Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Üç Önemli Olaya Yemin Edilmektedir
Mü'minleri İmanlarından Döndürmeye Çalışanlar
Cenab-ı Hakk'ın Zalimi Yakalaması Pek Ani Ve Şiddetli Olur
Allah Çok Bağışlayandır Ve Çok Sevilendir
Kur'ân, Çok Şanlı, Şerefli Ve Feyizlidir
Kur'ân'ın 85. süresidir. Tamamı, ilim adamlarının ittifakına
göre, Mekke'de inmiştir [1]
«Takım Yıldızlar»
anlamına gelen burçlardan söz edildiğinden, «burç» un çoğulu olan «bürûc» sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı :
22
Kelime » :
109
Harf »
: 465.[2]
1- Küfür ve
azgınlıkta ileri gidip mü'minlere saldırarak işkence
eden zâlimler tehdit ediliyor ve tarihî olaylardan ibretli bir misal veriliyor.
2- Cenâb-ı Hakk'ın üstün kudreti
hatırlatılarak mülkün tamamının O'na ait olduğuna değiniliyor.
3- Mü'minleri dinlerinden caydırmak, Kur'ân'dan
uzaklaştırmak için fitne, fesat ve azgınlığa baş vuranlara, dönüş yapıp tevbe etmedikleri takdirde çok yakıcı azabın hazırlandığı
haber veriliyor.
4- İman ve
onun tabii ürünü olan sâlih amelin mü'mini büyük bir kurtuluşa ve onun tezahürü olan cennete
eriştireceği konu edilerek ferahlatıcı bilgi veriliyor.
5-İlâhî
sınırları tanımayıp tuğyan eden Fir'avn ve Semûd kavimlerinden söz edilerek onların cok hazîn akıbeti üzerinde duruluyor ve uyarıcı,
yönlendirici misal veriliyor.
6- Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'tan indiği gibi korunacağına
işaretle, onun çok şerefli bir kitap olduğu ve bütünüyle «Levh-i
Mahfûz»da yazılı bulunduğu ve böylece ilâhî kudretin inkarcıları çepeçevre
kuşattığı bildirilerek, müşrik sapıkların, inkarcı maddecilerin Kur'ân'a dönmeleri telkîn ve tavsiye ediliyor. [3]
1- Kendinde
burçlar (takım yıldızlar) taşıyan göğe and olsun,
2- Va'dedilen güne (Kıyamet gününe) and
olsun,
3- Ve şâhid olana, şâhid olunana da and olsun ki,
4- Uhdûd olayını hazırlayanlar lanetlendi.
5- Alev alev yanan ateş,
6- Hani ya onlar ateşin çevresinde oturmuşlardı.
7- Onlar, mü'mirilere yaptıklarına şâhid
oluyorlardı.
8- Onların
en çok kızıp intikam almak istedikleri ise, O çok güçlü, çok üstün, O çok
övülmeye lâyık Allah'a imân edenlerdi.
9- O Allah
ki, göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Allah her şeye şâ-hiddir.
Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz yatsı namazının farzında (Ve's-Semâi
zâti'l-bürûc) ile (Ve's-semâi ve't-Târıki) sûrelerini okudu.» [4]
Yine Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu: «Va'dolunan gün, kıyamet
günüdür. (Şâhid) ise, cuma günüdür. Zira güneş cuma
gününden daha üstün, daha faziletli bir gün üzerine ne doğmuştur, ne de
batmıştır. O günde bir saat var ki, mü si uman bir kulun Allah'tan bir hayır dilemesi
o saate rastlamaya görsün, mutlaka Allah onu ona verir. Bir serden Allah'a
sığınmaya görsün, mutlaka Allah onu o serden korur. (Meşhud)
ise, Arafe günüdür.» [5]
Ebû Mâlik el-Eş'ârî (R.A.)
diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz buyurdu : «Va'dolunan gün kıyamet günüdür.
(Şâhid) cuma günüdür. (Meşhûd)
ise, Arafe günüdür. Cuma gününe gelince: Cenâb-ı Hak onu bizim için hazırlayıp kalıcı (bir nimet olarak)
saklamıştır”[6]
«Cuma günü bana salât-ü selâmda bulunmayı çoğaltın. Çünkü o, (meşhûd) bir gündür ki melekler ona şâhid
ve hazır olurlar.» [7]
“Kendinde burçlar
(takım yıldızlar) taşıyan göğe and olsun; va'dedilen güne (kıyamet gününe) and
olsun ve şâhid olana; şahid
olunana da and olsun ki uhdüd
olayını hazırlayanlar lanetlendi”
“Burc”un
çoğulu olan «bürûc», Kur'ân'da
üç ayrı yerde birbirine yakın bir anlatımla anılmıştır [8]
Burç: Hisar, surun
yüksekçe kısmı ve saray anlamına geldiği gibi, göklerin saray belirtileri
sayılan «takım yıldızlarına da delâlet etmektedir.
Furkan Sûresi'nde açıklandığı gibi, gökteki takım
yıldızlarından her-biri bir burç sayılır. Bu ifade tarzı bize göredir. O
bakımdan Kur'ân, ilâhî düzenlemenin bir parçasını
yansıtan takım yıldızlarından söz ederken, onların bizden yana sağladığı görüntüye
göre bu ismi kullanmaktadır.
Gök küresi üzerinde
yıllık hareketi dolayısıyla güneş, görünürde bu kuşak boyunca derece derece yer değiştirerek bir yıl sonra aynı noktaya varır.
Bu kuşağa astronomide «Zodyak», zodyak'ın ayrıldığı
iki bölgeden her birine «burç» denir.
İslâm kültürünü
yeterince almayanların çoğu, doğum günlerinin hangi burca rastladığını belirliyerek birtakım hükümler çıkarırlar. Şüphesiz bu âdet
İslâm'dan çok öncelere uzanmakta ve bir hurafe halinde günümüze kadar sürüp
gelmektedir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
yıldızlardan ahkâm çıkarmayı kesinlikle yasaklayıp büyük günahlardan saymıştır.
Nitekim Hicr Sûresi 16. âyetin tefsirinde ilgili hadîsler bölümünde
bu konuyla alakalı rivayetleri nakletmiş bulunuyoruz.[9]
1- Burçlar
sahibi olan gök,
2- Va'dedilen gün,
3- Şahit ve
meşhut.
Burçlar hakkında dört
ayrı yorum söz konusudur :
a) Hasan, Katade, Mücahid ve Dahhak'e göre: Bundan maksat 12 takım yıldızıdır.
b) İbn Abbas (R.A.) ve İkrime'ye göre: Saraylar kasdolunmuştur
ki bu, takım yıldızlarının bir bakıma göğün sarayları görünümünde olduğuna
işarettir.
c) Minhal b. Amr'e göre: Gökteki
güzel ve çekici hilkat düzenlemelerine işarettir.
d) Ebû Ubeyde ve Yahya b. Selâm'a
göre: Bürûc'dan maksat menzillerdir ki bunlar takım
yıldızlarıdır.
Yapılan bu yorum ve
rivayetlerin üçü 12 takım yıldızını ifade etmektedir. Sahih olan da budur.
Va'dolunan günün, «kıyamet günü» olduğunda görüş ve yorum birliği
vardır.
«Şahit» ve «Meşhut»
kavramları hakkında vârid olan zayıf ve ahad hadîslerin dışında farklı yorumlar yapıldığını
görmekteyiz:
1- Kuşeyrî'nin İbn Ömer (R.A.) ile İbn Zübeyir (R.A.)den yaptığı rivayete
göre : «Şahit» Kurban Bayramı günüdür.
2- Tabiînden
Saîd b. Cübeyr'e göre : Terviye, yani zilhiccenin sekizinci günüdür. «Meşhut» ise,
Arafe Günüdür.
3- Hz. Ali (R.A.)den
yapılan rivayete göre : Şahit, Arafe günüdür; Meşhut
ise, Kurban Bayramı günüdür.
4- Ayrıca «şâhidsin Allah ve Peygamber olduğunu belirtenler de olmuştur
ki, İbn Abbas {R.A.) ve Saîd b. Cübeyr'in de böyle bir
yorumda bulundukları rivayetler arasında yer almaktadır.
5- İlim
adamlarından diğer bir kısmına göre ise, «Şahit» kıyamet gününe şahit ve hazır
olan yaratıklardır. «Meşhut» ise, o günde görülecek acayip olaylardır.
Allah daha iyisini
bilir.
Böylece Müslümanlara
işkence edip onların dinî hürriyetlerini baskı altına alan zâlim inkarcıların
eninde sonunda ilâhî gazaba uğrayacakları; elîm bir azap ile
cezalandırılacakları, sözü edilen üç önemli olaya yemin edilerek haber
veriliyor ve «Uhdûd Olayısnı
meydana getirenler tehdidi misal olarak ortaya konuyor. [10]
«Uhdûd
olayını hazırlayanlar lanetlendi..»
«Uhdûd»,
«üslûp» ölçüsünde şu iki mânaya delâlet eder:
a) Yerde
meydana gelen uzun yarık ve hendek,
b) Kamçı ile
dövülen kişinin gövdesinde meydana gelen izler.
Kamçılanmaktan dolayı
bedende meydana gelen uzun izler, kabarmalar, yarılmalar ile toprak üzerinde
meydana gelen uzun yarıklar ve hendekler arasında bir benzerlik söz konusudur.
[11]
Ancak âyette alev alev köpürüp yükselen ateşten söz edildiğine bakılınca,
inkarcı zâlim bir topluluğun veya idarenin, Allah'a dosdoğru iman eden mü'minleri imanlarından vazgeçirmek ve inanmaya eğilimli
olanlara göz dağı verip korkutmak için yerde uzunca bir yarıkta ateş yaktıktan
ve mü'minleri önce bedenlerinde derin izler bırakan
bir işkenceye tabi tuttuktan sonra irtidat etmeleri
istenmiş; olumlu sonuç alınmayınca da hepsi o ateş dolu yarığa atılarak
yakılmıştır.
Ancak bu olayın
İslâm'dan önce mi, sonra mı ne zaman meydana geldiği hakkında kesin bir bilgi
ve tesbit bilmiyoruz. Kıssayla ilgili birçok rivayetler
yapılmışsa da çoğu sahîh ve muteber değildir. Müslim, Tirmizî
ve Nesâî'de, aynı zamanda Müsned-i
Ahmed'de bununla ilgili uzun rivayetler vardır ki,
onlardan da olayın hangi asırda meydana geldiği anlaşılmıyor.
Bence önemli olan,'Uhdûd Olayının nerede ve hangi tarihte meydana gelmesi
değil; Allah'a dosdoğru iman eden mücahit mü'minlerin
tarih boyunca hemen her cağda kâfir zorbaların saldırı ve zulmüne mâruz kalmaları
gerçeğidir. O bakımdan İslâm'ın ilk yıllarında da Mekke ve çevresinde fakir ve
köle mü'minlerin bu gibi işkencelere uğratıldığım
bilmekteyiz ve kıyamete kadar bu tür çirkin ve gayr-i insanî olaylar yer yer zuhur edebilir.
Yaşadığımız son birkaç
yıl içinde İsrail Devleti'nin Filistinli
Müslümanlara yaptığı eza, cefa ve reva gördüğü işkence, Uhdûd
Olayı'ndan pek geri kalmamaktadır. Ne var ki, Cenâb-ı
Hak şaşmayan sünneti gereği zâlim zorbaların, işkenceyi mubah sayan idarenin
cezasını sadece âhirete bırakmaz dünyada da verir.
Birçok günahların cezası âhiret gününe bırakıldığı
halde hakkı red ve inkârdan kaynaklanan azgınlık,
zorbalık ve zulmün cezası pek ertelenmez; sünnetullah
gereği beili çizgiye gelince ilâhî hüküm iner.
Şüphesiz ilâhî hükmün inmesi, sebepleri harekete geçirmesiyle gerçekleşir.
Nitekim tarihte gecen «Uhdûd Kıssası» buna misal verilmekte
ve mü'minlere karşı baskı uygulayanlar
uyarılmaktadır,
Kur'ân «Uhdûd Olayısnı
tasvir ederken, hem işkencenin türünü, hem de kâfirlerin inananlara karşı olan
hine m beş madde halinde özetleyerek zâlim kâfirlerin karakteri hakkında
aydınlatıcı bilgi veriyor. Şöyle ki:
1- Önce
işkenceye tabi tutulup imânlarından vazgeçirmek için uzun bir yarık veya
hendekte ateş yakmışlar,
2- Ateşin
dehşetini göstermek için de onun alev alev köpürüp
yükselmesini sağlamışlar,
3- Ateşe
atılan mü'minlerin feryad-u
figanını görüp işitmek ve ondan zevk almak için o yarığın çevresinde
oturmuşlar,
4- İşledikleri
o gayr-i insanî ve gayr-i vicdanî azaba şahit ve hazır olmaktan derin zevk
almışlar.
5- Kâfirlerin
asıl intikam almak istedikleri husus, aklını kullanan bahtiyar kişilerin, O
çok güçlü, çok üstün ve en güzel övgüye lâyık Cenâb-ı
Hakk'a imân etmeleri olmuştur. [12]
Sekizinci âyetin
sonunda Cenâb-ı Hak iki sıfatını anmaktadır. Şüphesiz
bu bize iki önemli hususu veya sonucu ilham etmektedir:
Birincisiyle Cenâb-ı Hak «azîz» sıfatını anarak kâfirler, zorba mütecaviz
sapıklar aleyhine izzet-u kahriyle tecelli edip
onları rahmetinden uzaklaştırarak perişan edeceğine; ikincisiyle, Cenâb-ı Hak, iman etme uğrunda işkence ve zulme uğratılan mü'minlerden yana «hamîd» sıfatıyla
tecelli edip onları dünyada da, âhirette de övgü
değer derecelere yükselteceğine işarette bulunmaktadır. Zira birinci sıfat
mutlak üstünlüğü, büyüklüğü; ikinci sıfat her türlü güzel övgüye liyakati ifade
eder. [13]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'a dosdoğru inanan mü'minlere kızıp saldıran
kâfirlerin bu haksız tutumu tel'în edildi ve Cenâb-ı Hakk'ın bu gibi zâlim mütecavizleri kahredeceğine işaretle mü'minlerin küfre karşı dayanma gücünü ortaya koymalarında
sayısız faydaların bulunduğu dolaylı şekilde bildirildi.
Aşağıdaki âyetlerle, mü'minler aleyhine fitne ve kargaşa; yaygara ve suçlama
havası estirip ortalığı karıştıran inkarcı sapık maddecilere yakıcı bir azabın
hazırlandığı haber veriliyor. Arkasından, imân edip sâlih
amellerde bulunanlar büyük bir kurtuluşla müjdeleniyor. [14]
10- O
kimseler ki, inanan erkek ve kadınlara (dinlerinden dönmeleri için) işkencede
bulunup fitne çıkardılar; sonra da (bu yaptıklarından dolayı) tevbe etmediler; onlar için Cehennem azabı vardır; o çok
yakıcı azap onlar içindir.
11- Şüphesiz
ki, imân edip iyi-yararlı amellerde bulunanlara, altlarından ırmaklar akan
Cennetler vardır. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.
İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Cenâb-ı
Hakk'ın Levh-i Mahfuz'a
yazdığı ilk şey şu olmuştur: «Şüphesiz ki ben Allahım,
benden başka ilâh yoktur. Muhammed de benim resulümdür. Kim benim kaza ve
hükmüme teslimiyet gösterir, belâma karşı sabreder ve nimetlerime şükrederse,
onu «sıddîk» olarak yazarım ve kendisini sıddîklerle birlikte ikinci hayata kaldırırım.
Kim de kaza ve hükmüme
teslimiyet göstermez, belâma karşı sabretmez ve nimetime şükretmezse benden
başka bir ilâh edinsin.» [15]
«O kimseler ki, İnanan
erkek ve kadınlara (dinlerinden dönmeleri için) işkencede bulunup fitne
çıkardılar..»
Küfür, imânın
karşıtıdır. Biri bâtıl, diğeri haktır. İman, hakkı bulup seçmenin ve hakka
teslim olmanın yolu ve belirtisidir. Küfür ise, hakkı gizleyip örtmenin, onu
reddetmenin, yalan saymanın ve her vesileyle bâtılı savunmanın yolu ve
belirtisidir. Böylece kâinatta hemen her şey çift yaratıldığı, yani her şeyin
zıddının bulunduğu gibi imânın da zıddı küfür olarak belirlenmiştir.
Kâfirlerin, bâtılı
seçip savundukları ve hakkı reddettikleri için sağlam hiçbir dayanakları,
inandırıcı hiçbir delil ve belgeleri yoktur. Olmayınca da konuyu saptırma,
şiddete baş vurma, ortalığı karıştırıp bulandırma, mü'min-ler üzerinde caydırıcı baskı uygulama ihtiyacını duyarlar. Hakk'a inanıp bağlanmanın her iki hayatta da mutluluk,
huzur ve güven, kardeşlik ve gerçek dostluk vaadettiğini
anlayamadıklarından dinden ve gerçek dindardan korkar ve her vesileyle endişe
duyarlar. Bunun için durmadan onları mefluç hale sokmak için fitne, baskı,
işkence, terör havasını estirerek din ve vicdan hürriyetine imkân vermek
istemezler.
İslâm'ın ilk
yıllarında Mekkeli müşriklerin, imân cephesine karşı tutum ve uygulamaları
bunun açık misallerinden biridir. Tarih boyunca hak ile bâtıl mücadelesinin
seyri hep bu metodun sahnede tutulmasıyla devam edegelmiştir.
Bugün hâlâ birçok ülkelerde mevcut müslümanları
dinlerinden, imânlarından ve öz değerlerinden koparmak için aynı veya benzeri
şiddet anlamında bir plân ve strateji uygulanmaktadır. Rusya, Bulgaristan ve
son yıllarda Yunanistan'da cereyan eden olaylar bu gerçeği hep gündemde tutmaktadır.
Ancak Cenâb-ı Hak bu zıtların sürtüşmesini hemen makas atıp kes-memekte; inkarcı zâlimlerin gerçeği anlayıp hakka
dönmelerini telkin ve tavsiye ederek tevbe kapısının
açık tutulduğunu bildirmektedir. Çünkü O'nun rahmeti hep gczabının
önüne geçmekte ve sünnetullah
gereği ıslâhı ifsada-tercih etmektedir.
Ne var ki, inkarcı
sapıklar haddi iyice aşıp belli çizgiye gelince, ilâhî hüküm iner ve artık onu
geri çevirecek bir kuvvet bulunmaz. [16]
Şüphesiz ki iman edip İyi-yararlı
amellerde bulunanlara, altlarından ırmaklar akan Cennetler vardır. İşte bu,
büyük bir kurtuluştur.»
İmân nimeti kendi
değeriyle orantılı olarak feragat, fedakârltk,
külfet. sıkıntı ve mihnet ister. Karşısına çıkan ve hiçbir vecibeye riâyet
etmeyen küfürle ardı-arkası gelmeyen mücadelede bulunmak zorundadır.
Bu düzeyde bulunan
gerçek mü'min sabrettiği, dayanma gücünü sergilediği
ve teblîğ ile irşat görevini -şartlar ve ortam elverdiği nisbette-
yürüttüğü takdirde yerini almış ve gerçek hüviyetini isbat
etmiş olur. Bu çizgide onun mükâfatı elbette büyük bir kurtuluştur ki onun bir
ucu Cennet'e uzanır.
Kur'ân-ı Kerîm'de buna «el-fevzü'l-kebîr»
denilerek, mü'minlerin imân ve irfanlarını artırmaya
yönelik bir müjde haberi verilmektedir. [17]
Yukarıdaki âyetlerle,
hakla bâtılın sürtüşme ve mücadelesi konu edilerek bilgi verildi. Kâfirlerin
yaygaracı, şarlatan, iftiracı, fitneci ve bozguncu olduklarına dikkat
çekildikten sonra imân temeli üzerinde sâlih amellerde
bulunan mü'minlerin büyük kurtuluşa eriştirilecekleri
bildirildi.
Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın fltfteci, bozguncu, zâlim inkarcıları -vakti saati
gelince- yakalamasının çok ani-ve şiddetli olacağı bildiriliyor. Arkasından
ilâhî kudretin yenilmezliğine işaretle Cenâb-ı Hakk'ın dört sıfatına atıf yapılıyor. Sonra da inkarcıları
uyarmak, mü'minlere ümit ve teselli havası estirmek
için Fir'avn ve Semûd
kavimlerinin başına inen ilâhî hışma dikkatler çekiliyor. Kur'ân'ın
ve dolayısıyla İslâm'ın kıyamete kadar korunacağına işaretle, bu kitabın Levh-i Mahfûz'da korunduğuna değinilerek sûre noktalanıyor. [18]
12- Şüphesiz
ki Rabbın'ın tutup kahretmesi çok şiddetlidir.
13- Doğrusu
O, önce yoktan başlatıp var kılar; sonra da öldürüp yeniden geri çevirir.
14- O, çok
bağışlayandır, çok sevilen ve sevendir.
15- Yüce,
şerefli, şanlı Arş'm sahibidir.
16- İrâde
ettiğini kusursuz yapandır.
17-18- Fir'avn ve Semûd askerlerinin
haberi sana geldi ya..
19- Hayır,
hayır; o küfredenler durmadan (Hakk'ı) yalanlamakta.,
20- Allah
ise onları arkalarından kuşatmıştır.
21- Hayır,
(gerçek onların iddia ettiği gibi değildir), bu (Kitap), çok şanlı, şerefli Kur'ân'dır.
22- Levh-i Mahfûz'dadır.
«Şüphesiz ki Rabbın'ın tutup kahretmesi çok şiddetlidir.»
Küfür, zulüm, azgınlık
ve ahlâksızlık gemi azıya alır da hiçbir hak ve vecîbe gözetmeden ilerlerse,
belirlenen çizgiye gelinceye kadar onları işleyenlere mühlet verilir. Bu çizgi,
sünnetullah'tır ki, ilâhî adaletin tecellisini
yansıtır ve O'nun kahretme sınırıdır. Kâfir, zorba, fitneci müşrik o sınıra
gelip dayanınca ilâhî hüküm iner ve artık onun için kurtuluş çaresi kalmaz ve o
hükmü geri çeviren bir kuvvet bulunmaz.
İlâhî kahrın
yaklaşması birtakım uyarı sinyallerini beraberinde taşır ve inkarcı sapık,
zalim zorba dönüş yapar diye uyarılar verilir. Buna rağmen uyanma ve dönüş
olmazsa Cenâb-ı Hak «kahhar
sıfatısyla tecelli eder ve o kahra müstehik olanı şiddetle ve ani olarak yakalar. Nitekim Fir'avn ve bir de Semûd Kavmini
sözü edilen sınırda yakalayan ilâhî kahr, hükmünü
icra etmiş ve sözü edilen iki kavim de kendilerinden sonra gelecek olan millet
ve kavimlere ibretli misal teşkil etmişlerdir. Âhiretteki
ceza ve ikap ise çok daha elîm ve ıstıraplı
olacaktır. Zira Cenâb-ı Hak, önce yoktan başlatıp var
kılan; sonra öldürüp yeniden yaratıp geri çevirendir. Aynı zamanda dünyada,
bitkiler dahil canlıları öldürüp mislini var kılandır. O'nun koyduğu bu kanunu
durdurmak mümkün değildir, 11 ve 12. âyetlerle bu gerçeğe ve inceliğe işaret
edilmekte ve kusursuz tecelli eden kudretinin tezahürlerini görüp secdeye
kapanmamız dolaylı şekilde istenmektedir.
Öyle ki, canlı bir
hücreyi olsun yaratmaya gücü ve kudreti yetmiyen
insanoğlunun artık o yegâne yaratıcı olan Allah'ın her şeye gücünün yettiğini
bilmesi ve inanması gerekmiyor mu? [19]
“Oçok
bağışlayandır, çok sevilen ve sevendir.»
Cenâb-ı Hak, inkâr, zulüm ve ahlâksızlıkta belirlenmiş
sınıra gelip dayananları nasıl şiddetle yakalayıp kahredense, o sınıra
gelmeden dönüş yapıp Hakk'a teslimiyetle bağlanan
kulları hakkında o nisbette bağışlayan, seven ve
affedendir. Aynı zamanda O, bu ve diğer sıfatlarının insanlardan yana tecellisi
itibariyle de sevilmeye çok daha lâyık bulunuyor.
Ayette anılan «Gafur»
ve «Vedûd» sıfatları, gerçeği anlayıp idrâk edebilen
mü'minlerin en büyük ümit kaynağı ve ruhlarını
doyuran sonsuz gıdalarıdır. Şüphesiz kendilerini bu iki sıfatın tecellisine mazhar olma düzeyine getiren günahkâr kullardan daha mutlu
ve bahtiyar kim olabilir. Çünkü bir fâni için dünyada da, âhirette
de, cennette de en güzel iltifat, Cenâb-ı Hakk'ın onu sevmesidir.
Hakk'ı yalanlayıp-jnkâr ve
sapıklığında, inat ve tuğyanında ısrar edenleri ise. O, her yanından
kuşatmıştır. Öyleki, dünyada iken, sözünü ettiğimiz sünnetullah çizgisine gelince onları şiddetle yakalayıp
kahretmek suretiyle sahneden alaşağı eder. Âhirette
ise amel defterlerini arkalarından sol ellerine vermek suretiyle nereye
varacakları, nasıl bir azaba tabi tutulacaklarını bildirir. [20]
«Hayır, (gerçek
onların iddia ettiği gibi değildir); bu (kitap), çok şanlı, şerefli Kur'ân'dır. Levh-i Mahfûz'dadır.»
Cenâb-ı Hak, Kur'ân'ı red ve inkâr edenlerin vaki yalanlamalarının akıl, idrâk,
insaf ve ilim dışı olduğunu açıklayarak Kur'ân'ın iki
özelliğini belirtiyor:
a) Kur'ân ismini «Mecîd» sıfatına
izafe şeklinde okursak şu mana ortaya çıkar: «Bu (kitap) O çok şanlı, feyiz ve
bereket kaynağı, çok şerefli ve üstün olan Allah'ın Kur'ân'ıdır.»
«Mecîd»i,
Kur'ân'ın sıfatı şekiinde
okursak şu mana ortaya çıkar: «Bu (kitap) çok şanlı,.şerefli feyiz ve bereketli
olan Kur'ân'dır.»
Her iki kıraate göre
de, hiçbir inkarcı nankörün, maksatlı maddecinin Kur'ân'ın
kadrini, şan ve şerefini düşüremiyeceği; onun hep şan
ve şerefle, feyiz ve bereketle aklını, bilgisini dosdoğru kullanan kavim ve
milletleri aydınlatacağını ve reddi mümkün olmayan o yüksek kudretin eseri olduğunu
her çağda isbat edecektir. Nitekim günümüze kadar
geçen 15 asır süresince o hep bunu isbatlamıştir.
b) Aynı
zamanda o kitabın aslı, orijinali Levh-i Mahfûz'da
yazılıdır ve korunmaktadır. Orada yazılı bulunduğu gibi, 'değiştirilmeden elfaz ve maanisi alınıp önce
«Semâ-i dünya»ya, sonra da yeryüzüne, Hz. Muham-med'in
(A.S.) pâk ve nuranî kalbine indirilip ilka edilmiştir.
Levh-i Mah-fuz'da korunduğu gibi, dünyada da mushaflarda
ve hafızların hafızasında korunmaktadır. Nitekim Hicr
Sûresi 9. âyetle bu hakikat şöyle açıklanmaktadır : «Şüphesiz ki Kur'ân'ı biz indirdik ve elbette biz onu koruyanlarızdır.»
«Levh-i
Mahfuz» ismi sadece Kur'ân'ın konumuzu oluşturan- 22.
âyetinde geçmektedir. Yâsîn Sûresi 12. âyette ise
buna «İmamin Mübîn», Râd Sûresi 39 ve Zuhruf Sûresi 4.
âyette «Ümmu'l-Kitap» denilmektedir.
«Levh-i
Mahfuzsun sözlük mânası, «korunan- levha» demektir.
«İmamin
Mübîn» ise «apaçık imam» demektir.
«Ümmu'l-kitap»
ise, «ana kitap» demektir ki, bunların hepsi «Levh-i
Mahfuz»la ilgili sıfatlar veya o kaynağın bir başka adıdır.
Çünkü hem apaçık
kitap, hem ana kitap bütünüyle Levh-i Mahfuz'da-dır
ve orada korunmaktadır.
Büruc Sûresi'ne, dört önemli olaya yemin edilerek başlandı
ve inkarcı zâlimlerin eninde sonunda ilâhî hışma uğratılacaklarına işaretle misal
verildi; sonra da kâinatı, hilkati, hilkatin hikmetini ve iki hayatın programlanmasının
sebebini açıklayan o çok şerefli ve şanlı Kur'ân'ın,
inkarcılar istemese bile kıyamete kadar insanlığı aydınlatmaya devam edeceği,
hiç bir kimsenin onu değiştirmeğe gücünün yetmiyeceği
bildirilerek sûre noktalandı.
Bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a sonsuz hamd-u senalar;
Allah'tan aldığı vahyi aynen koruyup ümmetine noksansız tebliğ eden Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-ü
selâmlar olsun. [21]
[1] Müslîm/mesâcîd: 110.
[2] Tefsîr-i Kurtubî: 19/283.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6686.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6686-6687.
[4] Müsned-i Ahmed-Tirmizi
[5] İbn Ebi
Hatim, İbn Huzeyme, Tirmizi.
(Ancak İbn Huzeyme’nin
isnadında Musa b. Ubeyd er-Razi
bulunuyor ki, bu zatın zayıf olduğu tesbit
edilmiştir.)
[6] İbn Cerir et-Taberî/Câmi'u'1-beyân : 30/82
[7] İbn Cerir et-Taberî/Câmi'u'1-beyân : 30/82, 83
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6689.
[8] Furkan Sûresi 61, Hicr Sûresi 16. âyetlerin tefsiri
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6689-6690.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6690-6691.
[11] Bilgi için bak : Kamus Tercümesi: hadd
maddesi.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6691-6693.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6693.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6693.
[15] el-Câmi'u Li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 19/298,299
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6694-6695.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6695-6696.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6696.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6697-6698.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6698-6699.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6699-6700.