Bu, on yedi ayet olup
Mekki’dir ve mebde (ilk yaratılış) ve me'ad (ahiret) bilgilerini öğrenmeye
teşvik eden bir sûredir.[1]
"Andolsun o göğe
ve tanka ki -"Tânk"m ne olduğunu sen nereden bileceksin ki? O, delen
yıldızdır.- herkes üzerinde muhakkak bir gözeten vardır" (Tânk, 1-4).[2]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân-ı Kerim'de, gökten, güneşden ve aydan çokça bahsetmiştir. Zira bunların
gerek şekilleri, gerek hareketleri, gerekse doğup-batışlarında gösterdikleri
haller çok enteresandır.
[3]
"Târık",
ister yıldız, ister başka birşey olsun, geceleyin gelip seni bulan herşeye
denir. Binâenaleyh târik, "gündüz" manasına gelmez. Bunun delili,
ehl-i imanın, dua ederken, "Gecenin tanklarından Allah'a sığınırız"
demeleridir. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), kişinin evine,
ailesine târik yani gece geç vakit gelmesini yasaklamıştır. Araplar, bu
kelimeyi "düşünce ve hayal mahsulü olan şey" manasında kullanırlar.
Çünkü hayal ve düşünce, daha çok geceleri olur.[4]
Hak Teâlâ, “Ve’t-tariku”
buyurunca, bu, dinleyenin, kendisini mutlaka bilmek isteyeceği şeyler
cümlesinden olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak bunun peşisıra “Vemâ edrâke
me’t-tariku” "Tarık'ın ne olduğunu
sana hangi şey bildirdi?" demiştir. Süfyan b. Uyeyne, "Kur'ân'da “Vemâ
edrâke” şeklinde gelen her şeyi, Cenâb-ı Hak, peygamberine haber vermiş, ne
olduğunu bildirmiş; ama “Mâ yudrike” şeklinde gelenleri ise, haber vermemiş,
cevabının ne olduğunu bildirmemiştir. Meselâ, “Vemâ yudrike lealle’s-sâate
karibun” (Şura, 17) ayetinde olduğu gibidir" demiştir.
[5]
.
Hak Teâlâ daha sonra, "O, delen yıldızdır"
buyurmuştur ki bu, "O, şanı yüce, kıymeti büyük bir yıldızdır"
demektir. Bu sayesinde hem karaların, hem de denizlerin karanlıklarında yol
bulunabilen ve kendisine bakılarak yağmurların yağma zamanının bilindiği bir
yıldızdır.
[6]
Bununla ilgili olarak
şöyle birkaç mesele var:[7]
Cenâb-ı Hak şu
sebeplerden ötürü bu yıldızı, "sâkıb" (delen) diye tavsif etmiştir:
1) Işığı ile
karanlığı delip, karanlığa nüfuz ettiği için.
2) Havada
tıpkı birşeyi delen birşey gibi, doğudan nüfuz edici olarak doğduğu için.
3) Sayesinde
şeytanın görüldüğü ve vurulduğu, yani delindiği yakıldığı bir şey (şihâb)
olduğu için, ona bu sıfat verilmiştir.
4) Ferrâ
şöyle der: Bu ifade, "diğer yıldızların üzerine çıkan, hepsinin üstüne
yükselen yıldız" manasınadır. Çünkü Araplar, gökyüzünün çok yücelerine
çıkan bir kuşa, "Göğü delip gidiyor" manasında, “Kad sekabe’t-tairu” derler.[8]
Cenâb-ı Hak, geceleyin
gözüktüğü için yıldızı, "târik" diye tavsif etmiştir. Sen bunun, bu
yüzden, "târik" ismini
aldığını, yahut da
cinleri çarptığı için bu ismi aldığını bilirsin.[9]
Alimler, ayetteki
"en-necmû's-sâkıb" ifadesiyle neyin kastedildiği hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak kimileri bununla, bir gurub yıldıza işaret
edildiğini, dolayısıyla ayette, marife olarak "et-târık" denildiğini
ve bunun tıpkı, "Şüphesiz insan,
hüsran içindedir" (Asr, 103/2) ayetindeki "el-İnsan"
kelimesi gibi olduğunu söylemişlerdir. Diğerleri ise, bu ifade ile, belli bir
yıldızın kastedildiğini söylemişlerdir. Bu cümleden olarak mesela İbn Zeyd,
bunun "Süreyya Yıldızı" olduğunu söylerken; Ferrâ, ışığı, yedi kat
göğü delip geçtiği için, "Zuhal Yıldızı" olduğunu söylemiş; diğer bazıları
da, "O (şeytanı) delici bir şihâb
izler" (Hicr, 15/18) ayetinden ötürü, bunun, kendisiyle şeytanların
gökten taşlanıp kovalandığı şihablar olduğunu söylemişlerdir.[10]
Rivayet olunduğuna
göre, Ebû Tâllb, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelir, Hz. Peygamber de ona, ekmek ve
süt ikram eder. Tam o bunları yerken, gökten bir yıldız kayar, Önce su, sonra
da ateşle dopdolu olur. Ebû Tâlib bundan son derece korkar ve "Bu
ne?" diye sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Bu kendisiyle şeytanların taşlandığı bir yıldız olup, Allah'ın
ayetlerinden bir ayettir" der. Ebû Tâlib buna şaşınca, bu sûre nazil
olur.[11]
Bil ki Allah Teâlâ
adına yemin ettiği şeyleri zikredince, yemin ettiği hususu da zikrederek, "Herkes üzerinde muhakkak bir gözeten
vardır" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak bir kaç mesele vardır:[12]
Ayetteki, “Lemmâ”
ifadesi iki şekilde okunmuştur:
1) İbn
Kesir, Ebû Amr, Nâfî ve Kisâî, bunu, şeddesiz mîm ile “Lemâ” şeklinde;
2) Âsım,
Hamza ve Nehâî ise, şeddeli mîm ile “Lemm┺eklinde okumuşlardır. Ebû Ali el-Fârisî
şöyle der: "Bunu şeddesiz okuyanlara göre, ayetin başındaki “İn” edatı,
şeddeli “İnne”den hafifletilmiş “İn” olur ve “Lemmâ”daki lâm, bu “İn” edatını, in-i
nâfiyeden seçebilmene yardımcı olan bir emare olur. “Mâ” da, tıpkı “Febimâ
rahmetin minallahi” (Al-i imrân, 3/159) ve “Ammâ kalil” (Mü'minûn, 23/40)
ayetlerindeki “Mâ”lar gibi zâid olur. Bu durumda, “İnne” şeddeli olarak kasem
ile kullanılabildiği gibi, şeddesiz olarak da kasemle kullanılmış olur. Fakat
bu ifadeyi şeddeli olarak “Lemmâ” şeklinde okuyanlara göre, ayetin başındaki “İn”
edatı, tıpkı “Mâ en mekkennâkum” (Ahkâf, 46/26) ayetinde olduğu gibi in-i
nâfiye olur. “Lemmâ” da “illâ” manasına olmuş olur. “Lemmâ” şu iki yerde “İllâ”
manasına kullanılır:
a) Burada,
b) Kasemle
kullanıldığı yerde... Nitekim mesela, “Seeltuke billahi lemmâ fealte” dersin ki
bu “Lemma”, “İllâ” manasınadır. Ahfeş, Kisâî ve Ebû Ubeyde'nin”Lemmâ”nın “İllâ”
manasına kullanıldığı görülmemiştir" dediği rivayet edilmiştir. İbn Avn
da, "İbn Sîrîn'in yanında bunu şeddeli olarak “Lemmâ” şeklinde okudum. O,
bu okuyuşumu yadırgamayarak, "Sübhânellâh, Sübhânellâh" dedi. el-Utbî
de “Mâ” manasına olan “İn” ile birlikte kullanılan “Lemmâ”nın, Huzeyl lehçesine
göre olduğunu iddia etmiştir.[13]
Ayette, bu gözetenin
kim olduğu beyan edilmediği gibi, insanı nelerden koruduğunun beyanı da yer
almamıştır:[14]
Birinci husus
ile ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür:
1)
Müfessirlerden bazılarına göre, bu gözeten ve koruyan, Hak Sübhânehû ve
Teâlâ'dır. Gerçekte de böyledir. Çünkü Allah'ın dışında kalan her varlık,
"mümkin"dir. Mümkin olan her varlığın, varlığı yokluğuna ancak bir
tercih eden sayesinde tercih edilmiştir. Bu da, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan
bir varlığa varıp dayanır ki bu varlık, kendisinin muhafazası ve öyle bırakması
sayesinde varlıkların kalabildikleri ve devam edebildikleri, Kayyûm Hak
Teâlâ'dır. Hak Teâlâ, "Allah gökleri
ve yeri, zail olmasınlar diye tutar" (Fatır, 35/41) ayetinde, genel olarak,
gökler ve yer hakkında durumun böyle olduğunu, bu ayette de, özel olarak insan
hakkında bunun böyle olduğunu beyan etmiştir.
Söz gerçekte, Hak
Teâlâ'nın Kendisi dışında kalan herşey için yemin ettiğine varıp dayanır. Çünkü
kendisi dışında varlıklar, mümkinü'l-vücud olup, muhdesdirler, muhtaçtırlar,
mahlukturlar, terbiye edilip geliştirilmişlerdir. Ayetteki "nefs"
kelimesini, mutlak "zat" manasına aldığımızda, bu sözkonusudur. Ama
"nefs" kelimesini, teneffüs eden nefis, yani canlı manasına
aldığımızda, Hak Teâlâ'nın bu "nefs"in "gözeteni" olması
ile, onun hallerini bilen, ona tüm faydaları ulaştıran ve ondan tüm zararları
bertaraf eden bir zat olmuş olur.
2) Ayetteki
bu "hafız" (gözeten-koruyan), meleklerdir. Nitekim Allah Teâlâ, "O, sizin üzerinize muhafız melekler
gönderir" (En'âm, 6/61), "Sağda
ve solda bir oturan (bekçi) vardır. O (insan) her ne söz söylese, mutlaka
yanında bir gözeten muhafız vardır" (Kâf, 50/17-18), "Şüphesiz sizin üzerinizde, şerefli
kâtibler olan hafız (koruyucu gözetici melekler) vardır" (İnfitar, 82/10-11)
ve "O (insanın) önünden ve
aralarından onu izleyen (melekler) vardır. Onlar onu, Allah'ın emriyle
gözetirler" (Ra'd, 13/11) buyurmuştur.
İkinci husus,
yani, bu gözetip koruyanın o canı nelerden koruduğu hususuyla ilgili olarak şu
izahlar yapılmıştır:
1) O hafız
(gözetip-koruyan), kişinin yaptığı işlerin açığını da gizlisini de, küçüğünü de
büyüğünü de yazarlar. Böylece kıyamet gününde, kişinin önüne, yazılmış,
çizilmiş bir kitab açıp korlar.
2) Her canlı
(kişi) üzerinde, onun amellerini, rızıklarını ve ecelini koruyan-gözeten bir
"hafız" (bekçi) vardır. Binâenaleyh insan ömrünü ve rızkını
tamamladığı zaman, onu tutup Rabbine götürürler. Bu mananın neticesi, kâfirleri
tehdid, Hz. Peygamber (s.a.s)'i tesellidir. Bu tıpkı, "Sen onlara karşı (azab istemekte) acele etme. Biz ancak onların
(günlerini ve nefeslerini) sayıyoruz" (Meryem, 19/84) yani “sonra
onlar bu kısa zamanda ahirete gelirler ve hakettikleri şeyi görürler"
ayeti gibi olmuş otur.
3) Her kişi
üzerinde, onu bozulmaktan, kırılmaktan, ölümden koruyan bir muhafız vardır.
Binâenaleyh o cana, ancak Allah'ın takdir ettiği şeyler isabet eder.
4) Ferrâ da
şöyle der: Her can üzerinde, onu kabre teslim edene kadar onu koruyan bir
muhafız vardır. Bu, Kelbî'nin görüşüdür.[15]
Bil ki Allah Teâlâ
her canın bir gözeticisi, amellerin bir kaydedici muhafızı bulunduğuna yemin
ettiğine göre, herkesin, işlerin en önemlisini yapıp, elde etmeye gayret
göstermesi gerekir. Halbuki hem şer'î, hem de aklî deliller, işlerin en mühiminin,
mebde' ile me'âd'ın bilinmesi olduğu hususunda mutabıktırlar. Alimler, mebde'
bilgisinin, me'âd bilgisinden önce geldiği hususunda müttefiktirler. İşte
bundan dolayı Hak Teâlâ, mebde' (yaratılışın başlangıcına) delalet eden şeyle
söze başlayarak şöyle buyurmuştur:[16]
'Şimdi insan, hangi
şeyden yaratıldığına bir baksın. O, atılarak dökülen bir sudan yaratılmıştır.
(O su), (erkeğin) sulb ile teraib arasından çıkar" (Tank, 5-7).
Bu ayetlerle ilgili
olarak birkaç mesele var:[17]
"Difk", suyu dökmek demektir. Nitekim "Ben suyu döktüm, o da
döküldü" manasında, “Defektu’l-mâe fehuve medfukun” denilir. Dökülmüş
manasında, "mündefik" denilir. Su "dökülmüş' olunca, âlimler,
Cenâb-ı Hakk'ın bunu niçin "dâfik" (döken) diye tavsif ettiği
hususunda şu değişik izahları yapmışlardır:
1) Zeccâc,
bunun “Zu difakin” (Dökülme özelliğinde) takdirinde olduğunu ve Arapça der, zırh (dir’), feres (at), nebl (atıcı),
leben (süt), temr (hurma) kelimeleri yerine, ism-i failleri olan, dâr’, fâris,
nâbil, lâbin ve tâmir kelimelerinin kullanılışı gibi olduğunu söylemiştir.
Zeccâc, Sibeveyh'in de bu fikri benimsediğini nakleder.
2) Araplar,
ism-i mef'ûlü bazan ism-i fail kalıbı ile ifade ederler. Ferrâ şöyle der:
"Hicazlılar, "ef'âle" ism-i tafdîl veznini, bu manada
kullanırlar. Mesela, ism-i mef'ûlu, sıfat olduğu zaman, ism-i fail sigasına
sokarlar. Bundan dolayı mesela, "gizlenmiş sır" manasında, "sırrun
kâtimun", "ortaya çıkıp dikilmiş düşünce" manasında "hemmün
nâsıbun" ve uyunmuş gece manasında, "leylün nâimun" derler. Bu
tıpkı “Fi ışetin radiyetin” (Kâria, 7) ayetinde, "râdiye" kelimesinin
"merdiyye" (razı olunan) manasına olması gibidir.
3) Halil,
kendisine nisbet edilen kitabında şunları yazar: "Su bir kerede
döküldüğünde, “Dufika’l-mâu, defkân, dufuken” testi bir kerede döküldüğünde, “İndefeka’l-kuzu”
denilir. Yine, testi ve benzerleri (kendiliğinden) döküldüğünde, bunda uğur var
sayılarak, "dâfıkun hayrun" (hayırlı dökülüş) derler. Kutrub'un kitabında da, su döküldüğünde “Dufika’l-mâu,
yudfeku” denildiği yazılmıştır.
4) Suyun
sahibi "dâfik" (döken) olunca, bu isim mecazi olarak dökülen su için
de kullanılmıştır.[18]
Ayetteki
"sulb" kelimesi, iki fetha ile, “Essalebi” Ve iki dammeyle “Essulebi”
şeklinde de okunmuştur. Bu kelime şu dört değişik şekilde okunur: Salebu,
sulubu, sulbu ve sâlibu.[19]
Kadının "terâib'i, gerdanlığının bulunduğu göğüs kemikleri demektir. Bu bölgenin her bir
kemiğine de, "terîbe" denilir ki bu bütün dilcilerin görüşüdür.
Nitekim İmriu'l-Kays şöyle demiştir:
"Göğüs kemikleri, tıpkı ayna gibi
parlak..."[20]
Bu ayetin tefsiri
hususunda şu iki izah yapılmıştır:
1) Çocuk,
erkeğin sulbünden (arka kemiğinden) kadının da göğüs kemiklerinden çıkan sudan
yaratılmıştır.
2) Çocuk,
erkeğin sulbü (bel kemiği) ile, yine erkeğin göğüs kemiğinden yaratılmıştır.
İkinci görüşü
savunanlar, iki delil ileri sürerler:
a) Erkeğin
suyu (menisi), sadece sulbundan çıkar. Kadının suyu, sadece teraibden (göğüs
kemiklerinden) çıkar. Bu durumda ise, (çocuğun meydana gelişinde), erkeğin
sulbü ile, "terâib" (göğüs kemiği) arasından çıkan bir su, söz konusu
olmaz. Bu ise, ayetin aksine olmuş olur.
b) Allah
Teâlâ, insanın, fışkıran (atılan) bir sudan yaratıldığını beyan etmiştir. Böyle
tavsif edilebilecek olan ise, erkeğin suyudur. Hak Teâlâ daha sonra, bu suyu
"çıkar" diye tavsif ederek, bu "atılma"ya atfetmiştir, yani
o atılan (fışkıran) suyun, sulb ile teraib arasından çıktığını belirtmiştir.
Bu, o çocuğun sadece erkeğin suyundan yaratıldığını gösterir.
Birinci görüşü
savunanlar, bunların birinci delillerine şu şekilde cevap verirler: Farklı-ayrı
iki şey hakkında "Bu iki şey arasından pek çok hayır çıkar"
denilebilir. Bir de, erkekle kadın birleştiklerinde, o ikisi adeta tek bir
vücud haline gelirler. Binâenaleyh, bu lafzın burada kullanılması, güzel ve
yerinde olmuştur. Onların ikinci delillerine de şu şekilde cevap verirler:
"Bu, bir bütünün
parçasının, bütününün tümünü ifade için kullanılması türünden birşeydir.
Binâenaleyh, çocuğu meydana getiren suyun (meninin) iki tarafından biri atılma
(fışkırma) özelliğine sahip olunca, bu özellik her iki taraf için
kullanılmıştır." Birinci görüşte olan bu kimseler sözlerine şöyle devam
ederler: Bunun böyle olduğunun delillerinden birisi de şudur: "Çocuk, her
iki sudan yaratılmıştır. Çünkü, sadece erkeğin suyu azdır, bu hususta yeterli
olmaz. Bir de, Hz. Peygamber (s.a.s) "Erkeğin
(kocanın) suyu(menisi) fazla olduğunda, doğacak çocuk erkek olur ve babasına,
babasının akrabalarına benzer. Ama kadının suyu fazla olduğunda, çocuk kadına
ve kadının akrabalarına benzer"[21]
buyurmuştur, ki bu, birinci görüşün doğruluğunu gerektirir."[22]
Bil ki dinsizler bu
ayet hakkında ileri geri konuşarak şöyle demektedirler: "Eğer Allah'ın "(O
su), (erkeğin) sulb ile teraib arasından çıkar" ifadesinden, meninin bu
bölgelerden ayrılıp çıktığı kastediliyor ise, durum hiç de böyle değildir. Zira
meni, ancak dördüncü hazmın, yani sindirimin fazlalarından oluşur. Böylece de,
her uzvun karakter ve özelliğini taşıyabilmesi ve bu meniden o uzuvlar gibi
uzuvların meydana gelebilmesine müsait olabilmesi için, bedenin bütün
parçalarından ve her tarafından kopup gelir. İşte bundan ötürü, aşırı cima
yapanların, bütün uzuvlarına bir zayıflama hakim olur.
Yok eğer bu ifadeyle,
meniyi oluşturan parçalarının büyük kısmının bu kemiklerden oluştuğu
kastediliyor ise, bu görüş de zayıftır. Çünkü aksine meniyi oluşturan cüzlerin
çoğu, beyinde oluşur. Delili ise, meninin şeklinin, beyine benzemesidir. Bir de
cima işini çokça yapanların, önce gözlerinde zayıflama başlar. Yok eğer,
ayetteki bu ifadeyle, meninin karar (yerleşme, toplanma) yerinin buralar olduğu
kastediliyor ise, bu da zayıftır. Çünkü meninin karargahı, meni kesecikleridir.
Bunlar da, yumurtaların yapımda, içice girmiş girift damarlardır. Yok eğer bu
ifadeyle, meninin çıkış yerinin buralar oiduğu kastediliyor ise, bu da
zayıftır. Çünkü müşahede bunun böyle olmadığını göstermekledir."
Bunlara şöyle cevap
verilir: Meninin oluşmasında en büyük desteği sağlayan şeyin ve buna yardımcı
uzuvların en büyüğünün beyin olduğunda şüphe yoktur. Fakat beynin de halifesi
(vekili) vardır. Bu da, omurgaların içinde, beyne kadar uzanan sinirlerdir.
Bunlar, arka kemiği (sulb) içinde yer alırlar. Bunun, bedenin başlangıcına
doğru uzanan pek çok kolları vardır ki işte bunlar "terîbe" (teraib)dir.
işte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, özellikle bu iki yeri zikretmiştir. Kaldı
ki, sizin sözünüz, meninin nasıl oluştuğu hususundadır. Uzuvların, meniden
nasıl oluştuğu meselesi ise, sırf bir vehimdir ve zayıf bir zandır. Halbuki,
kabule uygun olan ise, Cenâb-ı Hakk'ın kelamıdır.[23]
Biz, bu kitabımızın
pekçok yerinde, şu sebeplerden dolayı, insanın bir nutfeden meydana gelişinin,
hür İrade sahibi bir yaratıcının
varlığına delalet etmesinin apaçık delillerden olduğunu beyan etmiştik:
1) İnsan
bedenindeki enteresan oluşumlar, pek çoktur. Binâenaleyh, insanın bedeninin
basit bir maddeden oluşup meydana gelmesi, hür ve irade sahibi bir varlığa daha
fazla delalet eder.
2) İnsanın,
kendisinin hallerine muttali olması ve onları bilmesi, başkasının hallerine
muttali olmasından daha çok ve daha mükemmeldir. Binâenaleyh, hiç şüphesiz bu
delalet daha tam ve daha mükemmel olmuştur.
3) İnsanın,
bu halleri, hem kendi çocuklarında, hem de diğer canlıların yavrularında görüp
müşahede etmesi süreklidir. Dolayısıyla hür irade sahibi bir yaratıcının
varlığına, bunlardan yola çıkarak istidlal etmek, daha güçlü olur.[24]
4) Bu tür
istidlaller, hakîm ve hür irade sahibi bir yaratıcının varlığına kesinkes
delalet ettiği gibi, öldükten sonra dirilmenin, haşrin ve neşrin olacağına da
kesinlikle delalet eder. Bu böyledir, zira insanın meydana geldiği,
ana-babasının bedeninde, ayrı ayrı yerlerde bulunan parçaların, hatta bütün
alnındaki parçaların bir araya getirilmesi iledir. Binâenaleyh, o yaratıcı, bu
ayrı ayrı parçaları bir araya getirip, böylece ondan sapasağlam bir insan
yaratmaya kadir olduğuna göre, o insanın ölümünden ve herbir parçasının her bir
tarafa dağılmasından sonra da, o Yaratıcının mutlaka o parçaları bir araya
getirebileceğinin ve ta başlangıçta olduğu gibi sapasağlam ve düzgün bir mahluk
haline koyabileceğinin söylenilmesi gerekir.[25]
İşte bu sırdan dolayı,
Cenâb-ı Hak, insanın yaratılışının başlangıcına dair olan delilleri beyan
buyurunca, buna, "ahiref'in olabileceğinin delillerini de dayandırmak
üzere "Şüphe yok ki (Allah) onu (yeniden diriltip) döndürmeye elbette
kadirdir" (Tank. 8) buyurmuştur.
[26]
Bu ifadeyle ilgili iki
mesele vardır:[27]
“İnnehu” daki “Huve” zamiri,
mercii daha önce geçmese bile, Yaratıcı'ya raci olan bir zamirdir. Delili ise
şu iki şeydir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın yaratıcı olmasının, kendisinin halife oluşuna delâlet etmesidir. Buna
göre mana, "Yaratan bu zat, o insanı yeniden yaratmaya kadirdir"
şeklinde olur.
2) Bu merci,
her ne kadar lafzan daha önce geçmese dahi, zamirin merciinin Cenâb-ı Hak
olduğuna delalet eden şeyler, daha önce geçmişti. Akıl, bu tasarrufa kadir olan
zatın, Cenâb-ı Hak olduğuna açıkça delalet etmektedir. Binâenaleyh, bu husus
son derece açık ve net olunca, bu, daha önce zikredilmiş gibi olmuştur.[28]
“Er-rac’” kelimesi,
bir şeye tekrar döndüğünü ifade etmek için kullandığın, “Raca’tu’ş-şey’e” ifâdesinin
masdarıdır. O halde, “Alâ rac’ihi” ifadesindeki zamir neye racidir? Bu hususta
da şu iki izah yapılabilir:
1) Doğruya
en yakın olan görüşe göre bu zamir, "insan"a raci olup, buna göre
mana, "insanın direkt olarak yaratmaya kadir olan zâtın, ölümünden sonra o
insanı yeniden, canlı olarak iade etmeye, yaratmaya kadir olması gerekir"
şeklinde olur. Ki bu manaya göre bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "De ki, o insanları, onları ibtidâen
yaratan diriltecektir..." (Yasin, 36/79) ayetiyle "Bu (ikinci yaratış), O'na daha kolaydır" (Rum, 30/27)
ayeti gibi olmuş olur.
2) Bu zamir,
"insan"a raci değildir. Mücâhid, bu ifadeye, "O, erkeğin
cinsiyet uzvuna meniyi, suyu yeniden döndürmeye kadirdir" manasını
verirken, İkrime ve Dahhâk, "O suyu, sulbe (yani bel kemiğine) döndürmeye
kadirdir" manasını vermişlerdir. Dahhâk'ın bu ifâdeye, "O, insanı,
başlangıçtaki gibi bir su haline döndürmeye kadirdir" şeklinde de bir mana
verdiği rivayet edilmiştir.
Mukâtil ibn Hayyan
ise, bu ifadeye, "İstersem, onu, yaşlılıktan gençliğe, gençlikten
çocukluğa, çocukluktan da nutfe haline dönüştürebilirim" manasını
vermiştir. Bil ki, birinci görüş daha doğrudur ve Cenâb-ı Hakk'ın, "O günde ki, sırlar yoklanıp meydana
çıkarılacaktır" (Tarık, 86/9) ifadesi de bunun böyle olduğunu
gösterir. Binâenaleyh, ayetin manası, "O, insanı, kıyamet gününde yeniden
diriltmeye kadirdir" şeklinde olur.[29]
Cenâb-ı Hak, öldükten
sonra dirilmenin ve kıyametin gerçekliğine dair deliller getirince, insanın o gündeki
halini nitelemek üzere, "O günde ki
(bütün) sırlar yoklanıp, meydana çıkarılacaktır. Artık onun için ne bir kudret,
ne,de bir yardımcı vardır..." (Tarık, 9-10) buyurmuştur.
[30]
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:[31]
Ayetin başındaki “Yevme”
kelimesi, “Rac’ihi” ifâdesi ile mansubtur. Binâenaleyh, bu ifadedeki "hüve"
zamirini, "su, meni"ye raci kılıp, bunu, o suyun "sulb" ile
"terâib"den çıkması manasına ya da ilk hal manasına alanlara göre, bu
zarf (Yevm) “Femâ lehu min kuvvetin” ifadesiyle mansub olmuş olur ki, buna göre
mana, "O günde o kimsenin kuvveti yoktur" şeklinde olur.[32]
Ayetteki “Tublâ”
kelimesi, "sınanır, imtihan edilir, yoklanır" manasındadır.
"Serâir" de, kalblerde saklı tutulan, inançlar, niyetler ile yapılan
gizli işlerdir. Bu imtihan ve denemenin keyfiyeti hususunda şöyle birkaç görüş
ileri sürülmüştür:
1) Kaffâl'ın
ileri sürdüğüne göre, buradaki "imtihan" şudur: Kıyamet gününde
insanın amelleri, kendisine sunulur ve söylenilenlerin yapılanlara uygun mudur
değil midir bilinebilmesi için, meleklerin, kişinin amellerini ayrıntılı bir
biçimde yazdıkları o sahifelere de bakılır. İşte kıyamet günündeki muhasebe, bu
tarz üzere cereyan. edeceği için, buna "ibtilâ ve imtihan"
denilebilir. Cenâb-ı Hak hernekadar, o insanların yaptıklarının ve
yapmadıklarının tafsilatını biliyor ise de, kulları açısından bu işlem bir
imtihan olarak görüleceği için, bu işe bu adın verilmiş olması uzak bir ihtimal
değildir.
2) Bu
işlere, kendilerinden dolayı, sahiplerinin mükafaat veya cezaya müstehak
olmaları sebebiyle, bu adın verilmiş olması da mümkündür. Çünkü, nice fiil
vardır ki, dışı güzel, içi ise, çirkindir. Bunun aksine olanlar da vardır. Binâenaleyh,
bu fiillerin denenip gözden geçirilmesi, racih olanın ne, mercuh olanın ne
olduğunun anlaşılabilmesi için, bu birbiriyle çelişen durumlarla tercihe medar
olan şeylerin bulunup ortaya konulmasıdır.
3) Ebû
Müslim şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, “Veneblu ehbarakum” (Muhammed,
47/31) ve “Velenebluvennekum” (Muhammed, 47/31) ifadelerinde olduğu gibi, hem
bir şeyi ortaya koymak için, hem de imtihan etmek için kullanılır."
Öte yandan müfessirler
şöyle demektedirler: "Allah'la kulu arasında olan bu sırlar, kıyamet
gününde, iyisi kötüsünden, bunları yapan yapmayandan ayırdedilip ortaya
konulsun, denir.." Bu, İbn Ömer (r.a)'in, "Allah Teâlâ kıyamet
gününde, o amellerden yapılan her gizli şeyi ortaya kor. Böylece de bu, kimi
yüzlerde bir güzellik meydana getirirken, kimi yüzlerde de bir leke meydana
getirir. Yani, bu işleri güzel bir biçimde yapan kimselerin yüzleri aydınlık;
zayi eden kimselerin ise yüzleri, bulanık, siyah olur" şeklindeki sözünün manasıdır.[33]
Bu ayet, o günde kulun
herhangi bir kudretinin olmayacağına delalet etmektedir. Çünkü, insanın
kuvveti, ya kendisinden kaynaklanır,
yahut başka bir şeyden.
Birincisi, ayetteki, "Artık onun için ne bir kötülük...
vardır" İkincisi de, "ne de
bir yardımcısı vardır..." ifadesiyle nefyedilmiştir. Buna göre mana,
"İnsanın, sayesinde, başına gelecek o azapları kendisinden
uzaklaştırabileceği bir kudreti olamayacağı gibi, bunu savuşturma hususunda
kendisine yardım eden bir yardımcısı da olmayacaktır" şeklinde olur.
Ayetin ifadesinin bir zecr, kınama, men olduğunda ise şüphe yoktur, “Min
kuvvetin” ifadesinin başına, "olumsuz bir siyakta “Min” harf-i cerrinin
gelmesinin manası, kuvvetin azının da çoğunun da bulunmayacağını ifade etmek
için olup, buna göre adeta, "İnsan için, o günde, hiçbir kuvvet, hiçbir
yardımcı yoktur" denilmek istenmiştir.[34]
"Şefaatin
olmayacağı hususunda, bu ayetin de delil olarak getirilmesi mümkündür. Bu
yönüyle bu ayet, Cenâb-ı
Hakk'ın tıpkı, "Hiçbir nefsin, hiçbir kimseye, hiçbir
surette fayda vermeyeceği... o günde" Bakara, 2/123) ayeti gibi olmuş
olur" denilirse, bunun cevabı daha önce geçmişti.[35]
"Andolsun, o
dönen göğe, o yanlan yere ki, hakikaten o (Kur'ân) hak ile batılı ayırdeden katı bir kelamdır. O, bir
şaka değildir. Doğrusu, onlar alabildiklerine hileler düzerler. Ben de onların
hilelerini, ceza ile karşılarım. (Habibim), sen şimdilik kafirlere mühlet ver,
onları biraz geciktir." (Tank, 11-17).[36]
Bil ki, Cenâb-ı Hak,
Kendisinin birliğinin ve ahiret gününün delillerini bitirince, bir başka
biçimde yemin etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, “Ve’s-semâi zâti’r-rac’i” ifâdesine
gelince, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demektedir: "Buradaki “Er-Rac’i”
kelimesiyle, tekrar tekrar geldiği için, yağmur kastedilmiştir." Bil ki,
Zeccâc'ın ve diğer dilcilerin, “Er-Rac’i” kelimesinin, ta baştan yağmur
manasında vaz olunmuş bir isim olmadığı, tam aksine yağmura, mecazî olarak bu
ismin verildiği hususu gayet açıktır. Bu mecazi ifadenin güzel ve yerinde
olmasının sebepleri şunlardır:
1) Kaffâl
şöyle der: Bu deyim, "tercîu's-savt" ifâdesinden olup, bu da, sesi
tekrar tekrar iade edip, harfleri birbirine vasletmektir. Yağmur da tekrar
tekrar yağdığı için "er-rec’" adını almıştır.
2) Araplar,
bulutun bu suyu, yerdeki denizlerden alıp, sonra aynısını yere döndürdüğünü
iddia etmişlerdir.
3) Onlar,
bir tefe'ûl (uğur sezme) manasını kastetmiştir. Dolayısıyla da, yağmura,
"Tekrar yağsın, yeniden dönsün" niyetiyle, "er-rec' " adını
vermişlerdir.
4) Yağmur,
her yıl yağdığı için bu adı almıştır. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz
diyoruz ki: Bu hususta müfessirlerin görüşleri de şunlardır:
1) İbn
Abbas, bu ifadeye, tekrar tekrar yağdığı için, "... yağmurlu göğe yemin
olsun" anlamını vermiştir.
2) "Semâ'ın rec'ı" "kendisi tarafından zaman zaman, gelen
hayırlar, hayır vermek..." anlamındadır. Yani, "o bunları defalarca
verir..." demektir.
3) İbn Zeyd
de şöyle demektedir: "Bu ifade, güneşin ve ayın batmasından sonra, tekrar
geri dönüp gelmesinden dolayı, söylenmiş bir ifadedir. Ama, esas görüş,
birincisidir.[37]
Cenâb-ı Hakk'ın “ve’l-ardi
zati’s-sad” “ "o yanlan yere .." ifadesine gelince, bil ki, “es-sad’”
yarılmak anlamında olup, “Yevmeizin yusaddiune” (Rum, 30/43} ayeti de böyledir.
Yani, "ayrılırlar" demektir, Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de
şunlardır: İbn Abbas, bu ifadeye yerin, bitki ve ağaçlar sebebiyle yarılması
manasını verirken, Mücâhid, ayetin bu ifadesine, "Aralarında yarıkların,
geçitlerin, yolların bulunduğu dağlar sahibi yer..." manasını vermiştir.
Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Biz o yer
yüzünden gelmiş yollar, vadiler, yarattık..." (Enbiya, 21/31)
buyurmuştur. Derken, Leys, "es-Sad' ", yeryüzünün bitkileridir. Zira,
bitkiler yeryüzünü çatlatır da, böylece de yeryüzü çatlamış olur. İşte bu
yüzden bitkiler yeryüzünü yardığı için, bitkilere es-sad’denilmiştir"
demiştir.
Bil ki, Cenâb-ı
Hak, mebde' ve meâd'ın bilinmesine, canlıların nasıl yaratıldıklarını delil
olarak getirdiği gibi, bu kısımda da, bitkilerin nasıl yaratıldıklarına yer
vermiştir. O halde bu demektir ki, yağmurlu gök, tıpkı bir baba; çatlak yer de,
tıpkı bir ana gibidir. Ki işte bu ikisi de büyük nimetlerdendir. Zira, dünyanın
nimet oluşu, tekrar tekrar gökten yağan yağmur ile, aynen bu şekilde yerden
biten bitkilere varıp dayanmaktadır.
[38]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, bu yeminlerin peşinden ne için yemin ettiğini de getirerek,
"Hakikaten o (Kur'ân) hak ile batılı ayırdeden kati bir kelamdır"
buyurmuştur.
[39]
Bu hususta birkaç
mesele vardır.[40]
Buradaki zamir
hakkında şu iki görüş ileri sürülebilir:
1) Kaffâl'ın
dediğine göre mana, "Sırların kendisinde ortaya çıkarılacağı günde, sizi
dirilteceğime dair, size haber verdiğim bu kudretim sayesinde hakkın batıldan
seçildiği, ayırdedici ve hak olan bir şeydir" şeklindedir.
2) Bu zamir
Kur'ân'a raci olup, mana, "Kur'ân, hak ile batılın arasını seçen bir
kitabtır" şeklindedir ve bu tıpkı Kur'ân'a, "furkân" adının
verilmesi gibi olur. Birinci görüş daha evladır. Çünkü zamirin kendinden önce
geçen birşeye raci olması daha uygundur.[41]
Ayetteki, “Kavlun
faslun” ifadesi, "kendisi ile hakkın batıldan ayırdedilip seçildiği bir
hükümdür. "Faslu'l-husumât" ifadesi de böyle olup,
"düşmanlıkları ve anlaşmazlıkları, verilen hükümle sona erdirmek"
demektir. Yine münakaşayı, dedikoduyu ve sürtüşmeyi kesip sona erdiren söz
manasında, "Bu, bir kavlü fasldır" denilir. Bazı müfessirler de,
ayetteki bu ifadenin manasının, Hak Teâlâ'nın, "O, bir şaka değildir" (Tarık, 86/14) ayetinden ötürü,
"Bu, hak olan bir ciddiyettir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna
göre bu, "Kur'ân, şaka ile değil, ciddiyetle indirilmiştir" demektir.
[42]
Daha sonra Hak Teâlâ,
"O, bir şaka değil" buyurmuştur ki bu da, ayırdedici beyan, bazan
ciddi bir şekilde ve kendisine değer verilecek bir biçimde söylenir, bazan da
böyle olmayabilir. Ama bu, işte böyle ciddi olan kısmındandır" demektir.[43]
Hak Teâlâ daha
sonra, "Hakikat onlar alabildiklerine hileler düzerler"
buyurmuştur. Bu hileler şu şekillerde düşünülebilir:
1) Bir takım
şüpheler ortaya atma şeklinde... Nitekim "Hayat,
sadece dünya hayatımızdan ibarettir" (En'âm, 6/29), "Bu çürümüş kemikleri kim yeniden
diriltecek" (Yasin, 36/78), "O
(Peygamber), bir kaç ilahı, bir tek ilaha mı indiriyor" (Sâd, 38/5), "Bu Kur'ân, iki beldenin en büyük bir
adamına indirilmeli değil miydi?" (Zunrûf, 43/31) ve "O (Kur'ân) sabah akşam ona yazdırılıyor"
(Furkan, 25/5) gibi şüpheler ortaya atmışlardır.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, sâhir, şâir ve mecnûn olduğunu ileri sürerek, Kur'ân'ı
tenkid etme...
3) "Kafirler
seni yakalamak, öldürmek, yahut da
memleketinden sürüp çıkarmak için, sana tuzak kuruyorlardı" (Enfal,.8/30)
ayetinde de belirtildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.s)'i öldürmeye yönelik
hileler...[44]
Cenâb-ı Hak, daha sonra "Ben
de bir hile yaparım" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ hakkında
kullanılan, "hile yapma" fiili, şu manalara gelebilir:
1) Hak
Teâlâ'nın, kâfirlerin hile ve tuzaklarını, Hz. Muhammed (s.a.s)'den bertaraf
edip, bu tuzaklara karşı, ona yardım edip, dinini yüceltmekle karşılık vermesi
manasına... Burada bu ifade, tıpkı "Kötülüğün
cezası, dengi bir kötülüktür" (Şura, 42/40) ayetinde olduğu gibi, iki
zıt şeyden birini, diğerinin adıyla adlandırmak suretiyle, böyle ifade
edilmiştir. Nitekim şair de "Sakın ha, kimse bize karşı cahillikte
bulunmasın. Aksi halde biz de, o cahillerin cehaletinden daha fazla bir
cahillikle karşılık veririz" demiştir. Keza Hak Teâlâ, "Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onlara
kendilerini unutturdu" (Haşr, 59/19) ve "Onlar Allah'a tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurar"
(Nisa, 4/142) buyurmuştur.
2) Bu, Allah
Teâlâ'nın onlara tuzak kurması, onları tam zamanında yakalamak için, onların
küfürlerine mühlet vermesi demektir.[45]
Hak Teâlâ daha sonra, "(Habibim), sen şimdilik kafirlere
mühlet ver" buyurmuştur ki bu, "Onların helaki için beddua etme
ve bu hususta acele davranma" demektir.
Daha sonra da, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, onlar için zaman tanıyıp, haklarında acele etmemesini
emredince, bu emredilen mühletin, kısa süreli olduğunu bildirerek, "Onları biraz geciktir (biraz mühlet
ver)" buyurmuş ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i iyice teskin edip, sabrını
temin için, bu müddet verme işini böylece tekrarlamış ve bu iki ifadeyi farklı
bablardan (sigalardan) getirmiştir.
[46]
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele var:[47]
Ebû Ubeyde şöyle der:
"Ruveyden" ism-i tasgirinin, mükebberi (ism-i tasgir olmayan sigası),
“Ruvdun”dur." Ebu Ubeyde, şu beyti de bu manaya delil getirmiştir:
Ebû Ali, isim fiiller
bahsinde şunları zikreder: “Ruveyden zeyden ervidu zeyden” denilir. Bu,
"Zeyd'e mühlet ver ve ona acı" demektir. Nahîvciler, arap dilinde,
"ruveyden" kelimesinin şu üç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir:
1)
Emir manasında, isim fiil olarak... Nitekim
sen, “Ervidu zeyden” manasında “Ruveyden zeyden” dersin ve bununla,
"Zeyd'e mühlet ver, yani, onun yolunu boşalt Onu bırak, ona acı"
manasını kastedersin. Bu manada, "ruveyden" kelimesi,
"munsarıf" olmaz. Çünkü sonundaki tenvin, "tenvin-i
temekkün" değildir.
2) Bu
kelimenin de diğer masdarlar gibi bir masdar olarak, tıpkı diğer masdarlar
gibi, kendinden sonra gelen kelimeye muzaf olması... Nitekim “Darbu Zeydin” "Zeyd'in
vuruşu" ve “Darbe’r-rikab” "Boyunları
vurma" (Muhammed, 474) ifadelerinde olduğu gibi, “Ruveyde zeydin” "Zeyd'in mühleti"
dersin.
3)
Bu kelimenin mansûb bir sıfat olması.. Bu
tıpkı, “Sâru seyran ruveyden” "Yavaş bir gidişle gittiler" demende
olduğu gibidir. Araplar bu manada, “Sâru ruveyden” diyerek, bazan mevsûfu hazfeder,
sıfatı onun yerine korlar. Nitekim munsarıf sıfatlarda bazan böyle yaparlar.
Yine arapların, “Ved’an ruveydan” takdirinde “Da’hu ruveydan” (Onu yavaş koy)
şeklindeki sözleri de böyledir. Sen, birşeyi birşeye katan kimseye, “Ruveyden” diyerek,
"yavaş kat" manasını kastedersin. Burada şu iki izah yapılabilir:
1) Ayetteki
bu kelime "hal"dır.
2) "Sıfattır". Eğer mevsufunu açıkça zikredersen,
"hal" manasına olmaz. Ayetteki "ruveyden" bizim üçüncü
şıkta bahsettiğimiz şekildedir. Çünkü bu kelimenin mef'ûl-ü mutlakın sıfatı
olması ve adeta “Emhil imhâlen ruveyden” takdirinde olması mümkündür. Yine
ayetteki bu kelimenin "hal" olması ve mananın, "Onları, acele
etmeksizin mühlet ver" şeklinde olması da mümkündür.[48]
Bazı alimler, ayetteki
bu ifadenin, "Onlara kıyamete kadar mühlet ver" manasında olduğunu
ve "ruveyden"
kelimesinin, her geleceğin yakın olduğu bilindiği için, ism-i tasgir sigasıyla
getirilmiş olduğunu söylerlerken; kimileri de, bu ifadenin, "Onlara Bedir
gününe kadar mühlet ver" manasında olduğunu söylemişlerdir. Fakat önceki
görüş daha uygundur. Çünkü Bedir gününde ve diğer savaşlarda meydana gelen
hadiseler, genellik ifade etmez ve bütün kafirleri içine almaz. Ama bu mühlet,
ahiret gününe kadar uzayan bir manaya alındığında, bütün kafirleri içine alır
ve içine, o kafirlerin gerek Bedir'de, gerek diğer hadiselerde başlarına gelen
bütün dünyevi şeyler girmiş olur. Bütün bunlar, onlar için caydırıcı ve
sakındırıcı ifadelerdir. Yine bunlar onlar için bir sakındırmadır. Dolayısıyla
da takib ettikleri yolun aksi bir yola, yani taat yoluna bir teşviktir. Allah
Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-u selâm efendimiz Hz. Muhammed
(s.a.s)'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)![49]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/49.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/51.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/ 51.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/ 51.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/ 51.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/51-52.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/51-52.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/52.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/52.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/52.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/52.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/52.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/53.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/53.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/53-54.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/54.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/54-55.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/55.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/55.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/55.
[21] Müslim, Hayz, 33 (1/251).
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/55-56.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/56-57.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/57.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/57.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/58.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/58.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/58.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/58.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/58-59.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/58-59.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/59.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/59.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/59-60.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/60.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/60.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/60-61.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/61.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/61.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/61.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/61.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/62.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/62.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/62.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/62-63.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/63.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/63.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/63-64.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/64.