FECR SURESİ 2


FECR SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı île

Mekke'de inmiştir. Otuz âyet-i kerimedir. [1]

 

1. Andolsun fecre

2. Ve on geceye.

 

"Andolsun fecre" buyruğu ile yüce Allah, fecre yemin etmektedir.

"Ve on geceye. Hem çifte hem de teke, yürüyüp gittiği zaman da geceye..." (3- ve 4. âyetler) buyruklarında beş yemin vardır.

"Fecr"in ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Kimileri burada fecr, her gün karanlığın gündüzden ayrılmasıdır, demiştir. Bu açıklamayı Ali, İbn ez-Zübeyr ve İbn Abbas (r.a) yapmışlardır.

Yine İbn Abbas'tan nakledildiğine göre maksat, gündüzün tamamıdır. On­dan fecr diye sözedilmesi, fecr'in gündüzün başı oluşundan dolayıdır.

İbn Muhaysın, Atiyye'den, onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre, fecr'den kasıt, Muharrem gününün fecr vaktidir. Katade de onun gibi söylemiş­tir. O dedi kî: Fecr, Muharremin ilk gününün fecridir. Sene ondan başlar. Yi­ne ondan gelen rivayete göre, maksat; sabah namazıdır.

İbn Cüreyc'in, Ata'dan onun da İbn Abbas'tan rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Andolsun fecre" buyruğu ile kurban kesim gününün saba­hı kastedilmiştir. Çünkü şanı yüce Allah, herbir gündüzün öncesinde ona ait bir gece kılmıştır. Kurban kesme günü bundan müstesnadır. Ondan önce ona ait bir gece takdir buyurmadiğı gibi, ondan sonra da bir gece yoktur. Çün­kü Arafe gününün iki gecesi vardır. Birisi kendisinden önce, birisi de ken­disinden sonradır. Dolayısıyla Arafeden sonraki gece, tan yeri ağarıncaya, ya­ni kurban kesme gününün tan yeri ağarıncaya kadar vakfeye yetişen bir kimse yetişmiş olur. Bu aynı zamanda Mücahid’in de görüşüdür.

İkrime dedi ki: "Andolsun fecre" buyruğu ile Cem' yani Müzdelife günü­nün fecri "tan yerinin" ağarması kastedilmiştir.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazi'den; "Andolsun fecre" buyruğu Cem'den ay­rılış vakti olan on günün (Muharremin ilk on gününün) son zamanıdır.

ed-Dahhâk dedi ki: Maksat Zülhiccenin fecridir. Çünkü yüce Allah diğer günleri onunla birlikte sözkonusu ederek "ve on geceye" diye buyurmuştur ki; bu Zülhiccenin on gecesidir. İbn Abbas da böyle demiştir.

Mesrûk da bunlar yüce Allah'ın Musa (a.s)'ın kıssasında sözkonusu etti­ği "Ve buna ayrıca on gece daha kattık." (el-Araf, 7/142) buyruğunda sözü­nü ettiği on gecedir. Bunlar senenin en faziletli günleridir.

Ebu'z-Zübeyr'in, Câbir'den rivayetine göre Rasûlullah (sav) şöyle buyur­muştur: "Andolsun fecre ve on geceye" yani, kurban bayramının birinci gü­nü (ile tamamlanan) on gecedir."[2]

Bu görüşe göre, bunlar on gecedir. Çünkü kurban kesme gününün gece­si buna dahildir. Zira yüce Allah bu geceyi Arafe günü vakfeye yetişemeyen kimseler için vakfe yapacak zaman olarak tahsis etmiştir.

Bu gecelerin marife olarak zikredilmeyip, nekre (belirtisiz) olarak zikre­dilmesi ise, diğer gecelere olan faziletlerinden dolayıdır. Eğer bu geceler ma­rife olarak gelmiş olsaydı, nekre halindeki faziletlilik anlamını ihtiva et­mezdi. O bakımdan, kendilerine yemin edilen hususlar arasında, o nekre ola­rak gelmiştir. Buna sebep ise başkalarında bulunmayan faziletin bu geceler­de bulunmasıdır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Yine îbn Abbas'tan şöyle dediği nakledilmiştir: Maksat, Ramazan ayının son on gecesidir. ed-Dahhak da böyle demiştir. Yine İbn Abbas, Yeman ve et-Taberi şöyle demişlerdir: Bunlar, onuncusu Aşure günü olan Muharremin ilk on gecesidir.

İbn Abbas'dan; "Ve on geceye" anlamındaki buyruğu izafet terkibi halin­de; "Veleyâlin aşrin" diye okuduğu da nakledilmiştir ki; "on günün gecesine (ye­min olsun)" demektir. [3]

 

3. Hem çifte, hem de teke.

 

Şef (çift); iki, vetr de; tek demektir.

Bu hususta da görüş ayrılığı vardır. Merfu olarak İmran b. el-Husayndan gelen rivayete göre o Peygamber (sav)'ın şöyle dediğini nakletmiştir: "Çift ve tek'ten kasıt, namazdır. Kimisi çift (rekat)dır, kimisi de tek (rekat)lidır."[4]

Câbir b. Abdullah dedi ki; Peygamber (sav): "Andolsun fecre ve on gece­ye" (1-2. âyetler) buyruğu hakkında dedi ki: "O (fecr) sabah demektir. On ise kurban kesmek, vetr; Arafe günü, şef ise kurban kesme günüdür."[5]

Bu aynı zamanda İbn Abbas ve İkrime'nin de görüşüdür. en-Nehhas da bunu tercih edip şöyle demiştir: Ebu'z-Zübeyr'in, Câbir'den rivayet ettiği ha­dis Peygamber (sav)'dan sahih olarak gelen hadistir. İsnad itibariyle İmran b. Husayn'ın rivayet ettiği hadisten daha sahihtir. Arafe günü tektir. Çünkü o dokuzuncu gündür. Nahr (kurban kesme) günü ise çifttir. Çünkü o da Zül-hiccenin onuncu günüdür.

Ebu Eyyub'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Peygamber (sav)'a yüce Al­lah'ın; "Hem çifte, hem de teke" buyruğu hakkında sorulmuş, o da şöyle bu­yurmuştur "Çift; Arafe ve kurban kesme günüdür, tek ise kurban kesme gününün gecesidir."[6]

Mücahid ve yine İbn Abbas şöyle demişlerdir: Çift, Allah'ın yaratıklarıdır. Yüce Allah: "Sizi çift çift yarattık" (Nebe', 78/8) diye buyurmuştur. Tek ise aziz ve celil olan Allah'dır, Mücahid'e: Sen bu görüşü herhangi bir kimseden rivayetle mi söylüyorsun denilince o: Evet ben bunu Ebu Said el-Hudri'den, onun da Peygamber (sav)dan rivayeti olarak naklediyorum, diye cevab vermiştir.[7]

Muhammed b. Sîrîn, Mesruk, Ebu Salih ve Katade de buna yakın açıkla­malarda bulunmuş ve şöyle demişlerdir: Çift; Allah'ın yarattıklarıdır. Çünkü yüce Allah: "Herşeyden de çift çift yarattık" (ez-Zâriyât, 51/49) diye buyurmuştur. Küfür ve iman, mutluluk-bedbahtlık, hidayet-sapıklık, nur-karanlık, gece-gündüz, sıcak-soğuk, güneş-ay, yaz-kış, gök-yer, cinler-insanlar... Tek ise, yüce Allah'dır. O şöyle buyurmuştur: "De ki: O, Allah'tır bir tektir. Allah'tır, sameddir." (el-İhlas, 112/1-2) Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Şüp­hesiz Allah'ın doksandokuz ismi vardır.[8] Allah tektir, teki sever."[9]

Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Çift, sabah namazı, tek de akşam namazıdır.

er-Rabî' b. Enes ve Ebu'1-Aliye dedi ki: O, akşam namazıdır. Ondaki çift(i) iki rekat, tek ise üçüncü rekattır.

İbnu'z-Zübeyr dedi ki: Çift Mina'nın onbir ve onikinci günüdür. Tek ise onüçüncü gündür. Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kim iki günde acele ederse ona günah yoktur. Kim de geriye kalırsa ona da günah yoktur," (el-Bakara, 2/203)

ed-Dahhak dedi ki: Çift, Zülhiccenin on günü, tek ise, Mina'nın üç günü­dür. Bu Ata'nın da görüşüdür.

Çift ile tekin Adem ve Havva olduğu da söylenmiştir. Çünkü Âdem önce­leri tek idi. Eşi Havva ile çift oldu. Böylece önce tek iken, sonradan çift ol­muş oldu. Bunu İbn Ebî Necih, İbn Abbas'tan rivayet olarak zikrettiği gibi, el-Kuşeyri de onun görüşü olarak nakletmiştir. Bir rivayette de şöyle denil­miştir: Çift, Âdem ile Havva, tek ise yüce Allah'tır.

Çift ve tek yaratılmış varlıklardır. Çünkü bunlar çift ve tektir, Yüce Allah bütün yaratılmışlara yemin etmiş gibidir. Yüce Allah, bazan ilmi sebebiyle isim ve sıfatlarıyla, bazan kudreti dolayısıyla fiillerine yemin eder. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Erkeği de, dişiyi de yaratana..." (el-Leyl, 92/3) Bazan sanatının harikulâdeliği dolayısıyla yaptıklarına yemin eder: "Andolsun güneşe ve aydınlığına" (eş-Şems, 91/1) "Semaya ve onu bina edene." (eş-Şems, 91/5) ve; "Andolsun göğe ve Tarık'a" (et-Tarık, 86/l) buyruklarında ol­duğu gibi.

Çiftin cennetlerin dereceleri olduğu söylenmiştir. Bu dereceler de sekiz tanedir. Tekin de cehennem ateşinin (aşağıya doğru inen) derekeleri oldu­ğu söylenmiştir Bunlar da yedi tanedir. Bu, el-Hasen b. el-Fadl'ın görüşü­dür. Yüce Allah, böylece cennet ve cehenneme yemin etmiş gibidir.

Çiftin; Safa i!e Merve, tekin; Ka'be olduğu da söylenmiştir.

Mukatil b. Hayyan dedi ki: Çift; günler ve geceler, tek ise sonrasında ge­ce bulunmayan gündür. Bu da kıyamet günüdür

Süfyan b, Uyeyne dedi ki: Tek şanı yüce Allah'tır. Çift de aynı zamanda O'dur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üç kişi fısıldaşmayıversin. Muhakkak O, onların dördüncüleridir." (el-Mücadele, 58/7)

Ebu Bekr el-Verrâk dedi ki: Çift yaratılmışların sıfatlarındaki çelişkilerdir. Aziz olmak, zelil olmak, muktedir olmak, âciz olmak, güç sahibi olmak, za­yıf olmak, ilim ve cehalet, hayat ve ölüm, görmek ve körlük, işitmek ve sa­ğırlık, konuşmak ve dilsizlik gibi. Tek ise, yüce Allah'ın sıfatlarının tek (zıtsız) olmasıdır. Zilletsiz azizlik, aczsiz kudrel, zaafsız kuvvet, cehaletsiz ilim, ölümsüz hayat, körlüğü olmayan görmek, dilsizliği olmayan kelâm, sağırlı­ğı olmayan işitmek ve benzerleri.

el-Hasen dedi ki: Tek ve çift ile kasıt, bütün sayılardır. Çünkü sayının bun­lardan uzak olması sözkonusu değildir. Bu, hesaba yapılan bir yemindir.

Bir görüşe göre çift, Mekke ile Medine mescididir. İki Harem bunlardır. Tek ise, Beytu'l-Makdis mescididir.

Bir başka görüşe göre, çift; hac ile umreyi birlikte yapmak (hacc-ı kıran) yahut hacca kadar umre ile temettuda bulunmak (hacc-ı temetttu)dır. Tek ise hacc-ı ifrad yapmaktır.

Çiftin canlılar olduğu söylenmiştir. Çünkü canlılar erkek ve dişidir. Tekil ise cansız varlıklardır. Bir başka görüşe göre çift, gelişip büyüyen, tek ise ge­lişip büyümeyendir. Başka açıklamalar da yapılmıştır.

İbn Mes’ud ve arkadaşları, el-Kisai, Hamza ve Halef "tek" anlamındaki laf­zı "vav" harfini kesreli olarak; “Ve’l-vitri” diye okumuşlar, diğerleri ise "vav" har­fini üstün olarak okumuşlardır. Her ikisi aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir, es-Sıhah`ta şöyle denilmektedir: Kesre ile "vitr" tek demektir. Üstün ile "vetr" ise kin ve düşmanlık anlamındadır. Bu el-Aliye ahalisinin söyleyişidir. Hicazlıların söyleyişi ise, tam aksi şekildedir. Temimliler ise her ikisinde de kesreli kullanırlar. [10]

 

4. Yürüyüp gittiği zamanda geceye ki;

5. Gerçekten bu(nlar) akıl sahibi olanlar için bir yemindir, değil mi?

 

"Yürüyüp gittiği zamanda geceye ki" buyruğu beşinci yemindir. Yüce Al­lah, özellikle on geceye yemin ettikten sonra, genel olarak geceye yemin et­mektedir.

"Yürüyüp gittiği zaman" buyruğu, kendisinde yürünüp gidildiği zaman demektir. Nitekim "uyuyan gece, oruçlu gündüz" denilmesi de bu kabilden­dir. (Uyku ile geçirilen gece, oruç ile geçirilen gündüz anlamında kullanılır.) Şair de şöyle demiştir:

"Ey Um Ğaylan, gece yürüyüşü dolayısıyla kınadın bizi

Sense uyudun, halbuki bineklinin gecesi uyumaz."

Yüce Allah'ın: "Gece gündüzün hilekarlıkları (gece gündüz yaptığınız hi­lekarlıklar anlamında)" (Sebe', 34/33) buyruğu da bu kabildendir. Meani bil­ginlerinin çoğunluğunun görüşü budur. el-Kutebî ve el-Ahfeş'in görüşü de budur. Müfessirlerin çoğunluğu da şöyle demiştir: "Yürüyüp gittiği zaman" buyruğu yürüyüp gitti, demektir. Katade ve Ebu'l-Aliye: Gelip gitti diye açıklamışlardır. İbrahim'den rivayet edildiğine göre: "Yürüyüp gittiği zaman geceye" tam kemaline erdiği zaman (geceye) demektir, diye açıklamıştır.

İkrime, el-Kelbî, Mücahid ve Muhammed b. Ka'b, yüce Allah'ın: "... gece­ye" buyruğunda kasıt, özel olarak Müzdelife'de kalınan gecedir, Çünkü bu gecenin, insanların Allah'a itaat etmek üzere biraraya gelip, toplanmak gibi bir özelliği vardır. Kadir gecesi olduğu da söylenmiştir. Çünkü rahmet; bu ge­cede sirayet eder (yürür, gider.) Ve ayrıca bu gecenin çokça sevab kazanmak imkanını vermek gibi bir özelliği vardır. Gecenin tamamının kastedildiği de söylenmiştir.

Derim ki: Önceden geçtiği üzere daha kuvvetli olan görüş de budur. Doğ­rusunu en iyi bilen Allah'tır. 

İbn Kesir, İbn Muhaysın ve Yakub "yürüyüp gittiği" anlamındaki buyru­ğu her iki halde (vakıf ve vasl hallerinde) de asla uygun olarak "ye"yi tesbit ile; "Yesri" diye, okumuşlardır. Çünkü bu lafız cezm halinde değildir, o bakımdan "ye" harfi de sabit bırakılır. Nafi' ve Ebu Amr ise vasıl halinde "ye"yi tesbit ederken, vakf halinde hazf ile okumuşlardır. Bu kıraat el-Kisâî’den de rivayet edilmiştir. Ebu Ubeyd dedi ki: el-Kisâî bir sefer vasl halinde "ye"nin tesbit edileceği ve vakıf halinde hazfedileceğini -mushafın hattına uyarak- söy­lüyor idi. Daha sonra her iki halde de "ye"nin hazfedileceği kanaatini benim­semiştir. Çünkü bu bir âyet sonudur. Şamlılar ve Kûfelilerin kıraati de böy­ledir. Ebu Ubeyd de hatta uyarak bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü bu lafız mushafta "ye"siz yazılmıştır.

el-Halil dedi ki: Bu lafızın "ye"si âyet sonları dolayısıyla hazfedilir. el-Ferra dedi ki: Araplar bazen "ye" harfini hazfedip ondan önceki harfi kesreli oku­makla yetindikleri de olur. Kimisi de şu beyiti nakletmiştir:

"Senin iki elinin birisi; cömertlik göstererek bir dirhem dahi tutmaz,

Öbür elin ise kılıçla kan verir."

Filan kişi cömertliğinden dolayı bir dirhem dahi tutmaz"; onu elinde bulundurmaz ve ona yapışmaz, demektir.

el-Müerric dedi ki: Ben, el-Ahfeş'e "yürüyüp gittiği" (anlamındaki) buy­ruğunda "ye"nin düşürülmesinin sebebini sordum. Bana şöyle dedi: "Sen evi­min kapısında bir sene beklemediğin sürece bu soruna cevab vermeyeceğim." Ben de bir sene boyunca evinin kapısında bekledim. Dedi ki: Gecenin ge­çip gitmesi hakkında: "Yesri" değil, ancak; "Yesrâ" denilir. O bakımdan bu la­fız asıl kullanım şekli değiştirilmiş bir lafızdır. Asıl şeklinden başka türlü kul­landığın her lafzın irabını bir çeşit eksiltmiş olursun. Yüce Allah'ın: "Vemâ kânet ummuki bağiyyen" "Anan da ahlaksız bir kadın değildi." (Meryem, 19/28) buyruğuna hiç dikkat etmez misin? Yüce Allah burada;  "Bağiyyeten" dememiştir. Çünkü bu kelimeyi, "Bâğiyeten"den değiştirerek kullanmıştır.

ez-Zemahşeri dedi ki: "Yürüyüp gittiği" anlamındaki lafızdan "ye" harfi, okuyup geçmek halinde kesre ile yetinilerek hazfedilir. Vakıf halinde ise kes­re ile birlikte hazfedilir.

Bu buyruktaki bütün isimler, kasem dolayısıyla mecrurdur. Cevabı ise hazfedilmiştir, Bu da "mutlaka bunlara azab edilecektir" anlamındaki buyruktur. Buna da yüce Allah'ın: "Görmedin mi Rabbinin nasıl (azab) ettiğini Âd kav­mine... Bundan dolayı Rabbin de onların üzerine bir azab kamçısı yağdır­dı" (6-13. âyetler) buyrukları delil teşkil etmektedir.

İbnu'l-Enbari dedi ki: Cevab: "Çünkü Rabbin gözetlemektedir" (14. âyet) buyruğudur. 

Mukatil dedi ki: Buradaki: "Hel" "mi" lafzı; "İnne" "Muhakkak" konu­mundadır. Bunun takdiri: Muhakkak bu, akıl sahibi olanlar için bir yemin­dir, takdirindedir. Buna göre burada "mi" anlamındaki lafız, yeminin ceva­bı konumundadır.

Bu lafzın takrir (doğruyu karşı tarafa söyletmek) anlamında; istifham olarak asli anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu da: -Birisine nimet ihsanın­da bulunulmuş ise-: "Ben sana nimet ihsan etmedim mi?" demeye benzer.

Burada kendisine yemin edilen şeylerin tekidinin kastedildiği de söylen­miştir. Bu, akıl sahibi kimseleri rahatlatacak, memnun edecek bir özellikte­dir, anlamındadır. Buna göre cevab; "Çünkü Rabbin gözetlemektedir" (14. âyet) buyruğudur, yahut ta hazfedilmiştir.

Mukatil dedi ki:buradaki:’’mi’’lafsız;’’Muhakkak’’konumundadır.Bunun taktiri:Muhakkak bu ,akıl sahibi  olanlar için bir yemindir,takdirindedir.Buna göre burada “mi’’ anlamındaki lafız, yeminin cevabı konusundadır.

Bu lafzın takrir (doğruyu karşı tafra söyletmek) anlamında;istifham olarak asli anlamında olduğu da söylenmiştir.Bu da:-Birisine nimet ihsanında bulunulmuş ise-:Ben sana nimet ihsan etmedim mi?demeye benzer.

Burada kendisine yemin edilen şeylerin tekidildiği de söylenmiştir.Bu,akıl sahibi kimseleri rahatlatacak,memnun edecek bir özelliktedir,anlamındadır. Buna göre cevab; ”Çünkü Rabbin gözetlemektedir” (14.ayet) buyruğudur, yahutta hazfedilmiştir.

 

"Akıl sahibi" ise özlü aklı olan kimse demektir. Şair şöyle demiştir:

"Senin tevbe edeceğin nasıl ümit edilebilir ki?

Çünkü Ancak akıl sahibi gençlerden (bu gibi şeyler) ümit edilebilir."

Genel olarak müfessirler böyle açıklamışlardır. Ancak Ebu Malik şöyle de­miştir: "Akıl sahibi"; insanlar arasında sitre (sırra, kötülükleri açığa çıkarma­maya) sahib kimseler demektir. el-Hasen: İlim sahibi diye açıklamıştır. el-Ferrâ dedi ki: Bütün açıklamalar aynı anlam etrafında döner, durur. Akıl sahi­bi, İlim sahibi, sitr sahibi. Hepsi de akıl anlamındadır. Çünkü "hicr (akıl)"in asıl anlamı men etmek, alıkoymaktır. Kendi nefsine malik olup, onu alıkoyan kimse hakkında; "şüphesiz ki o bir hicr sahibidir." denilir. Sağlamlığı ile darbelere karşı koyabildiği için taşa "hacer" denilmesi de burdan gelmekte­dir. "Hakim filan kişiyi hacr altına aldı", tabiri de burdan gelmektedir ki, onu tasarruftan alıkoydu, engelledi anlamındadır. Kendisi vasıtasıyla içindekiler korunduğu için odaya "hücre" denilmesi de buradan gelmektedir, el-Ferra de­di ki: Araplar nefsini dizginleyen ve onu istediğine mecbur eden bir kimse­yi tanıtmak ve anlatmak maksadıyla "şüphesiz ki o bir hicr sahibidir" derler. Bu da; "adamı hacr altına aldım" tabirinden alınmış gibidir. [11]

 

6. Görmedin mi Rabbinin nasıl ettiğini Âd kavmine?

7. Yüksek direkli İrem'e?

 

"Görmedin mi Rabbinin" mutlak mâlikin ve yaratıcının "nasıl ettiğini Âd kavmine?" buyruğundaki "BiÂdin" "Âd kavmine" buyruğu genel olarak tenvinli okunmuştur. Ancak el-Hasen ve Ebu'l-Âliye "İrem"e izafe ederek "BiÂdi İrame" "İrem'in Âd'ine" diye okumuşlardır.

Bunu izafe yapmaksızın okuyanlar "İrem"i Âd'in ismi olarak kabul etmiş ve bunu gayr-ı munsarif bir isim olarak değerlendirmiştir. Çünkü böyle okuyanlar "Ad"i babalarının adı, "İrem"i ise kabilenin adı olarak kabul etmiş ve onu bedel ya da atf-ı beyan olarak okumuştur.

İzafe ile okuyup bunu gayr-ı munsanf okuyanlar ise, İrem'i annelerinin ya da beldelerinin ismi olarak kabul etmiştir. İfadenin takdiri de: İremli Âd'e... şeklindedir. Yüce Allah'ın: "Ves’elu’l-karyete" "Şehre sor" (Yunus, 12/82) buyruğunda ("şehrin ahalisine sor" anlamında) olduğu gibidir.

Bü lafız ister kabile, ister bir yer adı olsun marifeliği ve müennesliği do­layısıyla munsarif değildir. "İrem" lafzı genel ofarak hemze kesreli olarak okunmuştur.

Yine el-Hasen'den her iki lafzın son harfleri üstün olarak "BİÂde İrame" "İrem'in Âd'ine" diye okuduğu rivayet edildiği gibi, tahfif olmak üzere "ra" sa­kin; "BİÂde İrme" diye de okunmuştur. Yüce Allah'ın: "Beverfikum" "Gümüş paranız ile" (el-Kehf, 18/19) buyruğunun ("ra" harfi sakin) okunduğu gibi (okunmuş­tur).

"Âd kavmine, yüksek direkli İrem'e" anlamındaki buyruk; "Biâd İrame zâti’l-ımâd" şeklinde "İrem" lafzının "yüksek direkli" anlamındaki buy­ruğa izafet edilmesi suretiyle de okunmuştur.

İrem: Alâmet, bayrak demektir. Alâmet (bayrak) sahibleri olan Âd'e de­mek olur.

"Ad kavmine, yüksek direkli İrem'e" anlamındaki buyruk; "Biâd uramu zâte’l-imâd" "Âd kavmine ki, o direkler sahibi olanları içi boş ve çürü­müş hale getirdi"[12] diye de okunmuştur ki; Allah, o direkler sahibini çürük ve içi boşalmış hale soktu, demektir,

Mücahid, ed-Dahhak ve Katade hemzeyi üstün olarak; "Erame" diye okumuş­lardır. Mücahid dedi ki: Bu lafzın hemzesini üstün olarak okuyanlar onları alametler, direkler demek olan "ârâm"a benzetmiş olur ki, bunun tekili; "Erame" şeklinde gelir. İfadede takdim ve tehir bulunmaktadır. Yani: Fecre, şu­na ve şuna andolsun ki; şüphesiz ki Rabbin gözetlemektedir... görmedin mi... demektir.

Ad ve Semud'un durumu onlar tarafından oldukça biliniyor idi. Çünkü bunlar Arab topraklarında yaşamışlardı. Semud kavminin Hicri bugün dahi mevcuttur. Firavun'u da komşuları olan kitab ehlinden işitmişlerdi. Ona da­ir haberler de yaygındı. Firavun'un yaşadığı topraklar da Arap topraklarına bitişiktir. Bu anlamdaki açıklamalar daha önceden el-Buruc Sûresi'nde (85/17-19. âyetlerin tefsirinde) ve başka yerlerde geçmiş bulunmaktadır.

"Âd'e" Âd kavmine demektir.

Şehr b. Havşeb, Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Âd kavminden bir kişi, evin kapısının bir kanadını taştan yapardı. Bu ümmet­ten beşyüz kişi bir araya gelecek olsalar onu yerinden hareket ettiremezler­di. Yine Ad kavminden birisi ayağını yere sokuyor, yerin içerisine gömülü­yordu.

"İrem"in Nuh'un oğlu Sam olduğu söylenmiştir ki, bu İbn İshak'ın görü­şüdür. Ata'nın, İbn Abbas'tan rivayetine göre -ki bu aynı zamanda İbn İshak'tan da nakledilmiştir- o şöyle demiştir: Âd, İrem'in oğlu idi. Bu açıklamaya göre İrem, Âd'in babası olmaktadır. Âd, İrem'in oğlu, o Avs'ın oğlu, o Şam'ın oğlu o da Nuh'un oğludur. Birinci görüşe göre ise Âd’in dedesinin adıdır. İbn İshak dedi ki: Nuh'un oğlu Şam'ın çocukları vardı. Bunlardan birisi İrem, di­ğeri ise Erfahşed'dir. Şam'ın oğlu İrem'den dünyaya gelenler arasında Amalikalılar, Firavunlar, zorbalar, azgın ve isyankar hükümdarlar vardır.

Mücahid dedi ki: "İrem", ümmetlerden bir ümmettir. Yine ondan nakle­dildiğine göre "İrem" kadim ve eski anlamındadır. Bunu İbn Ebî Necih de rivayet etmiştir. Yine Mücahid'den nakledildiğine göre, İrem; güçlü kuvvet­li olan demektir. Katade dedi ki: İrem, Âd'den bir kabiledir.

İki Âd'in olduğu söylenmiştir. Birinci Âd, İremlilerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak ki önceki Âd kavmini onun helak ettiği­ni..." (en-Necm, 53/50) Buna göre Nuh'un oğlu Sam, onun oğlu İrem, onun oğlu Avs, onun oğlu Âd'in soyundan gelenlere Âd denilmiştir. Tıpkı Haşim oğullarına Haşim denilmesi gibi. Sonraları bunların ilk dönemde gelenleri­ne birinci Âd denilmiştir. İrem ise, onların büyük babalarının adı ile aldık­ları adlarıdır. Bunlardan sonra gelenlere de sonraki Ad denilmiştir. İbnu'r-Rukayyat şöyle demiştir:

"Bu öyle eski bir şan ve şereftir ki, onların ilki onu inşa etmiştir (Bu ilkleri) Âd'e yetişmiş, ondan önce de İrem'e."

Mamer dedi ki: Âd ile Semud'un neseblerinin kavuştuğu yer "İrem"dir. Ni­tekim, İrem'in Âd'i ve Semud'un Âd'i deniliyor idi.

"Yüksek direkli İrem'e ki, onun şehirlerde benzeri yaratılmamıştı", buy­ruğu hakkında Ata'nın rivayetine göre İbn Abbas şöyle demiştir: Onlardan birisinin boyu -kendi ziraı ölçü alınarak- beşyüz zira idi. Kısa boylularının boyu ise üçyüz zira idi.

Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre, onlardan birisinin boyu yet­miş zira imiş.

Îbnu'l-Arabi dedi ki: Ancak bu batıldır. Çünkü sahih hadiste şöyle buyurulmuştur:

"Allah Âdem'i yukarı doğru boyu altmış zira olarak yarattı. İnsan­ların yaratılışı şu ana kadar eksilmeye devam edip durmaktadır."[13]

Katade'nin iddia ettiğine göre, onlardan bir kişinin boyu oniki zira imiş.

Ebu Ubeyde dedi ki: "Yüksek direkli" yüksek ve uzun boylu demektir. Nitekim bir kimse uzun boylu olduğu takdirde "Raculun muamud" "Uzun boylu adam" denilir. Buna benzer bir açıklama İbn Abbas ve Mücahid'den nakledilmiştir,

Yine Katade'den şöyle dediği nakledilmektedir: Onlar kavimlerinin direk­leri (efendileri) idiler. Nitekim: "Fulânun amudu’l-kavme ve amuduhum" "Filan kişi kavmin amîdidir ve onların amududur" denilir ki, onların efendisidir, dernektir.

Yine ondan nakledildiğine göre, onlara böyle denilmesinin sebebi bolluk­tan istifade etmek için evleri ile yerden yere göç etmeleri idi. Bunların ça­dırları ve direkleri vardı. Onlar yağmurun yağdıkları yerlere göç ediyorlar ve meraları arayıp duruyorlar. Sonra da tekrar asıl konakladıkları yerlerine ge­ri dönüyorlardı.

"Yüksek direkli" tabirinin direkler üzerinde yükseltilmiş binaları olan, an­lamında olduğu da söylenmiştir. Bunlar direkler dikiyor ve onların üzerle­rine saraylarını inşa ediyorlardı:

îbn Zeyd dedi ki: "Yüksek direkli" direklerle yapıları muhkem ve sağlam kılınmış anlamındadır.

es-Sıhah'ta göyle denilmektedir: "Yüksek direkler" yüksek bina­lar demektir. Hem müzekker, hem müennes olarak kullanılır. Amr b. Külsum dedi ki:

"Bizler öyle kimseleriz ki, kabilenin direkleri eğer yıkılırsa

İçerdeki eşyalar üzerine; yakınlarımızda bulunanları koruruz.”[14]

ed-Dahhak dedi ki: "Yüksek direkli" güç ve şiddet sahibi demektir. Bu da direklerin güçlü oluşundan alınmış bir manadır. Buna delil yüce Al­lah'ın: "Gücü, bizden daha üstün kim vardır, dediler" (Fussilet, 41/15) buy­ruğudur.

Avf, Halid er-Rib'î'den: "Yüksek direkli İrem'e" buyruğu hakkında: O Dımaşk'dır, dediğini rivayet etmektedir. Aynı zamanda bu İkrıme ve Said el-Makburi'nin de görüşüdür. Bunu İbn Vehb ve Eşheb, Malik’ten rivayet etmiştir.

Muhammed b. Ka'b el-Kurazi dedi ki: Bu İskenderiye şehridir. [15]

 

8. Ki, şehirlerde onun benzeri yaratılmamıştı.

 

"Onun benzeri" buyruğundaki zamir kabileye racidir. Yani güç, kuvvet, bedenlerinin büyüklüğü ve boylarının uzunluğu itibariyle şehirlerde bu ka­bilenin benzeri yaratılmamıştır. Bu açıktama el-Hasen ve başkalarından nakledilmiştir. Abdullah (b. Mesud)'ın kıraatinde: "Elleti lem yuhlek misluhum" "Ki onların benzeri şehirlerde yaratılmamıştı" şeklindedir.

Zamirin şehire raci olduğu da söylenmiş ise de, birinci görüş daha kuv­vetlidir. Önceden belirttiğimiz üzere çoğunluğun benimsediği görüş de bu­dur,

"İrem”i  şehir kabul eden kimseler, hazfedilmiş bir ifade de takdir ederler ki, anlam şöyle olur: Rabbinin Âd'in İrem şehrine ne yaptığını yahutta sahi­bi İrem'den sonra ... anlamındadır. Buna göre "İrem" hem müennes, hem marifedir.

İbnu'l-Arabi, İrem'in Dımaşk olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü ül­keler arasında onun bir benzeri yoktur. Sonra da Dımaşk'ı, pekçok olan su­larını ve güzel mahsullerini anlatmaya koyulur. Arkasından şunları söyler; Şüp­hesiz İskenderiye'de de hayret verici çok şeyler vardır. Oranın sadece mina­resi dahi yeterlidir. Minaresinin içi de, dışı da direkler üzerinde bina edilmiş­tir. Ancak benzerleri vardır. Dımaşk'ın ise hiç benzeri yoktur. Ma'n'in, Malik'ten rivayet ettiğine göre İskenderiye'de bir yazılı metin bulunmuş fakat onun ne olduğu bilinememiş. Daha sonra içinde şunun yazılı olduğu tesbit edilmiş: "Ben direkleri yükselten Âd'ın oğlu Şeddad'ım. Burayı saçların ağarmasının sözkonusu olmadığı, ölümün olmadığı bir zamanda inşa ettim." Malik dedi ki: "Yüz sene geçer aralarında bir tek cenaze dahi görülmezdi." Sevr b. Zeyd'den nakledildiğine göre o şöyle demiştir: "Ben Âd'ın oğlu Şed­dad'ım. Direkleri ben yükselttim. Vadinin iç tarafını ziraımla güçlendiren benim. Yedi zira üzere bir hazine biriktiren benim ve bunu ancak Muhammed (sav)'ın ümmeti çıkartabilecektir."

Rivayet olunduğuna göre Âd'in Şeddâd ve Şedîd adında iki oğlu varmış. Her ikisi de kral olmuş ve başkalarına boyun eğdirmişlerdir. Sonra Şedîd öl­müş ve neticede iş sadece Şeddâd'a kalmış, o da bütün dünyaya hükümdar olmuş. Dünyanın bütün hükümdarları ona boyun eğmiş. Cennetin nitelikle­rini duyunca: "Ben de onun bir benzerini yapayım", demiş. Aden sahraların­dan birisinde İrem'i üçyüz yıllık bir zaman içerisinde bina etmiş. Kendisi de dokuzyüz yıl yaşamıştı. Burası pek büyük bir şehirdir. Buranın köşkleri al­tın ve gümüşten, direkleri zeberced ve yakuttandı. Çok çeşitli ağaçlar ve ke­sintisiz akan ırmakları vardı. Burayı inşa işi tamamlanınca ülkesinin ahalisi ile birlikte bu şehire geldi. Varmasına bir gün, bir gecelik mesafe kalınca yü­ce Allah, üzerlerine semadan bir çığlık saldı ve helak oldular.

Abdullah b. Kilabe'den rivayet edildiğine göre; o develerini aramak üze­re çıkmıştı. Daha sonra bu şehre rastgeldi. Orada bulunan (zenginlikler)den gücü yettiği kadarıyla taşıdı. Bu durumunun haberi Muaviye'ye ulaşınca Muaviye onu huzuruna getirtti. İbn Kilâbe ona olanları anlattı. Muaviye, Ka'b (el-Ahbar)'a haber göndererek ona sordu. Şöyle dedi: "Orası yüksek direkli İrem'dir, Oraya senin döneminde müslümanlardan bir kişi girecektir. Bu ki­şi kırmızı tenli, kızıl saçlı, kısa boylu yüzünde de, halinde de hayır alamet­leri görülen birisidir. Develerini aramak üzere çıkacaktır..." Sonra Muaviye et­rafına bakınınca İbn Kilâbe'yi gördü ve: "Allah'a andolsun ki, işte o adam bu­dur, " dedi. 

Direklerle tanınmış Âd kavminin binaları gibi meydana getirilmemiştir, di­ye de açıklanmıştır. Bu durumda zamir "yüksek direkler" (7. âyet)e aittir. Bu açıklamaya göre de; "El-ımâd" Iafzı; "Amede"nin çoğulu olmaktadır.

"El-İrame" "İrem "in helak olmak demek olduğu da söylenmiştir. Nitekim; "Erime benu fulânun" "Filan oğulları helak oldu" denilir. İbn Abbas da böyle açıklamış­tır, 

ed-Dahhak: "Erame zâte’l-ımâd" Yüksek direk sahiplerini helak etti de onları çürümüş hale getirdi" diye okumuştur. [16]

 

9. Ve vadide kayaları oyan Semûd'a?

 

Semud, Salih'in kavmidir. "Oyan" kesen demektir, "Fulânun yecubu’l-bilâde" "Filan kişi ülkeleri kaleder" tabiri de buradan gelmektedir. Gömleğin ceybi'ne (yaka kısmına) "ceyb" deniliş sebebi, kesilmesinden ötürüdür. Mekke'de İbnu'z-Zübeyr'in yanına misafir olup da Îbnu'z-Zübeyr'in kendisine Kufe'de alt­mış vesk almak üzere mektup yazdığı şair şöyle demiştir:

"Develerim övgü ile yoluna koyuldu,

Zübeyr ailesine; kimseyi onlara denk tutmaksızın.

Heybesinde altmış vesk ile gitti.

Halbuki asgari miktarda olsun, yetecek kadar olsun, yük de taşımadı.

Ben daha önceden görmedim böyle develer,

Hem yetmiş vesk yük taşımış, hem de onlarla hiçbir ülkeyi katetmemiş."

Görüldüğü gibi burada bu lafız "kesmek, katetmek" anlamındadır.

Müfessirler dedi ki: Dağlan, surları, mermerleri ilk yontan kişi Semud'dur. Bunlar hepsi taştan olmak üzere binyediyüz şehir inşa etmişlerdir. Yaptık­ları ev ve konakların sayısı ise ikimilyon yediyüzbindir. Hepsi de taştandır. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Onlar, güven içinde dağlardan evler yon­tup oyarlardı." (el-Hicr, 15/82) Oldukça güçlü oldukları için kayaları çıkar­tıyorlar, dağları oyuyorlar ve bunlardan kendilerine ev yapıyorlardı.

"Vadide" Vâdi'l-Kura'da demektir. Bu açıklamayı Muhammed b. İshak yap­mıştır. Ebu'l-Eşheb'in, Ebu Nadra'dan rivayetine göre o şöyle demiştir: Rasûlullah (sav) Tebûk gazvesinde kahverengi bir at üzerinde Semûd vadisinden geçti. "Buradan çabuk geçiniz. Çünkü sizler lanetlenmiş bir vadidesiniz." diye buyurdu .[17]

Denildiğine göre, vadi iki dağ arasındaki yere denilir. Onlar bu dağlarda evler, meskenler ve havuzlar oyarlardı. Dağların yahut tepelerin arasında bulunup da sellerin aktığı ve geçit teşkil eden herbir yere "vadi" denilir. [18]

 

10. Ve kazıklar sahibi Firavun'a.

 

Askerler, ordular, büyük kalabalıklar, saltanatına güç kazandıran ordular demektir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır.

Bir başka açıklamaya göre o, insanları kazıklarla işkenceye tabi tutardı. Zorbalığı ve azgınlığını iteri dereceye götürerek ölünceye kadar onları bu ka­zıklara bağlardı. Hanımı Asiye ile kızı Maşita'ya -et-Tahrim Sûresi'nin sonla­rında (66/11. âyetin tefsirinde) geçtiği üzere -böyle yapmıştı.

Abdurrahman b. Zeyd dedi ki: Onun makaralarla yukarı doğru kaldırılan bir kaya parçası vardı. Sonra işkence edilecek kişi alınır, ona demirden ka­zıklar çakılır, arkasından yukarı kaldırılmış olan o kaya üzerine salınır ve onun ölümünü sağlardı.

Fİravun'un kazıklarına dair yeterli açıklamalar daha önceden Sad Sûresi'nde (38/12. ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'a hamdolsun. [19]

 

11. Onlar ki, memleketlerde azgınlık etmişlerdi.

12. Onlar, oralarda fesadı arttırmışlardı.

13. Bundan dolayı Rabbİn de onların üzerine bir azab kamçısı yağ­dırdı.

 

"Onlar ki, memleketlerde azgınlık etmişlerdi" buyruğunda kastedilen­ler, Âd, Semud ve Firavun'dur.

"Azgınlık etmişlerdi", zulüm ve saldırganlıkta haddi aşmışlar ve azgınlaşarak başkaldırmışlardı. [20]

 

"Onlar, oralarda fesadı" zulmü ve işkenceleri "arttırmışlardı."

"Ellezine teğav" "Onlar ki... azgınlık etmişlerdi" lafzının, yergi olmak üzere nasb mahallinde olması bu husustaki açıklamaların en güzelidir, Bununla birlikte; "onlar azgınhk edenlerdi" anlamında merfu olması yahutta daha önce sözü edilen Âd, Semud ve Firavun'un sıfatı olarak mecrur olması da müm­kündür. [21]

 

"Bundan dolayı Rabbin de, onların üzerine bir azab kamçısı yağdırdı."

Boşalttı, saldı, demektir. "Sabbe alâ fulânun hil’at" "Filan kişinin üzerine bir hil'at (ba­ğış ve ihsan) saldı" denilir. Nâbiğa da şöyle demiştir:

"Allah en güzel ihsanını onun üzerine yağdırdı

Ve yaratılmışlar arasında ona yardımcı oldu."

"Azab kamçısı" azabdan bir pay demektir. "(Azabın) şiddeti diye de açıklanmıştır. Çünkü onlara göre, "kamçı" kendisi ile azab edilen araçların en ileri derecesinde idi. Şair şöyle demiştir:

"Yüce Allah'ın onun dinini üstün getirdiğini görmedin mi?

Ve kâfirlerin üzerine azab kamçısını yağdırdığını."

el-Ferra dedi ki: Bu Arapların her türlü azab hakkında kullandıkları bir ta­birdir. Bunun aslı da şudur: Kamçı onların kendisi ile azab ettikleri, işken­ce yaptıkları bir vasıtasıdır. Dolayısıyla bu her türlü azab hakkında kullanıl­mış olmaktadır. Çünkü onlara göre kamçı ile, işkence ve azabın en ileri de­recesi uygulanırdı.

Bir diğer açıklamaya göre; eti ve kanı etkileyen, onlara kadar ulaşan bir azab anlamındadır. Bu da: "Sâtehu, yesutuhu, savten" "Ona karıştı, karışır, karışmak" ta­birinden alınmıştır ki, ism-i faili, "Sâitun" diye gelir. Buna göre: "Es-savt" "Bir şe­yi birbirine katıp karıştırmak" demektir. "El-misvât" "Kanştırma aleti" adı da bu­radan gelmektedir. "Sâtehu" "Onu karıştırdı" demektir. Böyle olana; "Sâit" denilir. Bunlar arasında çoğunlukla; "Savete fulânun umurahu" "Filan kişi işlerini birbirine karıştırdı" denilir. Şair şöyle demiştir:   

"Görüşü yerilmiş ve başarısız olarak karıştır onu,

Sen onu karıştırma hususunda yardıma mazhar ohnayasın."

Ebu Zeyd şöyle demiştir: "Emvâluhum sevitate beynehum" "Onların mallan kendi arala­rında birbirine karışıktır" denilir. Bu kullanımı ondan Yakub nakletmiştir.

ez-Zeccac da şöyle demiştir; Yüce Allah'ın kendilerini, kendisiyle vurdu­ğu kamçılarını onların azabı kılmıştır, demektir. "Sâte dâbetehu, yesutuhâ" "Bineğini kamçıladı, kamçılar" denilir.

Amr b. Ubeyd'den dedi ki: el-Hasen bu âyet-i kerimeyi okudu mu şöyle derdi: "Şüphesiz yüce Allah'ın nezdinde pek çok kamçılar vardır. Yüce Allah, onları bu kamçılardan birisi ile yakalayıp aldı." Katade de şöyle demiştir: "Yü­ce Allah'ın kendisi ile azablandırdığı herbir şey, bir azab kamçısıdır." [22]

 

14. Çünkü Rabbin gözetlemektedir.

 

Yani herbir insanın amelini -ona karşılığını vermek üzere- gözetleyip du­rur. Bu açıklamayı el-Hasen ve İkrime yapmıştır.

O, kullarını gözetlemektedir. Kimse ondan kurtulamaz, diye de açıklan­mıştır. Çünkü; "Mersad" ile "Mirsâd"; "Gözetleme yeri" yani yol demektir. Da­ha Önce et-Tevbe Sûresi'nde (9/5. âyet, 4. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Allah'a hamdolsun.

ed-Dahhak'ın rivayet ettiğine göre, İbn Abbas şöyle demiştir; Cehenne­min üzerinde yedi tane köprü vardır. İnsan bunların birincisine gelince, ona imana dair soru sorulur. Eğer imanı tam olarak gelmiş ise, ikinci köprüye ge­çer. Sonra ona namaza dair soru sorulur. Eğer namazı kılmış ise üçüncüsüne geçer. Sonra ona zekat hakkında sorulur. Bunu da yerine getirmişse dördüncüsüne geçer. Sonra ona ramazan ayı orucu hakkında sorulur. Bunu da yerine getirmişse beşincisine geçer. Sonra ona hac ve umreye dair soru sorulur. Eğer bunları da yerine getirmişse altıncısına geçer. Sonra ona sıla-ı rahim hakkında sorulur. Eğer onu da yerine getirmişse yedincisine geçer. Sonra da haksızlık ve zulümlere dair ona soru sorulur ve bir münadi şöyle seslenir: Dikkat edin, her kime yapılmış bir haksızlık varsa gelsin. O kimse­den diğer insanların lehine kısas uygulanır. Onun lehine de insanlardan kı­sas uygulanır. İşte yüce Allah'ın: "Çünkü Rabbin gözetlemektedir" buyru­ğu bunu anlatmaktadır.

es-Sevrî dedi kî: "Gözetlemek" ile kastettiği cehennemdir. Onun üzerin­de üç tane köprü (geçit) vardır. Bu geçitlerin birisinde akrabalık bağı vardır, bir diğerinde emanet, ötekisinde ise .şanı yüce ve mübarek olan Rabb var­dır.

Derim ki: Bundan maksat, O'nun hikmeti, iradesi ve emridir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine İbn Abbas'tan; "gözetlemektedir" buyruğunu, işi­tir ve görür diye açıkladığı rivayet edilmiştir.

Derim ki: Bu, güzel bir açıklamadır. Onların sözlerini ve fısıldaşmalarını işitir. Onların amellerini ve sırlarını bilir. Herkese ameline göre karşılık ve­rir.

Araplardan birisinden nakledildiğine göre ona: "Rabbin nerede?" diye so­rulmuş, o da "Gözetlemektedir" diye cevab vermiştir.

Yine Amr b. Übeyd'den rivayet edildiğine göre o, Mansur'un huzurunda bu sûreyi, bu âyete ulaşıncaya kadar okumuş ve: "Ey Cafer! Şüphesiz "Rab­bin gözetlemektedir" demiş.

ez-Zemahşerî dedi ki: O bu şekilde seslenmekle Mansur'un bu tehdide ma­ruz kalmış zorbalardan birisi olduğunu ifade etmek istemiştir. Allah ona iyi­liğini versin. Onun önünde o nasıl da avını maharetle yakalayan bir arslandı. Gösterdiği tepkiyle zalimleri dövüyor, getirdiği delillerle heva ve bıd'at ehlinin kökünü kazıyordu. [23]

 

15. Ama insan, Rabbi kendisini sınayıp da ona ikramda bulunup ni­metler verse: "Rabbim benî şereflendirdi, bana lütfetti" der.

16. Fakat ne zaman onu deneyip, rızkını daraltırsa bu sefer: "Rab­bim beni alçalttı" der.

 

"Ama insan" buyruğu ile kastedilen kâfir kimsedir. İbn Abbas dedi ki: Utbe b. Rabia ile Ebu Huzeyfe b. el-Muğire'yi kastetmektedir, Umeyye b. Ha­lef’in kastedildiği söylendiği gibi, Ubeyy b, Halef’in kastedildiği de söylen­miştir.

"Rabbi kendisini sınayıp" nimet ile onu imtihan edip, deneyip... Bu buy­ruktaki: "Mâ"  zâid bir sıladır.

"...da ona" mal ile "ikramda bulunup" ona genişlik vererek "nimetler ver­se: Rabbim beni şereflendirdi, bana lütfetti der." Bununla şımarır, sevinir. Fakat O'na harndetmez.

"Fakat ne zaman onu deneyip" fakirlik ile mihnete uğratıp sınarsa "rız­kını" zar zor yetecek kadar ona "daraltırsa bu sefer: Rabbim beni alçalttı" yani beni aşağılattı "der."

Bunlar öldükten sonra dirilişe iman etmeyen kâfirin nitelikleridir. Ona gö­re şeref, üstünlük ve aşağılık dünyadan sahib olunan çok ya da az miktar­daki paya göredir. Mü'mine göre ise, şeref ve üstünlük, yüce Allah'ın âhiretteki paya ulaştırmak özelliğini taşıyan itaata ve iyiliklere ulaşma tevfikini lüt­fetmesine bağlıdır. Dünyada ona ayrıca genişlik verecek olursa, bundan do­layı da Rabbine hamd ve şükür eder.

Derim ki: Bu iki âyette belirtilenler, bütün kâfirlerin nitelikleridir. Müslü­manların pek çoğu da Allah'ın verdiği ihsanları o kimsenin Allah nezdindeki şeref ve üstünlüğü dolayısıyla verdiğini zanneder. Hatta bazan cahilliği sebebiyle: Eğer ben bunu haketmeyecek olsaydım, Allah bunu bana vermez­di, der. Aynı şekilde yüce Allah ona az rızık ihsan edecek olursa, bunun Al­lah nezdindeki değersizliği dolayısıyla olduğunu zanneder.

"Daraltırsa" anlamındaki buyruk, genel olarak "dal" harfi şeddesiz: "Fekadera" diye okunmuştur. Ancak İbn Âmir bunu şeddeli okumuştur. Her iki okuyuş şekli iki ayrı söyleyiştir. Ancak tercih edilen şeddesiz okuyuştur. Çün­kü yüce Allah bir başka yerde (şeddesiz olarak): "Vemen kudira aleyhi rizkahu" "Rızkı ken­disine daraltılan kimse de..." (et-TaIâk, 65/7) diye buyurmaktadır.

Ebu Amr dedi ki: Şeddesiz okuyuş, az ve kıt verilirse demektir. Şeddeli okuyuş ise ona yetecek miktarının verilmesi anlamınadır. Eğer ona böyle bir şey yapmış olsa bu kişi (sözü geçen insan): "Rabbim beni alçalttı" demez­di.[24]

Haremeyn ahalisi ile Ebu Amr "Rabbim" anlamındaki lafzı her iki yerde de "ye" harfini üstün olarak; "Rabbeye" diye okumuşlardır. Diğerleri ise sakin oku­muşlardır. el-Bezzi, İbn Muhaysın ve Yakub; "beni şereflendirdi, bana lüt­fetti" anlamındaki; "Ekrameni" ile "beni alçalttı" anlamındaki; "Ehâneni" lafzında her iki halde (vakıf ve vasl hallerinde) de "ye" ile okumuşlardır. Çünkü o (ye) bir isimdir, hazfedilmez.

Medineliler ise vasl halinde "ye"yi sabit bırakırken vakf halinde -mushafa uyarak- okumamışlardır.

Ebu Amr vasl halinde bu harfin sabit kılınması ile hazfedilmesi arasında muhayyer bırakmıştır, çünkü buraları âyet sonudur. Vakf halinde ise mushaf hattı dolayısıyla hazfetmiştir. Diğerleri ise bu harfi hazfederler. Çünkü her iki yerde de "ye"siz yazılmıştır. Sünnet, mushafın hattına muhalefet etmemek­tir, çünkü bu ashabın icmaıdır. [25]

 

17. Hayırl Bilakis siz yetime ikramda bulunmazsınız.

18. Yoksula yedirmek için de birbirinizi teşvik etmezsiniz.

19- Mirası da helâl, haram demeden alabildiğine yersiniz.

20. Malı'da, ondaki hiçbir hakka riayet etmeksizin, pek çok sever­siniz.

 

"Kellâ" "Hayır" lafzı bir reddir. Yani durum zannedildiği gibi değildir. Zen­gin üstün ve şerefli olduğundan dolayı zengin, fakir alçak ve değersiz oklu­ğundan dolayı fakir değildir. Aksine fakirlik ve zenginlik Benim takdirim ve hükmümün bir gereğidir.

el-Ferra dedi ki: "Hayır" buyruğu burada, kulun böyle olmaması gerekir. Aksine yüce Allah'a zenginlik ve fakirlik dolayısıyla hamdedilmelidir, anla­mındadır. Hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Aziz ve celil olan Allah, bu­yuruyor ki: Hayır, Ben şeref ve Üstünlük verdiğim kimseye dünyalığın çok­luğu ile şeref ve üstünlük vermem. Değersiz kılıp, alçalttığım kimseyi de dün­yalığın azlığı ile alçaltmış olmam. Ben üslün ve şerefli kıldığım kimseyi, Ba­na itaat ile üstün ve şerefli kılarım, alçaltıp değersiz kıldığım kimseyi de Ba­na masiyet ile alçaltır ve değersiz kılarım."[26]

 

"Bilakis siz yetime ikramda bulunmazsınız" buyruğu ile uygulayageldikleri yetime miras vermemek, büyür de mallarını alırlar korkusuyla, israf yo­luyla ve tez elden mallarını yemek, şeklindeki uygulamalarına bu buyruk ile haber verilmektedir.

"İkramda bulunmazsınız" anlamındaki buyruğu Amr ve Yakub: "Lâyukrimune" "Bulunmazlar" şeklinde, "teşvik etmezsiniz" anlamındaki buyruğu: "Lâyehdune" "Teşvik etmezler" diye, "yersiniz" anlamındaki buyruğu; "Ye’kulune" "Yerler" diye, "seversiniz" anlamındaki buyruğu: "Yuhibbune" "Severler" diye "ye" ile okumuşlardır. Çünkü bundan önce "insan"dan sözedilmiş idi. Mak­sat da insan cinsidir. O bakımdan ondan çoğul lafzı ile sözedilmiştir.

Diğerleri ise her dört yerde de karşıdaki muhataba hitab olmak üzere "te'li olarak (bulunmazsınız, etmezsiniz... gibi) okumuşlardır. Yüce Allah, bunu on­lara azar ve başlarına kakmak maksadıyla böyle buyurmuş gibidir. -Belirtti­ğimiz gibi- yetime ikramda bulunmayı terk etmeleri, ona hakkını vermeme­leri ve malını yemeleriyle (onları azarlamaktadır).

Mukatil dedi ki: Bu buyruk, Kudame b. Maz'un hakkında inmişti. O Umeyye b. Halefin himayesinde bir yetim idi.

 

"Yoksula yedirmek için de birbirinizi teşvik etmezsiniz." Yani onlar yanlarına gelen bir yoksula yemek yedirmek için aile halklarına, hanımlarına, ço­cuklarına emir vermezler.

Kûfeliler bu buyruğu "te" ve "ha" harflerini üstün ve "elif" ile: "Velâ tehâddune" "Birbirinizi teşvik etmezsiniz" diye okumuşlardır ki, onlar bir­birlerini teşvik etmezler anlamını taşır. Aslı; "Tetehâddune" şeklinde olup, ifadenin delâleti dolayısıyla iki "te"den birisi hazfedilmiştir, Ebu Ubeyd'in tercih ettiği okuyuş budur.

İbrahim'den ve eş-Şeyzerî'den, onların el-Kisaî ve es-Sülemî'den rivayet­lerine göre "te" harfini ötreli olarak; "Tuhâddune" diye okumuşlardır. Bu ise "teşvik etmek" anlamındaki; “El-hadde" fiilinden "Tufâılune" vezninde bir kullanımdır.

 

"Mirası" yetimlerin mirasını "da helâl haram demeden, alabildiğine" es-Süddt'nin açıklamasına göre en ileri derecede olabildiğince "yersiniz."

"et-Turâsu" "Miras" lafzının aslı; "el-Vurâsu" olup, "Verise" "Miras aldım" fiilinden gelmektedir. "Vav" harfi yerine "te"yi kullanmışlardır.

Nitekim; "Tucahu, tuhametu, tukâtu, tuedetu" kelimeleri ile benzerlerinde de böyle kulla­nılmıştır. Daha önceden geçmiş bulunmaktadır.  

Denildiğine göre; "Lemmâ" "Alabildiğine" buyruğunun, topluca, hep birlik­le anlamında olduğu söylenmiştir. Bu da Arapların: "Lememtu’t-tâame lemmen" "Yeme­ği toptan, hep birlikte yedim" tabirlerinden alınmıştır. Bu açıklamayı el-Hasen ve Ebu Ubeyde yapmıştır. Arapçada: "el-lemme"nin asıl anlamı, "toplayıp, bir araya getirmek"tir. "Lememtu’ş-şey’e elemmu lemmen" "O şeyi topladım, toplarım" denilir. "Lemmallahu şa’sehu" "Allah onun dağınıklıklarını toplayıp, bir araya getirsin" duası da buradan gelmektedir. en-Nâbiğa şöyle demiştir: 

"Eğer sen dağınıklıklarını bir araya getirmeyecek olursan {kusurlu arkadaşlarını bağışlamazsan)

Kendine hiçbir kimseyi kardeş bırakmazsın; ey yiğitlerin en güzel edebliai!"

"İn dârake lemumete" "Senin evin insanları toplayıp, bir araya getirir, onları barın­dırır" anlamındaki tabirler de buradan gelmektedir. el-Mirnak et-Tai, Alkame b, Seyf'i överken şöyle demektedir:

"Elbette o çocuğun sevgisi gibi severdi beni.  

Ve şanlı, şerefli kimseye zifafa gönderilen gelin gibi benim dağınıklıklarımı toplar, biraraya getirirdi." 

el-Leys dedi ki: "El-lemm" "Güçlü, kuvvetli topluluk" demektir. "Hacerun melmumun" "Sağlam taş" tabiri ile: "Ketibetun melmumetun" "Güçlü, kuvvetli askeri birlik" tabirleri de buradan gelmektedir. Yemek yiyen bir kimse tiridi biraraya getirip, toplar ve onu lokmalar halinde topladıktan sonra onu yer. Mücahid dedi ki: (Buyruk) onu lokma lokma yer, demektir. el-Hasen dedi ki: Hem kendi payını, hem de başkasının payını yer demektir. el-Hutay'a dedi ki:

"Eğer bu arkasından sahibine yergi getirecek (yemek için) bir toplanma ise

Rahman (olan Allah), o yemek çiğneyen dişleri (yiyenleri) kutsamasın."

Buyruk, onlar hem kendi paylarını, hem de başkalarının paylarını birarada yerler demektir.

İbn Zeyd dedi ki: Kişi kendi malını yediğinde başkasının malını da top­layıp, onu da yer ve bu helal mıdır, yoksa haraın mıdır, diye hiç düşünmez? Müşrikler hiçbir zaman kadınlara ve çocuklara miras vermezler, onların miraslarını kendilerininki ile, onlara kalanı kendi mallarıyla birlikte yerlerdi.

Şöyle de açıklanmıştır: Ölenin zulüm ile toplayıp, biraraya getirdiği mal­ları bilerek yerler ve haram ile helali birbirine katarlardı.

Malı kolay bir şekilde ele geçirip, bu yolda alnı terlemediği için israf ve savurganlıkla o malı harcayan, ondan alabildiğine savurganlıkla yiyen, canı­nın çektiği yiyecekleri, içecekleri, meyveleri -çalışmayan mirasyedilerin yap­tığı gibi- yiyip, tüketen mirasçıların bu buyruk ile yerilmiş olması da müm­kündür.

 

"Malı da, ondaki hiçbir hakka riayet etmeksizin" helaliyle, haramıyla "pek çok" alabildiğine "seversiniz." 

"El-Cemm" "Çok" demektir. "Cemme’ş-şey’u, yecumu, cumumen" "O şey çok oldu, çoğaldı, ço­ğalır" denilir. Bu durumda olan hakkında; "Cemme" ile "Câmme" denilir. "Cemme’l-mâu fi’l-havdi" "Su havuzda toplandı" ifadesi de buradan gelmektedir. Şa­ir de şöyle demiştir:

''Allah'ım, mağfiret buyurursan -eğer- çokça bağışlarsın.

Sana karşı çokça günah işlememiş hangi kulun vardır ki?"

"El-cemmetu" "Suyun toplandığı yer" demektir, "El-cemum" "Suyu bol kuyu" demek­tir. (Cim harfi) ötreli olarak; "El-cumum" mastardır. Kuyudaki su çekildikten son­ra çoğalıp, biraraya toplandığı vakit: "Cemme’l-mâu, yecimmu, cumumen" "Su birikti, arttı, bi­rikir, artar" denilir. [27]  

 

21. Böyle yapmayın! Yer dağılıp, zerreler gibi parça parça edildiğin­de.

 

"Kellâ" "Böyle yapmayın!" Olması gereken böyle değildir, demektir. On­ların dünyaya abanmaları ve dünyalık toplamaları reddedilmektedir. Çünkü böyle yapan bir kimse, yerin darmadağın edileceği ve pişmanlığın fayda ver­meyeceği zaman pişman olacaktır.

"Ed-Dekk" "Kırmak ve dövmek" demektir. Buna dair açıklamalar daha önce­den (el-Araf, 7/143; el-Kehf, 18/98 ve el-Hakka, 69/14) geçmiş bulunmakta­dır. Yer sarsılıp, ardı arkasına sallandırıldığında; demektir.

ez-Zeccac dedi ki: Yer sarsılıp da biribirini kırıp döktüğü zaman demek­tir. el-Müberred dedi ki: Birbirine yapıştırılıp, yüksekliği gittiği zaman, de­mektir.

"Nâkatun dukâun" "Hörgücü olmayan deve" dernektir, çoğulu "Dukke" diye gelir. Da­ha önce bu husustaki açıklamalar el-Araf ve el-Hakka sûrelerinde (az önce belirtilen yerde) geçmiş bulunmaktadır. "Dukke’ş-şey’u" "O şey yıkıldı" derler. Şa­ir de şöyle demiştir:  

"Bir grub insanı kırıp geçiren ve sonunda yıkan, yine bir grub insandan başkası mıdır?"

"Parça parça" ardı arkasına demektir. Yani sarsılıp bîr kısmı, diğer kısmı­nı kırıp dökecek de onun üzerindeki herşey ufalacak demektir. Dağları ve yükseklikleri dümdüz edilinceye kadar parça parça edilecek, diye de açıklanmıştır. Bir başka açıklamaya göre yayılmaları itibariyle evleri dümdüz edi­lecek, sarayları, dağları ve üzerindeki diğer yapılar yok olup gidecektir. Se­rilmesi ve yayılmasmdaki düzlük dolayısıyla "dükkan" ismi de buradan gel­mektedir. "Ed-deke" Yerin yüksekliğinin yayılmak suretiyle alçaltılması" demek­tir.

İbn Mesud ve İbn Abbas'ın açıklamaları da bu anlamdadır: Yer tıpkı bir derinin yayılması gibi yayılıp uzatılacaktır. [28]

 

22. Rabbin gelip, melekler de saf saf dizildiğinde;

23- Ki o gün, cehennem de getirilmiş olacaktır. İşte o gün insan ha­tırlayacaktır ama hatırlamanın ona ne faydası olur!

 

"Rabbln" el-Hasen'e göre Rabbinin emri, kazası (hükmü) "gelip..." Buy­ruk, bu manasıyla muzafın hazfedilmesi kabilindendir.

Rabbleri, onlara pek büyük âyetlerle (belge ve delillerle) geldiğinde ... di­ye de açıklanmıştır. Bu yüce Allah'ın: "Allah'ın... buluttan gölgeler içerisin­de kendilerine gelivermesinden... başkasını mı bekliyorlar." (el-Bakara, 2/210) buyruğuna benzemektedir ki; "gölgeler ile" demektir.

Bir diğer açıklamaya göre, âyetlerin (belge ve alametlerin) gelişini yüce Alîah kendi gelişi gibi ifade etmiştir. Bu yolla o âyetlerin şanı yüceltilmek is­tenmektedir. Hadis-i şerifte yüce Allah'ın (söyleyeceği ifade edilen) şu buyrukları da bu kabildendir; "Ey Âdem oğlu! Ben hastalandığım halde sen be­ni ziyarete gelmedin. Senden su istediğim halde bana su vermedin. Senden yemek istediğim halde sen bana yemek vermedin."[29] "Rabbin gelip" buy­ruğu şöyle de açıklanmıştır: O gün, şüpheler ortadan kalkacak ve artık bil­giler kesinlik arzedecektir. Tıpkı hakkında şüphe edilen herhangi bir şeyin gelmesi esnasında şüphe ve tereddütlerin ortadan kalkması gibi.

İşaret erbabı da şöyle demişlerdir: O'nun kudreti ortaya çıkmış, herşeyi istila etmiş olacaktır. Şanı yüce Allah'ın kendisi ise bir yerden bir diğer yere geçmek ile nitelendirilemez. Hem O'nun hakkında mekan ve zaman, O'nun üzerinden zamanın geçmesi sözkonusu olmadığına göre, bir yerden bir başka yere intikal ve geçiş onun için nasıl sözkonusu olabilir? Çünkü bir şeyin üzerinden zamanın geçmesi, vakitlerin geçmesi demektir. Herhangi bir şeyi ele geçiremeyen ise aciz demektir.

"Melekler de saf saf dizildiğinde; ki o gün cehennem de getirilmiş olacaktır." buyruğu hakkında İbn Mesud ve Mukatil şöyle demişlerdir: Herbir dizgini yetmişbin melek tarafından çekilen, yetmişbin dizgini ve öfkesi ve kabarması görülecek şekilde cehennem getirilecek ve Arş'ın sol tarafın­da yerleştirilecektir. Müslim'in Sahih 'inde Abdullah b. Mesud'dan şöyle de­diği kaydedilmektedir: Rasûlullah (sav) buyurdu ki:

"O gün, cehennem herbir dizginini çekecek yetmişbin melek yetmişbin dizgini ile getirilecektir."[30]

Ebu Said el-Hudri dedi ki: "O gün cehennem de getirilmiş olacaktır" buy­ruğu nazil olunca, Rasûlullah (sav)'ın rengi değişti ve bunun etkileri yüzün­de görüldü. Öyle ki, bu hali ashabına da ağır geldi. Daha sonra şöyle buyurdu:

"Cebrail bana: "Böyle yapmayın! Yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde... O gün cehennem de getirilmiş olacaktır." buyruklarını okuttu. "[31] Ali (r.a) dedi ki:  

"Ey Allah'ın Rasûlü! Cehennem nasıl getirilecektir?" di­ye sordu. Şöyle buyurdu:

"Cehennem yetmişbin dizgin ile çekilerek getiri­lecektir. Herbir dizgini yetmişbin melek çekecektir. Fakat dizginlerden öy­le bir kurtulmak isteyecek ki, eğer bırakılacak olursa orada bulunan herke­si yakacaktır. Sonra benim önüme gelerek; "Benim seninle ne ilgim olabilir ki, ey Muhammed? Şüphesiz Allah senin etini bana haram kılmıştır." diyecek, Artık: Nefsim nefsim demedik hiçbir kimse kalmayacak. Ancak Muhammed (sav) bundan müstesna olacaktır. O Rabbim, ümmetim ümmetim, diyecektir."[32] "İşte o gün insan hatırlayacaktır." Öğüt alacak, tevbe edecektir.

Kasıt kâfir yahut bütün gayreti dünyaya yönelik olan kimselerdir.

"Ama hatırlamanın ona ne faydası olur!" O dünyada iken kusurlu ha­reket ettiğine göre öğüt almak, tevbe etmek nerede?

Öğüt alıp, hatırlamanın ona faydası nereden dokunacaktır, diye de açık­lanmıştır. O halde muzafın hazfedildiğinin takdir edilmesi kaçınılmazdır. Ak­si takdirde; "O gün insan hatırlayacaktır" buyruğu ile "hatırlamanın ona ne faydası olur" buyruğu arasında bir çelişki sözkonusu olur. Bu açıklama­yı ez-Zemahşeri yapmıştır. [33]

 

24. "Keşke hayatım için önceden (hayır) göndermiş olsaydım" der.

 

"Hayatım için" lafzı "hayatımda" demektir. Buna göre buradaki "lâm" "için" edatı; "de, da" anlamındadır.

Bir başka açıklamaya göre; keşke hayatım, yani ölümün sözkonusu olma­dığı hayat için, önceden salih bir amel göndermiş olsaydım, diye de açıklan­mıştır.

Bir başka açıklama da şöyledir: Cehennemliklerin hayatı rahat bir hayat değildir. Âdeta onların hayatları yok gibidir. O halde anlam şöyledir: Keşke cehennem ateşinden kurtulmak için hayır namına bir şeyler göndermiş olsaydım. O zaman ben de rahat ve huzurlu hayat sürenler arasında olurdum. [34]

 

25 Artık o günde onun azabı gibi hiçbir kimse azab yapamaz.

26. Onun bağladığı gibi de kimse bağlayamaz.

 

"Artık o günde onun azabı gibi hiçbir kimse azab yapamaz." Yani kim­se Allah'ın azabı gibi azaplandıramaz, O'nun sağlam bağladığı gibi kimse bağ­layamaz. Buradaki zamir yüce Allah'a aittir. Bu, İbn Abbas ve el-Hasen'in gö­rüşüdür.

el-Kisai; "Azab yapamaz" anlamındaki buyruğu; "Lâyuazzebu" "Azaplandırılmaz" diye; "bağlayamaz" anlamındaki buyruğu da: "Velâyuseku" "Bağlanmaz" şek­linde "zel" ile "se" harflerini üstün olarak okumuştur. Yani o gün, Allah'ın kâ­firi azablandıracağı gibi dünya hayatında kimse azab edilemez, kâfirin sıkı sıkıya bağlanacağı gibi kimse bağlanamaz. Maksat da İblis’tir. Çünkü günah­ları ve cürümleri sebebiyle insanlar arasında en çetin azabı onun göreceği­ne dair delil ortaya konulmuş bulunmaktadır. Dolayısıyla beraberindeki açıklayıcı manadan ötürü ifade mutlak olarak kullanılmıştır. 

Bunun Umeyye b. Halef olduğu da söylenmiştir. Bu açıklamayı da el-Ferra nakletmiştir. Yani bu muayyen kâfirin göreceği azab gibi kimse azab edil­meyecektir. Onun zincirlere ve bukağılara bağlanacağı gibi kimse bağlanmayacaktır. Buna sebep ise küfür ve inadında en ileri dereceye gitmiş olması­dır.

Bir diğer açıklama da şöyledir: Onun yerine kimseye azab edilmeyecek, onun kurtulmak için vereceği fidye alınmayacaktır. Burada "azab" azablandırmak anlamında "bağlamak" da bîr şey ile sağlamca bağlamak anlamında­dır. Şairin şu sözlerinde de bu anlamda kullanılmıştır:

"Ve sen otlağa yayılıp otlayan o yüz (deve)yi verdikten sonra (nankörlük etmem hiç düşünülür mü?)"

Kâfir olmayan bir kimseye kâfir gibi azab edilmez, diye de açıklanmıştır.

Ebu Ubeyd ve Ebu Hatim, "zel" ile "se" harflerinin üstün okunmasını ter­cih etmişlerdir. Bu durumda "he: o" zamiri kâfire ait olur. Çünkü Allah'ın aza­bı gibi kimsenin azab etmeyeceği bilinen bir husustur

Ebu Kılabe de Peygamber (sav)'dan (bu buyrukları) "zel" ve "se" harfle­rini üstün olarak okuduğunu rivayet etmiş bulunmaktadır. Ebu Amr'ın, Pey­gamber (sav)'ın okuyuş şekline döndüğü de rivayet edilmiştir.

Ebu Ali dedi ki: Cemaatin okuyuşuna göre de zamirin kâfire ait olması mümkündür. Yani hiç kimse kimseyi bu kâfire yapılan azab gibi azab etmez. Bu durumda zamir kâfire ait olur. "Kimse" ile kastedilenler de, cehennem ateşindekileri azaplandırmakla görevli olan meleklerdir. [35]

 

27. "Ey yakın ile huzur bulmuş nefe!

28. "Kendin razı olmuş ve rızaya ermiş olarak dön Rabbine,

29. "Haydi katıl kullarıma,

30. "Ve gir cennetime!"

 

Yüce Allah bütün çabası dünyalık olan, bundan ötürü zengin ve fakir kı­lınışında Allah'ı itham eden kimselerin halini sözkonusu ettikten sonra; "ey yakîn ile huzur bulmuş nefs!" buyruğu ile yüce Allah'a gönül hoşluğu ile, huzur ile teslim olmuş, işini Allah'a havale etmiş, O'na güvenip dayanmış kim­selerin durumunu sözkonusu etmektedir.

Bu sözlerin meleklerin yüce Allah'ın dostlarına söyleyeceği sözlerden ol­duğu söylenmiştir.

"Yakîn ile huzur bulmuş nefs (en-nefsu'1-mutmainne)" huzura ermiş ve kesin yakîn sahibi olmuş, Allah'ın kendi Rabbi olduğuna kesin olarak inan­mış ve bundan dolayı Rabbine ibadete yönelmiş olan nefis, demektir. Bu açıklamayı Mücahid ve başkaları yapmıştır.

İbn Abbas dedi ki: Allah'ın sevabı ile ve O'ndan hoşnut olmuş mü'min ne­fis demektir. el-Hasen, kesin inanç sahibi mü'min nefis, diye açıklamıştır. Yi­ne Mücahid'den, kendisine isabet etmeyen bir şeyin hiçbir şekilde esasen isa­betinin sözkonusu olmayacağını, isabet edenin de isabet etmemesinin söz­konusu olmayacağını kesin olarak bilip Allah'ın hüküm ve kazasına razı ol­muş nefs demektir,

Mukatil dedi ki: Allah'ın azabından yana emniyette olan nefistir.

Ubeyy b. Ka'b'in kıraatinde: "Yâeyyetuhe’n-nefsu’l-âminete’l-mutmainnete" "Ey yakîn ile huzur bul­muş, güvenlik içerisindeki nefis" şeklindedir.

Allah'ın, Kitabında vaadettiklerine kesin olarak inanıp, amel eden nefis di­ye de açıklanmıştır.

İbn Keysan dedi ki: Burada "mutmain nefs" ihlas sahibi nefis demektir. İbn Ata dedi ki: Onsuz bir göz açıp kapayacak vakit kadar dahi duramayan arif nefis demektir. Yüce Allah'ın zikriyle huzur bulan nefis diye de açıklan­mıştır. Yüce Allah'ın: "Haberiniz olsun ki, kalbler ancak Allah'ı anmakla hu­zur bulur" (er-Ra'd, 13/28) buyruğu bunu açıklamaktadır.

İman ile huzur bulmuş, öldükten sonra dirilişi ve amellerin mükafatının görüleceğini tasdik etmiş nefis, diye de açıklanmıştır. İbn Zeyd dedi ki: Bu nefsin mutmain (huzur içinde) oluş sebebi, ölüm halinde, diriliş vaktinde ve biraraya geliş zamanlarında cennet ile müjdeJenmesidir. Abdullah b. Büreyde babasından şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bundan kastedilen Hamza'nın nefsidir.

Ancak sahih olan bunun mü'min, ihlâslı ve itaatkâr her nefis hakkında umumi olduğudur. Hasan-ı Basrî diyor ki: Şüphesiz yüce Allah, mü'min kıılunun ruhunu almayı murâd ettiği vakit o nefis, yüce Allah'tan geleni huzur ile karşıladığı gibi, yüce Allah da onu huzur ile kabul eder.

Amr b. el-Âs dedi ki: Mü'min vefat ettiğinde, Allah ona iki melek gönde­rir. Bu iki melekle birlikte cennetten hediyeler bulunur. Melekler o kişinin nefsine: "Ey mutmain nefs! Sen hoşnut olarak, hoşnut kılınmış ve senden hoş­nut olunmuş olarak çık. Sen huzur ve sükuna, hoş kokulara gitmek üzere çık. Hoşnut olan ve kızgm olmayan Rabbin huzuruna varmak üzere çık! Bu ne­fis bir kimsenin yeryüzünde kokladığı en güzel misk kokusu gibi çıkar..."[36] deyip, hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

Said b. Zaid dedi ki: Bir adam Peygamber (sav)'ın huzurunda: "Ey yakîn ile huzur bulmuş nefis" buyruğunu okudu. Ebu Bekir;

"Bu ne kadar güzel bir haldir ey Allah'ın Rasûlü!" dedi. Peygamber (sav) şöyle buyurdu:

"Şüphesiz ki melek bu sözü sana söyleyecektir, ey Ebu Bekir"[37]

Said b. Cübeyr dedi ki: İbn Abbas, Taif'te vefat etti. Daha önce bu şekilde ona benzer hiçbir kuş görülmemiş olan bir kuş geldi. Onun naaşına gir­di. Sonra da o kuşun naaşından çıktığı görülmedi. Defnolunduğu vakit kab­rin kenarında kimin okuduğu bilinmeksizin şu âyet-i kerimeler okundu: "Ey yakîn ile huzur bulmuş nefs. Kendin razı olmuş ve rızaya ermiş ola­rak dön Rabblne!"

ed-Dahhak'ın rivayetine güre bu buyruk, Osman b. Affan (r.a) hakkında Rûme kuyusunu vakfettiği vakit nazil olmuştur.

Mekkelilerin asarak idam ettiği yüzünü Medine'ye döndürdükleri halde Al­lah'ın yüzünü kıbleye doğru çevirdiği Hubeyb b. Âdiy hakkında indiği de söy­lenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

 

"Dön Rabblne!" Sahibine ve bedenine! Bu açıklamayı İbn Abbas, İkrime ve Ata yapmış, Taberi de bunu tercih etmiştir. Bunun delili de İbn Abbas'ın tekil olarak "Fe’dhuli fi abdi" "Gir kuluma!" şeklindeki okuyuşudur. Yarın yü­ce Allah ruhlara tekrar cesetlere dönmeleri için emir verecektir. İbn Mesud da: "Fi cesedi abdi" "Kulumun cesedine!" diye okumuştur.

el-Hasen dedi ki: Rabbinin sevabına, lütuf ve ihsanlarına dön! Ebu Salih dedi ki: Yani Allah'a dön! Bu da ölüm halinde olacaktır.

 

"Haydi katıl kullarıma!" Kullarımın cesedlerine demektir. Buna delil de İbn Abbas ile İbn Mesud'un kıraatidir. İbn Abbas dedi ki: Bu kıyamet günün­de olacaktır. ed-Dahhak da böyle demiştir.

Cumhurun kanaatine göre ise, cennet iyi kimselerin meskeni, salih ve ha­yırlı kimselerin yurdu olan ebedilik diyarıdır. "Kullarıma" buyruğunun an­lamı da kullarımın arasından salih olan kimselerin arasına demektir. Nitekim yüce Allah bir başka yerde: "Biz elbette onları salihler arasına katacağız" (el-Ankebut, 29/9) buyurmuştur, el-Ahfeş dedi ki: "Katıl kullanma!" Katıl Be­nim hizbime yani Benim (dünyada iken) dinimin taraftarları arasına. Anlam aynıdır; yani sen de onlar arasında yerini al, demektir. "Ve" sen de onlarla birlikte "gir cennetime!" [38]

(Fecr Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/73.

[2] Hâkim, Müstedrek, II, 568; Dârimî, Sünen, II, 41; Heysemî, Mecma, VII, 137, Müsned, III, 327

[3] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/73-75.

[4] Hâkim, Müstedrek, II, 568; Tirmizi, V, 440, Müsned, IV, 437, 438

[5] Hâkim, Müstedrek, IV, 245; Müsned, III, 327. Ayrıca bk. bu sûrenin ilk ayeti tefsir edilirken geçen hadis ve kaynakları.

[6] Taberânî, Kebir, IV, 180, Heysemî, Mecma', VII, 137, -Râvilerinden Vâsıl b, es-Sâib'in metruk bir ravi olduğu kaydıyla-

[7] Suyutî, ed-Durru'l-Mensur, VIII, 501'de ibn Merduye'yi kaynak göstererek, Atiyye'nin

açıklaması olduğunu belirtmektedir.

[8] Bu kadarıyla; Timizi, V, 530; İbn Mâce, II, 1269; Müsned, II, 499. 

[9] Buradaki gibi; Müsned, II, 258.

[10] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/75-78.

[11] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/78-81.

[12] Elimizdeki baskılarda bu ibarenin hareke şekli, bu okuyuşa uygun değildir. Bu hare­keleme şeklini, Kurtubî'nin buradaki ve 8. âyetin sonlarında gelecek ed-Dahhakın oku­yuşu ile ona dair açıklaması ve diğer eserlerdeki açıklamaları gözönünde hulundurarak tespit ettik (Bk. el-Hemedani, el-Ferîd, IV, 668-609; İbn Cinnî, el-Muhtesib, II, 359’da ayrıca İbn Abbas ve ed-Dahhak'ın böyle okudukları belirtilmektedir. et-Ferid, IV, 668, 6 no'lu not-)

[13] Buharı, V, 2299; Müslim, IV, 2183; Müsned, II, 3H

[14] Burada beyitte geçen lafızlara dair birtakım açıklamaları ihtiva eden üç satıra yakın bir ibarenin ayrıca tercüme edilmesine gerek görülmemiştir

[15] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/81-85.

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/85-86.

[17] İbn Abdi'1-berr, et-Temhid, V, 212, 251, XIII, 145; Kurtubî'nin kayd ettiği yolla: ez-Zehebî, Siyeru A'lâmi'n- Nubelâ, VII, 287 -senedinin ceyyid-mürsel olduğu kaydıyla-

[18] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/87.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/88.

[20] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/88.

[21] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/88-89.

[22] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/88-90.

[23] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/90-91.

[24] Bununla şedelesiz okuyuşun tercihe değer olduğuna işaret etmektedir

[25] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/92-93.

[26] Taberi, Câmiu'l-Beyân, XXX, 182

[27] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/93-97.

[28] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/97-98.

[29] Müslim, IV, 1990; Buhârî, el-Edebu'l-Müfred, s. 182

[30] Müslim, IV, 2184; Tirmizi, IV, 701.

[31] Sııyutî, ed-Durru'l Mensur, VIII, 512.

[32] Sııyutî, ed-Durru'l Mensur, VIII, 512.

[33] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/98-99.

[34] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/100.

[35] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/100-101.

[36] Hâkim, el-Müstedrek, I, 94; Heysemî, Mecmâ', II, 328; Taberânî, Evsat, I, 225; Tayalisi, Müsned, i, 102.

[37] Taberi, Câmiu'l-Beyan, XXX, 191; el-Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru'l-Usûl, I, 110

[38] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/101-104.