Bu sûre ondokuz ayet
olup, Mekkî'dir.[1]
"Rabbinin o yüce
adını tesbih et. Ki O, yaratıp, düzene koyandır; takdir eden ve yol
gösterendir; yeşil otu çıkaran, sonra da onu kapkara-kupkuru hale
getirendir" (A'lâ, 1-6).
Bil ki, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" ayetiyle
ilgili, bir kaç mesele var:[2]
Ayetteki,
"Rabbinin o yüce adını tesbih et" hitabıyla ilgili olarak şu iki
görüş ileri sürülmüştür:
1) Bununla
Cenâb-ı Hakk'ın isminin takdis ve tenzih edilmesi emredilmiştir.
2) Buradaki
"İsim" kelimesi (manada tesiri olmayan) zaid bir kelime olup, ayet,
"Rabbini tesbih et" manasındadır.[3]
Birinci izaha
göre, bu ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir:
1) Bununla,
"Rabbinin ismini, bu isimle başkasını isimlendirmekten tenzih ederek, tesbih
et" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'dan başkasının,
Cenâb-ı Hakk'ın isimleriyle anılmasından bir nehiy olmuş olur. Nitekim
müşrikler, putlarına, Lât, Müseyleme’ye de, "Yemâme'nin Rahmân'ı"
diyorlardı.
2)
"Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin, Cenâb-ı Hak hakkında düşünülemeyecek
manalarda tefsir edilmesi suretiyle, onu tenzih et." Bu, mesela, buradaki,
"a'lâ" (yüce) kelimesinin, mekan açısından olan bir yükseklik
manasına; "Rahman Arş üzerinde istiva
etmiştir" ifadesindeki "lstlvâ"nın da, "Arş üzerinde
karar kılmıştır" şeklinde, Allah'ın münezzeh olduğu bir manada tefsir
edilmesi gibi... Aksine buradaki yücelik, hakimiyet, güçlü-kuvvetli oluş
manasında; istiva da, hükümran olma manasında tefsir edilmiştir.
3) Cenâb-ı
Hakk'ın isminin, huşu ve ta'zîm nîyyeti ve üslûbu içerisinde değil de, gelişi
güzel, saygısız bir şekilde söylenmekten korunması, böylece onun tenzih
edilmesi... Buna, Allah'ın isimlerinin, insanın gaflet içerisinde olduğu bir
sırada, manalarına ve inceliklerine dikkat etmeden anma da girer.
4)
"Rabbinin ismini tesbih et" emriyle "Allah'ı, sana indirdiğim ve
O'nun isimleri olarak öğrettiğim isimleriyle öv" manası kastedilmiştir.
Buna göre ayet tıpkı, "De ki: ister
Allah diyerek, ister Rahman diyerek dua edin" (İsra, 17/110) ayeti
gibi olmuş olur. Bu izahın bir benzeri de, "Rabbinin
azim ismini tesbih et" (Hakka, 69/52) ayetidir. Bu izahtan murad, şu
iki şeydir:
Birincisi:
Bunun manası, "Müşriklerin ıslık çalarak, el çırparak yaptıkları ibadet
gibi değil, Rabbinin ismini zikrederek namaz kıl" şeklindedir.
ikincisi:
"Kul Rabbini, ancak tevkîfî olarak (vahiyle) bildirilmiş olan isimleriyle
anmalı." Ferrâ, “Sebbih imi rabbike” ifâdesi ile “Sebbih bismi rabbike”
ifadesi arasında bir farkın olmadığını ileri sürerken Vahidî, "Bu iki
ifade arasında bir fark vardır. Çünkü, “Sebbih bismi rabbike” ifadesinın
manası, "Allah'ı, bâtılı savunan kimselerin söylediklerinden, O'nun
münezzeh, yüce ve uzak olduğunu ortaya koyan ismi ile an, tesbih et"
şeklindedir. “Sebbih imi rabbike” ifadesinin manası ise, "Allah'ın ismini,
ona yakışmayan şeylerden tenzih et" şeklindedir" demiştir.
5) Ebû
Müslim , buradaki "isim" ile, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının
kastedildiğini söylemiştir. Bu, "En güzel isimler Allah'a aittir. Allah'a
o güzel isimlerle dua edin" (A'râf, 180) ayetinde de böyledir.
İkinci izah, yani ayetteki "isim" kelimesinin zaid oluşu ve mananın,
"Rabbini tenzih ve tesbih et" şeklinde oluşu, bir kısım muhakkik
alimin görüşüdür. Bu alimler şöyle demişlerdir: Çünkü, "isim",
gerçekte, harflerden meydana gelmiş bir lafızdır. Dolayısıyla da, Allah
hakkında yapılması gerekli olan tenzih gibi, "ismi" de tenzih etmek
gerekmez. Ne var ki, bahsi geçen son derece büyük bir zat olunca, o değil de,
O'nun ismi zikredilmiş de, böylece, "ismini tesbih et; zikrini yadet,
ulula" denilmiştir. Ve bu tıpkı, "Selam yüce meclise" denilmesi
gibidir. Lebîd de, "Seneye... Sonra selâm size..." demiştir. Yani, “Summe’s-selâmu”
demektir. Bu, Arapça'da, meşhur olan bir yol ve yöntemdir. Şimdi biz, bu izaha
göre şöyle diyebiliriz: "Allah'ı, tesbih etmek" şu iki manaya
gelebilir:
1)
"Kafirlere, o kendisi sebebiyle Allah'ı uygun olmayan bir tarzda
anacakları bir tarzda, muamelede bulunma" demek olup, bu manaya göre bu
ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, o müşriklerin "Allah'tan
başka taptıklarına sövmeyiniz; eğer böyle yaparsanız, onlar da, bilmeksizin
Allah'a söğerler... " (En'âm, 6/108) ayeti gibi olmuş olur.
2) Bu, Allah'ı, zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümleri
hususunda kendisine yakışmayan şeylerden takdis ve tenzih etmek demektir.
Zatını, Cenâb-ı Hakk'ın, cevherlerden ve ilintilerden (arazlardan) mürekkeb
olmadığına; sıfatlarını, muhdes, sonlu ve noksan olmadıklarına; fiillerini de
O'nun mutlak mâlik olduğuna, işlediği hiçbir konuda kendisine itiraz
edilemeyeceği hususunda takdis ve tenzih etmek...
Mu'tezile ise
şöyle der: "Bu takdir ve tenzih, O'nun yaptığı her şeyin güzel ve doğru
olduğuna, çirkin bir iş yapmadığına ve buna razı olmayacağına inanmaktır"
isimleri konusunda takdis etmeye gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında
tevkifîliğin bulunduğu (vahye ve sünnete dayanan) isimlerle yadetmektir. Bu,
bize göredir. Ama Mu'tezile’ye göreyse bu, ister hakkında bir müsaade bulunsun
ya da bulunmasın (vahye ister dayansın ister dayanmasın), kesinlikle noksanlık
vehmini vermeyen isimlerle yadetmektir. Hükümleri konusunda bir takdis ve
tenzihe gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, sizi, kendisine yönelik bir menfaatten
dolayı değil de, tam aksine bu eh!-i sünnete göre, sırf, malikiniz Allah'ınız olması
sebebiyle; Mutezileye göreyse, kulların menfaatini gözetmek amacıyla bizi
mükellef tuttuğuna inanmaktır.[4]
Bazı kimseler,
"isim'in "müsemmâ"mn aynısı olduğu hususunda, bu ayete
tutunmuşlardır. Ben derim ki, bu konuda delillere dalmak, ancak, münakaşa
mevzuunun neresi olduğunu belirledikten sonra mümkündür. Binâenaleyh, burada,
bizim, "isim", "müsemmâ"mn aynı mıdır, yoksa değil
midir?" mevzuuna girebilmemiz için, "İsim" ve
"müsemmâ"nın ne olduklarını beyan etmemiz gerekir. Bu sebeple şimdi
diyoruz ki: "Eğer "isim" kelimesiyle bu lafzı, yani
elif-sin-rnîm maddesinden meydana gelen şey; "müsemmâ" sözüyle de o
zât (yani Allah) kastediliyorsa, hiç kimsenin, ismin müsemmâ'nın aynısı
olduğunu söylemesi mümkün değildir. Yok eğer, "isim" sözüyle de,
"müsemmâ" sözüyle de, o zât kastediliyorsa, o zaman bizim, "isim
müsemmânın bizzat kendisidir" şeklindeki sözümüzün manası, "O zât,
bizzat o zâtın kendisidir" şeklinde olur ki, bu konuda da münakaşa etmek
mümkün değildir. Böylece, anlatım ve vasfı hususunda, rekîk ve dolaşık olduğunu
anlamaktayız. Eğer böyleyse, bu konuda deliller getirmeye dalmak daha tutuk ve
daha uzak, ihtimal dışı olmuş olur.
Tam aksine burada
şöyle bir incelik vardır: Şimdi biz, "ism"i, zamanla içice almayan,
zamana delaleti olmaksızın, ayrı bir manaya delalet eden her şey diye
tanımlarsak, işte, buradaki de böyle olur. Dolayısıyla da, bu ismin, yine
kendisinin ismi, (yani tarifte geçen, şeyin ismi) olması gerekir. Binâenaleyh,
burada da, isim müsemmânın kendisidir, demektir. Şimdi belki de, evvelki ulema,
bunu bu şekilde anlamışlar, ama bu iş, sonrakilere karışık gelmiş, böylece bu
sonrakiler, her yerde, ismin, müsemmâ ile ayn; olduğunu zannetmişlerdir. İşte
bu meseledeki gerçek budur. Şimdi biz alışılagelmiş olan söze yeniden dönüyoruz.
Ulemâ şöyle demektedir: İsmin, müsemmânın bizzat kendisi olduğuna delalet eden
şey, mesela hiç kimsenin, "Sübhâne İsmillâhi ve sübhâne İsmi Rabbinâ"
şeklinde bir ifade kullanmamalıdır. O halde, “Sebbih ismi Rabbike” ifadesinin
manası, "Rabbini tenzih et..." şeklindedir. "Rab" de bir
isimdir. Şimdi eğer, isim müsemmâ'nın gayrı olsaydı, bu takdis ve tenzihin Rab
üzerine yapılmış olduğu da doğru olmazdı. Bil ki, bu istidlal zayıftır, zira
biz, birinci meselede, bu takdis ve tenzih emrinin, Cenâb-ı Hakk'ın ismini
takdis ve tenzih emri olabileceğini; müsemmânın, takdis ve tenzihini emreden
bir ifade olacağını; "ism" sözünün ise zâid olduğunu söylemiştik.
Yine, bu ifade ile, tıpkı, “Fesebbih bismi Rabbike’l-azim” "Rabbinin yüce ismini takdis ve tenzih et..." (Hakka, 69/52)
denildiği gibi, "Rabbinin yüce ismi ile tenzih ve takdisde bulun.."
manası da kastedilmiş olabilir ki, bu durumda mana, "Rabbinin isimlerini
anmak suretiyle, Rabbini tesbih ve takdis et" şeklinde olmuş olur.[5]
Ukbe ibn Âmir’in şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, Hakka 69/52. ayeti nazil olunca,
Hz. Peygamber (s.a.s) bize, "Bunu
rükû'da söyleyiniz"; Cenâb-ı Hakk'ın
(A’la, 87/1) ayeti nazil olunca da, "Bunu
da, secdenizde okuyunuz" buyurdular. Hem sonra, haberlerde ve
hadislerde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, rükûda “Subhane Rabbiye’l-azim”, secde de
“Subhane Rabbiye’l-A’la” dediği varid olmuştur. Ulemâdan "işte bu
hadisler, Cenâb-ı Hakk'ın, “Sebbih isme Rabbike” emriyle, "Rabbinin ismi
ile namaz kıl..." manasının kastedildiğine delâlet ediyor" diyenler
de vardır ki, bu mana ve bu ihtimal, müfessirlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken
Allah'ı tenzih edin..." (Rum, 30/17) ayetinin, namaz vakitlerinin bir
beyanı olduğunu ittifakla söylemeleri de teyit eder.[6]
Hz. Ali ile İbn Ömer,
ayeti “Subhane’l-a’la ellezi haleka fesevvâ” şeklinde de okumuşlardır. Bu
hususta şu muhtemel izah yapılabilir: “Sebbehe” lafzı, tesbih etmeyi emreden
bir lafızdır. Binâenaleyh, bu tesbihin ne olduğunun da mutlaka zikredilmesi
gerekir. Bu ise, “Subhane Rabbiye’l-a’la” şeklindeki ifadeden başkası değildir.[7]
Mücessime, Allah
hakkında, mekan bakımından
bir yüceliğin isbatı hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesine
de tutunmuştur. Ama,
gerçek şu ki, Allah hakkında bir cihet bakımından üstünlüğün ve yüce oluşun
düşünülmesi muhaldir. Çünkü Allah Teâlâ, ya sonludur, veya sonsuzdur. Eğer
sonlu ise, O'nun üst ciheti de sonlu olur. Bu durumda da, O'nun üstünde de bir
cihet bulunmuş olur. Böylece de Cenâb-ı Hak, her şeyden üstün olmamış olur. Yok
eğer, sonsuz ise, bu durumda sonlu olmayan bir takım buudların (mesafelerin)
varlığını söylemek, imkansızdır. Hem, Cenâb-ı Hak, şayet her cihetten sonsuz
olursa, o zaman, Allah'ın zatının, birtakım kazurat ile karışık ve onlara
bulaşmış olarak bulunmuş olması gerekir. Oysa Allah bundan münezzehtir. Yok
eğer, bazı cihetlerden sonsuz, bazıları bakımından da sonlu ise, sonsuz olan
taraf, sonlu olan taraftan başka olmuş olur. Böylece de, değişik iki cüz'den
meydana gelmiş olur. Halbuki, bu mürekkeb varlık, "mümkin" bir
varlıktır. Bu sebeple, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, mümkinü'l-vücüd olmuş
olur ki, bu, muhaldir. Böylece, buradaki yücelik ve uluvv'ün, cihet bakımından
olmadığı sabit olmuş olur.
Bu ayetin hem
öncesinin, hem de sonrasının, bahsedilen bu üstünlük ile cihet bakımından bir
üstünlüğün kastedilişine münafi oluşları da bunu tekid eder. Ayetin öncesine
gelince ulüvv (yücelik) O’nun bu alemden son derece uzak olmasından ibarettirki
bu O’nun tesbihe, övgüye ve tazime müstehak oluşuna uygun düşmez.ama,
kudretinin mükemmel yaratma ve icad etme bakımından tek ve yegane oluşu
manasındaki üstünlük ve yücelik ise bu övgüye tesbih ve tazim olunmaya uygun
düşer. Bu sure burada kendisi sayesinde Cenab-ı Hakk’ın hamde, senaya, övgüye
ve tazime müstehak olduğu vasfını beyan etmek üzere zikredilmiştir.Bu ayetten
sonra gelen ifadeye gelince: Cenab-ı Hakk “El-A’lâ” ifadesinin hemen peşinden “...Ki O yaratıp düzene koyandır...” cümlesini
getirmiştir.Yaratıcılık ise cihed bakımından bir üstünlüğe değil kudret
açısından bir üstünlüğe bir yüceliğe uygun düşer.[8]
Bazı dinsizler
şöyle der:”Kur’an, alemin birisi azim, diğeri ise ondan daha üstün olan (haşa!)
iki Rabbi olduğunu ihsas eder...Buna
göre azim olan Rabbi, Cenab-ı Hakk’ın “Rabbini
büyük olan ismiyle tenzih et...” (Hakka, 69/52) ayeti ondan daha üstün
olanını ise “Cenab-ı Hakk’ın “Rabbinin o
yüce adını tesbih et...” ayeti ifade eder. Binaealeyh bu ifadeler diğerine
nisbetle berikinin daha üstün olduğunu bir başka bulunmasını gerektirir.”
Bil ki deliller Sani’i
hakim olan Allah’ın tek olduğuna delalet edince böyle bir itiraz ve soru düşer.
Sonra biz diyoruz ki bu ayette Cenab-ı Hakk’ın bir başka rabden daha üstün
olduğunun beyanı yer almamış tam aksine Cenab-ı Hakk’ın (mutlak olarak) en
üstün olduğu anlatılmıştır. Şimdi ayetin bu ifadesi hususunda biz şu tefsirleri
yapabiliriz.
1) Allah
Teala kendisini vasfedenlerin vasfettiği, zikredenlerin zikrettiği bütün her
şeyden daha üstün, daha celil ve daha büyüktür. O halde bu demektir ki Cenab-ı
Hakk’ın kibriyasının azameti, bizim bilgi ve idrakimizden nimet ve lutuflarının
çeşitleri hamdimiz ve şükrümüzden, haklarının çeşitleri ise bizim taat ve
amellerimizden daha üstün, daha yücedir.
2) Ayetteki “El-A’lâ”
ifadesi Cenab-ı Hakk’ın her türlü noksanlıktan tenzih edilmeye müstehak
olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Buna göre Cenab-ı Hak adeta tenzih et.
Çünkü O en üstündür. Demek istemiştir ki bu da Çünkü O mülkü saltanat ve
hükünranlığı ve kudreti açısından herşeye üstün olandır. Demek olup bu senin
tıpkı “Aklı gideren içkiden sakındım.” Demen gibi olur ki bu da “Aklı giderici
olması sebebiyle içkiden sakındım...” demektir.
3) “El-A’lâ” kelimesiyle tıpkı “Ekberu” “en büyük”
kelimesiyle, “büyük” manasının kastedilmesi gibi “El-Âli” “üstün olan” manası
kastedilmiştir.
[9]
Rivayet olunduğuna
göre Hz. Peygamber bu sureyi çok sever ve şöyle dermiş:
”İnsanlar şayet “Sebbih...” suresinin ihtiva ettiği
bilgileri bilecek olsalardı, her biri bu sureyi on altı kez tekrarlardı.”
Yine Hz. Aişe’nin
kendi taraflarına namaz kıldıran ve
“Hamilelere kolaylık
veren derken ondan zar ile bağırsaklar arasında tepinen bir çocuk, can meydana
getiren Rabbinin yüce adını tenzih et. O halde O, ölüleri yeniden diriltmeye
kadir değil midir? Dikkat, evet; dikkat, evet..." diye kıraatte bulunan
bir bedeviye rastlar da, bunun üzerine ona
"Yitikleriniz bulunmasın, kadınlarınız hep
sıkıntı içinde olsun" demiştir.
Allah en iyisini bilendir.
[10]
"O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol
gösterendir" ayetine gelince,
bil ki, Cenâb-ı Hak, tesbihi, tenzihi ve takdisi emredince, sanki bir soru
soran, "Tesbihle meşgul olma, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bilinip tanınmasından
sonra olur. Binâenaleyh, böyle bir Rabbin varlığının delili nedir?" demiş
de, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O,
yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir.."
buyurmuştur. Bil ki, Allah'ın yaratıcı ve doğruya iletici bir zat oluşu ile
yapılan istidlal, peygamberlerin (a.s) uluları nezdinde, kendisine dayanılan
bir metotdur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. İbrahim (a.s)'in, "Beni yaaratan, derken beni doğruya
ileten..." (Şuarâ, 26/78) şeklindeki sözünü nakletmesidir. Yine,
Cenâb-ı Hak Firavun, Hz. Musa (a.s) ile Harun'a, "Ey Musa, siz ikinizin Rabbi kimdir?" (Taha, 20/49)
dediğini, bunun üzerine Hz. Musa (a.s)'nın, "Rabbimiz, her şeye
yaratılışını veren, sonra da onu yoluna koyandır" (Taha, 20/50) diye cevap
verdiğini nakletmiştir.
Hz. Muhammed (s.a.s)'e
gelince, Allah Teâlâ'nın Hz. Muhammed (s.a.s)'e indirdiği ayetlerin ilki, "Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki
O, insanı bt nutfeden yarattı..." (Alak, 96/1-2) olup, bu, Cenâb-ı
Hakk'ın yaratmasına; daha sonra da, "Oku,
ki Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazmayı) öğretendir.." (Alak,
96/3-4) buyurmuştur ki, bu da, Hakkı hakikate iletişine bir işarettir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, aynı delili bu sûrede tekrar edere, "O, yaratıp düzene koyandır;
takdir eden ve yol gösterendir" buyurmuştur. İşte bu şekilde yapılan
istidlal, bu metodda zikredilen ilginçlikler, acib şeyler daha çok olduğu ve
insan, bunları müşahede ettiği ve bunlara tam manasıyla muttali olduğu için,
çokça vaki olmuştur ve yapılmıştır. Dolayısıyla, şüphesiz ki bu tür istidlaller,
delalet bakımından daha güçlü olmuşlardır.
[11]
Sonra burada, şöyle
birkaç mesele vardır.[12]
Cenâb-ı Hakk'ın, “Haleka
fesevvâ” ifâdesi ile, insanları kastetmesi, yahut hayvanları kastetmesi, yahut
da yarattığı her şeyi kastetmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, ayetteki bu
ifadeyi, sadece "insanlar" manasına alanlar, ayette geçen
"tesviye" ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın da, "Andolsun ki, Biz insanı
en güzel bt kıvamda yarattık..." (Tin, 95/4} buyurduğu gibi, Cenâbı
Hakk'ın,- insanın boyunu, bosunu, uzuvlarını birbirine denk ve yaradılışını
güzel kılması; insanı yaratması sebebiyle, kendisini övmesi kastedilmiştir.
İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Yaratanların
en güzeli olan Allah, ne yücedir" (Mü'minun, 23/14) buyurmuştur.
2) Her
canlı, aslında tek bir çeşit işe kabiliyetlidir. Diğer işlere ise müsait
değildir. Ama insana gelince, Cenâb-ı Hak onu, muhtelif alet ve vasıta ile
bütün canlıların yapabileceği tüm fiilleri yapabilecek bir biçimde yaratmıştır.
Binâenaleyh, ayetteki "tesviye" işte, insanın bu yönüne bir
işarettir.
3) Allah
Teâlâ insanı mükellef tutmaya ve ibadetleri yerine getirmeye müsait hale
getirdi. Ayetin bu ifadesini bütün hayvanlar manasına alanlara gelince, onlar
şöyle demektedirler: "Allah Teâlâ, her hayvana, uzuv, alet ve hisler gibi,
kendisine muhtaç olacağı herşeyi verdi." Bu hususu, bu tefsirin pek çok
yerinde tafsilatlı bir biçimde ele aldık.
Ayetin bu ifadesini,
"bütün mahlukat" manasına alanlar da şöyle demişlerdir:
"Ayetteki "tesviye" ile, Allah Teâlâ'nm bütün mümkinâta kadir
oluşu, bütün malumatı bilişi ve yaratmak istediği şeyi sapasağlam, bozulmaktan
- tutarsızlıktan uzak bir biçimde, isteğine uygun olarak yarattı."[13]
Kıraat alimlerinin
çoğu, şeddeli olarak, “Kaddera” şeklinde; Kisâî ise, şeddesiz olarak “Kadera”
şeklinde okumuştur. Şeddeli okuyanlara göre mana, "O, herşeyi belli bir
ölçüde takdir edip, yarattı" şeklinde; şeddeli okuyanlara göre ise,
Kaffâl'ın dediği üzere, mana "Malik ve hidayet etti" şeklinde olup,
bu son ifadenin tevili, "Yarattı, tesviye etti; yarattığı şeylere malik
oldu, yani o şeylerde dilediği ve istediği biçimde tasarruf etti"
şeklindedir. İşte "mâlik olmak" bu demektir. Dolayısıyla da Allah,
kendisine malik olduğu bu varlıkları, onları fayda ve menfaatına olan şeylere
iletti. Bazı kimseler de, her iki okuyuşun da aynı manaya geleceğini ve Hak
Teâlâ'nm, hem şeddeli, hem de şeddesiz okunan, “Fekaddernâhu feni’me’l-kâdirun”
(Mürselat, 23) ayetinin de böyle olduğunu söylemişlerdir.[14]
Ayetteki, “Kaddera”
ifadesi, hem zatları, hem de sıfatlan açısından bütün mahlukatı içine alıp, her
birinin kendilerine göre olduklarını ifade eder. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak,
gökleri, yıldızları, dört ana elementi, madenleri, bitkileri, hayvanları ve
insanları belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte takdir etmiş ve yine
herbirisi için, bilinen bir müddet beka (kalış) belirlemiş, çeşitli sıfatlar,
renkler, tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler,
mutluluklar, mutsuzluklar, hidayetler ve dalaletler gibi şeyler takdir
etmiştir. Nitekim Hak Teâlâ, "Her
şeyin Bizim katımızda hazineleri vardır ve Biz herşeyi, belli bir ölçü (miktar)
ile indiririz" (Hicr, 15/21) buyurmuştur. Ayetteki, “Kaddera” (takdir
etti) ifadesinin tafsilatı, ciltler dolusu kitablara sığmaz. Daha doğrusu,
bütün alem, tâ a'lâ-ı illiyyîn'den esfel-i sâfiline kadar hepsi, bu ifadenin
tefsirini ve bu cümlenin ayrıntılarını teşkil eder.
Hak Teâlâ'nın “Fehedâ”
ifadesi, "Her mizaç, hususi bir kuvvete müsait haldedir. Her kuvvette,
ancak belli bir fiili yapabilir. O halde, "tasriye" ve
"takdir", maddî olan şeylerin cüzlerinde, tasarruf etmekten ve o
maddî şeylerin bu kuvveti kabule müsait hale gelebilmesi için, o maddî cüzleri,
hususî bir biçimde terkib etmeden ibarettir. O halde, ayetteki “Fehedâ” kelimesi,
bahsedilen o kuvvetleri, o uzuvlarda, o belli fiilin kaynağı olabilecek her
kuvvet niteliğinde yaratmak demektir ki bunların hepsinden, maslahatın tamamı
meydana gelir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: Meselâ Mukâtil
bu ifadeye, "Erkeğe, dişisine nasıl gelebileceğini öğretti" manasını
verirken, diğerleri de, "canlıyı geçimine iletti, onu görüp gözetti"
manasını vermişlerdir. Diğer bazıları da, "İnsanı, hayır ile şer, saadet
ile şekavet yollarına iletti" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü
Allah Teâlâ insanı, onu sevindirecek şeylere yönelebilecek, onu üzebilecek
şeylerden geri durabilecek bir biçimde, duygulu ve idrakli bir varlık olarak
yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Biz
ona yolu gösterdik, ister şükredici, ister nankör (olsun)" (İnsan, 76/3)
ve "Nefis ve onu tesviye edip de,
ona fücurunu ve takvasını ilham edene yemin olsun..." (Şems, 91/7-8)
ayetlerinde beyan etmiştir. Süddî de bu kelimeye "cenînin ana rahminde ne
kadar kalacağını takdir etti. Sonra da o cenine, ana rahminden çıkma yolunu
gösterdi" manasını vermiştir. Ferrâ, bu ifadenin takdirinin, "Takdir
etti ve hidayete erdirdi, saptırdı..." şeklinde olduğunu; iki şeyden
birisini lafzan zikretmekle yetindiğini ve bunun tıpkı, “Kaddera fehedâ
veedalle” "Sizi sıcaktan koruyan
elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetindeki gibi olduğunu söylemiştir.
Diğer bazıları da,
buradaki "hidayef'in, imana davet ve sevk manasına olduğunu ve tıpkı, "Şüphesiz sen sırât-ı müstakime hidayet
edersin, yani davet edersin" (Şura, 42/52) ifadesi gibi olduğunu
söylemişlerdir. Allah herkesi imana davet etmiştir. Diğer bazıları da, ayetteki
"hidayete", "Allah insanları, Allah'ın fiilleri ile, tevhidine,
kibriyasının celaline, samadiyyetinin ve ferdâniyyetinin sıfatlarına
iletmiştir" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü insan alemde,
sapasağlam, birbiriyle uyum ve ahenk içinde, bir nizam ve düzen arzeden bir
takım fiiller görür. Dolayısıyla da şüphesiz işte bu fiiller, kişiyi, ezelî bir
yaratıcının bulunduğu fikrine götürür. Katâde de ayetteki "hidayef'e,
"Allah Teâlâ, hiç bir kulunu günah ve dalâlete zorlamamış; kulu için
bunlara razı olmamış; kuluna bunları emretmemişti. Fakat sizin için, kendisine
taatta bulunmasına razı olmuş, size taatı emretmiş ve sizi, günah olan
şeylerden nehyetmiştir" manasını vermiştir.
Bil ki bütün bu
görüşler, bu kadar çok olmalarına rağmen, iki ana görüşün dışında değildirler.
Bu cümleden olarak, kimileri, ayetteki bu ifadeyi, tıpkı, "Biz onu iki yola hidayet ettik" (Beled, 90/10) ayetinde
olduğu gibi, "din ile ilgili olan şeylere sevk" manasına alırken;
kimileri de, "dünyevî fayda ve menfaatlara sevk" manasına
almışlardır. Fakat birincisi daha kuvvetlidir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, “Haleka
fesevvâ vekaddera” ifâdeleri, dünya halleriyle ilgili olup, bunların içine,
aklı ve kuvvetleri tam olarak verişi de girer. Hak Teâlâ bunların hemen
peşisıra, “fehedâ” kelimesini getirmiştir ki, bu "Onu mükellef tutup,
dine-imana sevketti" manasınadır.[15]
Hak Teâlâ'nın, “Vellezi ehrace’l-mer’a” "Yeşil otu
çıkaran" ifadesine gelince, bil ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ, insanlara ait
şeyleri beyan edince, bunun peşinden, insanların dışındaki canlılara mahsus
nimetleri dile getirerek böyle buyurmuştur ki bu, "Kafirlerin taptığı o
putlar değil de, bu otları bitirmeye kadir olan O'dur" demektir. "Mer'â",
yeryüzünde biten bitkiler, meyveler, ekinler ve otlardır. İbn Abbas (r.a),
"mer'â"nın, yeşil otlar manasına geldiğini söylemiştir.
[16]
Hak Teâlâ daha sonra, "Sonra da onu kapkara-kupkuru hale
getirmiştir" buyurmuştur ki bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele
vardır:
[17]
“Ğusâen” kelimesi,
vadilerin, çayların, rüzgarların sürükleyip bir araya getirdiği kuru ot
demekti. Kutrub, bu kelimenin müfredinin, “Ğusâetun” şeklinde olduğunu
söylemiştir.[18]
"Huvve" kelimesi
siyah-kara manasınadır. Bazıları, ayetteki "ahvâ" kelimesini,
"Bu, kendisine bir yaşlık dokunduğunda
siyaha çalan ot demektir" diye
açıklamışlardır. Binâenaleyh bu kelimeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri
sürülmüştür.
1)
Bu, kelimenin sıfatı olup, mana,
"Yeşilken, kupkuru olan, böylece de rengi siyaha değişen ot"
şeklindedir. Bu siyahlaşmanın sebebi şunlardır:
a) Otlar,
havaya soğuk hakim olduğunda kururlar. Soğuk da, yaş otları ağartır, koruları
siyahlaştırır.
b) O otları
seller, sürükleyip götürmüş, böylece otlara, rengi uçuk maddeler yapışmıştır.
Böylece siyahlaşmışlardır.
c) O otları
rüzgarlar sürüklemiş ve böylece onlara fazlaca toz-toprak yapışmış, dolayısıyla
o otlar siyahlaşmıştır.
2)
Ferrâ ve Ebû Ubeyde'nin tercihine göre,
"ehvâ"nın, "alabildiğine yeşil oluşundan dolayı esved (çok
siyah) gözüken" manasına olduğunu, bunun tıpkı, alabildiğine yeşil
oldukları için, o iki cennete "müdhâmmetân" (Rahman, 55/64) (simsiyah
iki cennet)" denilişi gibi, olduğu söylenmiştir. Buna göre ifadenin
takdiri, "neredeyse simsiyah görünen, yemyeşil otları çıkaran ve onu
kupkuru-kapkara hale getiren (Allah)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O
Kur'ân'ı dosdoğru indirip, eğri-büğrü yapmayan" manasında “Velem yec’al
lehu ıvecen kayyimen” (Kehf, 18/1-2) denilip, bir takdim-tehir yapılması
gibidir, yani takdirindedir.[19]
"(Habibim) Seni
okutacağız da, Allah'ın dilediği müstesna, asla unutmayacaksın. Çünkü O,
aşikârı da bilir, gizliyi de" (A'lâ, 6-7).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Muhammed (s.a.s)'e tesbih etmesini emrederek, "Rabbinin o yüce adını
tesbih et" buyurmuş ve ona bu tesbihin, ancak, Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı
okumak suretiyle tam ve mükemmel yapılmış olacağını bildirmiştir. Çünkü biz,
daha önce, Allah'a yakışan tenzihin O'nun seçip razı olduğu şey ile yapılacak
olan tenzih olduğunu beyan etmiştik. İşte bu sebeble, Hz. Peygamber (s.a.s) de,
unuturum endişesiyle, durmadan Kur'ân'ı tekrar ediyordu. Cenâb-ı Hak, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in kalbinden bu korkuyu "Seni
okutacağız da, Allah'ın dilediği müstesna, asla unutmayacaksın"
buyurarak silmiştir.
[20]
Bu ayetle ilgili
olarak, bir kaç mesele var:[21]
Vâhidî “Senukriuke” ifadelerine,
"Okumayı sana ilham etmek suretiyle, seni okuyucu kılacağız, yani okuyan
birisi haline getireceğiz. Artık bir daha da okuduğunu unutmayacaksın"
manasını vermiştir ki bu da, "Biz seni, Kur'ân'ı okuyan, artık okuduğunu
unutmayan bir okuyucu kılacağız" demektir.
Mücâhid, Mukâtil ve
Kelbî de şöyle demektedirler: "Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine ayetler
vahyedilirken, unuturum endişesiyle, dilini hareket ettiriyor (tekrar
ediyordu). Cebrail (a.s), vahyin sonuna gelmeden, o (a.s), unuturum
endişesiyle, hemen baştan okumaya başlıyordu. İşte bu sebeple Hak Teâlâ böyle
buyurmuştur ki bu, "Biz sana, onu ezberleyinceye kadar, sana
öğreteceğiz" demektir. Bu ayetin bir benzeri de, "Onun vahyi sana tamamlamadan, okumaya başlama... "
(Taha, 20/114) ayeti ve "Ona acele
ederek dilini hareket ettirme" (Kıyame, 75/16) ayetidir.
Öte yandan, alimler,
bu "okutma" ve "öğretme"nin nasıl olduğu hususunda da şu
izahları yapmıştır"
1) Cebrail
(a.s), Kur'ân'ı sana, onu artık bir daha unutamayacağın bir şekilde, sen onu
ezberleyene kadar, defalarca okuyacak.
2) Biz,
senin kalbini ve zihnini, sen onu bir duyuşda, unutmayacak bir şekilde
ezberleyebileceğin bir şekilde açacağız ve kuvvetlendireceğiz.
3) Allah
Teâlâ, sûrenin başında, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tesbih ve takdisde bulunmasını
emredince, sanki, "Buna devam et, bunu sürekli yap. Çünkü Biz sana,
evvelkilerin ve sonrakilerin ilimlerini câmî olan ve kendisinde, senin ve
ümmetinin şerefi bulunan, o Kur'ân'ı sana okuyacağız; onu senin kalbinde
(hıfzında) toplayacağız ve sana kolaylığı vereceğiz, onunla amel etmeyi kolaylaştıracağız"
dernek istemiştir.[22]
Bu ayet, şu iki
bakımdan mucizeliğe delalet etmektedir:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), ümrni bir adamdı. Derken bu uzun kitabı, herhangi bir eğitim
ve öğretim görmeksizin, tekrarlamaksızın ve yazmaksızın, onun bunu ezberlemesi,
harikulade bir şeydir. Dolayısıyla da bir mucizedir.
2) Bu sûre,
Mekke'de ilk inen sûrelerdendir. Dolayısıyla, alışılmışa ters olarak, ileride
vuku bulacak, enteresan bir durumu çok önceden haber vermiştir ve bu durum,
aynen haber verildiği şekilde tahakkuk etmiştir. Binâenaleyh bu, bir gaybtan
haber vermedir ve bir mucizedir.
Hak Teâlâ'nın, “Fela
tensâ” "unutmayacaksın" ifadesinin manasının, kimileri nehiy
olduğunu, sonundaki elifi maksurenin, tıpkı “Es-sebilâ” (Ahzab, 33/67)
kelimesinde olduğu gibi, fasıla için getirilmiş bir elif olduğunu, dolayısıyla
mananın, "Onu okumaktan ve tekrarlamaktan gaflet etme ve geri durma. Aksi
halde, Allah'ın diledikleri hariç, sen onu unutursun" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Ama meşhur olan görüş, ayetin inşâî değil, ihbarı bir cümle
olup, "Biz sana, unutmayacağın ve unutmaktan emin olacağsn bir hale gelene
kadar sana okuyacağız" manasında olmasıdır. Bu tıpkı, "Seni
giydireceğim, dolayısıyla da artık çıplak olmayacaksın, yani çıplaklıktan emin
olacaksın” demen gibidir.
Bu görüşü
benimseyenler, birinci görüşün zayıf olduğu hususunda şu açıklamayı
yapmışlardır: "Bu görüş, ayette şöyle bir takım mecazî manaların var
sayılması durumunda, ancak tam olur.
1)
Unutturma işine, Allah'dan başkası kadir olamaz.
Dolayısıyla da, bu fiil emredilemez ve yasaklanamaz. Bu sebeple, bu kelimenin,
öğrenimde bulunma ve çok çok tekrarlama gibi, unutmanın zıddı olan şeylere
devam etme manasına alınması gerekir ki bu, kelimenin zahiri manasını bırakıp,
mecazi manasına geçme demektir.
2) Bu
ifadenin sonundaki, elif-i maksurenin, fasıla için getirilmiş, zaid bir elif
kabul edilmesi de, yine asi olanın hilafına bir harekettir.
3) Ayetin bu
ifadesini, ihbari saydığımızda, manası, "Allah'ım, Hz. Peygamber'e,
"Seni.artık unutmayacak bir hale getireceğim" müjdesini vermek olur.
Ama bunu, inşâî (yani emir nehiy) sayarsak, mana, "Allah, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e, unutmasına mani olan sebeblere devam etmesini emretmiştir, bu
sebepler de, öğrenimde bulunması ve devamlı okumasıdır. Halbuki, bu mana müjde
ve onun durumunun yüceliğini anlatma bakımından, birinci mana gibi değildir.
Bir de bu, Hak Teâlâ'nın, "Ona acele
ederek, dilini hareket ettirme" (Kıyame, 15/16) ayetinin ifade
ettiğinin aksine bir mana olmuş olur.[23]
Ayetteki, “İllâ
maşâallah” ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:
1) Gerçek
böyle bir istisnanın olmadığının ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in bundan sonra artık
hiçbirşeyi unutmadığı söylenilmiştir. Nitekim Kelbî, "Hz. Peygamber
(s.a.s), bu ayet nazil olduktan sonra, artık hiçbirşey unutmamıştır" der.
Buna göre ayetteki, "Allah'ın
dilediği müstesna" ifadesiyle şunlar kastedilmiş olabilir:
a)
"Herhangi bir şey için, inşaallah demeden,
"Ben onu yarın yapacağım"
(Kehf, 18/23-24) ayetinde ifade edildiği gibi, "inşaallah" demek
suretiyle, bir bereket ve uğur ummak. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Bütün
malumatı ve işlerin neticelerini tafsilatlı biçimde bilen zat olarak, gelecekte
olacak bir hadiseyi, ancak bu kelimeyi kullanarak haber veriyorum. Binâenaleyh
ey Muhammed, sen ve ümmetin, bu kelimeyi söylemeye ve böyle hareket etmeye daha
uygunsunuz, bu sizin için daha gereklidir" demek istemiştir.
b) Ferrâ şöyle der: "Allah Teâlâ, aslında Hz. Muhammed (s.a.s)'in,
Kur'ân'dan herhangi bir şeyi unutmasını dilememiştir. Fakat böyle bir
istisnanın ayette yer alışının maksadı, Allah Teâlâ'mn, unutturmayı istemesi
halinde buna kadir olduğunu anlatmaktır. Bu tıpkı, "Eğer istesek, sana vahyettiklerimizin hepsini senden alırız"
(İsrâ, 17/86) ayeti gibidir. Biz, Allah Teâlâ'nın böyle birşey dilememiş olduğu
neticesine varıyoruz. Çünkü Hak Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s) asla şirk
koşmadığı halde ona, "Eğer şirk
koşarsan, amellerin boşa gider" (Zümer, 39/65) buyurmuştur. Velhasıl
bu istisnanın (inşaallah'ın) bu
ayette bulunuşunun hikmeti,
Allah Teâlâ'nın, Hz.Muhammed
(s.a.s)'e, buna kadir olduğunu anlatmak istemesidir. Böylece Hz. Peygamber
(s.a.s), bu unutmayışımn, kendi kuvvetinden kaynaklanan birşey değil de,
Allah'ın fazlı ve ihsanından olduğunu anlamaktadır.
c) Allah
Teâlâ, ayette böyle bir istisnaya yer verince, Hz. Peygamber (s.a.s), kendisine
indirilen vahiyde, ister az, ister çok olsun, böyle müstesna durumların
olabileceği neticesine varmış olabilir. Dolayısıyla o, bütün her yerde,
alabildiğine ezberleme, uyanık olma ve unutmama gayreti içinde olmuştur. İşte
bundan dolayı, bu istisnanın ayette yer alışının maksadı, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, her halükarda bir uyanıklık ve dikkat içinde olmasını sağlamaktır.
d) Bu
ifadenin maksadı, doğrudan doğruya, unutmamayı emir olup, tıpkı bir kimsenin
arkadaşına, "Allah'ın dilediği şeyler müstesna, benim malik olduğum
şeylerde, sen benim ortağımsın" deyip,
bu sözle, hiçbirşeyi istisna
etmeyi kastetmemesi gibidir.[24]
2) Ayetteki
bu ifade, gerçekte bir istisnadır. Buna göre, şu izahlar yapılabilir
a) Zeccâc
şöyle der: "Allah Teâlâ'nın onun unutmasını dilemesi müstesna.."
Çünkü o unutur, daha sonra hatırlayabilir. Binâenaleyh unutulup da hatırladığı
zaman, bu demektir ki, o unuttuğunu, devamlı olarak ve tamamen unutmuş olmaz.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) namaz kıldırırken, arada, bir
ayeti okumamış, atlamış. Bundan dolayı, namazın sonunda, Ubeyy (r.a) bu ayetin
mensûh olduğunu sanarak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bunu sorunca, Hz. Peygamber
(s.a.s), "unuttum" demiştir.
b) Mukâtil bu ayete, "Allah'ın ona unutturmayı dilemesi
müstesna..." şeklinde mana vermiştir ki bu durumda, bu
"unutturma" işi ile, Hak Teâlâ'nın, "Herhangi bir ayeti nesheder veya onu unutturursak, ondan daha
hayırlısını getiririz" (Bakara, 2/106) ayetinde ifade buyurduğu gibi,
"nesh" manası kastedilmiştir. Buna göre ayet, "Allah Teâlâ'nın
süresiz olarak sana unutturmayı dilemesi ve artık onu okumamayı, o ayetle namaz
kılmamayı emretmesi müstesna..." manasınadır. Böylece bu, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in onu unutmasına ve kafasından silinmesine sebep olur.
c) Ayetteki "Allah'ın dilediği müstesna"
ifadesi ve bu azın, şeriatın vaciblerinden değil de, âdâb ve sünnetlerinden
olması şartı ile, "pek azı ve nâdiri müstesna" manasına olabilir.
Çünkü eğer o (a.s), vacib (gerekli) şeylerden birini unutur ve hatırlamazsa, bu
şeriatta bir halele (eksikliğe-kusura) sebep olur. Böyle olması ise caiz
değildir.[25]
Ayetteki, "Çünkü O, aşikarı da bilir gizliyi
de..." ifadesiyle ilgili iki izah var:
1) Bu,
"Allah Teâlâ, senin Cebrail (a.s)'in okuyuşu ile birlikte açıktan
okuyuşunu da bilir, kalbinde sakladığın, onu unutma korkunu da bilir.
Binâenaleyh sen korkma. Çünkü Ben, korktuğun o hususta sana yeterim, yardım
ederim" manasınadır.
2) Mana şu
şekilde de olabilir: "Sen, Allah'ın neshetmeyi diledikleri müstesna,
unutmazsın. Çünkü O, kullarının maslahat ve menfaatlarını en iyi bilendir.
Dolayısıyla neshinde maslahat olduğunu bildiği şeyi nesheder."[26]
"Seni, en kolay
olana muvaffak edeceğiz" (A'lâ, 8).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele var:[27]
Yüsrâ (en kolay olan),
insanı kolaya götüren hayırlı (iyi) amellerdir.
Bunu iyice kavradığın zaman
diyoruz ki: Müfessirlerin, ayetle ilgili olarak, birkaç izahları var:
1) Ayetteki “Venuyessiruke”
fiili “Senugriuke” "Seni okutacağız" fiiline atıftır; “İnnehu
ya’lemu’l-cehra vemâ yehfâ” "Çünkü O, aşikarı da bilir, gizliyi
de..." cümlesi, bir cümle-i itiraziye (ara cümle)dir ve ayetin takdiri,
"Seni okutacağız da sen unutmayacaksın ve seni, Kur'ân'ı ezberlemede en
kolay ve en sehl yola muvaffak kılacağız, ulaştıracağız" şeklindedir.
2) İbn
Mes'ûd (r.a), "Yüsrâ" "cennef'dir ve ayet, "Seni, cennete
götürecek amellere muvaffak kılacağız" manasınadır" demiştir.
3) Bu,
"Sana vahyi kolaylaştıracağız, böylece onu ezberleyecek, öğrenecek ve
onunla amel edeceksin" manasınadır.
4) Bu,
"Seni, müsamahalı, kolay ve haniflik (tevhid) demek olan şeriata muvaffak
kılıp, ulaştıracağız" demektir. Birinci mana, en uygun olandır.[28]
Birisi "Alışılmış
ve kullanılagelen ifade şekli “Cuile’l-fi’lu el-fulaniyyu muyesseren lilfulani”
Falanca iş, falancaya kolaylaştırıldı" denilmesidir; Yoksa, “Cuile fulanun
muyesseren lilfi’li el-fulaniyyu” "Falanca, falanca işe
kolaylaştırıldı" denilemez. Binâenaleyh, ayette buna benzer şekilde
söylenişin incelik ve hikmeti nedir?" diye sorabilir. Buna birkaç şekilde
cevap verilir:
1) Bu ibare
(İfade şekli), Kur'ân-i Kerim'in, bu yerde ve Leyl Sûresl'nde tercih etmiş
olduğu şekildedir. Keza bu şekil,
"Siz
amel (etmenize bakın). Çünkü herkes, ne için yaratılmış ise, o (işe) kolaylaştırılmıştır"[29]
buyururken Hz. Peygamber (s.a.s)'in tercih ettiği şekildir. Bunda ilmi bir
latife (incelik) var. Çünkü bu fiil, aslında "mümkin" (olabilir de
olmayabilir de) bir mahiyettir, eşit şekilde var olmaya da, yok olmaya da
müsaittir. Güç yetirebilen, onu yapma ve yapmama açısından aynı olursa, bu
fiilin o güç yetirebilenden sadır olması imkansızdır. Binâenaleyh yapma tarafı,
yapılmama tarafına tercih edildiği zaman, o fiil meydana gelebilir. Binâenaleyh
bir fiilin, "vacib" (gerekli-kaçınılmaz) olmadığı müddetçe, söz
konusu olamayacağı sabit olur ki işte bu tercih edilip, üstün gelmeye,
"teysir" (kolaylaştırma) denilir. Böylece gerçekte işin, fiilin faile
müyesser kılınması değil de, failin fiile müyesser kılınışı şeklinde olduğu
sabit olur." Herbir kelimenin altında gizli bir hikmet, akıllan hayrete
düşüren enteresan bir sır yatar. O yüce zâtı, noksan sıfatlardan takdis ve
tenzih ederiz.[30]
Hak Teâlâ, verenin
azamet ve şanının, verilen şeyin azamet ve şanına delalet etmesi için, ta'zim
nûnu ile (Biz zamiri ile) “Venuyessiruke lilyusrâ” "Seni, en kolay olana kolaylaştıracağız, muvaffak kılacağız"
buyurmuştur ki, "Onu Biz
indirdik" (Kadr, 97/1), "O
zikri (Kur'ân'ı) Biz indirdik Biz" (Hicr, 15/6), "Sana kevseri Biz verdik" (Kevser, 108/1) ayetleri de
bunun bir benzeridir. Bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, ondan
başka hiç kimseye nasib etmediği, kolaylık kapılarını açtığını gösterir. Nasıl
böyle olmasın? Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), cahil bir toplum arasında, babasız
ve anasız doğup büyümüş bir çocuk olduğu halde, Cenâb-ı Hak, onu fiil ve
sözlerinde, bütün aleme önder, bütün insanlığa bir hidayet rehberi kılmıştır.[31]
"O halde eğer
Öğüt fayda verirse, (durma) öğüt ver" (A'lâ, 9).
Bil ki Allah Teâlâ,
Hz. Peygamber (s.a.s)'i, bütün dünya ve ahiret işlerini kolaylaştırmak
suretiyle, kemale erdirince, ona, bütün halkı Hakk'a davet etmesini
emretmiştir. Çünkü insanın kemali, Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın ahlakıyla
ahlaklanmasında ve bunun mükemmel bir şekilde olmasında yatmaktadır.
Binâenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s), "Seni
en kolay olana muvaffak edeceğiz" ayetinin gereği olarak, tam ve
mükemmel bir insan olunca, kendisini Hak Teâlâ'nın "O halde öğüt ver" ayetinin bir gereği olarak,
"tam"dan daha bir ileri noktaya götürmekle emrolunmuştur. Çünkü
hatırlatıp, öğüt verme, noksan ve kusurlu olanları kusursuz hale getirmeyi;
cahilleri de, hidayete (ilme) sevketmeyi gerektirir. Böyle olandan ise kemal
fışkırır. Bu yönüyle de, hem kamil, hem de kemale erdiren bir zat olmuş olur.
Burada şöyle bir kaç
soru sorulabilir:[32]
Birinci Soru:
Hz. Peygamber (s.a.s), bütün herkese peygamber olarak gönderilmiştir.
Binâenaleyh Hz. Muhammed (s.a.s)'in, bu zikir (öğüt) ister onlara fayda versin,
ister vermesin, her halükarda onlara öğütte ve hatırlatmada bulunması gerekir.
Binâenaleyh daha bu öğüt işinin, "eğer
öğüt fayda verirse..." diye, bir şarta bağlanmasının hikmeti nedir?
Cevap: “İnne” edatı ile bir şarta bağlanan.şeyin, bu
şart bulunmadığı zaman bulunmaması gerekmez. Buna ayetler de delalet eder. Şu
ayetler bunlardandır:
1) "Eğer namuslu olmak istiyorlarsa,
cariyelerinizi zinaya zorlamayın " (Nûr, 24/33);
2) "Eğer Allah'a ibadet ediyorsanız,
Allah'a şükredin" (Bakara, 2/172);
3) "Eğer korkarsanız, namazlarınızı
kısaltmada bir günah yoktur" (Nisa, 4/101). Çünkü bu korku olmasa
bile, yine (seferde) namazları kısaltmak caizdir.
4) "Eğer bir katib
bulamazsanız, (borca karşılık) rehin bırakın" (Bakara, 2/283). Halbuki, borçlanmada,
yazmayla birlikte, rehin bırakmak da caizdir.
5)
"Eğer Allah'ın kanunlarına riayet edeceklerine
kani iseler, (bu ayrılmış kan-kocanm), yeniden birbirlerine dönmelerinde bir
günah yoktur" (Bakara, 2/230).
Halbuki bu kanaat kesin olarak bulunmasa bile, onların birbirlerine dönüp nikahlanmaları caizdir.
Bunu iyice kavradığına
göre diyoruz ki: Alimler ayette bu şartın yer alışıyla ilgili olarak şu
izahları yapmışlardır:
1) Herhangi
bir maksattan dolayı bir işe girişen kimsenin, şüphesiz, o vasıtanın o fiile
yönelten o maksada ulaştırdığını bildiği şekil ve yöntem, ulaştıramayacağını
bildiği şekil ve yöntemden daha gereklidir. İşte bundan dolayı, "Eğer zikir, fayda verecekse..."
buyurmuştur.
2) Allah Teâlâ, iki durumdan en değerlisini zikretmiş, diğerine ise
dikkat çekmiştir. Ve bu, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, “Serâbile tekikumu’l-harre” "Sızı sıcaktan koruyan
elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetinde olduğu gibidir. Burada zımnen
soğuktan koruma manası da vardır. Buna göre ayetteki takdiri mana, "Öğüdün
ister fayda versin, isterse fayda vermesin, sen öğüt ve nasihatta
bulun..." şeklindedir.
3) Bu
ifadenin gayesi, Öğütten yararlanmaya teşvik olup, bu tıpkı bir kimsenin,
birisine, hakkı ve hakikati açıkladığı zaman, "İzah ettim, eğer aklın
varsa..." demesi gibi olur ki, bu kimsenin bu sözünden maksadı, karşı
tarafı, yapılan izahı kabul etmeye ve ondan istfade etmeye teşviktir.
4)
Bu, Hz. Peygamber (s.a.sj'in, yaptığı öğüdün
onlara fayda vermeyeceği hususunda dikkatini çekmek olup, bu tıpkı, bir adama,
"Eğer sana icazet edecekse, falancayı çağır..." denilmesi gibi olup,
bu, "Onun sana icabet edeceğini sanmıyorum" demektir.
5) Hz.
Peygamber (s.a.s), bunları, çokça Allah'a ve O'nun dinine davet etmiştir. Bu
davet, her ne zaman çokça yapılmıştır, onları azgınlık ve isyanları da o
nisbette çok olmuştur. Ama, Hz. Peygamber (s.a.s) buna hayıflandığı için, yanıp
tutuşuyordu. İşte bunun üzerine ona, "Sen
onlar üzerinde bir zorba değilsin.. Binâenaleyh sen, benim tehdidimden
korkanlara, Kur'ân'la öğüt ver..." (Kaf, 50/45) denilmiştir. İşin
başında, genel anlamda bir öğütte bulunmak gereklidir. Ama, öğüdün tekrar
tekrar yapılmasına gelince, bu ancak, bir netice alınacağına kanaat getirildiği
zaman vacib olur. İşte bu sebepten dolayı, Cenâb-ı Hak, ayetteki öğüdü, fayda
vermek şartına bağlanmıştır.[33]
İkinci Soru: Bir şeyi bir şarta bağlamak, ancak neticenin
ne olacağını bilmeyen kimseler hakkında güzel ve yerinde olur. Şu halde,
Allâmu'l-guyûb olan Allah'ın, bu meseleyi böyle bir şarta bağlaması nasıl uygun
düşer?
Cevap:
Kitaplarda şöyle bir rivayet vardır: Allah Teâlâ, Hz. Musa (a.s)'ya, "Ben
o Firavun'un öğüt almayacağına, bir ürperti duymayacağına şehadet ederim, ama
belki öğüt alır, ya da haşyet duyar diye, siz ona yine de yumuşak söz söyleyin.."
demiştir. Binâenaleyh, hakka davet ve peygamber gönderme işi başka bir şey,
Allah Teâlâ'nın, gaybları ve işlerin neticelerinin nereye varacağını bilmesi
ise başka bir şeydir. Bu sebeple, bunları birbiriyle kıyaslamak mümkün
değildir.
Üçüncü Soru:
Emredilen bu öğüt verme işi, meselâ, "Onlara, on kere öğütte
bulunacaksın" gibi belli kurala bağlı mıdır, değil midir? Çünkü, ancak
böyle bir kuralın olması halinde, öğüt verme sorumluluğundan kurtulunabilir.
Cevap: Bu
husustaki kural, "örf'dür. Allah en iyi bilendir.[34]
"(Allah)'tan
korkacak olan öğüt kabul eder. Bedbaht olan ise, ondan kaçınır. Ki O, en büyük
ateşe girecek..." (A'lâ, 10-12).
Ayeti ile ilgili
olarak birkaç mesele vardır:[35]
Bil ki, insanlar,
ahiret inancı hususunda üç kısımda mütalaa edilebilirler:
1) Ahiretin
kesinkes olacağına inananlar..
2)
Olabileceğini kabul edip, bu konuda ne müsbet, ne de menfi kesin bir kararı
olmayanlar.
3) Ahireti
inkarda ısrar edip, böyle bir şeyin olmayacağını kati olarak söyleyenler.
Binâenaleyh, ilk iki kısım için, böyle bir haşyet hasıl olabilir. Ama, üçüncü
kısmı teşkil edenlere gelince, onlar için ne bir haşyet ne de bir korku söz
konusudur. Bunu iyice kavradığına göre, ayet hakkında şu muhtemel iki tefsirin
yapılabileceği ortaya çıkar:
1) Şöyle
denilebilir: Haşyet içinde olan, Allah'ı, O'nun kudret, ilim ve hikmetini,
kamil manada bilen kimselerdir ki, bu durum ve biliş, bu kimsenin, ahiretin
olacağına kesinkes hüküm vermesini gerektirir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah'a (hakkıyla) ancak alim kimseler
saygı duyar" (Fatır, 35/28) buyurmuştur. Buna göre, Cenâb-ı Hak adeta,
"Eğer öğüdün fayda verecekse, öğütte bulun..." buyurunca, bu ayet te,
o öğüdün fayda verdiği kimselerin kim olduğunu beyan buyurmuştur. Şimdi o
öğüdden faydalanma işi, kalblerde meydana gelen haşyete bağlı olup, kalblerin
vasfı da, Allah'tan başka hiç kimsenin muttali olamayacağı türden olunca,
maksadı gerçekleştirmek için, Peygamberin, bu davetini genelleştirmesi
gerekmiştir. Çünkü, bu öğüt vermenin maksadı, hatırlatmaktan istifade edebilen
kimselere hatırlatmadır. Bunun yolu ise, hatırlatma işini genelleştirmekten
geçer.
2) Adı geçen
haşyet, ürperti, korku, itaatkar olanlar ile, kıyametin varlığı hususunda lehte
ya da aleyhte söz söyleyenler için söz konusudur. Ama bu iş, inatçılar için
düşünülemez. Halbuki, insanların ekserisi, bu hususta ileri geri söz
söylemeyenler olup, inatçı değillerdir. Halkın içindeki inatçılar azdır.
Binâenaleyh, çoğunluğu teşmil eden lehte ya da aleyhte söz söylemeyen
kimselere, bir de "arifler" eklenince, sayısal üstünlük inatçılar
için değil, bunlar için söz konusu olur. Ayrıca, inatçılardan pekçoğu, lisanen
inatçıdırlar. Kalben inatçı olanlara gelince, bu, kendisi ile kalbi arasında
bir husus olup, bu adeta, olmamış gibidir. Olsa bile, çok nadir ve azdır. Sonra
insan, o büyük ateşe gireceğini, orada ne ölüp ne de hayatta kalacağını duyan
kimsenin, ister istemez, kalbi buruk ve kırık olur. Dolayısıyla da, genel
manada halkın ekserisinin bu öğütten istifade etmesi söz konusu olur. Ama, bu
öğüdü kabuı etmeyen kimselere gelince, bunlar, gayet azdırlar. Halbuki,
"Az bir şeyden dolayı pekçok hayrı yapmamak, büyük bir şerdir,
"kötülüktür". İşte bu açıdan, Cenâh-ı Hakk'ın, "Eğer zikir fayda
verecekse, öğüt ver…" ifadesi, bu öğüt vermenin genelleştirilmesini
gerektirir.[36]
“Seyezzekkeru” kelimesinin
başındaki, sîn, muhtemelen “sevfe” manasındadır. Halbuki, Allah'ın bizzat kendi
kelamında geçen “sevfe” ise, başına geldiği lafzın ifade ettiği mananın mutlaka
olacağını bildirir. Ve bu tıpkı, mesela, “Senugriuke felâ tensâ” "Seni
okutacağız, sen de asla unutmayacaksın..."(A'la, 87/6) ayetinde olduğu
gibidir. Mananın, "Allah'tan haşyet eden, muhakkak öğüt alır. Eğer bu iş,
tedebbür ve tefekkür gibi yolları kullanmak suretiyle, bir zaman sonra olacak
olsa bile, bu kimse de, uzun bir müddet sonra öğüt almış demektir. Allah en iyi
bilendir.[37]
Soru: Herhangi
bir konuda ilk önce bilgi bulunur da, sonra kişi onu unutursa, sonra hasıl olan
bilgi "tezekkür" (hatırlama) adını alır. Halbuki, böyle bir durum,
kafirler için sözkonusu değildir. O halde daha nasıl Allah Teâlâ, buna
"tezekkür" adını vermiştir?
Cevap:
Delillerin kuvvetli ve çok net bir biçimde açık olmasından dolayı, adeta sanki
böyle bir bilgi önce mevcutmuş da, daha sonra taklit ve inatları yüzünden yok
olup gitmiş gibidir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, buna "tezekkür"
adını verdi.[38]
Bu ayetin, Osman ibn
Affan hakkında nail olduğu ileri sürüldüğü gibi, İbn Ümmi Mendûb hakkında nazil
olduğu
da ileri
sürülmüştür.
[39]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Bedbaht olan ise, ondan kaçınır. Ki o,
en büyük ateşe girecek..." ayetine gelince, bil ki biz, insanların,
arifler, lehte ve aleyhte söz söylemeyenler ve inatçılar diye üç kısma
ayrıldığını; ilk kısım için mutlaka bir korku ve haşyetin olabileceğini,
"haşyet"i olan kimselerin de, mutlaka o davete kulak verip, ondan
istifade etmeleri gerektiğini beyan etmiştik. Binâenaleyh, ayetteki “El-eşkâ” ifadesi
ile, davete kulak vermeyen, onu dinlemeyen, ondan istifade etmeyen muannit
kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Bedbaht olan ise, ondan kaçınır..." buyurmuştur ki, bu
ifadeyle ilgili olarak şu iki mesele vardır:[40]
Alimler, "en büyük
ateş"in ne demek olduğu hususunda şu izahları yapmışlardır:
1) Hasan
el-Basrî, "En büyüğü, cehennem ateşi; en küçüğü dünya ateşidir..."
demiştir.
2) Dünyada
günahlar olduğu gibi, bundan öteye, daha ileri derecede de masiyetler, isyanlar
vardır. Aynen bunun gibi, ahirette de, lalettayin ateşler olduğu gibi, bundan
daha şiddetli ateşler, derekeler vardır. Şimdi, kafir, asi kimselerin en
bedbahtı olunca, ister istemez, ateşlerin en büyüğüne girecektir.
3) "En büyük ateş, en alttaki ateş olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafıklar, ateşin en alt
tabakasmdadırlar..." (Nisa, 4/145) ayetinde de belirttiği gibi,
kafirlerin payına düşen hissedir.[41]
Alimler, bu ayetin
Velid Utbe ve Ubeyy Ibn Halef hakkında nazil olduğunu söylemektedirler. Halbuki
sen, nazar-ı dikkate alınan şeyin, sebebin hususiliği değil, lafzın umumi oluşu
olduğunu biliyorsun. Hele de biz, ayetteki bu tertibin doğruluğunu akli
delillerle izah etmişken...[42]
Soru: Birisi
şöyle diyebilir: Allah Teâlâ, bu ayetlerinde şu iki kısım insandan
bahsetmiştir:
1) Öğüt
alıp, haşyet duyanlar.
2) En büyük
ateşe girecek olan en bedbaht kimseler.. Ne var ki, "en şaki"nin
bulunması, "şaki"nin mevcudiyetini gerektirir. Binâenaleyh, peki ya
bu kısmın hali nedir, ne olacaktır?
Cevap: "En
şaki" ifadesi, "şaki"nin bulunmasını gerektirmez.. Çünkü, bu
lafız, herhangi bir müşareket olmaksızın da kullanılmış olabilir. Ve bu tıpkı,
Cenâb-ı Hakk'ın, "O gün
cennetliklerin eğlenip duracakları yer çok hayırlı, dinlenecekleri yer çok
güzeldir" (Furkan, 25/24) ayeti gibidir. Ayetteki takdirin, Cenâb-ı
Hakk'ın, “Vehuve ehvenu aleyhi” (Rum,
27) ifadesindeki “Ehvenu” kelimesinin “heynu” "kolay" anlamına
gelmesi gibi, “El-eşkâ”nın da “Eşkâ” manasına gelebileceği de ifade edilmiştir.
Bunun yine tıpkı, şairin, "Semayı
tavanlayan, yükselten zat, bizim için, sütunlar, daha sağlam ve daha uzun olan
bir ev yapmıştır" şeklindeki ifadesinde olduğu gibidir. Bu konuda
söylenilenler bundan ibarettir. Ne var ki, hakikat, bizim bahsettiğimiz şu
husustur: İnsanlar, arif, mütevakkıf ve muanit diye üçe ayrılır. Binâenaleyh
said, arif olandır; mütevakkıf, bazı günahları olandır; eşka ise, bizim de
biraz önce bahsettiğimiz gibi, davete iltifat etmeyen, ona kulak asmayan,
böylece de en büyük ateşe girecek olan muanniddir.
[43]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Sonra orada ölmeyecek de, ditilmeyecek de" (A’la, 13) ayetiyle
ilgili iki mesele vardır:[44]
Bu hususta müfessirler
şu iki izahı yapmışlardır:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Onların ölümlerine
hükmedilmez ki, ölüversinler; onlardan azablan hafifletilmez de..." (Fatır,
35/36) buyurduğu gibi, "Ne ölürler ki, kurtulsunlar; ne de, kendilerine
fayda veren bir hayat sahibi olurlar..." anlamındadır. Bu tıpkı,
Arapların, iki derecede bir belaya mübtela olan birisi için, "O ne diridir,
ne de ölü..." demeleri gibidir.
2) Bu
ifadenin manası, "Cehennemde onlardan herbirinin canları boğazlarındadır.
Çıkmaz ki, ölsünler; uzuvlara da dönmez ki, hayat
bulsunlar...".şeklindedir.[45]
Bu durum, ateşe
girmekten daha korkunç ve daha şiddetli olduğu için, bu ifadenin başına “Summe”
getirilmiştir. Binâenaleyh bu durum, şiddetin dereceleri hususunda diğerinden
daha ileridir.[46]
"Muhakkak ki iyi
temizlenen kimse umduğuna erişmiştir" (A'la, 14)
Ayeti hakkında şu iki
izah yapılabilir:
1) Allah
Teâlâ, Kendisinin delilleri hususunda, tefekkür ve teemmülden yüz çevirenlerle
ilgili olarak vaid ve tehdidine yer verince, bunun peşinden de, şirk
pisliklerinden temizlenenler ve arınanlar için söz konusu olan va'dini
getirmiştir.
2)
Zeccâc'ın görüşüne göre “tezekkâ” kelimesinin
manası, "takvasını artıranlar" şeklindedir. Çünkü “Ez-zaki” kelimesinin
anlamı, "artıran, çoğaltan" demektir. Bu mana, ''Namazlarında huşu sahibi olan mü'minler... felaha..." (Mü'minûn
23/,1-2) ayetleri ile de desteklenir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "felah"ın
işte bu hasletleri birlikte bulunduran kimseler için olacağını söylemiştir.
Bakara Sûresinin başındaki “Ulaike humu’l-muflihun” (Bakara, 2/5) ifadesi de
bunu göstermektedir. Birinci mana da, şu iki hususla kuvvet kazanır:
1) Allah
Teâlâ, ayette, neden arınılması gerektiğini belirtmeyince, biz, kastedilenin,
ayetten önce bahsi geçen şeyden temizlenme olduğunu anlamış oluyoruz. Ki, bahsi
geçen şey de küfürdür. Böylece biz, burada kastedilen mananın, "Bu ayetten
önce bahsi geçen o küfürden arınanlar, muhakkak ki felah buldular"
şeklinde olduğunu anlamış bulunuyoruz.
2) Mutlak
isim, kemaline sarf edilir. Tezkiye çeşitlerinin en mükemmeli ise, kalbi, küfür
zulmetlerinden tezkiyedir. Binâenaleyh, bu mutlak ifadeyi, işte bu manaya
hamletmek gerekir. Bu tevil ve tefsir, İbn Abbas'tan rivayet edilen, “tezekkâ” nın
manası, "Lâ ilahe illallah..." kelime-i tevhididir..."
şeklindeki rivayet ile de kuvvet kazanır.[47]
"... ve Rabbinin
adını zikredip de namaz kılan kimse..." (A-lâ, 15) ayetiyle ilgili birkaç
mesele vardır.[48]
Müfessirler bu hususta
şu izahları yapmışlardır:
1) İbn
Abbas, bu ifadenin manasının, "Kıyamet gününü ve Rabbinin huzurunda
duracağını hatırlayıp da, O'nun rızası için namaz kılan..." şeklinde
olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu tefsir, en uygun bir tefsirdir. Zira,
mükellefin yaptığı İşlerin dereceleri şu üç şeydir:
a) Bozuk
inançları, kalbinden izale etmek...
b) Cenâb-ı
Hakk'ın marifetini, zati sıfatları ve isimleriyle birlikte kafasına ve gönlüne
yerleştirmek...
c) Onun
hizmeti ile meşgul olmak. Bunlardan birinci mertebe, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad
efleha men tezekkâ” ayetindeki "tezkiye" ile; ikincisi, “Vezkur isme
rabbihi” ayetiyle; zira, kalbin zikri, ancak marifetullah olur-; üçüncüsü, yani
hizmet de, “Fesallâ” ifadesiyle kastedilmiştir. Çünkü namaz, tevazu ve
huşu'dan ibarettir. Binâenaleyh, kalbi, Allah'ın celâl ve kibriyasının
bilgileriyle aydınlanmış olan kimselerin, gerek iş, gerekse dış uzuvlarında,
mutlaka bu huzû ve huşûun eseri görülür.[49]
2) Bir kısım
müfessir de, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad eflaha men tezekkâ” ayetine, "Bayram
namazına gitmeden önce tasaddukta bulunur, sadaka-ı fıtırını verirse" “Vezkur
isme Rabbihi fesallâ” ifadesine de, "Bundan sonra da, kirn imamla beraber
bayram namazını kılarsa..." manasını vermişlerdir. Ki bu, İkrime,
Ebu'l-Âliye, İbn Sîrîn ve İbn Ömer'in görüşü olup, bu husus, "merfû"
bir hadis olarak da rivayet edilmiştir. Ama, bu tefsirde şu iki bakımdan bir
müşkillik bulunmaktadır:
a) Allah'ın, Kur'ân-ı Kerim'de devam ettirdiği adeti, zekâtı namazdan
önce değil, namazı-zekâttan önce getirmek şeklindedir.
b) Sa'lebî,
bu sûrenin, ittifakla Mekkî olduğunu söylemiştir. Halbuki, Mekke döneminde ne
bayram, ne de sadaka-ı fıtır söz konusudur. Vahidî buna şu şekilde cevap
vermiştir: "Allah Teâlâ'mn, ilm-i ezelisinde bu işin böyle olacağı malum
olunca, (ilerde) böyle yapacak kimseleri övmüş olması imkansız değildir.."
3) Mukatil, “Kad
eflaha men tezekkâ” ifadesine, "Malından tasaddukta bulunup, namazında da
Rabbi'ni bir olmakla anıp ve O'nun rızası için namaz kılan..." manasını
vermiştir. Ki, bu manayla bundan hemen önce geçen mana arasındaki fark şudur:
Bu mana, hem farz olan zekâtı, hem de farz olan namazı kapsar. Birincisi ise
böyle değildir.
4) Ayetin bu
ifadesinden, malın zekatı kâstedilmeyip, tam aksine amellerin zekâtı
kastedilmiştir. Buna göre mana, "kim, amelleri konusunda riyâ'dan ve
eksikliklerden temizlenirse..," şeklinde olur. Zira, malın zekatını verme
hususunda alışılagelen ve normal olarak kullanılan lafız, (zekkâ) lafzıdır Bunu
ifade için, (tezekkür) lafzı kullanılmaz. Nitekim Cenâb-ı Hak da, “Vemen
tezekkâ feinnemâ yetezekkâ linefsihi” (Fatır, 35/28) buyurmuştur.
5) İbn
Abbas, ayetteki “Vezkur isme rabbihi” ifâdesine, "Bayram namazına giderken
yolda tekbir alan ve bayram namazını kılan..." manasını vermiştir.
6) Bu
ifadenin manası, "Rabbinin ismini namazında yadedip, namazı, münafıkların
namazı gibi olmayan... Çünkü münafıklar insanlara gösteriş için namaz kılarlar,
pek azı müstesna, Allah'ı anmazlar..." şeklindedir.[50]
Fakihler, iftitah
tekbirinin farz olması hususunda, bu ayeti delil getirirken, Ebû Hanife (r.h)
de, iftitah tekbirinin namazdan olmadığı konusunda bu ayeti delil getirerek
şöyle demiştir: "Zira, "salât" lafzı, bu ifadeye atfedilmiştir.
"Aty" ise, bir mugayeret ve başkalığı gerektirir." Ebû Hanife,
namaza, Allah'ın isimlerinden herhangi bir isimle başlanabileceği konusunda da
bu ayete tutunmuştur. İmdi, alimlerimiz (Şafii uleması) ise, Ebû Hanife'nin
değerlendirmesine şu şekilde cevap vermişlerdir: "Ayetin takdiri “Vesallâ
fezekere’sme Rabbihi” "O, namaz kıldı; derken, Rabbinin ismini
andı..." şeklindedir. Zira senin “Ekramtâ fezerteni” "Bana ikramda
bulundun da, beni ziyaret ettin" demenle, "Beni ziyaret ettin de beni
mutlu kıldın" demen arasında bir fark yoktur.
Ebû Hanife şöyle
diyebilir: "Takibiyye için olan "fâ"y" amel ettirmemek,
delil olmaksızın caiz değildir." Bu hususta verilebilecek en uygun cevap
şudur: "Ayet, Allah'ı zikredip de, hemen akabinden namaz kılan herkesi
medh etme manasına delalet etmektedir. Ve ayette, bu "zikr"in,
iftitah tekbiri olduğuna dair beyan yer almamıştır. Binâenaleyh, şimdi belki
de, ayetten kastedilen mana, "Kim, Allah'ı kalbiyle anar, O'nun mükafaat
ve cezasını hatırlarsa, bu durum bu kimseyi, namaz kılma fiiline yöneltir. O
zaman da bu kimse, cüzlerinden biri de tekbir olan namazı ifa etmiş olur. İşte
bu durumda, Ebû Hanife'nin yapmış olduğu istidlal savuşturulmuş olur.[51]
"Doğrusu siz,
dünya hayatını üstün tutarsınız" (A'lâ, 16).
Bu ifâdedeki “Bel
tu’sirune’l-hayate’d-dunya” kelimesi, iki türlü okunmuştur. Kıraat imamlarının
tamamına yakını, tâ ile, “tu’sirune” şeklinde okumuşlardır ki, Übeyy ibn
Ka'b'ın, "Evet, daha doğrusu siz, dünya işini, ahiret işine tercih
ediyorsunuz..." şeklindeki kıraati de bunu teyit eder. İbn Mes'ûd da şöyle
demiştir: "Dünya, önünüze konuldu; yiyecekleri, içecekleri, kadınları,
lezzeti ve güzelliği hemencecik (acilen) bize sunuldu... Ama, ahiret ise, bizim
için şu anda gayb olup, görünmez haldedir, bizden uzaktır.. İşte bu sebeple
biz, hemen şimdi (âcil) planı aldık, sonra olacak olanı yukarıda geçen, “El-eşkâ”
terkettik..." Ebû Amr ise, “El-eşkâ” yı kastederek, yâ ile “yu’sirune” şeklinde
okumuştur.[52]
"Halbuki ahiret
daha hayırh, daha süreklidir..." (A'la, 17).
Bu, "Hayır ve
sürekli olan her şey, tercihe en çok şayan olan şeydir. Binâenaleyh, âhiretin,
dünyadan daha fazla tercih edilmesi gerekir. Halbuki, dünyadakiler dünyayı
tercih ediyorlar" demektir. Biz, şu sebeplerden dolayı, âhiretin daha
hayırlı olduğunu söyledik:
1) Ahiret,
maddî-manevî mutlulukları ihtiva etmektedir. O halde ahiret, dünyadan daha
iyidir.
2) Dünyanın
lezzetli olan şeyleri bile, çeşitli elementlerle iç içedir. Halbuki ahiret hiç
de böyle değildir.
3) Dünya
fani, ahiret bakidir. Baki olan ise, fani olandan daha hayırlıdır.[53]
Daha sonra Cenab-ı
Hak, “Şüphesiz ki bu, evvelki
sahifelerde… vardır” (A’la, 87/18) buyurmuştur.
Alimler, bu ayetteki
“Hâzâ” lafzıyla neye işaret edildiği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden
olarak, kimileri, bunun bir surede geçenlerin tümüne bir işaret ettiğini
söyleyerek şunu demişlerdir: “Zira bu sure, Allah’ın birliğini (tevhid),
peygamberlik müessesesini, Allah’ı inkâr edenlere karşı tehdidi (vaid) ve
Allah’a itaatta bulunanlar için de va’di, mükafaatı ihtiva etmektedir.”
Kimileri
de, "Hayır, bu ifade ile işaret edilen şey, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kad efleha
men tezekkâ” ifâdesinden başlayıp, “Ve’l-ahiratu hayrun ve ebkâ” ifadesine
kadar geçen kısımdır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "İyi temizlenen... kimse
umduğuna erişmiştir" ifadesi, nefsi (ruhu), uygun olmayan her şeyden
arındırmaya bir işarettir. "Nazarî kuvveti, tüm bozuk inançlardan; amelî
kuvveti de, bütün kötü huylardan ... temizlemek ..." demektir.
Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ve Rabbinin ismini andı" ayeti, kişinin, ruhunu,
marifetullah ile mükemmelleştirmesine “Fesallâ” ifadesi, organlarını kemale
erdirip onları, Allah'ın taatı ile tezyin etmesine; “Bel
tu’sirune’l-hayate’d-dunyâ” ayeti, dünyaya iltifat etmekten caydırmaya ve "Ahiret
daha hayırlı ve süreklidir" ayeti de, ahirete ve Allah'ın ahirette
vereceği mükafaatlara bir işaret olup, bütün bunlar, şeriatların değişmesi ile
değişmeyen hususlardır. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki bu,
evvelki sahifelerde de ... vardır" buyurmuştur.
İşte bu izah ve yorum,
aklî bakımdan güçlendiği gibi, haber ve hadis de bunun böyle olduğuna delalet
etmektedir. Zira, Ebû Zerr'in şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "(Hz. Peygambere), dünyada İbrahim ve Musa'nın suhufunda olan hükümlerden var mıdır" dedim de,
bunun üzerine Hz. Peygamber,
"Ey Ebû
Zer, “Kad efleha men tezekkâ”yı okul.." dedi. Başkaları da, ayetteki “Hazâ” ifâdesinin, "Ahiret
daha hayırlı ve süreklidir" ifadesine raci olduğunu; zira, "bahsi
geçenlerden en yakın olanına işaret etmek, esasdır. Bu yakın olan da, işte bu
ayettir" demişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, “Lefi’s-suhufi’l-ula” ifadesi, O'nun
tıpkı, “Veinnehu lefi zuburi’l-evvelin” (Şuara, 26/196) ayeti ile, “Şerea lekum
minellezine mâ vessâ bihi nuhen” (Şurâ, 13) ayeti gibidir.
[54]
"İbrahim
ile Musa'nın sahnelerinde de vardır"
(A’lâ, 19).
Bu
hususta şu iki görüş ileri sürülebilir:
1) Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın bir önceki ayette geçen ifadesinin
beyanıdır.
2) Bu ifade ile, "Bu sûrede bahsedilenler, bütün peygamberlerin
sahifelerinde yer alan hususlardır. Hz.
İbrahim ile Hz. Musa'nın sahifeleri
de bunlardandır" manası kastedilmiştir.
Rivayet
olunduğuna göre Ebû Zer, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, Allah'ın ne kadar kitab indirdiğini sormuş da, o da şöyle
demiştir:
"Yüzdört... On sahife Adem'e, elli sahife, Şit'e, otuz
sahife İdris'e, elli sahife, Hz. İbrahim'e, Tevrat, İncil, Zebur ve
Furkan (Kur'ân)..."
Hz.
ibrahim'in
sahifesinde şöyle yazıldığı söylenmiştir: "Akıllı kimsenin, dilini
koruması, zamanını tanıması, değerlendirmesi ve işine gücüne yönelmesi."
Allah (c.c) en iyi bilendir; salât-ü selâm, efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)![55]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/65.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/67.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/67.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/67-69.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/69-70.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/70.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/70.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/70-71.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/71.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/71-72.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/72.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/72.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/72-73.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/73.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/73-74.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/74.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/74.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/75.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/75.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/75.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/75.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/76.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/76-77.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/77-78.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/78.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/78.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/79.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/79.
[29] Buhari, Kader, 4.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/79-80.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/80.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/80.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/80-81.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/82.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/82.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/82-83.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/83.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/83.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/83.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/83-84.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/84.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/84.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/84-85.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/85.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/85.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/85.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/85-86.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/86.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/86.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/86-87.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/87.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/87-88.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/88.
[54] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/88-89.
[55] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/89-90.