- 88 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 88., Nüzûl sıralamasına göre 68., Mufassal sûreler
kısmının on birinci grubunun dördüncü ve son sûresi olan Ğâşiye
sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur. Âyetlerinin sayısı 26’dır.
Hamd yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
1. “Ey
insanoğlu! Her şeyi kaplayacak kıyâmetin haberi sana gelmedi mi? 2. O gün
birtakım yüzler zillete bürünmüştür. 3. Zor işler altında bitkin düşmüştür. 4. Yakıcı ateşe yaslanırlar. 5. Kızgın bir kaynaktan
içirilirler. 6-7. Semirtmeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu bir dikenden başka
yiyecekleri yoktur. 8. İnanmış olanların yüzleri o gün pırıl pırıldır. 9. Yaptıklarından
hoşnutturlar. 10. Yüksek bir cennettedirler. 11. Orada boş söz işitmezler. 12.
Orada akan kaynak vardır. 13. Orada, yükseltilmiş tahtlar vardır. 14.
Yerleştirilmiş kâseler, 15. Sıra sıra yastıklar, 16.
Serilmiş, yumuşak tüylü halılar vardır. 17-20. Bu insanlar, devenin nasıl
yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin
nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı? 21. Ey Muhammed! Sen öğüt ver! Esasen sen
sadece bir öğütçüsün. 22. Sen, onlara zor kullanacak değilsin. 23-24. Ama kim
yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır. 25. Doğrusu onların
dönüşü Bizedir. 26. Sonra hesaplarını görmek de bize aittir.”
Ğâşiye sûresi, Mekke döneminin ilk yıllarında, Rasulullah efendimizin dâvetinin henüz yeni yeni anlaşılmaya başlandığı bir dönemde nâzil olmuştur.
Sûre,
insanları bir gün beyinlerinde patlayacak, herkesi kuşatıp etkisi herkese
ulaşacak olan kıyâmetin dehşetiyle uyararak söze başlar. Sonra kıyâmetin
kopuşuyla insanların iki gruba ayrılacakları anlatılır. Bunlardan birinci grup,
dünyada yaşadıkları bozuk düzen ha-yatlarından ötürü, yüzlerinin karardığını,
zillet ve meskenet, horluk ve hakirlik içinde gözlerinin önlerine düştüğünü, boyunlarının
bükülüp tıraşlarının önlerine indiğini, boşa kürek çekmiş oldukları için cehenneme
yuvarlandıklarını gören ve orada korkunç azaplara maruz kalacak kimselerdir.
İkinci grubun da bunların tamamen tersine dünyada Allah adına ve Allah’ın
istediği bir hayatı yaşayıp, sonunda yaşadıkları bu hayatın karşılığı olarak
razı olacakları bir cennet hayatına lâyık görülmüş olanlardır. Kıyâmet günü
dünyada yaptıkları kullukların karşılığını gördükleri için yüzleri gülen, yüzleri
sevinçten pırıl pırıl, nîmet içinde oldukları
yüzlerinden ve her hallerinden belli olan, hem dünyada yaptıklarından, hem de bunlara
mukabil âhirette bulduklarından razı olmuş mü’minler olduğu anlatılır.
Daha sonra
da Rabbimiz kendi gücünü, kudretini, rubûbiyet ve ulûhiyetini ortaya koyacak yaratıklarından deliller serdeder. En sonunda da istediği gibi yaşamayanlara
azapların en büyüğünü hazırladığını, çaresiz insanların kendisine döneceklerini
ve onların hesabını göreceğini vurgular.
1. “Ey
insanoğlu! Her şeyi kaplayacak kıyâmetin haberi sana gelmedi mi?”
Ey
Peygamberim ve ey kullarım! Sana, o öncekilerin ve sonrakilerin tümünü
kuşatacak, dehşetiyle insanların tümünü bürüyecek o büyük belânın haberi geldi
mi? Haberin oldu mu ondan? Peki nereden gelecekti kıyâmetin haberi? Bunu
aklıyla bulması, ya da herhangi bir dış kaynaktan öğrenmesi
mümkün müydü Peygamberin? Elbette hayır. Kıyâmet haberi Allah’tan gelmeliydi ve
işte bu sûresiyle, bu sûresinden önce nâzil buyurduğu sûreleriyle bunun
haberini Rabbimiz kullarına ulaştırıyordu. Öyleyse buradaki soru cevap
bekleyen, cevap isteyen bir soru değildir. Çünkü soruyu soran, bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, bilgisi tam olan, mutlak bilen
Allah’tır. Sorulan da, Kitabımızın beyânıyla cahilin cahili insandır. Öyleyse
bu cevabı beklenen bir soru değildir. Bu, insanların dikkatlerini bu konuya çekmeyi
amaçlayan bir sorudur. Bize herkesten merhametli olan Rab-bimiz,
rahmetinin gereği yarın olacaklar konusunda bizi bu günden uyarmak için sûreye
böyle başlıyor.
Rabbimiz
bizim dikkatlerimizi çekerek, bizi intibaha dâvet ederek söze başlıyor. Çünkü
bu konu, kıyâmet konusu yeryüzünde en büyük, en azîm bir konudur. Yeryüzünde en
büyük hakikat, gerçekleşmesi kesin olan tek olay, tek gerçek, tek bilgidir. Tüm
insanları en çok ilgilendirmesi gereken, durup dinlemeleri, anlayıp
özümsemeleri gereken bir olaydır. Herkesin her şeyi bırakıp, durup düşünmesi gereken
bir gerçek. Kıyâmet gerçeği, ölüm ötesi hayat ve hesap-kitap gerçeği. Cennet ve
Cehennem gerçeği. Yeryüzünde bundan daha büyük, bundan daha önemli bir olay
olamaz. İşte önemine binaen insanları uyanıklılığa dâvet eden bir hitap
tarzıyla Rabbimizin sözlerine başladığını anlıyoruz.
Rabbimiz
böyle genel bir ifadeyle kıyâmete bizim dikkatimizi çektikten sonra, kıyâmette
olacakların detayına geçer. Ne olacak, neler gerçekleşecek o gün? Neden o günü
hafızalarımızda, gündemimizde canlı tutmalı ve unutmamalıyız? Çünkü:
2. “O gün
birtakım yüzler zillete bürünmüştür.”
O gün kimi yüzler zelil, hor,
hakir, önlerine düşmüş, suspus olmuşlardır. Kimi yüzler var ki o gün
perişandır. Vücûh, yüzler anlamına geldiği gibi,
insanlar anlamına da gelir. Yüz ifade edilmiş, ama esasında o yüzlerin
sahipleri kastedilmiştir. İşte o gün nice yüzler var-dır ki, nice yüz sahipleri
vardır ki, kayıplarından, ıstıraplarından ötürü kapkara kesilmiştir. Kıyâmet
sûresinin ifadesiyle bâsira olmuştur. Yani Abus bir
çehre olarak pusarır, asılıp kalır. Adam suçundan, kaybından, ayıbından,
ıstırabından, üzüntüsünden dolayı suspus olmuş, yı-kılmış,
bitmiş, tükenmiştir.
Şûrâ
sûresinde de şöyle buyurulur:
“Aşağılıktan
başları öne eğilmiş, göz ucuyla gizli gizli etrafa
bakarken, ateşe sunulduklarını görürsün.”
(Şûrâ 45)
Onların
ateşe sunulduğunu, cehenneme arz edildiklerini görürsün. Yaşadıkları dünya hayatında
Allah’a kulluğu reddedip, zulmü, dalâleti, sapıklığı tercih etmiş bu insanları
cehenneme yuvarlanırlarken görürsün ki, onlar aşağılıktan, zilletten, horluk ve
hakirlikten ötürü boyun bükmüşler, suspus olmuşlardır. Başları önlerine düşmüş,
korkudan göz ucuyla gizli gizli etraflarına bakmaktadırlar.
Alçakların
tüm müstekbirlikleri, tâğutlukları,
zulümleri, şirretlikleri, azgınlıkları tükenmiştir. Ne Rablikleri, ne
İlâhlıkları, ne krallıkları, ne de egemenlikleri kalmıştır. Her şeyleri bitmiş,
suspus olmuşlardır. Korku içinde gizli gizli, korku
ve dehşet içinde göz ucundan etraflarına bakmakta ve kendilerine bir yardımcı
aramaktadırlar. Yani görmek is-temedikleri bir
âkıbete karşı bakışlarını kaçırmaya çalışıyorlar. Ateşi, cehennemi görmemek için gözlerini kapatmaya
çalışıyorlar ama bunun bir gerçek olduğunu ve asla bundan kurtulamayacaklarını
kesinlikle bildikleri için de bakmazlık ta edemiyorlar, göz ucuyla ateşe bakıyorlar.
Daha önce
Allah önünde eğilip O’nun arzularına boyun bük-mezlerken,
şimdi artık korkuyla boyunları aşağıya düşmüş, zillet içinde susmuşluğu
soluklamaktadırlar. İstemedikleri, beğenmedikleri bir manzara karşısında üzüntülerinden
kahroluyorlar. Çünkü:
3. “Zor
işler altında bitkin düşmüştür.”
Bunun iki
mânâsı vardır: Dünyada Allah’ın istediği biçimde inanmadıkları, Allah’ın
istediği kulluğu yaşamadıkları için zillet içinde yüzleri önlerine düşmüş
kimseler, cehennemde sürekli kendilerini yo-racak,
kendilerini insanlıktan çıkaracak çok pis ve yorucu işlere sürülecekler. Dünyada
gururlanarak Allah’a kulluğa yanaşmayanlar, Allah’ın kendilerinden istediği müslümanca bir hayata karşı müstekbirce
bir tavır takınanlar, Müslümanlığı zor ve ağır görenler, bu tutumlarına
karşılık cehennemde zincirler, kelepçeler, prangalar ve bukağılar takılmış
olarak cehennemin yüksekliklerine tırmanıp, alçaklıklarına yuvarlanarak çok
yorucu ve kahredici işlere sürüleceklerdir. Dünyada Allah için en küçük bir meşakkate
bile katlanamayan, Allah için çok küçük bir fedâkârlığı bile göze alamayan bu
kâfirler, orada çok yorucu işlere sürüleceklerdir. Hâkka sûresinde şöyle buyruluyor:
“Sonra
cehenneme yaslayın! Sonra onu boyu yetmiş arşın olan zincire vurun.”
(Hâkka 31,32)
Yine Mü’min sûresinde de şöyle buyuruluyor:
“Kitaba ve
Resullerimizi gönderdiğimiz şeylere yalan diyenler, artık ilerde bilecekler. O
zaman boyunlarında zincirler ve halkalar olduğu halde sürükleneceklerdir.”
(Mü’min
70-72)
Ya da bu adamlar dünyada çalışıp çabalamışlar, ama tüm amelleri,
tüm yaptıkları, tüm enerjileri boşa gitmiştir. Zira amel, Allah’ın istediği
biçimde olmalıdır. Çalışma, Allah’ın belirlediği yasalara uygun olmalıdır.
Kâfirler de dünyada çalışıp yorulurlar, mü’minler de.
Kâfirlerin takip ettiği dinleri, hayat programları olduğu gibi, mü’min-lerin de bir dinleri, bir
hayat programları vardır. Lâkin birisi Allah’ın be-lirlediği
bir kulluk programını icra adına koşturup yorulurken, ötekilerin koşturmaları,
yorulmaları Allah yolunda olmadığı için onlarınkilerin ta-mamı
boştur, boşa gitmiştir. Kehf sûresi bunu şöyle
anlatır:
“Ey
Muhammed! “Size, amelce en çok kayıpta bulunanları haber vereyim mi?” de. Dünya
hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir, oysa onlar, güzel iş yaptıklarını
sanıyorlardı.”
(Kehf
103-104)
Dünya hayatında amelleri boşa
giden ve insanların en zararda olanlarını size haber vereyim mi? Onların dünya
hayatında tüm sa’y-leri,
tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları boşa gitmiştir. Ya da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve programlarını dünya
adına harcamış kimselerdir. Yani bunlar dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve
programlarını dünyayı kazanmak adına yapmışlar, dünyalık elde etmek, dünyada
zengin ve başarılı olmak üzere yapmış insanlardır. Tüm yatırımlarını dünyada
kalıcı ve âhirete intikal etmeyici şeylere yapmışlardır.
Dünyada zengin olmak ve dünyada başarmak onların tek amacıydı. Âhiret adına bir endişeleri yoktu. Bu yüzden hayatlarında
Allah’ı diskalifiye etmişler, peygamberi unutmuşlar, kitabı, hesabı yok farz
etmişlerdir. Hesabı yok farz edince de kendilerini her türlü sorumluluktan azâde
saymışlar ve tıpkı hayvanlar, ipini koparmış danalar gibi sorumsuzca bir hayat
yaşamışlardır. Bunu yaparken de çok iyi bir şey yaptıklarını zannetmişler, böylece
hayatlarını mahvetmişler. Tüm yaptıkları boşa gitmiş, kendilerini de,
kendilerine verilen imkânlarını da boşa harcamışlardır. Çünkü yaptıkları ve
kazandıklarının tamamı dünyada kalmıştır. Zaten bu tür insanlar sermayelerini
bile kaybetmiş insanlardır. Sermayeyi kaybeden birinin kâr etmesi de düşünülemez.
“Bunlar, Rablerinin
âyetlerini ve O’na kavuşmayı inkâr edenlerdir. Bu yüzden işleri boşa gitmiştir.
Kıyâmet günü Biz onara değer vermeyeceğiz.”
(Kehf
105)
İşte bunlar Rablerinin âyetlerini,
Rablerinin hayat programlarını reddeden ve O’na kavuşmayı inkâr eden kimselerdir.
Allah’ın kendilerine yol göstermek üzere gönderdiği kitabının âyetlerini inkâr
etmişler, Allah’ın âyetlerini örtmüşler, âyetleri gündemlerinden düşür-müşler, âyetlerden habersiz bir hayat yaşamışlardır. Yaşadıkları
bu hayatın sonunda kendilerinden hesap sorulmayacak zannederek yaşamışlar, bu
nedenle de tüm amelleri boşa gitmiştir. Rabbimiz buyurur ki, “Biz onlar için
kıyâmet günü her hangi bir tartı da tutmayacağız.” Onların amelleri asla değerlendirilmeye
tâbi tutulmayacaktır. Yani, amellerinin hiçbir değeri olmayacaktır. Ne
yaparlarsa yapsınlar, isterse büyük büyük ameller
işlesinler, fabrikalar, yollar, köprüler kursunlar, açları doyurup çıplakları
giydirsinler, değil mi ki tüm bu amellerinin yaptırıcısı Allah değildir, o
halde bunların hepsi boştur. Onların dünya hayatında tüm sa’yleri,
tüm mesaileri, tüm yaptıkları ve kazandıkları boşa gitmiştir. Ya da onlar tüm çabalarını, tüm plan ve programlarını zaten
dünya adına yapmış, tüm enerjilerini dünya adına harcamış kimselerdir.
Bunun bir
başka manası da şudur: Dünyada yaptıklarının, ya-pacaklarının, düşüncelerinin, planlarının, projelerinin
tümünü Allah boşa çıkaracak ve hiçbirisini neticeye ulaştırmayacaktır. Müslümanlara
karşı kurdukları tuzaklarının hepsini Allah boşa çıkaracaktır. Aynı zamanda
Allah’a, Allah elçilerine, Allah yasalarına, Allah’ın sistemine düşmanlıklarından
ötürü, Allah, onların dünyada iyi sayılabilecek, ha-yırlı sayılabilecek türden
yaptıkları amellerinin tümünü boşa çıkaracaktır. Hiçbir amelleri kabul
edilmeyecek, hiçbir gayretleri onları doğruya, Hakka ve huzura götürmeyecektir.
İşte
görüyoruz, yaptıklarının hiçbirisi neticeye ulaşmamaktadır. Kâfirlerin tüm
projeleri boşa çıkmaktadır. Adâlet diyorlar, toplumda adâleti
gerçekleştireceğiz diyorlar, ama bakıyoruz sonunda yaptıkları sadece zulüm
doğuruyor. Eşitlik diyorlar, hak, hukuk diyorlar ama so-nunda insanlar birbirlerini yiyecek duruma geliyor. Emniyet
diyorlar, emniyet ve güven ortamı kuracağız diyorlar, ama yaptıkları korkudan
başka bir şey doğurmuyor. Ekonomi diyorlar, insanların yüzlerini güldüreceğiz
diyorlar, ama bakıyoruz ki doğan nesillerini bile gırtlağına kadar borçla
karşılıyorlar. Özgürlük diyorlar, toplumlarını efendilerinin kölesi yapıyorlar.
Vatandaşlarını başkalarına peşkeş çekiyorlar. Tüm yaptıkları boştur, Allah boşa
çıkarmaktadır. Hiçbir düşünceleri, hiçbir projeleri, hiçbir niyetleri neticeye
ulaşmayacak, diyor Rabbimiz.
4. “Yakıcı
ateşe yaslanırlar.”
Onlar, sonunda bir ateşe
yaslanacaklardır. Dünyada çalışıp çabaladılar, yorulup kırıldılar ama sonunda
orada da dinlenemeyecekler ve korkunç derecede yanan alevli bir ateşe
yaslanıverecekler. Hani dünyada insan yorucu bir çalışmadan sonra dinlenmek
için şöyle yaslanacak bir şey arar ya, mü’minler dünyada Allah adına ve Allah yolunda gerçekleştirdikleri
yorulmalarının sonucunda cennette hûrilere, koltuklara, kanepelere, tahtlara
yaslanırlarken, bunlar da ateşe yaslanacaklar.
5. “Kızgın
bir kaynaktan içirilirler.”
Onlara orada son derece kaynar
bir pınardan kaynar su içirilecektir. Aniyeh kelimesi
“ina”dandır. Yani harareti son haddine ulaşmış kaynar
bir su verilecektir onlara. Rahmân sûresinde anlatıldığı gibi, ateşle bu kaynar
su arasında koşturur durur onlar.
“Onlar, cehennem
ateşiyle kaynar su arasında dolaşır dururlar.”
(Rahmân 44)
Kâfirlerin
cehennemdeki durumları işte böyledir. Mü’minlerin
durumları ise onlarınkinden çok farklıdır. Orada onlar için tertemiz su
ırmakları vardır. Hiç bozulmayan, sürekli taptaze su ırmakları vardır. Tadı,
kokusu hiçbir zaman bozulmayan süt ırmakları vardır. Rableri tarafından
yaratıldığı gibi fıtrat-ı aslîyesi bozulmamış süt ırmakları… Ama bu sütler
hayvanların göğüslerinden sağılmış sütlerden değildir. Allah tarafından kaynak
olarak çıkarılmış ve akıp giden nehirlerdir bunlar. Sonra yine orada mü’minler için içenlere zevk ve lezzet veren şarap
ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Ama bu şaraplar dünya şaraplarına
benzemez. İçenlere sarhoşluk vermez, akıllarını gider-mez,
abuk sabuk konuşturmaz. Orada onlar için her türlü meyveler vardır. Amellerinin,
sa’ylerinin semeresi ve meyveleri vardır onlar için.
Tabi bunlar, bu meyveler ihtiyaç için değil lezzet içindir, keyif içindir. Tüm
bu nîmetlerin ötesinde onlar için Rablerinden bir mağfiret vardır.
Hattâ böyle
vücutlarını parça parça edecek kaynar sularla
ateşlerin arasında kahrolan cehennemliklerin zaman zaman
cennetlikleri görecekleri ve onların durumlarına muttali oldukça hasretten
kahrolacakları anlatılır. Cehennemlikler, cennetteki mü’minleri
pınarlar başlarında, hûriler eşliğinde, ellerinde şaraplarla, birbirlerine girmiş,
girift olmuş muz bahçeleri arasında, çağlayanların ortasında, bal-dan
ırmakların, sütten nehirlerin kenarlarında zevk-ü sefa içinde birbirleriyle
kadeh alış-verişlerini görünce:
“Bize biraz
su veya Allah’ın size verdiği rızktan gönderin” diye seslenirler.”
(A’râf
50)
Ey mü’minler! Ey Allah’ın rahmetine ermişler! Ey yaşamaya hak
kazanmışlar! Ne olursunuz, Allah aşkına şu içtiğiniz sularınızdan, şaraplarınızdan,
şu keyfini çıkardığınız rızıklarınızdan, ballarınızdan,
sütlerinizden, şaraplarınızdan, şerbetlerinizden, meyvelerinizden, üzümlerinizden,
incirlerinizden, muzlarınızdan, elmalarınızdan, portakallarınızdan,
bıldırcınlarınızdan, helvalarınızdan biraz da bizim tarafa gönderseniz, biraz
da bizim tarafa dökseniz olmaz mı? Yandık, öldük, bittik, mahvolduk diye
yalvaracaklar.
Gerçekten
dayanılmaz bir azabın içinde olacaklar. Gölge olarak yalnız dumanın
bulunabileceği, yiyecek olarak dari dikeni, irin, cehennemliklerin
göz yaşları, içecek olarak da hamîm, maden eriyiği ve kaynar su bulunabilen bir
azap düşünün. Bir damla suya muhtaç, bir gram oksijene hasret dayanılmaz bir
azabın içindelerken cenneti görüyorlar, cennetlik Müslümanların nîmetler içinde
yüzdüklerini görüyorlar ve yalvarıp yakarmaya başlıyorlar.
6-7.
“Semirtmeyen, açlığı gidermeyen kötü kokulu bir dikenden başka yiyecekleri
yoktur.”
Orada,
cehennemde cehennemliklerin yiyecekleri de dari dikenidir.
Ne insanın, ne de hayvanın boğazından geçmeyecek bir
diken. Ne besler, ne de açlığı giderir. Ne semirten ne de doyuran bir yi-yecektir bu. Hâkkâ sûresi 35-36. âyetlerde bunun Ğısliyn olduğu anlatılır.
Ebu’d-Derda efendimizin rivâyet
ettiği bir hadislerinde de Ra-sulullah
efendimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Allahu Teâlâ cehennemliklere
cehennem azabına denk bir açlık duygusu verir. Onlar da acıyla yardım isterler.
Kendilerine Dari ile yardım edilir. Onlar sonra
tekrar yardım isterler ve kendilerine boğazlarından geçmeyen
bir yiyecekle yardım edilir. Dünyada iken bu tür şeyleri boğazlarından su ile
geçirdiklerini hatırlarlar ve su aramaya başlarlar. Allah da onların
susuzluğunu iyice şiddetlendirir, sonra onlara kaynar sıcak sudan zorla ve
sıkıntı ile içirir. Suya yüzlerini yaklaştırdıkları zaman yüz derileri soyulur.
Pişer ve kızarır. Bu su karınlarına gittiği zaman orayı paramparça eder.”
(Hazin tefsiri 6/498)
Demek ki
onlar kendilerini doyurup açlıklarını gidermeyecek şeyler yiyeceklerdir. Yani
bu cehennemliklerin yiyecekleri insan yiyeceği değildir. Çünkü diken bir deve
yiyeceğidir ve üstelik devenin de yiyecek bir şey bulamadığı zaman yiyebileceği
bir şeydir. Binaenaleyh bu yiyeceğin insana gıda sağlaması da, açlığı gidermesi
de mümkün değildir. O zaman bu ifade onların orada yiyebilecekleri hiçbir
şeyleri yoktur anlamına gelmektedir.
8. “İnanmış
olanların yüzleri, o gün pırıl pırıldır.”
Rabbimiz birinci
gruptaki insanların durumlarını anlattıktan sonra, şimdi de mü’minlerin
durumlarını anlatmaya başlıyor. O gün kimi yüzler de vardır ki, başarı
neticesinde, sürur içinde ışıldar, parlar dururlar. Yani karşılaştıkları güzel
âkıbetler karşısında memnun, neşeli, sürurlu, sevinçli, pırıl pırıl böyle parlak yüzler vardır. Tıpkı Mutaf-fifin sûresinin anlattığı gibi:
“İyiler,
şüphesiz nîmet içinde ve tahtlar üzerinde etrafı seyrederler. Onları, yüzlerindeki
nîmet pırıltısından tanırsın.”
(Mutaffifin
22-24)
Orada mü’minler yüzlerinin pırıltısından tanınacaklar. Çünkü
onlar orada Allah tarafından ağırlanacaklardır. Onlar için orada büyük bir
ağırlanma vardır. Orada Allah’ın sonsuz lütfuna ve
ebedî ağırlamasına gidiyor mü’minler. Orada
mahrumiyet yoktur. Orada üzüntü verici herhangi bir şey yoktur. Kur’an’ın başka bir yerinde Rabbimiz o mü’minler
için "Tuhberun" ifadesini kullanır. Bu
kelime, Allah’ın nîmetlerinin insanın yüzüne, içine, kalbine, benliğine sinmesi
anlamına gelir.
Allah’ın nîmetlerinin eseri
insanın yüzünde, gözünde ve tüm benliğinde hissedilecektir. Sevinçleri,
memnuniyetleri, yüzlerinden, gözlerinden, hallerinden ve tavırlarından etrafa
taşacaktır. Onları görenler her taraflarından bu nîmetlerin sevincinin aktığını
hissedecektir. Dünyada işledikleri salih ameller ve
yaşadıkları vahiy kaynaklı hayatları şükre değer görüldüğü için cennette
süslenip ziynetlendirilecekler, ikram olunacaklar.
Cennet onlarla özdeş olacak. Cennet ve nîmetleri onların içlerine, dışlarına
sinecek ve tüm zerrelerinde etkisini gösterecektir. Cenneti kuşanacaklar, sevinci
giyinecekler, hep neşeli, hep canlı olacaklar. Allah’ın rahmeti onları
çepeçevre kuşatacak ve Allah’ın nîmetleriyle iç içe olduklarını her an
hissedecekler de, bütün bunların Rablerinden geldiği şuuru içinde Rablerine
karşı sürekli bir hayranlık ve şükran duygusu içinde olacaklar.
9.“Yaptıklarından
hoşnutturlar.”
Mü’minler dünyadaki sa’ylerinden,
yaptıklarından, amellerinden, yorulmalarından razıdırlar. “Çok şükür iyi yolda
olmuşuz. Çok şükür Kitapla hareket etmişiz. Çok şükür yolumuzu vahiyle
bulmuşuz. Çok şükür Allah’ın istediği bir hayatı yaşamışız. Çok şükür
hayatımızı Allah için yaşamışız. Çok şükür hayatımızı Rabbimizin beğenisine sunmuşuz.
Çok şükür Rabbimizin istediği hayatı yaşamış, Rabbimizi razı edecek amellerin
peşinde olmuşuz” diyerek yaşadıkları hayattan büyük bir hoşnutluk ve saadet
duymaktadırlar. Çünkü yaşadıkları hayatın karşılığını görmüşler, güzel
amellerinin meyvelerini devşirmişlerdir.
Çünkü o mü’minler dünyada Allah’a inanmışlar, Allah’ın hayat
programını kabullenmişler ve hayatlarını Allah için yaşamış kimselerdir. İhsan
içinde, her an Allah huzurunda olduklarını unutmadan, Allah kontrolü altında
bir hayat yaşamışlardır. Siyasal, ekonomik, hukukî, içtimaî, ferdî, ailevî tüm
işlerini, tüm amellerini Allah inancına bina ederek bir hayat yaşamışlardır.
Birbirleriyle, diğer varlıklarla, Rableriyle münâsebetlerini, savaş, barış gibi
tüm amellerini bu esasa bina ederek bir hayat yaşamışlardır. Tüm ilişkilerinde,
tüm kararlarında ve davranışlarında kendilerini yaratan, kendilerini yaşatan Rablerinin
hu-zurunda olduklarını unutmamışlardır. Bütün
kalpleriyle, bütün varlıklarıyla, bütün benlikleriyle, zâhirleriyle, bâtınlarıyla,
içleriyle, dışlarıyla, zamanlarıyla, mekânlarıyla Allah huzurunda olduklarının
şuurunda olmuşlardır.
Allah’ın Resûlü, Cibril
hadisinde: “Her ne kadar sen onu görmüyorsan da O seni görüyor ya”
buyuruyordu ya,
işte bu duygu dünyada onların ruhlarını, bedenlerini, her şeylerini kaplayan
bir ürperti olmuştu. Her an Rablerinin basiret nazarının mevcudatın her
zerresine nüfuz ettiğini iliklerine kadar hissederek hayatlarına çeki düzen
vermişlerdir. Her şeyden haberdar olan, her şeyi gören ve her şeye nüfuz eden
gözün sürekli murakabesi altında bulunmanın korkusu ve hacaleti
içinde samimi bir kalple O’na yönelmişler, hiçbir zaman hiçbir eylemlerinin
O’ndan gizli kalmadığını anlayarak, O’nun göremeyeceği bir harekette bulunmamışlar,
içlerini dışlarını temizleyip O’na lâyık hale gelmişler, O’nun rızasını
kazanmak için ellerinden ge-len
her şeyi yapmak için çırpınmışlardır. Yaptıklarını O’nun istediği bi-çimde ve O’na lâyık yapmaya çalışmışlardır. Yaptıklarını
O’nun kitabına ve Resûlünün Sünnetine uygun yapma gayreti içine girmişlerdir.
Tüm sa’ylerini vahiy kaynaklı yapmaya, istinat
noktaları olarak vahyi temel almaya çalışmışlardır.
Sa’y deyince elbette Hacer
annemizi ve onun sa’y’ini hatırlamak zorundayız. Safa’yı, Merve’yi, zemzemi hatırlamak
zorundayız. Leyl sûresinde de anlatıldığı gibi insanların
sa’yleri farklıdır. İnsanların amellerindeki,
hareketlerindeki hedefleri, niyetleri farklı olduğu gibi, o amellerin yaptırıcıları
da farklı farklıdır. Kimisi yaptıklarını sadece Allah için yapar, kimileri de
başka maksatlarla yaparlar. Sa’yler farklı olunca,
elbette Safa ve Merve’ler de farklı olacaktır. Safa
ve Merve’ler farklı olunca da bu sa’ylerin
sonunda elde edilecek zemzemler de farklı olacaktır. Kim nerede, ne adına sa’y ediyorsa sonunda bulacağı zemzemi de o olur. Allah
adına sa’y eden, yarın Rabbinin hoşnutluğunu umarak sa’y eden bir mü’min elbette
sonunda buna ulaşacaktır. Ama sadece bir kısım dünyalıklara ulaşmak için sa’y edip yorulan bir kimse de elbette sonunda ona
ulaşacaktır. Kim nereyi sevmişse, nerede sa’y ediyorsa,
ne adına koşturuyorsa, kafasındaki hedefi neyse sonunda ona ulaşacak, zemzemi
oradan içecektir.
Şimdi bu
âyetler çerçevesinde kendi kendimize soralım: Acaba bizim sa’yimiz
neresi? Sizin sa’yiniz neresi? Ne adına koşturuyoruz?
Neyi bulmak, neye ulaşmak istiyoruz? Hayat programımızı kim belirliyor? Bu
yaptıklarımızın yaptırıcısı kim? Ya da bu sa’ylerimizin Safa’sını, Merve’sini kim belirliyor? Hareketlerimizi, amellerimizi
din mi belirliyor, Allah ve Resûlü mü belirliyor? Yoksa kendimiz mi belirli-yoruz? Yâni ne yapacağımızı, ne alacağımızı, ne
satacağımızı, hangi mesleği seçeceğimizi, ne okuyacağımızı, nerede
okuyacağımızı, nasıl giyineceğimizi, nasıl yaşayacağımızı, neleri yiyip, neleri
içeceğimizi kim belirliyor? Yaptıklarımızın ve yapmadıklarımızın yaptırıcısı ve
yaptırmayıcısı kim? Unutmayın ki yarın insanlar bu sa’ylerine
göre değerlendirilmeye tâbi tutulacaklardır.
Allah adına
ve Allah’ın belirlediği yasalar istikâmetinde sa’y eden,
hayatlarını Allah’ın istediği biçimde yaşayan müslümanlar
sa’y-lerinden,
amellerinden, hayat programlarından razı olacaklar, memnun olacaklar. Allah’a,
Allah’ın kitabına, Allah’ın peygamberine iman eden, Kitap ve Peygamberle
birlikte olan, hayatını Kitap ve Peygamberle düzenleyen kimseler yarın
yaptıklarından hoşnut olacaklar. Yaptıklarının karşılığı olarak buldukları
cennetle sevinip coşacaklar. Sevinçten yüzleri pırıl pırıl,
ışıl ışıl olacak, memnuniyetleri her taraflarından
okunacak.
Hayat programını, sa’y’ini
kendisi belirleyen, Allah’ın hayat programını reddeden, suçlu olan, kötülük işleyen,
kötülük peşinde ko-şan, reddeden, başkaldıran, isyan
eden, itiraz eden, kabule yanaşmayan, Allah’a teslim olmayan kimselerin
yaşadıkları bu bozuk düzen hayatlarına karşılık cehennemde korkunç bir azabı
boylarlar. Rab-bimiz, bunlarla mü’minlerin
kesinlikle bir tutulmayacağını anlatıyor.
Sonra
onlar, o mü’minler:
10. “Yüksek
bir cennettedirler.”
Yüksek cennettedirler onlar.
Dereceleri yüksek, ya da kadr
u kıymetleri yüksek cennettedirler. Bu yükseklikle mekân yüksekliği kastedilmiş
olabileceği gibi, derece, şan, şöhret, mertebe, makam, mevki yüksekliği de kastedilmiş
olabilir. Ahkâf sûresinde bu husus şöyle anlatılır:
“İşlediklerinden ötürü herkesin bir derecesi
vardır. Herkese işlediklerinin karşılığı ödenir. Kendilerine haksızlık yapılmaz.”
(Ahkâf
19)
Ne iyilerin iyilikleri, ne de
kötülerin kötülükleri karşılıksız kalmayacaktır. Dünya hayatında
yaptıklarından, işlediklerinden ötürü herkesin amellerine karşılık dereceleri
vardır. Cennette cennetlikler için de, cehennemde cehennemlikler için de dereceler
vardır. Cennetin de, cehennemin de dereceleri vardır. Cennetin ve cennetliklerin
dereceleri kademe kademe yukarı doğru yükselirken,
cehennemin ve cehennemliklerin dereceleri de aşağıya doğru derecelenmektedir.
Dereceler, ameller karşılığıdır. Cennetliklerinki mükafat ve nîmetlerin
artırılması türünde bir derecelendirilme iken, kâfirlerinki de azabın art-ması türünde bir derecelendirilmedir.
Allah, kullarına
dereceler verir. Bakıyoruz bugün de birileri kendi kullarına, kendi kölelerine dereceler
veriyor. Birinci derece, ikinci derece, üçüncü, beşinci derece gibi dereceler
veriyorlar. İlk üç dereceye girenlere, yani limon gibi suyunu sıkıp posasını
çıkardıklarına, pillerini bitirdiklerine yeşil pasaport verenler, “Sen
dekansın, sen bakansın, sen profesörsün, sen doçentsin” gibi dereceler dağıtanlar
veya “Seni maiyetime aldım, sen “Mukarrabûn”dansın
gibi lütuflarda bulunanlar görüyoruz. Her Rabb
kullarına elbette dereceler verir. Ama Allah’ın dereceleri o kadar yücedir ki,
katında o kadar yüce dereceler vardır ki, O’nun verdiği dereceleri hiç kimse
veremez. Öyleyse kim ki-me kulluk ediyor, kim kulluk
ettiği varlıktan mükafat olarak ne bekli-yor, bunu çok iyi düşünmek zorundadır.
Unutmayalım ki Rabbimizin cennette kullarına hazırladığı yüksek dereceler öyle
ölümle bitmeyen, sonlu olmayan derecelerdir.
11. “Orada
boş söz işitmezler.”
Orada o mü’minler
“Lâğıye” de işitmezler. Lâğıye
kelimesinin birkaç manası vardır:
1. Lâğıye, bâtıl demektir. Mü’minler
orada asla bâtıl söz söylemeyecekler, bâtıl söz işitmeyecekler.
2. Yemin
demektir. Orada onların ağzından böyle yemin söz duyulmayacaktır.
3. Sataşmak
demektir. Birbirlerine sataşma, atışma, tartışma olmayacaktır orada.
4. İsyan,
günah ve başkaldırı demektir. Mü’minlerden kesinlikle
orada isyan ve günah sadır olmayacaktır.
5. Lâğiye, boş şey demektir. Mü’minler
orada boş ve lüzumsuz şeylerle uğraşmayacaklar. Çünkü mü’minler
dünyada da boş şeylerden iraz etmiş kimselerdi. Orası
öyle boş şeylerle kazanılmış bir yer değil ki boş şeyler konuşulsun.
Bundan şunu anlıyoruz: Dünyada
hangi meclislerin cennet meclisleri, hangilerinin de öteki meclisler olduğunu o
meclislerde konuşulanlardan ve yapılanlardan anlamak mümkündür.
Cennette, o
içki içim ortamlarında veya cennet hayatının tümünde bunların hiçbirisi
olmayacaktır. Orada ne hazımsızlık, ne lüzumsuzluk, ne kötü söz, ne günah, ne
bâtıl, ne yemin, ne sataşma, ne isyan hiçbir şey duyulmayacak. Sakın ha dünyadaki
gibi tasavvur etmeyin!
“Orada boş
sözler değil sadece esenlik veren sözler işitirler. Orada rızıklarını
sabah akşam hazır bulurlar.”
(Meryem 62)
Yunus
sûresinde de Rabbimiz mü’minlerin cennetteki dualarını,
tahiyyelerini şöyle anlatır:
“Oradaki
duaları: “Münezzehsin ey Allah’ım” dirlik temennileri: “Selâm size” ve
dualarının sonu da: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun”dur.”
(Yunus 10)
Onların
orada tahiyyeleri selâmdır. Yani cennette mü’minler birbirleriyle karşılaştıkları ortamlarda da birbirlerine
sözleri, mukabeleleri sadece selâm olacaktır. Birbirlerine “selâmun
aleyküm” diyecekler, selâm, selâmet ve esenlik
dileyecekler. Çünkü Selâm, Rabbimizin isimlerinden birisidir. Böylelikle mü’minler birbirlerine Rablerini, bu nîmetleri kendilerine
veren Rablerine hamdi ve Rablerinin nîmetlerinin
güzelliklerini hatırlatacaklardır. Dünyada iken tüm bu nîmetleri Rablerinden
bilip O’na teşekkür adına kulluklar yapmışlardı, şimdi cennette de kendilerine
gözlerinin görmediği, kulaklarının duymadığı, akıl ve hayallerinden bile
geçiremedikleri envaî çeşit nîmet ve lütuflarda bulunan Rablerine karşı hamd ve kullukları devam etmektedir. Elbette dünyada selâm,
selâmet, İslâm ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan mü’minlerin
yurdu selâmet yurdu olan cennet olacaktır. Dünyada kişi nasıl bir hayat yaşamışsa,
sonunda bulacağı hayat da onun aynısı olacaktır.
İnsan şu
anda nasıl bir hayat yaşıyorsa, sonunda kavuşacağı hayat da onun aynısı
olacaktır. Selâm, selâmet, emniyet ve teslimiyet içinde bir hayat yaşayan kişi
sonunda selâmet yurdunda, selâmet ve emniyet içinde bir hayata kavuşacaktır.
Zaten şu anda mü’minler dünyada böyle bir hayat
yaşıyorlar. Yani şu anda mü’minler dünyada cennet, kâfirler
de cehennemi yaşamaktadırlar.
Mü’minlerin dâvâlarının sonu âlemlerin Rabbine hamd etmektir. Hamd, Âlemlerin
Rabbi olan Allah’a mahsustur. Hamd, sadece Allah’ın
hakkıdır. Dünyadayken de zaten müslümanın ilk ve son
işi, ilk ve son sözü buydu. Dünyada yasalarını uygulayarak Rabbine hamd ediyordu. Dünyada hatırını her şeyin ve herkesin
hatırından üstün tutarak Rabbine hamd ediyordu. Rabbinin
arzularından, Rabbinin emirlerinden razı olarak O’na hamd
ediyordu. Dünyada böyle olduğu gibi, öbür tarafta da böyle olacaktır. Dünyada
Rabbine hamd ederek yaşayan bir Müslüman, yaşadığı bu
hayatın ilkelerini kendisine gösteren ve sonunda kendisini cennete ulaştıran
Rabbine orada yine hamd edecektir. Elhamdülillah ki
Allah kendisine dünyada cennetin yolunu göstermişti. Elhamdülillah ki dünyada
kitaplar ve peygamberler göndermek sûretiyle hem cennete, hem de cehenneme
gidişin yollarını göstermişti Allah. Eğer Rabbimiz bize şu anda cennete gidişin
yolunu, usûlünü bildirmeseydi biz nereden bilebilecektik onu? İşte mü’minlerin hamdleri orada da
devam edecektir.
12. “Orada
akan kaynak vardır.”
Orada kesilmeyen, kesintisi olmayan
pınarlar vardır. Bir pınar değil, sayısız pınarlar vardır. Bakın Muhammed sûresinde
de şöyle buyrulur:
“Allah’a
karşı gelmekten sakınanlara söz verilen cennet şöyledir: Orada temiz su
ırmakları, tadı bozulmayan süt ırmakları, içenlere zevk veren şarap ırmakları,
süzme bal ırmakları vardır. Onlara orada her türlü ürün ve Rablerinden mağfiret
vardır. Bunların durumu, ateşte temelli kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen kimselerin durumu gibi olur
mu?”
(Muhammed 15)
Orada onlar
için tertemiz su ırmakları vardır. Hiç bozulmayan sürekli taptaze su ırmakları
vardır. Tadı, kokusu hiçbir zaman bozulmayan süt ırmakları vardır. Sonra yine
orada mü’minler için içenlere zevk ve lezzet veren
şarap ırmakları ve süzme bal ırmakları vardır. Ama bu şaraplar dünya
şaraplarına benzemez, içenlere sarhoşluk vermez, akıllarını gidermez, abuk
sabuk konuşturmaz. Başka ne var-mış orada mü’minler için?
13. “Orada,
yükseltilmiş tahtlar vardır.”
Orada mü’minler
için yüksek divanlar, koltuklar vardır. Onlar orada bu yüksek tahtlara
oturacaklar, çevrelerinde ellerinde şarap kadehleriyle tavaf edip emirlerine
âmâde olan tomurcuk gençler olduğu halde en güzel bir hayatı yaşamaktadırlar.
Şu dünyanın basit ve sonlu makamlarına ulaşabilmek için insanlar nelerini fedâ
ediyorlar değil mi? Halbuki cennet ve nîmetlerinin yanında ne değeri olabilir ki
bu dünyanın?
14.
“Yerleştirilmiş kâseler,”
Etraflarına konulmuş,
yerleştirilmiş, her ne zaman içmeye gelirlerse dolu dolu,
emirlerine, iştahlarına arz edilmiş pınar başlarında kadehler, kâseler vardır.
“Onlar için altın kadehler ve tepsiler
dolaştırılır, canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır.
Siz orada temellisiniz.”
(Zuhruf
71)
Onların cennetteki hizmetçileri,
ellerindeki altın ve gümüş kadehler içinde şaraplar olduğu halde onlar için
hizmet adına etraflarında tavaf ettirilir. Onların emirlerine âmâde, tüm
arzularını yerine getirecek hizmetçileri vardır orada ve her şey vardır onlar
için. Onlar orada ebedîyen kalacaklardır.
15. “Sıra sıra yastıklar,”
Oturacakları, yaslanacakları
yastıklar var orada onlar için. Kâfirler ateşe yaslanırken mü’minler
de bu yastıklara yaslanacaklar.
16.
“Serilmiş, yumuşak tüylü halılar vardır.”
Serilmiş, yayılmış, açılmış,
döşenmiş halılar, yaygılar, sergiler var orada. Artık düşünmek lâzım; nasıl
oluyor da bu insanlar cenneti unutarak yaşayabiliyorlar? Ya
da bu kâfirler, bu zalimler nasıl oluyor da cennet âyetlerini duymaya tahammül
edemiyorlar? Bunu anlamak gerçekten mümkün değildir. Çünkü şu anlatılan hayata
dünyada insanlardan hiçbirisinin ulaşması mümkün değildir. Hiçbir dünya
kralının, kraliçesinin, padişahının, melikinin böyle bir zevki, böyle bir
sefâyı ne yaşadığı, ne yaşayabileceği, ne de hayal edebilecekleri düşünü-lemez.
Mü’minleri cennette böyle bir hayat beklemektedir. İşte
Allah’a kulluktan kaçan, kendi kendilerine, kendi hevâlarına,
kendi keyiflerine veya Allah’tan başkalarına kulluk edenlerin sonucu ve işte
Allah’a kulluk yapanların sonucu. Birisinin hayatına hayat denmezken, öbürü
hayali bile mümkün olmayan güzel bir hayat. Öyle bir hayat ki, orada bu bölümle
sınırlı olmayan, onlar için canlarının çektiği, gözlerinin zevk alıp lezzet
duyduğu her şey vardır. Cennette insanın zevkine ke-der
verecek, gözünü ve bediî zevkini yok edecek hiçbir şey yoktur. Cennet nîmetleri
içinde insanın burun kıvırma, iştahsızlık veya beğenmeme gibi herhangi bir şey
yoktur.
Sevdiğiniz bir şeyin sevdiğiniz
birisinden size ulaşmasıyla, sevmediğiniz birisinden ulaşması elbette
farklıdır. Nîmet aynı nîmet olsa da, sevmediğiniz birisinden size ulaştığı
zaman içinizde bir burukluk duyarsınız. Meselâ sevmediğiniz birisinin elinden
size ulaşan bir elmadan zevk alamazsınız, tat alamazsınız. Ama sevdiğiniz birisinin
size sunduğu elmayı onun sevgisiyle birlikte tatma zevkine erersiniz. İşte
cennetteki bütün bu nîmetler içinde biz sevdiğimiz Rabbimi-zin
rızasını, Rabbimizin hoşnutluğunu birlikte yudumlayacağız. Hem nîmetin kendi
güzelliği, hem de onu bize sunan Rabbimizin güzelliği, O’nun bizden, bizim de
O’ndan razı oluş güzelliğimiz o nîmetlere ken-dilerine
can atma özelliği kazandıracaktır.
Bundan
sonra Rabbimiz bütün bunlara ve de ölümümüzden sonra bizi dirilteceğine, buna
gücünün yeteceğine, yani rubûbiyet ve ulûhiyetine çevremizden deliller sunacak.
17-20. “Bu
insanlar, devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların
nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bir bakmazlar mı?”
Bu sayılanlar Rabbimizin
âyetleridir. Devenin yaratılışına bak-mıyor musunuz?
Gökyüzünün nasıl direksiz olarak bina edildiğine, sizin için nasıl koruyucu bir
tavan yapıldığına, sizin menfaatiniz için onun nasıl sayılamayacak kadar
yıldızlar ve gök cisimleriyle süslendiğine, dağların sizin dünyanızı tespit
için nasıl kazıklar gibi dikildiğine, yerin de sizin rahatınız için nasıl
yayılıp, bir döşek gibi altınıza serildiğine bakmaz mısınız?
Gece,
gündüz, ay, güneş, semâ, arz, dağlar, deve ve tüm var-lıklar
Allah’ın âyetleridir. Bunlar Allah’ın yaratıklarıdır. Bunlar Allah’ın varlığına,
ulûhiyet ve rubûbiyetine
deliller, alâmetler, işaretler, âyetler ve nişânelerdir. Ay da, güneş de, arz
da, semâ da, deve de, diğer tüm varlıklar da Allah’a boyun bükmüş, Rablerinin
emirlerine teslim olmuş varlıklardır. Güneşin, ayın, gecenin, gündüzün, arzın,
semânın şu anda Allah’ın kendilerine çizdiği hayat programının dışına çıkmadan,
Allah’ın kendileri için takdir buyurduğu yörünge istikâmetinde hareket
etmeleri, bu yörünge istikâmetinde görevlerini ve fonksiyonlarını icra
etmeleri, hepsinin de Rablerinin koyduğu sisteme boyun büktüklerini, hepsinin
de Rablerine kul olduklarını göstermektedir.
Rabbimiz, “Sizden
milyarlarca kere daha büyük olan bu varlıklar bile Rablerine boyun bükmüşken,
siz kime boyun büküyorsunuz? Sizden milyarlarca kere daha büyük olan bu
varlıklar Rablerinin emirlerine teslim olmuşlarken, siz kimin emirlerine, kimin
kanunlarına teslim oluyorsunuz? Tüm bu varlıklar hayat programlarını Allah’tan
alırlarken, Rablerinin kendileri için çizdiği yörünge istikâmetinde hareket
ederlerken, sizler hayat programlarınızı kimlerden almaya çalışıyorsunuz? Kimin
hayat programına teslim oluyorsunuz? Siz kime kulluk etmeye, kime secde etmeye
çalışıyorsunuz? Tüm bu varlıklar Allah’a kulluk ederek, Allah’a secde ederek
onun emirlerine boyun bükerken, sizler bu varlıkların kulluk yaptıkları Allah’ı
bırakıp da bu varlıkların kendilerine mi secde etmeye çalışıyorsunuz? Bu
varlıkların hepsi de Allah’ı en büyük olarak tanırlarken, Allah karşısında
hiçliklerini itiraf edip dururlarken, hepsi de Allah’a kul olduklarını itiraf
edip dururlarken, şimdi sizler bunların kulluk yaptıkları Allah’ı bırakıp da
kendileri kul olan varlıklara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Yaratıcıyı
bırakıp da yaratılmışlara mı kulluk yapmaya çalışıyorsunuz? Fânileri mi
putlaştırmaya çalışıyorsunuz?!” diyor.
Allah size
âyetlerini göstermiştir. Hem içinizde hem de enfüs-teki
âyetlerini size göstermiştir. Varlığına, imana, cennete, kulluğa, ru-bûbiyetine, ulûhiyetine dair âyetlerini size göstermiştir. Delillerini,
alâmetlerini, işaretlerini eksiksiz olarak sunmuştur. İşte bu âyetlerden biri de
devenin yaratılışı âyetidir. Sonra üzerinize bina edilen semâ âyeti, dağların
kazıklar gibi arza dikiliş âyeti, sizin üzerinde rahatça gezebilmeniz, ekip
dikebilmeniz için yeryüzünün en güzel biçimde yayılması âyeti… Bunların her
biri âyettir. İşte Allah’ın size arzettiği, üzerinde
düşünüp akıl yormanız gereken sayısız âyetlerinden sadece birkaçı. Sadece bu
birkaç âyet üzerinde bile ciddi ciddi düşünüp akıl
yorduğunuz zaman, Allah’ın tek Rabb ve İlâh olduğunu,
bu Rabb’dan size hayat programı olarak gelen Kur’an’ın hak olduğunu anlayacaksınız. Bu birkaç âyet bile
size Rabb ve İlâh olarak Allah’ın varlığını anlatmaya
yetecektir.
Tüm bu âyetleri ancak onlara
yönelen onlarla gönülden ilgilenen ciddi ciddi bu
âyetler üzerinde düşünen kimseler anlayacaktır. Düşünün bir kere! Allah’tan
başka deve gibi bir varlığı yaratacak birileri var mı? Eğer varsa böyle
birileri, tamam onlara da kulluk yapabilirsiniz. Şu gökyüzüne, arza hükmedecek
başka birileri varsa onlara da kulluk edebilirsiniz. Rabbimiz burada sadece
âyetlerinden birkaç tanesini zikretmiştir. Bunların dışında da sayısız görsel âyetler
vardır, ama bunları sadece bunlara yönelen kimselerin anlayabileceği vurgulanıyor.
Bunlarla ilgilenmeyen kimselere bunlar kadar yeni âyet de sunulsa hiçbir mânâ
ifade etmeyecektir. İşte görüyoruz kâfirler için bunca âyet bir mânâ ifade
etmemektedir.
Ne zaman ki
onlara gerek tenzîli, yani indirilmiş, gerekse tekvîni, yani yaratmayla alâkalı,
üzerinde durulması, düşünülüp ibret alınması gereken, göndericisinin istediği
biçimde iman edilip amele dönüştürülmesi gereken bir âyet, bir alâmet, bir
işaret, bir hüküm, bir delil gelse mutlaka ondan yüz çevirirler, ona dönüp
bakmazlar, onunla gereği gibi ilgilenmezler, onun üzerinde düşünüp kafa
yormazlar, anlamaya çalışmazlar. Çünkü onlar bu âyetleri yalan saymaktadırlar.
Esasen onların iman yollarını tıkayan şey iman konusunda âyetlerin azlığı,
delillerin yetersizliği, ya da kendilerini bu
âyetlere çağıranların samimiyetlerini ortaya koyan örnekliklerinden mahrum
oluşları değildir. Aslında bütün sebep onların İslâm’ı, imanı kabul
isteklerinin olmayışıdır. Bunlar bu delillere, bu âyetlere karşı nötr
davranıyorlar. Sanki böyle bir âyet gelmemiş gibi ilgisiz davranıyorlar. Gerek
görsel, gerek işitsel, gözlerinin önünde yığınlarla âyetin yanından geçiyorlar da görmüyorlar, görmek istemiyorlar. Çünkü onlar
tüm kapılarını, tüm pencerelerini kapamışlar ve kendilerine hayat programı
olarak gelmiş bunca âyetlere karşı müstekbirce bir
tavır sergilemektedirler.
Rabbimiz, sûrenin
bundan önceki bölümlerinde mü’minlerin ve kâfirlerin
âkıbetlerini, yaşadıkları hayatlarına göre karşılaşacakları sonucu ortaya
koyduktan sonra, şimdi de bu insan tipleri karşısında Peygamberinin görevlerini
anlatacak.
21-22. “Ey
Muhammed! Sen öğüt ver! Esasen sen sadece bir öğütçüsün. Sen, onlara zor
kullanacak değilsin.”
Ey Peygamberim! Senin görevin
sadece budur. Sen onlara Rabbinin âyetleriyle öğüt ver. Rabbinin âyetlerini
duyur onlara. Çünkü bu kitap zikradır, bu kitabın
âyetleri tezkiradır.
Kitap, peygamber için de, kavmi
için de şereftir. Bu kitap peygamber için de, ümmeti için de zikirdir. Peygamberle
ümmet bu konuda bir tutulmaktadır. Yani Peygamber için tavsiye edilen şey
ümmeti için de geçerlidir. Peygamberi cennete ulaştıracak, peygamberi cehennemden
kurtaracak olan şey aynı zamanda ümmeti için de geçerlidir. Peygamberimiz bu
kitabı bir zikir kabul etmiş ve kendisine vahyolunan
bu kitabın tamamına iman edip yaşamıştır. Öyleyse biz de onun gibi olmalıyız.
Biz de bizim için zikir olan bu kitabın tümüne iman edip tümünü yaşamanın kavgasını
vermek zorundayız.
Bu Kur’an hem Peygamber (a.s) için, hem de bizim için
zikirdir, zikradır, tezkiradır.
Yani kulaklara küpe olması, akılların en
üst köşesine yazılıp hiç unutulmaması ve sürekli hafızalarda canlı tutulması ve
hayatın kendisiyle düzenlenmesi gereken bir tezkiradır.
Unutmayalım ki Peygamberin de bizim de sorgumuz bu kitaptan olacaktır. Bu
kitabı zikir ve zikra kabul edip etmediğimizden, bu
kitabı, hayat kitabı kabul edip etmediğimizden, hayatımızı bu kitapla düzenleyip
düzenlemediğimizden, hayat programımızı bu kitaptan alıp almadığımızdan, bu
kitaba göre yaşayıp yaşamadığımızdan sorulacağız. İmanlarımızı, amellerimizi,
kavillerimizi, düşüncelerimizi, sevgilerimizi, nefretlerimizi, hukukumuzu,
eğitimimizi bu kitaba dayandırıp dayandırmadığımızdan sorulacağız.
Peygamber de bu kitaptan hesaba
çekilecek bizler de. Peygamber de bu kitabı yaşadığı için cennete gidecek, bizler
de bu kitapla beraber olduğumuz ve onun istediği hayatı yaşadığımız için
cennete gitme imkânı elde edeceğiz. Bunun başka bir yolu da yoktur. Kitabı
tanımadan, Sünneti tanımadan, Kitabın ve peygamberin gösterdiği yoldan gitmeden
cennetin bulunması kesinlikle mümkün değildir.
Evet:
“Ey Peygamberim, sen insanları bu
kitapla uyar! Senin görevin sadece budur. Senin bunun ötesinde bir sorumluluğun
yoktur. Senin iman, İslâm konusunda onları zorlama hakkın yoktur. Zorla sen
onları müslüman yapamazsın,” buyrularak
peygamberimizin inanmayanlar karşısında teselli edildiğini görüyoruz. Âyetin
devamında buyuruluyor ki, “Ey peygamberim! Sen onlara
musâydır değilsin. Onların kalplerine sahip değilsin.
Onların kalplerine hükmetme yetkisine sahip değilsin. Kalplerine nüfuz edip onları
kontrol edemezsin.”
Dikkat
ederseniz Rabbimiz burada Peygamberin konumunu, fonksiyonunu anlatıyor.
Rabbimiz dünyada Rablerinin velâyetinden çıkıp kendilerine Allah berisinde bir
takım veliler bulup onların himayesine girmeye çalışan insanlara diyor ki: “Ey
insanlar, unutmayın ki insanların kalplerine hakim olan, kalplere hükmeden
sadece Allah’tır. İnsanların hesaplarını Allah tutmaktadır. Onların
sicillerini, amel defterlerini tutan Allah’tır. Onların yaptıklarının hesabını
soracak olan Al-lah’tır. Binaenaleyh ey peygamberim!
Sen onların üzerlerine musaydır değilsin. Yani bu
insanların kaderleri senin elinde değildir. Bu insanların kalplerine hükmeden
sen değilsin ki onları hemen bu dine kazandırasın. Bu insanların kaderleri
senin elinde değil ki, sana karşı gelen bu insanların defterlerini dürüp
onların işlerini bitiriveresin.”
Rabbimiz
burada peygamberin konumunu ve fonksiyonunu belirlemektedir. Ama anlıyoruz ki
bu hitap peygamberden çok onun muhataplarınadır. Yani bilesiniz ki ey insanlar,
bu Allah’ın elçisinin elinde bile bir şey yoktur. Hal böyleyken, sizin
hayatınızda etkili zannettikleriniz, Allah berisinde kendilerini veliler
edindiğiniz, hayatınıza karışma yetkisi verdiğiniz bu varlıklara da ne oluyor?
Sizin Allah berisinde kerâmet sahibi zannettikleriniz, Allah yanında
kendilerinde güç ve kuvvet var zannedip kendilerine dua edip imdadınıza çağırdığınız,
kendilerine sığınmaya çalıştığınız bu varlıklara da ne oluyor? denmektedir.
Cahiliye toplumlarında ruhanîlerin, ruhanî liderlerin
kendilerine karşı çıkan, kendilerine isyan eden insanları bir anda mahvedecekleri
şeklinde yaygın bir inanış vardı. Öyle ki, bu kişilerin öldükleri zaman bile
kendilerine saygısızlık eden kimseleri mahvedeceklerine inanılırdı. Hattâ
hayatlarında pek fazla etkili olmayan bu insanların öldükten sonra kınından
sıyrılmış bir kılıç kesildiğine inanılırdı. Nitekim bugün de hayatları boyunca
bu tür sapıklıklara asla iltifat etmeyen nice salih
kişilerin ölümlerinden hemen sonra, bazı kurnaz müritleri onların isimleri ve
kemikleri üzerinde çok kârlı bir ticaret kurmuşlardır. Yok şöyle uçarlardı,
böyle asar keserlerdi filân.
İşte tüm bu bâtıl inanışları
kökünden kazımak için yeryüzünde en üstün yaratığı peygamberi hakkında bile
Rabbimiz buyurur ki: “Ey Resûlüm! Muhakkak ki sen benim elçimsin. Seni
insanların hayatına karışma, onlara vahiy gönderme konusunda odak nokta seçtim.
Seni vahiyle şereflendirdim. Ama senin görevin sadece insanlara doğru yolu, hak
yolunu, hidâyet yolunu göstermendir. Onların kaderleri ve kısmetleri senin
elinde değildir. Sen onların kalplerine hükmedemezsin. Bir bakışınla onları
yola getiremezsin. İnsanların geleceklerini sen belirlemiyorsun. İnsanların amellerinin
karşılığını vermek senin elinde değildir. Bütün bunlar sadece Allah’a aittir.
Onları koruyan Allah’tır, sen değilsin. Onları doyuran Allah’tır, sen değilsin.
Onları hidâyete ulaştırmak sana değil, Allah’a aittir. Onların kalplerine etkili
olan Allah’tır, sen değilsin. Kalplerine hükmedip onları doğru yola getirecek
olan Allah’tır, sen değilsin.” İşte peygamberin fonksiyonu budur. Bakın En’âm sûresinde Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“De ki:
Sizin acele istediğiniz şey benim elimde olsaydı, benimle aranızdaki iş bitmiş
olurdu.” Allah zulmedenleri en iyi bilendir.”
(En’âm
58)
Sizin acele
istediğiniz azap da benim elimde değildir. Eğer sizin acele istediğiniz şey
benim elimde olsaydı, çoktan sizin işinizi bitirmiş olurdum. Burada Rabbimiz risâletle ulûhiyeti, kendisiyle
peygamberini ayırıyor. Peygamber sizin gibi bir
beşerdir, binaenaleyh peygamberi Allah makamında görmeye ve Allah’tan istemeniz
gereken bir şeyi peygamberden istemeye kalkışmayın, diyor. Rabbimiz, peygamberden
bile bir şey istenmemesi gerektiğini anlatıyor. Bunun için de peygamberine
diyor ki: “Peygamberim! Sen onlara de ki: Sizin acele tarafından istediğiniz
azap benim elimde değildir. Ben İlâh değilim, ben sizin gibi bir beşerim. Ben
ancak bir elçiyim. Sizin istediğiniz azabı göndermeye benim gücüm yetmez. Bu
benim işim değil, onu ancak Allah gönderir. Eğer benim buna gücüm yetseydi, o
zaman benimle sizin aranızdaki işi hemen bitirirdim, sizin defterinizi dürerdim.”
Bir
peygamber bile böyle derken, adam diyor ki: “İnsanların kalplerinin tasarrufu
bizim efendi hazretlerinin elindedir. Bir bakışıyla kalpleri değiştirme
yetkisine sahiptir. Eğer bizim efendi elinin tersiyle bir iterse onların işi
bitiverir. Onun gazabına uğrayanın, onun gözünden ve gönlünden düşenin parçası
bile bulunmaz.” Garip şeyler bunlar! İşte görüyoruz birilerini yok etmeye,
birilerine azap göndermeye Allah’ın peygamberinin bile gücü yetmiyor.
İnsanların kalplerine hükmedip onları Müslümanlaştırmaya Resulullah’ın
bile gücü yetmiyor.
Peygamberim,
sen onları kitapla uyar.
23-24: “Ama
kim yüz çevirir, inkâr ederse, Allah onu en büyük azaba uğratır.”
Sen uyar ama kim yüz çevirir ve
küfrederse, uyarıyı görmez-den gelip örterse, uyarıyı yok farz ederek
ilgilenmezse, elbette Allah onlara azapların en büyüğüyle azap edecektir. Ya da bunun bir başka manası da şöyledir: Peygamberim, sen
insanları bu kitapla uyar. “İllâ” istisna edatıyla ancak bu tevella
edenler, yan çizenler, uyarıya aldırış etmeyenler ve inkâr edenler hariçtir
deniyor. Ancak bunu uyarılanlar açısından böyle anlıyoruz, uyaran açısından bu
böyle değildir. Yani biz, bizim uyarılarımıza karşı kimlerin müspet bir tavır takınıp,
müspet bir cevap vereceğini, kimlerin de nötr davranacaklarını, tevellâ edeceklerini bilemediğimiz için herkesi bu kitapla
uyarmak zorundayız. Meselenin bize yönelik veçhesi budur. Ama bu uyardıklarımızdan
kimileri böyle davranacaktır, bu da onlara yönelik veçhesidir.
Ama onlar
nasıl davranırlarsa davransınlar bu seni ilgilendir-mez.
Çünkü:
25-26:
“Doğrusu onların dönüşü Bizedir. Sonra hesaplarını görmek de bize aittir.”
Onların kaçıp kurtulacakları bir
yerleri yoktur. Sonunda onların dönüşü bizedir, onların hesaplarını görmek te bize aittir. Onlar, yaşadıkları hayatlarının hesabını
başkasına değil sonunda bize ödeyeceklerdir. Dolayısıyla sen üzülme, onlar o en
büyük azaptan kurtulacak değillerdir. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.