Bu sûre otuz altı ayet
olup, Mekki'dir.[1]
"Ölçekte ve
tartıda hile yapanların vay haline! Onlar, insanlardan ölçekle aldıkları zaman,
tastamam alırlar; onlara ölçekle yahut tartıyla verdikleri zaman ise, eksik
verirler" (Mutaffifin, 1-3).[2]
Bil ki bu sûrenin
başının önceki sûrenin sonuyla ilgi ve münasebeti açıktır. Çünkü Aliah Teâlâ,
onun sonunda kıyamet gününün özelliklerinden birinin de, o gün hiçbir kimsenin,
hiçbir kimse için Nçbirşaye sahip olmayıp, o gün herşeyin Allah'a ait olduğunu
belirtmiştir. Bu ise, günahkarlar ve asiler için büyük bir tehdidi ifade eder.
İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, bunun peşinden, "Ölçekte ve tartıda hile
yapanların vay haline!" buyurmuştur ki maksadı, "tatfff'den
menetmektir. Tatfîf ise, ölçü ve tartıda gizlice, çaktırmadan, azıcık eksik
vermek demektir. Bu böyledir, çünkü çok eksiltse gözükür ve engellenir, azına
da, farkedilirse mani olunur. Böylece, "tatfîf "in ölçme ve tartmada,
gizli bir şekilde az bir şey noksanlaştırma manasına olduğunu anlıyoruz.
Burada şöyle birkaç
mesele var:[3]
Veyl (yazıklar olsun)
kelimesi, bir bela esnasında söylenir. Nitekim Arapça'da, ( yazıklar olsun
sana) denilir.[4]
"Mutafflfîn"
kelimesinin iştikakı (türemesi) konusunda şu iki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bir şeyin
"taff "ı, o şeyin kenan-tarafı demektir. Nitekim Arapça'da, içinde
bulunan şey, o şeyin kenarına kadar çıktığı, ama dopdolu olmadığı zaman
"Vadi veya kap, neredeyse doldu" denilir. Yine, dolmaya yaklaşıp,
henüz dolmadığı zaman denilir. İşte bundan ötürü, kötü ölçüp, ölçüyü tastamam
yapmayana,
"kenarına vardırdı, ama tam doldurmadt" manasında,
"mutaffif" denilmiştir.
b) Zeccâc'ın görüşüne
göre, ölçü ve tartıda çok fazla olmayan birşey çaldığı için, ölçme ve tartmayı
noksan yapana "mutaffif" denilmiştir.
Burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:
Birinci Soru:
Tıpkı "lttizâ"nın, "tartarak alma" anlamına gelmesi gibi,
"iktiyal" da keyl ile, yani ölçerek alma manasınadır, ama dilde
normal olarak ciâti denilir, diye kullanılmaz. Şu halde bunun izahı nasıldır?
Buna şu iki bakımdan cevap verilir: .
a) Onların
insanlardan ölçüp almaları, karşı tarafa zarar vermenin ve karşı tarafın
hakkını vebalini yüklenme bulunan bir ölçme şeklinde olunca, burada yerine, bu manaya delalet eden edatı kullanılmıştır.
b) Ferrâ
şöyle der: "Burada kastedilen manasıdır. Burada ve
birbirinin yerine geçen manalardadırlar. Çünkü bu şekilde ölçme, o kimse
aleyhinde olan bir haktır. Zira birisi, dediği zaman, sanki, "Senin
aleyhine olarak aldım" demiş olur; dediği zaman ise, tıpkı bir kimsenin,
"Senden tastamam aldım" demesi gibi olur."
İkinci Soru: Normalde,
Arapça'da ve diye, harf-i cer ile kullanılır; ama ve denilmez. Öyleyse, ayette, bu şekilde
(harf-i cersiz) gelişi nasıl izah edebiliriz?
Buna şu birkaç şekilde
cevap verilir:
a) Ayetteki
ifâdeleri ile, manaları kastedilmiştir. Dolayısıyla harf-i cer hazfedilmiş,
böylece fiile "îsâl"da bulunulmuştur (yani "hazf ve îsâl
yapılmlıştır). Kisâî ve Ferrâ, "bu ifade şekli, Hlcazlılarla, onlara yakın
olanların kullanım şeklidir. Çünkü onlar, ve "Benim için şunu tart,
ölç" derler. Yine bunlar, ve "Seni engelledim" "Senin için kazandım" derler.
Binâenaleyh ayetteki, kelimelerindeki
zamirleri, nasb (mef'ûl) mahallindedir.
b) Bu,
muzafın hazfedilip, muzafun ileyhin onun yerine ikame edilmesine göredir, Buna
göre kelamın takdiri, şeklindedir.[5]
c) İsâ b. Ömer ile Hamza'nın, bu
iki J* zamirini, fiillerdeki fail zamirinden te'kid sayarak, vâv'iarın
üzerinde, bu tekid manasını ortaya koymak için vakf ettikleri rivayet
edilmiştir. Ferrâ ve Zeccâc ise, bunun caiz olmayacağını, zira manasında olmuş
olsaydı, o zaman mushafta, ^ 'den önce yazılmış bir elif .olacağını
söylemişlerdir. Keşşaf sahibi bu delile itiraz ederek, "Mushafın hattında
pek çok yerde, hat ilminde ıstılah olan, örf haline gelmiş hususlara riayet
edilmemiştir" demiştir.. Ona şöyle cevap verilir: "Bu elifin
yazılması, eğer sebebe zamanında alışılmış bir üslub olmasaydı, diğer asırlarda
yazılması gerekirdi. Çünkü bir sonrakilerin bu hususta, yani yazıda ileri
gittiklerini bilmekteyiz. Binâenaleyh bu elifin yazılmasının, ta sahabe
zamanında bile mutad olduğu sabit olur. Dolayısıyla mushafta yazılması gerekli
olmuştur."
Üçüncü Soru:
Peki, Cenâb-ı Hakk'ın ayette, "Ölçtüklerinde eksik yapanlara vey!
olsun" buyurup, ayrıca ijîjfc buyurmadığı halde, peşinden buyurmasını nasıl
izah ederiz?
Cevap:
Alış-veriş ölçü ve tartıyla olur. Dolayısıyla bunlardan biri, diğerine delalet
eder.
Dördüncü Soru:
Mutâd olan kullanım, '^'^J- şeklidir, yani, bu fiilin sülasisidir. Öyle ise
ayette, bunun rubaisinin, yani şeklinin
kullanılmasının sebebi nedir?
Cevap:
Zeccâc, Arapça'da "Noksanlaştırdım, noksan ettim, eksik verdim"
manasında,
hem hem fiillerinin aynı şekilde-eşit
olarak kullanıldıklarını söylemiştir. Müerrfc'den de, 'nin Kureyş lehçesine
göre, bu manaya kullanıldığı rivayet edilmiştir.[6]
İkrime'nin rivayetine
göre, İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s), Medine'ye
geldiğinde, Medineliler, ölçü-tartıda en fazla noksan verenler olduğunu gördü.
Bunun üzerine Hak Teâlâ bu ayeti indirdi. Onlar, artık bundan sonra, dosdoğru
ölçüp tartmaya başladılar." Yine Medinelilerin noksan ölçüp tartan
tüccarlar olduğu, alış-verişlerinin, münabeze, mülamese, muhatare şeklinde
olduğu için bu ayetin nazil olduğunu; derken Hz. Peygamber (s.a.s)'in çıkıp
bunu onlara okuduğunu ve "Beş şeye
mukabil, beş şey vardır" dediğini, bunun üzerine, "Beş şeye mukabil
beş şey ne demektir?" denilince de "Bir toplum, ahdini bozarsa, Allah
onlara düşmanlarını musallat eder; Allah'ın indirdiği şeylerden başkasıyla
hükmederse, o kavimde fakirlik yayılır; fuhuş yaygınlaştığı zaman, ölüm
yaygınlaşır; ölçü ve tartıda noksanlaştırdıklannda, bitkiler bitmez ve onlar
kıtlıkla başbaşa bırakılırlar, zekatlarını vermezlerse, yağmurları
kesilir"
[7] buyurmuştur.[8]
Bu zemm (kınama) hem
fazla almaları, hem de noksan vermelerinden dolayı yapılmıştır. Alimler bu
hususta değişik izahlar yapmışlardır. Kimileri, '8u ayet, bir vaîd (ilahî
tehdid) ihtiva etmektedir. Binâenaleyh eksik ölçüp-tartma fazla olduğunda,
hırsızlık nisabı miktarında, yani çalınan miktar el kesme cezasını gerektirecek
kadar olduğunda, bu vald onu içine alır" derken, diğer bazıları da,
"Hayır. Bu, az-cok her türlü eksik ölçüp tartmayı içine alır. Fakat bu
vaîd, tevbe etmeme şartına bağlıdır. Tevbeden daha büyük taat da yoktur" demişlerdir
ki, daha doğru olan görüş budur.[9]
Ashabu'l-Vaîd yani
Mu'tezile, bu ayetin genel ifadesini delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Bu ayet, kafirler hakkında değil, ehi-i kıble hakkındadır. Delili ise şu
iki şeydir:
a) Eğer,
bununla kastedilen, kafirler olsaydı, bu veyl'e, eksik ölçüp-tartmastnın buna
bir tesiri kalmazdı. Fakat ayet, bu veyli gerektiren şeyin, eksik ölçüp-tartma
olduğuna delalet etmektedir.
b) Allah Teâlâ, bu ayetle kendisine hitab edilen
kimselere, "Sahiden onlar diriltileceklerini sanmıyorlar mı?"
(Mutaffifîn, 4) buyurmuştur ve adeta eksik ölçüp-tartanları kıyamet gününün
azabıyia tehdid etmiştir. Bu şekilde tehdid ise, ancak mü'min kimseye yapılır.
Böylece, işte bu iki şey sebebiyle ayetin ifade ettiği vaîdin, ehl-i kıble
(bütün mü'minler) için olduğu sabit olmuş olur." Bunların cevabı daha önce
defalarca geçti. Ayetteki va'îdin, bu işi yapanı da, buna niyetleneni de içine
alacağı hususu, bu meselenin eklerindendir. Çünkü bunu yapmaya niyetlenmek de
büyük günahlardandır.
Bil ki
ölçüp-tartma işi önemli bir şeydir. Çünkü insanların hepsi, alış-veriş yapma
ihtiyacını duyarlar. Bu ise, ölcüp-tartmaya varıp dayanır. Bundan ötürü Cenâb-ı
Hak, bunun önemli bir iş olduğunu belirtmek için, "Göğü o kaldırdı ve
ölçüyü koydu ölçüde haddi aşmayasmiz (haksızlık yapmayasınız), ölçüyü adaletle
yerine getiresiniz ve ölçüde noksanlık yapmayasınız diye..." (Rahman, 8-9)
ve "Andolsun ki Biz peygamberlerimizi açıklamalar (ve mucizelerle)
gönderdik ve onlarla birlikte, insanlar adaleti yerine getirsinler diye kitab
ve mizanı indirdik" (Hadid, 25) buyurmuştur.
Katâde'den, "Ey
insanoğlu, senin için tastamam verilmesini, ölçülüp-tartılmasını istiyorsan,
ölçüp-tartarak verirken de aynı şekilde tastamam ver. Kendine karşı nasıl adil
olunmasını istiyorsan, aynı şekilde sen de adil ol" dediği rivayet
edilmiştir. Fudayl de, "eksik tartma ve ölçme, kıyamet günü yüz
karasıdır" derken, bir bedevi Arap, Abdülmelik b. Mervan'a, "Allah
Teala'nın mutaffifler hakkında ne dediğini duydun!" demiş ve bu sözüyle
"ufacık bir şey kaçırması yüzünden böylesine bir tehdid, eksik tartanlara
yöneltildiğine göre, hiç Ölçüp-tartmadan pek çok şeyi gasbedip, müslümanların
malını alırken, kendin için ne düşünüyorsun" demek istemiştir.[10]
"Sahiden onlar,
büyük bir günde, Âlemlerin Rabbi için insanların kalkacağı günde
diriltileceklerini sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 4-6). .
Bil ki Allah Teâlâ
"mutaffifîn" olanları kınayarak, "Bu eksik ölçüp tartanlar,
büyük bir günde, yani kıyamet gününde diriltileceklerini sanmıyorlar mı?"
demiştir. Buradaki zann, yani "sanma" ile ilgili olarak şu iki görüş
ileri sürülmüştür:
1) Bu zan
ile, ilim (bilme) manası kastedilmiştir. Buna göre, kendilerine bu şekilde
hitab edilenlerin, öldükten sonra dirilişi kabul edenlerden olması muhtemel
oduğu gibi, buna inanmayanlardan olması da muhtemeldir.
Birinci ihtimale
gelince bu, rivayet olunduğuna göre, Medineli müslümanlar, yani Evs ve Hazrec
kabileleri idi. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye hicret edip geldiğinde, bu
eksik ölçüp-tartma adeti onlar içinde yaygındı. Bunlar ise, Öldükten sonra
dirilişi, haşrı-neşri kabul ediyorlardı. Dolayısıyla bu onlara bir öğüt olarak
söylendi. Ama bu ayetle hitab olunanların, öldükten sonra dirilmeye inanmayan,
fakat iyilikte ve kötülükte bulunana, yaptıklarının karşılığının verileceğine,
yahut da kesin olmasa bile mümkün (muhtemel) olması aklın gereği birşey olduğu
için, bu hususta istidlal edebilenler olduğunu söyleyebiliriz. Bu ise, öldükten
sonra dirilmeyi inkar edenlere de söylenebilecek şeyler türünden olup, buna
göre mana, "Onlar, kendilerinin öldükten sonra diriltileceklerini
anlayabilmek için tefekkür etmezler mi? Heyhat, fakat onlar tefekkürden yüz
çevirmişler ve kendilerini bu tefekkür zahmetinden uzak tutarak, rahata çekmişlerdir.
İstidlal ile elde edilen bilgi, "zann" (sanma) kelimesiyle ifade
edilmiştir. Çünkü istidlal? bilgilerin çoğu, genelde tefekküre dayanır.
Dolayısıyla da kendisinde her iki taraf dengeli olan, şekk (şüphe) gibi
değildir. İşte bu yüzden, buna "zann" denmiştir.
2) Buradaki
"zann" ile, ilim değil, "zannetme" manası kastedilmiştir.
Buna göre ayet, "O mutaffifler,
farzedelim ki öldükten sonra dirilmeye kesin gözüyle bakmıyorlar. Fakat en azından
bu hususta bir zanlan vardır. Çünkü Allah'ın hikmet ve rahmetine ve
yarattıklarının menfaatlerine riayetine en uygun olan, öldükten sonra onları
tamamen ihmal etmemesi ve onların haşrt-neşridir. Dolayısıyla böyle bir
korkunun oluşması için, bu zann bile yeterlidir. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"Farzet ki bunlar, buna kesinkes inanmasalar bile, hiç olmazsa böyle
olabileceğini sanmazlar mı, buna hiç ihtimal vermezler mi?" demek
istemiştir.[11]
Ayetteki,
"Alemlerin Rabbi için insanlann kalkacağı günde..." ifadesiyle ilgili
olarak şöyle bir kaç mesele var:[12]
Bunun başındaki
"yevm" kelimesi, hem mansûb (fethalı), hem de mecrur (kesreli)
okunmuştur. Mansub olarak okunmasına
gelince, Zeccâc, bunun, ayetteki, "meb'ûs" ism-i mef'ulü (zarfı)
olarak mansub olduğunu ve mananın, "Onlar, kıyamet gününde ba's
olunacaklarını sanmazlar mı?" şeklinde olduğunu söylerken; Ferra da, bu
kelimenin bazan mecrûr olabileceğini, fakat fiile muzaaf kılındığı için, mansub
olduğunu söylemiştir. Bu, (infitar, 19)
ayetinde yaptığımız izah gibidir."Yevm" kelimesinin mecrur okunuşu
ise, kendinden önceki "yevmin azîmin"den bedel sayılısından
dolayıdır.[13]
Ayette bahsedilen bu
"kıyam" (kalkışı) Hak Teâlâ şu sıfatlarla anlatmıştır;
Birinci Sıfat:
Bu kıyamın sebebidir. Bu hususta şu izahlar
yapılabilir:
1) En doğru
izaha göre, insanlar, "Alemlerin Rabbi için " yani O'na hesab vermek
için kalkarlar. Böylece orada, insanın dünyada iken önemsiz saydığı bu eksik
ölçüp-tartmalar karşısına çıkar ve orada bunların bir yekûn oluşturduğunu ve
böylece kocaman birşey olduğunu anlar. Hak Teâlâ'nın, "Rabbinin makamı
için, yani O'ndan korkanlar için iki cennet vardır" (Rahman, 46) ayeti de,
buna yakın bir ayettir.
2) Hak
Sübhanehû ve Teâlâ, ruhları bedenlerine tekrar verir. Böylece bedenler,
kabirlerinden kalkarlar. İşte,"Alemlerin Rabbi için ktyam"Ğar\ bu
kastedilmiştir.
3) Ebû Müslim,
insanların kıyamını, tıpkı Hak Teâlâ'nın "itaatkar olarak Allah için
kalkın"(Bakara, 238) ayetindeki gibi olduğunu ve manasının, "Allah'a
ibadet için kalkınız" olduğunu; dolayısıyla da, ayetinin, "Başka
birşey için değil, sırf Allah'ın emri ve taatı için insanların kalktıkları
gün..." manasında olduğunu söylemiştir ki bu husus, "İş o gün Allah'a
aittir" (\ntnar, 19) ayetinde anlattığı husustur.
İkinci Sıfat: Bu, "kıyâm"ın nasıl olacağıdır.
İbn Ömer (r.a)'den, Hz. Peypamber (s.a.s)'in, bu ayet hakkında şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "O gün herbiriniz, kulaklarının ortasına kadar ter
içinde kalkar.[14] Yine İbn Ömer (r.a)'in,
bu sûreyi okuduğu, ayetine geldiği zaman, bundan gerisini okumaya artık takati
kalmayacak kadar sesli sesli ağladığı rivayet edilmiştir.
Üçüncü Sıfat:
Bu kıyamın ne kadar (müddet) olduğudur. Hz. Peygamber (s.a.s)ın “İnsanlar,
dünya seneleri gibi üçyüz sene kıyamda durur, beklerler (Bu müddet) zarfında,
onlar için hiçbirşey emrolunmaz, (söylenmez, yapılmaz)" dediği rivayet
edilmiştir. İbn Mes'ûd (r.a)'dan da, "Onlar kırk yıl beklerler, sonra
onlara hitab olunur (konuşulur)" dediği rivayet edilmiştir. İbn Abbas
(r.a), "Bu müddet, mü'minler için, bir namaz kılım zamanı kadardır"
demiştir.
Bil ki Allah Sübhanehû
ve Teâlâ, bu ayetlerde, çeşitli tehdidleri birarada söylemiştir.
Birinci olarak,
"Ölçekte ve tartıda hile yapanların vay haline..." (Mutaffifin, 1)
buyurmuştur ki buradaki veyl (vay haline, yazıklar olsun) kelimesi, başa bir
bela geldiği zaman söylenir. Sonra, İkinci olarak, "Sahiden onlar,
diriltilecekleriıii sanmıyorlar mı?" (Mutaffifin, 4) buyurmuştur ki bu,
inkârî manada bir istifhamdır. Sonra Üçüncü olarak, "büyük bir
günde..."(Mutaffifin, 5) buyurmuştur ki Allah Teâlâ'nın "büyük"
saydığı bir şeyin, son derece büyük ve önemli olduğunda şüphe yoktur, Hak
Teâlâ, Dördüncü olarak, "Alemlerin Rabbi için insanların kalkacağı
günde..."(Mutaffifin,6) buyurmuştur. Bu ifade, iki çeşit tehdid-i ilahî
vardır.
Birincisi, İnsanların
o günde, son derece korku, zillet ve ümitsizlik içinde kalkacak olmalarıdır.
İkincisi de, Allah
Teâlâ'nın bu ayette, kendisini "Alemlerin Rabbi" olarak
nitelemesidir.[15]
Burada, şu şekilde bir
soru söz konusudur: Sanki birisi, "(Ey Allahım), son derece azametli
olmana rağmen, önemsiz, kıymetsiz, azıcık eksik ölçüp-tartma gibi şeyler İçin
bu büyük kıyamet mahfilini (mecfisini) hazırlamak, sana nasıl yakışır?"
diye sormuştur. Cenâb-ı Hak ona, adeta "Tanrının azameti, kudret ve
hikmetteki azameti ile tam ve mükemmel olur. Kudretimin azameti, Alemlerin
Rabbi olmam ile ortaya çıkar-görünür. Fakat hikmetimin azameti, ancak bu
değersiz (gibi görünen) azıcık eksik ölçüp tartmayla zulmedenden, mazlumun (haksızlığa
uğrayanın) hakkını almasıyla ortaya çıkar. Çünkü birşey ne kadar küçük ve
değersiz olursa, ona ulaşan bilgi, o derece büyük ve mükemmel olmuş olur.
Binâenaleyh hikmetimin azametini ortaya koymak için, kıyamet meclisinde, bütün
evvelki ve sonraki mahlukatı hazır edeceğim ve eksik ölçüp tartanı (bile), bu
azıcık eksik ölçüp-tartmadan dolayı hesaba çekeceğim" diyerek cevap
vermiştir.
Üstad Ebû'l-Kâsım
el-Kuşeyrî "Mutaffif" kelimesi, hem ölçme, hem tartmada malın hem
aybını gösterme, hem gizlemede, hem insaflı olmayı istemede, hem hakkı almada
eksik yapmayı içine alır. işitir ki: "Kendisi için hoşlanmadığı bir şeyi,
müslüman kardeşi için arzu eden kimse, insaflı'[16]değildir.
Muaşeret ve sohbet (dostluk) da bu cümledendir. İnsanların kusurlarını görüp, kendi
kuc. unu görmemek de bu cümledendir. Kendi hakkını insanlardan isterken, bu
hakkı kendisi için istediği gibi, insanların hakkını vermemek de yine bu
cümledendir. Delikanlı (yiğit) olan, insanların haklarını verip, kendisi için
hiç kimseden hak taleb etmeyendir."[17]
"Hayır, hayır.
Çünkü kötülerin kitabı, muhakkak ki "siccîn"dedir. Siccîn'in ne
olduğunu sen nereden bileceksin? O yazılmış bir kitabtır. Yalanlayanların o gün
vay haline. Ki onlar, o din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi
aşkın ve taşkın, günaha düşkün olandan başkası"yalanlamaz. Onun karşısında
ayetlerimiz okununca, "(Bunlar) evvelkilerin masallarıdır" der.
Hayır, hayır. Bilakis onların kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini
paslandtrmıştır. Hayır, hayır. Şüphesiz ki onlar o gün Rablerinden kesinlikle
perdelenmişlerdir. Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme
gireceklerdir. Sonra da (onlara), "işte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz
şey" denilecek"(Mutaffifin, 7-17).
Bit ki, Cenâb-ı Hak,
bu günahın büyük bir günah olduğunu beyan edince, bunun peşinden eklerini ve
bunların hükümlerini getirmiştir.[18]
Bunlardan birincisi,
ayetteki lafzın ifade ettiği husustur. Müfessirler bu hususta şu izahları
yapmışlardır:
a) Bu, bir
caydırma ve tenbih için olup, "Durum, onların, üzerinde bulundukları eksik
ölçüp eksik tartma ve Öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilmekden, gaflet etme
değildir. Binâenaleyh onlar bu halden vaz geçsinler.." anlamındadır. Buna
göre, söz burada tamamlanmaktadır.
b)
Ebû Hatime şöyle demektedir: "gerçekten" manasında olup,
kendisinden sonra
gelenlerle ilgili olan bir başlangıç cümlesidir. Buna göre mana, "Gerçek
şu ki, kafirlerin kitabı siccîndedir" şeklinde olur. Bu, Hasan
el-Basrî'nin görüşüdür.[19]
İkincisi, Allah Teâlâ,
onları hafife alırcasına, tacirlerin kitabını bayağılık ve Önemsizlikle tavsif
etmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru:
es-Siccîn, belli bir şeyin 'alem (özel) ismi mi, yoksa manası olan müştak bir isim
midir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:[20]
Birinci Görüş:
Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu kelime, belli bir şeyin 'alem
(özel) ismidir. Bu görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunların ekserisi, es-Siccîn'in, yerin alt
tabakasının, yani yedinci katın adı olduğu kanaatindedirler. Bu, Atfl, Katâde,
Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbas'ın görüşüdür. Berrâ da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Siccîn, yerin yedi kat tabakasının en aşağısının adıdır"[21]buyurmuştur.
Ati el-Horasanî de, bu söze, "... İblis ve zürriyeti de oradadır"
sözünü ilave etmiştir. Ebû Hureyre'nin rivayetine göreyse Hz. Peygamber (s.a.s)
"Siccin, cehennemde bir kuyunun adıdır" demiştir. Keibt ve Mücâhid
ise, "Sicctn, yedinci kat yerin altında bulunan bir kaya parçasının
adıdır" demişlerdir.
İkinci Görüş:
Bu kelime, müştak bir isimdir. Buna göre slccîn, vezninde olup, hapsetmek,
darlaştırmak anlamlarına gelen sicn kökündendir. Ve tıpkı, "fısk"
kökünden olan fıssîk denilmesi gibidir. Bu, Ebû Ubeyde, Müberred ve Zeccac'ın
görüşüdür.
Vahidî şöyle
demektedir: "Bu görüş zayıf bir görüştür. Siccîn kelimesinin, Arapların
tanımadığı kelimelerden oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siccîft'in
ne olduğunu sen nereden biteceksin?" hitabı olup, bu da, "Bu, senin
ve kavminin bildiği şeyler cümlesinden değildir" demektir." Ben de
derim ki, Vahidinin yapmış olduğu izah zayıftır. Belki de Cenâb-ı Hakk'ı,
Siccîn'in durumunun büyüklüğünü belirtmek için, "Siccîn'in ne olduğunu sen
nereden bileceksin" buyurmuştur. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Din
gönünün ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (lnfitar, 17) ayetinde olduğu
gibidir.
Keşşaf sahibi ise
şöyle demektedir: "Doğru olan ise şudur: Slccîn kelimesi, vezninde olup, sicn kelimesinden türemiştir.
Ama bu kelime burada, tıpkı
kelimesi gibi, sıfatlıktan nakledilmiş bir
'alem isim olup, munsarıf bir kelimedir. Çünkü bu kelimede, (gayr-i munsarıf
olmanın sebeplerinden) sadece bir tanesi bulunup bu da onun 'alem oluşudur.[22]
Bunu iyice kavradığına
göre biz diyoruz ki: Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın, bir takım şeyleri,
kullarının kendileri ile, büyükleri (önderleri) arasındaki malum muamele tarzı
üzerine getirdiğini ve anlattığını dile getirmiştir. Binâenaleyh, cennet,
yükseklik, saflık, genişlik ve mukarreb meleklerin orada bulunmasıyla tavsif
edilirken, slccîn ise, süflîlik (aşağılık), karanlık olup, darlık ve melun
şeytanların orada bulunmasıyla nitelenmiştir. Yüksekliğin, saflığın, genişliğin
ve orada mukarreb meleklerin orada yer almasının, kemal ve izzet sıfatları
zincirinden olduğunda bir şüphe yoktur. Bunlann zıdlarının da, noksanlık ve
zillet sıfatları halkasından olduğunda şüphe yoktur. Şimdi, kafirler ve onların
kitabları (amel defterleri), millet ve aşağılık ile tavsif edilmek istenince,
onların ve onların amel defterlerinin süfli, karanlık, dar ve şeytanların
mevcut olduğu bir yerde bulunduğu; iyilerin kitabları da izzet ve kemal ile
tavsif edilmek istenince de, bunların "ıllıyyîn"de bulundukları, mukarreb
meleklerin de buna şahit oldukları ifade edilmiştir.
İkinci Soru:
Cenâb-ı Hak, tacirlerin amel defterlerinin slccîn'de olduğunu haber vermiş,
daha sonra da "siccîrT'i, "O yıazılmîş bir kitabtır" ifadesiyle
tefsir etmiştir. Binâenleyh, buna göre adeta, 'Tacirlerin kitabları, yazılmış
bir kitabtadır.." denilmek istenmiştir. Peki, bu ne demektir? Kaffâl bu
soruyu cevaplar ve şöyle der: "Ayetteki kelimesi, "siccîn"
kelimesinin bir tefsiri değildir. Tam aksine kelamın takdiri, "Hayır,
tacirlerin kitabı, siccîn'dedir. Şüphesziz ki, facirlerin kitabı, yazılmış
(merkum) bir kitabtır" şeklindedir. 8u izaha göre, ayetteki bu ifade,
facirlerin kitabının şu iki sıfatla tavsif edildiğini gösterir:
a) Bu
kitabın siccîn'de olması;
b)Yazılmış
(merkum) olması... Bu iki sıfat araşma giren ifâdesi ise, cümle-i mu'tariza ara
cümlesidir. Allah en iyisini bilendir." Evlâ olanı, şöyle denilmesidir:
Bu, iki kitabtan birinin diğerinde mevcut olduğunu söylemede imkânsız görülecek
bir husus yoktur. Bu ya, facirlerin kitabının, şakî kimselerin hallerinin
detayı hususunda kendisine müracaat edilen o temel ve aslî olan kitaba
konulması suretiyle olur yahut da, tacirlerin kitabında yazılı olanların siccîn
adını alan o kitaba nakledilmesiyle olur.
Burada şöyle bir
üçüncü izah da yapılabilir: "Kitâb" sözü ile, "kitabet,
yazmak" kastedilmiş olabilir. Buna göre bu ifade, manaca, "Facirlerin
kitabeti, siccîn'dedir" şeklinde olur ki, bu da, "Onların amellerini
yazım işlemleri, siccîn'de yapılmaktadır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "siccîn"i, facirlerin tüm alevlerinin kendisinde yazılmış olduğu
bir kitab olarak nitelemesitir.[23]
Üçüncü Soru: ne
demektir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir:
a) "Onların
amellerinin içinde yazılmış olduğu bir kitab..."
b) Bunun manası,
"Cehenneme girmelerinin gerekli olduğu yazıldı" şeklindedir.
c) Kaffâl
şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, tıpkı, facirin,
elbiselerin kıymetini belirten etiketler vurması gibi, o kitabı etiketlemiş
olduğu manasını kastetmiş olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, aynen bunun gibi,
facirin kitabı da, şakavetine (bedbahtlığına) delalet eden bir işaretle
işaretlenmiştir.
d) Buradaki
kelimesinin anlamı, mühürlenmiş, damgalanmış demektir. Vahidi, "Bu
doğrudur, çünkü kelimesi, alamet ve
damga anlamına gelir. Dolayısıyla,
kelimesine
"damgalanmış" manası verilebilir" demiştir.
e) Mana,
tpıkı, damganın bezden silinmemesi gibi, "Onlar için yazılmış ve çizilmiş
bir kitabtır.." şeklindedir.[24]
"Yalanlayanların o
gün vay haline..." ayetine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a) Bu,
(Mutaffifin, 5) ayeti ile ilgili bir ifade olup, mana, "İnsanların,
Alemlerin Rabbi için kalktığı günde, Allah'ın haberlerini yalanlayanların vay
haline..." şeklinde olur.
b) Ayetteki,
kelimesinin manası, "Kıyamet gününde kişinin şakavetine işaret eden bir
işaretle işaretlenmiş bir kitabtır" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı
Hakk'ın, "Yalanlayanların o gün vay haline?" buyurmuştur ki, bu, işte
o günde o kitabtan dolayı vay o kimselerin haline..." demektir.[25]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, o günü yalanlayanların niteliklerinden de bahsederek, "Ki onlar, o
din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi aşkın ve taşkm, günaha
düşkün olandan başkası yalanlamaz..." buyurmuştur. Bu, "O günü ancak,
bu üç sıfatı taşıyan kimseler yalanlar" demektir.
a) Bu
kimsenin, haddi aşan olması... , hak olan yoldan sapmak, dışarı çıkmak,
demektir.
b) Estm,
günaha düşkün olması.. kelimesi, alabildiğine günah ve isyanda bulunan kimse
anlamındadır. Ben derim ki, insanın şöyle iki kuvvesi vardır:
1)
Kuvve-i nazariyye, ki bunun doruk noktası,
Hakkı zâtı gereği tanımakta yatmaktadır.
2) Kuvve-i ameliyye... Ki, bunun da doruk noktası, hayrı, sırf onu
yapmak, işlemek için tanımada yatmaktadır. Birincisinin zıddı, kişinin Allah
Teâlâ'yı, tavsif edilmesi caiz olmayan şeylerle tavsif etmektir. Zira, öldükten
sonra dirilme, kıyamet... gibi şeylerin imkansız olduğunu söyleyen herkes,
buna, Allah'ın ilmini ya, külliyyât ve cüz'iyyât namına ne varsa tümüne taalluk
ettiğini bilmemesinden, yahut da, Allah'ın kudretinin bütün mümkin varlıklara
taalluk ettiğini bilmemesinden dolayı karşı çıkmıştır. Binâenaleyh, işte kuvvetin zıddı demek olan bu "İ'tldA",
kişnin şehevî ve gadabî hisleriyle meşgul olmasıdır. Ki, böyle olan kimse de,
"esînV'dir. Bu böyledir, zira "şehevî' ve "gadabr kuvveleriyle
meşgul olan kimse, nadiren ibadet ve taate vakit bulabilir. Böylece de bu, çoğu
kez bu kimsenin, kıyamete (bihakkın) iman etmesine mani olur.
Din gününü yalanlayanların
üçüncü sıfatı ise, j"Onun karşısında ayetlerimiz okununca, "(Bunlar)
evvelkilerin masallarıdır..." derler' ayetinin ifade ettiği husus olup,
bununla, nübüvveti inkar edenler kastedilmiştir. Buna göre mana, "Ona
Kur'ân okunduğu zaman, o, "Bu, evvelkilerin masallarıdır,
düzmeceleridir" der" şeklinde olur.[26]
Ayetteki, kelimesiyle
ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
a) "Evvelkilerin
yalanları..."
b)
"Evvelkilerin haberleri ve Peygamber (s.a.s)'in, Kur'ân'ı, öncekilerden
almış olması." Yani, bu kimse, Kur'ân'ı, Allah katından olmasını, işte bu
yolla zedelemek ister.
Burada, şöyle bir
diğer inceleme de yapılabilir: Bu üç sıfat ile, belli şahıslar mı
kastedilmiştir, yoksa böyle bir şey yok mudur? Bu hususta da şöyle iki husus
ileri sürülmüştür.
1)
Kelbi'ye göre, ayetteki bu ifadelerle Velîd
İbnu'l-Muğîre kastedilmiştir. Diğerlerine göre ise, bu ifadelerle, Nadr ibnu'l-Hârls
kastedilmiştir. Velîd'in kastedildiğini söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın Kalem
Sûresi'ndeki, diye başlayan (Kalem, 10-15) bölümü ile istidlal etmişlerdir. Bu
sebeple, buradaki şahsın Velîd ibnu'l-Muğîre olduğunu söylemişlerdir. Böyle
olması halinde, ayetteki mana, "Kureyş'ten veya senin kavminden, din
gününü ancak, haddi aşan ve günaha düşkün olanlar... yalanlar ki, işte bu da, o
malum şahıstır" şeklinde olur.
2) Ayetteki
bu ifade, bu sıfatlan taşıyan herkes hakkında umumi ve genel bir ifadedir.[27]
"Bilakis onların
kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini paslandırmıştır..." ayetine
gelince bu, "Durum, onların, "Bu, evvelkilerin masallarıdır.."
şeklinde söylemeleri gibi değildir. Tam aksine, onların geçmiş fiilleri, bu
manevî kirin, pasın, onların kalblerinde meydana gelmesine sebep olmuştur"
manasındadır.
Hem dilciler, hem de
tefsirciler, ayette bulunan kelimesinin ne demek olduğu hususunda çeşitli
izahlar yapmışlardır:[28]
Dilcilere gelince,
meselâ Ebû Ubeyde şöyle demektedir: "Bir şey, bir kimsenin kalbine galebe
çaldığında "Onların kalblerini istila etti"; içki, sarhoşun aklını
bürüdüğünde, ye ölüm, ölen kimseye galip gelip de onu alıp götürdüğünde,
denilir." Leys de şöyle demektedir: "Uyku ve içki, başta
kökleştiğinde, denilir. Hz. Ömer'in, Cüheyneli Useyfî hakkında, borcu ona
baskın çıktığı zaman söylemiş olduğu "Borcu onu istila eder oldu"
sözü de bu anlamdadır.
Ebû Zeyd ise şöyle
demektedir: "Bir kimse, içinden çıkamayacağı bir duruma düştüğünde,
denilir.." Ebû Muaz en-Nahvî de şöyle demektedir: "Reyn" kalbin
günahlardan dolayı kararması; "tab' ", kalbin mühürlenmesi olup, bu, "reyn"den,
"akfâl" da, "tab' "dan daha ileri olup, bu da, kalbin
kilitlenmesi, kılıflar içine gömülmesi demektir."
Zeccâc ise, şöyle der:
"Arapça'da, "Kalblerini bürüdü, sardı, istila etti" anlamında,
denilir. Nitekim "Günah kalbi bürüdü..." anlamında denilir. "Reyd" de, tıpkı pas gibi,
kalbi bürüyen şeydir. Ki, bunun bir benzeri de, ğayn (dumanlanmak) kelimesidir.
Tefsircüere gelince,
bunlar da bu konuda şu izahları yapmışlardır: Hasan el-Baarî ve Mücâhid,
"Reyn, günah üstüne günah işlemek, böylece de günahların kalbi kuşatarak
onu bürüyüp, neticede de kalbin manen ölmesi demektir" demişlerdir. Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Küçük ve önemsiz
addedilen günahlardan sakının. Çünkü, günah üstüne günah işlemek onlan
işleyenin üzerinde kocaman bir ateş tutuşturur"[29]
(Kişinin cehenneme girmesine sebep olur).
Mücâhidin şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Kişinin kalbi, avucunun içi gibidir. Binâenaleyh
kişi, bir günah işlediğinde, o orada kalır. Bir başka günah işleyince, bu da
orada kalır. Derken, kalb bu karaktere bürünür. Ki, işte "reyn"
budur." Diğer bazı zevat da şöyle demektedir: İnsan her ne zaman günah
işlerse, o kimsenin kalbinde siyah lekeler meydana gelir. Derken, bir gün
kalbin tamamı siyahlaşır. Bu, Ebû Hureyre'nin hadisi olarak, merfu biçimde
rivayet edilen hadistir.[30]
Ben de derim ki: Bir
şeyin tekrar tekrar yapılması, insanın önüne yerleşmiş bir melekenin meydana
gelmesine sebep olur. Çünkü, mesela yazı yazmayı öğrenmek isteyen bir kimse,
her ne zaman yazma işini çokça yaparsa, onun bu husustaki yeteneği de o
nisbette gelişir. Derken bu iş, kişinin, yazmak İşini, artık hiç düşünmeksizin
yapabileceği bir noktaya ulaşır. Binâenaleyh, bu manevi yetenekler bir şeyi
çokça yapmaktan kaynaklanınca, o yapılan işlerin herbirinin, bu yeteneğin
meydana gelmesinde bir tesiri vardır.
Bunu iyice kavradığına
göre şimdi biz diyoruz ki: İnsan, bazı günahları yapmaya devam ettiğinde, onun
kalbinde, özünde bu günahları yapmaya karşı ruhani bir meleke oluşur. İşte
günahın manası da, senin Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Senin, Allah'tan
başka, kendisiyle meşgul olduğun her şey İse, zulmettir, kara bir lekedir.
Çünkü, günahların tümü, kara ve siyah lekelerdir. Bu melekeleri meydana getiren
bu bayağı, aşağı ve süflî amellerin herbirinin, o melekenin meydana gelmesinde
bir tesir ve katkısı bulunmaktadır, işte insanların, "İnsan, her ne zaman
bir günah işlerse, onun kalbinde siyah bir leke oluşur. Derken, bir gün
kalbinin tamamı kararır" şeklindeki sözlerinden kastedilen de budur. Bu
melekelerin dereceleri, kuvvetli ve zayıf olma bakımından farkiı farklı olunca,
hiç şüphesiz, bu lekelerin ve karanlıkların derece ve miktarları da farklı
farklı olur. Böylece de bunların bir kısmı "reyn", bir kısmı
"tab' ", bir kısmı da, "akfâl - kilitler" olur.
Kadi şöyle der:
"Ayetteki, "reyn" ile onların kalblerinin değiştiği ve o kalbte
bir engelin meydana geldiği manası kastedilmemiştir. Tam aksine, kastedilen
şey, bu kimselerin zaman zaman, günaha girme cesaretini göstermeleri ve
kalblerindeki duyguların tevbeyi terketme ve o günahları söküp atmama
istikametinde kuvvet kazanması, böylece bu işi sürdürmeleri, derken bir gün bu
işten dönmelerinin kendilerine zor gelmesi kastedilmiştir. İşte bundan dolayı
Cenâb-ı Hak, bu manevi pasın sebebinin, onların kendi "kesb"leri
olduğunu beyan etmiştir. Halbuki, onların çokça günah işlemelerinin, onların bu
günahların kirini ve pasını kalblerinden atmalarına ve tevbe etmelerine mani
olmadığı ise malumdur."
Ben derim ki, bir şeyi
yapmaya veya yapmamaya götüren sebeplerin eşit olmast halinde, o şeyin, o
kişiden sudur etmesinin mümkin varlığın müreccih olmaksızın meydana gelmesi
imkansız olduğu için, imkansız olduğunu İse daha önce beyan etmiştik.
Binâenaleyh, o şeyin "mercûh - terkedilen, yapılmayan" olması halinde
ise, bu işin olmaması daha uygun ve evladır. Kadt, onların geçmiş fiilleri
sebebiyle racih olduklarını kabul edince, bu durumda bu günahların kirinin ve
pasının kalbten sökülüp atılma işleminin imkansız olması gerekir. Bu sözün
tamamı bu kitabta defalarca geçmiştir.[31]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Hayır hayır, şüphesiz ki onk o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir"
ayetine gelince, bil ki, alimler bu ifâdesinin başındaki hususunda da şu
izahları yapmışlardır:
1) Keşşaf
sahibi, buradaki, "w 'nın, o kalblerde hükümran olan ve pas yapan o
fiilden men etme manasında olduğunu söylemiştir.
2) Kaffal
şöyle der: "Allah Teâlâ, diğer sûrelerde, bu haddi asan günahkarın şöyle
dediğini nakletmiştir: "Eğer ahiret gerçekten var ise, Allah orada da bana
mal ve evlat verir." Daha sonra da Cenâb-ı Hak bu kimseyi, bu sözü
hususunda yalanlayarak, "Gayba mı muttali oldu, yoksa Allah katından (bu
hususta) bir akid mi aldı?" (Meryem,78) ve "Ben kıyametin kopacağını
da sanmıyorum. Andolsun ki, şayet (muhal farz) Rabbime döndürûlürsem, muhakkak
ki onun katında benim için cennet vardır" (Fussiiet, 50) buyurmuştur. Bu,
Kur'ân'da bahsi geçen şeylerden bir husus olunca, artık Allah Teâlâ bunu burada
zikretmemiş ve buyurmuştur ki bu;
"Durum, onlann, "Ahirette kendileri için cennet vardır..."
dedikleri gibi değildir. Tam aksine onlar, o gün, Rablerinden kesinlikle
perdelenmişlerdir" demektir.
3) Bu ifade
tekrardır ve ayetinde geçen 'nın aynısıdır.[32]
Ayetteki lıHayır
hayır, şüphesiz ki onlar, o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir"
cümlesine gelince, alimlerimiz bu ifadeye dayanarak, mü'minlerin. Allah'ı
görecekleri hususunu dile getirmiş ve şöyle demişlerdir: Eğer böyle olmasaydı,
ayetteki tahsisin bir manası olmazdı. Bu husustaki diğer bir izah da şöyledir:
Allah Teâlâ, buradaki perdelenme işini, kafirlere bir tehdit ve bir vaid sadedinde
getirmiştir. Binâenaleyh, kafirler için bir tehdit ve bir vaid olarak ileri
sürülen şeyin ise, mü'minler hakkında düşünülmesi caiz değildir. Bu sebeple,
mü'minler hakkında böyle bir perdelenmenin olmaması gerekir. Mu'tezile buna şu
bakımlardan cevap verir:
1) Cübbâî
şöyle der: "Ayetteki bu ifade, "Onlar, Rablerinin rahmetinden
perdelenmişlerdir. Yani, men edilmişlerdir" şeklinde olup, bu
tıpkı feraizde, "Kardeşler, anneyi, üç'de Öir'den hacbederler, engel
olurlar" denilmesi gibidir. Eve girmeye mani olan kimseye de,
"Hâcib-bekçi, kapıcı, mani olucu" denilmesi de böyledir. Çünkü, bu
kimse, içerdekinin görülmesine mani otur.
2) Ebû
Müslim şöyle demektedir: "Ayetteki kelimesi, "Mukarreb
yakınlaşttrılmışlar değillerdir" anlamındadır. Çünkü "hicâb"
reddetmek demek olup, bu ise, kabul etmenin zıddıdır. Buna göre mana,
"Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden bu kimseler, Allah'ın huzuruna kabul
edilmeyip, Allah'ın nezdinde makbul kimseler değillerdir" şeklinde olup,
bu da, "Allah, kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onlara rahmet nazariyle
bakmaz; onları tezkiye etmez..." (Al-i Imran, 77} ayetinden anlaşılan
husustur."
3) Kabî de
şöyle der: "Hlcâp", "görmeme" demek değildir. Çünkü
Arapça'da bazan bir kimse emiri uzaktan
görse bile, "Falanca,
emirden perdelendi" denilir. "Hicap", "görmeme"den
İbaret olmayınca, bu istidlal sakıt olur, tam aksine, ayetin bu ifadesinin,
kişinin, Allah'ın rahmetini bulmaktan men edilmiş olduğu anlamına hamledilmesi
gerekir.
4) Keşşaf
sahibi şöyle demiştir: "Onların bundan perdelenmeleri, onları hafife
alıp, yardımsız ve
çaresiz bırakarak aşağılamayı
temsil etmektir. Çünkü, hükümdarların huzuruna girmeye ancak,
onlar nezdinde kerim olan kimselere izin verilir; onların yanına girmekten de
ancak, onlar nezdinde hor ve hakir olanlar menedilir." Buna şöyle cevap
verilir: Bir şeyi görmekten menedilen kimse hakkında, onun, ondan perdelendiği,
men olunduğunun söylenebileceği hususunda hiç şüphe yoktur. Aynı şekilde,
emirin huzuruna girmekten men olunan kimse için de, "O ondan perdelendi.."
ifadesi kullankılır. Ve yine "Anne, kardeşler sebebiyle, (mirâsda), sülüsü
(üçte bir hisseyi) almaktan hacbolundu (men olundu) denilir. İşte biz kelimenin
böylesi kullanışları olduğunu görünce, lafzî müşterekliği savuşturmak için,
lafzın, bu yerler arasında müşterek bir mefhum hususunda hakiki manaya alınması
gerekli olur. Ki bu da, men etmek anlamındadır. Birinci durumda men etmek,
görmekten men etme şeklinde varid olmuştur. İkincide, hükümdarın yanına
yaklaşmaktan; üçüncüde, sülüsü hak etmekten men etme şeklinde meydana
gelmiştir.
Bu durumda ayetin
takdiri şöyle olur: "Hayır, onlar o zaman Rablerinden men
olunmuşlardır." Men olunma ise ancak, Allah'a nisbet edildiğinde kul için
sabit ve caiz olan şeye göre tahakkuk eder. Bu ise, ya İlimdir, ya da görme...
Bunu ilim manasına almak mümkün değildir; çünkü, bunun, kafirler için bulunduğu
ittifakla sabittir. O zaman bunu, görmek manasına hamletmek vacib olur. Bunu
rahmet manasına hamletmeye gelince, bu, delil olmaksızın zahir manadan sapmak
olur. İşte, Keşşaf sahibinin söylediği şey de, delilsiz olarak zahiri
terketmektir.
Öte yandan, bizim
görüşümüzü teyit eden başka bir husus ta müfessirlerin açıklamalarıdır.
Mukâtll, "Ayetin manası şu şekildedir: Onlar, arzolunma ve hesaba
çekilmeden sonra Rablerini göremezler. Mü'minler ise Rablerini görürler.."
derken, Kelbî, "Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Onlar, Rablerini görmekten ve
O'na bakmaktan men olunurlar. Mü'min ise Rabbine bakmaktan men olunmaz.."
demiştir.
Mfllik ibn Enes'e bu
ayet hakkında sorulduğunda, o şöyle demiştir: "Allah düşmanları men olunup
da O'nu göremeyince, şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi dostlarına tecelli
edip, onların O'nu görmeleri gerekir." Şafiî'den de, "Bir topluluk
gazâb-ı Manî'den dolayı bundan men olununca, bu, başka bir topluluğun ilahi rıza
vesilesiyle O'nu göreceğine delalet eder" dediği rivayet edilmiştir.
Cenab-ı Hakk'ın, "Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakk, o
alevli cehenneme gireceklerdir" ifadesine gelince, bunun manası şudur:
"Onlar, kıyamet meydanında, ya bizim görüşümüze göre Allah'ı görmekten, ya
da Mu'tezile'nin kavline göre Allah'ın rahmetinden perdelenince, işte o zaman
onların ateşe götürülmeleri emrolunur. Sonra, ateşe girdiklerinde de ölümden
sonra dirilme ve cezayı yalanladıkları için kınanırlar ve böylece de onlara, "işte
bu, sizin yalanlamakta olduğunuz şey..." Şimdi onu apaçık biçimde
gördünüz. Tadın bakalım onu..." denilir.[33]
"Hayır hayır...
iyilerin kitabı, hiç şüphesiz t'illiyyîn"dedir. "illiyyîh"in ne
olduğunu sen nereden bileceksin ki? (O), yazılmış bir kitabtr. Ki, huzurunda
mukaneb melekler bulunur..." (Mutaffifln, 18-21).
Bil ki, Cenâb-ı Hak
hile yapan günahkarların durumunu ^zikredince, bunun peşinden hile yapmayan iyi
kulların durumunu zikretmiş ve "Hayır, hayır" buyurmuştur. Yani,
"Durum, Ölümden sonra dirilmeyi inkar eden ve Allah'ın kitabının
öncekilerin masalları olduğunu öne süren bu tacir ve kafirlerin zannettiği gibi
değildir.." demektir. Şunu bil ki, dil alimlerinin, kelimesi hakkında
muhtelif görüşleri bulunmakta, aynı şekilde müfessirlerin de değişik
açıklamaları bulunmaktadır.
Dil alimlerine
gelince, Ebu'i-Feth el-Mevsulî şunu demiştir: "Bu kelime, "İlliyyûn" kelimesinin çoğulu olup,
bu lafız da, uluvv kökünden veznindedir.." Zeccâc, "Bu kelimenin
irabı, cemi kelimelerin irabı gibidir. Çünkü bu kelime çoğul bir lafız üzere
bulunur. Nitekim sen "Bunlar yaşlı adamlardır" "Yaşlı adamlar
gördüm..." dersin.
Müfessirlere gelince,
İbn-I Abbas'ın, bunun dördüncü kat sema; bir başka rivayete göre de, bunun,
yedinci kat sema olduğunu söylediği rivayet olunmuştur.
Katâde ve Mukfltil
ise, bunun yedinci kat semanın üstündeki Arşın sağ direği olduğunu
söylemişlerdir. Dahhâk'a göre ise bu, Sldre-i Münteha'dır. Ferra ise,
"Cenâb-ı Hak bununla, nihayeti olmayan, kat kat yükseklikleri murad
etmiştir..." demektedir. Zeccâc'a göre ise bu, en yüksek mekandır. Diğer
bazı alimler ise, bunun, celâM ilâhî ile korunmuş olan yüce mertebeler
olduğunu, Allah'ın bu mertebeleri tazim edip, yücelttiğini söylerken, diğer
bazıları ise bunun anlamının, "Meleklerin amellerinin yazıldığı kitabın
yanındadır..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahiri de bu
sonuncu görüşe delalet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak Hz. Peygamber (s.a.s)'e, aslında
bunun onun tarafından bilindiğine, pek yakında da bunu anlayacağına dikkat çekmek
üzere, "Illiyyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin ki?" demiştir.
Böylece, bu iyi kullann kitabının, huzurunda mukarreb melekler bulunan bu
mühürlü ve yazılı kitab içinde olduğunu beyan etmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hak
sanki, nasıl ki o meleklere Levh-i Mahfuz'un korunmasını havale etmişse, aynı
şekilde onları, iyi kullann kitablarını da, onu tazim ve tebcil için, kitabın
anası olan o kitabın (Levh-i Mahfuz'un) yanında muhafaza etmekle
görevlendirmiştir. Yine, hafaza melekleri iyi kulların amel defterlerini yukarı
yükselttiklerinde, bunları bu mukarreb meleklere teslim edip, onlann da bu
kitabtarı, tıpkı kendi öz kitaplarını muhafaza ettikleri gibi koruyup
gözetmeleri; ya da, hafaza meleklerinin o sahifelerde bulunan şeyleri,
korumakla mukarreb meleklerin görevlendirilmiş olduğu o kitaba aktarmaları., da
imkansız değildir. Böylece, onların bunu bilmeleri, o iyi kullar için lehte
şehadet olmuş olur. Böylece de kolay bir şekilde hesaba çekilirler. Çünkü bu
mukarreb melekler iyi kullar için, hafızalarında olan amellere göre şahitlik
eder. İşte bu kitab da semada bulununca, illiyyînin yedinci kat semada olduğunu
söyleyen kimsenin görüşü doğru olmuş, böylece de bu husustaki görüşler
birbirine yaklaşmış olur. O halde, bizim zikrettiğimiz görüş daha evla olmuş
olur.
Bil ki, bu ayetin
tefsiri hususunda en muteber şey, bizim daha önce beyan etmiş olduğumuz şu
açıklamadır: Yükseklik, yücelik, genişlik, ziya ve taharet gibi nitelikler,
mutluluk alametlerindendir. Aşağılık, süflilik, darlık, zulmet ise, şekavet alametlertndendir.
Facirlerin kitabının aşağıların en aşağısına; en dar yere konulmasından amaç,
onları hor ve zelil kılmak olunca, iyi kulların kitabının da yücelerin en
yücesine konulmasından ve meleklerin de onlara şahitlik yapmasından kastedilen
de, onları yüceltmek, kadr ü kıymetlerini ortaya koymaktır. Ayette bir başka
izah tarzı daha vardır ki, buna göre, el-KItab'dan maksat, kitabettir,
yazmaktır. O halde mana şöyle olur: "İyi kulların amellerinin yazılışı,
illiyyîn'edir." Daha sonra ise, illiyyîn'in, yazılı bir kitab olduğu
içinde de iyi kulların amellerinin bir arada getirilmiş bulunduğu dile
getirilmiştir. Bu, Ebû Müslim'in görüşüdür.[34]
Ayet-i kerimedeki
fhakkında iki görüş vardır
1)
Kitâb-ı merkum ile kastedilen, onların
amellerinin yazıldığı kitabtır.
2) Bu,
illlyyîn'e konulmuş olan bir kitab olup, bunda, Cenâb-ı Hakk'ın iyi kullar için
hazırlanmış olduğu ikramlar ve mükâfaatlar yazılıdır. Ulemâ bu
"kitab" hakkında ihtilafa düşmüştür. Bu cümleden olmak üzere Mukâtll,
"O şeyler, o iyi kullar için, Arş'ın ayağına yazılmıştır" derken, İbn
Abbas'tan da, onun, Arş'ın altına asılı, zebercedden bir levhaya yazılı olduğu
nakledilmiştir. Diğer alimler ise, bunun, onların neşe ve sevinçlerini
arttıracak bir biçimde yazılmış olan bir kitab olduğunu; bunun da, kitabları,
hoşlarına gitmeyecek şeylerle yazılmış olan facirlerin kitabının zıddı bir
durum ile meydana geleceğini söylemişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ki
huzurunda mukarreb melekler bulunur" ifadesi de bu manaya delalet eder.
Bunun anlamı, "illıyyîn'de bulunan melekler yazılı olan şeyin yanında
bulunur ve ona şahitlik yaparlar" şeklindedir. Bunun, amellerin yazılı
olduğu kitab anlamına geldiğini söyleyen kimse ise, bunun manasının,
"Hafaza meleği bu kitabı illiyyîn'e çıkardığı vakit, mukarreb melekler,
mü'mine ikram ve izzet olsun diye bu kitabın yanında dururlar..." şeklinde
olduğunu söyler.[35]
"Şüphesiz o
iyiler nimet içinde, tahtlar üzerinde (nimetleri) temaşa edeceklerdir. Öyle ki
sen o nimetin güzelliğini yüzlerinde tanırsın. Onlara mühürlü halis bir
şarabtan içirilecek. Ki onun sonu bir misktir. O halde, nefaset isteyenler bunu
arzu etmeliler. (O içeceğin) katkısı tesnîmdendir. (O), bir pınardır ki,
mukarrebler onu içerler..." (Mutaffiffn. 22-28).
Bil ki, Cenâb-ı
Hak önceki ayette onların ki (ablarını tazim edip yüceltince, bu ayetle de
onların mertebelerini tebcil edip övdü ve "Şüphesiz o iyiler nimet
içindedir" buyurdu. Daha sonra da, bu nimetin nasıl olacağını şu üç
şekilde beyan etti:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Tahtlar üzerinde (nimetleri) temaşa edeceklerdir" ayetinin
ifade ettiği husus. Kaffâl "el-erâik"in, divan ve koltuklar anlamına
geldiğini söylemiştir. Onlara göre, oturulan şey böyle olduğu zaman ancak
"erîke-erfllk" diye isimlendirilir. Rivayet olunduğuna göre Hasan
el-Basrî şöyle demiştir: Biz, "erfke"nin ne olduğunu bilmiyorduk.
Derken, Yemenli birisine rastladık da, o bize, kendileri yanında,
"erîke"nin bu anlama geldiğini söyledi.[36]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifadesine gelince, bu konuda şu üç izah yapılabilir:
a) Onlar,
cennette, huriler, hizmetçi, gılman, çeşitli yiyecek içecek, giyecek, binit vb.
türden muhtelif nimetlere bakarlar. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s) "Mü'min
şöyle durup düşünür de, Allah 'm kendisine verdiği her şeyi, kuşatıcı bir
biçimde görür... Bir de bakar ki, onun için, dünyanın genişliği (kadar büyük)
gözükür*'.
b) Mukâtil
de bu ifadeye, "Cehennemde azab çeken düşmanlarına bakarlar" manasını
vermiştir.
c) Bu,
"Onlar, herhangi bir şeyi arzuladıklarında, ona bakarlar da, bu şey o
anda, onların önünde hazır olur" demektir.
Bil ki, bu üç izahın
üçü de, tek bir cinsin türleri kabilinden olup, bu tek cins de, bunların
bakılabilen şeyler cümlesinden olmasıdır. Binâenaleyh, ayetin lafzını bunların
tümüne hamletmek gerekir.
Ama, bunların
tümünden, daha kıymetli olan ve benim de şu anda hatırıma gelen bir dördüncü
tefsir de şudur: Ayetin manası, "Onlar Rablerine bakarlar"
şeklindedir. Bu tefsir, Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra beyan buyurduğu,
"Öyleki sen o nimetin güzelliğini yüzlerinde tanırsın" (Mutaffîfin,
23) ifadesiyle de güç kazanır. Çünkü, "güzellik"le içice olan bakış
da, Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün bir takım yüzler vardır ki, güleçtir.
Rablerine bakmaktadır"(Kıya1m, 22-23) buyurduğu gibi, Allah'ı görmektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın, ahiretteki lezzet veren şeylerin en büyücü ite işe başlamış
olması da bunu teyit eder. Bu lezzetlerin en büyüğü de, Allah'ı görmekten başka
bir şey değildir.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Öyleki sen, o nimetin
güzelliğini yüzlerinde tanırsın..." ayetinin beyan ettiği husus olup, bu
ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır:[37]
Bu, "Sen onları
gördüğünde, yüzünde buna delalet eden emareler sebebiyle, onların nimet ehli
olduklarını anlarsın.." demektir. Sonra bu emarelerin ne olduğu hususunda
da şu İki görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın da, "O gün bazı yüzler vardır ki, aydınlık, güleç ve
sevinçlidir..." (Abese. 38-39) buyurduğu gibi, onların yüzlerinde müşahede
edilen güleçlik ve parlaklıktır.
b) Atâ şöyle
demiştir: "Allah Teâiâ, onların yüzlerindeki nuru, güzelliği, parlaklığı
ve beyazlığı, hiç kimsenin anlatamayacağı bir biçimde artırır."
"Nadra"mn ne demek olduğu ise, Kıyame Sûresi 23. ayetin tefsirinde
geçti.[38]
Meçhul olarak
ve şeklinde merfu olarak da okunmuştur.[39]
3) Cenâb-ı
Hakk'ın "Onlara mühürlü halis bir şarabtan içirilecek" ayetinin ifade
ettiği husus... Bununla ilgili olarak iki mesele vardır:[40]
Bu, "rahîk"
kelimesinin ne demek olduğu hususundadır. Leys, "Rahîk", içki
manasınadır" der ve Hassân'ın şu
beytini delil getirir:
"(Adeta) içimi
hoş, lezzetli bir içkiyle doldurulmakta olan Beredâ ırmağı..." Ebû Ubeyde
ve Zeccâc ise, "rahîk"in, içinde, onu bozacak herhangi bir şey
bulunmayan halis bir içki olduğunu söylemişlerdir. Belki de bu, Hak Teâlâ'nın,
"Onda sarhoş etme özelliği yok" (Saffat, 47) diye anlattığı içkidir.[41]
Birinci Özellik: Onun "mahtûm" (mühürlü) oluşudur. Bu hususta şu izahlar
yapılmıştır;
1) Kaffall
şöyle der: "Ehl-i cennetin, dünya örfünde de, kıymetli şeylerin
mühürlenip, ağzının sıkıca kapatılıp korunması gibi, korunmak suretiyle onlara
bir ikram olsun diye, ağzı mühürlenmiş içkilerden içmeleri muhtemeldir. Hak
Teâlâ'nın da, "İçenler için bir lezzet olan içki nehirleri..." {Muhammed,
15) diye ifade ettiği gibi, cennette, akan başka içki ırmakları da vardır.
Fakat bu mühürlü içkiler, o akan içkilerden daha kıymetlidir.
2) Ebu Ubeyde, Müberred ve Zeccâc, "mahtûm"un, kendisi için bir
hitâm, yani netice bulunan şey olduğunu söylemişlerdir.
3) Abdullah
b. Mes'ûd (r.a)'den rivayet olunduğuna göre bu, "karışmış"
manasınadır. Vahidî "Abdullah b. Mes'ud'un söylediği şey, mahtûm
kelimesinin tefsiri değildir. Çünkü "hatm", karışma manasına gelmez.
Fakat bu içkinin bir neticesi vardır. Bu da, onun misk gibi kokmasıdır. Bundan
dolayı o, "mahtûnV'u, "karışmış" manasına almıştır. Çünkü ona
misk kokusu karışmamış olsaydı, onda misk kokusu bulunmazdı" demiştir.
4) Mücâhid,
"mahtûm", çamurla (ağzı sıvanmış) manasını vermiştir. Vahidî şöyle
der: "O içki (kaplarının) çamurla (ağzının) sıvanıp, ağzının iyice
kapatılması ile kastedilen, iyi kimseler onun mührünü bozup ağzını açıncaya
kadar, hiçbir elin ona dokunmamasıdır." Bu izahların en doğru olanı,
Kartal'ın yaptığı ilk izahtır.[42]
İkinci Özellik: "Onun sonunun bir misk" olmasıdır. Bununla ilgili olarak şu
izahlar yapılmıştır:
a)
Kaffal, "Bunun mapası şudur: "O
içkinin bulunduğu şişenin başı misk ile mühürlenmiştir ve tıpkı (dünyada) içki
şişelerinin başlarının tıpalanıp çamurla sıvanması gibidir. Binâenaleyh
bu misk yaş olduğu için, kendine
o mühür basılabilmiştir." Bu izah, ayetin tefsiri sadedinde, Kartal'dan
naklettiğimiz, yukarıdaki izaha uygun bir izahtır.
b) Bundan
maksad, o içkinin neticesinin misk olmasıdır, yani içen için bunun misk
kokusuyla sona ermesidir. Bu izah da, ayetin tefsiri olarak yukarıda Ebû
Ubeyde'den naklettiğimiz görüşe uygun bir izahtır. Buna göre Hak Teâlâ sanki,
"bu, kendisi için bir netice bulunan bir içkidir.." demiş ve sonra da
o neticenin ne olduğunu açıklayarak, "O netice misktir, yani, kim onu
içerse, bu içmesi misk kokusu ile neticelenir" demek istemiştir. Bu,
Alkame, Dahhak, Saîd b. Cübeyr, Mukâtll ve Katade'nın görüşü olup, bunlar şöyle
derler: "Bu içkiyi içen, ağzını son yudumundan ayırdığı zaman, içkinin
kokusunu tıpkı misk gibi bulur."
Buna göre mana, bu
kimse, içkisini bitirince, tadının hoşluğunun yanısıra, onun lezzetini ve en
güzel kokusunu bulur. Çünkü "hitâm", herbirşeyin sonu demektir.
Nitekim Arapça'da da, "Kur'ân'ı hatm ettim" ve "Ameller de
hitamlarına göredir" denilir. Hz. Ali (r.a)'nin kıraati da bunun bu manada
olduğunu te'kid eder. Klsâl de bunu tercih etmiştir. Çünkü o da, bu ayeti,
Şimşeklinde okumuştur. Bu tıpkı, "hâtemu'n-neblyyîn" denilmesi
gibidir. Ferrâ bu iki ifadenin manaca birbirlerine yakın olduklarını; fakat
"hâtem"in isim, "httanV'ın ise masdar olduğunu; bunun tıpkı
Arapların "O, karakteri iyi olandır" deyişlerindeki gibi olduğunu
söylemiştir.
c) Bu
"O İçkiye karıştırıştın! m iş olan şey misktir" manasındadır. Alimler,
bu hususta "İçkiye misk karıştırınca, tadı ve kokusu güzelleşir"
demişlerdir. Ben de derim ki: "Belki de kastedilen, bu güzel ve sıcak
kokularla karıştırılmış bu içkinin, hazmı kolaylaştırdığını ve şehveti
kuvvetlendirdiğini anlatmaktır. Belki bundan da maksad, ehl-i cennetin şehevi
hislerinin kuvvetine ve bedenlerinin sağlamlığına işarettir. Bu görüşü, Sa'îd
b. Cübeyr, Esved'den, Esved'de Hz. Âişe (r.a)'den rivayet etmiştir. Buna göre
Hz. Âişe (r.a) şöyle demiştir: "Kadın tînî-mührü seçer." Ebu'd-Derdâ,
bunun, tıpkı gümüşî renkte bir içki olduğunu, cennetliklerin içki âlemlerini
bununla bitirdiklerini, eğer dünyada iken bir insan elini ona batırıp çıkaracak
olsaydı, dünyadaki bütün canlıların onun kokusunu duyabileceklerini
söylemiştir.[43]
Üçüncü özellik:
Hak Teâlâ "O halde nefaset
isteyenler bunu arzu etmeli, yarışanlar bunun için yarışmalı" ayetinin
ifade ettiği husustur. Vahidî, "Birisi, birşey hususunda cimrilik edip bu
şeyin bir başkasına geçmediği zaman, denilir. Buradaki "tenâfüs" de,
bu kökten tefa'ul babında olup, iki şahıstan herbirinin adeta o şeyin kendir.de
kalmasını istemesi manasınadır. Buna göre mana, "O içki için istekli
olanlar, Allah'ın taatına üşüşmek-koşuşmak suretiyle isteklerini ortaya koysun,
yarışsınlar" şeklindedir" demiştir.
Bil ki Allah Teâlâ'mn
buna alabildiğine teşvik edişi, bu içkinin son derece kıymetli olduğunu
gösterir ve bunda, bulanık, hızlıca, sonbulan nimetler hususunda değil de
böylesine kıymetli ve sürekli nimetler için yansıtması gerektiğine bir işaret
vardır.[44]
Dördüncü özellik: "Katkısı tesnîm'dendlr" ayetinin ifade ettiği husustur. Bu
ifadeyle ilgili olarak birkaç mesele var:[45]
"Tesnîm",
cennette bizzat bir çeşmenin özel ismidir. Ona bu ad, birşeyi yüceltme
manasındaki, "tesnîm" kökünden verilmiştir. Çünkü bu çeşme, ya
cennetteki İçeceklerin en kıymetlisi olduğu için, yahut, "Bu su yukarıdan
akar, böylece onların kaplarına dökülür, dolar" diye rivayet edildiği
üzere, yüksekten aktığı için; yahut da, doldurma özelliğinin kuvvetli ve hızlı
oluşundan ötürü, herşeye yetip, hepsini doldurmasından ötürü; yahut da akarken,
çağlayarak akışından ötürü, "tesnîm" diye isimlendirilmiştir. Çünkü
böyle çağlayarak akışına da "tesnîm" denilir. Zira kelime aslında,
yükseklik ve yücelik manasında kullanılır. Mesela, devenin hörgücü manasındaki,
"senam" da bu köktendir. Yine duvarın üzerine çıktım" manasında,
denilişi de böyledir.
Müfessirlerin görüşüne
gelince, Meymûn b. Mlhran'ın rivayetine göre, İbn Ab bas (r.a), tesnim
sorulunca o, "Bu, Allah'ın, "Hiç kimse, göz aydınlığı (müjde) olarak
kendileri için nelerin gizlendiğini bilemez" (Secde, 17) ayetiyle
bahsettiği şeylerdendir" demiştir. Hasan el-Basri'nin bu sözü de buna
yakın bir manadadır: "Tesnîm, Allah Teâlâ'nın ehli cennet için saklı
tuttuğu (sürpriz olarak hazırladığı) şeylerden biridir." Vahidî şöyle der:
"Bu izaha göre, "tesnîm"in bir iştikakı yoktur, bu bir alem
(özel) isimdir." İkrime'nin ise, "tesnîm"e "teşrîf"
(kıymetli-şerefli) manası verdiği söylenmiştir.[46]
Allah Teâlâ,
"tesnînV'in, mukarreb kulların içeceği bir cennet çeşmesi olduğunu
belirtmiştir. İbn Abbas (r.a), "Cennet ehlinin içeceklerinin en
kıymetlisi, "tesnînV'dir. Çünkü bundan hâlis olarak, sadece mukarrebler
içecek, ashab-ı yemîn (yani diğer cennetlikler) ise, bunu başka (içkilere)
karışmış olarak içecekler" demiştir.
Bil ki Allah Teâlâ,
Vakıa Sûresi'nde, mükelleflerin, "mukarrebler", "ashab-ı
yemîn" ve "ashab-ı şimal" diye üçe ayırmıştır. Sonra Allah Teâlâ
bu sûrede zikredilenlere, cennette ne tür ikramlarda bulunacağından
bahsederken, bunların içkilerinin, mukarreblerin içkilerinden karıştırılmış
içkiler olduğunu belirtince, bu tefsir ettiğimiz ayetlerde bahsedilenlerin,
ashab-ı yemin olduğunu anlıyoruz.
Ben derim ki: Bu,
cennetteki çeşmelerin, fazilet bakımından farklı farklı olduklarına delalet
eder. O halde, tesnîm, cennet çeşmelerinin en faziletlisi ve kıymetlisi, keza
mukarrebler de ehl-i cennetin en faziletlileridir. Ruhani cennetler açısından
tesnîm, marifetullah'tır. Bakışların en lezzetlisi, kerîm Allah'ın vechine
bakmaktır. "Rahîk" de, mevcudat âlemini mütalaa etmekten duyulan
sevinçtir. Buna göre, "mukarrebler, ancak tesnimden içerler" sözünün
manası, "Onlar, Allah'ın kerim vechini mütalaa etmekle (marifetullah'la)
meşgul olurlar; "Ashab-ı yemin'in içkileri katkılıdır" sözünün
manası, "Onların bakışları bazan Allah'a, bazan da mahlûkatınadır"
şeklindedir.[47]
"Ayn"
kelimesi, medh üzere mensubtur. Zeccac bunun, "hal" olarak mansub
olduğunu söylemiştir. Ayetteki, ifadesi de, tıpkı ayeti gibi olup, bu ayetin tefsiri, Dehr 6.
ayette geçti.[48]
"Mücrimler, iman
edenlere gülerlerdi; yanlarından geçerlerken, biribirlerine kaş-göz işaretleri
yaparlardı. Ailelerine döndükleri vakit, (bu maskaralıklarından) zevk duyarak
dönerlerdi. Onları gördükleri zaman, "Bunlar muhakkak ki sapıklar"
derlerdi. Halbuki bunlar, onların üzerine gözcüler olarak gönderilmemişlerdi.
Bugün ise, iman edenler o kafirlere gülüyorlar, tahtlar üzrinde onlara bakarak...
O kafirler işleyegeldiklerinin cezasına çarpıldılar mı?" {Mutaffifln,
29-36).
Bil ki Hak Sübhanehû
ve Teâlâ. iyi kimselere ahirette yapacağı ikramları dile getirince, bundan
sonra o kafirlerin, iyilere dünyada iken yaptıkları muamelelerin kötülüklerinden,
onlarla İstihza edip, onlara gülüşlerinden bahsetmiş, daha sonra da bu işin
kafirler için tersine döneceğini beyan etmiştir. Bundan maksad, mü'minieri
teselli etmek ve onların kalblerini güçlendirmektir.
Bu ayetlerle ilgili
olarak şöyle birkaç mesele var:[49]
Müfessirler bunun
sebebi nüzulü olarak şu iki şeyi
zikretmişlerdir:
1) Ayetteki,
"mücrimler" den, Ebû Cehil, Velid b. Muğlre,
As b. Vâil es-Sehmî
gibi kodaman müşrikler kastedilmiş olup, bunlar Ammar, Suheyb, Bildi (r.a) gibi
fakir müslümanlara gülüyor ve onlarla alay ediyorlardı.
2) Hz. Ali
(r.a), bir müslüman cemaat ile geliyordu. Derken münafıklar, onlarla alay edip,
üzerlerine güldüler, birbirlerine kaş-göz işaretlerinde bulundular. Sonra kendi
eş ve dostlarının yanlarına döndüklerinde, "Biz bugün kelleri gördük"
dediler ve buna hep beraber gülüştüler. İşte bu ayet, bunun üzerine Hz. Ali
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in daha yanına varmadan indi.[50]
Allah Teâlâ, o
kafirlerin, şu dört kötü muamelelerinden bahsetmiştir:
1)
"Günah işleyenler, iman edenlere gülerlerdi" ayetinin ifade ettiği
husus... Bu, "o kafirler, bunlarla ve bunların diniyle alay
ediyorlar" demektir.
2)
"Yanlanndan geçerlerken, biribirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı"
ayetinin ifâde ettiği husus... Buradaki "gamz" masdarından
"tefftul" babındadır. "Gamz", ayıplama manasına da
gelmektedir. Çünkü birisi birisini ayıpladığında, denilir, yine "kendisinde ayıplanacak
birşey yok manasında"denilir. Buna göre ayet, "Onlar, mü'minlerle
alay etmek ve onları ayıplamak için, kaş-göz işaretlerinde bulunuyor ve
"Hele şunlara da bakın, nasıl kendilerini boş yere yoruyor, kendilerine
bazı şeyleri yasaklıyor ve kesin olarak bilmedikleri bir mükafaat uğruna
canlarını tehlikeye atıyorlar!" diyorlardı.
3) "Ailelerine döndükleri
vakit, (bu maskaralıklarından) zevk
duyarak dönerlerdi" ayetinin beyan ettiği husus... Bu, "içinde
bulundukları şirklerini, günahlarını ve dünyevi nimetlerle nimetlenmiş
oluşlarını beğenerek dönerlerdi" demektir, yahut da, "müslümanlan
böyle kötü şekilde anmaktan zevk duyarlardı" manasınadır. Hafs'ın
rivayetine göre Âsim, sadece bu ayette
kelimesini, elifsiz olarak,
diğerleri ise elifle
şeklinde okurken, diğer
kıraat imamları, hepsini şeklinde eliffi okumuşlardır. Bu iki kıraatin,
kelimenin aynı manada iki değişik lehçe olduğu ileri sürüldüğü gibi, şeklinin, "nimete gark olmuş oldukları,
içinde bulundukları küfür ve nimetlerle meşgul oldukları halde"
manasına;"yaptıklarını beğenir
oldukları halde" manasına geldiği de söylenmiştir.
4)
"Onlar gördükleri zaman, "Bunlar muhakkak ki sapıklar"
derlerdi" ayetinin ifade ettiği husus olup, bu da "Bu mü'minler,
gerçekleşip-gerçekleşmeyeceği tam bilinmeyen bir mükafaat uğruna, şu hazır
dünya nimetlerinden istifade etmedikleri için, sapıklık, bir yanlışlık
içindedirler" demektir. Bu ifade, Hak Teâlâ'nın burada, kafirlerden
naklettiği hususların sonuncusudur.
Daha sonra Hak
Teâlâ "Halbuki bunlar, onlan, üzerine gözcüler olarak
gönderilmemişlerdir" buyurmuştur. Bu, "Allah, bu kafirleri, mü'minlerin
hallerini araştıran, hak-batıl, yaptıkları bütün işleri inceleyen, böylece de
onların inancını sapıklık diye addedip, onları ayıplayan gözcüler vazifeliler
olarak göndermemiştir. Aksine bu kafirler de, kendilerini düzeltmekle
emrolunmuş kimselerdir" demektir.[51]
Hak Teâlâ'nın "Bugün ise, iman edenler o kafirlere
gülüyorlar" ayetiyle ilgili olarak şöyle iki mesele vardır:[52]
Bu, "İşte
amellerin bütün açıkladığı ortaya çıktığı ve herkesin, yaptığı şeylerden hesaba
çekildiği bu günde, yani kıyamet
gününde ise, mü'minler
kafirlere gülerler"
demektir. Bu gülüşün sebepleri hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Kafirler,
dünyada iken mü'minlerin İçine düştükleri sıkıntı ve darlıktan Ötürü, onlara
gülüyorlardı. Ahirette ise mü'minler, kafirlerin içine düştükleri çeşitli azab
ve belalardan ötürü onlara gülecekler. Bir de mü'minler, dünyada iken kıymeti
olmayan bir hayat içinde olduklarını, bu fani hayatı vererek, baki olan ahiret
hayatını satın aldıklarını biliyor ve kendilerini ebedi nimetleri elde etmiş,
ufacık bir gayret ve yorulma ile, ebedi rahatı elde ettiklerini, böylece
cennete girip, o koltuklar-tahtlar üzere oturtulduklarını, oradan
cehennemliklerin cehennemde nasıl azab edildikten ne, orada nasıl bağırıp, çağırdıklarına;
bir değil binlerce ölümü istediklerine ve birbirlerine lanet okuyuşlarına
bakıyor olarak buluyorlardı.
b) Ebû Salih
şöyle demiştir: "Cehennemlikler, cehennemde İken onlara, "Haydi
çıkın" denilecek ve cehennemin kapıları açılacak. Onlar kapıların açık
olduğunu görünce, çıkmak için kapılara doğru koşacaklar. Tam kapılara
vardıklarında, kapılar yüzlerine çarpılacak. Mü'minler işie tam bu sırada,
cennette koltukları üzerinde bunları seyretmektedirler. Ayette bahsedilen
gülüş, mü'minierin bu esnada onlara gülmeleridir."[53]
Ayetteki,
"Tahtlar üzerinde onlara bakarak..." ifadesi "gülüyorlar"
fiilinin failinden "hal" olup, cennetlikler, cehennemliklere ve
cehennemliklerin, dünyada kendilerini yücelik ve büyüklük içinde
görürken, şimdi böylesine alçaklık ve zillet içerisine düştüklerine bakarak
gülüyorlar" demektir.[54]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"O kafirler işleyegeldiklerinin cezasına çarpıldılar mı?" byurmuştur.
Buradaki vjî kelimesi, manasına olup,
"mükafaatlandırıldılar mı?" yani, "Allah onları mükafaatlandırdı
mı?" demektir. Nitekim Evs şöyle demiştir:
"Seni, ben ya da,
yerime bir mükafaatlandmcı ödüllendirecek. Ve sana, övülüp medhedilmen
kafidir." Müberred de, bu kelimenin "serab" kökünden bir fiil
olduğunu, "serâb"ın da, ister iyi, ister kötü olsun, insanın yaptığı
şeyin karşılığı olarak kişiye dönen şey manasına olduğunu; dolayısıyla bu
kökün, kötülüğün karşılığını (cezasını) verme manasına da kullanılabileceğini
söyler ve buna, Ebû Ubeyde'nin şu beytini delil getirir:
"Dikkat, Ebû
Hasan'a bir elçi gönderiyorum. O halde sana ne oluyor da, neticeye gelmiyor
(işi sonuçlandırmıyorsun?" En uygun olan, ayetteki bu kelimeyi tehekküm
(istihza) manasına almaktır. Buna göre mana, tıpkı, "Haydi tad (azabı).
Hani sen (dünyada iken), aziz idin, kerim idin"(Duhân. 49) ayeti gibi
olup, manası şöyledir: Hak Teâlâ mü'minlere adeta, "Sizin o sâlih
amellerinize karşılık verdiğimiz gibi, o kafirlerin amelleri zincirinden olarak
yaptıkları size gülmeleri ve sizin yolunuzla-inancınızla alay etmelerine de
karşılık vermedik mi?" demek İstemiştir. Hak Teâla'nm mü'minlere bu
şekilde hitabı, onların sevinçlerini artırır. Çünkü bu mü'minleri alabildiğine
yüceltmek, düşmanlarını da o nisbette hafife almak, alçaltmak demektir. Bu
ayetlerin maksadı, kıyametin hallerini ortaya koymaktır. Allah en iyi bilendir.[55]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/559.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/561.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/561.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/561.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/561-562.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/562-563.
[7] Benzer Hadis, Kenzü'l-UmmaI, 16/43943.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/563.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/564.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/564.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/565.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/565.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/566.
[14] Buhari, rikak, 47.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/566-567.
[16] Matbu nüshada,
şeklinde çıkmış, karine
ile bu kelimenin
(munsıf) yani, insaflı olduğunu düşündük, (ç.)
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/567.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/568.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/568.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/ 568-569.
[21] Deylemi, 2/337.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/569.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/569-570.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/570.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/571.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/571.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/572.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/572.
[29] Kenzu’l-Ummal, 4/10203-10204 (Benzer Hadis).
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/572-573.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/573-574.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/574.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/574-576.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/576-577.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/577-578.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/578.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/578-579.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/579.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/579.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/579.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/580.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/580.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/580-581.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/581.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/581.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/582.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/582.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/582.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/583.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/583.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/583-584.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/584.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/584-585.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/585.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 22/ 585.