Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Cenab-ı Hakk'ı Tenzih Ve Tesbîh
Tesbîhe Layık Olan Allah'ın Dört Düzenlemesi
Hz. Muhammed (A.S) Mükemmel Bir Hafızaya Sahipti
Kolay Olanına İletip Başarılı Kılmak
Fayda Verdiği Sürece Öğüde Devam Etmek
Manevi Kirlerden Arınmak Ve Namaz Kılmak
Peygamberlere İndirilen Kitaplar Ve Sahifeler
Cumhura göre, sûrenin
tamamı Mekke'de inmiştir, Tabiînden Dahhak'e göre,
Medine'de inmiştir[1]
Birinci âyetinde Rabb'a sıfat olarak getirilen «A'lâ»,
aynı zamanda sûreye isim olmuştur. Aynca buna «sebbaha» fiiliyle başlandığı için «Seb-bih Sûresi» de denilmiştir.
Sûrenin Mekke'de
indiğine delil olarak cumhur, Buharî'nin Berâ' b. Âzıb'den (R.A.)
yaptığı şu rivayeti göstermiştir.
Peygamber (A.S.) Efendimizin
ashabından Medine'ye ilk gönderilen Mus'âb b. Umeyr (R.A.) ile İbn Ümmi Mektum (R.A.) idi. Bu iki sahabi
bize Kur'ân okutuyorlardı. Arkalarından Ammar, Bilâl
ve Sa'd (Allah hepsinden razi
olsun) gelip onlara katıldılar. Sonra Ömer b. Hattab
(R.A.) yirmi kişiyle birlikte geldi. Sonra da Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz teşrif ettiler. Medineli'lerin Onun
gelmesine sevindikleri kadar bir şeye sevindiklerini görmedim. O kadar ki,
çocuklar bile «Resûlüllah geldi» diye seslerini
yükseltiyorlardı.
Ben «Sebbih isme Rabbike'l-A'lâ»yı, benzeri birkaç sûre
arasından seçip okuyuncaya kadar Resûlüllah (A.S.)
gelmiş oldu [2]
Dahhak ve aynı görüşte olanlar ise, sûrede fitneye ve bayram
namazına işaret bulunduğunu dikkate alarak onun Medine'de indiğini söylemişlerdir.
Ama cumhurun tesbit ve görüşü daha sahihtir. -
Âyet sayısı : 19
Kelime sayısı : 72
Harf sayısı :291[3]
1- Cenâb-ı Hakk'ı tenzih ve teşbih
etmemiz emrediliyor.
2- Allah'ın
her şeyi belli amaca yönelik olarak düzen ve dengede yarattığı konu ediliyor.
3- Ağaçların
kömüre dönüştürüldüğü üzerinde
durularak ana fikir veriliyor.
4- Hz. Peygamber'in (A.S.) kendisine vahyedilen
Kur'ân âyetlerini bir daha unutmamasıya
ezberleyip hafızasında taşıdığı bildiriliyor.
5- Resûlüllah'ın (A.S.) mutlaka başarılı olacağı müjdeleniyor
ve böylece mü'minler teselli ediliyor.
6- Öğüt
vermenin önemine ve yararına değiniliyor.
7- İç
önemini nifak ve inkardan arındırıp namaz kılanların kurtuluşa ereceği haber veriliyor .
8- Âhiret'e, hazırlanmaya ağırlık verilmesi isteniliyor.
9- Bu ve
benzeri âyetlerin İbrahim'in (A.S.) sahifelerinde,
yani Ona indirilen kitapta; aynı zamanda Musa (A.S.)a indirilen Tevrat'ta yer
aldığı bildiriliyor.
10- Böylece
semavî kitapların hemen hepsinde Allah'a ibâdet etmenin ve O,'mı anmanın yol
ve yöntemlerine yer verildiği anlaşılıyor. Aynı zamanda indirilen bütün
kitaplarda kıyamet olayından ve kalıcı olan ikinci hayattan söz edildiği, bu
hususta inzar ve tebşirde bulunulduğu da bilinmektedir.
Nitekim sûrenin son âyetleriyle bu hususa işaret edilmekte ve kısa da olsa
bilgi verilmektedir. [4]
İki sûre arasındaki
bağlantı ise şöyledir:
Târik Sûresinde, Kur'ân'ın hakkı bâtıldan kesin çizgileriyle ayıran bir kitap olduğu açıklanırken, kâfirlerin bu kitaba
karşı saldırı ve hezeyanlarına karşı bir süre sabredilmesi tavsiye edilerek
sûre noktalandı. Böylece İslâm'ın ve Kur'ân'ın yakın
gelecekte başarıya erişeceği ve inkarcıların da zillete uğrayıp baş aşağı
geleceklerine işarette bulunuldu.
A'lâ Sûresi'ne ise, Kur'ân'ı bu
kudret ve muhtevada ve erişilmesi mümkün olmayan özellikte indiren Cenâb-ı Hakk'ı her türlü
kusurdan, beşerî sıfatlardan, yakışıksız isnatlardan tenzih etmenin gereği
konu edilerek başlanıyor ve sonra bu yüce kudretin insanlardan yana
hazırladığı diğer birkaç nimete değinilerek inkarcılar insaf ve iz'âna davet ediliyor. [5]
1- O çok
yüce Rabbının ismini tesbîh
et.
2- O ki
yarattı, düzene koydu.
3- O ki
(yarattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de) yolunu
gösterdi.
4- O ki,
yeşilliği (bütün güzelliğiyle ve yararlarıyla) çıkardı.
5 - Sonra da
onu kararıp birbirine karışan çer-çöp haline (veya kupkuru kömüre) çevirdi.
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, A'lâ Sûresini çok severdi.» [6]
Hz. Aişe Validemiz (R.A.)
diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz vitir namazında (Sebbih isme Rabbike'l-A'lâ) ile (Kul ya eyyühe'l-kâfirûn)
sûrelerini okurdu.[7]
Numân b. Beşîr (R.A.) diyor ki:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz iki bayram namazında da (Sebbih isme Rabbike'I-A'Iâ) süresiyle (Hel etâke hadîsü'l-ğâşiye) sûresini okudu. Bayram günü cumaya tesadüf edince
de hem bayram, hem de cuma namazında bu iki sûreyi okudu.»[8]
Âmir el-Cühenî (R.A.) diyor ki:
«(Sebbih
isme Rabbike'l-Azîm) âyeti inince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bize: «Bunu rükuâ vardığınızda
söyleyin» buyurdu. (Sebbih isme Rabbike'I-A'Iâ) âyeti inince bize: «Bunu da secdeye vardığınızda
söyleyin» buyurdu.[9]
İbn Abbas (R.A.) diyor ki:
«Resûlülla1 A.S.)
Efendimiz (Sebbih isme Rabbike'I-A'Iâ) sûresini okuyunca, (Sübhane
Rabbiye'l-A'lâ) dedi.»[10]
Abdullah b. Amr (R.A.) diyor ki:
«Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu : «Cenâb-ı Hak
şüphesiz gökleri ve yeri yaratmadan ellibin yıl önce
mahlûkatının miktar ve kaderini takdir buyurdu ki, O'nun Arş'ı su üstünde
idi.»[11]
«O çok yüce Rabbının ismini tesbîh et..»
Âyette, o çok yüce
olan Rabbı tesbîh etmemiz
emredilirken, O'nun her ân tesbîh ve tenzihe lâyık
olduğuna dair yedi kadar delil sıralanıyor. O belgeler üzerinde ciddi şekilde
durulduğu takdirde, Cenâb-ı Hakk'ın
kelime kalıbına sığmayacak, sözle ifadesi mümkün olmayacak anlamda yüce olduğu
rahatlıkla anlaşılır.
Böylece kendini akıl
ve imamyla bu irfan çizgisine getiren kimse, O sonsuz
kudretin ve yüce varlığın huzurunda eğilip secde ederken (Süb-hane
Rabbiye'l-A'lâ) deyip kendi
aczini ve mahviyetini, Cenâb-ı Hakk'ın
da erişilmezliğini dile getirmiş olur. Şüphesiz insan için en büyük şeref ve meziyet
Cenâb-ı Hakk'a kul olma
idrâkini taşımak ve bunu hem sözlü, hem de fiilî olarak ortaya koymaktır. İşte
bu noktada namazın ve secdenin önemi bir defa daha kendini hissettirmekte ve
Allah'a yakın olmanın en kestirme yolu olduğunu kalp ve kafaya işlemektedir.
Cenâb-ı Hakk'ın zâtı nasıl her
türlü noksanlıktan, mahfûkî sıfatlardan pâk ve
münezzeh ise, O'nun güzel isim ve sıfatları de öylece pâk ve münezzehtir. O
bakımdan O'nun güzel isimlerini sözlük çerçevesinde değil, çok yüce zâtına
yakışır anlamda mânalandırmak gerekir. Çünkü Cenâb-ı Hak zâtıyla, sıfatıyla «A'lâ»dır;
yani çok yücedir ve her türlü güzel övgüye lâyıktır.
Bu bakımdan kâinat hem
bütünüyle, hem de her parça ve atomuyla durmadan Hakk'ı
tesbîh ve tenzîh etmekte; O'nu inkâr edenlerin iddia
ve görüşlerini reddetmekte; O'na yakışmayan sıfat ve benzetmelerin anlamsızlığını
ortaya koymaktadır.
Cenâb-ı Hak bu gerçeği şöyle açıklamaktadır:
«Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzîh etmektedirler.»[12]
«Göklerde ve yerde
olanların hepsi Allah'ı tesbîh ve tenzih eder.»[13]
«En güzel isimler O'na
mahsustur. Göktekilerle yerdekîler O'nu tesbîh eder.
O çok üstündür, çok güçlüdür, hikmet sahibidir.»[14]
«Göktekiler ve
yerdekiler, mülk-ü saltanat sahibi O çok mukaddes, çok üstün hakim olan Allah'ı
tesbîh ederler.»[15]
Cansız eşyanın tesbîhi, gökteki bütün yıldızların ve yer aldıkları kümelerin
ve o kümelerin oluşturdukları galeksilerin hepsinin
istisnasız şekilde, belirlenmiş bir plâna ve yüklenildikleri programa göre
sürdürdükleri hareketleridir. Atomların tesbîhi,
elektronların çekirdek etrafında, baş döndürücü hızla dönmesidir.
Canlıların tesbîhi, akıl sahibi olmayan hayvanların yaratıldıkları
amaç ve hikmete yönelmeleri, nesillerini devam ettirip iç güdüleriyle ilâhî düzene
uymalarıdır.
Bitkilerin tesbîhi, belli şartlar ve ortamlar içinde yeşerip insan ve
hayvanların yararına hizmet vermesi ve bıraktıkları tohum, kök ve sporlarla benzerlerinin
yetişmesini sağlamalarıdır.
Diğer bir yoruma göre:
İnsan, cin ve melek
dışında kalan canlı-cansız varlıkların kendilerine, hılkatlanndaki
özelliklerine has tesbîhleri vardır ki, onu teknik
İmkânlarla da olsa anlamamız çok zor, hattâ imkânsızdır. Meselâ Mesçid-i Saadet'te-ki hurma kütüğünün inlemesi, Mekke
dışında Peygamber (A.S.) Efendi-miz'in avucuna aldığı
çakıl taşlarının iki şehadet-kelimesini, Peygamberimizin
yanında bulunan Hz. Ali'nin de duyacağı şekilde sesli
söylemesi, ağacın Hz. Peygamber'e (A.S.) selâm
vermesi birer mu'cize olmakla beraber her birinin
yüce yaratanını bilip O'nun varlığına ve birliğine şehadet
etmesi ve tesbîhte bulunması demektir.
Nitekim Cenâb-ı Hak bu'gerçek ve inceliği
şöyle açıklamaktadır:
«Yedi gök, yer ve
bunlarda bulunanlar O'nu tesbîh ve tenzîh ederler.
Zaten hiçbir şey yoktur ki, O'nu hamd ile tesbîh etmesin; ne var ki siz onların tesbîhlerini
anlamazsınız..» [16]
İnsan ve cinlerin tesbîhi, kâinat planındaki yerlerini alıp yaratıldıkları
amaç ve hikmete yönelmeleri ve bu idrâk içinde Cenâb-ı
Hakk'a ibâdet etmeleridir. Ayrıca cansız eşyada
olduğu gibi, canlı varlıklarda da yer alan atomların ve hücrelerin hareket
halinde bulunması ayrı bir tesbîh sayılır.
Ama teşbihin en
anlamlı olanı, insanoğlunun imân doğrultusunda şuurlu biçimde Cenâb-ı Hakk'a taât ve ibâdette bulunmasıdır. Nitekim birinci âyette
insanın bu anlamda tesbîhte bulunması
emredilmektedir.[17]
«O ki yarattı, düzene
koydu. O ki (yarattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de)
yolunu gösterdi..»
Cenâb-ı Hak zâtıyla, sıfatıyla, fiiliyle, tasarruf ve
takdiriyle çok yücedir; her .türlü noksanlıktan, beşerî sıfatlardan pâk ve
münezzehtir. O'nun benzeri yoktur. Böylece birden beşe kadar olan âyetlerle,
bilhassa O'nun rububiyetinin eşsizliğine ve
benzersizliğine; tasarrufundaki kemâline delâlet eden dört fiili son derece
düşündürücü, yönlendirici, akla malzeme verici ve ışık tutucudur:
1- «O ki yarattı, düzene koydu..»
Evet, her şey önceden
plânlanmıştır. Meselâ herhangi bir madde, bağlı bulunduğu kanunların
gerektirdiğinden fazla bir şey yapamaz. Atomlar, moleküller sadece kimyasal
ilişkilere, yer çekimine, ısı ve elektrik gücünün etkilerine ayak uydururlar.
Havadaki azot,
oksijenin yoğunluğunu azaltan ve onu insan ve hayvanın yaşamasına uygun hale
getiren bir gazdır; o devamlı bu hizmetini sürdürür ve hatâ yapmaz. Şüphesiz
böyle bir düzenleme, kusursuz bir takdirin eserinden başkası olamaz.
Dünyayı saran atmosfer
tabakası, titiz bir ölçü ile gereği kadar kalındır. Bu sayede ekinlerin muhtaç
bulunduğu kimyevî ışınlar atmosferden geçebilmektedir.
Bu ışınlar mikropları öldürür, vitaminleri üretir.[18]
Şayet güneşimiz şu
anda verdiği ışınlarının yarısını verecek olsaydı hepimiz donardık. Buna
mukabil ışınlarını birbuçuk kat artırsaydı çoktan kül
olurduk. [19]
Bu misalleri çoğaltmak
mümkündür. Ancak her oluşum ve olayda mutlak bir düzenleme, hesap ve programın
hâkim olduğu kesindir. O halde mutlak bir düzenleme varsa, mutlak surette bir
düzenleyici de vardır ki O, Cenâb-ı Hak'tır.
2- «O ki
(yarattığını) belli ölçüye göre ortaya çıkardı ve (ona göre de) yolunu
gösterdi.»
Meselâ bal ansı,
insanlara şifâ ve gıda verecek balı üretmek için yaratılıp ortaya çıkarılmış ve
nasıl bal imal edeceği de onun iç güdüsüne enjekte edilip yolu ve yöntemi
gösterilmiştir. Bu, ilk yaratıldığı andan itibaren böyledir ve bu özelliğiyle
devam etmektedir. Zira Cenâb-ı Hakk'ın
koyduğu ölçü ve yüklediği program şaşmadan yoluna devam eder.
Dünya güneşin
etrafında saniyede 30 km. lik bir hızla dönmektedir.
Bu takdir ve ölçü değişik olsaydı, meselâ saniyede 15 veya 90 km. gibi bir
hızda programlanıp ayarlansaydı veya yerküre bazan
hızını artıracak, ba-zan-da yavaşlatacak şekilde
düzenlenseydi yaşama şansımız pek olmazdı.
Dünyanın kendi ekseni
ve güneş etrafındaki dönme hızında meydana gelebilecek 1 saniyelik değişme
bile, A.C. Morrison'un dediği gibi bütün astronomik
hesapları alt-üst ederdi.
Karıncanın kollektif, düzenli ve disiplinli çalışması, daha önce hazırlanan
kusursuz bir programlamaya göredir. Şüphesiz karınca denilen canlının ilk anda
bu iç güdüyle donatılarak hayata adım atması sağlanmıştır. Artık bu proramın ve onun genetik kodundaki kayıt ve formülün değişmesi
söz konusu değildir.
İşte bütün canîı türlerinin durumu böyle.. Onlara başka menşe'Ier aramak anlamsız ve hikmetsizdir. Asıl hikmeti,
her canlının türünde aramak lâzımdır. Zira Şeyh Muhyiddin
Arabi'nin dediği gibi, Cenâb-ı Hak her şey hakkında
bir tecellide bulunmuştur. İkinci tecelli söz konusu değildir. Ondan sonra her
canlının ezelî plânda genetik koduna ne yazılmış ve formüle edilmişse ancak o
ortaya çıkmakta ve devam etmektedir.
3- «O ki
yeşilliği (bütün güzelliğiyle ve yararlarıyla) çıkardı.»
Âyette «yeşillik» ile
çevirisini yaptığımız «mer'â», daha çok «otlak»
mânasına gelirse de, burada bütün bitkilere delâlet etmektedir. Nitekim bu isim
Nâziât Sûresi'nde de genel anlamda kullanılmıştır.
Şüphesiz ki her tür
bitki, Cenâb-ı Hakk'ın ayrı
bir tecellisinin ve ezelî planındaki takdîrinin gereğidir. Sayıları milyonları
bulan bitkilerden her birinin ayrı bir özelliği ve başka başka
faydaları söz konusudur. İlâhî hikmet ve kudret tezgâhında şekillendirilip
renklendirilmiş ve her biri ayrı bir şifâ unsurunu kendinde taşıyarak
insanoğlunun yararına sevkedilmiş-tir. Aynı zamanda
her bitki ilâhî hilkat fırçasının izlerini taşımakta ve Allah'ın varlığına,
birliğine, kudretinin üstünlüğüne delâlet etmektedir. Öyle ki, bitkiler
güneşle, ayla, hava ve toprakla bir bütünlük arzetmekte
ve tabiatta kusursuz şekilde çok şuurlu bir yöneticinin hâkim olduğunu bütün
açıklığıyla yansıtmaktadır. O kadar ki, her bitki türünün canlılığı, havadaki
karbon dioksite dayanmaktadır. Yaprakları akciğer gibidir, hayadaki karbon
dioksiti güneş ışığının yardımıyla karbona ve oksijene çevirip ayırır.
Böylece yeşil bitki
yaprağı oksijen gazını çıkarır ve karbonu kökleri vasıtasıyla aldığı suyun
hidrojeni ile birleştirerek saklar. Sonra da ilâhî mekanizma bu elemanlardan
şeker, selüloz, çeşitli kimyasal maddeler ve çiçekler imal eder.
Hiçbir zaman bu kadar
hesaplı, düzenli, faydalı bir işleyişi tesadüflere bağlayamayız.
4- «Sonra
onu kararıp birbirine kansan çer-çöp haline (veya kupkuru kömüre) çevirdi.»
Âyette biri isim,
diğeri sıfat olmak üzere iki kelimeye veya kavrama yer verilmiştir: «Gusâ» ve «Ahvâ»..
Gusâ: Set suyunun aktığı vadinin kenarlarından toplayıp
sürüklediği ot, yaprak, sak ve benzeri şeyleri birbirine katıp bir yana attığı
çer-çöp demektir.
Bu kelime şeddeli
olarak «gussâ» şeklinde de gelir. Çoğulu «eğsâ» dır.
Katade'ye göre: Kuruyup esmerleşen, koyu kahve, daha çok siyahımsı
renk alan yarı çürümüş sebze ve ota «gusâ» denilir.
Aynı zamanda sel yatağında biriken çer-çöp de bu ismin kapsamına girmektedir.
Ahvâ: Siyah, koyu esmer, siyaha yakın koyu yeşil gibi
renklere delâlet eden bir sıfattır.[20]
Dördüncü maddedeki
âyette geçen iki kelimeyi sözlük mânalarının ışığı altında iki şekilde
yorumlamamız mümkündür:
1- Sel
yatağında suyun sürükleyip bir kenara ittiği siyah, koyu kahve, siyaha yakın
koyu yeşil renkte kurumuş çer-çöp..
2- Siyah
renkli, bitkisel kaynaklı, içinde yüksek oranda karbon bulunan katı yakıt.
Kömür nasıl meydana
gelmiştir?
Kömürler, eski
jeolojik devirde yaşamış bitkilerin zamanımıza kadar gelmiş fosilleridir. Bu
oluş hakkında iki farklı teori ileri sürülmüştür: Bunlardan birine göre,
bitkilerin selülozu küçük organizmaların etkisiyle değişmeye uğrayarak su ve
gaz halinde ayrılmış, kalan odun kısmı (signin) da
fazla değişmeden içinden metan ve karbon dioksitin ayrılmasiyle
taş kömür haline dönüşmüştür.
Öbür teoride ise,
kömürlerin «lignin»den değil selülozdan meydana
geldiği ileri sürülür. Bu görüşü doğrulamak için selüloz sü
ile baskı altında 300-400° ısıtılmış ve kömüre benzer bir cisim elde
edilmiştir. Günümüzde bu iki teorinin de doğru olduğu söylenmektedir.
Böylece dördüncü ve
beşinci âyetlerle, yer altında oluşan taş kömürlere işaret edilmekte ve bu
konuda temel btlgr verilmektedir. [21]
Yukarıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hakk'ın tenzih ve tesbîh edilmesi konu edilerek O'nun kudretinin yüceliğine
ve sınırsızlığına delâlet eden dört belge üzerinde duruldu. Araştırıcılar ve
aklını kullananlar, için yönlendirici, Hakk'ın
kudretini tanıtıcı bilgiler verildi.
Aşağıdaki âyetlerle, vahyedilen Kur'ân'ın Hz. Muhâmmed'in (A.S.) kalbinde yer edip unutulmayacağı
belirtiliyor. İleride müyesser kılınacak başarıya erişileceği müjdeleniyor.
Sonra da öğüt vermenin yararına değinilerek öğüt almayanların sonunun nereye
varacağı haber veriliyor. [22]
6- (Kur'ân'ı) sana okutacağız ve sen de unutmayacaksın.
7- Ancak
Allah'ın dilediği müstesna.. Çünkü O elbette açığı da bilir, gizli olanı da
bilir.
8- Kolay
olana seni iletip başarılı kılacağız.
9- O halde öğüt fayda verirse ona devam et.
10- (Allah'tan)
saygı ile korkup eğilen öğüt alacaktır.
11- Sapıtmış
âsi günahkâr ise ondan uzak duracaktır.
12- O en
büyük ateşe varıp girecektir.
13- Sonra da
orada ne ölecek, ne de yaşayacaktır.
İbn Ebî Necîh'in
Mücahicl'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bazan,
kendisine vahyedilen Kur'ân
âyetlerini unutabileceğin-den endişe ettiği olurdu. Bunun üzerine yukarıdaki
ilgili âyetler indirilmiştir.[23]
«(Kur'ân'ı)
sana okutacağız ve sen de unutmayacaksın..»
Cenâb-ı Hak kendi kitabını indirmeyi murad
edince, Hz. Muhammed'i (A.S.) seçip risâlet ile görevlendirirken Onun kalbini ve hafızasını
ilâhî âyetleri indiği gibi korumaya uygun düzeye getirdi. Ancak tilâveti veya
hükmü kaldırılan âyetler bu genellemenin dışında tutulur ki, yedinci ayetle ona
işaret edilmektedir.
Nitekim ilim
adamlarından bir kısmı âyetteki istisnayı bu manâya yorumlamıştır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vahyin ilk yıllarında okuryazar
değildi. Bununla beraber inen ilâhî vahyi olduğu gibi kalp ve hafızasında
tutmakla yükümlüydü. O bakımdan bazan «unuturum» diye
endişelenir ve Cebrail {A.S.) getirdiği âyetleri henüz tamamen ilka etmeden Peygamberimiz (A.S.) telakki ettiği kısmı
okumakta acele eder ve bu sebeple dudaklarını kıpırdatırdı. O sebeple Kıyamet
Sûresi'nde de bu olay çok daha acık biçimde şöyle tasvîr edilmektedir: «İnen
vahyi acele (belleyip ezber) etmek için dilini kıpırdatma. Şüphesiz ki onu
toplayıp okutmak bize aittir. O halde biz onu (Cebrail'in diliyle) okuduğumuzda
sen de onun okunmasını izleyerek ona uy. Sonra da onun açıklaması bize aittir.»
Böylece A'lâ Sûresi'ndeki altıncı âyetle bu hüküm ve beyân daha da
pekiştirilmekte ve unutma endişesi duymaya mahal olmadığı bildirilmektedir.
Bu bakımdan Ferrâ', sözü edilen istisnayı yorumlarken, «Cenâb-ı Hak Onun hiçbir şeyi unutmasını dilememiştir»
diyerek ilâhî inayetin Ondan yana tecelli ettiğini belirtmiştir. Öyle ki, Cenâb-ı Hak dilerse unutturur. Çünkü O'nun kudreti her şeye
yeter. Ama unutturmayı dilemedikçe aksinin zuhur etmesi söz konusu değildir.
Nitekim istisnanın bu anlama yorumu bir diğer âyette görülmektedir: «Gökler ve
yer durdukça ora (cen-net)de temelli kalıcılardır;
ancak dilediği müstesna..» [24] Yani
cennetlikler cennette ebediyen kalacaktır; ama Allah dilerse kalamazlar. Ne var
ki O böyle dilememiştir ve dilemiyecektir de.. Çünkü
O'nun ezelde hazırladığı plân, program bir yanlışlık meydana gelmeden aynen
devam eder, değişmesi söz konusu değildir. Zira Cenâb-ı
Hak kurduğu düzene, hazırladığı programa müdahale etmez. Söz O'nun katında
asla değişmez.
Diğer bir yorum ise
şöyledir:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz inen Kur'ân
âyetlerini unutmazdı. Ancak Cenâb-ı Hak dilediği
zaman Ona bir âyeti unutturur ve böylece Hz. Mu-hammed'in de (A.S.) bir insan olduğunu hatırlatır ve hemen
sonra Ona, unuttuğunu da Melek Cebrail, ya da mü'minlerden biri vasıtasıyla hatırlatırdı.
Efendimiz Namazda
kıraat esnasında bir âyeti atlamış bulunuyordu. Ubey
b. Kâ'b (R.A.) o âyetin neshedildiğini,
yani tilâvetinin kaldırıldığını sanmıştı. Durumu Hz.
Peygamber'e (A.S.) arzedince, Peygamberimiz (A.S.)
ona : «Doğrusu Ya Ubey! Onu
unuttuğum için atlamış bulunuyorum» diye cevap vermiştir.[25]
«Kolay olana seni
iletip başarılı kılacağız.»
Peygamberimizin (A.S.)
güzel anlatımıyla, «Din kolaylıktır»[26] ve
«Allah yanında dinin (dindarlığın) en sevileni, bâtıldan uzak, hakka yönelik, koskolay olanıdır.» [27]
İslâm Dininin kısa
zamanda kıtalara yayılmasının sebeplerinden biri de, Onun hemen her konuda
kolaylık getirmesi ve kolay olanı seçme/i emretmesidir. Nitekim Hz. Aişe (R.A.) Validemiz bu
konuda diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ne
kadar iki şey arasında muhayyer bırakıldıy-sa, -bir günah olmadığı, ilâhî hürmeti bozmadığı takdirde-
mutlaka kolay olanını seçerdi.» [28]
Böylece İslâm'a girmekte nasıl
bir kolaylık varsa, ahlâkî
kuralları yaşamakta ve uygulamakta da kolaylık mevcuttur. Diğer yandan
ibâdette kolaylık, nikâhta ve boşanmakta kolaylık, muamelatta kolaylık hep söz
konusudur. Şüphesiz bunlar, yani sözünü ettiğimiz konular ciddi şekilde
incelendiği zaman hepsinde de kolaylık sağlandığı ve hükümlerin ona göre
konulduğu rahatlıkla görülür. İbâdeti de, muamelâtı da zorlaştıran biz
insanlarız. Meselâ İslâm Dini, adalette büyük bir sür'ati
prensip olarak ortaya koymuş ve adaletin gecikmesini adaletsizlik olarak
vasıflan-dırmıştır. O bakımdan gerek Hz. Peygamber (A.S.) zamanında, gerek dört halife
döneminde, gerekse Abbasîler, Selçuklular ve Osmanlılar devrinde bu prensibe
sıkı sıkıya- bağlı kalınmış, en büyük ve önemli davalar bile en çok üç gün
içinde karara bağlanmıştır. Kadıya baş vuran davacı, dilekçesini verince, kadı
ona : «Bir gün sonra davayla ilgili belge ve şahit olarak ne varsa mutlaka
mahkemeye bildirilecektir» diye emir verirken, aynı emri davalıya vermiş ve
ikinci gün böylece tarafların varsa belge, delil ve şahitleri dikkate alınıp
dinlenmiş ona göre karar verilmiştir. Taraflar belge, delil ve şahit
getiremedikleri takdirde davalıya yemin tek-lîf edilerek dava
neticelendirilmiştir.
İlgili âyetin bir
diğer yorumu ise şöyledir: Mekke'de çok sıkıntılı günler geçiren Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e,
yakında zorlukların kalkacağı, hicret olayının suhuletle neticeleneceği ve
Medine'ye yerleşme olayının gerçekleşeceği; aynı zamanda orada kolaylıkla
şehir devletinin temellerinin atılacağı kapalı bir anlatımla müjdelenmektedir.
Zira her sıkıntı ve
zorluktan sonra, sabredildiği ve Allah'a güvenilip dayanıldığı takdirde mutlaka
bir kolaylık vardır. Nitekim İnşirah Sûresi'n-de bu
husus çok aç*ık bir anlatımla belirtilmektedir.
O halde dinî konuları
uzmanlaşmış din âlimlerine götürmekte ve onların görüşünü alarak
sonuçlandırmakta büyük fayda vardır. Ortaya çıkan ve çözüm bekleyen herhangi
bir konuyu Kur'ân ve Hadîslerin bütünlüğü, İslâm'ın
ana kaideleri çerçevesinde değerlendirmeye tabî tutup çözdüğümüz nisbette kolaylık sağlamış oluruz. Konuyu ehil olmayan
kişilerin çözümüne terkettiğimiz ölçüde zorlaştırıp
çıkmaza sokmuş oluruz.
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ümmetini bu konuda uyararak şöyle buyurmuştur
:
«Şüphesiz ki din
kolaylığın tâ kendisidir. Artık kim (fazla ibâdet yapayım ve daha sıkı tutayım
diye) kendini zorlar da dine karşı mukavemette bulunursa, mutlaka (kendisi
âciz kalıp yorulur da) din ona üstünlük sağlar. O halde İfrat ve tefritten
uzak kalıp isabetli olanı seçin; son noktasına varayım diye zorlanmayın, ona
yakın olmayı prensip edinin ve müjdelenin. Günün evvelinde ve zevaldan sonra yol almakta kendinize yardımcı olun; gecenin
sonuna doğru da yol almak suretiyle kendinize kolaylık sağlayın.» [29]
O halde öğüt fayda
verirse ona devam et.»
Zira kalpler, günün
şartlan da dikkate alınarak uygun bir metodla
işlendiği takdirde yumuşar ve ilâhî nurun tecellisine ayna olabilir. İçinde
az-çok irfan ve imân bulunan gönüller dinî nasihatla
katılıktan kurtulur; duygular iyiye çevirilir;
düşünceler berraklaştırılır. Unutmayalım ki insanın hılkatındakî
özelliği ve mayasındaki cevheri gereği, makam ve rütbesi ne olursa olsun
yapıcı, yönlendirici öğüde İhtiyacı vardır.
O bakımdan Cenâb-ı Hak bu konuda Hz.
Muhammed'in (A.S.) ve dolayısıyla Onun yolunda yürüyen mürşitlerin asıl
görevlerinden birini şöyle açıklamaktadır:
«Öğüt ver; çünkü
gerçekten sen ancak bir öğütçüsün.» [30]
Ancak öğüt istisnasız
olarak herkese fayda verir mi? Böyle bir iddia söz konusu değildir. Zira yersiz
ve ölçüsüz yapılan öğütlerin bazan aksi tesir yaptığı
görülmekte ve duyulmaktadır. Küfürde inatla ısrar edip Hakk'ı
red ve inkâr hususunda iyice şartlanan kişiler
üzerinde öğüdün faydalı olmadığı, bilhassa o gibilerin küfür ve azgınlığını
artırdığı bir gerçektir. O bakımdan Kur'ân'da, dinî
öğüdün Hakk'a inanıp bağlanan mü'minle-re
fayda vereceği belirtilerek, bu hususta muhatabın mü'minlerden
seçilmesi tenbîh edilmektedir.
Konuyu hem açıklayan,
hem de ana temasını kuvvetlendiren diğer âyetleri de nakletmemizde yarar
görüyoruz. Çünkü Kur'ân âyetlerinin önemli bir
bölümü, birbirini hem açıklamakta, hem de tamamlamaktadır:
«Ve sen öğüt vermeye
devam et; çünkü gerçekten hatırlatmada bulunup öğüt vermek mü'minlere
fayda sağlar.»[31]
«Tehdidimden
korkanlara Kur'ân ile öğüt ver.» [32]
İslâm hemen her konuda
disiplinli, metodlu olmayı, kurallara bağlı kalmayı
emreder. Bunun için ibâdeti bile birtakım vakitlere, şartlara, esaslara ve
kurallara bağlamıştır. Dinî ahlâk işlenirken elbetteki kural ve metot dışında
kalınamaz. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gerek günlük
konuşmalarında, gerekse cuma ve bayram gibi önemli günlerdeki hitabesinde,
toplumun ihtiyaçlarını, temayüllerini, sıkıntı ve dertlerini dikkate alarak
konuşur; bıkkınlık vermemeye dikkat edip sözünün tesirsiz hale gelmesini
önlerdi.
Aynı zamanda acele
konuşmaz, biteviyelikten kaçınır; ses tonunu yeri gelince yükseltir, yeri
gelince de alçaltırdı. Kelimelerin üstüne basa basa
konuşur; önemli bir bilgiyi verirken gerekirse o cümleyi iki veya üç defa
tekrar ifade ederdi.
Öğüt konusunun önemini
göz ardı etmek mümkün olmadığına göre, izlenecek metodu çok iyi bilmeye ihtiyaç
vardır.
Buna «vaaz-u nasihat; irşad ve tebliğ» de diyebiliriz. Hatip, vaiz, dâî ve mübelliğin karşısında üç
sınıf insandan ya biri, ya
ikisi ya da hepsi bulunabilir. O bakımdan dinî
konuları anlatırken, kalp ve kafalara nakşetmeye çalışırken bu üç sınıfın
farklı bilgi ve kültür seviyesini göz önüne almak zorundayız. Cenâb-ı Hak nasıl, ilgili âyette «Kolay olana seni iletip
başarılı kılacağız» buyuruyorsa, dine hizmet etme şerefini yüklenenlerin de
her vesileyle bu kolaylığı yansıtmakla yükümlü olduklarını unutmamaları
gerekir. Nitekim Nahl Sûresi'nde şu ilâhî emir ve
tavsiyenin yer aldığını görüyoruz:
«Rabbın
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır; onlarla en güzel (ölçü ve usûl ne ise
ona göre) mücadeleni sürdür.» [33]
Sözünü ettiğimiz bu
çok yararlı metotlar uygulandıktan sonra yapılacak vaaz ve öğüdün, tebliğ ve
irşadın, şüphesiz ki Cenâb-ı Hak'tan saygı ile
korkan mü'minler üzerinde olumlu tesir bırakacağı
kesindir ve tecrübeler hep bunu gösterip yansıtmıştır. Kalpleri satılmış âsi
günahkâr inkarcıların ise, dinî öğütten nefret edip uzaklaştıkları görülmüştür.
Zira kişi sevmediği, inanmadığı şeyden zevk almaz, üstelik tiksinir, nefret duyar
ve uzaklaşır, Din ve sağlam inanç ise, bütünüyle sevgi, kalp yatışkan-lığı, vicdan berraklığı ve gelişmiş irfanla içiçedir. O bakımdan inkarcı maddecilere hakkı tanıtıp
kabul ettirmek için uzun süre çok metotlu ve bilinçli bir yol izlemek; düşünce
ufuklarını genişletecek deliller getirmek, duygularını yönlendirecek misaller
sıralamak ve akıllarına ışık tutup malzeme verecek belgeler, ilmî hüccetler
ortaya koymak gerekir. Kur'ân ve Hadîs'te uygulanan
yol ve metot bu belirttiğimiz hususları en uygun biçimde yansıtmaktadır. 10 ve
11. âyetlerle özellikte bu hususa değinilerek aydınlatıcı bilgi verilmektedir.[34]
«Sapıtmış âsi günahkâr
ise ondan uzak duracaktır. O, en büyük ateşe varıp girecektir. Sonra da orada
ne ölecek, ne de yaşayacaktır.»
Kur'ân ile yapılan öğütten nefret duyup uzaklaşarak nasîbini
almayan inkarcı âsiler Cehennem ateşinde kendileri için mukadder olan azabı
çekerken her an ölmeyi, silinip yok olmayı isterler. Ancak böyle bir istek ve
temenninin hiçbir yararı olmaz; bütünüyle anlamsız ve neticesiz kalır. Zira
ölüm olayı dünya hayatına has bir emirdir. Âhiret
âlemi sonsuz olduğundan ölümsüzdür. O bakımdan âhirette
ö!üm olayının yeri ve hikmeti yoktur.
Nitekim sahîh hadîste
bu husus şöyle açıklanmaktadır:
«Kıyamet gününde
cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde yerlerini aldıktan sonra ölüm
(bir koç şeklinde) getirilip cennet ile cehennem arasında boğazlanır.»[35]
Böylece Cennet'te
olanlar büyük ferahlık duyup ölümsüz bir hayatın devam edeceğini gözleriyle de
müşahede ederken, cehennemliklerin büsbütün ümitleri kırılır ve o dayanılmaz
azaptan kurtulma şanslarının pek olmadığını anlarlar. Çünkü orada azap
çekmektense bir an önce ölmek onlar için rahmet sayılır.
İşte dünya hayatında
nefis otlağında mide kavgası verirken ebedî hayatı inkâr eden maddecilere bu
yüzden sonsuz bir azap verilerek cezanın amelin ve niyetin cinsinden olduğu bir
defa daha belgelendirilmiş oluyor.
Muhyiddin Arabî (K.S.) Fütuhat-ı Mekkiye
adlı eserinin üçüncü cildinde bu konuya değinerek keşif yoluyla elde ettiği
bilgiyi şöyle açıklamaktadır :
«İkinci gökte Yahya
Peygamberi İsa (A.S.)ın yanında gördüm. Aramızda şu
konuşma geçti:
— Haber aldığıma göre
kıyamet gününde Cenâb-ı Hak ölümü bir koç şekline
sokup getirecek ve Cennet ile Cehennem arasında tutacak; cennetliklerle
cehennemliklere gösterecek ve sen de ilâhî emir gereği o koçu orada boğazlıyacakmışsm, öyle mi?
Yahya (A.S.) bana şu
cevabı verdi:
— Evet, bu ancak bana
lâyık ve uygun görülmüştür. Çünkü ben «yaşayan, diri kalan» anlamına gelen
«Yahya» ismini taşıyorum. Benim ismimin zıddı olan «ölüm» benimle birlikte
artık kalamaz. Çünkü âhiret ebedî hayat yurdudur,
orada ölüm denilen olayın mutlaka kaldırılması gerekir; onu (ilâhî takdir
gereği) benden başka giderip kaldıracak da yoktur.
Ben ona:
— Doğru söylüyorsun, ama şu âlemde «Yahya»
adını taşıyanlar hayli çoktur. (Buna ne dersin?) dedim, O şu cevabı verdi:
— Ama benim bu isimde öncelik mertebem
bulunuyor. Hayat bulan her şey benim ismimle (onun mâna ve hikmetiyle)
bulmuştur. Benden önce Cenâb-ı Hak bu ismi kimseye
vermemiştir. Bütün yahyalar bana tabidir. Benim
ortaya çıkmaklığımla onlara bu hususta hüküm
(takdiri) kalmamıştır.
Bu cevabından sonra Hz. Yahya (A.S.) beni bir hususta uyardı ki, o şey ile
ilgili hiçbir bilgim yoktu. Kendisine Cenâb-ı Hak'tan
mükâfat dilerim.» [36]
Cehennem ehli orada
azap çektikleri sürece ne ölürler, ne de dosdoğru yaşarlar. Her an ıstırap ve
elem içinde kıvranıp ilâhî takdire boyun eğerler. O bakımdan böylesine bir
hayat ortamında yaşayanlara «yaşıyorlar» pek denilmez.[37]
Yukarıdaki âyetlerle, vahyedilen Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in (A.S.) kalbinde yer edip unutulmayacağı
konu edildi. İslâm'ın başarıya erişme yollarının kolaylaştırıldığına
değinilerek dinin her yanıyla kolaylık arzet-tiğine işarette bulunuldu. Sonra da öğüdün lüzum ve yararı
üzerinde durularak bilgi verildi. İnkarcı sapıkların dinî öğütten nefret
duyduklarına
temasla onların kendi
aleyhlerine çok elemli bir sonuç hazırladıkları bildirildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kendini küfür ve günahtan arındırıp namaz kılan mü'minlerin
felah bulacağı müjdeleniyor. Sonra da dünya hayatını âhiret
hayatına tercîh eden gafiller uyarılıyor; âhiret
hayatının çok daha hayırlı ve her bakımdan kalıcı olduğu bildirilerek ölmeden
önce iki hayat arasında denge kurmaları kapalı şekilde emrediliyor.[38]
14-15-Kendini
(inkâr, inat ve kötülüklerden) arındıran, Rabbinin adını anıp namaz kılan
kimse, cidden korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşmuştur,
16- Ama siz
dünya hayatını (Âhiret'e) tercîh ediyorsunuz.
17- Halbuki Âhiret hem daha hayırlı, hem de devamlı ve sonsuzdur.
18-19-Şüpheniz
olmasın ki, bu (öğütler) önceki sahifelerde, İbrahim
ve Musa'nın sahifelerinde de vardı.
Rivayete göre,
Medine'de bir münafığa ait hurma ağacının dalları Ensar'dan
bir adamın evinin avlusuna sarkmış vaziyetteydi. Rüzgâr esince olgunlaşan
hurmalar o avluya düşüyor ve onlardan ev halkı yararlanmak istiyordu. Münafık
ise buna rıza göstermiyor, bir sürü sebepler sıralayıp onları zor duruma
sokuyordu. Avlu sahibi buna bir çözüm bulmak umuduyla Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz'e gelip dert yandı. Peygamber {A.S.)
Efendimiz o münafığı -çağırdı ve şöyle teklifte bulundu:
«Şüphesiz Ensar'dan olan şu kardeşin sana ait hurmadan avlusuna düşen
hurmalardan hem kendisinin, hem ev halkının yararlanmasını arzu ediyor. Buna
rıza gösterecek olursan Cennet'te seni memnun edecek bir hurma ağacına
kavuşmana ne dersin?»
Münafık şu cevabı
verdi:
«Ben peşin satarım,
veresi değil..»
Durumu öğrenen Hz. Osman (R.A.) üzüldü ve Ensar'dan
olan o mü'-mini sıkıntıdan kurtarmak için o münafığa hurma ağacına karşılık
etrafı duvarla çevrili küçük bir hurma bahçesi verdi.
Bunun üzerine «kad eflaha men tezekka» âyeti; o münafık hakkında ise «ve yetecennebuhe'leşka'llezi..» âyeti indi .[39]
Tabiînden Dahhak'e göre, 14, 15. âyetler Ebû
Bekir Sıddîk (R.A.) hakkında inmiştir. [40]
«Kad
efleha men tezekkâ»dan
maksat, Allah'tan başka ilâh olmadığına şehadette
bulunan; her türtü şirki (Allah'a eş, ortak, benzer
ve denk koşmayı) kalbinden çıkarıp atan ve benim de Allah'ın Peygamberi olduğuma
şehâdet eden kimsedir. «Ve zekere isme Rabbihi fe-sallâ»dan maksat, beş
vakit namazdır; onları vaktinde kılıp korumak ve gereken ihtimamı
göstermektir.» .[41]
«Kim dünyasını çok
severse, âhiretine zarar verir; âhiretini
çok severse dünyasına zarar verir. Artık (siz bu ikisi arasında denge kurup)
bakî olanı fâni üzerine tercih edin!» [42]
«Kendini (inkâr, inat
ve kötülüklerden) arındıran, Rabbının adını anıp
namaz kılan kimse, cidden korktuğundan kurtulup umduğuna kavuşmuştur.»
Cenâb-ı Hak bu âyetle arınmayı mutlak anlamda zikredip
nelerden arınmamızı açıklamamıştır. Ancak ilgili âyeti gerek sûrenin, gerekse Kur’an’ın bütünlüğü içinde tefsîr ettiğimizde, bunun
kapsamının hayli geniş olduğunu görür ve öylece ilâhî muradı anlama şansına
erişebiliriz. Nitekim gerek Ashab-ı Kirâm'dan bazı zatlar, gerekse Tabiîn'den
birkısım kişiler bu düzeyde âyeti yorumlayarak
aydınlatıcı bilgiler vermişlerdir. Önce onların görüş ve yorumlarını özetleyip
sıralamamızda fayda görüyoruz:
a) İbn Abbas (R.A.) ile Atâ' ve İkrime'ye göre: Küfür ve şirkten arınmaktır.
b) el-Hasan
ve Rebi'a göre : Güzel, iyi ve yararlı amelleri
artırıp geliştirmektir.
c) Ma'mer'in Katade'den yaptığı
rivayete göre : Salih (iyi, yararlı ve feyizli) amellerdir.
d) Ebû Âliye'ye göre : Vaktinde fıtr sadakası (fitre) vermektir.
Nitekim oshab-ı kiramdan Ebû Saîd el-Hudrî (R.A.) ile İbn Ömer (R.A.) dan da bu anlamda sahîh bir rivayet
yapılmıştır. Böylece âyetteki «te-zekkâ»dan
maksat, sadaka-i fitrdır, «men sallâsdan
maksat ise bayram namazını kılan kimsedir.
Bu yoruma dayanan ilim
adamlarının önemli bir kısmı âyetin fitre ve bayram namazıyla ilgili
bulunduğunu söylemişlerdir.
e) Diğer
bazı ilim adamlarına göre : «tezekkî»den
maksat, maldan ve nakitten
verilen zekât değil, amelleri riyadan, lâubalilikten ve gafletten; noksanlık ve
ciddiyetsizlikten tertemiz tutmaktır. Böylece «Tezekkâ»
fiiliyle amelini bu mertebede tutan olgun mü'minlere
işarette bulunuluyor.
f) Yapılan
zayıf bir rivayete göre: «Kad eflaha
men tezekkâ..» âyetini Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz şöyle açıklamıştır: «Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim
de Allah'ın peygamberi bulunduğuma şehadet eden kimse
felah bulmuştur.»
Ancak ilim
adamlarından bir kısmı, (d) maddesindeki yoruma itiraz etmişlerdir. Çünkü A'lâ Sûresi Mekke'de inmiştir. Zekât, Sadaka-i Rtr ve Bayram namazı ise Medine'de meşru kılınmıştır.
Şüphesiz ki, gerçek arınma,
her türlü maddî ve manevî kirlerden, lekelerden sıyrılıp kalbi ve vicdanı,
duygu ve düşünceyi berraklaştınp tertemiz tutmaktır.
Böylesine kapsamlı ve anlamlı bir arınmanın mükâfatı ise, Cennet'te sonsuz
mutluluğa erişmektir.
Hakikî imân, kalbi her
türlü şirkten, inkârdan, şüphe ve nifaktan boşaltıp arındırır ve orayı ilâhî
tecellinin aynası haline getirip feyiz ve rahmet kaynağı kılar.
İmân temeli üzerine
bina edilip işlenen sâlih ameller ise, günah ve hatâ
kirlerini temizler ve âdeta bunlar kalp üzerinde, devamlı temizlikle meşgul
olan görevlilere benzerler.
Niyeti, duygu ve
düşünceyi hâlis {katıksız, gösterişten uzak) kılmak ise, insanı diğer manevî
kirlerden arındırıp kemal mertebesine yükselmesine vesile olur. Çünkü varlıkta
ne varsa hepsi Allah'a aittir ve O'nun kudretinin tezahürüdür. Aynı zamanda
görebildiğimiz ve göremediğimiz sayısı belirsiz eşya, sistem ve düzenler
sadece insanoğlu için yaratılıp vücuda getirilmiştir. İnsan da en şerefli ve
aziz varlık olarak Allah'a ibâdet edip kulluğunu isbat
için yaratılmış ve mükâfat olarak da önüne sonsuz bir hayat düzeni plânlanıp
konulmuştur. O bakımdan insanın yapacağı her amel münhasıran Allah için olduğu
takdirde değer, anlam ve mükâfat kazanır. Aksi halde niyet ve amaç bakımından
sırf dünya hayatıyla bağlı olan ameller, ölüm olayıyla sabun köpüğü gibi sönüp
gider ve ikinci hayatta sadece onların vebalıyla karşılaşılır.
Bunun için Cenâb-ı, Hak, zat-i ulûhiyetine
kulluk edip ibâdette bulunmak üzere yarattığı insanı, tertemiz olarak dünyaya
getirdiği gibi, tertemiz yaşamasını ve o hal üzere ölmesini ve yine o hal
üzere dirilip ikinci hayata kalkmasını dilemektedir. Farz kıldığı bedenî,
kalbî ve malî ibâdetlerle onu bu çizgi üzerinde tutmayı murad
etmiştir. Günde beş vakit namaz ve namaz için alınan abdestin
ruh ve beden, kalp ve dimağ üzerindeki olumlu tesirlerini, temizleyici
özelliklerini kim inkâr edebilir?
Zekât, sadaka-i fıtr (fitre), adak, keffaret ve
benzeri malî ibâdetlerin toplum yapısında oluşturduğu güven, huzur, kardeşlik,
sevgi ve saygı havasını görmemek, anlamamak için geri zekâlı veya çok inatçı
bir kâfir olmak gerekir.
Bütün bu feyizli
ibâdetlerin sağladığı rahmet havasını hangi hareket veya davranış sağlayabilir?
İmân ve ibâdetten kopuk bir toplumun madde cenderesine nasıl sıkıştığını ve
paradan başka bir amaç düşünmediğini hergün görmekte
ve işitmekteyiz. Böylesine kişisel çıkarlarını ön plânda tutanların estirdiği
soğuk havanın aile, toplum ve ülkeleri nasıl dondurup mefluç hale getirdiğini
görmemek mümkün mü? Meğer ki, kalp ve kafa gözü körelmiş olsun.[43]
.
«Ama siz dünya
hayatını (âhlrete) tercih ediyorsunuz. Halbuki âhiret hem daha hayırlı, hem de devamlı ve sonsuzdur.»
Cenâb-ı Hak indirdiği son kitabında âhiret
kavramına ağırlık vermek suretiyle insanları dengeli, düzenli bir hayat
atmosferi içinde tutmayı mu-rad etmiştir. Çünkü
kişinin kalbinden Allah'a ve âhirete imân sökülüp
alındığı zaman geriye sadece hayvanî duygular kalır ve böyle bu çizgide bulunan
kimseden gerçek anlamda dostluk, vefa, yardım, hayır ve iyilik beklenemez.
Sorumluluk taşımadığı, hesap verme inaneı olmadığı
için her türlü fenalığı yapmaya hazırdır. Fırsat elverdiği nisbette
cebini doldurur ve hiç kimsenin gözünün yaşına bakmaz.
Ashab-ı Kirâm'dan İbn Mes'ûd (R.A.)ın bu âyeti okuduktan sonra şöyle dediği rivayet
edilmektedir: «Dünya hayatını âhiret hayatı üzerine
ter-cîh etmemizin sebebini bilir misiniz? Dünya hazır
önümüzde duruyor ve taşıdığı güzel, çekici nesnelerini bize hemen veriyor. Âhiret ise bizim hazır önümüzde gözle görülür durumda
bulunmuyor; o bize nisbetle gayb
âleminden sayılıyor. O bakımdan biz peşin olanı aldık, veresi ve vaadeli olanı bırakıverdik.»
Anoak âyette geçen «tü'sirûne»
fiili «yü'sirûne» şeklinde de okunmuştur. Bu
takdirde fiilin faili Müslümanlar değil, doğru yoldan sapıp dünyalığa, hiçbir
ölçü ve kıstas tanımadan dalan inkarcılar ve nifakçılardır.
Birinci kıraate göre, Cenâb-ı Hak dünya hayatına ağırlık veren Müslümanları
uyarmakta ve maddeye karşı hırslı olmamalarını istemekte ve aynı zamanda iki
hayata birden yönelmelerini, sağlam bir köprü kurup denge oluşturmalarını
emretmektedir.
İkinci kıraate göre
ise, kâinat kitabında Cenâb-ı Hakk'ın
ilim, kudret, plân ve programının belge ve izlerini görmeyip inkârda ısrar
eden sapıklar uyarılmakta, enerjisinin tamamını, düşünce ve duygusunu bütünüyle
dünya hayatına çevirip onun ötesinde başka bir değer görmeyen ve tanımayan
kâfirlerin hiçbir zaman mutlu ve bahtiyar olamadıklarına, ola-mıyacaklarına işaretle, ölmeden önce Hakk'a
dönmeleri ve iki hayatı birden kucaklayıp kâinat kitabında belirlenen
yerlerini almaları istenmektedir.
Zira âhiret hayatı hem gerçek amaçtır, hem de daha hayırlı ve devamlıdır.
Nitekim bunun böyle olduğu ilk inen ilâhî kitap ve sahifelerde;
Musa'ya indirilen Tevrat'ta, İbrahim'e (A.S.) indirilen sahifelerde
de açıklanmıştır. Böylece semavî kitapların hepsinin aynı kaynaktan indirildiği
ve Allah'a, Âhiret'e imanın hepsinde yazılı bulunduğu
anlaşılmakta ve semavî olan bütün dinlerin esasta birleştikleri kesinlik arzetmektedir.
Sûrenin son 19.
âyetinin tefsirini yapan ilim adamları, A'lâ Sûresinin
tamamı mı İbrahim'in (A.S.) sahifelerinde ve Musa
{A.S.)ın Tevrat'ında yazılı idi, yoksa âhiret hayatının daha hayırlı ve devamlı olduğu hususu mu?
Bu konuda az farklı yorum ve görüşler ortaya konmuştur:
a) Hafız Bezzar'ın Nasr b. Ali tankıyla İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı
rivayete göre, İbn Abbas'ın
şöyle dediği nakledilmiştir: «Şüpheniz olmasın ki bu (öğütler) önceki sahifelerde, İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde
de vardı» mealindeki âyet inince, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz: «Bunların hepsi de İbrahim ve Musa'nın (A.S.) sahifelerinde
bulunuyordu» buyurdu.»
Nesâî de bu hadîsi Zekeriya b.
Yahya tarikıyla İbn Abbas'a (R.A.) isnad ederek
nakletmiş ve fazla olarak da şu cümlelere yer vermiştir: «Necm
Sûresi'nin 36-42. âyetlerindeki sözler, İbrahim'in (A.S.) sahifelerinde
ve Musa'nın (A.S.) kitabında yazılı idi..»
b) Tabiîn'den İkrime'ye göre A'lâ Süresindeki âyetler o sahifelerde
yazılı idi.
c) Ebû Âliye'ye göre, bu sûrenin
kıssası onlarda yazılı idi.
d) İbn Cerîr'e göre, sadece sûrenin
14-19. âyetlerinin mefhumu onlarda yazılı idi.[44]
Cenâb-ı Hak tarafından, gerek gönderilen peygamberler,
gerekse indirilen kitaplar hakkında birtakım görüş farkları ortaya çıkmıştır.
Zira sahih kabul edilen hadis kaynaklarında konuyla ilgili rivayet yok denecek
kadar az ve kısadır. Diğer kaynaklarda, özellikle akaid
kitaplarında hem peygamberlerin, hem de kitapların sayısı belirlenmiş ve
birtakım bilgiler verilmiştir.
Biz önce güvenilir iki
kaynakta nakledilen iki rivayeti, sonra da İbn Hibban'ın sahihinde naklettiği detaylı rivayeti tefsirimize
almayı uygun gördük:
«İbrahim'in (A.S.) sahifeleri ramazanın birinci gecesinde, Tevrat altıncı
gecesinde, İncil onüçüncü gecesinde, Kur'ân da yirmidördüncü gecesinde
indirilmiştir.» [45]
«İbrahim'in sahifeleri ramazanın ilk gecesinde; Tevrat ramazanın altıncı
gecesinde; Zebur onikinci gecesinde; İncil onsekizinci gecesinde; Furkan (Kur'ân) yirmi dördüncü gecesinde indirilmiştir [46]
«Peygamber (A.S.) Efendimiz'den peygamberlerin adedi hakkında soruldu. O da
şu cevabı verdi: 124.000 tanedir. Onlardan 313 tanesi resuldür..» .[47]
Bu konuda evlâ olan
şudur ki, peygamberleri belirti bir sayıda dondurup hasretmemekdir.
Çünkü ilgili hadîs zayıftır ve hem de bazı yorumculara göre, Allah'ın şu
buyruğuna pek uymamaktadır. «And olsun ki senden önce
de peygamberler gönderdik. Onlardan bir kısmının kıssasını sana anlattık, bir
kısmının kıssasını anlatmadık..» «And olsun ki, her
ümmete, Allah'a kulluk edip tapın, azdırıp saptırıcılardan kaçının! diyerek
bir peygamber göndermişizdir.» .[48]
«Peygamberlerden ulü'l-azm olanlar ise beş
tanedir: Muhammed, İbrahim, Musa, İsa ve Nûh (salât-ü
selâm /hepsine olsun)» .[49]
Ebû Zer el-Gıffari (R.A.) diyor
ki:
«Mescid'e
girdiğimde Resûlüllah'ı (A.S.) yalnız başına oturmuş
bir halde buldum. Kendisine dedim ki: «Kaç peygamber gönderilmiştir?» Buyurdu
ki: «Yüzyirmi bin...» Ben yine: «Onlardan kaç tanesi
resuldür?» diye sordum. Buyurdu kî: «Üçyüz onüç tanesi...» Ben; «Peygamberlerin ilki kimdir?» Cevap
verdi: «Âdem (A.S.)...» Ben: «O mursel bir peygamber
midir?» diye sordum. Buyurdu ki: «Evet, Allah onu kendi kudret eliyle yarattı
ve kendi katından ruhunu ona üfledi ve onunla karşılıklı konuştu.»
Sonra da Resûlüllah (A.S.) devamla şöyle buyurdu :
«Ya
Ebâ Zer! Peygamberlerden dört tanesi Süryanîdir: Adem, Şit, Ahnûn (İdrîs) - ki bu kalemle ilk
yazan kimsedir-, Nûh.. Onlardan dört tanesi Araptır:
Hûd, Salih, Şuayb ve senin
peygamberin Muhammed A.S.»
Ben yine sordum, dedim
ki: «Ya Resûlüllah! Allah
kaç kitap indirmiştir?» Buyurdu ki: «Yüzdört kitap
indirmiştir: Şife elli sahife, Ahnûn'a
otuz sahife, İbrahim'e on sahife
ve Tevrat'tan önce Musa'ya on sahife indirilmiş ve
(sonra da Tevrat, İncil, Zebur ve Furkan
indirilmiştir.)» [50]
İbn Hibban'ın bu hadîsini kendi
Sahîhine almasından dolayı birçok hadîs hafızı onu kınayarak bu rivayeti
reddetmişlerdir [51]
Akaid kitaplarında bu konuda meşhur olan görüş ve tesbit, peygamberlerin sayısının 124.000 olduğudur. Allah
daha iyisini bilir.
İbn Hibbân hadîs nakletme
konusunda çok titiz davranan bir ilim adamı olarak bilindiği gibi, hadîs
tenkidinde de söz sahibi olduğu kabul edilir. O bakımdan Ebû
Zer (R.A.) den yaptığı rivayet zayıf bile olsa, bu konuda delil olarak gösterilmesinde
bir sakınoa yoktur.
A'lâ Sûresinin sonunda âhiret
hayatının imân edenler için çok daha hayırlı olduğu belirtilerek aynı konunun
İbrahim ve Musa'nın (Salût-ü selâm ikisine de olsun) sahifelerinde yazılı bulunduğu açıklandı ve bu konuda mü'minler aydınlatılarak sûre noktalandı.
Bundan sonraki Ğâşiye Sûresine, kıyamet olayına ve âhiretteki
bazı uyarıcı ve yönlendirici safhalara değinilerek başlanmakta ve böyleoe iki sûre arasında bir bağ oluşturulmaktadır.
Bu sûrenin de
tefsîrini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; dünya ve âhiret hayatının hikmetini ümmetine en doyuruou
şekilde anlatan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'e ve âline salât-u
selâmlar olsun.[52]
[1] Tefsir-i Kurtubi:20/13
[2] Buhari/menakıb-ı
ensar:46, tefsir:1/87-Ahmed:4/284
[3] Tefsiru garaibi’-Kur’an
:30/68-Lübabut-te ‘vil;4/369
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6714.
[4] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6715.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6715.
[6] Müsned-i Ahmed
[7] Tirmizi/Vitr:
9, Kıyamu’l-leyl: 37, 47,
48, 49; Müsned-i Ahmed:
3/406, 5/123.
[8] Müsned-i Ahmed.
[9] Müsned-i Ahmed
: Ukbe b. Âmır'den
[10] Müsned-i Ahmed
: 1/232,371- 5/382,384,389,394,397,398,400
[11] Müslim/kader : 16- Tirmizî/kader
: 18- Ahmed : 2/169
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6716-6717.
[12] İsrâ Sûresi: 44
[13] Hadîd Sûresi: 1 .
[14] Haşr Sûresi : 24
[15] Cumua Sûresi : 24
[16] İsrâ Süresi: 44. âyet
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6717-6719.
[18] însan, Kâinat ve Ötesi: 23
[19] însan, Kâinat ve Ötesi: 17
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6719-6722.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6722.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6719-6722.
[23] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/18
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6724.
[24] Hûd Sûresi: 107-Tâhâ Sûresi: 114
[25] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân : 20/19.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6724-6725.
[26] Buharî, İmân: 29; Nesai, İman: 28; Ahmed: 5/69.
[27] Buharî, İmân: 29; Tirmizî, Menakıb: 32, 64; Ahmed: 1/236
[28] Buhari, Menakıb:
23, Edeb: 80, Hudud: 10
[29] Münavi, Feyzü’l-kadir:
2/329.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6725-6727.
[30] Ğâşiye Sûresi: 21
[31] Zariyat Suresi: 55.
[32] Kaf Suresi: 55.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6727.
[33] Nahl Sûresi: 125
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6728-6729.
[35] Buharî/rikak
: 51, tefsir: 19- Müslim/cennet: 40,43 zühd • 39 cennet •
, tefsir : 19- Ibn
Mâce/ztihd : 38- Ahmed : 2/118,121,261,369,377,423,513- 3/9
[36] Muhyiddin Arabî/Fütuhat-i Mekkiyye :3/346
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6729-6730.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6730-6731.
[39] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 20/22'den
özetlenerek
[40] el-Câmi'u li-Ahkâmi'1-Kur'ân: 20/22'den
özetlenerek
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6731-6732.
[41] Müsned-i Bezzar
[42] Müsned-i Ahmed:4/412.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6732.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6732-6734.
[44] tbn Cerîr/Câmi'u'I-Beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân
: 30/100,101
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6735-6736.
[45] Müsned-i Ahmed: 4/107
[46] îbn Cerîr/Câmi'u'l-beyân fi-Tefsîri'1-Kur'ân
: 30/101
[47] İbn Hibban,
Seferânî, Levâmi'u'l-Envari'l-Behiyye : 2/258
[48] Mü'min Sûresi: 78 - Nanl: 36
[49] Sefarani/Levami’u’l-Envari’l-Behiyye:2/258
[50] Sahîh-i ibn Hİbbân/Levami'u'l-Envarü'l-Behiyye : 2/264
[51] Sahîh-i ibn Hibbân, Seferânî, Levami'u'l-Envarü'l-Behiyye : 2/264
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6736-6738.