Onlardan her tür,
yaratıldığı hilkat kanunu ve var kılınma hikmeti çizgisinde hizmet vermekte,
iç güdüsüyle hayatını devam ettirip canlılar arasında bir denge
oluşturmaktadır. Peygamberler insanlara gönderildiği gibi, kitaplar da
insanlara indirilmiştir. Cinlere gelince, onlar da Kitap ve Peygambere
inanmakla yükümlü tutulmuştur.
Haber-i vahid (tek kanal) ile rivayet edilen: «Hakları mutlaka
ehline geri vereceksiniz. O kadar ki, boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kısas
yapılarak hakkı alınacaktır.»[10]
mealindeki hadîs, az yukarıda da temas ettiğimiz gibi, hak ve hukukun önemini
belirtmeye; ilâhî adaletin mutlak anlamda tecelli edeceğine işarettir.
Şârih Münavî hadîste geçen
kısasın, kısas-ı teklîf olmayıp kısas-ı mukabele olduğunu belirterek ayrı bir
yorum getirmiştir. Allah daha iyisini bilir.[11]
Diğer yandan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, âhiret gününde hayvanların da diriltilip insanların onlara
yaptıkları haksızlıkların, işkence ve eziyetlerin tesbitinin
söz konusu olacağını belirtir mahiyetteki hadîsleri yukarıda üzerinde
durduğumuz konudan ayrı bir hususiyet arzetmektedir
ki bütünüyle hakları belgelemeye yönelik bir takdîri yansıtır.
6- Denizler
birbirine karışıp kaynaştığında (veya ateş haline geldiğinde..)
Âyette geçen «tescîr» iki mânaya delâlet eder: Biri, doldurmak, diğeri
fırın veya tandırı belli oranda ateşle iyice kızdırmak veya rutubetli bir şeyi
ateşe tutmak suretiyle iyice ısıtmaktır.
Müfessir Fahruddin Râzî, bu cümleyi,
dağların yerinden oynatılıp yürütülmesiyle bağlantılı kılarak diyor ki:
«Dağlar parçalanıp yerküre düz bir durum alınca, denizler yeryüzünü her
yanından kaplar ve bütün denizler birleşip tek deniz halini alır.»
Râzî'nin bu yorumunda isabet vardır. Zira bilimsel
araştırmalar da bunu kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki: Yeryüzünde dağlar ve
engebeler olmasaydı denizler dünyayı her tarafından kaplar ve en az iki
kilometre yükseklikte bir su tabakası oluşurdu.
O halde denizlerin
birbirine karışıp tek deniz haline gelmesi olayı dağların yıkılıp yerlebir olmasıyla yakından ilgili olabileceği
söylenebilir.
Diğer yandan
denizlerin ateş haline gelmesi, kıyamet olayında denizlerde zincirleme
hidrojen patlamasıyla yorumlanabilir. O takdirde denizler bütünüyle ateş halini
alır. İnfitar Sûresi 3. âyetle kıyamet olayı
açıklanırken, «Denizler kaynayıp birbirine karıştığında» denilmektedir. Bu,
birinci yorumu kuvvetlendirmekte; yani dağların ufalıp yerlebir
olması sonucu, denizlerin bir anda taşıp yeryüzünü bütünüyle kapsayacağına
delâlet etmektedir. Allah daha iyisini bilir.
7- Ruhlar
bedenlerle; iyiler iyilerle, kötüler de kötülerle birleştiğinde..
Ashab-ı Kirâm'dan Numân b. Beşîr (R.A.) bu âyetin
tefsirinde Resû-lüllah'ın
(A.S.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Her adam, kendi ameli gibi amel
eden kavim (topluluk ve millet) ile beraber olacak..» [12]
Hz. Ömer (R.A.) de: «İlâhî sınırları aşan her ahlâksız
kendisi gibi ahlâksızlarla; her iyi kişi de kendisi gibi iyi kişilerle biraraya getirilecek» demiştir[13]
İbn Abbas (R.A.) de böyle bir
olayın, insanlar üç sınıfa ayrıldığı zaman gerçekleşeceğine değinerek ayrı bir
yorumda bulunmuştur. Nitekim Vâkıâ Sûresinde kıyamet olayı anlatılırken o üç
sınıf şöyle açıklanmaktadır : «Sizler üç sınıfa ayrılmış bulunacaksınız :
Meymenetliler, ne mutludur meymenetliler. Şeamettiler, ne bedbahttır
şeamettiler. İyilikte öne geçenler (mükâfat ve derecelerde de) öne
geçenlerdir.» [14]
İkrime ise bu âyeti, «ruhların bedenlerle birleşmesi»
şeklinde yorumlamıştır. Hasan el-Basrî şöyle bir
tefsirde bulunmuştur: «Her kişi kendi inanç ve karakterinde olan grupla biraraya getirilecektir.»
Bu yedi safhadan sonra
âhiret gününde meydana gelecek altı ayrı olaya
dikkat çekilerek düşüncelerin konu üzerinde daha çok yoğunlaştırılması murad ediliyor:
1- Diri diri gömülen veya gömülmeden öldürülüp öylece gömülen kız
çocuğuna, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda..
Bu âyetle, câhiliye devri Araplarının çok çirkin ve zalimane âdetlerinden
biri kınanıyor ve işlenen cinayetin büyük bir sorguya ve azaba sebep olacağı
hatırlatılıyor.
Hor görülüp yüz karası
sayılarak öldürülen kız çocuğuna «mev'ude»
denilmiştir ki, bu kelime ayrıca kız çocuğunun diri diri
açılan çukura itildikten sonra, bir daha kalkamıyacak
kadar üzerine toprak atılmasına delâlet eder.
İmam Kurtubî'nin açıklamasına göre: Araplar kız çocuklarını şu
iki sebepten dolayı diri diri gömerlerdi:
a) Melekler
Allah'ın kızlarıdır. O halde siz de doğan kız çocuklarınızı onlara ilhak edin
derler ve bu düşünceyle doğan kız çocuklarını öldürürlerdi.
b) Ekonomik
sıkıntıya uğrama, aç kalma veya esir edilip cariye diye satılma endişesiyle bu
yola baş vururlardı.
Kur'ân'da bu ikinci sebep üzerinde durulmakta ve bir de
günümüzde aynı endişeyle kürtaj yaptıranları uyarmak hedef seçilerek şöyle buyurul-maktadır:
«Yoksulluk endişesiyle
çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onların da rızkınızı biz veriyoruz.» [15]
«Çocuklarınızı fakirlik
endişe ve korkusuyla öldürmeyin. Biz onları da, sizi de rızıklandırıyoruz.
Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.» [16]
Nitekim Müslim'in tesbit ettiği rivayette, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'-den, azl yani cinsel temasta
erkeğin menisini dışarı boşaltması hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiştir:
«O da gizli bir vedi' (çocuğu diri diri gömmek) t ir ve o, ne suçtan dolayı öldürüldüğünden
sorulacak olan mev'-udedir.»
[17]
Ancak müctehid imamların, uzman fakîhlerin
çoğu bu hadîsi senet olarak almamışlardır. Çünkü hilâfına cevaz veren
rivayetler mevcuttur. [18]
Ashab-ı Kirâm'dan Kays b. Âsim et-Temîmî (R.A.). Resûlüllah'a
(A.S.) gelerek şöyle dedi:
— Ya Resûlellah! Câhiliye döneminde
tam sekiz kızımı diri diri gömdüm. Şimdi durumum ne olacak?
Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona şöyle buyurdu:
— Herbirine karşılık
bir köle azat et.
— Kölem yoktur, ama develerim vardır, diyerek
durumunu arzetti. Resûlüllah
(A.S.) :
— O halde herbirine
karşılık bir deve bağışta bulun (tasadduk eyle), buyurdu.
[19]
Bu, ya Medine'deki fakirlere, ya da
Mekke'deki muhtaçlara verilmek üzere tavsiye mahiyetinde rahatlatıcı bir
emirdir. Nitekim Kays, bu tavsiyeye uymak suretiyle
kısmen de olsa kalben rahata kavuşmuş ve içindeki sıkıntıyı, çektiği vicdan
azabını az da olsa hafifletmiştir. Zira İslâm'ı din seçip imân eden bir
kimsenin geçmişte işlediği günahların tamamı bağışlanır.
2- (Amel) sahifeleri açıldığında..
Bu, hesap vermek üzere
amel defterlerinin açılıp hazır duruma getirilmesiyle yorumlanabileceği gibi,
bu defterlerin neşredilerek mü'minlerin sağ eline,
kâfirlerin, suçlu günahkârların, münafık ve fâcirlerin
sol eline verilmesiyle de yorumlanabilir. Nitekim Tabiîn'den
Dahhak da aynı görüştedir[20] Müfessir
Fahruddin Râzî'ye göre:
İnsan ölünce melekler onunla ilgili amel sahifelerini
katlayıp kaldırırlar. Sonra kıyamet günü dirilme olayı meydana gelince, hesap
için o sahifeler açılır. Âyette bilhassa bu hususa,
işaret edilmektedir. [21]
Neden insanın işlediği
bütün iyilik ve kötülükler yazılmaktadır? Ce-nâb-ı Hakk her şeyi, gizlisini
de, açığını da en iyi bilen olduğuna göre, ayrıca böyle bir tesbite
neden gerek görülmüştür? Şüphesiz ki O'nun bilmesi yeterlidir ve başka delile
de gerek yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak, mutlak anlamda
hakimdir; her şeyi bir plân ve programa göre yürütür. Meleklerini çeşitli
hizmetlere sevkeder. Koyduğu kanunları, çizdiği plânı
değiştirmez, yani O, kurduğu düzene müdahale etmez. O bakımdan dünya ve âhirette her şeyin düzenli ve programlı yürütülmesini irâde
buyurmuştur ve ona göre sistemi kurmuş, işler duruma getirmiştir. Görevli
melekler yüklendikleri programı kusursuz
yerine getirirler.
Ayrıca işlenen her
iyilik ve kötülüğün Allah tarafından görüldüğü, melekler tarafından yazıldığı
hususu bir inanç konusu olarak ortaya çıkmaktadır. Buna ciddiyetle inanan bir mü'minin kalp ve kafasında derin izler meydana gelir;
günlük hayatında daha dikkatli, daha duyarlı hareket eder ve bir iç disiplini
havasında doğru olan ne ise onu seçmeye özen gösterir. Çünkü âhiret âleminde amel defterlerine hiç kimsenin itiraz edemiye-ceğini, her şeyin günü
gününe, saati saatine tesbit edilip yazıldığını
ayan-beyân görebileceğini de hesaba katarak helâl ve haram, günah ve sevap
sınırlarını birbirine karıştırmaz.
3- Gök(teki
cisimler) yörüngesinden kaydırılıp dürüldüğünde..
Âyetin anlatım
çerçevesi içinde birkaç yorum ortaya çıkmaktadır. Çünkü «keşt»
maddesi dört ayrı mânaya delâlet eder:
a) Yerinden
kopup katlanma durumuna gelir.
b) Hayvan
derisi yüzülüp çıkarıldığı gibi, gökteki cisimler de öylesine sıyrılıp açılır
da Cennet ve Rahmân'ın Arş'ı ortaya çıkmış olur.
c) Gök
öylesine açılır ki, üzerinde ne örtü, ne de tavan kalır. «Yukarı» ve «aşağı»
diye isim verilecek bir düzen kalmaz.
d) Kıyamet
kopma olayında gökteki cisimlerin yerlerinden kopup birbirine karışmak
suretiyle tek parça haline gelmesinden sonra, üzerindeki örtü sıyrılarak yeni
bir düzenin kurulması söz konusudur. Nitekim Enbiyâ Sûresi 104. âyette bu konu
şöyle açıklanmaktadır: «O gün göğü kitap (sahifelerini
veya formalarını) katlar gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığımız gibi
-üzerimize gerekli bir vaad olarak- tekrar (yaratıp)
geri çeviririz. Şüphesiz ki biz (böyle) yaparız.»
Bütün bu yorumlardan,
âyetin konumu dikkate alındığında, dördüncüsünün daha uygun olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hak ise, daha iyisini bilir.
4- Cehennem
iyice alev alev kızıştırıldığında..
Bu, dünya hayatını,
köpürüp kabaran şehevî arzusu doğrultusunda harcayan ve aklını, vicdanını
şehevî duygusunun emrine vererek azıp sapıtan; Hakk'a
karşı gelip meşru sınır tanımayan suçlu günahkârın, maddeyi temel kabul edip
başka bir değere ittifat etmiyen
materyalistlerin kötü amellerine uygun bir ceza türüdür.
Ne var ki, o âlemde
iyice kızışan, alev alev köpüren Cehennem ateşi,
ikinci hayata has bedenleri bütünüyle yakma makta, sadece deri kısmına tesir
edip sinir uçlarını müteessir etmektedir. Bunun iki önemli sebep ve hikmeti söz
konusudur;
a) Cehenneme
atılanların bedenleri- bütünüyle yanacak olsa, yokluğa karışıp silinme meydana
gelir. Oysa âhiret âlemi ölümsüzlük hayatıdır; ölmek,
hastalanmak, yaşlanmak o hayatm sözlüğünde mevcut
değildir.
b) Yanık
derinlere indikçe ıstırap hissedilmemekte ve bir bakıma sinirler dumura
uğrayarak fonksiyonunu kaybetmektedir. Bu da, devamlı veya uzun süreli bir azap
verme hikmetine ters düşer. O bakımdan Cehen-nem'de
sadece deriler yanar ve yanan derinin yerinde bir yenisi oluşur ve bu hal sürüp
gider[22]
Şüphesiz Cehennemin
iyice kızıştırılma olayından söz edilmesi, ilâhî uyanlardan biridir ki,
yaşamakta olan insanların dikkatini o günlere çekmekte; duygu ve düşüncelerine
seslenilerek o günler gelmeden önce kâinatın yaratılmasındaki hikmeti, insan
olarak var kılınmanın mânasını araştırıp öğrenmeleri telkin edilmektedir. Zira
ezelî kalemle programlanan her şey vakti gelince mutlaka gerçekleşir ve bunu
değiştirmeye hiç kimsenin gücünün yetmiyeceği o gün
daha iyi anlaşılır.
5- Cennet {mü'minlere) yaklaştırıldığında..
Cennet'in mü'minlere yaklaştırılması, onun yerinden kaydırılıp getirilmesi
değil, müminlerin o düzeye getirilmesidir. Aradaki perdenin kaldırılması ve
onların ilgisinin bütünüyle bu yüksek nimete çevirilmesidir.
Nitekim Müfessir Kurtubî de buna yakın bir yorumda
bulunmuştur.[23]
Ayrıca «üzlifet» fiilinde bir de süslenerek, tezyin edilerek
yaklaştırma manası bulunmaktadır. Bu durumda artık cennetliklerle cehennemlikler
iyice birbirinden seçilip ayrılmıştır. Kimin nereye gideceği kesinlik kazanmıştır.
O yüzden mü'minler derin bir refahlık duyup
korktuklarından kurtularak umduklarına kavuşmanın sevincini yaşarken, Hakk'ı red ve inkâr edenlerin
dizlerinin bağı çözülecek, cennetliklerin o güzel haline bakınca da yüzbin defa hasret ve nedamet duyup içlerini çekecekler.
Cennetlikler de eriştirildikten bu feyiz ve rahmetten dolayı Cenâb-ı Hakk'a hamd ve şükürde bulunacaklar.
İşte kıyamet gününde
bu 12 safhaya şahit olan herkes, dünyada bu İkinci hayat için neler
hazırladığını iyice görüp anlayacak ve bütün teferruatıyla bilip öğrenecektir.
O sebeple her kişi kendi geleceğini yine kendisinin hazırladığını idrâk edecek
ve herkesin kendi kaderini çizdiğine şahit olacaktır. Artık bu durumda
kimsenin kimseyi kınama hakkı olmayacağı bütün açıklığıyla ortaya çıkacak ve aneak kişi kendi nefsini kınamaya yönelecektir. [24]
Bundan dolayı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Cenâb-ı
Hak (âhiret gününde) sizden herbirinizle,
arada tercüman olmaksızın mutlaka, konuşacaktır. Her kişi sağına dönüp bakacak,
ancak önünden gönderdiğini görecek; soluna bakacak yine önünden gönderdiklerini
görecek.. Kendisini ateş karşılayacak.. Artık sizden kim yarım hurma ile de
olsa ateşten sakınmaya güç ge t irebil iy orsa, sakınsın.» [25]
Böylece Cenâb-ı Hak, yüksek rahmetinin tezahürü olarak Kur'ân'a kulak verebilecek irfan ve idrake sahip olanların
ölmeden önce duygu ve düşüncelerini gerçeğe çevirmeyi murad
etmiş bulunuyor.[26]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet olay.yla ilgili bir takım safhalara deği-midi ve bu anlamda 12 kadar belge s.ralandı. Âhiret gününde her
k.sının önceden o ikinci hayatı için neler hazırladıflın,
ve neler, önünden gönderdiğini cok iyi görüp
anlayacağı haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inen vahyin mutlak surette Arş'.n Sahibi Allah'ın vanında
çok güçlü ve kudretli olan elçi Cebrail arao.l.ğ.yla indirildiği açık-Cor ve
böylece dikkatler âhiret safhalarından bu önemli
konuya cev-Nmek isteniyor.
Sonra da akla malzeme vermek için Cenab-ı Hakk'.n kur-duğu eşsTz düzenin dört önemli maddesine değiniliyor ve böylece
temel bilgiler veriliyor. [27]
15- Yemin ederim o (gündüzleyin)
sinip gizlenen (yıldız)Iara,
17- Karanlığa gömülüp gelen geceye,
18- Teneffüs eden (ağanp
nefes nefes belirgenleşen)
sabaha ki,
19-20-
Muhakkak o (Kur'ân), yüce şerefli, Arş'ın sahibi
yanında pek güçlü ve kudretli bir elçinin sözüdür.
21- O elçi kendisine uyutandır, güvenilirdir.
22- Arkadaşınız
(Muhammed) deli ve dengesiz değildir.
23- And olsun ki, O, onu (Muhammed, Melek Cebrail'i) açık
ufukta gördü.
24- O (Muhammed) gaybe
karşı suç zanlısı veya cimri de değildir.
25- Bu (Kur'ân) ilâhî
rahmetten kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.
26- O halde nereye gidiyorsunuz?!
27-28- O,
âlemler için ve sizden doğru davranmayı arzu edenler İçin katıksız bir öğüttür.
29-
Âlemlerin Rabbı Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz
Kur'ân, Çok
Kudretli Olan Elçinin Sözüdür
«Yemin ederim o (gündüzleyin) sinip gizlenen (yıldız)lara;
(geceleyin) ortaya çıkıp gözükenlere..»
Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in
(A.S.) kalbine indirilen ilâhî vahyin gücünü, erişilmezliğini ve her bakımdan
insan gücünü aştığını belirtirken konumuzu oluşturan âyetlerle, astronomi konusunda
iki önemli bilgi veriyor:
1- Yıldızlar
hem kendi yörüngelerinde, hem de
bağlı bulundukları sistemlerle birlikte hareket halindedirler. Zira «hunnes» ve «künnes», «ce-vari» kelimesiyle birlikte
«dönüp dolaşarak eski yerine gelmek ve sinip belirsiz olmak» mânasına delâlet
eder.
2-
Yıldızların geceleri gözükmesi, gündüzleri
belirsiz hale gelmesi güneşle dünyamız arasındaki durumla ilgili bir
olaydır. Şöyle ki, âyette yıldızların bizatihi ışık kaynağı olmadıkları, sadece
güneşten alıp yansıttıkları vurgulanıyor ve araştırıcılara ip ucu veriliyor.[28]
«Karanlığa gömülüp
gelen geceye..»
Âyette «âsâse» fiili kullanılmıştır ki bu, iki zıt mânaya delâlet
eder: Yüz çevirip gelmek, arka dönüp gitmek..
el-Ferrâ'a
göre : Bu, daha çok arka dönüp gitmek mânasına yaygın bir kavramdır. Cevherî de
aynı hususu belirtmiştir. O halde âyeti şu iki manâ ile yorumlamamız mümkündür:
Gece, karanlığıyla arkasını dönüp gittiği veya yüz çevirip geldiği zaman.. [29]
«Teneffüs eden (ağarıp
nefes nefes belirginleşen) sabaha..»
Teneffüs, alınan
havayı dışarı vermek mânasına geldiği gibi, ayrılıp bölünme, kademeli belirme
mânalarına da delâlet eder. Bu, daha çok sabahın yavaş yavaş
aydınlığını aksettirmesine ve o demlerde canlıların tatlı ve okşayıcı esen
havayı teneffüs etmelerine de işaret olabilir.
[30]
Şüphesiz ki Allah'ın
eşyadan veya olaydan biriyle veya birkaçıyla yemin etmesi, o şeyin insan
hayatından yana önemine ve ilâhî düzenin kusursuz işleyişine açık delil
sayılır. Çünkü eşyayı belli hizmetler çerçevesinde programlayan O'dur.
İnsanların yararına var kılıp hazırladığı her şey, şükrü karşılanmayacak kadar
değerlidir ve aynı zamanda ilâhî kudreti yansıttığı için de kutsaldır:
Böylece dört önemli
konu üzerinde durulup her birinin ezelde çizilen esasa göre gerçekleştiğine
işaretle ilâhî kudret ve sanatın erişilmezliği anlatılmakta ve Melek Cibril
vasıtasıyla indirilen Kur'ân âyetlerinin insan
kudretini aşarak her cümlesiyle ilâhî kaynaktan süzülüp Hz.
Muhammed'in (A.S.) pâk ve nezîh kalbine ilka edildiği
bildirilmektedir.
O bakımdan Kur'ân'ın insan sözü, onun kafasının ürünü olmadığı, Melek
Cebrail'in kalbine ve diline aktarıldığı. Onun da bu yüce emaneti aynen Hz. Muhammed'e (A.S.) teslim ettiği vurgulanmakta ve en
ince hesaplarla
Nasıl yıldızları
mevcut özellikleriyle yaratıp kusursuz bir plâna göre fezaya serpiştiren biz
değilsek; gece ve gündüzü biteviye oluşturup devam ettirmek de bize ait değilse,
ilâhî beyân ve belâğati bütün haşmetiyle kendinde
taşıyan Kur'ân da insanoğlunun eseri değildir ve
olamaz da.. O halde Allah'ın kitabına bu acıdan bakıp onu incelememiz farzdır.
Okumadan, inceliğini, yüceliğini kavramadan, mükemmelliğini, erişilmez-liğini tesbit etmeden ona inanmak
fazla önem taşımıyacağı gibi, onu red
ve inkâr etmek de hiçbir olumlu sonuç vermeyecektir. Aksine münkirin bilgisizliği,
ilgisizliği, araştırmadan hüküm vermeye kalkıştığı, anlamadan neticeye varmak
istediği ortaya çıkar ki bu, son derece gülüne ve aptalca bir tutum ve tavır
olmaktan ileri geçemez. [31]
«Muhakkak o (Kur'ân), yüce şerefli, Arş'in
sahibi yanında pek güçlü ve kudretli bir elçinin sözüdür..»
Her fikir, her kitap
sahibinin kudret derecesini, bilgisini, uzmanlık seviyesini yansıtır. Herkes
bilgi ve becerisi, yetenek ve idrâki nisbetinde eser
ortaya koyabilir. Büyük hükümdarlara, imparatorlara ait nameler rasgele
kişilerin hem eline verilmez, hem de öylesiyle gönderilmez. Bilakis o hükümdarın
şanına yakışır bir elci ile gönderilir.
İşte Kur'ân-ı Kerîm'in en büyük, en kudretli ve en şerefli
melekle gönderilmesinin hikmetlerinden biri de budur. Aynı zamanda bu olay, Kur'ân'-
ın ne kadar aziz, kıymetli ve lüzumlu olduğunun bir
başka delili olarak bulunuyor.
Kur'ân'ın yüceliğine atfen onu indiren Melek Cebrail'in şu beş
sıfatı üzerinde durularak aklı erenlere sağlam bir ölçü ve bilgi veriliyor :
1, 2- Yüce
ve şereflidir.
3- Arş'ın
sahibi olan Allah yanında güçlü ve kudretlidir.
4, 5- Kendisine uyulandır ve güvenilirdir.
Şüphesiz melekler
nurdan yaratılmıştır, Onlarda hayvanı duygu yoktur; gıdaları tesbîh, tahmîd, tehlîl ve tekbîrdir. Kendilerinde nefis bulunmadığı için,. şeytan
yaklaşamaz ve vesvesesiyle tesir uyandırmaz. O bakımdan meleklerin hatâ
yapması, unutması, bıkkınlık duyması, acizlik eseri izhar etmesi söz konusu
değildir. Kaldı ki Melek Cebrail en büyük ruhtur; üstün bir kuvvet ve kudrete
sahiptir. O, başta olmak üzere meleklerin hepsi ilâhî buyrukları peygamberlere
indirmeye ehildir; ancak her birinin ayrı ayrı görev
ve ödevleri vardır. Vahiy konusuyla Melek Cebrail alâkalıdır.
O halde Kur'ân'ın üstünlüğü ve erişilmez kudreti, alındığı yüce
makamın, indiren şerefli elcinin üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Böylesine
güçlü, kudretli bir meleğin indirdiği kitabın, insan eseri olması hiçbir zaman
mümkün değildir. Zira insan sözü ve onun kafasının ürünü, insan kadar zayıf ve
hatalıdır.
Hz. Muhammed (A.S.) belirtilen vasıfta bir meleğin ve
ilâhî sözün il-kasına mahal ve mâkes olunca, ister
istemez bu kudretin sarsıcı havası altında rengi değişmiş ve şakaklarından ter
boşalmıştır. Müşrikler bu kudret ve yüceliği, esrar ve hikmeti bilmedikleri,
inanmadıkları için Hz. Muham-med'e (A.S.) «mecnûn» diyecek kadar akıl ve idrâklerini
kaybetmişlerdi.
Oysa bırakalım bir
delinin, aklî dengesi tam ve yerinde olmayanın yazıp hazırlanmasını; en
akıllı, en zeki ve en yetenekli uzman İlim adamlarının böyle bir kitap
yazabileceği iddia edilebilir mi? Tarih boyunca Kur'ân-ı
Kerîm ile boy ölçüşebilecek bir âlim veya edip yetişebilmiş midir?
Bu konuda 19. asırda
ortaya çıkan, önce kendilerine bir mezhep sâli-ki
görünümünü veren, sonra da yeni semavî bir dinin teblîğcileri olarak sahneye
çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan Bahaîleri
misâl vermek istiyoruz. Şöyle ki:
Şirazlı Mirza Ali Muhammed Seyyid
(1819-1850) «İlâhî gerçeğe götüren kapı» anlamına gelen «Bab»
lâkabını aldıktan sonra Beyan adlı bir kitap yazarak sisteminin esaslarını
belirledi. Halefleri onun bu dâvasını sürdürdüler. Bahaullah'ın
oğlu Abdulbeha Abbas ve
torunu bu mezhebi yaymaya çalıştılar. Böylece kendi mezheplerini din olarak
telkîn ve ilâna başladılar ve Behaîliğin eski
dinlerin gerekli sonucu ve tamamlayıcısı olduğunu iddia ettiler.
Ne var ki, dinlerini
yaymaya yönelirken, bu konuda eser yazarken, Kur'ân-ı
Kerîm'in âyetlerini, kendilerine indirilen vahiy olarak ele alıp kendi ifade
kalıplarına dökerek kısmen değiştirilmiş bir vaziyette ana fikir, temel bilgi
olarak kullandılar. [32]
«Bahaullah'ın
Sesi» adı altında yazdıkları kitaptan [33]bazı
parçalar vermek suretiyle, Kur'ân'dan nasıl âyet
iktibas ettiklerini göstermeye çalışacağız ve böylece erişemedikleri ilâhî
âyetleri, kendilerine indirilmişce-sine ortaya
atmaları, Kur'ân'ın ne kadar erişilmez olduğunun bir
başka delilidir.
Sahife Konu
İktibas
edilen âyet
27. Gözler O'nu
göremez............................ En'am Sûresi: 103
27. Rahmetim her şeyi sarmıştır
.................. A'raf Sûresi: 156
28. Elcinin kimini kiminden üstün kıldık
........ Bakara
Sûresi: 253
29. Allah'ın elcilerini birbirinden ayırt
etmeyiz ... Bakara
Sûresi : 136
30. Bazılarına Tanrı doğrudan söz söylemiş, bazılarının da derecelerini
yükseltmiştir .. Bakara Sûresi : 253
30. Ben de sizin gibi insandan başkası değilim
Kehf Sûresi: 110
30. Attığını sen atmadın, Allah attı...............
Enfâl Sûresi: 17
30. Sana sadakat yemini edenler, gerçekte Allah'a
sadakat yemini etmişlerdir ............. Fetih Sûresi: 20
31. Bahaullah sizden hiçbirinin babası değildir Ahzab Sûresi: 40
32. Bahaullah kendini ümmf
tanıtmaktadır......
A'raf Sûresi: 157
33. Sen bende olanı bilirsin, ben ise sende
olanı bilmem ................................................ Mâide Sûresi:
33
34. Musa'ya:
«Beni asla göremezsin..» ......... A'raf Sûresi: 143
38. Tanrı'nın
insanı yaratmaktaki maksadı onun kendi yaratıcısını tanıyıp kulluk etmesi Zâriyat Sûresi:56
38. Tanrı
isteseydi bütün insanları bir tek millet yapardı
................................................ Nahl Sûresi:
93
46. O
eylediğinden sorulmaz........................
Enbiyâ Sûresi: 23
Görüldüğü gibi,
yukarıda «Bahaullah'ın Sesi» adlı eserde konu başlığı
olarak kullanılan sözlerin hepsi de Kur'ân'dan
iktibas edilmiş, fakat bunların iktibas olduğuna tek kelimeyle olsun temas
edilmemiştir.
Asr-ı Saadet'te ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme (veya Mü-seylimejnin
İsevîlikle İslâmiyet inançlarını hamur edip değişik bir inanç sistemiyle ortaya
çıktığı söylenebilir. Hz. Muhammed (A.S.) tarafından red-edilince, Kur'ân'a nazire
yazmaya ve yazdıklarını ilâhî vahiy olarak tanıtmaya çalıştı. Kur'ân'ın bir âyetine olsun erişemiyeceğini
anlayınca, onu tak-lîde özendi ve şu saçma sözleri
ilâhî âyetmiş gibi cahil halka yutturmaya yöneldi:
Aşağıdaki birinci
sözü, Kevser Sûresinin, ikinci sözü de Nâziât Sûresinin
taklîdidir. Birincisinin Türkçe çevirisi şöyledir: «Şüphesiz biz sana cumhurlar
verdik. Artık sen Rabbına namaz kıl ve açık ve aşikar
ol.» İkinci sözün ise, çevirisi şöyledir : «Un öğütenler, hamur yoğ uran lor, ekmek pişirenler..»
da itibar edilmemiş ve
paçavra misali bir tarafa atılmıştır.
Az-çok Kur'ân Arapçasına vakıf olanlar,
bu sözlerin hem ciddi hiçbir anlam taşımadığını, hem de üslûp itibariyle Kur'ân'a uydurulduğunu hemen anlarlar. Nitekim onun bu
uydurma sözlerine Arap edipleri ve şâirleri tarafından
İşte bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de insan aklına hem seslenilmekte, hem de
hareket çizgisini belirleyen bilgi ve yardımcı malzeme verilmek suretiyle bu
konu üzerinde çok iyi durup lüzumlu araştırmayı yapmamız istenilmektedir.
Sonra «Arkadaşınız (Muhammed A.S.) deli ve dengesiz değildir» buyurularak gereken bilgi veriliyor ve uyarı yapılıyor.
Diğer yandan Melek
Cebrail'in inmesiyle birlikte Hz. Muhammed'de (A.S.)
meydana gelen değişikliğin üzerinde duruluyor ve onun bir başka tarafı
hatırlatılarak : «Onu Ona, çok çetin güce sahip Melek (Cebrail) öğretti ki, o
güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu. Sonra yaklaştı ve
sarktıkça sarktı. O kadar ki (aralarında) iki yay boyu veya daha az bir mesafe
kaldı» buyuru I maktadır ki, bu en yüce ufukun doğu
cihetinde aydınlığın etrafa yayıldığı bir sırada Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu ufukta Melek Cebrail'i asıl suretinde görmüştü. [34] Ayrıca
Resûlüllah'ın (A.S.) bu meleği bir defa da Sidretülmünteha'nın yanında aynı surette gördüğü söz
konusudur.
Bu kadar muhteşem, ürpertioi ve kalbi yerinden sarsıcı bir olay karşısında bir
peygamberin renginin değişmemesi mümkün müdür? Yarasa gözlü, donuk kalpli ve
silik vicdanlı müşriklerin bu ruhanî hali anlaması düşünülemez. [35]
O (Muhammed) gaybe karşı suç zanlısı veya cimri de değildir..»
Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, Allah'ın son elçisi olarak
kendisine indirileni insanlara tebliğ ve onları Hakk'a
irşâdla görevliydi. Gaybı
bildiğini hic bir zaman iddia etmedi. Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiğini
bildi; gaybe kapı açılınca görebildi, açılmayınca
göremedi. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak'tan inen vahyi
günü gününe tebliğde kısıtlayıcı da değildi. Donatıldığı lâhutî bilgiler
hususunda aç gözlü, inhisarcı da olmadı. O hep ilâhî talimat çerçevesinde
görevini kusursuz yerine getirmeye çalıştı. Zira Onun kişisel bir arzusu ve
dâvası yoktu; hele dünyevî menfaatlerden yana hiçbir temayülü söz konusu
olamazdı. Yüklendiği o büyük dâva bütünüyle Allah'a aitti ve yalnız O'nun için
her şeye göğüs geriyor, her saldırıya katlanıyordu.
Hani müşriklerin Ebû Tâlib'e baş vurup Hz. Muhammed'i (A.S.) dâvasından vazgeçirmesini ve
vazgeçmesine karşılık bütün arzularının yerine getirileceğine dair
tekliflerine, Resûlüllah'ın (A.S.) verdiği cevap
bütün şüpheleri bertaraf edecek kadar açık ve nettir : «Amcacığım! Yemin
ederim ki bu işi bırakmak mukabilinde güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar,
yine de bu dâvayı bırakmam ve bu yoldan dönmem. Çünkü bu dâva benim şahsî
meselem değil, bütünüyle âlemlerin Rabbının emridir.
O bakımdan ya bu işi Allah'ın izniyle tutup
yürütürüm, ya da ben bu uğurda can veririm.»
İşte Hakk'ın büyüklüğü ve yüceliği ve O'na inanmanın heybet ve
azameti bu anlatımla Resûlüllah'ın (A.S.) dilinde
tezahür etmiş bulunuyordu.
Yaşlı Ebû Tâlib bu kalplere neşter
vuran, duyguları kabartan, vicdanları sızlatan ve Hakk'ın
ebediyet sesini yansıtan sözler karşısında durakal-mıştı.
Söylenecek söz yoktu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
gitmek üzere kalktı ve amcasının haline bakarak üzüldü, mübarek gözleri yaşla
doldu. Çünkü Ebû Tâlib ya kavminin gazabı ve saldırısı ile karşılaşmak veya Muhammed'i
(A.S.) korumaya devam etmek gibi iki şık arasında bulunuyordu. Fakat onun bu
şaşkınlığı fazla sürmedi ve nemli gözlerini Hz.
Peygamber'e (A.S.) çevirerek şöyle dedi: «Git, bildiğin gibi hareket et. Seni
asla onlara teslim etmem ve yalnız da bırakmam!» [36]
Kureyş Kabilesi'nden bazı câhil şaşkınların, garazkâr
gafillerin, şeytanın zaman zaman Muhammed'e gelip
fısıldadığını ve birtakım garip sözleri Onun kulağına attığını iddia ettikleri
oluyordu. Oysa cin ve şeytanların oyuncağı haline gelen hiçbir kâhinden bu
kadar ulvî, düşündürücü, yönlendirici ve aklı harekete geçirici bir söz işitilmemlşti. Bunun bir benzeri yoktu. Arap Yarımadasında
hiçbir ünlü şâirin bir kâhinin peşine takılarak onun ağzından çıkan sözlerin
tesiri altında kaldığı ve o sözlerinin erişilmez olduğunu kabul ettiği de
görülmemiştir. Ama Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek
dudaklarından inci misali dökülen Kur'ân âyetleri
gönülleri bir anda fethediyor, en ünlü şâir ve edipleri şaşkına çevirip derin
düşünmeye sevkediyor ve çok geçmeden
kalplerini İslâm hidâyetine açma şuurunu veriyordu.
O bakımdan ilgili
âyetle, müşriklerin böyle ölçüsüz, akıl ve mantık dışı iddia ve iftiraları
reddediliyor ve Hz. Muhammed'e (A.S.) ilâhî vahyi
getirenin en büyük ruh Melek Cebrail olduğu açıklanıyor.
Aynı zamanda yüce
âleme sinsice yükselip meleklere verilen ilâhî haberleri dinlemeye çalışıp
kulak hırsızlığı yaparlarken şihablar (meteoritler) le kovulan cin ve şeytanların ilâhî vahyi getirmeleri, yani
buna aracı olmaları hiçbir zaman düşünülemez[37]
Ohalde nereye gidiyorsunuz?
Cenâb-ı Hak, Kur'ân ve
Peygamberle ilgili belgeleri, birtakım özellikleri açıklayıp akla ışık
tuttuktan, vicdanlara seslendikten sonra, bunca gerçekler ortada dururken hâlâ
inkârda ısrar edenlere soruyor: «O halde nereye gidiyorsunuz?!» Yani neden
akıl nîmetini gerçeği bulmakta kullanmıyorsunuz? Size birçok hakikatleri
getirip teblîğ eden son peygambere neden uymuyorsunuz? Yoksa aklınızı mı
kaybettiniz? Vicdanlarınız büsbütün köreldi mi? Bu dâvada Hz.
Muhammed'in (A.S.) kişisel bir çıkarı bulunduğunu söyleyebilir misiniz? Sizden
bir ücret mi istiyor? İrili, ufaklı taştan yontulmuş bir sürü putlar mı, yoksa
kâinatı yaratıp denge ve düzende tutan, yeryüzünü nimetlerle donatıp
insanoğlunun hizmetine veren o eşi, dengi, benzeri olmayan Allah mı hayırlıdır?
Sahte ilâhlarla mâbud-i hakikî arasında kıyas yapamıyacak, tercihinizi kullanamayacak kadar insanlığınızı
mı kaybettiniz?! Bu yanlış ve tehlikeli yolda yürüyerek nereye varmak
istiyorsunuz? [38]
O, âlemler için,
sizden doğru davranmayı arzu edenler için katıksız bir öğüttür.»
Bu âyetle iki önemli
husus üzerinde duruluyor: Birincisi, Kur'ân'ın bütün
milletler için yönlendirici, eğitici öğüt özelliğini taşıması ve insanları
yaratıp terbiye eden, kemale erdiren Rablerine irşad
eden bir rehber olması; ikincisi, onun daha çok aklını kullanıp dosdoğru yolda
istikamet üzere yürümek isteyenler için unutulmaması gereken bir eğitim
müfredatı içermesidir.
O halde Kur'ân'dan feyiz almanın, taşıdığı rahmet boyasına boyanmanın
yolu, akıl ve idrâki en iyi şekilde kullanmayı bilmek ve doğru olanı seçip
bulmaktır. Aynı zamanda aklın önünde engel teşkil eden nefsanî
duyguları tesirsiz hale getirip aklın ve imânın emrine vermek suretiyle beden
şehrinde aklı vezîr, imânı hükümdar kılmaktır.
Böylece insanla Kur'ân arasında belirgin bir çizgi vardır ki ona, «doğ-ruyolu bulma çizgisi» diyebiliriz. Kişi mevcut
yeteneklerini ve yardımcı âmilleri harekete geçirerek o çizgiye geldiği
takdirde Kur'an'dan nasîbini almaya başlar;
gelmediği takdirde kendine haksızlık etmiş olur.
Bunun için Cenâb-ı Hak : «Sizden doğru davranmayı arzu edenler için
bir öğüttür» buyurmakta ve bundaki hikmeti anlamamız için bize ışık. tutmaktadır[39]
«Âlemlerin Rabbı olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz-
Bu âyetle çok ince ve
o nisbette önemli ve hassas bir konuya işaret
ediliyor. Âyetin zahirî anlatımından, «Cenâb-ı Hak
bir şeyi dilemedikçe kimse onu dileyemez» veya «Cenâb-ı
Hak dilemedikçe kimse bir şey dileyemez» veya «Allah kulu hakkında istikamet
dilemedikçe kul müstakim olamaz» gibi mânalar anlaşılıyor. Ancak böyle bir
mana ve yorum, kulun işlediği ve işlemediği her fiil ve işte mazur olduğu
neticesini doğurur. İrade ve isteğiyle bir şey yapmadığı düşüncesine kapı açıp
sorumluluğu kaldırır. Oysa küllî irâde ile cüz'î
irâde arasındaki ilgi ve inceliği bildiğimiz takdirde böyle bir ı sonuç
çıkarmamızın hiçbir zamanı isabetli olamayacağı rahatlıkla anlaşılır.
Şüphesiz Cenâb-ı Hak, kulları hakkında hep hayrı, iyiliği, doğruyu
diler. Ancak bu dileme sadece kendi sınırı içinde kalır; yani bir şeyi dilemek
başka, o şeyi işleyip yürütmek başkadır. Cenâb-ı Hak,
sünnetullahı gereği, kulunda bir istek, arzu, heves,
doğruyu seçme, hidâyete yönelme gayretini ve o gayretle belirlenmiş sınıra
geldiğini görünce, -dilediği takdirde- o kulu hakkında hidâyetle tecellide
bulunur. Böylece kulun dilemesi Allah'ın dilemesine bağlı kalmakla O'nun
hidâyet ile tecellisine muhtaç bulunmaktadır
Tekvîr Sûresi'ne kıyamet olayının bazı safhaları açıklanarak
başlandı, Kur'ân'ın istikamet üzere olan mü'minler için katıksız bir öğüt olduğu bildirilerek sûre
noktalandı. Allah'a hamd, Resûlüllah'a
(A.S.) salât-u selâmlar olsun. [40]
[1] Lübabu’t-te’vil:
4/355.
[2] Nizamüddin Nisaburi, Tefsiru Garaibi’l-Kur’an: 30/31.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6614.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6614.
[4] Tirmizl/tefsir : 81- Ahmed : 2/27, 36, 100-5/452
[5] Buharl/bed'-i
halk : 4
elal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6616.
[6] Vâkıâ Sûresi: 5. âyetin tefsiri
[7] Lübabu't-te'vîl:
4/359
[8] Mefâtihü'1-gayb : 8/479
[9] Tefsîr-i Kurtubî: 19/229
[10] Müsned-i Ahmed:
2/235, 323, 363, 442, Müslim, Tirmizi.
[11] Münavî/Feyzü'l-Kadlr: 5/260-7222 nolu hadîs
[12] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231
[13] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231
[14] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231
[15] En'âm Sûresi, âyet: 151
[16] İsrâ Sûresi, âyet: 31
[17] Müslim/talâk:
23, 31- Ibn Mâce/nikâh
: 30, 51- Ahmed
: 3/22, 47, 49, 57, 68, 78, 93, 140-
6/361, 434
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6616-6621.
[19] Hafız Bezzar - Beyhaki - el-Hâkim
[20] Tefsîr-i İbn Kesîr : 4/478
[21] Bu konuda geniş bilgi için bak : İnşikak
Sûresi, âyet 7-12; İnfitar Sûresi, âyet 11'in tefsiri
[22] Geniş bilgi için bak: Nisa Sûresi: 56. âyetin tefsiri
[23] Tefsiri Kurtubî: 19/235
[24] Bilgi için bak: Âl-i İmrân
Sûresi: 30. âyetin tefsiri
[25] Buhari, Rikak:
49, Tevhid: 24, 36; Müslim, Zekat: 67; Tirmizi, Kıyamet: 1; İbn Mace, Mukaddime: 13, Zekat: 28; Ahmed:
4/256.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6621-6624.
[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6625.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6626.
[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627-6628.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6628-6629.
[33] Mecdi İnan çevirisi /
İstanbul 1974
[34] Bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubi:
19/241
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6630-6632.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6632.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6633.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6633-6634.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6634.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6634-6635.