TEKVİR SURESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 2

Kıyametin Yedi Önemli Safhası 2

Tarihî Bir Olay. 5

Ayetler Arasında Bağlantı 6

Meali: 6

Karanlığa Gömülen Geceye. 7

Ağarıp Belirginleşen Sabah. 7

Cenab-ı Hakk'ın Dört Şey İle Yemin Etmesi 7

Melek Cebrail'in Beş Sıfatı 7

Bahaullah'ın Sesi 8

Hz. Muhammed (A.S.) «Gaybı Bilirim» İddiasında Değildi 9

Kur'ân, İlâhî Rahmetten Kovulmuş Şeytanın Sözü Değildir. 9

Şaşkın Gafiller Nereye Gidiyor?. 10

Kur'ân Bütünüyle Katıksız Bir Öğüttür. 10

Cenâb-ı Hak İle Kulları Arasında Meşiet Feneri 10

 


TEKVİR SURESİ

 

Tamamı Mekke'de inmiştir. Birinci âyetinde güneşin kararıp sarık mi­sali sarılarak dürüleceği konu edildiğinden, bu mânaya delâlet eden fiilin masdarı «Tekvîr» sûreye isim olarak konulmuştur.

Âyet sayısı :       29

Kelime sayısı:      104

Harf sayısı  530.[1]

Veya Kelime sayısı: 139.

Harf sayısı: 533.[2]      

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1-  Kıyamet olayının müthiş safhalarından birkısmı anlatılıyor.

2- Herkesin lâyık olduğu zümre arasında yer alacağı; aynı inanç ve karakterde olanların biraraya getirileceği konu edilerek, dünyada iyi bir in­san olup iyilerle dostluk ve yakınlık kurmanın faydalarına işarette bulunu­luyor.

3-  Diri diri öldürülen; zaman zaman küfür ve ahlâksızlık bataklığına atılan, şehvet pazarına sürülen kız çocukları üzerinde duruluyor; hangi gü­nahlarından dolayı öldürüldüklerinin sorulacağı haber veriliyor.

4-  Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu isbat eder an­lamda birtakım deliller açıklanıyor.

5-  Doğru yolu bulmak isteyenlere Kur'ân'ın bütünüyle öğüt ve hidâ­yet rehberi olduğu bildiriliyor.

6-  Kulun dileğinin Cenâb-t Hakk'ın dileğine tabi olduğu; Allah'ın di­leğini yansıtan sünnetullaha uymanın gereği üzerinde duruluyor. Allah di­lemedikçe bizim bir şey dileyemiyeceğimize değinilerek okaidde önemli bir konuya dikkat çekiliyor. [3]

 

Meali:

 

1-  Güneş kararıp dürüldüğünde,                                                                                                                                                                      

2-  Yıldızlar parçalanıp döküldüğünde,

3-  Dağlar yerinden oynatılıp yürütüldüğünde,

4-  Gebe olan develer (kendi haline) bırakıldığında,

5-  Vahşi hayvanlar (korkudan) biraraya toplandığında,

6-   Denizler birbirine karışıp kaynaştığında (veya ateş haline geldi­ğinde),

7-  Ruhlar bedenlerle; iyiler iyilerle, kötüler kötülerle birleştiğinde.

8-9- Diri diri gömülen veya gömülmeden öldürülüp öylece gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda,

10- (Amel) sah iteleri açıldığında,

11-  Gök(teki cisimler) yörüngesinden kaydırılıp dürüldüğünde,

12-  Cehennem iyice alev alev kızıştırıldığında,

13-  Cennet (mü'minlere) yaklaştırıldığında,

14-  Herkes neler hazırladığını bilip anlayacak.

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim kıyamet gününü gözleriyle bakıp görmek istiyorsa, Tekvîr, İnfitar ve İnşikak sûrelerini okusun[4]

«Güneş ile ay kıyamet gününde kararıp sarık sarılırcasına dürülürler.» [5]

 

Kıyametin Yedi Önemli Safhası

 

«Güneş kararıp dürüldüğünde, yıldızlar parçalanıp döküldüğünde..»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in buyurduğu gibi, Tekvîr Sûresi olduğu gibi kıyameti tasvir etmektedir. Öyle ki, kıyamet olayı meydana gelince kâinatın mevcut düzeninin alt-üst olacağı, dengenin bozulacağı ve Allah'ın dilediği dışında bütün canlıların öleceği yedi madde halinde açıklanarak, o günün ne kadar korkunç olduğunu anlamamız kolaylaştırılmaktadır. Aynı zamanda her safha üzerinde iyice düşünüp bazı sonuçlar çıkarmamız ilham edilmekte ve böylece bu olay hakkında birtakım ana fikirler verilmektedir:

1- Güneş kararıp dürüldüğünde..

Güneşin kararıp dürülmesi «tekvîr» kökünden türetilen «küvviret» fii­liyle ifade edilmektedir. Bu tabir daha çok fese tülbentin sarılması veya doğrudan bir tülbentin başa, sargı bezinin yaralı organa sarılması hakkın­da kullanıldığı gibi, eşyayı toplayıp biraraya getirmek mânasında da kul­lanıldığı vâkidir.

Kıyamet olayında güneşin sarık misali sarılıp dürülmesi, taşıdığı gaz­ların özelliklerini kaybedip bir anda kararmaya yüz tutarak birbirine kat kat sıkışıp katılaşması demek olabilir.

Böylece güneşin bir gün bütün enerji kaynağının tükenip söneceği hak­kında araştırıcılara ip ucu verilmekte ve aynı zamanda mevcut düzenin bo­zulmasının çok müthiş olacağı işlenmektedir.

2- Yıldızlar parçalanıp döküldüğünde..

Burada «inkidar» kökünden gelen «inkedere» fiili kullanılmıştır. Bu da­ha çok bulanmak, kararıp parçalanmak, dağılıp toz haline gelmek, dökü­lüp yayılmak mânalarına delâlet eder. Güneşin kararmasıyla birlikte yıl­dızlar belirsiz hale gelecek ve aralarındaki denge bozulacak; o yüzden çarpışma, parçalanma ve dökülme olayları birbirini izleyecek.

Böylece kıyamet olayında sadece güneş sistemi değil, diğer bütün sistemlerin -bazı istisnalarla- bozulup dağılacağı kesinlik arzetmektedir. Zi­ra kâinatta nasıl her sistem belli bir denge ve düzende tutulmuş ve her sistemde yer alan gezegen ve yıldızlar arasında nasıl denge bağları mev^ cutsa, sistemler arasında da aynı şey söz konusudur. Öyle ki, bir sistemin bozulmasıyla sistemler arasında zincirleme bozulmalar meydana gelecek ve yeni düzen kuruluncaya kadar birçok korkunç olaylar birbirini izleye­cektir.

3- Dağlar yerinden oynatılıp yürütüldüğünde..

Bu, yerkürenin büyük ve önüne geçilmez bir sarsıntı geçireceğine, her şeyin yıkılıp dağılacağına, dağların toz haline gelip belirsizleşeceğine işarettir. Nitekim diğer bir âyette bu konu şöyle açıklanmaktadır: «Dağlar da atılmış renk renk yüne benzeyecek.» [6] Böylece hallacın attığı pamuk misali bir görünüm verecek ki, bu, dağların tuz-buz olup toz halinde bu-lutumsu bir görünüm arzedeceğini göstermektedir.

Nitekim Vâkıâ Sûresi 5. âyette bu konu daha da açıklanarak şöyle anlatılmaktadır: «Dağlar da tuz-buz olup parçalandığı, toz halinde dağıl­dığı zaman..

4-Gebe olan develer kendi haline bırakıldığında..

Gebe olan develerin kendi haline bırakılması, yani ilgilenilmeyip başı­boş terkedilmesi olayı bize kıyamet olayının ne kadar korkunç olacağını ve insanların çaresizliğe düşeceğini tasvir etmektedir. Zira artık öyle bir günde mal ve evlâdın hiçbir fayda vermeyeceği rahatlıkla anlaşılır ve her­kes can derdine düşer; kurtuluş ümitleri yok olur.

Dördüncü âyette «ışâr» kelimesi ve yer aldığı cümledeki konumu fark­lı yorumlara kapı açmıştır:

a) Müfessir Alâeddin Ali'ye göre: On aylık gebe develer demektir [7] Tekili «uşâre»dir.

b) Müfessir Fahruddin Râzî'ye göre: Hakiki mânası, on aylık gebe olan develer demektir. Mecazî mânası ise, yağmur yağdırmayı tatil eden bulutlar demektir. Zira böyle bir yorum bir önceki âyetlerle daha çok ben­zerlik arzetmektedir[8]

İmam Kurtubî de mecazî manaya yer vererek Arapların bazan böyle benzetmelerde bulunduklarına dikkat çekmiştir[9]

5- Vahşi hayvanlar (korkudan) biraraya toplandığında..

Lübabu't-te'vîl sahibi Alâeddin Ali, yabanî hayvanların haşrolunmcr-, kısas (misilleme) yapılmak üzere diriltilip biraraya getirilecekleriyle yo-rumlamışsa da, bu isabetli değildir. Çünkü hayvanlar teklîfat-i ilâhiyeyle mükellef tutulmamışlardır. O bakımdan kıyamet gününde aralarında kısas yapılması söz konusu olamaz.

İbn Abbas (R.A.) ise, hayvanların haşrini, kıyamet olayında onların birarada  ölmeleri  ile yorumlamıştır.

Oysa Kur'ân-ı Kerîm âhiret gününden değil, kıyamet olayından bahset­mekte ve meydana gelecek bazı olayları haber vererek bu konuya karşı id­râkimizi uyanık tutmamızı istemektedir. O halde kıyamet sarsıntısı başla­yınca, yabanî hayvanların hepsi korkudan inlerinden çıkacak ve dağların oluşturacağı toz bulutundan ürkerek bir istikamete doğru kaçışacaklar ve her canlı gibi onlar da bu olayda öleceklerdir.

Bazı hadîslerde âhiret gününde boynuzlu koyundan boynuzsuz koyunun hakkı alınacak şeklinde birtakım anlatımlar yer almaktadır. Bu, o günde Ce-nâbHakk'ın kılı kırk yararcasına adalet ve hükümranlığıyla tecellisine; in­sanlar arasında en âdil şekilde hükmedileceğine dair bir kinayedir. Zira az yukarıda da değindiğimiz gibi, hayvanlara sorumluluk yükletilmemiştir. Onlardan her tür, yaratıldığı hilkat kanunu ve var kılınma hikmeti çizgi­sinde hizmet vermekte, iç güdüsüyle hayatını devam ettirip canlılar ara­sında bir denge oluşturmaktadır. Peygamberler insanlara gönderildiği gibi, kitaplar da insanlara indirilmiştir. Cinlere gelince, onlar da Kitap ve Pey­gambere inanmakla yükümlü tutulmuştur.

Haber-i vahid (tek kanal) ile rivayet edilen: «Hakları mutlaka ehline geri vereceksiniz. O kadar ki, boynuzsuz koyunun boynuzlu koyundan kı­sas yapılarak hakkı alınacaktır.»[10] mealindeki hadîs, az yukarıda da te­mas ettiğimiz gibi, hak ve hukukun önemini belirtmeye; ilâhî adaletin mut­lak anlamda tecelli edeceğine işarettir.

Şârih Münavî hadîste geçen kısasın, kısas-ı teklîf olmayıp kısas-ı mu­kabele olduğunu belirterek ayrı bir yorum getirmiştir. Allah daha iyisini bilir.[11]

Diğer yandan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in, âhiret gününde hayvan­ların da diriltilip insanların onlara yaptıkları haksızlıkların, işkence ve ezi­yetlerin tesbitinin söz konusu olacağını belirtir mahiyetteki hadîsleri yu­karıda üzerinde durduğumuz konudan ayrı bir hususiyet arzetmektedir ki bütünüyle hakları belgelemeye yönelik bir takdîri yansıtır.

6- Denizler birbirine karışıp kaynaştığında (veya ateş haline geldi­ğinde..)

Âyette geçen «tescîr» iki mânaya delâlet eder: Biri, doldurmak, diğe­ri fırın veya tandırı belli oranda ateşle iyice kızdırmak veya rutubetli bir şeyi ateşe tutmak suretiyle iyice ısıtmaktır.

Müfessir Fahruddin Râzî, bu cümleyi, dağların yerinden oynatılıp yü­rütülmesiyle bağlantılı kılarak diyor ki: «Dağlar parçalanıp yerküre düz bir durum alınca, denizler yeryüzünü her yanından kaplar ve bütün denizler birleşip tek deniz halini alır.»

Râzî'nin bu yorumunda isabet vardır. Zira bilimsel araştırmalar da bu­nu kuvvetlendirmektedir. Şöyle ki: Yeryüzünde dağlar ve engebeler ol­masaydı denizler dünyayı her tarafından kaplar ve en az iki kilometre yük­seklikte bir su tabakası oluşurdu.

O halde denizlerin birbirine karışıp tek deniz haline gelmesi olayı dağ­ların yıkılıp yerlebir olmasıyla yakından ilgili olabileceği söylenebilir.

Diğer yandan denizlerin ateş haline gelmesi, kıyamet olayında deniz­lerde zincirleme hidrojen patlamasıyla yorumlanabilir. O takdirde denizler bütünüyle ateş halini alır. İnfitar Sûresi 3. âyetle kıyamet olayı açıklanır­ken, «Denizler kaynayıp birbirine karıştığında» denilmektedir. Bu, birinci yorumu kuvvetlendirmekte; yani dağların ufalıp yerlebir olması sonucu, denizlerin bir anda taşıp yeryüzünü bütünüyle kapsayacağına delâlet et­mektedir. Allah daha iyisini bilir.

7- Ruhlar bedenlerle; iyiler iyilerle, kötüler de kötülerle birleştiğinde..

AshabKirâm'dan Numân b. Beşîr (R.A.) bu âyetin tefsirinde Resû-lüllah'ın (A.S.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: «Her adam, kendi ame­li gibi amel eden kavim (topluluk ve millet) ile beraber olacak..» [12]

Hz. Ömer (R.A.) de: «İlâhî sınırları aşan her ahlâksız kendisi gibi ah­lâksızlarla; her iyi kişi de kendisi gibi iyi kişilerle biraraya getirilecek» de­miştir[13]

İbn Abbas (R.A.) de böyle bir olayın, insanlar üç sınıfa ayrıldığı za­man gerçekleşeceğine değinerek ayrı bir yorumda bulunmuştur. Nitekim Vâkıâ Sûresinde kıyamet olayı anlatılırken o üç sınıf şöyle açıklanmakta­dır : «Sizler üç sınıfa ayrılmış bulunacaksınız : Meymenetliler, ne mutludur meymenetliler. Şeamettiler, ne bedbahttır şeamettiler. İyilikte öne geçenler (mükâfat ve derecelerde de) öne geçenlerdir.» [14]

İkrime ise bu âyeti, «ruhların bedenlerle birleşmesi» şeklinde yorum­lamıştır. Hasan el-Basrî şöyle bir tefsirde bulunmuştur: «Her kişi kendi inanç ve karakterinde olan grupla biraraya getirilecektir.»

Bu yedi safhadan sonra âhiret gününde meydana gelecek altı ayrı ola­ya dikkat çekilerek düşüncelerin konu üzerinde daha çok yoğunlaştırılma­sı murad ediliyor:

1- Diri diri gömülen veya gömülmeden öldürülüp öylece gömülen kız çocuğuna, hangi suçtan dolayı öldürüldüğü sorulduğunda..

Bu âyetle, câhiliye devri Araplarının çok çirkin ve zalimane âdetlerin­den biri kınanıyor ve işlenen cinayetin büyük bir sorguya ve azaba sebep olacağı hatırlatılıyor.

Hor görülüp yüz karası sayılarak öldürülen kız çocuğuna «mev'ude» denilmiştir ki, bu kelime ayrıca kız çocuğunun diri diri açılan çukura itil­dikten sonra, bir daha kalkamıyacak kadar üzerine toprak atılmasına de­lâlet eder.

İmam Kurtubî'nin açıklamasına göre: Araplar kız çocuklarını şu iki sebepten dolayı diri diri gömerlerdi:

a) Melekler Allah'ın kızlarıdır. O halde siz de doğan kız çocuklarınızı onlara ilhak edin derler ve bu düşünceyle doğan kız çocuklarını öldürür­lerdi.

b) Ekonomik sıkıntıya uğrama, aç kalma veya esir edilip cariye diye satılma endişesiyle bu yola baş vururlardı.

Kur'ân'da bu ikinci sebep üzerinde durulmakta ve bir de günümüzde aynı endişeyle kürtaj yaptıranları uyarmak hedef seçilerek şöyle buyurul-maktadır:

«Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin. Sizin de, onla­rın da rızkınızı biz veriyoruz.» [15]

«Çocuklarınızı fakirlik endişe ve korku­suyla öldürmeyin. Biz onları da, sizi de rızıklandırıyoruz. Şüphesiz ki onları öldürmek büyük bir suçtur.» [16]

Nitekim Müslim'in tesbit ettiği rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'-den, azl yani cinsel temasta erkeğin menisini dışarı boşaltması hakkında sorulduğunda şu cevabı vermiştir: «O da gizli bir vedi' (çocuğu diri diri gömmek) t ir ve o, ne suçtan dolayı öldürüldüğünden sorulacak olan mev'-udedir[17]

Ancak müctehid imamların, uzman fakîhlerin çoğu bu hadîsi senet ola­rak almamışlardır. Çünkü hilâfına cevaz veren rivayetler mevcuttur. [18]

 

Tarihî Bir Olay

 

AshabKirâm'dan Kays b. Âsim et-Temîmî (R.A.). Resûlüllah'a (A.S.) gelerek şöyle dedi:

  Ya Resûlellah! Câhiliye döneminde tam sekiz kızımı diri diri göm­düm. Şimdi durumum ne olacak?

Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) ona şöyle buyurdu:

  Herbirine karşılık bir köle azat et.

  Kölem yoktur, ama develerim vardır, diyerek durumunu arzetti. Re­sûlüllah (A.S.) :

  O halde herbirine karşılık bir deve bağışta bulun (tasadduk eyle), buyurdu. [19]

Bu, ya Medine'deki fakirlere, ya da Mekke'deki muhtaçlara verilmek üzere tavsiye mahiyetinde rahatlatıcı bir emirdir. Nitekim Kays, bu tavsi­yeye uymak suretiyle kısmen de olsa kalben rahata kavuşmuş ve içindeki sıkıntıyı, çektiği vicdan azabını az da olsa hafifletmiştir. Zira İslâm'ı din seçip imân eden bir kimsenin geçmişte işlediği günahların tamamı bağış­lanır.

2- (Amel) sahifeleri açıldığında..

Bu, hesap vermek üzere amel defterlerinin açılıp hazır duruma getiril­mesiyle yorumlanabileceği gibi, bu defterlerin neşredilerek mü'minlerin sağ eline, kâfirlerin, suçlu günahkârların, münafık ve fâcirlerin sol eline ve­rilmesiyle de yorumlanabilir. Nitekim Tabiîn'den Dahhak da aynı görüşte­dir[20] Müfessir Fahruddin Râzî'ye göre: İnsan ölünce melekler onunla il­gili amel sahifelerini katlayıp kaldırırlar. Sonra kıyamet günü dirilme ola­yı meydana gelince, hesap için o sahifeler açılır. Âyette bilhassa bu hu­susa, işaret edilmektedir. [21]

Neden insanın işlediği bütün iyilik ve kötülükler yazılmaktadır? Ce-nâbHakk her şeyi, gizlisini de, açığını da en iyi bilen olduğuna göre, ayrıca böyle bir tesbite neden gerek görülmüştür? Şüphesiz ki O'nun bil­mesi yeterlidir ve başka delile de gerek yoktur. Ancak Cenâb-ı Hak, mut­lak anlamda hakimdir; her şeyi bir plân ve programa göre yürütür. Melek­lerini çeşitli hizmetlere sevkeder. Koyduğu kanunları, çizdiği plânı değiş­tirmez, yani O, kurduğu düzene müdahale etmez. O bakımdan dünya ve âhirette her şeyin düzenli ve programlı yürütülmesini irâde buyurmuştur ve ona göre sistemi kurmuş, işler duruma getirmiştir. Görevli melekler yüklendikleri programı  kusursuz yerine getirirler.

Ayrıca işlenen her iyilik ve kötülüğün Allah tarafından görüldüğü, me­lekler tarafından yazıldığı hususu bir inanç konusu olarak ortaya çıkmak­tadır. Buna ciddiyetle inanan bir mü'minin kalp ve kafasında derin izler meydana gelir; günlük hayatında daha dikkatli, daha duyarlı hareket eder ve bir iç disiplini havasında doğru olan ne ise onu seçmeye özen göste­rir. Çünkü âhiret âleminde amel defterlerine hiç kimsenin itiraz edemiye-ceğini, her şeyin günü gününe, saati saatine tesbit edilip yazıldığını ayan-beyân görebileceğini de hesaba katarak helâl ve haram, günah ve sevap sınırlarını birbirine karıştırmaz.

3- Gök(teki cisimler) yörüngesinden kaydırılıp dürüldüğünde..

Âyetin anlatım çerçevesi içinde birkaç yorum ortaya çıkmaktadır. Çün­kü «keşt» maddesi dört ayrı mânaya delâlet eder:

a) Yerinden kopup katlanma durumuna gelir.

b) Hayvan derisi yüzülüp çıkarıldığı gibi, gökteki cisimler de öylesi­ne sıyrılıp açılır da Cennet ve Rahmân'ın Arş'ı ortaya çıkmış olur.

c) Gök öylesine açılır ki, üzerinde ne örtü, ne de tavan kalır. «Yukarı» ve «aşağı» diye isim verilecek bir düzen kalmaz.

d) Kıyamet kopma olayında gökteki cisimlerin yerlerinden kopup bir­birine karışmak suretiyle tek parça haline gelmesinden sonra, üzerindeki örtü sıyrılarak yeni bir düzenin kurulması söz konusudur. Nitekim Enbiyâ Sûresi 104. âyette bu konu şöyle açıklanmaktadır: «O gün göğü kitap (sahifelerini veya formalarını) katlar gibi katlarız. İlk yaratmaya başladığı­mız gibi -üzerimize gerekli bir vaad olarak- tekrar (yaratıp) geri çeviririz. Şüphesiz ki biz (böyle) yaparız.»

Bütün bu yorumlardan, âyetin konumu dikkate alındığında, dördün­cüsünün daha uygun olduğu anlaşılır. Cenâb-ı Hak ise, daha iyisini bilir.

4- Cehennem iyice alev alev kızıştırıldığında..

Bu, dünya hayatını, köpürüp kabaran şehevî arzusu doğrultusunda harcayan ve aklını, vicdanını şehevî duygusunun emrine vererek azıp sa­pıtan; Hakk'a karşı gelip meşru sınır tanımayan suçlu günahkârın, mad­deyi temel kabul edip başka bir değere ittifat etmiyen materyalistlerin kötü amellerine uygun bir ceza türüdür.

Ne var ki, o âlemde iyice kızışan, alev alev köpüren Cehennem ateşi, ikinci hayata has bedenleri bütünüyle yakma makta, sadece deri kısmına tesir edip sinir uçlarını müteessir etmektedir. Bunun iki önemli sebep ve hikmeti söz konusudur;

a) Cehenneme atılanların bedenleri- bütünüyle yanacak olsa, yokluğa karışıp silinme meydana gelir. Oysa âhiret âlemi ölümsüzlük hayatıdır; ölmek, hastalanmak, yaşlanmak o hayatm sözlüğünde mevcut değildir.

b) Yanık derinlere indikçe ıstırap hissedilmemekte ve bir bakıma si­nirler dumura uğrayarak fonksiyonunu kaybetmektedir. Bu da, devamlı veya uzun süreli bir azap verme hikmetine ters düşer. O bakımdan Cehen-nem'de sadece deriler yanar ve yanan derinin yerinde bir yenisi oluşur ve bu hal sürüp gider[22]

Şüphesiz Cehennemin iyice kızıştırılma olayından söz edilmesi, ilâ­hî uyanlardan biridir ki, yaşamakta olan insanların dikkatini o günlere çek­mekte; duygu ve düşüncelerine seslenilerek o günler gelmeden önce kâi­natın yaratılmasındaki hikmeti, insan olarak var kılınmanın mânasını araş­tırıp öğrenmeleri telkin edilmektedir. Zira ezelî kalemle programlanan her şey vakti gelince mutlaka gerçekleşir ve bunu değiştirmeye hiç kimsenin gücünün yetmiyeceği o gün daha iyi anlaşılır.

5- Cennet {mü'minlere) yaklaştırıldığında..

Cennet'in mü'minlere yaklaştırılması, onun yerinden kaydırılıp geti­rilmesi değil, müminlerin o düzeye getirilmesidir. Aradaki perdenin kaldı­rılması ve onların ilgisinin bütünüyle bu yüksek nimete çevirilmesidir. Ni­tekim Müfessir Kurtubî de buna yakın bir yorumda bulunmuştur.[23]

Ayrıca «üzlifet» fiilinde bir de süslenerek, tezyin edilerek yaklaştır­ma manası bulunmaktadır. Bu durumda artık cennetliklerle cehennemlik­ler iyice birbirinden seçilip ayrılmıştır. Kimin nereye gideceği kesinlik ka­zanmıştır. O yüzden mü'minler derin bir refahlık duyup korktuklarından kurtularak umduklarına kavuşmanın sevincini yaşarken, Hakk'ı red ve in­kâr edenlerin dizlerinin bağı çözülecek, cennetliklerin o güzel haline ba­kınca da yüzbin defa hasret ve nedamet duyup içlerini çekecekler. Cen­netlikler de eriştirildikten bu feyiz ve rahmetten dolayı CenâbHakk'a hamd ve şükürde bulunacaklar.

İşte kıyamet gününde bu 12 safhaya şahit olan herkes, dünyada bu İkinci hayat için neler hazırladığını iyice görüp anlayacak ve bütün tefer­ruatıyla bilip öğrenecektir. O sebeple her kişi kendi geleceğini yine ken­disinin hazırladığını idrâk edecek ve herkesin kendi kaderini çizdiğine şa­hit olacaktır. Artık bu durumda kimsenin kimseyi kınama hakkı olmayaca­ğı bütün açıklığıyla ortaya çıkacak ve aneak kişi kendi nefsini kınamaya yönelecektir. [24]

Bundan dolayı Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Cenâb-ı Hak (âhiret gününde) sizden herbirinizle, arada tercüman olmaksızın mutlaka, konuşacaktır. Her kişi sağına dönüp bakacak, ancak önünden gönderdiğini görecek; soluna bakacak yine önünden gönderdik­lerini görecek.. Kendisini ateş karşılayacak.. Artık sizden kim yarım hur­ma ile de olsa ateşten sakınmaya güç ge t irebil iy orsa, sakınsın.» [25]

Böylece Cenâb-ı Hak, yüksek rahmetinin tezahürü olarak Kur'ân'a ku­lak verebilecek irfan ve idrake sahip olanların ölmeden önce duygu ve düşüncelerini gerçeğe çevirmeyi murad etmiş bulunuyor.[26]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyamet olay.yla ilgili bir takım safhalara deği-midi ve bu anlamda 12 kadar belge s.ralandı. Âhiret gününde her k.sının önceden o ikinci hayatı için neler hazırladıflın, ve neler, önünden gönder­diğini cok iyi görüp anlayacağı haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inen vahyin mutlak surette Arş'.n Sahibi Allah'ın vanında çok güçlü ve kudretli olan elçi Cebrail arao.l.ğ.yla indirildiği açık-Cor ve böylece dikkatler âhiret safhalarından bu önemli konuya cev-Nmek isteniyor. Sonra da akla malzeme vermek için CenabHakk'.n kur-duğu eşsTz düzenin dört önemli maddesine değiniliyor ve böylece temel bilgiler veriliyor. [27]

 

Meali:

 

15-  Yemin ederim o (gündüzleyin) sinip gizlenen (yıldız)Iara,

17-  Karanlığa gömülüp gelen geceye,

18-  Teneffüs eden (ağanp nefes nefes belirgenleşen) sabaha ki,

19-20- Muhakkak o (Kur'ân), yüce şerefli, Arş'ın sahibi yanında pek güçlü ve kudretli bir elçinin sözüdür.

21-  O elçi kendisine uyutandır, güvenilirdir.

22- Arkadaşınız (Muhammed) deli ve dengesiz değildir.

23- And olsun ki, O, onu (Muhammed, Melek Cebrail'i) açık ufukta gördü.

24-  O (Muhammed) gaybe karşı suç zanlısı veya cimri de değildir.

25-  Bu (Kur'ân) ilâhî rahmetten kovulmuş bir şeytanın sözü değildir.

26-  O halde nereye gidiyorsunuz?!

27-28- O, âlemler için ve sizden doğru davranmayı arzu edenler İçin katıksız bir öğüttür.

29- Âlemlerin Rabbı Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz

 

Kur'ân, Çok Kudretli Olan Elçinin Sözüdür

 

«Yemin ederim o (gündüzleyin) sinip gizle­nen (yıldız)lara; (geceleyin) ortaya çıkıp gözükenlere..»

Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbine indirilen ilâhî vahyin gü­cünü, erişilmezliğini ve her bakımdan insan gücünü aştığını belirtirken ko­numuzu oluşturan âyetlerle, astronomi konusunda iki önemli bilgi veriyor:

1- Yıldızlar hem  kendi yörüngelerinde, hem  de   bağlı bulundukları sistemlerle birlikte hareket halindedirler. Zira «hunnes» ve «künnes», «ce-vari» kelimesiyle birlikte «dönüp dolaşarak eski yerine gelmek ve sinip belirsiz olmak» mânasına delâlet eder.

2- Yıldızların geceleri gözükmesi, gündüzleri  belirsiz hale gelmesi güneşle dünyamız arasındaki durumla ilgili bir olaydır. Şöyle ki, âyette yıldızların bizatihi ışık kaynağı olmadıkları, sadece güneşten alıp yansıt­tıkları vurgulanıyor ve araştırıcılara ip ucu veriliyor.[28]

 

Karanlığa Gömülen Geceye.

 

«Karanlığa gömülüp gelen geceye..»

Âyette «âsâse» fiili kullanılmıştır ki bu, iki zıt mânaya delâlet eder: Yüz çevirip gelmek, arka dönüp gitmek..

el-Ferrâ'a göre : Bu, daha çok arka dönüp gitmek mânasına yaygın bir kavramdır. Cevherî de aynı hususu belirtmiştir. O halde âyeti şu iki manâ ile yorumlamamız mümkündür: Gece, karanlığıyla arkasını dönüp gittiği veya yüz çevirip geldiği zaman.. [29]

                          

Ağarıp Belirginleşen Sabah

 

«Teneffüs eden (ağarıp nefes nefes belirginleşen) sabaha..»

Teneffüs, alınan havayı dışarı vermek mânasına geldiği gibi, ayrılıp bölünme, kademeli belirme mânalarına da delâlet eder. Bu, daha çok sa­bahın yavaş yavaş aydınlığını aksettirmesine ve o demlerde canlıların tatlı ve okşayıcı esen havayı teneffüs etmelerine de işaret olabilir. [30]

 

CenabHakk'ın Dört Şey İle Yemin Etmesi

 

Şüphesiz ki Allah'ın eşyadan veya olaydan biriyle veya birkaçıyla ye­min etmesi, o şeyin insan hayatından yana önemine ve ilâhî düzenin ku­sursuz işleyişine açık delil sayılır. Çünkü eşyayı belli hizmetler çerçeve­sinde programlayan O'dur. İnsanların yararına var kılıp hazırladığı her şey, şükrü karşılanmayacak kadar değerlidir ve aynı zamanda ilâhî kudreti yan­sıttığı için de kutsaldır:

Böylece dört önemli konu üzerinde durulup her birinin ezelde çizilen esasa göre gerçekleştiğine işaretle ilâhî kudret ve sanatın erişilmezliği an­latılmakta ve Melek Cibril vasıtasıyla indirilen Kur'ân âyetlerinin insan kudretini aşarak her cümlesiyle ilâhî kaynaktan süzülüp Hz. Muhammed'in (A.S.) pâk ve nezîh kalbine ilka edildiği bildirilmektedir.

O bakımdan Kur'ân'ın insan sözü, onun kafasının ürünü olmadığı, Me­lek Cebrail'in kalbine ve diline aktarıldığı. Onun da bu yüce emaneti ay­nen Hz. Muhammed'e (A.S.) teslim ettiği vurgulanmakta ve en ince hesaplarla

Nasıl yıldızları mevcut özellikleriyle yaratıp kusursuz bir plâna göre fezaya serpiştiren biz değilsek; gece ve gündüzü biteviye oluşturup de­vam ettirmek de bize ait değilse, ilâhî beyân ve belâğati bütün haşme­tiyle kendinde taşıyan Kur'ân da insanoğlunun eseri değildir ve olamaz da.. O halde Allah'ın kitabına bu acıdan bakıp onu incelememiz farzdır. Okumadan, inceliğini, yüceliğini kavramadan, mükemmelliğini, erişilmez-liğini tesbit etmeden ona inanmak fazla önem taşımıyacağı gibi, onu red ve inkâr etmek de hiçbir olumlu sonuç vermeyecektir. Aksine münkirin bil­gisizliği, ilgisizliği, araştırmadan hüküm vermeye kalkıştığı, anlamadan neticeye varmak istediği ortaya çıkar ki bu, son derece gülüne ve aptalca bir tutum ve tavır olmaktan ileri geçemez. [31]

 

Melek Cebrail'in Beş Sıfatı

 

«Muhakkak o (Kur'ân), yüce şe­refli, Arş'in sahibi yanında pek güçlü ve kudretli bir elçinin sözüdür..»

Her fikir, her kitap sahibinin kudret derecesini, bilgisini, uzmanlık se­viyesini yansıtır. Herkes bilgi ve becerisi, yetenek ve idrâki nisbetinde eser ortaya koyabilir. Büyük hükümdarlara, imparatorlara ait nameler rasgele kişilerin hem eline verilmez, hem de öylesiyle gönderilmez. Bilakis o hüküm­darın şanına yakışır bir elci ile gönderilir.

İşte Kur'ân-ı Kerîm'in en büyük, en kudretli ve en şerefli melekle gön­derilmesinin hikmetlerinden biri de budur. Aynı zamanda bu olay, Kur'ân'-

ın ne kadar aziz, kıymetli ve lüzumlu olduğunun bir başka delili olarak bulunuyor.

Kur'ân'ın yüceliğine atfen onu indiren Melek Cebrail'in şu beş sıfatı üzerinde durularak aklı erenlere sağlam bir ölçü ve bilgi veriliyor :

1, 2- Yüce ve şereflidir.

3- Arş'ın sahibi olan Allah yanında güçlü ve kudretlidir.

4, 5-  Kendisine uyulandır ve güvenilirdir.

Şüphesiz melekler nurdan yaratılmıştır, Onlarda hayvanı duygu yok­tur; gıdaları tesbîh, tahmîd, tehlîl ve tekbîrdir. Kendilerinde nefis bulunmadığı için,. şeytan yaklaşamaz ve vesvesesiyle tesir uyandırmaz. O bakım­dan meleklerin hatâ yapması, unutması, bıkkınlık duyması, acizlik eseri iz­har etmesi söz konusu değildir. Kaldı ki Melek Cebrail en büyük ruhtur; üstün bir kuvvet ve kudrete sahiptir. O, başta olmak üzere meleklerin hep­si ilâhî buyrukları peygamberlere indirmeye ehildir; ancak her birinin ayrı ayrı görev ve ödevleri vardır. Vahiy konusuyla Melek Cebrail alâkalıdır.

O halde Kur'ân'ın üstünlüğü ve erişilmez kudreti, alındığı yüce maka­mın, indiren şerefli elcinin üstünlüğünden kaynaklanmaktadır. Böylesine güçlü, kudretli bir meleğin indirdiği kitabın, insan eseri olması hiçbir zaman mümkün değildir. Zira insan sözü ve onun kafasının ürünü, insan kadar zayıf ve hatalıdır.

Hz. Muhammed (A.S.) belirtilen vasıfta bir meleğin ve ilâhî sözün il-kasına mahal ve mâkes olunca, ister istemez bu kudretin sarsıcı havası al­tında rengi değişmiş ve şakaklarından ter boşalmıştır. Müşrikler bu kudret ve yüceliği, esrar ve hikmeti bilmedikleri, inanmadıkları için Hz. Muham-med'e (A.S.) «mecnûn» diyecek kadar akıl ve idrâklerini kaybetmişlerdi.

Oysa bırakalım bir delinin, aklî dengesi tam ve yerinde olmayanın ya­zıp hazırlanmasını; en akıllı, en zeki ve en yetenekli uzman İlim adamlarının böyle bir kitap yazabileceği iddia edilebilir mi? Tarih boyunca Kur'ân-ı Ke­rîm ile boy ölçüşebilecek bir âlim veya edip yetişebilmiş midir?

Bu konuda 19. asırda ortaya çıkan, önce kendilerine bir mezhep sâli-ki görünümünü veren, sonra da yeni semavî bir dinin teblîğcileri olarak sahneye çıkan ve peygamberlik iddiasında bulunan Bahaîleri misâl vermek istiyoruz. Şöyle ki:

Şirazlı Mirza Ali Muhammed Seyyid (1819-1850) «İlâhî gerçeğe götüren kapı» anlamına gelen «Bab» lâkabını aldıktan sonra Beyan adlı bir kitap yazarak sisteminin esaslarını belirledi. Halefleri onun bu dâvasını sürdür­düler. Bahaullah'ın oğlu Abdulbeha Abbas ve torunu bu mezhebi yaymaya çalıştılar. Böylece kendi mezheplerini din olarak telkîn ve ilâna başladılar ve Behaîliğin eski dinlerin gerekli sonucu ve tamamlayıcısı olduğunu iddia ettiler.

Ne var ki, dinlerini yaymaya yönelirken, bu konuda eser yazarken, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini, kendilerine indirilen vahiy olarak ele alıp kendi ifade kalıplarına dökerek kısmen değiştirilmiş bir vaziyette ana fikir, temel bilgi olarak kullandılar. [32]

 

Bahaullah'ın Sesi

 

«Bahaullah'ın Sesi» adı altında yazdıkları kitaptan [33]bazı parçalar vermek suretiyle, Kur'ân'dan nasıl âyet iktibas ettiklerini göstermeye çalı­şacağız ve böylece erişemedikleri ilâhî âyetleri, kendilerine indirilmişce-sine ortaya atmaları, Kur'ân'ın ne kadar erişilmez olduğunun bir başka de­lilidir.

Sahife       Konu                                                                                                                             İktibas edilen âyet

27.            Gözler O'nu göremez............................                                                                         En'am Sûresi: 103

27.            Rahmetim her şeyi sarmıştır ..................                                                                         A'raf Sûresi: 156

28.          Elcinin kimini kiminden üstün kıldık ........                                                                   Bakara Sûresi: 253

29.          Allah'ın elcilerini birbirinden ayırt etmeyiz ...                                                              Bakara Sûresi : 136

30.          Bazılarına Tanrı doğrudan söz  söylemiş, bazılarının da derecelerini yükseltmiştir .. Bakara Sûresi : 253

30.          Ben de sizin gibi insandan başkası değilim                                                                       Kehf Sûresi: 110

30.          Attığını sen atmadın, Allah attı...............                                                                            Enfâl Sûresi: 17

30.          Sana sadakat yemini edenler, gerçekte Al­lah'a sadakat yemini etmişlerdir .............          Fetih Sûresi: 20

31.         Bahaullah sizden hiçbirinin babası değildir                                                                       Ahzab Sûresi: 40

32.         Bahaullah kendini ümmf tanıtmaktadır......                                                                        A'raf Sûresi: 157

33.          Sen bende olanı bilirsin, ben ise sende olanı bilmem ................................................      Mâide Sûresi: 33

34.         Musa'ya: «Beni asla göremezsin..» .........                                                                          A'raf Sûresi: 143

38.         Tanrı'nın insanı yaratmaktaki maksadı onun kendi yaratıcısını tanıyıp kulluk etmesi     Zâriyat Sûresi:56

38.         Tanrı isteseydi bütün insanları bir tek millet yapardı ................................................         Nahl Sûresi: 93

46.         O eylediğinden sorulmaz........................                                                                          Enbiyâ Sûresi: 23

Görüldüğü gibi, yukarıda «Bahaullah'ın Sesi» adlı eserde konu başlığı olarak kullanılan sözlerin hepsi de Kur'ân'dan iktibas edilmiş, fakat bun­ların iktibas olduğuna tek kelimeyle olsun temas edilmemiştir.

Asr-ı Saadet'te ortaya çıkan yalancı peygamber Müseyleme (veya Mü-seylimejnin İsevîlikle İslâmiyet inançlarını hamur edip değişik bir inanç sistemiyle ortaya çıktığı söylenebilir. Hz. Muhammed (A.S.) tarafından red-edilince, Kur'ân'a nazire yazmaya ve yazdıklarını ilâhî vahiy olarak tanıt­maya çalıştı. Kur'ân'ın bir âyetine olsun erişemiyeceğini anlayınca, onu tak-lîde özendi ve şu saçma sözleri ilâhî âyetmiş gibi cahil halka yutturmaya yöneldi:

Aşağıdaki birinci sözü, Kevser Sûresinin, ikinci sözü de Nâziât Sûre­sinin taklîdidir. Birincisinin Türkçe çevirisi şöyledir: «Şüphesiz biz sana cumhurlar verdik. Artık sen Rabbına namaz kıl ve açık ve aşikar ol.» İkinci sözün ise, çevirisi şöyledir : «Un öğütenler, hamur yoğ uran lor, ekmek pişirenler..»

da itibar edilmemiş ve paçavra misali bir tarafa atılmıştır.

Az-çok Kur'ân Arapçasına vakıf olanlar, bu sözlerin hem ciddi hiçbir anlam taşımadığını, hem de üslûp itibariyle Kur'ân'a uydurulduğunu he­men anlarlar. Nitekim onun bu uydurma sözlerine Arap edipleri ve şâirleri tarafından

İşte bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de insan aklına hem seslenilmekte, hem de hareket çizgisini belirleyen bilgi ve yardımcı malzeme verilmek suretiy­le bu konu üzerinde çok iyi durup lüzumlu araştırmayı yapmamız istenil­mektedir. Sonra «Arkadaşınız (Muhammed A.S.) deli ve dengesiz değildir» buyurularak gereken bilgi veriliyor ve uyarı yapılıyor.

Diğer yandan Melek Cebrail'in inmesiyle birlikte Hz. Muhammed'de (A.S.) meydana gelen değişikliğin üzerinde duruluyor ve onun bir başka tarafı hatırlatılarak : «Onu Ona, çok çetin güce sahip Melek (Cebrail) öğ­retti ki, o güzel bir görünümdedir ve en yüksek ufukta iken doğruldu. Sonra yaklaştı ve sarktıkça sarktı. O kadar ki (aralarında) iki yay boyu veya daha az bir mesafe kaldı» buyuru I maktadır ki, bu en yüce ufukun doğu cihetinde aydınlığın etrafa yayıldığı bir sırada Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu ufukta Melek Cebrail'i asıl suretinde görmüştü. [34] Ayrıca Resûlüllah'ın (A.S.) bu meleği bir defa da Sidretülmünteha'nın yanında aynı surette gördüğü söz konusudur.

Bu kadar muhteşem, ürpertioi ve kalbi yerinden sarsıcı bir olay karşısında bir peygamberin renginin değişmemesi mümkün müdür? Yarasa gözlü, donuk kalpli ve silik vicdanlı müşriklerin bu ruhanî hali anlaması düşünülemez. [35]

 

Hz. Muhammed (A.S.) «Gaybı Bilirim» İddiasında Değildi

 

O (Muhammed) gaybe karşı suç zanlısı veya cimri de değildir..»

Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, Allah'ın son elçisi olarak kendisine indirile­ni insanlara tebliğ ve onları Hakk'a irşâdla görevliydi. Gaybı bildiğini hic bir zaman iddia etmedi. CenâbHakk'ın bildirdiğini bildi; gaybe kapı açı­lınca görebildi, açılmayınca göremedi. Aynı zamanda Cenâb-ı Hak'tan inen vahyi günü gününe tebliğde kısıtlayıcı da değildi. Donatıldığı lâhutî bilgi­ler hususunda aç gözlü, inhisarcı da olmadı. O hep ilâhî talimat çerçeve­sinde görevini kusursuz yerine getirmeye çalıştı. Zira Onun kişisel bir ar­zusu ve dâvası yoktu; hele dünyevî menfaatlerden yana hiçbir temayülü söz konusu olamazdı. Yüklendiği o büyük dâva bütünüyle Allah'a aitti ve yal­nız O'nun için her şeye göğüs geriyor, her saldırıya katlanıyordu.

Hani müşriklerin Ebû Tâlib'e baş vurup Hz. Muhammed'i (A.S.) dâva­sından vazgeçirmesini ve vazgeçmesine karşılık bütün arzularının yerine getirileceğine dair tekliflerine, Resûlüllah'ın (A.S.) verdiği cevap bütün şüp­heleri bertaraf edecek kadar açık ve nettir : «Amcacığım! Yemin ederim ki bu işi bırakmak mukabilinde güneşi sağ elime, ayı sol elime koysalar, yine de bu dâvayı bırakmam ve bu yoldan dönmem. Çünkü bu dâva benim şahsî meselem değil, bütünüyle âlemlerin Rabbının emridir. O bakımdan ya bu işi Allah'ın izniyle tutup yürütürüm, ya da ben bu uğurda can veririm.»

İşte Hakk'ın büyüklüğü ve yüceliği ve O'na inanmanın heybet ve aza­meti bu anlatımla Resûlüllah'ın (A.S.) dilinde tezahür etmiş bulunuyordu.

Yaşlı Ebû Tâlib bu kalplere neşter vuran, duyguları kabartan, vicdan­ları sızlatan ve Hakk'ın ebediyet sesini yansıtan sözler karşısında durakal-mıştı. Söylenecek söz yoktu. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gitmek üzere kalktı ve amcasının haline bakarak üzüldü, mübarek gözleri yaşla doldu. Çünkü Ebû Tâlib ya kavminin gazabı ve saldırısı ile karşılaşmak veya Mu­hammed'i (A.S.) korumaya devam etmek gibi iki şık arasında bulunuyordu. Fakat onun bu şaşkınlığı fazla sürmedi ve nemli gözlerini Hz. Peygamber'e (A.S.) çevirerek şöyle dedi: «Git, bildiğin gibi hareket et. Seni asla onlara teslim etmem ve yalnız da bırakmam!» [36]

 

Kur'ân, İlâhî Rahmetten Kovulmuş Şeytanın Sözü Değildir 

 

Kureyş Kabilesi'nden bazı câhil şaşkınların, garazkâr gafillerin, şeyta­nın zaman zaman Muhammed'e gelip fısıldadığını ve birtakım garip sözleri Onun kulağına attığını iddia ettikleri oluyordu. Oysa cin ve şeytanların oyuncağı haline gelen hiçbir kâhinden bu kadar ulvî, düşündürücü, yön­lendirici ve aklı harekete geçirici bir söz işitilmemlşti. Bunun bir benzeri yoktu. Arap Yarımadasında hiçbir ünlü şâirin bir kâhinin peşine takılarak onun ağzından çıkan sözlerin tesiri altında kaldığı ve o sözlerinin eri­şilmez olduğunu kabul ettiği de görülmemiştir. Ama Hz. Muhammed'in (A.S.) mübarek dudaklarından inci misali dökülen Kur'ân âyetleri gönül­leri bir anda fethediyor, en ünlü şâir ve edipleri şaşkına çevirip derin dü­şünmeye sevkediyor ve çok geçmeden kalplerini İslâm hidâyetine açma şuurunu veriyordu.

O bakımdan ilgili âyetle, müşriklerin böyle ölçüsüz, akıl ve mantık dışı iddia ve iftiraları reddediliyor ve Hz. Muhammed'e (A.S.) ilâhî vahyi geti­renin en büyük ruh Melek Cebrail olduğu açıklanıyor.

Aynı zamanda yüce âleme sinsice yükselip meleklere verilen ilâhî ha­berleri dinlemeye çalışıp kulak hırsızlığı yaparlarken şihablar (meteoritler) le kovulan cin ve şeytanların ilâhî vahyi getirmeleri, yani buna aracı olma­ları hiçbir zaman düşünülemez[37]

 

Şaşkın Gafiller Nereye Gidiyor?

 

Ohalde nereye gidiyorsunuz?

Cenâb-ı Hak, Kur'ân ve Peygamberle ilgili belgeleri, birtakım özellik­leri açıklayıp akla ışık tuttuktan, vicdanlara seslendikten sonra, bunca ger­çekler ortada dururken hâlâ inkârda ısrar edenlere soruyor: «O halde ne­reye gidiyorsunuz?!» Yani neden akıl nîmetini gerçeği bulmakta kullan­mıyorsunuz? Size birçok hakikatleri getirip teblîğ eden son peygambere neden uymuyorsunuz? Yoksa aklınızı mı kaybettiniz? Vicdanlarınız büsbü­tün köreldi mi? Bu dâvada Hz. Muhammed'in (A.S.) kişisel bir çıkarı bu­lunduğunu söyleyebilir misiniz? Sizden bir ücret mi istiyor? İrili, ufaklı taş­tan yontulmuş bir sürü putlar mı, yoksa kâinatı yaratıp denge ve düzende tutan, yeryüzünü nimetlerle donatıp insanoğlunun hizmetine veren o eşi, dengi, benzeri olmayan Allah mı hayırlıdır? Sahte ilâhlarla mâbud-i hakikî arasında kıyas yapamıyacak, tercihinizi kullanamayacak kadar insanlığını­zı mı kaybettiniz?! Bu yanlış ve tehlikeli yolda yürüyerek nereye varmak istiyorsunuz? [38]

 

Kur'ân Bütünüyle Katıksız Bir Öğüttür

 

O, âlemler için, sizden doğru davranmayı arzu edenler için katıksız bir öğüttür.»

Bu âyetle iki önemli husus üzerinde duruluyor: Birincisi, Kur'ân'ın bü­tün milletler için yönlendirici, eğitici öğüt özelliğini taşıması ve insanları yaratıp terbiye eden, kemale erdiren Rablerine irşad eden bir rehber olma­sı; ikincisi, onun daha çok aklını kullanıp dosdoğru yolda istikamet üzere yürümek isteyenler için unutulmaması gereken bir eğitim müfredatı içer­mesidir.

O halde Kur'ân'dan feyiz almanın, taşıdığı rahmet boyasına boyanma­nın yolu, akıl ve idrâki en iyi şekilde kullanmayı bilmek ve doğru olanı se­çip bulmaktır. Aynı zamanda aklın önünde engel teşkil eden nefsanî duy­guları tesirsiz hale getirip aklın ve imânın emrine vermek suretiyle beden şehrinde aklı vezîr, imânı hükümdar kılmaktır.

Böylece insanla Kur'ân arasında belirgin bir çizgi vardır ki ona, «doğ-ruyolu bulma çizgisi» diyebiliriz. Kişi mevcut yeteneklerini ve yardımcı âmil­leri harekete geçirerek o çizgiye geldiği takdirde Kur'an'dan nasîbini alma­ya başlar; gelmediği takdirde kendine haksızlık etmiş olur.

Bunun için Cenâb-ı Hak : «Sizden doğru davranmayı arzu edenler için bir öğüttür» buyurmakta ve bundaki hikmeti anlamamız için bize ışık. tut­maktadır[39]

 

Cenâb-ı Hak İle Kulları Arasında Meşiet Feneri

   

«Âlemlerin Rabbı olan Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz-

Bu âyetle çok ince ve o nisbette önemli ve hassas bir konuya işaret ediliyor. Âyetin zahirî anlatımından, «Cenâb-ı Hak bir şeyi dilemedikçe kimse onu dileyemez» veya «Cenâb-ı Hak dilemedikçe kimse bir şey dileyemez» veya «Allah kulu hakkında istikamet dilemedikçe kul müstakim ola­maz» gibi mânalar anlaşılıyor. Ancak böyle bir mana ve yorum, kulun işle­diği ve işlemediği her fiil ve işte mazur olduğu neticesini doğurur. İrade ve isteğiyle bir şey yapmadığı düşüncesine kapı açıp sorumluluğu kaldırır. Oysa küllî irâde ile cüz'î irâde arasındaki ilgi ve inceliği bildiğimiz tak­dirde böyle bir ı sonuç çıkarmamızın hiçbir zamanı isabetli olamayacağı rahatlıkla anlaşılır.

Şüphesiz Cenâb-ı Hak, kulları hakkında hep hayrı, iyiliği, doğruyu di­ler. Ancak bu dileme sadece kendi sınırı içinde kalır; yani bir şeyi dilemek başka, o şeyi işleyip yürütmek başkadır. Cenâb-ı Hak, sünnetullahı gereği, kulunda bir istek, arzu, heves, doğruyu seçme, hidâyete yönelme gayreti­ni ve o gayretle belirlenmiş sınıra geldiğini görünce, -dilediği takdir­de- o kulu hakkında hidâyetle tecellide bulunur. Böylece kulun dilemesi Allah'ın dilemesine bağlı kalmakla O'nun hidâyet ile tecellisine muhtaç bu­lunmaktadır

Tekvîr Sûresi'ne kıyamet olayının bazı safhaları açıklanarak başlandı, Kur'ân'ın istikamet üzere olan mü'minler için katıksız bir öğüt olduğu bil­dirilerek sûre noktalandı. Allah'a hamd, Resûlüllah'a (A.S.) salât-u selâm­lar olsun. [40]

 

 



[1] Lübabu’t-te’vil: 4/355.

[2] Nizamüddin Nisaburi, Tefsiru Garaibi’l-Kur’an: 30/31.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6614.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6614.

[4] Tirmizl/tefsir : 81- Ahmed : 2/27, 36, 100-5/452

[5] Buharl/bed'-i halk : 4

elal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6616.

[6] Vâkıâ Sûresi: 5. âyetin tefsiri

[7] Lübabu't-te'vîl: 4/359

[8] Mefâtihü'1-gayb : 8/479                                  

[9] Tefsîr-i Kurtubî:   19/229

[10] Müsned-i Ahmed: 2/235, 323, 363, 442, Müslim, Tirmizi.

[11] Münavî/Feyzü'l-Kadlr: 5/260-7222 nolu hadîs

[12] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231

[13] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231

[14] Tefsîr-i Kurtubî : 19/231

[15] En'âm Sûresi, âyet: 151

[16] İsrâ Sûresi, âyet: 31

[17] Müslim/talâk:  23, 31- Ibn Mâce/nikâh :  30, 51- Ahmed :  3/22, 47, 49, 57, 68, 78, 93, 140- 6/361, 434

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6616-6621.

[19] Hafız Bezzar - Beyhaki - el-Hâkim

[20] Tefsîr-i İbn Kesîr : 4/478

[21] Bu konuda geniş bilgi için bak : İnşikak Sûresi, âyet 7-12; İnfitar Sûresi, âyet 11'in tefsiri

[22] Geniş bilgi için bak: Nisa Sûresi: 56. âyetin tefsiri

[23] Tefsiri Kurtubî: 19/235

[24] Bilgi için bak: Âl-i İmrân Sûresi: 30. âyetin tefsiri

[25] Buhari, Rikak: 49, Tevhid: 24, 36; Müslim, Zekat: 67; Tirmizi, Kıyamet: 1; İbn Mace, Mukaddime: 13, Zekat: 28; Ahmed: 4/256.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6621-6624.

[27] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6625.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6626.

[29] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6627-6628.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6628-6629.

[33] Mecdi İnan çevirisi / İstanbul 1974

[34] Bilgi için bak: Tefsîr-i Kurtubi: 19/241

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6630-6632.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6632.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6633.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6633-6634.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6634.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6634-6635.