Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Kıyamet Kopup Dirilme Olayı Gerçekleşince
Herkes Önden Ne Gönderdiğini Bilecek
Dünya Hayatının Birkaç Günlük Şatafatına Aldananlar
İnsanı Güzel Surette Yaratıp Düzenleyen Kudret
Dini Ve Hesap Gününü Yalanlayan Gafiller
İyilik Düzeyindeki Müminler Nimete Lâyıktırlar
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Birinei âyetinde kıyamet olayında
göğün yarılacağından «infetaret» fiiliyle söz
edildiğinden, bu fiilin masdarı olan «infitar» sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı: 19
Kelime sayısı: 80
Harf sayısı: 327.[1]
1- Kıyamet
olayının bazı korkunç safhaları anlatılıyor.
2-
İnsanların çoğunun nankörlük ettikleri belirtilerek, verilen sayısız
nimetlerden dolayı Allah'a şükretmelerinin gereği üzerinde duruluyor.
3-
İnsanoğlunun her işte çok dikkatli ve hesaplı olmasına işaret ediliyor.
4- İnsanın
işlediği iyilik ve kötülükleri yazan görevli meleklerin bulunduğuna
değinilerek hayatın her saatini ilâhî talimat doğrultusunda değerlendirmenin
sayısız faydaları bulunduğuna atıf yapılıyor.
5- Âhiret gününde insanların, genel Ölçüde iki kısma
ayrılacağı konu edilerek, birincilerin sonsuz nîmete lâyık görülen iyiler,
iyilik sevenler, istikamet üzere olanlar bulunduğu; ikincilerin ise, ilâhî
azabı hakketmiş fâ-cirler, ilâhî sınırları hiçe sayıp
nefsine ve İblîs'e uyarak günah işleyen ahlâksızlar ve inkarcı nankörler
olduğu bildiriliyor. [2]
Câbir (R.A.) diyor ki:
— «Muâz
kalkıp son yatsıyı kıldı ve (kıraati uzattı). Bunun üzerine Resûlüllah
(A.5.) ona: «Ya Muâz sen
fitneci misin? Neden sebbih isme rabbike'l-a'lâ, ve'd-duhâ,
ize's-semaunfetaret sûrelerinden
(birini) okumuyorsun?» diye uyarıda bulundu[3]
«Kim gözleriyle
Kıyâmet'e (meydana gelecek safhalarına) bakmak istiyorsa, ize'ş-şemsu küvviret, ize's-semaunfetaret ve ize's-se-maunşekkat
sûrelerini okusun! [4]
1- Gök
varıldığında,
2- Yıldılar
yerlerinden koparak dağıldığında,
3- Denizler
birbirine kaynayıp karıştığında,
4- Kabirler
deşilip içindekiler ortaya çıkarıldığında,
5- Herkes
önden gönderdiğini ve geriye neler bıraktığını bilecek.
«Gök varıldığında,
yıldızlar parçalanıp döküldüğünde, denizler birbirine kaynayıp karıştığında,
kabirler deşilip içindekiler ortaya çıkarıldığında herkes önden gönderdiğini
ve geriye nefer bıraktığını bilecek.»
İnsanoğlu dünya
hayatını nasıl değerlendirdiğini; ikinci hayatta huzur ve güven içinde yaşamak
için, neler hazırlayıp gönderdiğini, geriye ne gibi iyi ve kötü izler
bıraktığını ikinci hayata gözlerini açınca daha iyi ve etraflı bilip anlar,
fakat neden sonra..
Cenâb-ı Hak, böyle bir günün yaklaşmakta olduğunu ve
mutlaka gerçekleşeceğini bildirip insanoğlunu uyandırmayı dilerken kıyamet
safhalarından dört tanesine yemin ederek işin azametine işarette bulunuyor:
1- Gök Yarıldığında..
Bir önceki sûrede 12
önemli safhaya yer verilerek kıyamet hakkında bilgi verilmişti. Burada önce
göğün yarılacağı konu ediliyor. Bu, iki şekilde yorumlanmıştır: Birincisi,
kıyamette Allah'ın yüksek kudret ve heybetinden gök yarılacaktır. İkincisi, Furkan Sûresi 25.*âyette şu mealde bir yarılma olayından
söz edilmektedir: «O gün gök beyaz bulutlar şeklinde (bir görünüm vererek)
yarılacak da melekler grup grup inecekler..»
Ancak göğün yarılması
nasıl olacak? Sistemlerin, galeksilerin bulundukları
düzen ve dengeyi kaybetmek suretiyle yörüngelerinden çıkıp çarpışması ve
bozulup dağılmasıyla \ meydana gelecek, yoksa atmosfer tabakasının yanmasıyla
müthiş patlamalar birbirini izleyerek gök yarılmış gibi bir görüntü mü arzede^ek? Elbetteki bunu kestirmek çok zordur. Ne var ki
aynı, konuyla ilgili diğer âyetleri biraraya getirip
hepsinden ortak bir mâna ve yorum çıkardığımız takdirde gerçeğe biraz daha
olsun yaklaşmış oh'ruz. Şöyle ki:
a) Rahman Sûresi 37. âyette: «Gök yarılıp gül
rengine dönüşerek yağ gibi eridiği zaman..»
b) Nebe' Sûresi 19. âyette : «Gökler açılarak kapı kapı olacak..»
c) el-Hakka
Sûresi 16. âyette: «Gök yarılır; o gün artık o bütün güç ve ölçüsünü kaybetmiş
olur..»
d) Müzzemmil Sûresi 18.
âyette: «Gök onunla (o günün dehşetiyle) çatlamıştır (çatlayacaktır). Onun va'di mutlaka yerine gelecektir.» buyurulmaktadır.
O halde kıyâmet olayı
meydana gelince, mevcut sistemler bozulup kâinatın düzeni bozulacak. 6u arada
meydana gelen dağılma ve çarpışmalar neticesi gök kırmızı gül rengine
dönüşecek de kapı kapı açılmalar kendini gösterecek
ve o sebeple yüksek derecede bir ısı oluşacak ve birçok cisimler yağ gibi
eriyecek veya atmosfer tabakası yanarak böyle bir manzara meydana gelecek. O
nedenle gök yarılmış olacak..
2- Yıldızlar
parçalanıp döküldüğünde..
Kur'ân'da kıyamet olayıyla ilgili safhalar anlatılırken
yıldızların yörüngelerinden çıkıp bağlı bulundukları sistemlerden kopmaları
sebebiyle alacakları durum üç ayrı anlatımla belirtilmektedir:
a) Murselât Sûresi 8. âyette; «Yıldızların ışığı giderilip
silindiği zaman..»
b) Tekvîr Sûresi 2. âyette: «Yıldızlar parçalanıp
döküldüğünde..»
c) Ve İnfitâr Sûresi 2. âyette: «Yıldızlar yerlerinden koparak
dağıldığında..» (Duyurulmaktadır. Bu üç anlatım şeklini biraraya
getirdiğimizde şu manayı çıkarmamız mümkün olur: «Sistemler bozulup yıldızlar
artık ışık alamaz olurlar ve yerlerinden kopup dağılırlar.»
3- Denizler
birbirine kaynayıp karıştığında…
Kur'ân'cla yine kıyamet olayı konu edilirken iki yerde
denizlerden az farklı bir anlatımla söz edilmektedir: Tescîr
ve tefcîr..
Birincisi Tekvîr Sûresi 6. âyette: «Denizler birbirine karışıp
kaynaştığında veya ateş haline geldiğinde..» zikredilirken, ikincisi konumuzu
oluşturan âyette : «Denizier birbirine kaynayıp
karıştığında..» denilmektedir. Şüphesiz biri diğerini te'kîd
etmekte ve açıklık getirmektedir. Zira denizlerin kaynayıp birbirine
karışması, yerkürenin müthiş bir sarsıntı geçirmesi ve üzerindeki dağ ve
engebenin kalkması; böylece denizlerin yeryüzünü her tarafından kapsaması ile
yorumlanır. Denizlerin ateş haline gelmesi ise, ya
yerin çekirdeğindeki sıvı, aynı zamanda ateş halindeki madenlerin
fış-kırmasıyla, ya da zincirleme bir hidrojen
moleküllerinin patlamasıyla yorumlanabilir. Nitekim «tescîr»
kelimesinden onun ateş haline gelmesi anlaşılıyor.
Bütün bu yorumlar
bizim şahsî görüşlerimizdir. Hakikati ise, ancak Allah bilir.
4- Kabirler
deşilip içindekiler ortaya çıkarıldığında..
Bu âyet, Zilzal Sûresi 2. âyetle açıklanmaktadır. Şöyle ki: «Yeryüzü
(içinde taşıdığı) ağırlıklarını çıkardığı zaman..» Şüphesiz bu ağırlıklar, başta
ölüler olmak üzere yerin derinliklerindeki erimiş halde olan madenler de
olabilir. Ama ölüleri dışarı atması ise kesindir ki bu, ikinci hayata kalkışın
ilk adımı sayılır.
O halde diyebiliriz
ki, Zilzâl Süresindeki 4. âyet umum, İnfitâr Süresindeki 2, âyet husus ifade etmektedir.
Kabirlerdeki bedenler
bütünüyle cürüyüp toprağa dönüşmüştür. Çoğunun
kemikleri bile ufalıp belirsiz olmuştur. Ama ne olursa olsun, ruhla beden
arasındaki manevî irtibat kıyamete kadar sürmektedir. O bakımdan nasıl çürüyen
bitkilerin tohumları, kökleri ve taşıdıkları sporlar, şartlar ve ortam hazır
olunca tekrar yeşerme şansına sahipse, çürüyen insanlar da öyle..
Berzah âleminde
beklemekte olan ruhlara gelince: Yeşermeye başlayıp şekillenen insan vücudu
kıvamını bulunca, bir yanlışlığa meydan vermeksizin her ruh kendine ait bedene
gelip yerleşir. Buna bir misal verelim : Bir sürü koyun düşünün, bunlar üçyüz kadar yavru dünyaya getirmiş bulunuyor. Doğan her
kuzu hemen alınıp anasından uzak bir yerde korunuyor ve bir süre geçtikten, yani kuzular kendine gelip karınlarını doyurma
gayretine düşünce, bulundukları yerden çıkarılıp analarının bulunduğu yere
götürülüyor ye birkaç dakika içinde her kuzu bir yanlışlığa meydan vermeden
kendi öz annesini bulup memesini emmeye başlıyor. Tabi kuzu doğduğu an
kendisiyle anasına bir numara veriliyor.
Uzun sayılacak bir
süre kendine ait bedeniyle bir ömür geçiren ruh, şüphesiz bedenin fizikî
şeklîni alır. Ondan ayrılınca da bu şeklini aynen korur. Kıyamet günü bedenler
dünyadaki şekillerine uygun oluşunca, ruhlar en küçük bir hatâya meydan
vermeden inip kendilerine ait bedene yerleşirler.
İç güdüleriyle
analarını bulan kuzulara böylesine gelişmiş duyguyu veren Cenâb-ı
Hak, birçok yeteneklerle donattığı ve mükerrem
kıldığı insan ruhuna ne üstünlükler ve meziyetler vermemiştir!.
Ayrıca yukarıda kısaca
temas ettiğimiz gibi, ruhla beden arasında kopmaz bir bağın mevcudiyeti söz
konusudur. Beden yanıp kül olsa, denizde balığa, karada bir canavara yem bile
olsa, o irtibat kopmayıp devam etmektedir. Nitekim ünlü velî Abdulaziz Debbağ, -iki cilt
halinde tercüme ettiğim- «el-İbriz» adlı eserinde bu
hususu çok güzel açıklayarak doyurucu bilgi vermiştir.
Sonra da Hadîs-i
Şeriflerde zikredilen «acb-ı zeneb»
yani «kuyruk so-kumundaki küçücük bilyamsı
kemik» konusu vardır. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu
küçücük boncuk kadar olan kemiğin, insanın bütün özelliklerini kendinde taşıyan
bir çekirdek veya tohum misâli, günü gelince toprak altından fışkırıp bitki
misali gelişerek insan bedenini meydana getireceğini beyân buyurmuştur. Ancak
bu kemiğin nasıl korunduğunu, korunacağını; yakılıp kül haline gelerek belirsiz
olunca özelliğini nasıl muhafaza edeceğini kesin olarak bilemiyoruz. Akla gelen
ilk şey, sözü edilen kemik nasıl bir değişime uğrarsa uğrasın, ondaki insanî
mikro modelin korunmakta olduğu kıyamete yakın bu kemiğin ilâhî emirle yeniden
oluşup öylece nüve teşkil etmesidir. Allah daha iyisini bilir. [5]
«Herkes önden
gönderdiğini ve geriye neler bıraktığını bilecek..»
Hayatta hemen her
insanın birtakım ihmalleri, kusurları, günahları olabileceği gibi, maddî ve
manevî hususlarda da kaçırdığı veya eline geçtiği
halde değerlendiremediği birçok şeyler vardır. Tabii peygamberler (salât-ü selâm hepsine olsun) bu genellemenin dışında
bulunuyorlar. Çünkü Cenâb-ı Hak onlara «ismet»
sıfatını lâyık görmek suretiyle kendilerini günahlardan, birtakım
aşırılıklardan korumuştur.
Gerçek bu olunoa ne yapmamız gerekmektedir? Unutmayalım ki, zaman kendi
akışına devam etmekte ve hiç kimseyi beklememektedir. İnsana ayrılan kısa ömür
süresince yapılacak çok şeyler vardır. Geçen her zaman parçası ya lehimize, ya da aleyhimize
işlemektedir. O bakımdan hayatımızı Kur'ân'm verdiği
plân ve programa göre değerlendirdiğimiz nisbet-te mutlu ve bahtiyar oluruz; aynı zamanda yaratılışımızın
hikmetine uygun bir dönemi kendi lehimize değerlendirme şansına erişebiliriz.
O halde kıyamet günü
dirilip kalkan herkes şu hususları ayan-beyân görüp hatırlayacak ve yüzbin defa nedamet duyup kendi kendini kınayacaktır :
a)
Dünyalıktan yana çok yatırım yaptığım halde âhiretim
için pek az bir yatırımım olmuştur. Kısa
bir hayat için çok şey, sonsuz
hayat için pek az şey..
b) Midesi ve
şehveti uğruna sarfettiği zaman kadar, ruhunu,
irfanını ve vicdanını geliştirmeye sarfetmediğini
fark edecek, daldığı gafletin çok pahalıya mal olduğunu anlayacak, ama neden
sonra.
c) Önünden
bir sürü günah, vebal ve haksızlık gönderdiğine; yapılması behemehal gerekli
olan taât-u ibâdetleri yapmadığına şahit olacak ve
artık dönüşü mümkün olmayan bir döneme girdiğini düşünerek için için üzülecek.
d) Ebedî
hayatından yana önden gönderdiği hayır ve hasenata ve-sîle olan malın çok az,
vârislerine bıraktığı malın hayli çok olduğıihu görünce,
hayıflanacak ve çaresizlik içinde göğsü daralacak.
e) Âhiret gününün o sıkıcı atmosferi içinde herkişi geriye nasıl bir ahlâkî mîras bıraktığını; iyi
veya kötü nasıl bir çığır açtığını eline verilen sa-hifelerde görecek ve kendi geleceğini kendi iradesiyle hazırladığını
idrâk edecek. Ama bu görme, bilme, farketme, idrâk
etmenin hiçbir yararı olmayacaktır. [6]
Yukarıdaki âyetlerle, âhiret gününde herkesin önden neler gönderdiğini ve geriye
neler bıraktığını anlayacağı konu edilerek kıyamet olayının dört önemli safhası
üzerinde duruldu ve ömrünü gaflet içinde geçirenler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'a karşı kendini
aldatacak kadar gaflete boğulanlara sesleniliyor ve arkasından İlâhî kudretin
hilkat üzerindeki tecellisine dikkat çekilerek akla hem ışık tutuluyor, hem de
malzeme veriliyor. Sonra da hesap ve ceza gününü yalanlayanlar uyarılarak
üzerlerinde her şeyi yazıp tesbit eden meleklerin
bulunduğu haber veriliyor. [7]
6- Ey insan!
O çok şanlı, lütuf ve iyiliği bol Rabbına karşı seni
aldatan nedir?
7- O ki,
seni yaratıp (müstesna biçimde) düzenlemiş ve (her uzvu yerince koyup) dengede
tutmuştur.
8- Dilediği
herhangi bir şekilde sana çeki-düzen vermiştir.
9- Hayır,
hayır; siz dini yalanlıyorsunuz (ceza ve mükâfat gününe inanmıyorsunuz).
10-11-
Şüpheniz olmasın ki, üzerinizde koruyucular, şerefli saygıdeğer kâtip (melek)ler vardır.
12- Onlar
yaptıklarınızı bilirler.
İbn Ebî Hâtim'in İkrime'den yaptığı rivayete göre,_bu âyetler, gurur ve
kibirle İnkârı birleştirip büyüklük taslayan Ubey b.
Halef hakkında inmiştir.[8]
«Ey insan! O çok
şanlı, lütuf ve iyiliği bol Rabbına karşı seni
aldatan nedir?»
Âyetin zahirî delâleti
bütün insanların muhatap tutulduğunu göstermektedir. Zira ilim adamlarının
çoğuna göre, «insan» kelimesinin başındaki «elif-lâm» harfi istiğrak içindir,
yani türün bütün fertlerini kapsamaktadır. İniş sebebine bakılınca da
«elif-lâm»ın belli bir şahsa yönelik bir anlam
taşıdığı anlaşılırsa da, istiğrak için olması konunun taşıdığı ana tema ile
daha çok uyum sağlamaktadır.
Mekke'de nübüvvet
güneşi ilk safhada ora halkı üzerine doğduğu halde, onların çoğu küfür ve
azgınlıklarında ısrar edip Hakk'ın sesine kulak
tıkadılar. İlk müslümanları küçümseyip Kur'ân âyetleriyle alay ettiler ve Hz.
Muhammed'i (A.S.) gözlerden ve gönüllerden düşürmek için her türlü şirretliği
mubah saydılar. Aralarında mal ve evladıyla böbürlenip zayıflara, kölelere,
Allah'a ve Peygamberine imân edenlere tepeden bakanları bulunuyordu. Ubey b. Halef, Velîd b. Muğîre, Ebû Cehl
ve Ebû'l-Eşed b. el-Cü-mahî küfrün elebaşıları ve tuğyan edenlerin ileri gelenleri idi. İslâm
güneşini karartmak, peygamberliğin rahmet ışığını söndürmek için ne lazımsa
onu yapıyor, hiçbir insaf ölçüsü tanımıyorlardı. Böylece bu gafil ve mağrurlar
bilmeden ilâhî rahmete sırt çevirerek kendilerini derin bir çıkmaza soktular.
İlgili âyetler, hem bunlar, hem de o tıynette olan inkarcılar uyarılmak üzere
indirildi.
Oysa insan fıtratında,
yani doğuştan ruhunda Allah ve din duygusunun mayası veya cevheri mevcuttur. O
maya hılkatındaki özellik doğrultusunda
kullanıldığı, o cevherin üstündeki kılıf sıyrıldığı takdirde, insanın gerçek
hüviyeti meydana çıkar. İşte indirilen kitaplar ve gönderilen peygamberler;
özellikle de Allah'ın son mesajı olan Kur'ân ve O'nun
hidayet rehberi bulunan Hz. Muhammed (A.S.) sözü
edilen mayayı amacına yönelik geliştirmek, cevheri bütün safiyetiyle meydana
çıkarmak için gönderilmişlerdir. Buna rağmen sünnetçiden korkup kaçan,
usturadan ürken çocuk gibi olmanın makul ve makbul bir yanı ve anlamı yoktur.
Zira insan için de kâinat plânında belli bir yer ayrılmış ve onun hayatı
önceden belirlenen bir programa bağlanmıştır. İpek böceğinin plândaki yeri ve
ona yükletilen program ne ise, o ancak onu yapmakta; yediği dut ve benzeri
bitki yapraklarını ipeğe çevirmektedir. Ondan başka bir şey imal etmesi
beklenemez ve zorlanamaz da.. Aksi halde hilkatinin hikmetinden uzaklaştırılır
ve büsbütün faydasız hale sokulur. Bu durumda da o hayvancıkların yaşama ve
beslenme anlamı kalmaz.
Onun gibi, insan da
yaratılanların en şerefli ve değerlisi olarak belli hizmetlerde bulunmak ve
ömrünü plânlayıp programlandığı gibi noktalamakla görevlidir. Kitap ve Sünnet
bütünüyle İnsan hayatını iyiye, güzele, doğruya ve tek kelimeyle hakka
çevirmeye yönelik müfredatı kendinde taşımaktadır. İnsanın bu müfredat ve önceden
belirlenen hayat programının dışına çıkması, yani aksine bir hayat düzeni
kurması, onu Rabbına karşı aldatan bir âmil olur ve
böylece hilkat kanununda belirlenen çizgiden çıkıp zararlı bir düzeye gelmiş
olur.
İşte ilgili âyetle bu
inceliğe ve hikmete parmak basılarak düşünce ufkumuz genişletilmek istenmekte
ve aklımıza seslenilerek harekete geçirilmesi planlanmaktadır.
Ayrıca insanoğlunu
aldatan birtakım şeyler daha vardır. Meselâ Allah'ın rahmetinin hep gazabının
önünde bulunduğunu, âhirette rahmetinin yüz
bölümünden doksan dokuzunun tecelli edeceğini, yaşlanınca dönüş yapıp tevbe ve istiğfarla bütün günahlardan temizlenme imkânının
bulunduğunu hesaba katarak ibâdet ve taâti terketmek, günahlara devam edip berbat bir hayat sürmek bu
cümledendir. O bakımdan Kur'ân bir yandan ilâhî
rahmet ve gufrana ümit bağlamamızı emrederken, diğer yandan O'nun azap ve
intikamından korkmamızı tenbîh etmekte ve ümitle
korku arasında bir yol izlememizi tavsiye buyurmaktadır.
Nitekim ünlü
velîlerden Fudayl b. İyaz'a
soruldu :
— «Cenâb-ı Hak
kıyamet gününde seni huzuruna alıp, «Ya Fudayl! Seni Rabbına karşı aldatan nedir?» diye sorsa, ne cevap
verirsin?» O da onlara :
— «Eğer Rabbım benden
böyle soracak olursa şu cevabı veririm dedi : «Ya
Rab! O sarkan örtün beni aldattı. Çünkü gerçekten sen keremi bolsun ve
kusurları da gizleyensin!»
Şüphesiz Fudayl Hazretleri böyle derken, Cenâb-ı
Hakk'ın adaletinin tecellisinden de korkan ve hesap
gününü düşünerek ömrünün her saatini güzel amellerle süsleyen bir mü'min-i muvvahhid idi..[9]
O ki seni yaratıp
(müstesna biçimde )- düzenlenmiş ve (her
uzvu yerine koyup) dengede tutmuştur:Dilediği herhangi bir şekilde sana çeki-düzen vermiştir:
Âyette insanın
yaratılmasıyla ilgili dört tekâmül döneminden söz ediliyor :
1- Döllenmiş
yumurtanın gelişme dönemi.
Aşılanan yumurta hemen
bölünmeye başlar; rahim yoiu kaslarının kasılmasıyla
8 gün içinde rahme ulaşır. Cenâb-ı Hakk'ın takdîr ettiği hilkat kanununun faaliyete geçmesiyle geometrik yönde bölünmeye yüz tutar.
2- Rahimde
yuvalanan yumurta gün geçtikçe bölünüp çoğalmak suretiyle
bir ayda 1 mm. kadar olur. İkinci ay 2 cm.'ye kadar
ulaşır. Üçüncü ayda 9 cm.'yi bulur. Böylece insan
şekli 45 gün tamamlandıktan sonra belli olmaya başlar. Kur'ân
bu dönemdeki gelişme ve şekillenmeye «ilâhî tes-vîye» diyor.
3 -İkinci
ayın sonunda ceninin elleri, ayakları iyice belli olur ve üçüncü ayın sonunda
parmakları ve diğer organları iyice ortaya çıkar. Kur'ân-bu
dönemi «ilâhî ta'dîl» diye belirliypr.
4- Bundan
sonra cenin, genlerin taşıdığı özelliklere göre çeki-düzene girer ve bu döneme
«ilâhî terkîp» denir.
Bütün bu dönemlerin
Allah'a nisbet edilmesi, O'nun koyduğu değişmez
biyolojik, fizyolojik ve anatomik kanunlara işarettir.
Şüphesiz ki insanoğlunun
ilmi ne kadar derinleşirse derinleşsin, araştırma, inceleme, keşif ve icadları hangi çizgiye varırsa varsın, o belsuyun-daki canlı
hayvancıkların bir tanesini yaratmaya, içad edip
ortaya koymaya muktedir değildir ve hiçbir zaman gücü buna yetmiyecektir.
Zira o hayvancıkların terkibi bellidir, ama taşıdığı canlılık vasfı insan için
hep bir muamma olarak bulunmaktadır. Onu ancak imân yoluyla anlar ve taşıdığı
ilâhî kudretin tezahürü ile yorumlayabiliriz.
Anlaşıldığı gibi,
beşer ilmi ancak bir çizgiye kadar ulaşabilmekte ve ondan öteye geçememektedir. Allah'ın ilmi ve kudreti ise sonsuz ve
sınırsızdır.[10]
«Hayır, hayır; siz
dini yalanlıyorsunuz (ceza ve mükâfat gününe inanmıyorsunuz).»
Âyette geçen «dîn»
kelimesi, taât, cezâ ve hesap manasına delâlet etmektedir.
Bununla, âhiret gününe imânın önemi üzerinde
duruluyor ve lüzumu belirtiliyor. İkinci hayata inanmadıktan sonra her türlü
sorumluluk, adalet, hakkaniyet ve güzel ameller gibi kavramlar birer fantezi;
iyilik ve kötülük, sevap ve günah gibi kavramlar da manevî müeyyidesiz kalıyor.
Gerek müşriklerin zulüm ve tuğyanı, gerekse inkarcı maddecilerin her şeyi
mubah sayması bu inançsızlıktan kaynaklanır. O bakımdan Kur'ân-ı
Ke-rîm'de âhirete imân konusuna ağırlık verilmiş ve kıyamet olayı
duygu ve düşünceleri yönlendirecek şekilde anlatılarak sık sık
onun ibretli safhalarına değinilmiştir.
Böylece Kur'ân aynı zamanda insan aklına ışık tutmak için önce kıyamet
olayının birkaç safhasını anlatarak duygular üzerinde tesir meydana getirmeyi
plânlıyor; arkasından düşünce ve aklî melekeyi harekete geçirmek için insanın
ana rahmindeki gelişme dönemlerine değinerek aydınlatıcı bilgi veriyor. Sonra
da Allah'ın sonsuz kudretini hatırlatarak âhireti yalanlamanın
hakikatle bağdaşır hiçbir yanı bulunmadığını çok duyarlı bir anlatımla kalp ve
kafalara işliyor. Bundan sonraki âyetle de insanı iç disiplinine kavuşturmanın
en tesirli yol ve yöntemini ortaya koyuyor. [11]
«Şüpheniz olmasın kî, üzerinizde
koruyucular, şerefli saygıdeğer kâtip (melek)ler
vardır. Onlar yaptıklarınızı bilirler.»
Cenâb-ı Hakk'ın insanlardan yana
koyduğu hayat düzeni ve o düzene hareket sağlayan hilkat çarkı çok mükemmel
plâna göre yürütülmektedir. Mesela beynimizi oluşturan trilyonlarca hücre, bir
bakıma herbiri bağımsız olmakla beraber,
oluşturdukları beden ve organ yapısında birleşmekte ve kollektif
bir çalışma sürdürmektedirler. Aynı zamanda her hücre yüklendiği programı bir
yanlışlığa meydan vermeden yerine getirmekte son derece mahirdir.
Vücudumuzu oluşturan
bu sayısı belirsiz hücrelerden her gün milyonlarca ölmekte ve yenileri onların
yerini almaktadır ki, bizim bundan haberimiz bile olmamaktadır. Böylece canlı
olan bunca hücreyi öldüren ve hemen arkasından yenilerini yaratıp onların
yerini dolduran Cenâb-ı Hak, bizi öldürdükten sonra
tekrar diriltmeye kadir değil midir? Bir hücreyi yaratmak ne ise, O'na göre
bir insanı yaratmak, onu öldürmek ve diriltmek de o kadar kolay ve basittir.
Aslında O'nun yüksek kudreti karşısında bu konuda «kolay» ve «basit»
kavramlarını bile kullanmamız anlamsızdır.
İşte vücudumuzda
cereyan eden bu baş döndürücü işleyiş ve onarımdan haberimiz bile olmamakta ve
yüksek bir kudretin yaratma tecellisinin içimizde faaliyette bulunduğunu
görmemekteyiz!
Bunun gibi varlık
âleminde de her şey bağımsız gibi görünmekteyse de aslında birbirini
tamamlayarak kâinatın düzen ve dengesini sağlamaktadırlar. Şüphesiz bunların
hepsini bütünlük içinde sevk ve idare eden Cenâb-ı Hakk'ın varlığı ve birliği, erişilmezliği ve sonsuzluğu söz
konusudur. Sayısı bizce bilinmeyecek kadar çok olan melekler hayatımızın ve
işler durumda olan kâinat düzeninin her parçasıyla yakından ilgilidirler.
Ezelde hazırlanan statüye göre mekanizmayı çalıştırmakta ve her an baş döndürücü,
akıl üstü faaliyetler birbirini izlemekte, hepsi aynı merkezden kumanda
edilmekte, aynı merkezin düğmeleriyle yöneltildikleri amaca göre hizmet
vermektedir. Vücudumuzdaki trilyonlarca hücrenin faaliyetinden haberimiz
yoksa, kâinattaki her parçayı bütünlüğüne bağlı olarak çalıştıran ve sayısı
belirsiz eşyayı belli bir amaca çeviren meleklerin faaliyetlerinden nasıl
haberimiz olabilir? Bu her yönüyle imân ve irfan; idrâk ve basîret işidir.
Allah kimin bu yeteneklerine hidâyet ışığı tutarsa, onlar bu hakikatlere
inanıp tasdikte bulunurlar.
İlgili âyetle, sadece
bizim günlük hayatımızda cereyan eden olayları, söz ve davranışları anında tesbit eden Hafeze Melekler'den söz edilmekte ve varlıkta hâkim olan yüksek
kudretin izlerini görmemiz istenmekte; aynı zamanda her an nasıl kontrol
altında bulunduğumuzu idrâk ile günlük yaşayışımızı hakseverlik, sorumluluk
düzeyinde değerlendirmemiz ilham edilmektedir..
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda ümmetine şöyle tavsiye
ve bir bakıma uyarıda bulunmuştur: Şüphesiz ki Allah, soyunup çıplak vaziyette
bulunmanızdan sizi men'ediyor. Sizden hiç ayrılmayan,
ancak üç durumda ayrı kalan Kiramen Kâtibin (olan
meleklerden utanın.
Onların ayrı
kaldıkları üç durum ise şunlardır: Helada bulunduğunuz, cünüp olduğunuz ve
guslettiğiniz zaman.. O halde sizden biriniz guslettiğinde ya
elbisesiyle utanç yerlerini örtsün veya duvarı ya da
devesini(aracını) sütre edinsin’’[12]
Yukarıdaki âyetlerle,
İlâhî nizama ters bir tutum içinde olan gafiller uyarıldı. Cenâb-ı
Hakk'ın insandan yana tecelli eden hilkat kanununa
dikkat çekilerek akla malzeme verildi. Arkasından âhireti
yalan sayanlar üzerinde durularak her şeyin anında tesbit
edilip yazıldığı belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendilerini iyilik çizgisine getirip ömrünü ilâhî nizama göre değerlendiren
kişiler müjdeleniyor. Bunların aksine bir hayat sürenler ise Cehennem ile tehdîd ediliyor. Sonra da hesap ve ceza gününde herkesin
kendi ameliyle başbaşa kalacağı, kimsenin başkasını
kurtarma yetkisi bulunmadığı haber verilerek ölmeden önce "o güne hazırlık
yapmamız ilham ediliyor. [13]
13- İyiler
şüphesiz nimet içindedirler.
14- Kötüler
de elbette Cehennem'dedirler.
15- Ceza ve
hesap günü varıp oraya girecekler.
16- Oradan
artık ayrılıp uzakiaşamıyocaklar.
17- Din günü
(ceza ve hesap günü) nedir bilir misin?
18- Evet,
yine din günü nedir bilir misin?
19- O gün
hiç kimse, diğeri için bir şeye mâlik değildir. Emir o gün bütünüyle Allah'a
mahsustur.
«İyiler şüphesiz nîmet
içindedirler. Kötüler de elbette Cehennem'dedirler.»
Akıl, idrâk, zekâ ve
hafıza gibi yeteneklerle donatılıp yaşama yolculuğuna çıkarılan insanoğlunun
ruhlar âleminden sonra ikinci durağı dünya olarak belirlenmiştir. Bu durağa
adım atan herkesin önünde iki yol bulunmaktadır. Biri ilâhî hoşnutluk
doğrultusunda ebedî mutluluğa, diğeri ilâhî gazap doğrultusunda sonsuz azaba
uzanmaktadır.
Ergen olup kişiliğini
kazanan herkese Peygamber tebliği, Kur'ân irşadı
seslenmekte ve nerede, niçin bulunduğunu, ne yapması gerektiğini ve sonra da
nereye gideceğini bir bir haber vermektedir. İşte bu
ilâhî mesaj akla, sağduyuya seslenmekte ve her vesileyle insanı iyiye, doğruya
ve fazilete davet etmektedir. Kısacası Allah'ın razı olacağı cihete uzanan
hayat sistemini seçmemizi telkin edip tavsiyede bulunmaktadır. İçimizdeki ihtiras,
benlik, dünya malına karşı aşırı eğilim ve dışımızda da durmadan kötülüğü
fısıldayıp sinyal veren İblîs geçici zevkleri çekici ve çarpıcı göstermekte ve
sonu hüsranla noktalanacak yolda yürümemizi hayatımızın ga-yesiymiş gibi göstermektedir.
İlgili âyetle
akıllarını hür irâdelerine rehber yapıp kitap ve peygamberin sesine kulak
vererek birinci yolu seçenlere «ebrar»; nefsânîarzu ve heveslerini, sonra da İblîs'in fısıltı ve telkinatını rehber edinip bâtılın sesine gönül kapısını
açarak ikinci yolu seçenlere «füccar» denilmektedir.
«Ebrar»,
cok yönlü bir kavram olup «berr»in;
«füccar» da kapsamlı bir kavram olup «fâcir»in çoğuludur. Berr:
İyiliği, doğruluğu imân düzeyinde şiar edinen; ilâhî hoşnutluğu arzulayarak iyi
iş ve güzel amellerde bulunan kimse hakkında kullanılır. Fâcir
ise, kötülüğü, günahı ve şerri huy edinen, ilâhî sınırı aşan, ömrünü yalan,
günah ve haksızlık içinde geçiren kimse hakkında sıfat olarak kullanılır.
Böylece «İyiliğin
karşılığı ancak iyiliktir» kuralından hareketle, birinci sıfata mazhar olanlar sonsuz nîmetlere erişirler. İkinci sıfatı
kendine lâyık görüp hayatını amacından saptıranlar ise sonu gelmeyen bir azaba
itilmiş olurlar.
Şüphesiz bu iki yolun
ve sözü edilen iki konağın bir üçüncüsü yoktur. Öyle ki, dünyaya ayak basan
kişi, önündeki iki yoldan birini seçmek ve ölünce de Cennet ve Cehennem
denilen iki konaktan birine girmek zorundadır. Üçüncü bir yol, bir konak hiçbir
zaman söz konusu değildir[14]Gerçek
bu olunca, insanoğlu kendi yarar veya zararına bir yolu seçmekte ve önüne
konulan iki konaktan birine kendini lâyık görmekte serbest bırakılmış; ancak
aklı hissine, idraki nefsanî arzusuna mağlup olmasın
diye yardımcı olarak kendisine Hakk'ın son mesajını
ulaştıran peygamber gönderilmiş ve kitap indirilmiştir. [15]
«Ceza ve hesap günü vurıp oraya girecekler. Oradan artık ayrılıp uzaklaşamıyacaklar.»
İnsanın ruhu
bedeninden çok önce yaratılmıştır. Ruhun dünyaya indirilip kendine ait
yaratılan bedene girmesiyle yepyeni bir yolculuk başlar: Dünya, kabir, berzah
derken kıyamet olayının meydana gelmesi, hesap faslının başlaması ve yolculuğun
son çizgisine gelip dayanması.. Artık o âlemden ayrılmak, başka bir âleme göç
etmek veya diğer bir ülkeye sığın-mak diye bir konu
kalmaz. Herkes niyetine göre işlediği şeylerin, sergilediği amellerin
karşılığını, hiçbir haksızlığa uğramadan görür.
Bunun için Cenâb-ı Hak, konumuzu oluşturan âyette «yevmü'd-dîn»
yani hesap, oeza ve mükâfat günü diye sağlam bir ölçü
karşımıza koymakta ve dünya hayatında bütün söz ve davranışlarımızı, iş ve
amelimizi buna göre düzene sokmamızı emretmektedir.
Böylece imân
çizgisinde hayatını iyi ve güzel amellerle süsleyenler uzak bir yolculuktan
evlerine dönüp ehline kavuşanlar gibi sevinirler. İnkarcı sapıklar, suçlu
günahkâr azgınlar ve zâlim zorbalar ise, efendisinden kaçan ve fakat ona dönmek
zorunda olan köleler gibi mahoup, mükedder ve pişman
olarak üzülür ve kahrolurlar.
Evet Rabbından, O Yüce Yaratan'dan kaçan, O'na karşı gelip
emirlerini dinlemeyen ve uygulamayanlar, unutmasınlar ki, bu kaçmanın ve nankörlüğün
sonu Allah'a'döndürülmek ve O'nun huzurunda hesap
vermektir. [16]
«Evet, yine din günü
nâdir bilir misin? O gün hiç kimse, diğeri için bir şeye mâlik değildir. Emir o
gün bütünüyle Allah'a mahsustur.»
Kur'ân'da uygulanan ilâhî üslûbun özelliklerinden biri de,
önemli bir konu, bir olay anlatılmak istenirken, önce Resûlüllah'a
(A.S.) hitap edilir: «O nedir bilir misin?» diye bir soru yöneltilir, Bazan da konuya daha da ağırlık kazandırmak için bu soru
tekrarlanır -konumuzu oluşturan âyette olduğu gibi- ve arkasından açıklama
yapılarak hafızalarda derin iz bırakılması sağlanır. Aynı zamanda insan
idrâkinin o konu ve olaya karşı uyanık tutulması amaçlanır.
Hesap ve ceza; iyi ve
kötü amel ve karşılığında verilecek azap ve mükâfat âhiret
gününe mahsus bir düzenleme ve orada tecelli edecek ilâhî adaletin kusursuz
hüküm vereceğine bir işarettir. Öyle ki o günde hiç kimsenin bir başkası adına
bir şey yapmaya yetkili bulunmayacağı, hiç kimsenin bir diğerine yarar
sağlamaya mâlik olamıyacağı belirtilerek ölmeden önce
o günü ve o gündeki hesaba çekilmeyi düşünmemiz, düşünüp de ona göre hareket
etmemiz dolaylı şekilde anlatılmaktadır.
Bu bize neleri
hatırlatıyor veya neleri öğretiyor? Önce dünyadaki gibi yalan ve dolanın, çevre
ve yakınların, güçlü dayıların, para ve makamın hiçbir te'siri
ve desteği söz konusu olamaz. Her kişi defterinde yazılan niyet ve amellerine
göre yerini alır, ona göre değer kazanır veya kaybeder. Ce-nâb-ı Hak şefaat için izin vermedikçe hiç kimse diğeri için
şefaatte bulunamaz. Emir, kumanda ve takdîr ve hüküm bütünüyle Allah'a aittir.
İşte bu hakikatlere
inananlardır ki, dünya hayatında insanlardan yana feyiz ve rahmet saçarlar; âhiret âleminde ilâhî iltifata mazhar
olup gıpta edilecek bir dereceye yükseltilirler. Zira insanı dünyada ahlâklı,
erdemli, adaletli ve faziletti yapan tek şey, Allah'a ve âhiret
gününe dosdoğru inanmak ve böylece Resûlüllah'ın
(A.S.) sünnetiyle yaşamaktır. Şüphesiz insanı şu geçici hayatta yönlendiren,
uslandıran, frenliyen ve disiplinli bir hayat
sürmesini kolaylaştıran tek faktör, imândır. Ondan daha tesirli bir müeyyide
düşünebilmek mümkün müdür?
İnfitâr Sûresi'ne, kıyamette meydana gelecek önemli
safhalardan birkaç tanesi anılarak başlandı ve yine âhiretin
son durak olduğu ve herkesin o gün ameline göre yerini alacağı haber verilerek
yönlendirici bilgilerle sûre noktalandı.
Bize bu sürenin de
tefsirini müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a
hamd-u senalar; Allah'ı ve âhiret
gününü bize en iyi şekilde tanıtıp öğreten Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz'e salât-u selâmlar olsun.. [17]
[1] Lübabu’t-te’vil:
4/358.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6636.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6636.
[3] Nesâî / ifttfah
: 71 - tbn Mâce / ifcamet : 48 - MÜslîm / selât : 179
[4] Tirmizi, Tefsir: 81; Ahmed: 2/27, 36, 100; 5/452.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6636-6637.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6638-6641.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6642-6643.
[7] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6643.
[8] Suyuti, Esbabu
Nüzuli’l-Kur’an: 119.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6644.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6644-6646.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6646.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6647.
[12] Hafız Bezzar, İbn Abbas’dan (r.a.).
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6647-6648.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6649.
[14] Cennet İle Cehennem arasında Araftan
söz edilirse de bu kesin değildir ve ihtilaflı bir konudur
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6650-6651.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6651.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6651-6652.