Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular :
Beş Önemli Olaya Yemin Edilmesi
İbretli Olaylardan Biri, Âd Kavmidir
Kayaları Yontup Barınak Yapanlar
İnkarcının Ve Nankörün Maddeyi Amaç Seçmesi
Zenginlik Keramet, Fakirlik Horluk Değildir
Kıyamet Olayıyla İlgili Safhalar
O Gün Kâfirin Düşünüp Öğüt Alması Neye Yarar?
Bu Sevindirici, Rahatlatıcı Hitap Ne Zaman Tecelli Eder?
Kul Allah'tan, Allah Da Kuldan Razı Olunca..
Şuurlu İnanç İddiası Ve İspritizmacılar-Medyumlar
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir.
Birinci âyete -önemine
binaen- «Fecir vakti»ne yemin edilerek başlanmış ve bu aynı zamanda sûreye
isim olmuştur.
Âyet sayısı: 30
Kelime sayısı:139
Harf sayısı:597 [1]
1- İnkarcıları
uyarmak, mü'minleri sâlih amellerde daha başarılı olmaya davet etmek için dört
önemli şeye yemin ediliyor.
2- Tarihte
Hakk'ı red ve inkâr eden azgın zorbaların sonunun ne olduğuna dikkat çekilerek
hem Mekke müşrikleri, hem de her çağda yaşayan inkarcı nankörler uyarılıyor.
3- İnsanoğlunun nankörlüğü
konu edilerek imânın tadını
ruhuyla, vicdanıyla tadamayan ve o yüzden kararsızlık içinde bocalayan
münafıklar üzerinde duruluyor.
4- Bu
karakterde olanların daha çok dört fena huyu, çirkin tutumu açıklanıyor.
5- Kıyamet
olayından ve âhiret gününden söz edilerek yönlendirici safhalar sıralanıyor.
6- Âhiret
gününde inkarcıların, dönek nifakçıların pişmanlık duyacaklarına atıfta
bulunuluyor.
7- Âhiret
gününde ilâhî adalet gereği verilecek azabın, kişilerin niyet, inanç ve
ameline göre olacağına işaret ediliyor.
8- İmân
düzeyinde gönül yatışkanlığına ermiş mü'minlerin rıza mertebesine nail
olacakları müjdesi verilerek öylece ruhlarının alınacağı bildiriliyor. [2]
1- Fecir
vaktine,
2- Zilhicce'nin
ilk on gününün gecesine,
3- Çift'e ve
tek'e,
4- Gelip
geçtiği vakit geceye and olsun.
5- Şüphesiz
ki bunda akıl ve sağduyu sahipleri için (kayda değer) bir and vardır elbette.
Ebû Salih'in Câbir
(R.A.)den yaptığı rivayete göre:
— Muâz (R.A.) namaz
kıldırırken bir adam da gelip ona uydu. Derken Muâz (R.A.) namazı uzattı. Adam
da ona uymayı bıraktı ve Mescid'in bir tarafına çekilerek o namazı kendi başına
kıldı. Onun böyle yaptığını öğrenen Muâz (R.A.): «O münafıktır» dedi ve gelip
durumu Resûlüllaha (A.S.) arzetti. Bunun üzerine Resulü İlah (A.S.) o gene
adamı çağırdı ve cemaati neden bıraktığını sordu. Adam şu cevabı verdi: «Ya
Resûlellah! Gelip ona uydum ve cemaatle namaz kılmaya başladım; ama o, namazı
uzattı da uzattı. Ben de ona uymaktan vazgeçtim ve Mescid'in bir köşesinde
yalnız başıma kılıp devemin yemini verdim.»
Bu olaya üzülen
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu:
«Ya Muâz! Sen fitneci
misin? Neden (sebbih isme rabbike'l-a'lâ), (ve'ş-şemsi ve duhâha), (ve'l-fecri
ve'lleyü izâ yeğşa) sûrelerini okumuyorsun?» [3]
ibn Abbas (R.A.) dan
merfuân yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Salih amelle ilgili
hiçbir gün, Allah yanında şu günler (Zilhicce'nin ilk on günün)den daha sevimli
değildir.» Bunun üzerine denildi ki:
— Ya Resûlellah! Allah yolunda cihad da mı?
Efendimiz cevap verdi:
— Evet, Allah yolunda cihad da.. Ancak canıyla,
malıyla cihada çıktıktan sonra bunlardan hiçbiriyle dönmeyen kişinin (ameli)
müstesna..[4]
Câbir (R.A.)den yapılan
rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Şüphesiz ki on gün,
Zilhicce'nin on günüdür. Tek gün Arefe günüdür. Çift gün ise bayram günüdür.» [5]
«Fecir vaktine,
zilhicce'nin ilk on gününün gecesine, çift'e ve tek'e, gelip geçtiği vakit
geceye and olsun..»
Cenâb-ı Hak bu
âyetlerle, beş şey ile yemin ederken insanlara şu mesajı vermektedir: Olayların
tekerrürüyle tarih de tekerrür eder. Âd, Semûd kavimlerinin ve ilâhlık
iddiasıyla ortaya çıkan Fir'avn'ın akıbeti ortada. Siz ey yaşayan kavim ve
milletler, sözü edilen kavimlerin yolunda yürür, Hakk'a baş kaldırmak suretiyle
inkâr ve azgınlıkta, ahlâksızlık ve rezîlette belli kerteye gelecek olursanız,
ilâhî hüküm iner de hem dünyanız, hem de âhiretiniz karanlığa gömülür.
Böylece insan aklını
harekete geçirmek, duygularını berraklaştırmak, düşüncesini Hakk'a çevirmek
üzere zaman kavramıyla içice
olan beş
önemli olay üzerinde durulmaktadır. Zira
Kur'ân'da nerede Cenâb-ı Hak bir şeye, bir olaya yemin etmekle konuya başlarsa,
mutlaka onda düşündürücü, yönlendirici ve doğruya götürüoü, akla ışık tutucu
bir anlam ve hikmet söz konusudur.[6]
Şüphesiz ki her gün,
«fecrsin doğmasıyla, yani tan yerinin ağarma-sıyla yeni bir gün başlar. Böylece
bu olay beraberinde dört gerçeği yansıtır:
1- Dünya
kendi ekseni etrafında batıdan doğuya doğru belli bir hızla dönmektedir.
2- Aynı
zamanda dünya güneşin etrafında da belli bir yörüngede elips çizerek hareket
etmektedir.
3- Hergün
fecrin doğmasıyla yeni bir gün ve yeni bir hayat başlar.
4- Kurulu
sistem belirlenmiş plân ve programa göre bir saniye şaşmadan insana hizmet
vermeye devam eder.
İşte her gün tan
yerinin ağarması yüksek, sınırsız bir kudretin varlığının delili ve
özelliğini, tazeliğini, kaybetmeyen açık belgesi değil midir?
Ayrıca Ashab-ı Kiram
ve Tabiîn'den ilim adamlarının «fecir» kavramı üzerinde az farklı yorumları
olmuştur. Onları özetle şöyle sıralayabiliriz:
a) Hz. Ali
(R.A.), İbn Zübeyr (R.A.) ve İbn Abbas'a (R.A.) göre: Her gün karanlığın açılıp
sabahın ilk beyazlığının belirmesidir.
b) Katade'ye
göre: Muharrem ayının ilk gününün ilk aydınlığıdır. Zira o gün karanlık
yarılıp yeni yıla girilmiş olur. Ayrıca sabah namazı da kasdedilmiş olabilir.
c) Ata'ın
İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı bir başka rivayete göre: Bayram gününün ilk
aydınlığıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak hiçbir gün için bir önoe, bir de sonra olmak
üzere iki gece belirlememiştir. Anoak «Arefe Günü»ne bu özelliği tanımıştır.
Öyle ki, kim Arefe gününün bitmesiyle başlayan vakfeye ulaşırsa hacce ulaşmış
olur ve bu süre fecir doğuncaya kadar devam eder. Nitekim Tabiîn'den Mücahid de
aynı görüştedir.
d) İkrime'ye
göre : Müzdelife'de sabahın yatay olarak ilk aydınlığıdır.
e)
Müfessir Muhammed b. Kâb
el-Kurezî'ye göre : Zilhiccenin son on gününün fecrine işarettir.
Leyâlin Asrin :
Biz bunu «Zilhicce'nin
ilk onu günüdür» diye tercüme ettikse de, ilim adamlarının farklı yorumları söz konusudur. Şöyle ki:
a) İbn
Abbas'a (R.A.) göre : Zilhicce'nin ilk on günüdür.
b) Mesrûk'a
göre : Cenâb-ı Hakk'ın Musa (A.S.) kıssasında andığı 10 gündür.[7]
c) Ebû
Zübeyr'in Câbir (R.A.)den yaptığı rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
bunu, bayramın birinci günü dahil Zilhicce'nin ilk on günüdür diye açıklamıştır.
d) Dahhak'e
göre : Ramazan'ın son on günüdür.
e) Taberî'ye
göre : Muharrem'in ilk on günüdür ki onuncu gün «Âşû-re» oluyor.
Ancak birinci yorum
ağırlık kazanmıştır. Zira hac farizasını yerine getirmek isteyen mü'minlerin
kutsal topraklarda bu on gün içinde mahşerden bir tablo oluşturması ve
kalplerin, dertlerin, hedeflerin tek kalp, tek dert ve tek hedef haline gelerek
Kabe ile birleşmesi büyük bir olaydır ki Allah'ın insanlardan yana razı olup
seçtiği İslâm Dininin kardeşlik, birlik ve dirlik dinî olduğunu
isbatlamaktadır. Aynı zamanda haber-i vahid olarak bir de hadîs rivayet
edilmiştir.
Şefi' ve Vetr (Cîft ve
Tek):
Bu iki kavram üzerinde
de farklı rivayetler ve yorumlar olmuştur. Şöyle ki:
a) İmrân b. Husayn'a göre : Çift ve tek rek'atli
olan namazlardır.
b) Câbir b. Abdillah'a (R.A.) göre: «Vetr», Arafe Günü'dür; «Şefi'» ise, bayram günüdür. Nitekim fbn
Abbas ve İkrime'nin de yorumu bu anlamdadır. Nuhas bu rivayeti uygun
görmüştür. Çünkü Arafe Günü Zilhicce'nin dokuzuncu gününe tesadüf ediyor ki bu
tek rakamdır. Bayram günü ise, onuncu gününe rastlıyor kî bu da çift rakamdır.
c) Mücahid'e göre: Şefi', arafe ile bayram
günüdür. Vetr ise, yalnız bayramın birinci günüdür.
d) İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir diğer
rivayete göre: Şefi', Cenâb-ı Hakk'ın çift çift olarak yarattığı şeylerdir.
Vetr ise, Allah'a işarettir. Çünkü O, birdir, eşi, ortağı, dengi ve benzeri
yoktur.
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû
Saîd el-Hudrî, Tabiîn'den Muhammed b. Sirîn,
Mesrûk, Ebû Salih ve
Katade de "aynı görüştedirler. Nitekim Resûlüllah {A.S.) Efendimiz şöyle
buyurmuştur:
«Şüphesiz Allah'ın 99
ismi vardır. Allah tektir ve teki sever.» [8]
e) İbn Abbas
(R.A.)dan yapılan bir başka rivayete göre: Şefi', sabah namazıdır; Vetr ise,
akşam namazıdır. Zira birincisi çift, ikincisi tek rek'atlidir.
f) Dahhak'e
göre: Şefi1, zilhiccenin on günüdür; Vetr ise, Minâ'daki üç gündür.
g)
el-Hasan'a göre: Bu iki isimden maksat, rakamlardır. Zira rakam ya tek veya
çifttir.
Gelip geçen gece:
Bu cümle üzerinde de
durulmuş ve farklı yorumlar yapılmıştır:
a) «Yesri»den
maksat, «yüsrâ»dır, yani geçenin bir bölümünde yürümek, yolculuk yapmaktır.
b) Katade ve
Ebû Âliye'ye göre: Gelip yönelen gece demektir.
c) İkrime'ye
göre : Sadece Müzdelife gecesi söz konusudur. Zira hac menasikinin önemli
vakitlerinden biri de Müzdelife'ye uğramak ve Meş'ârü'l-Haram'da duâ ve niyazda
bulunmaktır. Nitekim Kelbî, Mücahid ve Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî de aynı
yorumu benimsemişlerdir.
d) Kadir
Gecesi'dir. İlâhî rahmetin bolca tecelli vakti olduğundan o geceye yemin edilmiştir.
e) Bütün
geceler söz konusudur ki, bu yorum ağırlık kazanmıştır.
İbn Kesîr ve Yakub
«yesrî»yi (ya) harfinin isbatıyla okumuşlar ve cez-medilmediğini
belirtmişlerdir. Nâfi1 ve Ebû Amr ise, bunu vasi halinde (ya) nın isbatıyla
okumuşlar; vakf halinde ise hazfetmişlerdir.
Li-zî hicr:
Bu terkibi, «akıl ve
sağduyu sahibi» şeklinde tercüme etmiş bulunuyoruz ki bu yorum ağırlık
kazanmıştır. Ancak ilim adamlarının buna farklı manâlar verdiklerini de
görüyoruz. Şöyle ki:
a) Ebû
Mâlik'e göre: İnsanlardan setr sahibi, yani kendi kusurlarını ve başkasının
günah ve kusurlarını gizli tutan kimse demektir.
b) el-Hasan'a
göre : Hilm ve güzel ahlâk sahibi, yumuşak tabiatlı kimse demektir.
c) el-Ferra'
diyor ki: «Bu yorum ve görüşlerin hepsi bir maksatta birleşir ve hepsi aynı
manâyı yansıtır. Kendine hâkim olan, nefsini kötülüğe yönelmekten alıkoyan
kimse hem aklını kullanan, hem de güzel ahlâkın, güzel huyun gereğini yapan
kişidir.»
Böylece önemine binaen
yemin edilmeğe değer görülen beş olay, akıl, idrâk ve irfan sahibi için
düşündürücü, düşünce ufkunu açıcı, uyarıcı ve hakka yaklaştıncı bir anlam
taşımaktadır.
Cümlenin başında
bulunan (hel) edatı, Mukatil'e göre : te'kıd ve tah-kîk manasına gelen (inne)
takdirindedir. Biz de bu yoruma göre âyetin çevirisini yapmış bulunuyoruz.
Diğer bir yoruma göre
: (hel) edatı takriri anlamda istifham manasınadır; yani «akıl ve sağduyu
sahibi için bu bir yemin değil midir? Elbet-teki yemindir» mânası ortaya
çıkıyor.[9]
Yukarıdaki âyetlerle,
beş önemli oiaya yemin edilerek, Cenâb-ı Hakk'ın azap hükmünün hangi topluluk,
kavim ve millet hakkında indiğine ve ineceğine dikkat çekildi ve azıp sapıtan
toplum ve milletlerin izledikleri tehlikeli yoldan dönüş yapmaları istendi.
Böylece ilâhî rahmetin ezeli sesi kalp ve kafalara aksettirildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Hakk'a karşı gelip aklını, idrâkini doğru yolda kullanmayan azgın ve zâlim üç
kavmin ne sebeple yok edildikleri konu edilerek misal veriliyor. Böylece
Cenâb-ı Hakk'a karşı gelmenin, O'nu red ve inkâr etmenin, koyduğu hayat
nizamına uymamanın hiçbir kavim ve millete rahmet havası estirmediğine, hiçbir
toplumun yüzünü güldürmediğine işaret ediliyor. Aynı zamanda başta Mekkeli
müşrikler olmak üzere her çağda ortaya çıkan zâlim inkarcılar, ahlâksız azgınlar
uyarılıyor. [10]
.
6- Görmedinmi Rabbin ne yaptı Ad kavmine;
7- O
sütunlar sahibi İrem şehrine,
8- Öyleki
onun şehirler arasında
bir benzeri icad
edilip ortaya konulmamıştır.
9- Vadide
kayaları kesip yontan semüda,
10- Kazıklar
sahibi fir’avn’a,
11- Olar ki
ülkelerde azgınlık edip Hakk'a baş kaldırdılar,
12- Oralarda
ve fesadı çoğalttıkça çoğalttılar.
13- Bu
yüzden Rabbin,üzerlerine azap kamçısı-yağdırırcasına-indirdide indirdi.
14- Şüphesiz
ki rabbin hep gözetlemektedir.
«Görmedin mi Rabbın ne
yaptı Âd kavmine; O sütunlar
sahibi İrem şehrine.. Öyle ki onun şehirler arasında bir benzeri İcad edilip
ortaya konulmamıştır.»
İnkâr ve azgınlıkta
sınır tanımayan kavimlerden biri de Âd'dır. Bu isim Kur'ân'ın 24 yerinde
geçmekte ve her birinde az farklı bir mesaj, uyarı ve tehdit verilmektedir,
Bunların hepsini biraraya getirdiğimiz zaman ancak sözü edilen kavmin neden
misal verildiğini ve olayın iç yüzünün neden ibaret bulunduğunu anlayabiliriz.
Ancak biz burada o 24 yerde belirtilen bilgilerden önce, onlar arasındaki ortak
noktaları tesbit edip sıralamayı daha uygun görmekteyiz. Şöyle ki:
a) Âd
Kavmi'ni Cenâb-ı Hakk'a kulluk ve ibâdete davet etmek üzere vazifelendirilen
peygamber, Hûd (A.S.)dır ki, O, bu kabileye mensuptur. Yani onlara gönderilen
peygamber yine onların bağrından filizlenip yeşeren bir zattır.
b) Bu kavim
Allah'ın âyetlerini ve o âyetlerin taşıdığı dinî ahlâk ve hükümleri red ve
inkâr etmiş ve kendilerine gönderilen peygambere karşı gelip küfür ve
nifaklarını attırmışlardı.
c) Gerek ilk
Âd, gerekse son Âd kavimlerine birkaç peygamber daha gönderildiği anlaşılıyor.[11]
d) Âd Kavmi
çok şiddetli, önünde durulamaz bir kasırgayla yok edilmişlerdir.[12]
Kur'ân'da bir de, az
yukarıda değindiğimiz gibi, «Âd-i Ulâ»dan söz edilmektedir.[13] Bundan
iki ayrı Âd Kavminin gelip geçtiği neticesi çıkıyor. Gerek siyercilerin,
gerekse İbn Haldun'un tarihî kaynaklardan yaptıkları tesbite göre, Arapların
şu dört sınıfa ayrıldıkları anlaşılıyor:
1- Arab-ı
baide.
2- Arab-ı
karibe.
3- Arab-ı
müstaribe.
4- Arab-ı
müstarice.
Birinci sınıf, çok
eski Araplar olup çoğu ilâhî hükmün inmesiyle yok edilmiştir ki, Kur'ân'da sık
sık sözü edilen Âd ve Semûd kavimleri onlardan ikisidir. Ayrıca Cedîs ve Tasm
kavimlerinin de onlardan iki kavim olduğu söylenmektedir.
İkinci sınıf, katıksız
asıl Araplardır ki, Kahtanîler bunları oluşturmaktadır.
Üçüncü sınıf, kökten
Arap olmayıp araplaşmış olan kavimlerdir. İsmail (A.S.)ın soyundan gelen
Adnanîler bu sınıfın öncüleridir ki, Resûlül-lah (A.S.) Efendimizin 21. atası
oluyor.
Dördüncü sınıf,
acemleşmiş, yani kökenleri Arap olduğu halde başka milletlerle karışıp zamanla
kendi dil ve kültürlerinin önemli bir kısmını unutarak yabancı dil ve kültürün
tesiri altında kalanlardır. [14]
Ayette geçen “İrame zâti’l-imâd” terkibi iki şekilde
okunmuştur: Biri, Âsım kıraatinde
olduğu gibi, «Âd» ismine tenvînle, diğeri ise «irem» ismine izafeyle..
Böylece tenvînle
okuyanlara göre: Âd Kavmi'nin atası «İrem» bir bakıma kabileye isim oluyor veya
o kabilenin eyleştiği yere bu İsim veriliyor.
Nitekim Mücahid ve
Katade'ye göre : İrem, kabilenin ismidir. İbn İs-hak'tan yapılan rivayete göre
ise, Âd, İrem'in oğludur. Soy ağacı geriye doğru şöyle uzanmaktadır: Âd İrem'in
oğludur; İrem, Aus (veya Us)un oğludur; Aus, Sâm'ın oğludur; Sâm da Hz. Nuh'un
(A.S.) oğludur.
Yine Mücahide göre :
«İrem», ümmetlerden bir ümmettir; aynı zamanda bu, «kadîm» ve «kaviyye»
mânalarına da gelir.
Siyercilerin bazısına
göre: İki Âd vardır: Birincisi İrem'dir. Nitekim Necm Sûresi 50. âyette buna
işaret edilmiştir. [15]
«Oyle ki onun şehirler
arasında bir benzeri icad edilip ortaya konulmamıştır.»
Âyette geçen «imâd»
kavramı üzerinde hayli durulmuş ve farklı yorumlar yapılmıştır. Şöyle ki:
a) Araplar
arasında uzun boylu adama «recülün muammedün» denilir. Bu manayla «İrem»,
kabilenin ismidir ve sütun misali uzun boylu olanlar da kabile insanlarıdır.
Nitekim İbn Abbas (R.A.), Mücahid ve Katade'den
buna benzer bir
rivayet yapılmıştır. Diğer yandan bu mânayı şu âyetle kuvvetlendirmek
mümkündür: «Allah'ın Nûh Kavmi'nden sonra sizi onların yerine getirdiğini ve
yaratılışta size güç, beden yapınızda fazlalık verdiğini bir düşünün!» [16]
b) Âd Kavmi,
yazlık-kışlık olarak yer değiştirdikleri için iri cüssele-rine uygun büyük
çadırlar ve ona göre uzunca çadır direkleri ve sütunları bulundururlardı. O
bakımdan kendilerine «sütunlar, uzun direkler sahibi» denilmiştir.
Şüphesiz bu yorumu şu
âyete dayandırmak mümkündür: «Âd'ın kardeşini (Hûd Peygamberi) an! Hani o,
Ahkaf'ta kavmini uyarmıştı..» Zira Ahkaf, kum tepeleri demektir. Böylece
onların çölde çadır kurup yaşadıkları sanılmaktadır.[17]
c) İbn
Zeyd'e göre: Sütunlar ve direkler üzerine sağlam binalar yapıp oturttukları
için onlara bu sıfat veya isim verilmiştir. Bu yorumu destekleyenler şu âyeti
delil göstermişlerdir: «Siz her yüksekçe yere bir anıt, bir bina yapıp
(kendinizden dünyalıkça aşağı olanlarla mı) eğleniyorsunuz?.»[18]
«fmâd»ın tekili,
«imade» gelir. Yüksekçe olup ziyaretçilerce benimsenip belirlenmiş olan ev ve
sahibi hakkında da «Fülânün tevîlü'l-imâd» denilir.
d) Avf'ın
Hâlid er-Rebi'den yaptığı rivayete göre : «İreme zâti'l-imâd» dan maksat,
Dimeşk şehridir. İkrime ile Saîd el-Mekbûrî de aynı görüştedirler. İbn Vehb'in
Mâlik'den yaptığı rivayete göre, Mâlik de buna benzer bir yorumda bulunmuştur.
e) Ünlü
müfessir Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî'ye göre : Bundan maksat, İskenderiye
şehridir. [19]
Sonuç olarak
diyebiliriz ki: İnkâr bataklığına saplanıp zulüm ve tuğyanda, ahlâksızlık ve
şirretlikte ileri giden kavim ve milletlerin ne fiziksel kuvvetleri, ne
muhteşem binaları, ne de muhkem kaleleri onları, ilâhî hükmün hışmından k urta
rama m ıştır.
f) «Şehirler
arasında bir benzeri icad edilip ortaya konulmamıştır»
cümlesi üzerinde,
Yemen tarafında Cennete nazire olmak üzere Şeddad b. Âd tarafından kurulan
şehir söz konusudur ki ona «İrem» denilmiştir.
Şüphesiz bu konuda çok
şeyler yazılmış ve rivayet edilmişse de sıhhatini tesbit eden olmamış ve
böylece «İrem bağı», «İrem cenneti» dillerde dolaşarak efsaneleşmiştir.
Rivayete göre, Şeddad
b. Âd, ülkesinin ve halkının bütün imkânlarını kullanarak yaptırdığı bu cennet
misali şehre, -küfür, azgınlık ve zulmünden; Hakk'a karşı gelmesinden dolayı-
girip oturmadan mülküyle, saltanat ve cennetiyle birlikte yok edilmiştir. [20]
«Vadide kayaları kesip
yontan Semûd'a..»
Semûd Kavmi de
Kur'ân'm 23 yerinde anılmıştır. Onların da Âd Kavmi gibi «Arab-i bâîde»den
oldukları söylenir.
Salih Peygamber'in
(A.S.) bu kavme gönderildiğini ve mu'cize olarak, içtiği sudan fazla süt veren
bir deve izhar ettiğini Kur'ân'dan ve Sünnef-ten öğreniyoruz. Tebliğ, uyarı ve
tehdîd onlar üzerinde olumlu tesir bırakmamış ve son olarak inandırıcı bir
mu'cize olmak üzere yukarıda özelliğini belirttiğimiz bir devenin icad
edilmesini İstemişlerdi. Mu'cize tecelli ettiği halde inanmamışlar; üstelik
bütün uyarılara rağmen o deveyi bacaklarını kırmak suretiyle öldürmüşlerdi.
Bunun üzerine ilâhî
sünnetin yok edici hükmü inmiş ve Hakka Sûresi 5. âyette açıklandığı gibi,
sınırları aşan bir sesle yeryüzünden silinip kökleri kesilmiştir. Zira.inkârda
ısrar edip hiçbir uyarıya kulak vermeyen ve sonra da inandırıcı bir mu'cize
gösterildiği takdirde imân edeceğini söyleyen; mu'cize gerçekleşince de
sözünde durmayan hiçbir kavim ve millet ilâhî hışımdan kurtulamamıştır.
Sünnetullah bu doğrultuda cereyan eder ve değişmesi söz konusu olamaz. Ancak
bunun bir istisnası vardır, o da Yunus Peygamberin kavmidir. Tam ilâhî sünnet
gereği azap hükmü inmeye başlayınca, gerçeği anlamakta gecikmemişler, yaşlı,
çocuk demeden hep birlikte Hakk'a yönelip göz yaşı dökmüşler, tevbe ve
istiğfarda bulunarak kendilerini imân etme düzeyine getirmişlerdi. Böylece
Cenöb-ı Hak azap hükmünü geri alıp onları yok etmemiştir.
Semûd Kavminin taş
yontma sanatında çok ileri bir düzeyde oldukları; kayaları yontup şehirler
kurdukları ve kayde değer birtakım eserler ortaya koydukları anlaşılıyor.
İlgili 9. âyette bu
konuda ip ucu verilerek, onların vadide kayaları kesip yonttukları
belirtilirken A'raf Sûresi 74, Şuârâ Sûresi 149, Saffat Sûresi 95 ve Hicr
Sûresi 82. âyetlerle, onların dağlarda ustaca sayılacak şekilde, fakat tam
şımarıklık havası içinde kayaları yontup evler, saraylar yaptıklarından söz
edilmektedir.
Semûd Kavmi'nin
eyleştiği vadi hakkında farklı yorumlar ortaya çıkmıştır :
a) Muhammed
b. İshak'a göre: «Vâdi'l-Kurâ»dır. Nitekim el-Eşbeh'in Ebû Nahre'den yaptığı
rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Tebük Seferi'nde bu vadiye
yaklaştığında ashabına: «Yolunuza devam etmekte acele ediniz. Çünkü
lanetlenmiş bir vadide bulunuyorsunuz!»
buyurmuştur. Mukatil de aynı görüştedir.
b) İki dağ
arasında büyükçe bir vadi olabilir. Hicaz yakınlarında Hicr yöresinde
yaşadıklarına bakılırsa, vadinin bu kesimde olması söz konusudur. Aynı zamanda
bu kavmin Asur hakimiyetinde yaşadığı da sanılmaktadır[21]
.
«Kazıklar sahibi
Fir'avn'a..»
Âyette «kazıklar» diye
çevirisini yaptığımız «evtad»dan maksat başka ne olabilir veya kazıklar
kavramıyla Fir'avn hakkında nasıl bir bilgi verilmek isteniyor? Müfessirlerin
bu konuda farklı yorumları olmuştur:
a) Bu,
Fir'avn'ın askerlerinin çokluğuna ve onun birçok seferlere çıktığına, o
sebeple de çadırlardan karargâhlar kurup birçok kazıkları beraberlerinde
taşıdıklarına işarettir.
b) Güçlü bir
ordu, sağlam bir mülke işarettir. Nitekim yeryüzünün dengede durmasını sağlayan
sabit dağlara da, bu mânayla «evtad» (kazıklar) denilmiştir. [22]
c) Fir'avn'ın
insanlara kazıklarla İşkence ettiğinden dolayı kendisine bu sıfat takılmıştır.
Nitekim İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Fir'avn, Allah'a imân eden
hazinedarının karısını dört kazığa bağlatmak suretiyle işkence etmişti.[23]
d) Mısır'da
Fir'avnların ölen selefleri veya kendileri hayatta iken bizzat kendileri için
yaptırdıkları piramitlere işarettir, Zira her piramit yere çakılı bir kazık
misali dimdik ayakta durmaktadır.
Ülkelerinde zulüm,
tuğyan, inkâr ve ahlâksızlığı yaygınlaştıran idareci kadronun hem kendilerine,
hem de ülkeleri halkına yazık ettikleri konu edilirken tarihte derin izler
bırakıp yok edilen üç kavim misal veriliyor: Âd, Semûd ve Fir'avn..
Cenâb-ı Hak 11-13.
âyetlerle bunların helakine sebep teşkil eden daha çok iki kötü sıfat ve
tutumlarını açıklamaktadır:
1- lkelerinde
azgınlık edip Hakk'a baş kaldırmaları,
2- Çevrelerinde
bozgunculuk yapıp fitne ve fesat çıkarmaları..
Bunlardan tıerbirine
ayrı bir azap uygulanmıştır. İnen azap, şiddetle vurulan kamçı misali kat kat
olup bütün şiddetiyle yukarıdan ardarda inercesine üzerlerine çullanmıştır.
Cenâb-ı Hak her an
ilmiyle, kudretiyle, hikmetiyle kullarını görüp gözetlemektedir. Kimin ne
yaptığını, neler düşündüğünü mutlak surette bilmektedir.
Böylece «İnne Rabbeke
lebi'l-mirsad» cümlesinde temsilî bir istiare söz konusudur.
Şu demektir ki,
Cenâb-ı Hakk'ın ezelde hazırladığı plân ve program sünnetullah doğrultusunda
kusursuz biçimde uygulanmaktadır. Artık O'nun ilâhî nizamına uyup sünnetullaha
ters düşmeyenler sonsuz saadete emin adımlarla ilerlemekte ve böylece hem
dünyada, hem de âhirette ilâhî azaptan uzak kalmaktadır. Uymayıp aksine bir
hayat sürenleri ise ilâhî azap pusuda beklemekte ve vakti, saati gelince
hükmünü yürütmektedir. [24]
Yukarıdaki âyetlerle,,
Hakk'ı red ve inkâr edip yeryüzünde bozgunculuk eden üç kavimden söz edilerek
yaşamakta olan inkarcı zâlimler uyarıldı. İlâhî kanun ve hükümlerin
değişmiyeceğine işaretle insan düşünce ve aklına seslenildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
imânı zayıf olup dinî bilgisi az olan kişilerin bolluk ve darlık dönemlerinde
nasıl yanlış bir düşünceye sahip oldukları ve nankörlükte bulundukları tasvîr
ediliyor. Sonra da bu karakterdeki insanla-nn dört kötü sıfatı üzerinde
durularak yönlendirici, düşündürücü misal veriliyor. [25]
15-16- İnsanoğluna
gelince, Rabbı onu denediğinde: İkramda bulunup nimetlere garkettiğinde, o,
«Rabbım bana ikramda bulundu» der. Ama onun yine denemek için rızkını
daralttığı zaman, «Rabbim bana haksızlık etti» der.
17- Hayır,
hayır; siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.
18- Yoksulu
yedirmek hususunda birbirinizi tahrik ve teşvik etmiyorsunuz.
19- Mirası
ise (hak, hukuk sınırı gözetmeksizin) habire yiyorsunuz, yağma edercesine.
20- Malı da
öyle seviyorsunuz ki hep biriktirlrcesine
.
İbn Abbas'a (R.A.)
göre, Utbe b. Rabi'â, Umeyye b. Halef ve Ebû Hu-zayfe b. Muğîre adlı Mekke'nin
azılı kâfirleri hakkında inmiştir.
Ancak âyetin açık
delâleti ve siyak ile sibakı dikkate alınınca, az-cok Allah'ı bilen, ama
nankörlük edip ilâhî takdirin tecellisinden habersiz olan her kişiyle yakından
ilgili -olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zira Hakk'ı red ve inkâr eden kâfir
ne Cenâb-ı Hakk'ı tanır, ne de O'nun ikram ve lût-fundan söz eder. Ancak müşrik
sıfatıyla anılan Mekke'li putperestlerin azda olsa Allah hakkında bir bilgileri
vardı. Kur'ân'da yer yer bu hususa değinilmektedir. O bakımdan iniş sebebinde
ismi geçen müşriklerin de böylesine çarpık bir inanca sahip bulundukları
söylenebilir. Bu durumda âyetin iniş sebebi bir özellik arzediyorsa da delâleti
genellik ifade etmektedir.
Böylece Cenâb-ı
Hakk'ın kullarına bazan rızkı genişletmesi, bazan da belli ölçüde daraltması,
sözü edilen nankörlerin inanç, teslimiyet, tevekkül ve rıza derecelerini açığa
çıkarmaya ve âhirette ona göre karşılık takdir etmeye yönelik bir deneme ve
sınavdır. Bunun için bu âyetleri izleyen âyetlerin başında «red» anlamına
gelen «kellâ» edatı getirilerek gerçeğin o nankör şaşkınların anladığı veya
düşündüğü gibi olmadığı açıklanıyor. Çünkü dünya hayatında denge ve düzeni
bozan Allah değil, insanlardır. Hazırlanan kaynakları yeterince
değerlendirmeyen veya onları yok yere heder eden kavim ve milletler bu
fiilleriyle hem kendi rızıklarını daraltırlar, hem de geleceklerini sıkıntıya
sokarlar. Ormanları kesip yok eden. şehir ve kasabaları beton yığını ve insan
siloları haline getirenlerin düzenli yağmur beklemeleri anlamsız olur. Denizi
kirletip ondaki canlıların yaşamasına imkân bırakmayanların deniz ürününden
mahrum kalmalarından sadece kendilerini sorumlu tutmaları gerekmez mi? [26]
“Hayır,hayır;siz
yetime ikrâmda bulunmuyorsunuz. Yoksulu yedirmek hususunda birbirinizi tahrik
ve teşvik etmiyorsunuz..”
Özellikle Mekkeli
müşriklerin ileri gelen maddeci nankörleri yetini ha-kîr görüp malını çar-çur
ederek yer; rüşd çağına gelmeden onun mirasını yeyip bitirirlerdi.. Şüphesiz ki
Allah'tan korkmayan, âhiret gününe ve hesaba inanmayan inkarcıyı böyle çirkin
bir haksızlıkta bulunmaktan alıkoyan başkaca manevî bir müeyyide olmadığı
gibi, öylesinde gelişen vicdan, incelen kalp de yoktur.
Aynı zamanda bu
inkarcılar zaman zaman kendilerini rahatlatmak veya İşledikleri haksızlıkları
örtmek için hukuktan, sosyal adaletten, hukuk devletinden, insan haklarından
söz eder ve savunuculuğunu yaparlar. Ama toplumun zayıf unsurları sayılan yetim
ve yoksulları korumak için malî fedakârlıkta bulunmazlar; üstelik onları hor ve
hakir görüp göz ardı ederler; din ve ahlâktan uzak tutup manen katlederler.
Nitekim Mukatil diyor
ki: «Mekkeli müşriklerden Ümeyve b. Halefin yanında Kudame b. Meûn adında bir yetim bulunuyordu.
Âyet onun o yetime karşı olan menfi tutumunu hedef ve misal alarak inmiştir.»[27]
Ayrıca bu inanç ve
karakterde olan sapıkların, nankör maddecilerin iki ayrı kötü huyu konu
edilerek bilgi veriliyor. Şöyle ki:
a) Mirası
asıl hak sahibine vermeyip onu kendi hakkıymış gibi gizli-açık,
dolaylı-dolaysız yerler.
b) Dünya
malını aşırı derecede severler.
Öyle ki mal ve serveti
amaç ve hedef seçenler, ona ulaşabilmek için aroöa ne kadar hak ve kutsal engel
varsa hepsini fütursuzca çiğneyip geçerler ve bunda ne bir sakınca görürler, ne
de vicdan azabı hissederler.
Günümüzde de toplum
bünyesinde çeşitli isimler altında kendi aralarında birtakım ekoller meydana
getiren maddeci nankörlerin durmadan dolaylı yollara başvurarak ülkeyi
sömürdüklerini; millet ve devlet malına el uzattıklarını; rüşvet, irtikâp, hile
ve gasp yoluyla haklara tecavüz ettiklerini görmekte ve duymaktayız. Çoğunun
nüfus cüzdanında «Dini: İslâm» ibaresi yazılıdır. Gerçekte ise bunların din
ile uzaktan, yakından ilgileri yoktur. Materyalist bir sistem içinde yetiştirilip
ruhları madde cenderesinde silik hale getirilmiştir. Her vesileyle dinin karşısındadırlar. O bakımdan içlerinde
kendilerini yönlendirecek, yani hakka çevirecek, vicdanlarını sızlatacak
manevî bir otorite oluşmamıştır; duygu ve düşünceleri her türlü manevî
müeyyideyi geride bırakmıştır. Birçok ülkede halk tabakası bunların
seyyiatından kaynaklanan sıkıntıları çekmekte ve ezilmektedir.
O halde Resûlüllah'ın
(A.S.) buyurduğu üzere: «İşin başı Allah korkusudur.» Bunun için de ciddi,
sistemli, seviyeli ve kalıcı eğitime ihtiyaç söz konusudur.
Bu bapta eğitimcilere
temel bilgi olacak, ana fikir taşıyacak ve hareket noktasıyla amacı
belirleyecek çok hadîsler vardır. Onlardan birkaç tanesini teberrüken aşağıya
alıyoruz:
«Allah'a dosdoğru
İmândan sonra aklın başı, utanma duygusu taşımak ve güze! ahlâka sâhfp
olmaktadır.»[28]
«İşin başı İslâm'dır.
İslâm'a giren selâmete erişir. İşin direği namazdır; doruğu ise (Allah
yolunda) cihaddır. Buna da ancak faziletli olanlara erişebilir”[29]
«Hikmetin başı Allah korkusudur.»
[30]
«Sözün en doğrusu
Allah'ın kitabıdır. Azığın hayırlısı Allah'tan korkup haksızlık ve
fenalıklardan sakınmaktır. Hikmetin başı Allah korkusudur. İçki, günahların bir
araya gelip toplanma kaynağıdır.»[31]
Âyette üç değişik
kelime ve kavram vardır: Türas, Lemm, Cemm..
Türas'ın aslı
«vüras»tır. Zira «verîse» fiilinden türetilmedin Nitekim Arapçada bunun
örneklerine Taslamaktayız: Tüoah, tuhamet, tükeet kelimeleri bu cümledendir.
Lemm: Toplayıp
biraraya getirme anlamına gelir. Nitekim Araplar: «Lememtü't-taame lemmen»
deyince, bu mânayı kasdederler. Bunun Türk-çemizdeki karşılığı şöyledir:
«Yemeği veya yiyecek maddesini biraraya getirip topladım veya yedim..»
Cemm: Çokluk ifade
eder. Bazı nesneleri biraraya getirip çoğaltmakla ilgili konularda bu kelime
kullanılır. Meselâ «Cemme'l-mâu fî'l-havzı» denir. Türkçe karşılığı: «Su
havuzda toplanıp çoğaldı» şeklindedir.
Bu üç kelimenin
delâlet ettiği mâna ve taşıdığı hüküm, hakkaniyete uygun, meşru sınırlar içinde
tutulduğu sürece faydalıdır ve birleştiricidir. Meselâ mîras konusunda
kadınların, çocukların hakkını olduğu gibi ayırıp vermek veya muhafaza etmek
çok faydalı ve hısımları yaklaştırıcıdır. Bunu çar-çur edip hak sahibine
ulaştırmamak zulümdür ve hısımları birbirinden uzaklaştırıcıdır. Çalışıp
kazanmak, geniş servet edinmek herkesin arzusudur. Ancak bu arzuyu meşru
ölçüler doğrultusunda gerçekleştirdiğimiz ve harcadığımız nisbette faydalı ve
birleştiricidir. [32]
Yukarıdaki âyetlerle,
inkarcı nankörlerin, maddeci müşriklerin karakteri üzerinde durularak onların
dört kötü sıfatı konu edildi ve toplumun huzur, güven ve kardeşlik duygularıyla
birbirine bağlanmasını engellemekte bu sıfatları taşıyan kişilerin nazım rol
oynadığına ve oynayacağına dolaylı şekilde dikkat çekildi. Hz. Muhammed'in
(A.S.) Mekke döneminde bu tiynette olanlardan çok sıkıntı çektiğine, ezâ ve
cefâ gördüğüne işârette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
k'yjmet ve âhiretie meydana gelecek önemli safhalardan dördü üzerinde durularak
inkarcı cimriler, nankör hasisler, maddeci muhterisler uyarılıyor. Bunların
dünya hayatında toplumu nasıl sarstıklarına, halkı nasıl tedirgin ettiklerine
ve parayı nasıl amaç seçip bu uğurda kutsal değerleri birtarafa ittiklerine
işaretle, âhiret âleminde bu fiillerine uygun ceza görecekleri haber veriliyor.
O bakımdan yaşamakta olan inkarcı maddeciler, muhteris mütecavizler uyarılarak
ölmeden önce hakka, doğruya, fazilete dönmelerinde sayılmayacak kadar
faydaların bulunduğuna atıf yapılıyor. [33]
21- Hayır,
hayır; (bu tutumunuz çok kötü!) Yer .sarsılıp parça parça bölündüğü (sonra da
dümdüz duruma geldiği) zaman,
22- Rabbın
(emri) gelip melekler saf saf dizildiği zaman,
23- O gün
Cehennem getirilip (ortaya konulur), o gün insan düşünüp anlamaya çalışır, ama
o düşünüp anlamaktan ona ne (yarar var)?.
24- «Ah
keşke (bu) hayatım için önden (iyi yararlı amelleri) gön-derseydim» der.
25- Artık o
gün O'nun (Allah'ın) azabı gibi hiç kimse azap edemez.
26- Ve hiç
kimse O'nun (inkarcı sapıklara) vurduğu bağ gibi bağ vuramaz
.
“Kellâ” “Hayır, hayır”
İnkarcı müşrikler,
nankör maddeciler mal vç* servete, makam ve şöhrete erişince büyük başarı elde
ettiklerine inanırlar ve bunun sebebini sadece kendi beceri ve kerametlerinde
görürler. Fakirlik ve sıkıntıyı, makarr ve şöhretten uzak bulunmayı horluk ve
küçüklük sayarlar. Nitekim Mekke-li zengin müşrikler böyle bir hava içinde
bulunuyor ve her vesileyle fakirleri, köleleri, kimsesizleri ezip geçiyorlardı.
İlgili âyetle, onların
bu tarz düşünce ve fiillerinin çok yanlış, aynı zamanda toplum ve milletin
selâmeti bakımından çok tehlikeli olduğuna değinilerek «kellâ» edâtıyla bundan
vazgeçmeleri ve gerçeği arayıp ona yönelmeleri ihtar edilmektedir.
Öyle ki, Cenâb-ı
Hakk'ın birine mal ve makam, şöhret ve servet vermesi, o kişinin ikrama lâyık
olduğuna; diğer birini de sıkıntıya sokması, rızkını bir ölçüye göre daraltması
onun hor ve hakîr tutulduğuna karine değildir ve olamaz da.. Her iki durumda da
ilâhî takdîr söz konusudur; yani biri zenginlikle, diğeri fakirlikle denenmekte
ve sınava tabi tutulmaktadır. Aynı zamanda rızik konusu, kişilerin ilim,
irfan, beceri, çalışma ve araştırmasına bırakılmıştır. Cenâb-ı Hak gereken
bütün kaynakları önceden yaratıp istifade edilebilir düzeye getirmiş ve
gerisini insanların akıl ve idrâkine terk etmiştir.
Böylece mü'min ve
kâfir; fakir ve zengin bu kaynaklar doğrultusunda büyük sınava tabi
tutulmuşlardır. İlâhî hilkat, icad ve tekvinin izlerini görerek, şükrünü edâ
ederek çalışıp kazananlar ve kazandığını meşru yollarda Hakk'ın rızası
doğrultusunda harcayanlar sınavı başarıyla kazananlardır. Aksine bir yol
tutanlar ise, o sınavı kaybedenlerdir.
O halde hakikat,
inkarcıların düşünüp iddia ettiği gibi değildir. Kâinatın her parçası ve her
olayı hakikati yansıtmakta ve ilâhî kudretin hâkimiyetini fısıldamaktadır.
Unutmamak gerekir ki,
elde ettiğimiz bir parça ekmekte sayılmayacak kadar hizmetler toplanmış ve
kâinat bunun oluşmasında yüklendiği programa göre nâzım rol oynamıştır. Öyle ki, ağzımıza
koyduğumuz bir lokmanın o düzeye gelebilmesi için güneş, ay, rüzgâr, bulut,
deniz, toprak, topraktaki bakteriler ve sayısı belirsiz melekler sistemli
şekilde hizmette bulunmuşlardır. İşte kişi, elde ettiği, sofrasına koyduğu nimetleri
bu açıdan değerlendirip şükrünü yerine getirdiği oranda insanlığını ve Hakk'a
inandığını belgelemiş olur.
Cenâb-ı Hakk'ın bunca
ikramına karşı sorumluluk çizgisini bilmeyen ve neyin nereden hangi ellerle
hazırlanıp geldiğini düşünmeyenler «nankörlük» damgasıyla damgalanmakta;
bilenler ve idrâk edenler ise, «mü'-min-i şâkir» sıfatıyla müjdelenmektedir.
Bir de Cenâb-ı Hakk'ın
manevî ikramı söz konusudur. Bu, kişinin îmân, irfan, taât ve ibâdetinin
samimiyetiyle ilgilidir; diğer bir anlatımla onunla orantılıdır. Cenâb-ı
Hakk'ın hor ve hakîr kılması ise, kişinin isyan, inkâr ve günahlarıyla
orantılıdır. Bu manevî durum daha çok kıyamette, yani âhiret gününde tezahür
eder. [34]
«Hayır, hayır; (bu
tutumunuz çok kötü!) Yer sarsılıp parça parça bölündüğü (sonra da dümdüz
duruma geldiği) zaman..» Burada yerkürenin parçalanması, üzerindeki dağ ve
tepelerin ve yükselen her şeyin tuz-buz olması söz konusudur. Zira Tâhâ Sûresi
107. âyette bu olay şöyle açıklanmaktadır: «(Kıyamet olayı meydana geleceği vakit)
dağların nasıl olacağını sana soruyorlar. De ki: Rabbım onları darmadağın
edecek, ufalayıp savuracak; yerlerini dümdüz pürüzsüz boş olarak bırakacak.
Artık onda ne bir ağırlık, ne de bir tümseklik göreceksin.» Allah'ın gelmesi ;
Cenâb-ı Hak hakkında
hareket ve sükûn düşünülemez. O her türlü beşerî sıfatlardan pâk ve
münezzehtir. O nasılsa öyledir. Âyette «Câe Rab-buke» cümlesinde muzaf olan
fail mahzûftur; muzafun ileyh onun yerine geçmiştir. Murad olan mâna: Allah'ın
emrinin ve hükmünün gelmesidir. Zira her olay ve safha O'nun emir ve
takdiriyle, kaza ve hükmüyle gerçekleşir.
Meleklerin saf saf
olması:
Hadîslerin
delâletinden anlıyoruz ki, o gün her göğün meleği bir saf oluşturur. Böylece
insan ve cinleri çepeçevre kuşatan içice yedi saf halinde melekler halkalar
meydana getirir. Bu düzenlemede ilâhî plân gereği her varlık yerini alır.
Arkasından hesap başlar.
Cehennem'in Getirilmesi:
Bütün bu safhalardan
sonra, Furkan Sûresi 12. âyette belirtildiği gibi Cehennem mahşer alanına doğru
getirilir de uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir.
Sonuç olarak, âhiret âlemi ezeldeki takdîre göre düzenini almış olur.
Ancak Cehennem'in
getirilmesi ve benzeri olayların birbirini izlemesi, hep görevli melekler tarafından
yürütülür. Nitekim İbn Mes'ud (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur
«O gün Cehennem getirilir; öyle ki onun yetmişbîn yuları (bağı) ve her
bağ ile birlikte yetmişbin melek vardır ki onu çekip getirirler. [35]
Şüphesiz bütün bu
anlatımlar, o gün hakkında kalın çizgileriyle birtakım bilgi edinmemize
yönelik bulunuyor. Aynı zamanda bizim anlayıp kavrayabileceğimiz söz ve
misallerle bir görüntü verilmektedir. Hakikatte ise, cereyan edecek olan olay
ve safhalar yine o âlemin özelliklerine uygun biçimde gerçekleşecektir.
«Yular», «bağ» ve benzeri kavramlar bizim bilgi ve müşahede ölçülerimize göre
kullanılmıştır. Allah daha iyisini bilir. [36]
“O gün insan düşünüp
anlamaya çalışır,ama o düşünüp anlamaktan ona ne(yarar var)?”
İnkarcının durmadan
red edip bir türlü aklına, havsalasına sığdıra-madığı ikinci hayatta dirilip
kalkma gerçekleşince, hakikat ayan-beyân anlaşılacak ve kâfirler düşünmeye,
öğüt almaya, gerçeği kavramaya başlayacaklar; bu ikinci hayat için iman
doğrultusunda önden hiçbir hayır ve sâlih amel göndermediklerine, küçük çapta
olsun bir yatırımda bulunmadıklarına bin defa pişman olacaklar, ama neden
sonra.. Her şey bitmiş, hesap dönemi gelip kapıyı çalmıştır.
Cenâb-ı Hak âhiret
gününün bu safhasını açıklarken rahmetinin gazabının önünde bulunduğuna
işaretle, ölmeden önce inkarcı sapıkların, şaşkın gafillerin ve maddeci
nankörlerin konuya yönelip çok iyi düşünmelerini; gerçeği anlayabilmek için akıl,
idrâk ve yeteneklerini çok iyi kullanmalarınr arzu ediyor.
Artık o gün Cenâb-ı
Hakk'ın adalet sıfatının tecellisiyle vereceği ceza ve azaba nisbetle
dünyadaki cezaların çok hafif kalacağını unutmamak gerekir. Şüphesiz hiçbir
fâni, Allah'ın azap verme hususunda uygulayacağı adalet ve hakkaniyete denk
bir azap veremez. Zira Cenâb-ı Hak hem mutlak surette âdildir, hem de hakîm
(yegâne hikmet sâhibijdir. Yine O'nun vuracağı bağ gibi hiç kimse o nisbette
âdil bir bağ vuramaz. Cezalar ve azaplar kişinin niyet ve ameline göre takdîr
edilir; hiç kimseye zulmedilmez. Çünkü Allah kullarına zulmedici değildir. O,
zulmü hem kendisine, hem de kullarına haram kılmıştır. Ama insanlar hem
birbirlerine, hem de kendi nefislerine zulmederler. Allah'ın yaratıp emanet olarak
verdiği ruh ve bedeni en kötü yollarda kullanmak suretiyle aslından, hikmetinden
uzaklaştırıp dejenere ederler. Bu ince nokta Kur'ân'ın birçok yerinde
belirtilmektedir. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi 117. âyette şöyle buyu-rulduğunu
görüyoruz: «Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmettiler.» Enfal
Sûresi 51. âyette ise şöyle buyuruluyor; «İşte bu sizin ellerinizin işleyip öne
sürdüğünüzün karşılığıdır ve elbette Allah kullarına zulmedici değildir.» [37]
Yukarıdaki âyetlerle,
kıyamet ve âhiret günündeki safhalardan birkaçına değinildi ve inkarcı
sapıklar, nankör maddeciler uyarıldı. Ölüm olayı meydana gelmeden hakkı,
hakikati arayıp bulmaları istendi. Bunun için hem duygu ve düşüncelerine, hem
de akıllarına seslenildi. Aksi halde âhiret gününde uyanıp gerçeği öğrenmenin
onlara hiçbir yararı olmayacağına atıf yapılarak bilgi verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
imân ve sâlih amel üzere ölüp kalbi Hakk'a yatışmış olan mü'minlere müjde
anlamında tecelli edecek ilâhî hitap konu ediliyor. [38]
27-28- Ey
emîn ve tatmin olmuş nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya eriştiğin halde Rabbına
dön..
29- (Sâlih)
kullarımın arasına gir.
30- Gir
cennetime.,
Rivayete göre bu
âyetler Uhud Savaşı'nda şehîd edilen Hz. Hamza (R.A.) hakkında inmiştir. Diğer
bir rivayete göre Hubeyb b. Adiy el-Ansarî hakkında veya Rume Kuyusu'nu satın
ahp Müslümanların istifadesine vakfeden Hz. Osman (R.A.) hakkında inmiştir.
Bununla beraber ilgili
âyetlerin Hakk'a inanıp kulluk hizmetini yerine getiren ve bu doğrultuda gönül
yatışkanlığma erişen her mü'min kul ile ilgili olduğunu söylemekte isabet
vardır.[39]
Ayrıca bu âyetlerin
Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) hakkında indiği de söylenir. İbn Ebî Hâtim'in İbn
Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : (ya eyyetühennefsü'l-mutmainne) âyeti
indiği zaman Ebû Bekir (R.A.) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in meclisinde
oturuyordu. Âyeti duyunca şöyle dedi:
— Ya Resûlellah! Bu ne kadar,güzeldir!
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) ona şu müjdeyi verdi:
— İleride sana da böyle bir hitap yapılacaktır!
İbn Cerîr'in
rivayetine göre, Hz. Peygamber (A.S.) ona: «Ya Ebâ Bekir! İleride ölüm anında
sana böyle söylenecektir!» buyurmuştur[40]
Ebû Umâme (R.A.)den
yapılan rivayete göre: Resulü ilah (A.S.) Efendimiz bir adama şu duayı
okumasını tavsiye buyurdu:
«Allahım! Şüphesiz
senden, sana kavuşmaya inanıp yatışan, kazana rıza gösteren, verdiğine kanaat
eden bir nefis (can veya kalp) istiyorum.» [41]
Ey emîn ve tatmin
olmuş nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya eriştiğin halde Rabbına dön..»
Kalbi Cenâb-ı Hakk'a
imânla yatışıp tatmin olan mü'minin ruhuna bu tarz bir seslenme ölüm anında mı,
yoksa âhiret gününde kabirlerden kalkıldığında mı tecelli edecektir?
Müfessirlerin bir kısmına göre, âhiret gününde tecelli edecektir. Şüphesiz
buradaki anlatım tarzı, Kur'ân'a has bir üslûp taşımakta ve amaç, mü'mtnlerin
âhiret gününe daha iyi hazırlanmalarını sağlamaktır. Kâfirlere gelince o gün
«Keşke bu hayatımız için önümüzden iyi yararlı amelleri gönderseydik» diye
hayıflanacaklar. İmân doğrultusunda hayır, iyilik ve sâlih ameller işleyip
onları ölmeden önce gön- ' deren kalbi yatışmış mü'minlere ise, sözü edilen
ilâhî hitap melek aracılığıyla tecelli edecektir.
Diğer müfessirlere
göre ise, mü'minlere ölüm anında müjde mahiyetinde tecelli edecek bir hitaptır
ki melekler vasıtasıyla gerçekleşir.[42]
Bu terkip üzerinde az
farklı yorumlarda bulunulmuş ve aydınlatıcı bilgiler verilmiştir. İlim
adamlarının bu yorumlarının birer özetini vermekte yarar görüyoruz. Şöyle ki :
1- Tabiîn'den
Mücahid'e göre: Allah'ın Rab olduğuna kesinlikle inanıp kalbi bu inançla
yatışan kimse,
2- İbn
Abbas'a (R.A.) göre: Cenâb-ı
Hakk'ın vereceği sevap ve mükâfata inanıp kalbi yatışan kimse
3- el-Hasan'a
göre: Allah'ın kaza ve takdirine rıza gösterip bu konuda nefsine hakimiyet
sağlayan kimse,
4- Mukatil'e
göre: Allah'ın azabından emîn olup kendini güven içinde hisseden kimse,
5- Saîd b.
Cübeyr'e göre: Allah'ın kendi kitabında vaadettiği hususlara kesinlikle inanan
kimse,
6- İbn
Keysan'a göre: Amelini ıhlâs üzere yerine getirip gönül ya-tışkanlığına erişen
kimse,
7- İbn Atâ'a
göre: İlâhî marifete mazhar olup bu hava içinde de-rûnî zevk duyarak bir an
olsun o zevkten mahrum kalmaya sabredemiyen kimse,
8- İbn
Zeyd'e göre : Ölüm anında ve âhiret gününde Cennet ile müjdelenip gönül
rahatlığına,ve huzuruna kavuşan kimse,
9- Allah'ı
zikretmek suretiyle gönül yatışkanlığına erişen.ve zik-rullahtan devamlı
surette manevî gıda alan kimse demektir.
İbn Abbas'ın (R.A.)
Kerameti:
Tabiînin ileri gelen
ilim adamlarından Saîd b. Cübeyr (R.A.) diyor ki:
«İbn Abbas (R.A.)
Tâif'de vefat etti. Derken bir benzeri daha görülmemiş olan bir kuş gelip onun
naşına girdi ve bir daha çıkmadı. İbn Abbas (R.A.) defnedilirken kabrinin
yanıbaşında bu âyet okundu.
Ancak kimin okuduğu bilinmedi ve tesbit de edilemedi..» [43]
Bu âyetle ilgili bir
diğer kerameti Kabbas b. Rezîn Ebû Hâşim şöyle anlatmıştır:
«Rum ülkesine esîr
olarak götürüldük. Kral biz esirleri toplayıp kendi dinine girmemizi önerdi ve
şöyle tehditte bulundu: «Benim dinime girmeyenin mutlaka boynunu vururum!» Üç
kişi irtidad etti, yani kendi dinlerini bırakıp kralın dinine girmeyi kabul
etti; dördüncü kişi ise girmedi ve yapılan öneriyi reddetti. Bunun üzerine
onun başını kestiler ve oradaki ırmağa atıverdiler. O baş önce suyun dibine
battı, sonra suyun üstüne çıktı ve dönüp irtidad eden o üç kişiye baktı ve
şöyle dedi: «Ya fulân, ya fülân. ya fülân! Böylece onlara isimleriyle seslenerek şu ayeti okudu:
Ey emîn ve tatmin olmuş
nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya
eriştiğin halde Rabbına dön..» Sonra da suya dalıp kayboldu. Oradaki
Hıristiyanlar neredeyse İslâm'a gireceklerdi ve kralın tahtı sarsılıp yere
düştü. Derken çok geçmeden İslâm Halîfesi Ebû Cafer Mansur'un fedaileri gelip
bizi kurtardı.»[44]
Hakka kul olmak, bu
idrâk içinde ibâdet etmek, şereflerin en üstünü, devletlerin en büyüğüdür. O
bakımdan gerek şehadet kelimesinde, gerekse Mi'rac olayında Hz. Peygamberin
«Resul» sıfatından önce, «Abd» sıfatı anılmakta ve böylece Allah'a abd, yani
kul olmanın en güzel sıfat olduğuna işaret edilmektedir.
O bakımdan insanoğlu,
Cenâb-ı Hakk'ın kendisine hidâyet verip «müf-min» sıfatına ı lâyık
görülmesinden ve imân doğrultusunda, sâlih amellerde bulunmaya muvaffak
kılınmasından ve aynı zamanda Allah'ın yanında kendisi için hazırlanan sonsuz
ecir ve mükâfat ile müjdelenmesin; den hoşnut olarak Rabbına dönerken, şüphesiz
ki Rabbısı da onu hoşnutluk havası içinde karşılayarak rahmet ve gufranına
mazhar kılar. İşte buna «rıza ve marziyye makamı» denir.
Nitekim insanoğlunun
hayat planındaki yerini ve vazifesini bilmesine yönelik ilâhî emirlerin,
yasakların, öğüt ve tavsiyelerin tamamı «rıza mer-tebesi»yle içiçedir. Öyle ki,
iki şehadet kelimesiyle kişi kulluğunun yerini ve hikmetini idrâkle bu
mertebeye ilk adımını atar ve gerek kalbî, gerekse bedenî ibâdetlerle yükselme
kaydeder. Sonra da ciddi niyet, ıhlâs ve takva kaftanına bürünerek sözü edilen
mertebenin kapısının önüne gelmiş olur. Bu noktada Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet,
lütuf, rahmet ve inayeti tecelli ederse, kapı açılır da kişi imân sıfatıyla O
çok muktedir hükümdarın yanında sıdk-u selâmet makamıyla mükâfatlandırılır. O
kadar ki, o Rab-bından razı olduğu, Rabbı da ondan razı bulunduğu halde kul
Rabbına kavuşur.
İşte mü'min için en
büyük iltifat, şeref, bahtiyarlık ve mutluluk makamı olan bu mertebeye lâyık
görülme müjdesi ya ölüm anında, ya da ikinci hayata kaldırılacağı âhiret
gününde verilir. [45]
«(Sâlih) kullarımın
arasına gir. Gir cennetime..»
Ruh, ilâhî hitaba
melek vasıtasıyla mazhar olup bedeni terkederken sâlih kulların arasına katılma
bahtiyarlığına erişir. Zira Berzah Âlemi'n-de her ruh kendi inanç ve ameline
göre yerini alır. Sâlih amellerle ömrünü değerlendiren mü'minler ise, o âlemde
birarada bulunurlar. Nitekim Cenâb-ı Hak bu konuyu Nisa Sûresi 69. âyetle
şöyle açıklamaktadır: «Öyle-ya, kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, işte
onlar Allah'ın kendilerine nîmet verdiği Peygamberler, Sıddîklar, Şehitler ve
Sâlihlerle beraberdirler. Bunlar ise ne güzel arkadaşlardır!» [46]
Son yarım asır içinde
İslâm'ı, Onun getirdiği ilâhî hükümlerin tamamını, âhiret, hesap, cennet ve
cehennem kavramlarını tahribe yönelen menfî cereyanlardan biri de ispritizma,
yani ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna
inanan görüş ve hu yolda yapılan deneme, iddia ve inancıdır. Mesaj aldığını
iddia eden medyumlar buna «Şuurlu İnanç» derken, din devrinin kapandığına,
şuurlu inanç devrinin başladığına hem inanmaya, hem de inandırmaya çalışırlar.
Bunun için de mutlaka «ruhsun bilinmesinin gereğine atıfta bulunurlar.
Böylece Kur'ân'ın
hilâfına bir inanç sistemi ortaya koyarak manevî boşluk içinde bulunan ve
İslâmî esaslardan habersiz olan okumuşları iba-detsiz, taâtsiz, sorumsuz ve her
türlü dinî kayıtlardan kopuk olarak «Tam Hürriyet» sinyaliyle dalâlete
düşürmektedirler.
Çok çarpıcı, çekici ve
büyüleyici söz ve mesajlarla insanları büyülerken hem semavî dinlere saygılı
olduklarını belirtirler, hem de peygamberlerin varlığını kabul eder görünürler
ve bu aldatmaca sözlerle asıl maksatlarını ortaya koymayı, zehirlerini kalp ve
kafalara akıtmayı çok iyi plânlarlar.
Bu sebeple «Şuurlu
İnanç» ekolünde yer alanlar hakkı reddedip bâtılı hak olarak tanıtma ve kabul
ettirme çabalarını çok ustaca bir metodla uygulama alanına koymaktadırlar.
Yazdıkları her şeyin manevî âlemden geldiğini ve aynen korunup aktarıldığını
iddiadan çekinmezler.
«Manevî Âlem»den
maksatları, davetlerine olumlu cevap veren ve şuurlu mesajlar sıralayan
ruhlardır. Tabii verilen mesajların inkarcı azgın cinler tarafından çok
maharetle yansıtıldığının farkında değildirler. Çünkü Kur'ân ve Sünnet bilgi ve
kültüründen yoksundurlar. İlâhî din devrinin geçtiğini iddia ederken bunun
yerine İslâm kültüründen uzakta kalanları «Şuurlu İnanç» etiket ve sloganıyla
kendi saflarına çekmeyi başarmaktadırlar.
İddia ettikleri manevî
mesajları ciltlerle kitaplar halinde yayımlarken, hepsinde seçilen tek hedef
söz konusudur; o da, İslâm Dini'ni temelinden yıkıp onun devir ve döneminin
artık son bulduğu imaj ve inancını kalp vr kafalara işlemektir.
Onların hakkı bâtıl,
bâtılı da hak göstermeye yönelik mesajlarından bir kısmını nakletmek suretiyle,
Allah'a dosdoğru imân eden mü'minîeri bu tehlikeye karşı uyanık bulundurmayı;
şüphe ve kararsızlık içinde bocalayan sığ inanç sahiplerine çok tehlikeli bir
tuzakla karşıkarşıya bulunduklarını haber vermeyi vazife sayıyorum :
1- İlâhî din
devri kapanmıştır. Şuurlu inanç devri başlamıştır.
2- Şuurlu
inanç, ruhun verdiği mesajları kavrayıp inanmaktır.
3- Bunun
için «ruh»un bilinmesi şarttır. Bilmek için de medyuma tabi olmak ve ona
verilen mesajları gönül tahtasına silinmemesiye yazmak gerekir.
4- Ruh'u ve
onun verdiği mesajları alan ve bilen medyumdur. O halde medyumun manevî
âlemden alıp yansıttıklarını hazmetmeye ihtiyaç vardır.
5- Cennet,
Cehennem, Âhiret, Hesap, Azap ve Mükâfat hep meea-zî tabirlerdir. Bütünüyle
şuurlu inanca sahip olmayan insanları yönlendirme aracıdır. Gerçekte ise
bunlar mevcut değildir.
6 -İlâhî
din hürriyetleri kısıtlayıcı,
serbest düşünceyi yasaklayıcı,
hür irâdeyi bağlayıcıdır. Şuurlu İnanç ise, bunun tam aksine hürriyete kapıları
açmakta ve insan düşüncesine tam serbesti tanımaktadır.
7- Dinlerin
Cennet, Cehennem, Âhiret, Azap ve Mükâfatla yapmaya çalıştığını Şuurlu İnanç
en geniş serbestiyle gerçekleştirmektedir.
8- Dinlerin
kalpleri Allah'a yönlendirmek ve kalpleri ilâhî sevgi ve korkuyla doldurma
çabasını Şuurlu İnanç, akla değer verip ibâdet ve taât yerine nefse serbesti
tanımakla, hürriyeti manevî mesajlar doğrultusunda engelsiz kılmakla
sağlamaktadır.
9- Âhiret
denilen ikinci hayat yoktur. İnsan tekrar tekrar ölüp tekrar tekrar dünyaya
dönmekle gerçek mutluluyu ermektedir. Tenasüh mutlaka gerçektir.
10- İbrahim
Peygamber ile Muhammed Peygamber şuurlu inanca pencere açmış, Sokrates onu
geliştirmiş; Bedri Ruh Selmân ise bu konuda en yüksek bilgiyi vermiştir.
11- Putlar
da -tarih boyunca- bu bilgiye ulaşmanın
basamaklarını oluşturmuştur ve o bakımdan putlar da ayrı ayrı değerler
olarak kabul edilmelidir.
12- İslâm
Dini artık yenilikler, hurafeler ve bâtıl inançlar içerisinde kaybolmuş ve
böylece geçerlilik devrini tamamlamıştır.
13- Muhammed
Peygamber de putların bir bakıma gereğini vurgulamak için Kabe'nin içinde yer
alan putları kırıp atarken, Onun dışındakilere dokunmamıştır.
14- Allah ne
tektir, ne de çoktur.
15- İnsanlar
yaşarlar, ölürler, tekrar doğarlar. Bir insanın ruhu doğumla ölüm arasında bir
bedenden çıkıp yeni bir bedene girmekte ve varlığını böylece peryodik olarak
sürdürmektedir.
16- Dinî
hükümler bütünüyle geçersiz kalmıştır.
İnsan idrâki uyanmış, şuurlu inanç dönemi başlamıştır. Artık ne
cehennem korkusu, ne de cennet arzusu var. Ferahlatıcı, doyurucu manevî
mesajlar var.
17- O
bakımdan dinî hükümlere ihtiyaç yoktur. Toplumun anlayış kabiliyetlerinden
doğan hükümler vardır.
Görüldüğü gibi, bu
maddeleri ele aldığımız ve Kur'ân'ın ışığında gözden geçirdiğimiz zaman,
bütünüyle İslâm'ı tahribe yönelik bir maksat taşıdığını rahatlıkla anlarız.
Şöyle ki:
Birinci madde; son din
diye bir hüküm olamayacağına; aynı zamanda semavî dinlerin ve özellikle
İslâm.iyetin akla ışık tutmadığına, o bakımdan şuurlu bir inanç sistemi
taşımadığına; taşımadığına göre de artık devrinin kapandığına,
İkinci madde, gerçekte
ilâh kavramının yanlış anlaşıldığına, ruhun bizzat ilâhlık vasfı taşıdığına ve
gerçeği vahiy yoluyla değil, ölenlerin ruhundan öğrenmenin mümkün olduğuna,
Üçüncü madde,
peygamberi ve kutsal kitabı bırakıp medyuma uymanın lüzumuna ve «ruh» denilen
cevherin ancak bu yolla bilinebileceğine.
Dördüncü madde, âhiret, berzah diye
birtakım manevî âlemler
olmadığına; ruhlar âleminin bulunduğuna ve ölümden sonraki durumu gerçek
yönüyle ancak ruhtan öğrenmenin mümkün olabileceğine,
Beşinci madde, cennet,
cehennem, âhiret, hesap, ceza ve mükâfat gibi sözlerin birer mecazî anlam
taşıdığına, gerçekte bu gibi devirlerin gelmesinin söz konusu olamayacağına;
bu gibi mecazî kavram ve tabirlerin sırf şuurlu inanç derecesine yükselemiyen
insanları yönlendirmeye matuf bulunduğuna,
Altıncı madde, şuurlu
inanç sloganıyla hayvanı duyguları serbest bırakmaya; hürriyetleri dinî
kurallarla kısıtlamanın gereksizliğine ve böylece insana hayat düzeyinde
hiçbir engel söz konusu olmaksızın tam serbesti verilmesine,
Yedinci madde, âhiret
kavramını temelinden yıkmaya. Sekizinci madde, İslâm Dininin ibâdet
mükellefiyetinin artık devri sona erdiğine ve ibâdet yerine şuurlu inanç
döneminin başladığına; o bakımdan mâbedlerin artık lüzumsuz kaldığına.
Dokuzuncu madde,
Brahmanizm ve Budizm'de olduğu gibi, tenasühün câri olduğuna,
Onuncu madde, Ünlü
Medyum ve İspritizmacı Bedri Ruh Selmân'ın peygamberlerden daha yüksek, daha faydalı
ve aydınlatıcı bilgiler verdiğine,
Onbirinci madde,
putların ve putperestliğin lüzumuna,
Onikinci madde, İslâm
Dininin bütün özelliklerini ve asliyetini kaybettiğine,
Onüçüncü madde, Hz.
Muhammed'in (A.S.J hâşâ putların lüzumuna inandığına,
Ondördüncü madde,
«Allah» kavramının meçhul bulunduğuna, aslında Allah'ın sıfatları
olamıyacağına,
Onbeşinci madde,
ruhların durmadan beden değiştirdiklerine, yani ölen bedenden çıkan ruhun başka
bir bedene girerek yeniden dünya hayatına döndüğüne,
Onaltıncı madde, dinî
hükümlerin tamamen geçersiz ve gereksiz, hattâ anlamsız ve yararsız olduğuna,
Onyedinci madde,
toplumun ve dolayısıyla ferdin anlayış kabiliyetinden doğan hükümlere ihtiyaç
bulunduğuna delâlet etmektedir.
Şuurlu İnanç Ekolü hem
ruhlardan mesaj aldıklarını iddia etmektedirler, hem de bedeni terkeden ruhun,
anarahminde oluşan cenine girerek yeniden dünyaya döndüğünü savunmaktadırlar.
Bu durumda ruhlar âleminde ruh kalmadığına ve ölüm olayından hemen sonra
ikinci bir bedene girmenin söz konusu olduğuna göre, hangi ölünün ruhu dünyaya
dönmemekte ve medyuma mesajlar vermektedir? Aynı zamanda çoğalan ruhlar
nereden gelmektedir? Böylece bir sürü çelişki birbirini izlemekte ve şuurlu
inanç saplantısı şuursuz inancı doğurmaktadır.
Bu ve benzeri bâtıl
inançların, türedi mezhep ve dinlerin sahneye çıkmasının ve bazı kesimlerde
hüsn-ü kabul görmesinin başlıca üç sebebi vardır diyebiliriz:
a) Her
kişinin içinde maneviyata açık bir boşluk vardır. Allah ve din duygusu bu
boşluğa enjekte edilmiş bir maya olarak jDulunuyor. Hangi akım ve ekol erken
davranıp o boşluğu kendi inanç ve ideolojisiyle doldurup mevcut mayayı kendi
potasında şekillendirirse, kişi o ekolün, o akımın bir parçası haline gelir.
b) Mevcut
birtakım sistemler, yayım organları dinî esas ve prensipleri; ahlâk ve
kuralları ne kadar küçümseyip tahribe başlar ve bunu şuurlu şekilde sürdürürse,
toplumu ve aileyi din düşmanlarının tuzağına düşürme o kadar kolaylaşır.
c) Materyalizmi
tek değer ve kurtuluş çaresi kabul edenler doğrudan kutsal değerleri sahneden
kaldıramayınca, kaleyi içinden fethetmeyi plânlamış ve böylece ortadaki manevî
boşluktan da yararlanarak ispritizma, medyumculuk, masonluk ve Yehova Şahitliği
gibi ekoller meydana getirerek İslâmiyete en ağır darbeyi indirmeyi hedef
seçmiştir.
Ne var ki, hak dinin,
bir süre incelse bile kopması mümkün değildir. O bakımdan tarih boyunca iç ve
dış düşmanların bütün gayret, plân ve saldırılarına rağmen bu yüce din hep
ayakta kalmış ve sahnede bulunarak gündemden çıkmamıştır. Bugün için İslâm âlemi
yeniden ihyaya yönelmiş ve uyuşukluğu atarak İslâmiyetle akıl ve ilim
arasındaki bağları harekete geçirmiş; yüzbinlerle okumuş genç bu dine hayranlık
duymaya başlamıştır.
Mutlu sonuç yine
hakkın olacaktır ve o günler pek yakındır. [47]
[1] Lübabu't-te'vîl: 4/37.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6764.
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6764.
[3] Müsned-i Ahmed: 3/327.
[4] Tirmizî/tefsîr : 89- Ahmed : 4/437, 438, 442
[5] Nesai, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Kesir: 4/505.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6765-6766.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6766-6767.
[7] Bilgi için bak: A’raf Suresi: 142. ayetin tefsiri.
[8] Buharî/daâvat: 69- Müslim/zikir : 5, 6- Ebû
Dâvud/vitir: 1- Tirmizî/vi-tir : 2- Nesâî/kıyamu'lleyl: 27- tbn Mâc.e/ikamet:
114- Dâremî/salât: 209- Ah-med : 1/100,
110, 143, 144, 148, 2/109, 155, 258, 267, 277,
290, 314, 491
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6767-6770.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6770.
[11] Bilgi için bak: Şuara: 26/123.
[12] Bilgi için bak: Hakka: 69/6; Fussilet: 41/16; Kamer:
54/19. ayetin tefsiri.
[13] Necm: 53/50.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6770-6773.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6773.
[16] A’raf: 7/69.
[17] Ahkaf: 46/21.
[18] Şuara: 26/8128.
[19] Bilgi için bak: Tefsir-i Kurtubi: 20/46.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6773-6775.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6775-6776.
[22] Bilgi için bak. Nebe’: 78/7.
[23] Lubabu’t-te’vil: 4/376. Ayrıca bilgi için bak: İbn
Kesir: 4/508.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6776-6777.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6777.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6778-6779.
[27] Tefsir-i Kurtubi: 20/53.
[28] Deylemi, Firdevs, Camiu’s-sağir: 1/21.
[29] Taberâni, İsnadı sahihle; camiu’s-sağir: 1/21.
[30] Beyhaki, Delâil’de, Keşfu’l-Hafa: 1/421.
[31] Deylemi, Keşfu’l-Hafa: 1/421.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6779-6781.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6781-6782.
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6783-6784.
[35] Sahih-i Müslim, İbn Mesud’dan (r.a.), İbn Kesir:
4/510.
[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6784-6785.
[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6785-6786.
[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6786.
[39] Lubabu’t-te’vil: 4/378; Tefsir-i Kurtubi: 20/58.
[40] Tefsir-i İbn Kesir: 4/511.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6787.
[41] Hafız İbn Asâkir : Revâha bint Ebî Amr'ın hal
tercemesin.de rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6788.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6788.
[43] Tefsiri Kurtubi: 20/58.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6788-6790.
[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6790.
[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6791.
[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 13/6791-6795.