A'LÂ SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

İki Sûre Arasındaki Bağlantı 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 3

Cenab-ı Hakk'ı Tenzih Ve Tesbîh. 3

Tesbîhe Layık Olan Allah'ın Dört Düzenlemesi 4

Taş Kömürü Ve Kur'ân. 5

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 6

İniş Sebebi 6

Hz. Muhammed (A.S) Mükemmel Bir Hafızaya Sahipti 6

Kolay Olanına İletip Başarılı Kılmak. 6

Fayda Verdiği Sürece Öğüde Devam Etmek. 7

Öğütte Uygulanacak Metot 8

Cehennem'de Ölüm Olayı Yoktur. 8

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

İniş Sebebi 9

İlgili Hadîslcr. 9

Manevi Kirlerden Arınmak Ve Namaz Kılmak. 10

Dünya Hayatını Tercih Edenler. 11

Peygamberlere İndirilen Kitaplar Ve Sahifeler. 11


A'LÂ SÛRESİ

 

Cumhura göre, sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir, Tabiînden Dahhak'e göre, Medine'de inmiştir[1]

Birinci âyetinde Rabb'a sıfat olarak getirilen «A'lâ», aynı zamanda sûreye isim olmuştur. Aynca buna «sebbaha» fiiliyle başlandığı için «Seb-bih Sûresi» de denilmiştir.

Sûrenin Mekke'de indiğine delil olarak cumhur, Buharî'nin Berâ' b. Âzıb'den (R.A.) yaptığı  şu rivayeti göstermiştir.

Peygamber (A.S.) Efendimizin ashabından Medine'ye ilk gönderilen Mus'âb b. Umeyr (R.A.) ile İbn Ümmi Mektum (R.A.) idi. Bu iki sahabi bi­ze Kur'ân okutuyorlardı. Arkalarından Ammar, Bilâl ve Sa'd (Allah hep­sinden razi olsun) gelip onlara katıldılar. Sonra Ömer b. Hattab (R.A.) yirmi kişiyle birlikte geldi. Sonra da Resûlüllah (A.S.) Efendimiz teşrif et­tiler. Medineli'lerin Onun gelmesine sevindikleri kadar bir şeye sevindik­lerini görmedim. O kadar ki, çocuklar bile «Resûlüllah geldi» diye sesle­rini yükseltiyorlardı.

Ben «Sebbih isme Rabbike'l-A'lâ», benzeri birkaç sûre arasından seçip okuyuncaya kadar Resûlüllah (A.S.) gelmiş oldu [2]

Dahhak ve aynı görüşte olanlar ise, sûrede fitneye ve bayram na­mazına işaret bulunduğunu dikkate alarak onun Medine'de indiğini söyle­mişlerdir. Ama cumhurun tesbit ve görüşü daha sahihtir.    -

Âyet sayısı : 19

Kelime sayısı : 72

Harf sayısı :291[3]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- CenâbHakk'ı tenzih ve teşbih etmemiz emrediliyor.

2- Allah'ın her şeyi belli amaca yönelik olarak düzen ve dengede yarattığı konu ediliyor.

3- Ağaçların kömüre dönüştürüldüğü üzerinde  durularak  ana  fikir veriliyor.

4- Hz. Peygamber'in (A.S.) kendisine vahyedilen Kur'ân âyetlerini bir daha unutmamasıya ezberleyip hafızasında taşıdığı bildiriliyor.

5- Resûlüllah'ın (A.S.) mutlaka başarılı olacağı müjdeleniyor ve böy­lece mü'minler teselli ediliyor.

6- Öğüt vermenin önemine ve yararına değiniliyor.

7- İç önemini nifak ve inkardan arındırıp namaz kılanların kurtuluşa ereceği  haber veriliyor .

8- Âhiret'e, hazırlanmaya ağırlık verilmesi isteniliyor.

9- Bu ve benzeri âyetlerin İbrahim'in (A.S.) sahifelerinde, yani Ona indirilen kitapta; aynı zamanda Musa (A.S.)a indirilen Tevrat'ta yer al­dığı bildiriliyor.

10- Böylece semavî kitapların hemen hepsinde Allah'a ibâdet etme­nin ve O,'mı anmanın yol ve yöntemlerine yer verildiği anlaşılıyor. Aynı zamanda indirilen bütün kitaplarda kıyamet olayından ve kalıcı olan ikin­ci hayattan söz edildiği, bu hususta inzar ve tebşirde bulunulduğu da bi­linmektedir. Nitekim sûrenin son âyetleriyle bu hususa işaret edilmekte ve kısa da olsa bilgi verilmektedir. [4]

 

İki Sûre Arasındaki Bağlantı

 

İki sûre arasındaki bağlantı ise şöyledir:

Târik Sûresinde, Kur'ân'ın hakkı bâtıldan kesin çizgileriyle ayıran bir kitap olduğu açıklanırken, kâfirlerin bu kitaba karşı saldırı ve heze­yanlarına karşı bir süre sabredilmesi tavsiye edilerek sûre noktalandı. Böylece İslâm'ın ve Kur'ân'ın yakın gelecekte başarıya erişeceği ve in­karcıların da zillete uğrayıp baş aşağı geleceklerine işarette bulunuldu.

A'lâ Sûresi'ne ise, Kur'ân'ı bu kudret ve muhtevada ve erişilmesi mümkün olmayan özellikte indiren CenâbHakk'ı her türlü kusurdan, be­şerî sıfatlardan, yakışıksız isnatlardan tenzih etmenin gereği konu edile­rek başlanıyor ve sonra bu yüce kudretin insanlardan yana hazırladığı diğer birkaç nimete değinilerek inkarcılar insaf ve iz'âna davet ediliyor. [5]

 

Meali:

 

1- O çok yüce Rabbının ismini tesbîh et.

2- O ki yarattı, düzene koydu.

3- O ki (yarattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de) yolunu gösterdi.

4- O ki, yeşilliği (bütün güzelliğiyle ve yararlarıyla) çıkardı.

5 - Sonra da onu kararıp birbirine karışan çer-çöp haline (veya kup­kuru kömüre) çevirdi.

 

İlgili Hadîsler

 

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, A'lâ Sûresini çok severdi.» [6]

Hz. Aişe Validemiz (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vitir namazında (Sebbih isme Rabbike'l-A'lâ) ile (Kul ya eyyühe'l-kâfirûn) sûrelerini okurdu.[7]

Numân b. Beşîr (R.A.) diyor ki:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz iki bayram namazında da (Sebbih isme Rabbike'I-A'Iâ) süresiyle (Hel etâke hadîsü'l-ğâşiye) sûresini okudu. Bay­ram günü cumaya tesadüf edince de hem bayram, hem de cuma nama­zında bu iki sûreyi okudu.»[8]

Âmir el-Cühenî (R.A.) diyor ki:

«(Sebbih isme Rabbike'l-Azîm) âyeti inince, Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz bize: «Bunu rükuâ vardığınızda söyleyin» buyurdu. (Sebbih isme Rab­bike'I-A'Iâ) âyeti inince bize: «Bunu da secdeye vardığınızda söyleyin» buyurdu.[9]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Resûlülla1 A.S.) Efendimiz (Sebbih isme Rabbike'I-A'Iâ) sûresini okuyunca, (Sübhane Rabbiye'l-A'lâ) dedi.»[10]

Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Cenâb-ı Hak şüphesiz gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce mahlûkatının miktar ve kade­rini takdir buyurdu ki, O'nun Arş'ı su üstünde idi.»[11]

 

CenabHakk'ı Tenzih Ve Tesbîh

 

«O çok yüce Rabbının ismini tesbîh et..»

Âyette, o çok yüce olan Rabbı tesbîh etmemiz emredilirken, O'nun her ân tesbîh ve tenzihe lâyık olduğuna dair yedi kadar delil sıralanıyor. O belgeler üzerinde ciddi şekilde durulduğu takdirde, CenâbHakk'ın kelime kalıbına sığmayacak, sözle ifadesi mümkün olmayacak anlamda yüce olduğu rahatlıkla anlaşılır.

Böylece kendini akıl ve imamyla bu irfan çizgisine getiren kimse, O sonsuz kudretin ve yüce varlığın huzurunda eğilip secde ederken (Süb-hane Rabbiye'l-A'lâ) deyip kendi aczini ve mahviyetini, CenâbHakk'ın da erişilmezliğini dile getirmiş olur. Şüphesiz insan için en büyük şeref ve meziyet CenâbHakk'a kul olma idrâkini taşımak ve bunu hem sözlü, hem de fiilî olarak ortaya koymaktır. İşte bu noktada namazın ve secdenin önemi bir defa daha kendini hissettirmekte ve Allah'a yakın olmanın en kestirme yolu olduğunu kalp ve kafaya işlemektedir.

CenâbHakk'ın zâtı nasıl her türlü noksanlıktan, mahfûkî sıfatlardan pâk ve münezzeh ise, O'nun güzel isim ve sıfatları de öylece pâk ve mü­nezzehtir. O bakımdan O'nun güzel isimlerini sözlük çerçevesinde değil, çok yüce zâtına yakışır anlamda mânalandırmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak zâtıyla, sıfatıyla «A'lâ»dır; yani çok yücedir ve her türlü güzel öv­güye lâyıktır.

Bu bakımdan kâinat hem bütünüyle, hem de her parça ve atomuyla durmadan Hakk'ı tesbîh ve tenzîh etmekte; O'nu inkâr edenlerin iddia ve görüşlerini reddetmekte; O'na yakışmayan sıfat ve benzetmelerin anlam­sızlığını ortaya koymaktadır.

Cenâb-ı Hak bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:

«Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzîh etmek­tedirler.»[12]

«Göklerde ve yerde olanların hepsi Allah'ı tesbîh ve tenzih eder.»[13]

«En güzel isimler O'na mahsustur. Göktekilerle yerdekîler O'nu tes­bîh eder. O çok üstündür, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.»[14]

«Göktekiler ve yerdekiler, mülk-ü saltanat sahibi O çok mukaddes, çok üstün hakim olan Allah'ı tesbîh ederler.»[15]

Cansız eşyanın tesbîhi, gökteki bütün yıldızların ve yer aldıkları kü­melerin ve o kümelerin oluşturdukları galeksilerin hepsinin istisnasız şe­kilde, belirlenmiş bir plâna ve yüklenildikleri programa göre sürdürdük­leri hareketleridir. Atomların tesbîhi, elektronların çekirdek etrafında, baş döndürücü hızla dönmesidir.

Canlıların tesbîhi, akıl sahibi olmayan hayvanların yaratıldıkları amaç ve hikmete yönelmeleri, nesillerini devam ettirip iç güdüleriyle ilâhî dü­zene uymalarıdır.

Bitkilerin tesbîhi, belli şartlar ve ortamlar içinde yeşerip insan ve hay­vanların yararına hizmet vermesi ve bıraktıkları tohum, kök ve sporlarla benzerlerinin yetişmesini sağlamalarıdır.

Diğer bir yoruma göre:   

İnsan, cin ve melek dışında kalan canlı-cansız varlıkların kendilerine, hılkatlanndaki özelliklerine has tesbîhleri vardır ki, onu teknik İmkânlarla da olsa anlamamız çok zor, hattâ imkânsızdır. Meselâ Mesçid-i Saadet'te-ki hurma kütüğünün inlemesi, Mekke dışında Peygamber (A.S.) Efendi-miz'in avucuna aldığı çakıl taşlarının iki şehadet-kelimesini, Peygamberi­mizin yanında bulunan Hz. Ali'nin de duyacağı şekilde sesli söylemesi, ağacın Hz. Peygamber'e (A.S.) selâm vermesi birer mu'cize olmakla be­raber her birinin yüce yaratanını bilip O'nun varlığına ve birliğine şehadet etmesi ve tesbîhte bulunması demektir.

Nitekim Cenâb-ı Hak bu'gerçek ve inceliği şöyle açıklamaktadır:

«Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzîh ederler. Zaten hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbîh etmesin; ne var ki siz on­ların tesbîhlerini anlamazsınız..» [16]

İnsan ve cinlerin tesbîhi, kâinat planındaki yerlerini alıp yaratıldık­ları amaç ve hikmete yönelmeleri ve bu idrâk içinde CenâbHakk'a ibâ­det etmeleridir. Ayrıca cansız eşyada olduğu gibi, canlı varlıklarda da yer alan atomların ve hücrelerin hareket halinde bulunması ayrı bir tesbîh sayılır.

Ama teşbihin en anlamlı olanı, insanoğlunun imân doğrultusunda şu­urlu biçimde CenâbHakk'a taât ve ibâdette bulunmasıdır. Nitekim birin­ci âyette insanın bu anlamda tesbîhte bulunması emredilmektedir.[17]

 

Tesbîhe Layık Olan Allah'ın Dört Düzenlemesi

 

«O ki yarattı, düzene koydu. O ki (ya­rattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de) yolunu göster­di..»

Cenâb-ı Hak zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle, tasarruf ve takdiriyle çok yü­cedir; her .türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan pâk ve münezzehtir. O'nun benzeri yoktur. Böylece birden beşe kadar olan âyetlerle, bilhassa O'nun rububiyetinin eşsizliğine ve benzersizliğine; tasarrufundaki kemâline delâ­let eden dört fiili son derece düşündürücü, yönlendirici, akla malzeme verici ve ışık tutucudur:

1-  «O ki yarattı, düzene koydu..»

Evet, her şey önceden plânlanmıştır. Meselâ herhangi bir madde, bağ­lı bulunduğu kanunların gerektirdiğinden fazla bir şey yapamaz. Atomlar, moleküller sadece kimyasal ilişkilere, yer çekimine, ısı ve elektrik gücü­nün etkilerine ayak uydururlar.

Havadaki azot, oksijenin yoğunluğunu azaltan ve onu insan ve hay­vanın yaşamasına uygun hale getiren bir gazdır; o devamlı bu hizmetini sürdürür ve hatâ yapmaz. Şüphesiz böyle bir düzenleme, kusursuz bir tak­dirin eserinden başkası olamaz.

Dünyayı saran atmosfer tabakası, titiz bir ölçü ile gereği kadar ka­lındır. Bu sayede ekinlerin muhtaç bulunduğu kimyevî ışınlar atmosferden geçebilmektedir. Bu ışınlar mikropları öldürür, vitaminleri üretir.[18]

Şayet güneşimiz şu anda verdiği ışınlarının yarısını verecek olsaydı hepimiz donardık. Buna mukabil ışınlarını birbuçuk kat artırsaydı çoktan kül olurduk. [19]

Bu misalleri çoğaltmak mümkündür. Ancak her oluşum ve olayda mutlak bir düzenleme, hesap ve programın hâkim olduğu kesindir. O hal­de mutlak bir düzenleme varsa, mutlak surette bir düzenleyici de vardır ki O, Cenâb-ı Hak'tır.

2- «O ki (yarattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de) yolunu gösterdi.»

Meselâ bal ansı, insanlara şifâ ve gıda verecek balı üretmek için yaratılıp ortaya çıkarılmış ve nasıl bal imal edeceği de onun iç güdüsüne enjekte edilip yolu ve yöntemi gösterilmiştir. Bu, ilk yaratıldığı andan iti­baren böyledir ve bu özelliğiyle devam etmektedir. Zira CenâbHakk'ın koyduğu ölçü ve yüklediği program şaşmadan yoluna devam eder.

Dünya güneşin etrafında saniyede 30 km. lik bir hızla dönmektedir. Bu takdir ve ölçü değişik olsaydı, meselâ saniyede 15 veya 90 km. gibi bir hızda programlanıp ayarlansaydı veya yerküre bazan hızını artıracak, ba-zan-da yavaşlatacak şekilde düzenlenseydi yaşama şansımız pek olmazdı.

Dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafındaki dönme hızında meydana gelebilecek 1 saniyelik değişme bile, A.C. Morrison'un dediği gibi bütün astronomik hesapları alt-üst ederdi.

Karıncanın kollektif, düzenli ve disiplinli çalışması, daha önce hazır­lanan kusursuz bir programlamaya göredir. Şüphesiz karınca denilen can­lının ilk anda bu iç güdüyle donatılarak hayata adım atması sağlanmış­tır. Artık bu proramın ve onun genetik kodundaki kayıt ve formülün de­ğişmesi söz konusu değildir.

İşte bütün canîı türlerinin durumu böyle.. Onlara başka menşe'Ier ara­mak anlamsız ve hikmetsizdir. Asıl hikmeti, her canlının türünde aramak lâzımdır. Zira Şeyh Muhyiddin Arabi'nin dediği gibi, Cenâb-ı Hak her şey hakkında bir tecellide bulunmuştur. İkinci tecelli söz konusu değildir. On­dan sonra her canlının ezelî plânda genetik koduna ne yazılmış ve for­müle edilmişse ancak o ortaya çıkmakta ve devam etmektedir.

3- «O ki yeşilliği (bütün güzelliğiyle ve yararlarıyla) çıkardı.»

Âyette «yeşillik» ile çevirisini yaptığımız «mer'â», daha çok «otlak» mânasına gelirse de, burada bütün bitkilere delâlet etmektedir. Nitekim bu isim Nâziât Sûresi'nde de genel anlamda kullanılmıştır.

Şüphesiz ki her tür bitki, CenâbHakk'ın ayrı bir tecellisinin ve eze­lî planındaki takdîrinin gereğidir. Sayıları milyonları bulan bitkilerden her birinin ayrı bir özelliği ve başka başka faydaları söz konusudur. İlâhî hik­met ve kudret tezgâhında şekillendirilip renklendirilmiş ve her biri ayrı bir şifâ unsurunu kendinde taşıyarak insanoğlunun yararına sevkedilmiş-tir. Aynı zamanda her bitki ilâhî hilkat fırçasının izlerini taşımakta ve Al­lah'ın varlığına, birliğine, kudretinin üstünlüğüne delâlet etmektedir. Öy­le ki, bitkiler güneşle, ayla, hava ve toprakla bir bütünlük arzetmekte ve tabiatta kusursuz şekilde çok şuurlu bir yöneticinin hâkim olduğunu bütün açıklığıyla yansıtmaktadır. O kadar ki, her bitki türünün canlılığı, havadaki karbon dioksite dayanmaktadır. Yaprakları akciğer gibidir, ha­yadaki karbon dioksiti güneş ışığının yardımıyla karbona ve oksijene çe­virip ayırır.

Böylece yeşil bitki yaprağı oksijen gazını çıkarır ve karbonu kökleri vasıtasıyla aldığı suyun hidrojeni ile birleştirerek saklar. Sonra da ilâhî mekanizma bu elemanlardan şeker, selüloz, çeşitli kimyasal maddeler ve çiçekler imal eder.

Hiçbir zaman bu kadar hesaplı, düzenli, faydalı bir işleyişi tesadüf­lere bağlayamayız.

4- «Sonra onu kararıp birbirine kansan çer-çöp haline (veya kup­kuru kömüre) çevirdi.»

Âyette biri isim, diğeri sıfat olmak üzere iki kelimeye veya kavrama yer verilmiştir: «Gusâ» ve «Ahvâ»..

Gusâ: Set suyunun aktığı vadinin kenarlarından toplayıp sürükledi­ği ot, yaprak, sak ve benzeri şeyleri birbirine katıp bir yana attığı çer-çöp demektir.

Bu kelime şeddeli olarak «gussâ» şeklinde de gelir. Çoğulu «eğsâ» dır.

Katade'ye göre: Kuruyup esmerleşen, koyu kahve, daha çok siya­hımsı renk alan yarı çürümüş sebze ve ota «gusâ» denilir. Aynı zamanda sel yatağında biriken çer-çöp de bu ismin kapsamına girmektedir.

Ahvâ: Siyah, koyu esmer, siyaha yakın koyu yeşil gibi renklere de­lâlet eden bir sıfattır.[20]

 

Taş Kömürü Ve Kur'ân

 

Dördüncü maddedeki âyette geçen iki kelimeyi sözlük mânalarının ışığı altında iki şekilde yorumlamamız mümkündür:

1- Sel yatağında suyun sürükleyip bir kenara ittiği siyah, koyu kah­ve, siyaha yakın koyu yeşil renkte kurumuş çer-çöp..

2- Siyah renkli, bitkisel kaynaklı, içinde yüksek oranda karbon bu­lunan katı yakıt.

Kömür nasıl meydana gelmiştir?

Kömürler, eski jeolojik devirde yaşamış bitkilerin zamanımıza kadar gelmiş fosilleridir. Bu oluş hakkında iki farklı teori ileri sürülmüştür: Bun­lardan birine göre, bitkilerin selülozu küçük organizmaların etkisiyle de­ğişmeye uğrayarak su ve gaz halinde ayrılmış, kalan odun kısmı (signin) da fazla değişmeden içinden metan ve karbon dioksitin ayrılmasiyle taş kömür haline dönüşmüştür.

Öbür teoride ise, kömürlerin «lignin»den değil selülozdan meydana geldiği ileri sürülür. Bu görüşü doğrulamak için selüloz ile baskı altın­da 300-400° ısıtılmış ve kömüre benzer bir cisim elde edilmiştir. Günü­müzde bu iki teorinin de doğru olduğu söylenmektedir.

Böylece dördüncü ve beşinci âyetlerle, yer altında oluşan taş kömür­lere işaret edilmekte ve bu konuda temel btlgr verilmektedir. [21]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, CenâbHakk'ın tenzih ve tesbîh edilmesi konu edilerek O'nun kudretinin yüceliğine ve sınırsızlığına delâlet eden dört belge üzerinde duruldu. Araştırıcılar ve aklını kullananlar, için yönlendi­rici, Hakk'ın kudretini tanıtıcı bilgiler verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, vahyedilen Kur'ân'ın Hz. Muhâmmed'in (A.S.) kalbinde yer edip unutulmayacağı belirtiliyor. İleride müyesser kılınacak başarıya erişileceği müjdeleniyor. Sonra da öğüt vermenin yararına de­ğinilerek öğüt almayanların sonunun nereye varacağı haber veriliyor. [22]

 

Meali:

 

6- (Kur'ân'ı) sana okutacağız ve sen de unutmayacaksın.

7- Ancak Allah'ın dilediği müstesna.. Çünkü O elbette açığı da bilir, gizli olanı da bilir.

8- Kolay olana seni iletip başarılı kılacağız.

9- O halde öğüt fayda verirse ona devam et.

10- (Allah'tan) saygı ile korkup eğilen öğüt alacaktır.

11- Sapıtmış âsi günahkâr ise ondan uzak duracaktır.

12- O en büyük ateşe varıp girecektir.

13- Sonra da orada ne ölecek, ne de yaşayacaktır.

 

İniş Sebebi

 

İbn Ebî Necîh'in Mücahicl'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bazan, kendisine vahyedilen Kur'ân âyetlerini unutabileceğin-den endişe ettiği olurdu. Bunun üzerine yukarıdaki ilgili âyetler indiril­miştir.[23]

 

Hz. Muhammed (A.S) Mükemmel Bir Hafızaya Sahipti

 

«(Kur'ân'ı) sana okutacağız ve sen de unutmaya­caksın..»

Cenâb-ı Hak kendi kitabını indirmeyi murad edince, Hz. Muhammed'i (A.S.) seçip risâlet ile görevlendirirken Onun kalbini ve hafızasını ilâhî âyetleri indiği gibi korumaya uygun düzeye getirdi. Ancak tilâveti veya hükmü kaldırılan âyetler bu genellemenin dışında tutulur ki, yedinci ayetle ona işaret edilmektedir.

Nitekim ilim adamlarından bir kısmı âyetteki istisnayı bu manâya yo­rumlamıştır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vahyin ilk yıllarında okur­yazar değildi. Bununla beraber inen ilâhî vahyi olduğu gibi kalp ve hafı­zasında tutmakla yükümlüydü. O bakımdan bazan «unuturum» diye en­dişelenir ve Cebrail {A.S.) getirdiği âyetleri henüz tamamen ilka etmeden Peygamberimiz (A.S.) telakki ettiği kısmı okumakta acele eder ve bu se­beple dudaklarını kıpırdatırdı. O sebeple Kıyamet Sûresi'nde de bu olay çok daha acık biçimde şöyle tasvîr edilmektedir: «İnen vahyi acele (bel­leyip ezber) etmek için dilini kıpırdatma. Şüphesiz ki onu toplayıp okutmak bize aittir. O halde biz onu (Cebrail'in diliyle) okuduğumuzda sen de onun okunmasını izleyerek ona uy. Sonra da onun açıklaması bize aittir.»

Böylece A'lâ Sûresi'ndeki altıncı âyetle bu hüküm ve beyân daha da pekiştirilmekte ve unutma endişesi duymaya mahal olmadığı bildirilmek­tedir.

Bu bakımdan Ferrâ', sözü edilen istisnayı yorumlarken, «Cenâb-ı Hak Onun hiçbir şeyi unutmasını dilememiştir» diyerek ilâhî inayetin Ondan yana tecelli ettiğini belirtmiştir. Öyle ki, Cenâb-ı Hak dilerse unutturur. Çünkü O'nun kudreti her şeye yeter. Ama unutturmayı dilemedikçe aksinin zuhur etmesi söz konusu değildir. Nitekim istisnanın bu anlama yo­rumu bir diğer âyette görülmektedir: «Gökler ve yer durdukça ora (cen-net)de temelli kalıcılardır; ancak dilediği müstesna..» [24] Yani cennetlikler cennette ebediyen kalacaktır; ama Allah dilerse kalamazlar. Ne var ki O böyle dilememiştir ve dilemiyecektir de.. Çünkü O'nun ezelde hazırladığı plân, program bir yanlışlık meydana gelmeden aynen devam eder, de­ğişmesi söz konusu değildir. Zira Cenâb-ı Hak kurduğu düzene, hazırla­dığı programa müdahale etmez. Söz O'nun katında asla değişmez.

Diğer bir yorum ise şöyledir:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz inen Kur'ân âyetlerini unutmazdı. Ancak Cenâb-ı Hak dilediği zaman Ona bir âyeti unutturur ve böylece Hz. Mu-hammed'in de (A.S.) bir insan olduğunu hatırlatır ve hemen sonra Ona, unuttuğunu da Melek Cebrail, ya da mü'minlerden biri vasıtasıyla hatır­latırdı.

Efendimiz Namazda kıraat esnasında bir âyeti atlamış bulunuyordu. Ubey b. Kâ'b (R.A.) o âyetin neshedildiğini, yani tilâvetinin kaldırıldığını sanmıştı. Durumu Hz. Peygamber'e (A.S.) arzedince, Peygamberimiz (A.S.) ona : «Doğrusu Ya Ubey! Onu unuttuğum için atlamış bulunuyorum» diye cevap vermiştir.[25]

 

Kolay Olanına İletip Başarılı Kılmak

 

«Kolay olana seni iletip başarılı kılacağız.»

Peygamberimizin (A.S.) güzel anlatımıyla, «Din kolaylıktır»[26] ve «Al­lah yanında dinin (dindarlığın) en sevileni, bâtıldan uzak, hakka yönelik, koskolay olanıdır.» [27]

İslâm Dininin kısa zamanda kıtalara yayılmasının sebeplerinden biri de, Onun hemen her konuda kolaylık getirmesi ve kolay olanı seçme/i emretmesidir. Nitekim Hz. Aişe (R.A.) Validemiz bu konuda diyor ki: Re­sûlüllah (A.S.) Efendimiz ne kadar iki şey arasında muhayyer bırakıldıy-sa, -bir günah olmadığı, ilâhî hürmeti bozmadığı takdirde- mutlaka kolay olanını seçerdi.» [28]

Böylece  İslâm'a girmekte  nasıl  bir  kolaylık varsa,  ahlâkî  kuralları yaşamakta ve uygulamakta da kolaylık mevcuttur. Diğer yandan ibâdette kolaylık, nikâhta ve boşanmakta kolaylık, muamelatta kolaylık hep söz konusudur. Şüphesiz bunlar, yani sözünü ettiğimiz konular ciddi şekil­de incelendiği zaman hepsinde de kolaylık sağlandığı ve hükümlerin ona göre konulduğu rahatlıkla görülür. İbâdeti de, muamelâtı da zorlaştıran biz insanlarız. Meselâ İslâm Dini, adalette büyük bir sür'ati prensip ola­rak ortaya koymuş ve adaletin gecikmesini adaletsizlik olarak vasıflan-dırmıştır. O bakımdan gerek Hz. Peygamber (A.S.) zamanında, gerek dört halife döneminde, gerekse Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde bu prensibe sıkı sıkıya- bağlı kalınmış, en büyük ve önemli davalar bile en çok üç gün içinde karara bağlanmıştır. Kadıya baş vuran davacı, di­lekçesini verince, kadı ona : «Bir gün sonra davayla ilgili belge ve şahit olarak ne varsa mutlaka mahkemeye bildirilecektir» diye emir verirken, aynı emri davalıya vermiş ve ikinci gün böylece tarafların varsa belge, delil ve şahitleri dikkate alınıp dinlenmiş ona göre karar verilmiştir. Ta­raflar belge, delil ve şahit getiremedikleri takdirde davalıya yemin tek-lîf edilerek dava neticelendirilmiştir.

İlgili âyetin bir diğer yorumu ise şöyledir: Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e, yakında zorlukların kalka­cağı, hicret olayının suhuletle neticeleneceği ve Medine'ye yerleşme ola­yının gerçekleşeceği; aynı zamanda orada kolaylıkla şehir devletinin temel­lerinin atılacağı kapalı bir anlatımla müjdelenmektedir.

Zira her sıkıntı ve zorluktan sonra, sabredildiği ve Allah'a güvenilip dayanıldığı takdirde mutlaka bir kolaylık vardır. Nitekim İnşirah Sûresi'n-de bu husus çok aç*ık bir anlatımla belirtilmektedir.

O halde dinî konuları uzmanlaşmış din âlimlerine götürmekte ve on­ların görüşünü alarak sonuçlandırmakta büyük fayda vardır. Ortaya çı­kan ve çözüm bekleyen herhangi bir konuyu Kur'ân ve Hadîslerin bütün­lüğü, İslâm'ın ana kaideleri çerçevesinde değerlendirmeye tabî tutup çöz­düğümüz nisbette kolaylık sağlamış oluruz. Konuyu ehil olmayan kişilerin çözümüne terkettiğimiz ölçüde zorlaştırıp çıkmaza sokmuş oluruz.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini bu konuda uyararak şöyle bu­yurmuştur :

«Şüphesiz ki din kolaylığın tâ kendisidir. Artık kim (fazla ibâdet ya­payım ve daha sıkı tutayım diye) kendini zorlar da dine karşı mukave­mette bulunursa, mutlaka (kendisi âciz kalıp yorulur da) din ona üstün­lük sağlar. O halde İfrat ve tefritten uzak kalıp isabetli olanı seçin; son nok­tasına varayım diye zorlanmayın, ona yakın olmayı prensip edinin ve müjdelenin. Günün evvelinde ve zevaldan sonra yol almakta kendinize yardım­cı olun; gecenin sonuna doğru da yol almak suretiyle kendinize kolaylık sağlayın.» [29]

 

Fayda Verdiği Sürece Öğüde Devam Etmek

 

O halde öğüt fayda verirse ona devam et.»

Zira kalpler, günün şartlan da dikkate alınarak uygun bir metodla işlendiği takdirde yumuşar ve ilâhî nurun tecellisine ayna olabilir. İçinde az-çok irfan ve imân bulunan gönüller dinî nasihatla katılıktan kurtulur; duygular iyiye çevirilir; düşünceler berraklaştırılır. Unutmayalım ki insa­nın hılkatındakî özelliği ve mayasındaki cevheri gereği, makam ve rüt­besi ne olursa olsun yapıcı, yönlendirici öğüde İhtiyacı vardır.

O bakımdan Cenâb-ı Hak bu konuda Hz. Muhammed'in (A.S.) ve do­layısıyla Onun yolunda yürüyen mürşitlerin asıl görevlerinden birini şöy­le açıklamaktadır:

«Öğüt ver; çünkü gerçekten sen ancak bir öğütçüsün.» [30]

Ancak öğüt istisnasız olarak herkese fayda verir mi? Böyle bir iddia söz konusu değildir. Zira yersiz ve ölçüsüz yapılan öğütlerin bazan aksi tesir yaptığı görülmekte ve duyulmaktadır. Küfürde inatla ısrar edip Hakk'ı red ve inkâr hususunda iyice şartlanan kişiler üzerinde öğüdün faydalı ol­madığı, bilhassa o gibilerin küfür ve azgınlığını artırdığı bir gerçek­tir. O bakımdan Kur'ân'da, dinî öğüdün Hakk'a inanıp bağlanan mü'minle-re fayda vereceği belirtilerek, bu hususta muhatabın mü'minlerden seçil­mesi tenbîh edilmektedir.

Konuyu hem açıklayan, hem de ana temasını kuvvetlendiren diğer âyetleri de nakletmemizde yarar görüyoruz. Çünkü Kur'ân âyetlerinin önem­li bir bölümü, birbirini hem açıklamakta, hem de tamamlamaktadır:

«Ve sen öğüt vermeye devam et; çünkü gerçekten hatırlatmada bu­lunup öğüt vermek mü'minlere fayda sağlar.»[31]

«Tehdidimden korkanlara Kur'ân ile öğüt ver.» [32]

 

Öğütte Uygulanacak Metot

 

İslâm hemen her konuda disiplinli, metodlu olmayı, kurallara bağlı kalmayı emreder. Bunun için ibâdeti bile birtakım vakitlere, şartlara, esas­lara ve kurallara bağlamıştır. Dinî ahlâk işlenirken elbetteki kural ve me­tot dışında kalınamaz. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gerek günlük konuş­malarında, gerekse cuma ve bayram gibi önemli günlerdeki hitabesinde, toplumun ihtiyaçlarını, temayüllerini, sıkıntı ve dertlerini dikkate alarak konuşur; bıkkınlık vermemeye dikkat edip sözünün tesirsiz hale gelme­sini önlerdi.

Aynı zamanda acele konuşmaz, biteviyelikten kaçınır; ses tonunu yeri gelince yükseltir, yeri gelince de alçaltırdı. Kelimelerin üstüne basa basa konuşur; önemli bir bilgiyi verirken gerekirse o cümleyi iki veya üç defa tekrar ifade ederdi.

Öğüt konusunun önemini göz ardı etmek mümkün olmadığına göre, izlenecek metodu çok iyi bilmeye ihtiyaç vardır.

Buna «vaaz-u nasihat; irşad ve tebliğ» de diyebiliriz. Hatip, vaiz, dâî ve mübelliğin karşısında üç sınıf insandan ya biri, ya ikisi ya da hepsi bulunabilir. O bakımdan dinî konuları anlatırken, kalp ve kafalara nakşet­meye çalışırken bu üç sınıfın farklı bilgi ve kültür seviyesini göz önüne almak zorundayız. Cenâb-ı Hak nasıl, ilgili âyette «Kolay olana seni ile­tip başarılı kılacağız» buyuruyorsa, dine hizmet etme şerefini yüklenen­lerin de her vesileyle bu kolaylığı yansıtmakla yükümlü olduklarını unut­mamaları gerekir. Nitekim Nahl Sûresi'nde şu ilâhî emir ve tavsiyenin yer aldığını görüyoruz:

«Rabbın yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel (ölçü ve usûl ne ise ona göre) mücadeleni sürdür.» [33]

Sözünü ettiğimiz bu çok yararlı metotlar uygulandıktan sonra yapı­lacak vaaz ve öğüdün, tebliğ ve irşadın, şüphesiz ki Cenâb-ı Hak'tan say­gı ile korkan mü'minler üzerinde olumlu tesir bırakacağı kesindir ve tec­rübeler hep bunu gösterip yansıtmıştır. Kalpleri satılmış âsi günahkâr inkarcıların ise, dinî öğütten nefret edip uzaklaştıkları görülmüştür. Zira kişi sevmediği, inanmadığı şeyden zevk almaz, üstelik tiksinir, nefret du­yar ve uzaklaşır, Din ve sağlam inanç ise, bütünüyle sevgi, kalp yatışkan-lığı, vicdan berraklığı ve gelişmiş irfanla içiçedir. O bakımdan inkarcı mad­decilere hakkı tanıtıp kabul ettirmek için uzun süre çok metotlu ve bi­linçli bir yol izlemek; düşünce ufuklarını genişletecek deliller getirmek, duygularını yönlendirecek misaller sıralamak ve akıllarına ışık tutup mal­zeme verecek belgeler, ilmî hüccetler ortaya koymak gerekir. Kur'ân ve Hadîs'te uygulanan yol ve metot bu belirttiğimiz hususları en uygun biçim­de yansıtmaktadır. 10 ve 11. âyetlerle özellikte bu hususa değinilerek ay­dınlatıcı bilgi verilmektedir.[34]

 

Cehennem'de Ölüm Olayı Yoktur

 

«Sapıtmış âsi günahkâr ise ondan uzak duracaktır. O, en büyük ateşe varıp girecektir. Sonra da orada ne ölecek, ne de yaşayacaktır.»

Kur'ân ile yapılan öğütten nefret duyup uzaklaşarak nasîbini alma­yan inkarcı âsiler Cehennem ateşinde kendileri için mukadder olan aza­bı çekerken her an ölmeyi, silinip yok olmayı isterler. Ancak böyle bir is­tek ve temenninin hiçbir yararı olmaz; bütünüyle anlamsız ve neticesiz kalır. Zira ölüm olayı dünya hayatına has bir emirdir. Âhiret âlemi sonsuz olduğundan ölümsüzdür. O bakımdan âhirette ö!üm olayının yeri ve hik­meti yoktur.

Nitekim sahîh hadîste bu husus şöyle açıklanmaktadır:

«Kıyamet gü­nünde cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde yerlerini aldık­tan sonra ölüm (bir koç şeklinde) getirilip cennet ile cehennem arasında boğazlanır.»[35]

Böylece Cennet'te olanlar büyük ferahlık duyup ölümsüz bir hayatın devam edeceğini gözleriyle de müşahede ederken, cehennem­liklerin büsbütün ümitleri kırılır ve o dayanılmaz azaptan kurtulma şans­larının pek olmadığını anlarlar. Çünkü orada azap çekmektense bir an önce ölmek onlar için rahmet sayılır.

İşte dünya hayatında nefis otlağında mide kavgası verirken ebedî ha­yatı inkâr eden maddecilere bu yüzden sonsuz bir azap verilerek cezanın amelin ve niyetin cinsinden olduğu bir defa daha belgelendirilmiş oluyor.

Muhyiddin Arabî (K.S.) Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinin üçüncü cil­dinde bu konuya değinerek keşif yoluyla elde ettiği bilgiyi şöyle açıkla­maktadır :

«İkinci gökte Yahya Peygamberi İsa (A.S.)ın yanında gördüm. Ara­mızda şu konuşma geçti:

— Haber aldığıma göre kıyamet gününde Cenâb-ı Hak ölümü bir koç şekline sokup getirecek ve Cennet ile Cehennem arasında tutacak; cennetliklerle cehennemliklere gösterecek ve sen de ilâhî emir gereği o koçu orada boğazlıyacakmışsm, öyle mi?

Yahya (A.S.) bana şu cevabı verdi:

— Evet, bu ancak bana lâyık ve uygun görülmüştür. Çünkü ben «ya­şayan, diri kalan» anlamına gelen «Yahya» ismini taşıyorum. Benim is­mimin zıddı olan «ölüm» benimle birlikte artık kalamaz. Çünkü âhiret ebe­dî hayat yurdudur, orada ölüm denilen olayın mutlaka kaldırılması gere­kir; onu (ilâhî takdir gereği) benden başka giderip kaldıracak da yoktur.

Ben ona:

  Doğru söylüyorsun, ama şu âlemde «Yahya» adını taşıyanlar hay­li çoktur. (Buna ne dersin?) dedim, O şu cevabı verdi:

  Ama benim bu isimde öncelik mertebem bulunuyor. Hayat bulan her şey benim ismimle (onun mâna ve hikmetiyle) bulmuştur. Benden ön­ce Cenâb-ı Hak bu ismi kimseye vermemiştir. Bütün yahyalar bana tabi­dir. Benim ortaya çıkmaklığımla onlara bu hususta hüküm (takdiri)  kal­mamıştır.

Bu cevabından sonra Hz. Yahya (A.S.) beni bir hususta uyardı ki, o şey ile ilgili hiçbir bilgim yoktu. Kendisine Cenâb-ı Hak'tan mükâfat di­lerim.» [36]

Cehennem ehli orada azap çektikleri sürece ne ölürler, ne de dos­doğru yaşarlar. Her an ıstırap ve elem içinde kıvranıp ilâhî takdire boyun eğerler. O bakımdan böylesine bir hayat ortamında yaşayanlara «yaşıyor­lar» pek denilmez.[37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, vahyedilen Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbinde yer edip unutulmayacağı konu edildi. İslâm'ın başarıya erişme yollarının kolaylaştırıldığına değinilerek dinin her yanıyla kolaylık arzet-tiğine işarette bulunuldu. Sonra da öğüdün lüzum ve yararı üzerinde du­rularak bilgi verildi. İnkarcı sapıkların dinî öğütten nefret duyduklarına

temasla onların kendi aleyhlerine çok elemli bir sonuç hazırladıkları bil­dirildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kendini küfür ve günahtan arındırıp namaz kılan mü'minlerin felah bulacağı müjdeleniyor. Sonra da dünya hayatını âhiret hayatına tercîh eden gafiller uyarılıyor; âhiret hayatının çok daha hayırlı ve her bakımdan kalıcı olduğu bildirilerek ölmeden önce iki hayat arasında denge kurmaları kapalı şekilde emrediliyor.[38]

 

Meali:

 

14-15-Kendini (inkâr, inat ve kötülüklerden) arındıran, Rabbinin adı­nı anıp namaz kılan kimse, cidden korktuğundan kurtulup umduğuna ka­vuşmuştur,

16- Ama siz dünya hayatını (Âhiret'e) tercîh ediyorsunuz.

17- Halbuki Âhiret hem daha hayırlı, hem de devamlı ve sonsuzdur.

18-19-Şüpheniz olmasın ki, bu (öğütler) önceki sahifelerde, İbra­him ve Musa'nın sahifelerinde de vardı.

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre, Medine'de bir münafığa ait hurma ağacının dalları Ensar'dan bir adamın evinin avlusuna sarkmış vaziyetteydi. Rüzgâr esince olgunlaşan hurmalar o avluya düşüyor ve onlardan ev halkı yararlanmak istiyordu. Münafık ise buna rıza göstermiyor, bir sürü sebepler sıralayıp onları zor duruma sokuyordu. Avlu sahibi buna bir çözüm bulmak umu­duyla Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e gelip dert yandı. Peygamber {A.S.) Efendimiz o münafığı -çağırdı ve şöyle teklifte bulundu:

«Şüphesiz Ensar'dan olan şu kardeşin sana ait hurmadan avlusuna düşen hurmalardan hem kendisinin, hem ev halkının yararlanmasını arzu ediyor. Buna rıza gösterecek olursan Cennet'te seni memnun edecek bir hurma ağacına kavuşmana ne dersin?»

Münafık şu cevabı verdi:

«Ben peşin satarım, veresi değil..»

Durumu öğrenen Hz. Osman (R.A.) üzüldü ve Ensar'dan olan o mü'-mini sıkıntıdan kurtarmak için o münafığa hurma ağacına karşılık etrafı duvarla çevrili küçük bir hurma bahçesi verdi.

Bunun üzerine «kad eflaha men tezekka» âyeti; o münafık hak­kında ise «ve yetecennebuhe'leşka'llezi..» âyeti indi .[39]

Tabiînden Dahhak'e göre, 14, 15. âyetler Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) hak­kında inmiştir. [40]

 

İlgili Hadîslcr

 

«Kad efleha men tezekkâ»dan maksat, Allah'tan başka ilâh olmadı­ğına şehadette bulunan; her türtü şirki (Allah'a eş, ortak, benzer ve denk koşmayı) kalbinden çıkarıp atan ve benim de Allah'ın Peygamberi oldu­ğuma şehâdet eden kimsedir. «Ve zekere isme Rabbihi fe-sallâ»dan mak­sat, beş vakit namazdır; onları vaktinde kılıp korumak ve gereken ihtimamı göstermektir.» .[41]

«Kim dünyasını çok severse, âhiretine zarar verir; âhiretini çok se­verse dünyasına zarar verir. Artık (siz bu ikisi arasında denge kurup) ba­kî olanı fâni üzerine tercih edin!» [42]

 

Manevi Kirlerden Arınmak Ve Namaz Kılmak

 

«Kendini (inkâr, inat ve kötülüklerden) arındıran, Rabbının adını anıp namaz kılan kimse, cidden korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşmuştur.»

Cenâb-ı Hak bu âyetle arınmayı mutlak anlamda zikredip nelerden arınmamızı açıklamamıştır. Ancak ilgili âyeti gerek sûrenin, gerekse Kur’an’ın bütünlüğü içinde tefsîr ettiğimizde, bunun kapsamının hayli geniş olduğunu görür ve öylece ilâhî muradı anlama şansına erişebiliriz. Nite­kim gerek AshabKirâm'dan bazı zatlar, gerekse Tabiîn'den birkısım ki­şiler bu düzeyde âyeti yorumlayarak aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir. Ön­ce onların görüş ve yorumlarını özetleyip sıralamamızda fayda görüyoruz:

a) İbn Abbas (R.A.) ile Atâ' ve İkrime'ye göre: Küfür ve şirkten arın­maktır.

b) el-Hasan ve Rebi'a göre : Güzel, iyi ve yararlı amelleri artırıp ge­liştirmektir.

c) Ma'mer'in Katade'den yaptığı rivayete göre : Salih (iyi, yararlı ve feyizli) amellerdir.

d) Ebû Âliye'ye göre : Vaktinde fıtr sadakası (fitre) vermektir.

Nitekim oshab-ı kiramdan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) ile İbn Ömer (R.A.) dan da bu anlamda sahîh bir rivayet yapılmıştır. Böylece âyetteki «te-zekkâ»dan maksat, sadaka-i fitrdır, «men sallâsdan maksat ise bayram namazını kılan kimsedir.

Bu yoruma dayanan ilim adamlarının önemli bir kısmı âyetin fitre ve bayram namazıyla ilgili bulunduğunu söylemişlerdir.

e) Diğer bazı  ilim adamlarına göre : «tezekkî»den  maksat,  maldan ve nakitten verilen zekât değil, amelleri riyadan, lâubalilikten ve gafletten; noksanlık ve ciddiyetsizlikten tertemiz tutmaktır. Böylece «Tezekkâ» fii­liyle amelini bu mertebede tutan olgun mü'minlere işarette bulunuluyor.

f) Yapılan zayıf bir rivayete göre: «Kad eflaha men tezekkâ..» âyetini Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle açıklamıştır: «Allah'tan başka ilâh ol­madığına ve benim de Allah'ın peygamberi bulunduğuma şehadet eden kimse felah bulmuştur.»

Ancak ilim adamlarından bir kısmı, (d) maddesindeki yoruma itiraz etmişlerdir. Çünkü A'lâ Sûresi Mekke'de inmiştir. Zekât, Sadaka-i Rtr ve Bayram namazı ise Medine'de meşru kılınmıştır.

Şüphesiz ki, gerçek arınma, her türlü maddî ve manevî kirlerden, le­kelerden sıyrılıp kalbi ve vicdanı, duygu ve düşünceyi berraklaştınp ter­temiz tutmaktır. Böylesine kapsamlı ve anlamlı bir arınmanın mükâfatı ise, Cennet'te sonsuz mutluluğa erişmektir.

Hakikî imân, kalbi her türlü şirkten, inkârdan, şüphe ve nifaktan bo­şaltıp arındırır ve orayı ilâhî tecellinin aynası haline getirip feyiz ve rah­met kaynağı kılar.

İmân temeli üzerine bina edilip işlenen sâlih ameller ise, günah ve hatâ kirlerini temizler ve âdeta bunlar kalp üzerinde, devamlı temizlikle meşgul olan görevlilere benzerler.

Niyeti, duygu ve düşünceyi hâlis {katıksız, gösterişten uzak) kılmak ise, insanı diğer manevî kirlerden arındırıp kemal mertebesine yükselme­sine vesile olur. Çünkü varlıkta ne varsa hepsi Allah'a aittir ve O'nun kud­retinin tezahürüdür. Aynı zamanda görebildiğimiz ve göremediğimiz sa­yısı belirsiz eşya, sistem ve düzenler sadece insanoğlu için yaratılıp vü­cuda getirilmiştir. İnsan da en şerefli ve aziz varlık olarak Allah'a ibâdet edip kulluğunu isbat için yaratılmış ve mükâfat olarak da önüne sonsuz bir hayat düzeni plânlanıp konulmuştur. O bakımdan insanın yapacağı her amel münhasıran Allah için olduğu takdirde değer, anlam ve mükâfat ka­zanır. Aksi halde niyet ve amaç bakımından sırf dünya hayatıyla bağlı olan ameller, ölüm olayıyla sabun köpüğü gibi sönüp gider ve ikinci ha­yatta sadece onların vebalıyla karşılaşılır.

Bunun için Cenâb-ı, Hak, zat-i ulûhiyetine kulluk edip ibâdette bu­lunmak üzere yarattığı insanı, tertemiz olarak dünyaya getirdiği gibi, ter­temiz yaşamasını ve o hal üzere ölmesini ve yine o hal üzere dirilip ikin­ci hayata kalkmasını dilemektedir. Farz kıldığı bedenî, kalbî ve malî ibâ­detlerle onu bu çizgi üzerinde tutmayı murad etmiştir. Günde beş vakit namaz ve namaz için alınan abdestin ruh ve beden, kalp ve dimağ üze­rindeki olumlu tesirlerini, temizleyici özelliklerini kim inkâr edebilir?

Zekât, sadaka-i fıtr (fitre), adak, keffaret ve benzeri malî ibâdetlerin toplum yapısında oluşturduğu güven, huzur, kardeşlik, sevgi ve saygı ha­vasını görmemek, anlamamak için geri zekâlı veya çok inatçı bir kâfir ol­mak gerekir.

Bütün bu feyizli ibâdetlerin sağladığı rahmet havasını hangi hareket veya davranış sağlayabilir? İmân ve ibâdetten kopuk bir toplumun madde cenderesine nasıl sıkıştığını ve paradan başka bir amaç düşünmediğini hergün görmekte ve işitmekteyiz. Böylesine kişisel çıkarlarını ön plânda tutanların estirdiği soğuk havanın aile, toplum ve ülkeleri nasıl dondurup mefluç hale getirdiğini görmemek mümkün mü? Meğer ki, kalp ve kafa gözü körelmiş olsun.[43]

.

Dünya Hayatını Tercih Edenler

 

«Ama siz dünya hayatını (âhlrete) ter­cih ediyorsunuz. Halbuki âhiret hem daha hayırlı, hem de devamlı ve son­suzdur.»

Cenâb-ı Hak indirdiği son kitabında âhiret kavramına ağırlık vermek suretiyle insanları dengeli, düzenli bir hayat atmosferi içinde tutmayı mu-rad etmiştir. Çünkü kişinin kalbinden Allah'a ve âhirete imân sökülüp alın­dığı zaman geriye sadece hayvanî duygular kalır ve böyle bu çizgide bu­lunan kimseden gerçek anlamda dostluk, vefa, yardım, hayır ve iyilik bek­lenemez. Sorumluluk taşımadığı, hesap verme inaneı olmadığı için her türlü fenalığı yapmaya hazırdır. Fırsat elverdiği nisbette cebini doldurur ve hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaz.

AshabKirâm'dan İbn Mes'ûd (R.A.)ın bu âyeti okuduktan sonra şöy­le dediği rivayet edilmektedir: «Dünya hayatını âhiret hayatı üzerine ter-cîh etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır önümüzde duruyor ve taşıdığı güzel, çekici nesnelerini bize hemen veriyor. Âhiret ise bizim ha­zır önümüzde gözle görülür durumda bulunmuyor; o bize nisbetle gayb âleminden sayılıyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, veresi ve vaadeli olanı bırakıverdik.»

Anoak âyette geçen «tü'sirûne» fiili «yü'sirûne» şeklinde de okunmuş­tur. Bu takdirde fiilin faili Müslümanlar değil, doğru yoldan sapıp dünya­lığa, hiçbir ölçü ve kıstas tanımadan dalan inkarcılar ve nifakçılardır.

Birinci kıraate göre, Cenâb-ı Hak dünya hayatına ağırlık veren Müs­lümanları uyarmakta ve maddeye karşı hırslı olmamalarını istemekte ve aynı zamanda iki hayata birden yönelmelerini, sağlam bir köprü kurup denge oluşturmalarını emretmektedir.

İkinci kıraate göre ise, kâinat kitabında CenâbHakk'ın ilim, kud­ret, plân ve programının belge ve izlerini görmeyip inkârda ısrar eden sapıklar uyarılmakta, enerjisinin tamamını, düşünce ve duygusunu bütü­nüyle dünya hayatına çevirip onun ötesinde başka bir değer görmeyen ve tanımayan kâfirlerin hiçbir zaman mutlu ve bahtiyar olamadıklarına, ola-mıyacaklarına işaretle, ölmeden önce Hakk'a dönmeleri ve iki hayatı bir­den kucaklayıp kâinat kitabında belirlenen yerlerini almaları istenmektedir.

Zira âhiret hayatı hem gerçek amaçtır, hem de daha hayırlı ve de­vamlıdır. Nitekim bunun böyle olduğu ilk inen ilâhî kitap ve sahifelerde; Musa'ya indirilen Tevrat'ta, İbrahim'e (A.S.) indirilen sahifelerde de açıklanmıştır. Böylece semavî kitapların hepsinin aynı kaynaktan indirildiği ve Allah'a, Âhiret'e imanın hepsinde yazılı bulunduğu anlaşılmakta ve se­mavî olan bütün dinlerin esasta birleştikleri kesinlik arzetmektedir.

Sûrenin son 19. âyetinin tefsirini yapan ilim adamları, A'lâ Sûresi­nin tamamı mı İbrahim'in (A.S.) sahifelerinde ve Musa {A.S.)ın Tevrat'ında yazılı idi, yoksa âhiret hayatının daha hayırlı ve devamlı olduğu hususu mu? Bu konuda az farklı yorum ve görüşler ortaya konmuştur:

a) Hafız Bezzar'ın Nasr b. Ali tankıyla İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, İbn Abbas'ın şöyle dediği nakledilmiştir: «Şüpheniz olma­sın ki bu (öğütler) önceki sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde de vardı» mealindeki âyet inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Bunların hepsi de İbrahim ve Musa'nın (A.S.) sahifelerinde bulunuyordu» buyurdu.»

Nesâî de bu hadîsi Zekeriya b. Yahya tarikıyla İbn Abbas'a (R.A.) isnad ederek nakletmiş ve fazla olarak da şu cümlelere yer vermiştir: «Necm Sûresi'nin 36-42. âyetlerindeki sözler, İbrahim'in (A.S.) sahifele­rinde ve Musa'nın (A.S.) kitabında yazılı idi..»

b) Tabiîn'den İkrime'ye göre A'lâ Süresindeki âyetler o sahifelerde yazılı idi.

c) Ebû Âliye'ye göre, bu sûrenin kıssası onlarda yazılı idi.

d) İbn Cerîr'e göre, sadece sûrenin 14-19. âyetlerinin mefhumu on­larda yazılı idi.[44]

 

Peygamberlere İndirilen Kitaplar Ve Sahifeler

 

Cenâb-ı Hak tarafından, gerek gönderilen peygamberler, gerekse in­dirilen kitaplar hakkında birtakım görüş farkları ortaya çıkmıştır. Zira sa­hih kabul edilen hadis kaynaklarında konuyla ilgili rivayet yok denecek ka­dar az ve kısadır. Diğer kaynaklarda, özellikle akaid kitaplarında hem pey­gamberlerin, hem de kitapların sayısı belirlenmiş ve birtakım bilgiler ve­rilmiştir.

Biz önce güvenilir iki kaynakta nakledilen iki rivayeti, sonra da İbn Hibban'ın sahihinde naklettiği detaylı rivayeti tefsirimize almayı uygun gör­dük:

«İbrahim'in (A.S.) sahifeleri ramazanın birinci gecesinde, Tevrat al­tıncı gecesinde, İncil onüçüncü gecesinde, Kur'ân da yirmidördüncü gecesinde indirilmiştir.» [45]

«İbrahim'in sahifeleri ramazanın ilk gecesinde; Tevrat ramazanın al­tıncı gecesinde; Zebur onikinci gecesinde; İncil onsekizinci gecesinde; Furkan (Kur'ân) yirmi dördüncü gecesinde indirilmiştir [46]

«Peygamber (A.S.) Efendimiz'den peygamberlerin adedi hakkında so­ruldu. O da şu cevabı verdi: 124.000 tanedir. Onlardan 313 tanesi resul­dür..» .[47]

Bu konuda evlâ olan şudur ki, peygamberleri belirti bir sayıda don­durup hasretmemekdir. Çünkü ilgili hadîs zayıftır ve hem de bazı yo­rumculara göre, Allah'ın şu buyruğuna pek uymamaktadır. «And olsun ki senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmının kıs­sasını sana anlattık, bir kısmının kıssasını anlatmadık..» «And olsun ki, her ümmete, Allah'a kulluk edip tapın, azdırıp saptırıcılardan kaçının! di­yerek bir peygamber göndermişizdir.» .[48]

«Peygamberlerden ulü'l-azm olanlar ise beş tanedir: Muhammed, İbrahim, Musa, İsa ve Nûh (salât-ü selâm /hepsine olsun)» .[49]

Ebû Zer el-Gıffari (R.A.) diyor ki:

«Mescid'e girdiğimde Resûlüllah'ı (A.S.) yalnız başına oturmuş bir halde buldum. Kendisine dedim ki: «Kaç peygamber gönderilmiştir?» Bu­yurdu ki: «Yüzyirmi bin...» Ben yine: «Onlardan kaç tanesi resuldür?» diye sordum. Buyurdu kî: «Üçyüz onüç tanesi...» Ben; «Peygamberlerin ilki kimdir?» Cevap verdi: «Âdem (A.S.)...» Ben: «O mursel bir peygam­ber midir?» diye sordum. Buyurdu ki: «Evet, Allah onu kendi kudret eliyle yarattı ve kendi katından ruhunu ona üfledi ve onunla karşılıklı konuştu.»

Sonra da Resûlüllah (A.S.) devamla şöyle buyurdu :

«Ya Ebâ Zer! Peygamberlerden dört tanesi Süryanîdir: Adem, Şit, Ahnûn (İdrîs) - ki bu kalemle ilk yazan kimsedir-, Nûh.. Onlardan dört ta­nesi Araptır: Hûd, Salih, Şuayb ve senin peygamberin Muhammed A.S.»

Ben yine sordum, dedim ki: «Ya Resûlüllah! Allah kaç kitap indir­miştir?» Buyurdu ki: «Yüzdört kitap indirmiştir: Şife elli sahife, Ahnûn'a otuz sahife, İbrahim'e on sahife ve Tevrat'tan önce Musa'ya on sahife indirilmiş ve (sonra da Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan indirilmiştir.)» [50]

İbn Hibban'ın bu hadîsini kendi Sahîhine almasından dolayı birçok hadîs hafızı onu kınayarak bu rivayeti reddetmişlerdir  [51]

Akaid kitaplarında bu konuda meşhur olan görüş ve tesbit, peygam­berlerin sayısının 124.000 olduğudur. Allah daha iyisini bilir.

İbn Hibbân hadîs nakletme konusunda çok titiz davranan bir ilim adamı olarak bilindiği gibi, hadîs tenkidinde de söz sahibi olduğu kabul edilir. O bakımdan Ebû Zer (R.A.) den yaptığı rivayet zayıf bile olsa, bu konuda delil olarak gösterilmesinde bir sakınoa yoktur.

A'lâ Sûresinin sonunda âhiret hayatının imân edenler için çok daha hayırlı olduğu belirtilerek aynı konunun İbrahim ve Musa'nın (Salût-ü selâm ikisine de olsun) sahifelerinde yazılı bulunduğu açıklandı ve bu konuda mü'minler aydınlatılarak sûre noktalandı.

Bundan sonraki Ğâşiye Sûresine, kıyamet olayına ve âhiretteki bazı uyarıcı ve yönlendirici safhalara değinilerek başlanmakta ve böyleoe iki sûre arasında bir bağ oluşturulmaktadır.

Bu sûrenin de tefsîrini bize müyesser kılan CenâbHakk'a hamd-u senalar; dünya ve âhiret hayatının hikmetini ümmetine en doyuruou şe­kilde anlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ve âline salât-u selâmlar olsun.[52]



[1] Tefsir-i  Kurtubi:20/13

[2] Buhari/menakıbensar:46, tefsir:1/87-Ahmed:4/284

[3] Tefsiru  garaibi’-Kur’an :30/68-Lübabut-tevil;4/369

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6714.

[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6715.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6715.

[6] Müsned-i Ahmed

[7] Tirmizi/Vitr: 9, Kıyamu’l-leyl: 37, 47, 48, 49; Müsned-i Ahmed: 3/406, 5/123.

[8] Müsned-i Ahmed.

[9] Müsned-i Ahmed : Ukbe b. Âmır'den

[10] Müsned-i Ahmed :  1/232,371-  5/382,384,389,394,397,398,400

[11] Müslim/kader : 16- Tirmizî/kader : 18- Ahmed : 2/169

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6716-6717.

[12] İsrâ Sûresi: 44

[13] Hadîd Sûresi: 1 .   

[14] Haşr Sûresi : 24

[15] Cumua Sûresi : 24

[16] İsrâ Süresi: 44. âyet

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6717-6719.

[18] însan, Kâinat ve Ötesi: 23

[19] însan, Kâinat ve Ötesi: 17

 

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6719-6722.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6722.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6719-6722.

[23] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6724.

[24] Hûd Sûresi: 107-Tâhâ Sûresi: 114

[25] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/19.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6724-6725.

[26] Buharî, İmân: 29; Nesai, İman: 28; Ahmed: 5/69.

[27] Buharî, İmân: 29; Tirmizî, Menakıb: 32, 64; Ahmed: 1/236

[28] Buhari, Menakıb: 23, Edeb: 80, Hudud: 10

[29] Münavi, Feyzü’l-kadir: 2/329.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6725-6727.

[30] Ğâşiye Sûresi: 21

[31] Zariyat Suresi: 55.

[32] Kaf Suresi: 55.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6727.

[33] Nahl Sûresi: 125

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6728-6729.

[35] Buharî/rikak : 51, tefsir:  19- Müslim/cennet: 40,43 zühd • 39   cennet • , tefsir :  19- Ibn Mâce/ztihd : 38- Ahmed : 2/118,121,261,369,377,423,513- 3/9

[36] Muhyiddin Arabî/Fütuhat-i Mekkiyye :3/346

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6729-6730.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6730-6731.

[39] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 20/22'den özetlenerek

[40] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 20/22'den özetlenerek

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6731-6732.

[41] Müsned-i Bezzar

[42] Müsned-i  Ahmed:4/412.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6732.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6732-6734.

[44] tbn Cerîr/Câmi'u'I-Beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân : 30/100,101

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6735-6736.

[45] Müsned-i Ahmed:  4/107

[46] îbn Cerîr/Câmi'u'l-beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân :  30/101

[47] İbn Hibban, Seferânî, Levâmi'u'l-Envari'l-Behiyye : 2/258

[48] Mü'min Sûresi: 78 - Nanl: 36

[49] Sefarani/Levami’u’l-Envari’l-Behiyye:2/258

[50] Sahîh-i ibn Hİbbân/Levami'u'l-Envarü'l-Behiyye : 2/264

[51] Sahîh-i ibn Hibbân, Seferânî, Levami'u'l-Envarü'l-Behiyye : 2/264

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6736-6738.