FECİR SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular : 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 2

Beş Önemli Olaya Yemin Edilmesi 3

Fecir: 3

Âyetler Arasında Bağlantı 4

Meali 4

İbretli Olaylardan Biri, Âd Kavmidir. 5

Sütunlar Sahibi İrem.. 5

Benzersiz Bir Şehir. 5

Kayaları Yontup Barınak Yapanlar. 6

Kazıklar Sahibi Fir'avn. 7

Âyetler Arasında Bağlantı 7

Meali: 7

İniş Sebebi 8

İnkarcının Ve Nankörün Maddeyi Amaç Seçmesi 8

Âyetler Arasında Bağlantı 9

Meali: 9

Zenginlik Keramet, Fakirlik Horluk Değildir. 9

Kıyamet Olayıyla İlgili Safhalar. 10

O Gün Kâfirin Düşünüp Öğüt Alması Neye Yarar?. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 11

Meali: 11

İniş Sebebi 11

İlgili Hadis. 11

Bu Sevindirici, Rahatlatıcı Hitap Ne Zaman Tecelli Eder?. 12

Nefs-i Mutmainne. 12

Kul Allah'tan, Allah Da Kuldan Razı Olunca.. 12

Sâlih Kullar Arasına Katılma. 13

Şuurlu İnanç İddiası Ve İspritizmacılar-Medyumlar. 13


FECİR SÛRESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir.

Birinci âyete -önemine binaen- «Fecir vakti»ne yemin edilerek baş­lanmış ve bu aynı zamanda sûreye isim olmuştur.

Âyet sayısı: 30

Kelime sayısı:139

Harf sayısı:597 [1]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular :

 

1- İnkarcıları uyarmak, mü'minleri sâlih amellerde daha başarılı ol­maya davet etmek için dört önemli şeye yemin ediliyor.

2- Tarihte Hakk'ı red ve inkâr eden azgın zorbaların sonunun ne olduğuna dikkat çekilerek hem Mekke müşrikleri, hem de her çağda ya­şayan inkarcı nankörler uyarılıyor.

3- İnsanoğlunun  nankörlüğü  konu edilerek imânın tadını  ruhuyla, vicdanıyla tadamayan ve o yüzden kararsızlık içinde bocalayan münafık­lar üzerinde duruluyor.

4- Bu karakterde olanların daha çok dört fena huyu, çirkin tutu­mu açıklanıyor.

5- Kıyamet olayından ve âhiret gününden söz edilerek yönlendirici safhalar sıralanıyor.

6- Âhiret gününde inkarcıların, dönek nifakçıların pişmanlık duya­caklarına atıfta bulunuluyor.

7- Âhiret gününde ilâhî adalet gereği verilecek azabın, kişilerin ni­yet, inanç ve ameline göre olacağına işaret ediliyor.

8- İmân düzeyinde gönül yatışkanlığına ermiş mü'minlerin rıza mer­tebesine nail olacakları müjdesi verilerek öylece ruhlarının alınacağı bil­diriliyor. [2]

 

Meali:

 

1- Fecir vaktine,

2- Zilhicce'nin ilk on gününün gecesine,

3- Çift'e ve tek'e,

4- Gelip geçtiği vakit geceye and olsun.

5- Şüphesiz ki bunda akıl ve sağduyu sahipleri için (kayda değer) bir and vardır elbette.

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Salih'in Câbir (R.A.)den yaptığı rivayete göre:

— Muâz (R.A.) namaz kıldırırken bir adam da gelip ona uydu. Der­ken Muâz (R.A.) namazı uzattı. Adam da ona uymayı bıraktı ve Mescid'in bir tarafına çekilerek o namazı kendi başına kıldı. Onun böyle yaptığını öğrenen Muâz (R.A.): «O münafıktır» dedi ve gelip durumu Resûlüllaha (A.S.) arzetti. Bunun üzerine Resulü İlah (A.S.) o gene adamı çağırdı ve cemaati neden bıraktığını sordu. Adam şu cevabı verdi: «Ya Resûlellah! Gelip ona uydum ve cemaatle namaz kılmaya başladım; ama o, namazı uzattı da uzattı. Ben de ona uymaktan vazgeçtim ve Mescid'in bir köşe­sinde yalnız başıma kılıp devemin yemini verdim.»

Bu olaya üzülen Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurdu:

«Ya Muâz! Sen fitneci misin? Neden (sebbih isme rabbike'l-a'lâ), (ve'ş-şemsi ve duhâha), (ve'l-fecri ve'lleyü izâ yeğşa) sûrele­rini okumuyorsun?» [3]

ibn Abbas (R.A.) dan merfuân yapılan rivayette, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Salih amelle ilgili hiçbir gün, Allah yanında şu günler (Zilhicce'nin ilk on günün)den daha sevimli değildir.» Bunun üzerine denildi ki:

  Ya Resûlellah! Allah yolunda cihad da mı? Efendimiz cevap verdi:

  Evet, Allah yolunda cihad da.. Ancak canıyla, malıyla cihada çık­tıktan sonra bunlardan hiçbiriyle dönmeyen kişinin (ameli) müstesna..[4]

Câbir (R.A.)den  yapılan  rivayete  göre,   Resûlüllah (A.S.)   Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz ki on gün, Zilhicce'nin on günüdür. Tek gün Arefe günü­dür. Çift gün ise bayram günüdür.» [5]

 

Beş Önemli Olaya Yemin Edilmesi

 

«Fecir vaktine, zilhicce'nin ilk on gününün gecesine, çift'e ve tek'e, gelip geçtiği vakit geceye and olsun..»

Cenâb-ı Hak bu âyetlerle, beş şey ile yemin ederken insanlara şu mesajı vermektedir: Olayların tekerrürüyle tarih de tekerrür eder. Âd, Semûd kavimlerinin ve ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkan Fir'avn'ın akıbeti or­tada. Siz ey yaşayan kavim ve milletler, sözü edilen kavimlerin yolunda yürür, Hakk'a baş kaldırmak suretiyle inkâr ve azgınlıkta, ahlâksızlık ve rezîlette belli kerteye gelecek olursanız, ilâhî hüküm iner de hem dün­yanız, hem de âhiretiniz karanlığa gömülür.

Böylece insan aklını harekete geçirmek, duygularını berraklaştırmak, düşüncesini Hakk'a çevirmek üzere zaman   kavramıyla   içice   olan   beş önemli olay üzerinde durulmaktadır. Zira Kur'ân'da nerede Cenâb-ı Hak bir şeye, bir olaya yemin etmekle konuya başlarsa, mutlaka onda düşün­dürücü, yönlendirici ve doğruya götürüoü, akla ışık tutucu bir anlam ve hikmet söz konusudur.[6]

 

Fecir:

 

Şüphesiz ki her gün, «fecrsin doğmasıyla, yani tan yerinin ağarma-sıyla yeni bir gün başlar. Böylece bu olay beraberinde dört gerçeği yansıtır:

1- Dünya kendi ekseni etrafında batıdan doğuya doğru belli bir hız­la dönmektedir.

2- Aynı zamanda dünya güneşin etrafında da belli bir yörüngede elips çizerek hareket etmektedir.

3- Hergün fecrin doğmasıyla yeni bir gün ve yeni bir hayat başlar.

4- Kurulu sistem belirlenmiş plân ve programa göre bir saniye şaş­madan insana hizmet vermeye devam eder.

İşte her gün tan yerinin ağarması yüksek, sınırsız bir kudretin var­lığının delili ve özelliğini, tazeliğini, kaybetmeyen açık belgesi değil midir?

Ayrıca Ashab-ı Kiram ve Tabiîn'den ilim adamlarının «fecir» kavramı üzerinde az farklı yorumları olmuştur. Onları özetle şöyle sıralayabiliriz:

a) Hz. Ali (R.A.), İbn Zübeyr (R.A.) ve İbn Abbas'a (R.A.) göre: Her gün karanlığın açılıp sabahın ilk beyazlığının belirmesidir.

b) Katade'ye göre: Muharrem ayının ilk gününün ilk aydınlığıdır. Zi­ra o gün karanlık yarılıp yeni yıla girilmiş olur. Ayrıca sabah namazı da kasdedilmiş olabilir.

c) Ata'ın İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı bir başka rivayete göre: Bay­ram gününün ilk aydınlığıdır. Çünkü Cenâb-ı Hak hiçbir gün için bir önoe, bir de sonra olmak üzere iki gece belirlememiştir. Anoak «Arefe Günü»ne bu özelliği tanımıştır. Öyle ki, kim Arefe gününün bitmesiyle başlayan vak­feye ulaşırsa hacce ulaşmış olur ve bu süre fecir doğuncaya kadar devam eder. Nitekim Tabiîn'den Mücahid de aynı görüştedir.

d) İkrime'ye göre : Müzdelife'de sabahın yatay olarak ilk aydınlığıdır.

e) Müfessir   Muhammed b. Kâb el-Kurezî'ye   göre : Zilhiccenin   son on gününün fecrine işarettir.

Leyâlin Asrin :

Biz bunu «Zilhicce'nin ilk onu günüdür» diye tercüme ettikse de, ilim adamlarının farklı yorumları söz konusudur. Şöyle ki:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre : Zilhicce'nin ilk on günüdür.

b) Mesrûk'a göre : Cenâb-ı Hakk'ın Musa (A.S.) kıssasında andığı 10 gündür.[7]

c) Ebû Zübeyr'in  Câbir (R.A.)den yaptığı  rivayete göre : Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu, bayramın birinci günü dahil Zilhicce'nin ilk on gü­nüdür diye açıklamıştır.

d) Dahhak'e göre : Ramazan'ın son on günüdür.

e) Taberî'ye göre : Muharrem'in ilk on günüdür ki onuncu gün   «Âşû-re» oluyor.

Ancak birinci yorum ağırlık kazanmıştır. Zira hac farizasını yerine ge­tirmek isteyen mü'minlerin kutsal topraklarda bu on gün içinde mahşerden bir tablo oluşturması ve kalplerin, dertlerin, hedeflerin tek kalp, tek dert ve tek hedef haline gelerek Kabe ile birleşmesi büyük bir olaydır ki Allah'ın insanlardan yana razı olup seçtiği İslâm Dininin kardeşlik, birlik ve dirlik dinî olduğunu isbatlamaktadır. Aynı zamanda haber-i vahid olarak bir de hadîs rivayet edilmiştir.

Şefi' ve Vetr (Cîft ve Tek):

Bu iki kavram üzerinde de farklı rivayetler ve yorumlar olmuştur. Şöy­le ki:

a)  İmrân b. Husayn'a göre : Çift ve tek rek'atli olan namazlardır.

b)  Câbir b. Abdillah'a  (R.A.) göre: «Vetr», Arafe Günü'dür;  «Şefi'» ise, bayram günüdür. Nitekim fbn Abbas ve İkrime'nin de yorumu bu an­lamdadır. Nuhas bu rivayeti uygun görmüştür. Çünkü Arafe Günü Zilhic­ce'nin dokuzuncu gününe tesadüf ediyor ki bu tek rakamdır. Bayram gü­nü ise, onuncu gününe rastlıyor kî bu da çift rakamdır.

c)  Mücahid'e göre: Şefi', arafe ile bayram günüdür. Vetr ise, yal­nız bayramın birinci günüdür.

d)  İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir diğer rivayete göre: Şefi', Ce­nâb-ı Hakk'ın çift çift olarak yarattığı şeylerdir. Vetr ise, Allah'a işaret­tir. Çünkü O, birdir, eşi, ortağı, dengi ve benzeri yoktur.

Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Saîd el-Hudrî, Tabiîn'den Muhammed b. Sirîn,

Mesrûk, Ebû Salih ve Katade de "aynı görüştedirler. Nitekim Resûlüllah {A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Şüphesiz Allah'ın 99 ismi vardır. Allah tektir ve teki sever.» [8]

e) İbn Abbas (R.A.)dan yapılan bir başka rivayete göre: Şefi', sa­bah namazıdır; Vetr ise, akşam namazıdır. Zira birincisi çift, ikincisi tek rek'atlidir.

f) Dahhak'e göre: Şefi1, zilhiccenin on günüdür; Vetr ise, Minâ'daki üç gündür.

g) el-Hasan'a göre: Bu iki isimden maksat, rakamlardır. Zira rakam ya tek veya çifttir.

Gelip geçen gece:

Bu cümle üzerinde de durulmuş ve farklı yorumlar yapılmıştır:

a) «Yesri»den maksat, «yüsrâ»dır, yani geçenin bir bölümünde yürü­mek, yolculuk yapmaktır.

b) Katade ve Ebû Âliye'ye göre: Gelip yönelen gece demektir.

c) İkrime'ye göre : Sadece Müzdelife gecesi söz konusudur. Zira hac menasikinin önemli vakitlerinden biri de Müzdelife'ye uğramak ve Meş'ârü'l-Haram'da duâ ve niyazda bulunmaktır. Nitekim Kelbî, Mücahid ve Muhammed b. Kâ'b el-Kurezî de aynı yorumu benimsemişlerdir.

d) Kadir Gecesi'dir. İlâhî rahmetin bolca tecelli vakti olduğundan o geceye yemin edilmiştir.

e) Bütün geceler söz konusudur ki, bu yorum ağırlık kazanmıştır.

İbn Kesîr ve Yakub «yesrî»yi (ya) harfinin isbatıyla okumuşlar ve cez-medilmediğini belirtmişlerdir. Nâfi1 ve Ebû Amr ise, bunu vasi halinde (ya) nın isbatıyla okumuşlar; vakf halinde ise hazfetmişlerdir.

Li-zî hicr:

Bu terkibi, «akıl ve sağduyu sahibi» şeklinde tercüme etmiş bulunu­yoruz ki bu yorum ağırlık kazanmıştır. Ancak ilim adamlarının buna farklı manâlar verdiklerini de görüyoruz. Şöyle ki:

a) Ebû Mâlik'e göre: İnsanlardan setr sahibi, yani kendi kusurlarını ve başkasının günah ve kusurlarını gizli tutan kimse demektir.

b) el-Hasan'a göre : Hilm ve güzel ahlâk sahibi, yumuşak tabiatlı kim­se demektir.

c) el-Ferra' diyor ki: «Bu yorum ve görüşlerin hepsi bir maksatta bir­leşir ve hepsi aynı manâyı yansıtır. Kendine hâkim olan, nefsini kötülüğe yönelmekten alıkoyan kimse hem aklını kullanan, hem de güzel ahlâkın, güzel huyun gereğini yapan kişidir.»

Böylece önemine binaen yemin edilmeğe değer görülen beş olay, akıl, idrâk ve irfan sahibi için düşündürücü, düşünce ufkunu açıcı, uyarıcı ve hakka yaklaştıncı bir anlam taşımaktadır.

Cümlenin başında bulunan (hel) edatı, Mukatil'e göre : te'kıd ve tah-kîk manasına gelen (inne) takdirindedir. Biz de bu yoruma göre âyetin çevirisini yapmış bulunuyoruz.

Diğer bir yoruma göre : (hel) edatı takriri anlamda istifham manası­nadır; yani «akıl ve sağduyu sahibi için bu bir yemin değil midir? Elbet-teki yemindir» mânası ortaya çıkıyor.[9]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, beş önemli oiaya yemin edilerek, Cenâb-ı Hakk'ın azap hükmünün hangi topluluk, kavim ve millet hakkında indiğine ve ine­ceğine dikkat çekildi ve azıp sapıtan toplum ve milletlerin izledikleri teh­likeli yoldan dönüş yapmaları istendi. Böylece ilâhî rahmetin ezeli sesi kalp ve kafalara aksettirildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Hakk'a karşı gelip aklını, idrâkini doğru yolda kul­lanmayan azgın ve zâlim üç kavmin ne sebeple yok edildikleri konu edi­lerek misal veriliyor. Böylece Cenâb-ı Hakk'a karşı gelmenin, O'nu red ve inkâr etmenin, koyduğu hayat nizamına uymamanın hiçbir kavim ve mil­lete rahmet havası estirmediğine, hiçbir toplumun yüzünü güldürmediğine işaret ediliyor. Aynı zamanda başta Mekkeli müşrikler olmak üzere her çağda ortaya çıkan zâlim inkarcılar, ahlâksız azgınlar uyarılıyor. [10]

.

Meali

 

6- Görmedinmi  Rabbin ne yaptı   Ad kavmine;

7- O sütunlar sahibi İrem şehrine,

8- Öyleki onun  şehirler  arasında  bir  benzeri  icad  edilip  ortaya  konulmamıştır.

9- Vadide kayaları kesip  yontan  semüda,

10- Kazıklar sahibi fir’avn’a,

11- Olar ki ülkelerde azgınlık edip Hakk'a baş kaldırdılar,

12- Oralarda  ve fesadı çoğalttıkça çoğalttılar.

13- Bu yüzden Rabbin,üzerlerine azap kamçısı-yağdırırcasına-indirdide indirdi.

14- Şüphesiz ki rabbin  hep  gözetlemektedir. 

 

İbretli Olaylardan Biri, Âd Kavmidir

 

«Görmedin mi Rabbın ne yaptı Âd kavmine; O sütunlar sahibi İrem şehrine.. Öyle ki onun şehirler arasında bir benzeri İcad edilip ortaya konulmamıştır.»

İnkâr ve azgınlıkta sınır tanımayan kavimlerden biri de Âd'dır. Bu isim Kur'ân'ın 24 yerinde geçmekte ve her birinde az farklı bir mesaj, uyarı ve tehdit verilmektedir, Bunların hepsini biraraya getirdiğimiz zaman ancak sözü edilen kavmin neden misal verildiğini ve olayın iç yüzünün neden iba­ret bulunduğunu anlayabiliriz. Ancak biz burada o 24 yerde belirtilen bilgilerden önce, onlar arasındaki ortak noktaları tesbit edip sıralama­yı daha uygun görmekteyiz. Şöyle ki:

a) Âd Kavmi'ni Cenâb-ı Hakk'a kulluk ve ibâdete davet etmek üzere vazifelendirilen peygamber, Hûd (A.S.)dır ki, O, bu kabileye mensuptur. Yani onlara gönderilen peygamber yine onların bağrından filizlenip yeşe­ren bir zattır.

b) Bu kavim Allah'ın âyetlerini ve o âyetlerin taşıdığı dinî ahlâk ve hükümleri red ve inkâr etmiş ve kendilerine gönderilen peygambere karşı gelip küfür ve nifaklarını attırmışlardı.

c) Gerek ilk Âd, gerekse son Âd kavimlerine birkaç peygamber daha gönderildiği anlaşılıyor.[11]

d) Âd Kavmi çok şiddetli, önünde durulamaz bir kasırgayla yok edil­mişlerdir.[12]

Kur'ân'da bir de, az yukarıda değindiğimiz gibi, «Âd-i Ulâ»dan söz edilmektedir.[13] Bundan iki ayrı Âd Kavminin gelip geçtiği neticesi çıkı­yor. Gerek siyercilerin, gerekse İbn Haldun'un tarihî kaynaklardan yaptık­ları tesbite göre, Arapların şu dört sınıfa ayrıldıkları anlaşılıyor:

1- Arab-ı baide.

2- Arab-ı karibe.

3- Arab-ı müstaribe.

4- Arab-ı müstarice.

Birinci sınıf, çok eski Araplar olup çoğu ilâhî hükmün inmesiyle yok edilmiştir ki, Kur'ân'da sık sık sözü edilen Âd ve Semûd kavimleri onlar­dan ikisidir. Ayrıca Cedîs ve Tasm kavimlerinin de onlardan iki kavim ol­duğu söylenmektedir.

İkinci sınıf, katıksız asıl Araplardır ki, Kahtanîler bunları oluşturmaktadır.

Üçüncü sınıf, kökten Arap olmayıp araplaşmış olan kavimlerdir. İs­mail (A.S.)ın soyundan gelen Adnanîler bu sınıfın öncüleridir ki, Resûlül-lah (A.S.) Efendimizin 21. atası oluyor.

Dördüncü sınıf, acemleşmiş, yani kökenleri Arap olduğu halde başka milletlerle karışıp zamanla kendi dil ve kültürlerinin önemli bir kısmını unutarak yabancı dil ve kültürün tesiri altında kalanlardır. [14]

 

Sütunlar Sahibi İrem

 

Ayette geçen  “İrame zâti’l-imâd” terkibi iki şekilde okunmuştur: Biri, Âsım kıraatinde olduğu gibi, «Âd» ismine tenvînle, diğeri ise «irem» ismine izafeyle..

Böylece tenvînle okuyanlara göre: Âd Kavmi'nin atası «İrem» bir bakıma kabileye isim oluyor veya o kabilenin eyleştiği yere bu İsim ve­riliyor.

Nitekim Mücahid ve Katade'ye göre : İrem, kabilenin ismidir. İbn İs-hak'tan yapılan rivayete göre ise, Âd, İrem'in oğludur. Soy ağacı geriye doğru şöyle uzanmaktadır: Âd İrem'in oğludur; İrem, Aus (veya Us)un oğludur; Aus, Sâm'ın oğludur; Sâm da Hz. Nuh'un (A.S.) oğludur.

Yine Mücahide göre : «İrem», ümmetlerden bir ümmettir; aynı zaman­da bu, «kadîm» ve «kaviyye» mânalarına da gelir.

Siyercilerin bazısına göre: İki Âd vardır: Birincisi İrem'dir. Nitekim Necm Sûresi 50. âyette buna işaret edilmiştir. [15]

 

Benzersiz Bir Şehir

 

«Oyle ki onun şehirler arasında bir benzeri icad edilip ortaya konulmamıştır.»

Âyette geçen «imâd» kavramı üzerinde hayli durulmuş ve farklı yo­rumlar yapılmıştır. Şöyle ki:

a) Araplar arasında uzun boylu adama «recülün muammedün» deni­lir. Bu manayla «İrem», kabilenin ismidir ve sütun misali uzun boylu olan­lar da kabile insanlarıdır. Nitekim İbn Abbas (R.A.), Mücahid ve Katade'den

buna benzer bir rivayet yapılmıştır. Diğer yandan bu mânayı şu âyetle kuvvetlendirmek mümkündür: «Allah'ın Nûh Kavmi'nden sonra sizi onla­rın yerine getirdiğini ve yaratılışta size güç, beden yapınızda fazlalık ver­diğini bir düşünün!» [16]

b) Âd Kavmi, yazlık-kışlık olarak yer değiştirdikleri için iri cüssele-rine uygun büyük çadırlar ve ona göre uzunca çadır direkleri ve sütun­ları bulundururlardı. O bakımdan kendilerine «sütunlar, uzun direkler sa­hibi» denilmiştir.

Şüphesiz bu yorumu şu âyete dayandırmak mümkündür: «Âd'ın kar­deşini (Hûd Peygamberi) an! Hani o, Ahkaf'ta kavmini uyarmıştı..» Zira Ahkaf, kum tepeleri demektir. Böylece onların çölde çadır kurup yaşa­dıkları sanılmaktadır.[17]

c) İbn Zeyd'e göre: Sütunlar ve direkler üzerine sağlam binalar ya­pıp oturttukları için onlara bu sıfat veya isim verilmiştir. Bu yorumu des­tekleyenler şu âyeti delil göstermişlerdir: «Siz her yüksekçe yere bir anıt, bir bina yapıp (kendinizden dünyalıkça aşağı olanlarla mı) eğleniyorsu­nuz?.»[18]

«fmâd»ın tekili, «imade» gelir. Yüksekçe olup ziyaretçilerce benim­senip belirlenmiş olan ev ve sahibi hakkında da «Fülânün tevîlü'l-imâd» denilir.

d) Avf'ın Hâlid er-Rebi'den yaptığı rivayete göre : «İreme zâti'l-imâd» dan maksat, Dimeşk şehridir. İkrime ile Saîd el-Mekbûrî de aynı görüşte­dirler. İbn Vehb'in Mâlik'den yaptığı rivayete göre, Mâlik de buna benzer bir yorumda bulunmuştur.

e) Ünlü müfessir Muhammed b. Kâ'b el-Kurazî'ye göre : Bundan mak­sat, İskenderiye şehridir. [19]

Sonuç olarak diyebiliriz ki: İnkâr bataklığına saplanıp zulüm ve tuğ­yanda, ahlâksızlık ve şirretlikte ileri giden kavim ve milletlerin ne fiziksel kuvvetleri, ne muhteşem binaları, ne de muhkem kaleleri onları, ilâhî hük­mün hışmından k urta rama m ıştır.

f) «Şehirler arasında bir benzeri icad edilip ortaya konulmamıştır»

cümlesi üzerinde, Yemen tarafında Cennete nazire olmak üzere Şeddad b. Âd tarafından kurulan şehir söz konusudur ki ona «İrem» denilmiştir.

Şüphesiz bu konuda çok şeyler yazılmış ve rivayet edilmişse de sıh­hatini tesbit eden olmamış ve böylece «İrem bağı», «İrem cenneti» dil­lerde dolaşarak efsaneleşmiştir.

Rivayete göre, Şeddad b. Âd, ülkesinin ve halkının bütün imkânlarını kullanarak yaptırdığı bu cennet misali şehre, -küfür, azgınlık ve zulmün­den; Hakk'a karşı gelmesinden dolayı- girip oturmadan mülküyle, salta­nat ve cennetiyle birlikte yok edilmiştir. [20]

 

Kayaları Yontup Barınak Yapanlar

 

«Vadide kayaları kesip yontan Semûd'a..»

Semûd Kavmi de Kur'ân'm 23 yerinde anılmıştır. Onların da Âd Kav­mi gibi «Arab-i bâîde»den oldukları söylenir.

Salih Peygamber'in (A.S.) bu kavme gönderildiğini ve mu'cize olarak, içtiği sudan fazla süt veren bir deve izhar ettiğini Kur'ân'dan ve Sünnef-ten öğreniyoruz. Tebliğ, uyarı ve tehdîd onlar üzerinde olumlu tesir bı­rakmamış ve son olarak inandırıcı bir mu'cize olmak üzere yukarıda özel­liğini belirttiğimiz bir devenin icad edilmesini İstemişlerdi. Mu'cize tecelli ettiği halde inanmamışlar; üstelik bütün uyarılara rağmen o deveyi ba­caklarını kırmak suretiyle öldürmüşlerdi.

Bunun üzerine ilâhî sünnetin yok edici hükmü inmiş ve Hakka Sûresi 5. âyette açıklandığı gibi, sınırları aşan bir sesle yeryüzünden silinip kök­leri kesilmiştir. Zira.inkârda ısrar edip hiçbir uyarıya kulak vermeyen ve sonra da inandırıcı bir mu'cize gösterildiği takdirde imân edeceğini söy­leyen; mu'cize gerçekleşince de sözünde durmayan hiçbir kavim ve mil­let ilâhî hışımdan kurtulamamıştır. Sünnetullah bu doğrultuda cereyan eder ve değişmesi söz konusu olamaz. Ancak bunun bir istisnası vardır, o da Yunus Peygamberin kavmidir. Tam ilâhî sünnet gereği azap hükmü inme­ye başlayınca, gerçeği anlamakta gecikmemişler, yaşlı, çocuk demeden hep birlikte Hakk'a yönelip göz yaşı dökmüşler, tevbe ve istiğfarda bulu­narak kendilerini imân etme düzeyine getirmişlerdi. Böylece Cenöb-ı Hak azap hükmünü geri alıp onları yok etmemiştir.

Semûd Kavminin taş yontma sanatında çok ileri bir düzeyde olduk­ları; kayaları yontup şehirler kurdukları ve kayde değer birtakım eserler ortaya koydukları anlaşılıyor.

İlgili 9. âyette bu konuda ip ucu verilerek, onların vadide kayaları kesip yonttukları belirtilirken A'raf Sûresi 74, Şuârâ Sûresi 149, Saffat Sû­resi 95 ve Hicr Sûresi 82. âyetlerle, onların dağlarda ustaca sayılacak şe­kilde, fakat tam şımarıklık havası içinde kayaları yontup evler, saraylar yaptıklarından söz edilmektedir.

Semûd Kavmi'nin eyleştiği vadi hakkında farklı yorumlar ortaya çık­mıştır :

a) Muhammed b. İshak'a göre: «Vâdi'l-Kurâ»dır. Nitekim el-Eşbeh'in Ebû Nahre'den yaptığı rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Tebük Seferi'nde bu vadiye yaklaştığında ashabına: «Yolunuza devam etmek­te acele ediniz. Çünkü lanetlenmiş bir vadide bulunuyorsunuz!»   buyur­muştur. Mukatil de aynı görüştedir.

b) İki dağ arasında büyükçe bir vadi olabilir. Hicaz yakınlarında Hicr yöresinde yaşadıklarına bakılırsa, vadinin bu kesimde olması söz konusu­dur. Aynı zamanda bu kavmin Asur hakimiyetinde yaşadığı da sanılmak­tadır[21]

.

Kazıklar Sahibi Fir'avn

 

«Kazıklar sahibi Fir'avn'a..»

Âyette «kazıklar» diye çevirisini yaptığımız «evtad»dan maksat başka ne olabilir veya kazıklar kavramıyla Fir'avn hakkında nasıl bir bilgi ve­rilmek isteniyor? Müfessirlerin bu konuda farklı yorumları olmuştur:

a) Bu, Fir'avn'ın askerlerinin çokluğuna ve onun birçok seferlere çık­tığına, o sebeple de çadırlardan karargâhlar kurup birçok kazıkları bera­berlerinde taşıdıklarına işarettir.

b) Güçlü bir ordu, sağlam bir mülke işarettir. Nitekim yeryüzünün dengede durmasını sağlayan sabit dağlara da, bu mânayla «evtad» (kazık­lar) denilmiştir. [22]

c) Fir'avn'ın insanlara kazıklarla İşkence ettiğinden dolayı kendisine bu sıfat takılmıştır. Nitekim İbn Abbas (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Fir'avn, Allah'a imân eden hazinedarının karısını dört kazığa bağlatmak suretiyle işkence etmişti.[23]

d) Mısır'da Fir'avnların ölen selefleri veya kendileri hayatta iken bizzat kendileri için yaptırdıkları piramitlere işarettir, Zira her piramit yere çakılı bir kazık misali dimdik ayakta durmaktadır.

Ülkelerinde zulüm, tuğyan, inkâr ve ahlâksızlığı yaygınlaştıran idareci kadronun hem kendilerine, hem de ülkeleri halkına yazık ettikleri konu edilirken tarihte derin izler bırakıp yok edilen üç kavim misal veriliyor: Âd, Semûd ve Fir'avn..

Cenâb-ı Hak 11-13. âyetlerle bunların helakine sebep teşkil eden da­ha çok iki kötü sıfat ve tutumlarını açıklamaktadır:

1- lkelerinde azgınlık edip Hakk'a baş kaldırmaları,

2- Çevrelerinde bozgunculuk yapıp fitne ve fesat çıkarmaları..

Bunlardan tıerbirine ayrı bir azap uygulanmıştır. İnen azap, şiddetle vurulan kamçı misali kat kat olup bütün şiddetiyle yukarıdan ardarda inercesine üzerlerine çullanmıştır.

Cenâb-ı Hak her an ilmiyle, kudretiyle, hikmetiyle kullarını görüp gö­zetlemektedir. Kimin ne yaptığını, neler düşündüğünü mutlak surette bil­mektedir.

Böylece «İnne Rabbeke lebi'l-mirsad» cümlesinde temsilî bir istiare söz konusudur.

Şu demektir ki, Cenâb-ı Hakk'ın ezelde hazırladığı plân ve program sünnetullah doğrultusunda kusursuz biçimde uygulanmaktadır. Artık O'nun ilâhî nizamına uyup sünnetullaha ters düşmeyenler sonsuz saadete emin adımlarla ilerlemekte ve böylece hem dünyada, hem de âhirette ilâhî azap­tan uzak kalmaktadır. Uymayıp aksine bir hayat sürenleri ise ilâhî azap pusuda beklemekte ve vakti, saati gelince hükmünü yürütmektedir. [24]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle,, Hakk'ı red ve inkâr edip yeryüzünde bozgun­culuk eden üç kavimden söz edilerek yaşamakta olan inkarcı zâlimler uya­rıldı. İlâhî kanun ve hükümlerin değişmiyeceğine işaretle insan düşünce ve aklına seslenildi.

Aşağıdaki âyetlerle, imânı zayıf olup dinî bilgisi az olan kişilerin bol­luk ve darlık dönemlerinde nasıl yanlış bir düşünceye sahip oldukları ve nankörlükte bulundukları tasvîr ediliyor. Sonra da bu karakterdeki insanla-nn dört kötü sıfatı üzerinde durularak yönlendirici, düşündürücü misal ve­riliyor. [25]

 

Meali:

 

15-16- İnsanoğluna gelince, Rabbı onu denediğinde: İkramda bulu­nup nimetlere garkettiğinde, o, «Rabbım bana ikramda bulundu» der. Ama onun yine denemek için rızkını daralttığı zaman, «Rabbim bana haksızlık etti» der.

17- Hayır, hayır; siz yetime ikramda bulunmuyorsunuz.

18- Yoksulu yedirmek hususunda birbirinizi tahrik ve teşvik etmiyor­sunuz.

19- Mirası ise (hak, hukuk sınırı gözetmeksizin) habire yiyorsunuz, yağma edercesine.

20- Malı da öyle seviyorsunuz ki hep biriktirlrcesine

.

İniş Sebebi

 

İbn Abbas'a (R.A.) göre, Utbe b. Rabi'â, Umeyye b. Halef ve Ebû Hu-zayfe b. Muğîre adlı Mekke'nin azılı kâfirleri hakkında inmiştir.

Ancak âyetin açık delâleti ve siyak ile sibakı dikkate alınınca, az-cok Allah'ı bilen, ama nankörlük edip ilâhî takdirin tecellisinden habersiz olan her kişiyle yakından ilgili -olduğu rahatlıkla anlaşılmaktadır. Zira Hakk'ı red ve inkâr eden kâfir ne Cenâb-ı Hakk'ı tanır, ne de O'nun ikram ve lût-fundan söz eder. Ancak müşrik sıfatıyla anılan Mekke'li putperestlerin azda olsa Allah hakkında bir bilgileri vardı. Kur'ân'da yer yer bu hususa değinilmektedir. O bakımdan iniş sebebinde ismi geçen müşriklerin de böylesine çarpık bir inanca sahip bulundukları söylenebilir. Bu durumda âyetin iniş sebebi bir özellik arzediyorsa da delâleti genellik ifade et­mektedir.

Böylece Cenâb-ı Hakk'ın kullarına bazan rızkı genişletmesi, bazan da belli ölçüde daraltması, sözü edilen nankörlerin inanç, teslimiyet, tevekkül ve rıza derecelerini açığa çıkarmaya ve âhirette ona göre karşılık takdir etmeye yönelik bir deneme ve sınavdır. Bunun için bu âyetleri izleyen âyet­lerin başında «red» anlamına gelen «kellâ» edatı getirilerek gerçeğin o nan­kör şaşkınların anladığı veya düşündüğü gibi olmadığı açıklanıyor. Çün­kü dünya hayatında denge ve düzeni bozan Allah değil, insanlardır. Ha­zırlanan kaynakları yeterince değerlendirmeyen veya onları yok yere he­der eden kavim ve milletler bu fiilleriyle hem kendi rızıklarını daraltırlar, hem de geleceklerini sıkıntıya sokarlar. Ormanları kesip yok eden. şehir ve kasabaları beton yığını ve insan siloları haline getirenlerin düzenli yağ­mur beklemeleri anlamsız olur. Denizi kirletip ondaki canlıların yaşama­sına imkân bırakmayanların deniz ürününden mahrum kalmalarından sa­dece kendilerini sorumlu tutmaları gerekmez mi? [26]

 

İnkarcının Ve Nankörün Maddeyi Amaç Seçmesi

 

“Hayır,hayır;siz yetime ikrâmda bulunmuyorsunuz. Yoksulu yedirmek hususunda birbirinizi tahrik ve teşvik etmiyorsunuz..”

Özellikle Mekkeli müşriklerin ileri gelen maddeci nankörleri yetini ha-kîr görüp malını çar-çur ederek yer; rüşd çağına gelmeden onun mirasını yeyip bitirirlerdi.. Şüphesiz ki Allah'tan korkmayan, âhiret gününe ve he­saba inanmayan inkarcıyı böyle çirkin bir haksızlıkta bulunmaktan alıko­yan başkaca manevî bir müeyyide olmadığı gibi, öylesinde gelişen vic­dan, incelen kalp de yoktur.

Aynı zamanda bu inkarcılar zaman zaman kendilerini rahatlatmak ve­ya İşledikleri haksızlıkları örtmek için hukuktan, sosyal adaletten, hukuk devletinden, insan haklarından söz eder ve savunuculuğunu yaparlar. Ama toplumun zayıf unsurları sayılan yetim ve yoksulları korumak için malî fedakârlıkta bulunmazlar; üstelik onları hor ve hakir görüp göz ardı eder­ler; din ve ahlâktan uzak tutup manen katlederler.

Nitekim Mukatil diyor ki: «Mekkeli müşriklerden Ümeyve b. Halefin yanında Kudame b. Meûn adında bir yetim bulunuyordu. Âyet onun o ye­time karşı olan menfi tutumunu hedef ve misal alarak inmiştir.»[27]

Ayrıca bu inanç ve karakterde olan sapıkların, nankör maddecilerin iki ayrı kötü huyu konu edilerek bilgi veriliyor. Şöyle ki:

a) Mirası asıl hak sahibine vermeyip onu kendi hakkıymış gibi gizli-açık, dolaylı-dolaysız yerler.

b) Dünya malını aşırı derecede severler.

Öyle ki mal ve serveti amaç ve hedef seçenler, ona ulaşabilmek için aroöa ne kadar hak ve kutsal engel varsa hepsini fütursuzca çiğneyip geçerler ve bunda ne bir sakınca görürler, ne de vicdan azabı hissederler.

Günümüzde de toplum bünyesinde çeşitli isimler altında kendi ara­larında birtakım ekoller meydana getiren maddeci nankörlerin durmadan dolaylı yollara başvurarak ülkeyi sömürdüklerini; millet ve devlet malına el uzattıklarını; rüşvet, irtikâp, hile ve gasp yoluyla haklara tecavüz et­tiklerini görmekte ve duymaktayız. Çoğunun nüfus cüzdanında «Dini: İs­lâm» ibaresi yazılıdır. Gerçekte ise bunların din ile uzaktan, yakından il­gileri yoktur. Materyalist bir sistem içinde yetiştirilip ruhları madde cen­deresinde silik hale getirilmiştir. Her vesileyle dinin  karşısındadırlar. O bakımdan içlerinde kendilerini yönlendirecek, yani hakka çevirecek, vic­danlarını sızlatacak manevî bir otorite oluşmamıştır; duygu ve düşünceleri her türlü manevî müeyyideyi geride bırakmıştır. Birçok ülkede halk taba­kası bunların seyyiatından kaynaklanan sıkıntıları çekmekte ve ezilmek­tedir.

O halde Resûlüllah'ın (A.S.) buyurduğu üzere: «İşin başı Allah kor­kusudur.» Bunun için de ciddi, sistemli, seviyeli ve kalıcı eğitime ihtiyaç söz  konusudur.

Bu bapta eğitimcilere temel bilgi olacak, ana fikir taşıyacak ve hare­ket noktasıyla amacı belirleyecek çok hadîsler vardır. Onlardan birkaç ta­nesini teberrüken aşağıya alıyoruz:

«Allah'a dosdoğru İmândan sonra aklın başı, utanma duygusu taşımak ve güze! ahlâka sâhfp olmaktadır.»[28]

«İşin başı İslâm'dır. İslâm'a giren selâmete erişir. İşin direği namaz­dır; doruğu ise (Allah yolunda) cihaddır. Buna da ancak faziletli olanlara  erişebilir”[29]

«Hikmetin başı Allah korkusudur.» [30]

«Sözün en doğrusu Allah'ın kitabıdır. Azığın hayırlısı Allah'tan korkup haksızlık ve fenalıklardan sakınmaktır. Hikmetin başı Allah korkusudur. İçki, günahların bir araya gelip toplanma kaynağıdır.»[31]

Âyette üç değişik kelime ve kavram vardır: Türas, Lemm, Cemm..

Türas'ın aslı «vüras»tır. Zira «verîse» fiilinden türetilmedin Nitekim Arapçada bunun örneklerine Taslamaktayız: Tüoah, tuhamet, tükeet ke­limeleri bu cümledendir.

Lemm: Toplayıp biraraya getirme anlamına gelir. Nitekim Araplar: «Lememtü't-taame lemmen» deyince, bu mânayı kasdederler. Bunun Türk-çemizdeki karşılığı şöyledir: «Yemeği veya yiyecek maddesini biraraya getirip topladım veya yedim..»

Cemm: Çokluk ifade eder. Bazı nesneleri biraraya getirip çoğaltmak­la ilgili konularda bu kelime kullanılır. Meselâ «Cemme'l-mâu fî'l-havzı» denir. Türkçe karşılığı: «Su havuzda toplanıp çoğaldı» şeklindedir.

Bu üç kelimenin delâlet ettiği mâna ve taşıdığı hüküm, hakkaniyete uygun, meşru sınırlar içinde tutulduğu sürece faydalıdır ve birleştiricidir. Meselâ mîras konusunda kadınların, çocukların hakkını olduğu gibi ayı­rıp vermek veya muhafaza etmek çok faydalı ve hısımları yaklaştırıcıdır. Bunu çar-çur edip hak sahibine ulaştırmamak zulümdür ve hısımları bir­birinden uzaklaştırıcıdır. Çalışıp kazanmak, geniş servet edinmek herke­sin arzusudur. Ancak bu arzuyu meşru ölçüler doğrultusunda gerçekleş­tirdiğimiz ve harcadığımız nisbette faydalı ve birleştiricidir. [32]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, inkarcı nankörlerin, maddeci müşriklerin karak­teri üzerinde durularak onların dört kötü sıfatı konu edildi ve toplumun huzur, güven ve kardeşlik duygularıyla birbirine bağlanmasını engellemek­te bu sıfatları taşıyan kişilerin nazım rol oynadığına ve oynayacağına do­laylı şekilde dikkat çekildi. Hz. Muhammed'in (A.S.) Mekke döneminde bu tiynette olanlardan çok sıkıntı çektiğine, ezâ ve cefâ gördüğüne işârette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, k'yjmet ve âhiretie meydana gelecek önemli safhalardan dördü üzerinde durularak inkarcı cimriler, nankör hasisler, maddeci muhterisler uyarılıyor. Bunların dünya hayatında toplumu nasıl sarstıklarına, halkı nasıl tedirgin ettiklerine ve parayı nasıl amaç seçip bu uğurda kutsal değerleri birtarafa ittiklerine işaretle, âhiret âleminde bu fiillerine uygun ceza görecekleri haber veriliyor. O bakımdan yaşamakta olan inkarcı maddeciler, muhteris mütecavizler uyarılarak ölmeden ön­ce hakka, doğruya, fazilete dönmelerinde sayılmayacak kadar faydaların bulunduğuna atıf yapılıyor. [33]

 

Meali:

 

21- Hayır, hayır; (bu tutumunuz çok kötü!) Yer .sarsılıp parça parça bölündüğü (sonra da dümdüz duruma geldiği) zaman,

22- Rabbın (emri) gelip melekler saf saf dizildiği zaman,

23- O gün Cehennem getirilip (ortaya konulur), o gün insan düşü­nüp anlamaya çalışır, ama o düşünüp anlamaktan ona ne (yarar var)?.

24- «Ah keşke (bu) hayatım için önden (iyi yararlı amelleri) gön-derseydim» der.

25- Artık o gün O'nun (Allah'ın) azabı gibi hiç kimse azap edemez.

26- Ve hiç kimse O'nun (inkarcı sapıklara) vurduğu bağ gibi bağ vuramaz

.

Zenginlik Keramet, Fakirlik Horluk Değildir

 

“Kellâ” “Hayır, hayır”

İnkarcı müşrikler, nankör maddeciler mal vç* servete, makam ve şöh­rete erişince büyük başarı elde ettiklerine inanırlar ve bunun sebebini sa­dece kendi beceri ve kerametlerinde görürler. Fakirlik ve sıkıntıyı, makarr ve şöhretten uzak bulunmayı horluk ve küçüklük sayarlar. Nitekim Mekke-li zengin müşrikler böyle bir hava içinde bulunuyor ve her vesileyle fakir­leri, köleleri, kimsesizleri ezip geçiyorlardı.

İlgili âyetle, onların bu tarz düşünce ve fiillerinin çok yanlış, aynı zamanda toplum ve milletin selâmeti bakımından çok tehlikeli olduğuna değinilerek «kellâ» edâtıyla bundan vazgeçmeleri ve gerçeği arayıp ona yönelmeleri ihtar edilmektedir.

Öyle ki, Cenâb-ı Hakk'ın birine mal ve makam, şöhret ve servet ver­mesi, o kişinin ikrama lâyık olduğuna; diğer birini de sıkıntıya sokması, rızkını bir ölçüye göre daraltması onun hor ve hakîr tutulduğuna karine değildir ve olamaz da.. Her iki durumda da ilâhî takdîr söz konusudur; yani biri zenginlikle, diğeri fakirlikle denenmekte ve sınava tabi tutulmak­tadır. Aynı zamanda rızik konusu, kişilerin ilim, irfan, beceri, çalışma ve araştırmasına bırakılmıştır. Cenâb-ı Hak gereken bütün kaynakları ön­ceden yaratıp istifade edilebilir düzeye getirmiş ve gerisini insanların akıl ve idrâkine terk etmiştir.

Böylece mü'min ve kâfir; fakir ve zengin bu kaynaklar doğrultusunda büyük sınava tabi tutulmuşlardır. İlâhî hilkat, icad ve tekvinin izlerini göre­rek, şükrünü edâ ederek çalışıp kazananlar ve kazandığını meşru yollarda Hakk'ın rızası doğrultusunda harcayanlar sınavı başarıyla kazananlardır. Aksine bir yol tutanlar ise, o sınavı kaybedenlerdir.

O halde hakikat, inkarcıların düşünüp iddia ettiği gibi değildir. Kâi­natın her parçası ve her olayı hakikati yansıtmakta ve ilâhî kudretin hâki­miyetini fısıldamaktadır.

Unutmamak gerekir ki, elde ettiğimiz bir parça ekmekte sayılmaya­cak kadar hizmetler toplanmış ve kâinat bunun oluşmasında yüklendiği programa göre nâzım rol oynamıştır. Öyle ki, ağzımıza koyduğumuz bir lokmanın o düzeye gelebilmesi için güneş, ay, rüzgâr, bulut, deniz, top­rak, topraktaki bakteriler ve sayısı belirsiz melekler sistemli şekilde hiz­mette bulunmuşlardır. İşte kişi, elde ettiği, sofrasına koyduğu nimetleri bu açıdan değerlendirip şükrünü yerine getirdiği oranda insanlığını ve Hakk'a inandığını belgelemiş olur.

Cenâb-ı Hakk'ın bunca ikramına karşı sorumluluk çizgisini bilmeyen ve neyin nereden hangi ellerle hazırlanıp geldiğini düşünmeyenler «nan­körlük» damgasıyla damgalanmakta; bilenler ve idrâk edenler ise, «mü'-min-i şâkir»  sıfatıyla müjdelenmektedir.

Bir de Cenâb-ı Hakk'ın manevî ikramı söz konusudur. Bu, kişinin îmân, irfan, taât ve ibâdetinin samimiyetiyle ilgilidir; diğer bir anlatımla onunla orantılıdır. Cenâb-ı Hakk'ın hor ve hakîr kılması ise, kişinin isyan, inkâr ve günahlarıyla orantılıdır. Bu manevî durum daha çok kıyamette, yani âhiret gününde tezahür eder. [34]

 

Kıyamet Olayıyla İlgili Safhalar

 

«Hayır, hayır; (bu tutumunuz çok kötü!) Yer sar­sılıp parça parça bölündüğü (sonra da dümdüz duruma geldiği) zaman..» Burada yerkürenin parçalanması, üzerindeki dağ ve tepelerin ve yük­selen her şeyin tuz-buz olması söz konusudur. Zira Tâhâ Sûresi 107. âyet­te bu olay şöyle açıklanmaktadır: «(Kıyamet olayı meydana geleceği va­kit) dağların nasıl olacağını sana soruyorlar. De ki: Rabbım onları darma­dağın edecek, ufalayıp savuracak; yerlerini dümdüz pürüzsüz boş olarak bırakacak. Artık onda ne bir ağırlık, ne de bir tümseklik göreceksin.» Allah'ın gelmesi ;

Cenâb-ı Hak hakkında hareket ve sükûn düşünülemez. O her türlü beşerî sıfatlardan pâk ve münezzehtir. O nasılsa öyledir. Âyette «Câe Rab-buke» cümlesinde muzaf olan fail mahzûftur; muzafun ileyh onun yerine geçmiştir. Murad olan mâna: Allah'ın emrinin ve hükmünün gelmesidir. Zira her olay ve safha O'nun emir ve takdiriyle, kaza ve hükmüyle ger­çekleşir.

Meleklerin saf saf olması:

Hadîslerin delâletinden anlıyoruz ki, o gün her göğün meleği bir saf oluşturur. Böylece insan ve cinleri çepeçevre kuşatan içice yedi saf halinde melekler halkalar meydana getirir. Bu düzenlemede ilâhî plân ge­reği her varlık yerini alır. Arkasından hesap başlar.

Cehennem'in Getirilmesi:

Bütün bu safhalardan sonra, Furkan Sûresi 12. âyette belirtildiği gibi Cehennem mahşer alanına doğru getirilir de uzak mesafelerden bile onun köpürüp yükselen uğultusu işitilir. Sonuç olarak, âhiret âlemi ezeldeki takdîre göre düzenini almış olur.

Ancak Cehennem'in getirilmesi ve benzeri olayların birbirini izlemesi, hep görevli melekler tarafından yürütülür. Nitekim İbn Mes'ud (R.A.)dan yapılan rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu konuda şöyle bu­yurmuştur  «O gün Cehennem getirilir; öyle ki onun yetmişbîn yuları (ba­ğı) ve her bağ ile birlikte yetmişbin melek vardır ki onu çekip getirirler. [35]

Şüphesiz bütün bu anlatımlar, o gün hakkında kalın çizgileriyle bir­takım bilgi edinmemize yönelik bulunuyor. Aynı zamanda bizim anlayıp kavrayabileceğimiz söz ve misallerle bir görüntü verilmektedir. Hakikatte ise, cereyan edecek olan olay ve safhalar yine o âlemin özelliklerine uy­gun biçimde gerçekleşecektir. «Yular», «bağ» ve benzeri kavramlar bi­zim bilgi ve müşahede ölçülerimize göre kullanılmıştır. Allah daha iyisini bilir. [36]

 

O Gün Kâfirin Düşünüp Öğüt Alması Neye Yarar?

 

“O gün insan düşünüp anlamaya çalışır,ama o düşünüp anlamaktan ona ne(yarar var)?”

İnkarcının durmadan red edip bir türlü aklına, havsalasına sığdıra-madığı ikinci hayatta dirilip kalkma gerçekleşince, hakikat ayan-beyân anlaşılacak ve kâfirler düşünmeye, öğüt almaya, gerçeği kavramaya baş­layacaklar; bu ikinci hayat için iman doğrultusunda önden hiçbir hayır ve sâlih amel göndermediklerine, küçük çapta olsun bir yatırımda bulunma­dıklarına bin defa pişman olacaklar, ama neden sonra.. Her şey bitmiş, hesap dönemi gelip kapıyı çalmıştır.

Cenâb-ı Hak âhiret gününün bu safhasını açıklarken rahmetinin ga­zabının önünde bulunduğuna işaretle, ölmeden önce inkarcı sapıkların, şaşkın gafillerin ve maddeci nankörlerin konuya yönelip çok iyi düşünme­lerini; gerçeği anlayabilmek için akıl, idrâk ve yeteneklerini çok iyi kullanmalarınr arzu ediyor.

Artık o gün Cenâb-ı Hakk'ın adalet sıfatının tecellisiyle vereceği ce­za ve azaba nisbetle dünyadaki cezaların çok hafif kalacağını unutma­mak gerekir. Şüphesiz hiçbir fâni, Allah'ın azap verme hususunda uygu­layacağı adalet ve hakkaniyete denk bir azap veremez. Zira Cenâb-ı Hak hem mutlak surette âdildir, hem de hakîm (yegâne hikmet sâhibijdir. Yine O'nun vuracağı bağ gibi hiç kimse o nisbette âdil bir bağ vuramaz. Ce­zalar ve azaplar kişinin niyet ve ameline göre takdîr edilir; hiç kimseye zulmedilmez. Çünkü Allah kullarına zulmedici değildir. O, zulmü hem ken­disine, hem de kullarına haram kılmıştır. Ama insanlar hem birbirlerine, hem de kendi nefislerine zulmederler. Allah'ın yaratıp emanet olarak ver­diği ruh ve bedeni en kötü yollarda kullanmak suretiyle aslından, hikme­tinden uzaklaştırıp dejenere ederler. Bu ince nokta Kur'ân'ın birçok ye­rinde belirtilmektedir. Nitekim Âl-i İmrân Sûresi 117. âyette şöyle buyu-rulduğunu görüyoruz: «Allah onlara zulmetmedi, ama onlar kendilerine zulmettiler.» Enfal Sûresi 51. âyette ise şöyle buyuruluyor; «İşte bu sizin ellerinizin işleyip öne sürdüğünüzün karşılığıdır ve elbette Allah kulları­na zulmedici değildir.» [37]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, kıyamet ve âhiret günündeki safhalardan bir­kaçına değinildi ve inkarcı sapıklar, nankör maddeciler uyarıldı. Ölüm ola­yı meydana gelmeden hakkı, hakikati arayıp bulmaları istendi. Bunun için hem duygu ve düşüncelerine, hem de akıllarına seslenildi. Aksi halde âhi­ret gününde uyanıp gerçeği öğrenmenin onlara hiçbir yararı olmayacağına atıf yapılarak bilgi verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, imân ve sâlih amel üzere ölüp kalbi Hakk'a ya­tışmış olan mü'minlere müjde anlamında tecelli edecek ilâhî hitap konu ediliyor. [38]

 

Meali:

 

27-28- Ey emîn ve tatmin olmuş nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya eriştiğin halde Rabbına dön..

29- (Sâlih) kullarımın arasına gir.

30- Gir cennetime.,

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre bu âyetler Uhud Savaşı'nda şehîd edilen Hz. Hamza (R.A.) hakkında inmiştir. Diğer bir rivayete göre Hubeyb b. Adiy el-Ansarî hakkında veya Rume Kuyusu'nu satın ahp Müslümanların istifadesine vak­feden Hz. Osman (R.A.) hakkında inmiştir.

Bununla beraber ilgili âyetlerin Hakk'a inanıp kulluk hizmetini yerine getiren ve bu doğrultuda gönül yatışkanlığma erişen her mü'min kul ile ilgili olduğunu söylemekte isabet vardır.[39]

Ayrıca bu âyetlerin Ebû Bekir Sıddîk (R.A.) hakkında indiği de söy­lenir. İbn Ebî Hâtim'in İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre : (ya eyyetühennefsü'l-mutmainne) âyeti indiği zaman Ebû Bekir (R.A.) Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in meclisinde oturuyordu. Âyeti duyunca şöy­le dedi:

  Ya Resûlellah! Bu ne kadar,güzeldir!

Bunun üzerine Peygamber (A.S.) ona şu müjdeyi verdi:

  İleride sana da böyle bir hitap yapılacaktır!

İbn Cerîr'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (A.S.) ona: «Ya Ebâ Bekir! İleride ölüm anında sana böyle söylenecektir!» buyurmuştur[40]

 

İlgili Hadis

 

Ebû Umâme (R.A.)den yapılan rivayete göre: Resulü ilah (A.S.) Efen­dimiz bir adama şu duayı okumasını tavsiye buyurdu:

«Allahım! Şüphesiz senden, sana kavuşmaya inanıp yatışan, kazana rıza gösteren, verdiğine kanaat eden bir nefis (can veya kalp) istiyo­rum.» [41]

 

Bu Sevindirici, Rahatlatıcı Hitap Ne Zaman Tecelli Eder?

 

Ey emîn ve tatmin olmuş nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya eriştiğin halde Rabbına dön..»

Kalbi Cenâb-ı Hakk'a imânla yatışıp tatmin olan mü'minin ruhuna bu tarz bir seslenme ölüm anında mı, yoksa âhiret gününde kabirlerden kal­kıldığında mı tecelli edecektir? Müfessirlerin bir kısmına göre, âhiret gü­nünde tecelli edecektir. Şüphesiz buradaki anlatım tarzı, Kur'ân'a has bir üslûp taşımakta ve amaç, mü'mtnlerin âhiret gününe daha iyi hazırlanma­larını sağlamaktır. Kâfirlere gelince o gün «Keşke bu hayatımız için önü­müzden iyi yararlı amelleri gönderseydik» diye hayıflanacaklar. İmân doğ­rultusunda hayır, iyilik ve sâlih ameller işleyip onları ölmeden önce gön- ' deren kalbi yatışmış mü'minlere ise, sözü edilen ilâhî hitap melek ara­cılığıyla tecelli edecektir.

Diğer müfessirlere göre ise, mü'minlere ölüm anında müjde mahi­yetinde tecelli edecek bir hitaptır ki melekler vasıtasıyla gerçekleşir.[42]

 

Nefs-i Mutmainne

 

Bu terkip üzerinde az farklı yorumlarda bulunulmuş ve aydınlatıcı bil­giler verilmiştir. İlim adamlarının bu yorumlarının birer özetini vermekte yarar görüyoruz. Şöyle ki :

1- Tabiîn'den Mücahid'e göre: Allah'ın Rab olduğuna kesinlikle ina­nıp kalbi bu inançla yatışan kimse,

2- İbn Abbas'a  (R.A.)  göre: Cenâb-ı  Hakk'ın  vereceği sevap  ve mükâfata inanıp kalbi yatışan kimse

3- el-Hasan'a göre: Allah'ın kaza ve takdirine rıza gösterip bu ko­nuda nefsine hakimiyet sağlayan kimse,

4- Mukatil'e göre: Allah'ın azabından emîn olup kendini güven için­de hisseden kimse,

5- Saîd b. Cübeyr'e göre: Allah'ın kendi kitabında vaadettiği hu­suslara kesinlikle inanan kimse,

6- İbn Keysan'a göre: Amelini ıhlâs üzere yerine getirip gönül ya-tışkanlığına erişen kimse,

7- İbn Atâ'a göre: İlâhî marifete mazhar olup bu hava içinde de-rûnî zevk duyarak bir an olsun o zevkten mahrum kalmaya sabredemiyen kimse,

8- İbn Zeyd'e göre : Ölüm anında ve âhiret gününde Cennet ile müj­delenip gönül rahatlığına,ve huzuruna kavuşan kimse,

9- Allah'ı zikretmek suretiyle gönül yatışkanlığına erişen.ve zik-rullahtan devamlı surette manevî gıda alan kimse demektir.

İbn Abbas'ın (R.A.) Kerameti:

Tabiînin ileri gelen ilim adamlarından Saîd b. Cübeyr (R.A.) diyor ki:

«İbn Abbas (R.A.) Tâif'de vefat etti. Derken bir benzeri daha görül­memiş olan bir kuş gelip onun naşına girdi ve bir daha çıkmadı. İbn Ab­bas (R.A.) defnedilirken kabrinin yanıbaşında bu âyet okundu. Ancak kimin okuduğu bilin­medi ve tesbit de edilemedi..» [43]

Bu âyetle ilgili bir diğer kerameti Kabbas b. Rezîn Ebû Hâşim şöyle anlatmıştır:

«Rum ülkesine esîr olarak götürüldük. Kral biz esirleri toplayıp kendi dinine girmemizi önerdi ve şöyle tehditte bulundu: «Benim dinime girme­yenin mutlaka boynunu vururum!» Üç kişi irtidad etti, yani kendi dinlerini bırakıp kralın dinine girmeyi kabul etti; dördüncü kişi ise girmedi ve yapı­lan öneriyi reddetti. Bunun üzerine onun başını kestiler ve oradaki ırma­ğa atıverdiler. O baş önce suyun dibine battı, sonra suyun üstüne çıktı ve dönüp irtidad eden o üç kişiye baktı ve şöyle dedi: «Ya fulân, ya fülân. ya fülân! Böylece onlara isimleriyle seslenerek şu  ayeti  okudu:

Ey  emîn ve tatmin olmuş nefis (ruh)! Razı olduğun, rızaya eriştiğin halde Rabbına dön..» Sonra da suya dalıp kayboldu. Oradaki Hıristiyanlar neredeyse İslâm'a gireceklerdi ve kralın tahtı sarsılıp yere düştü. Derken çok geçmeden İslâm Halîfesi Ebû Cafer Mansur'un fedaileri gelip bizi kurtardı.»[44]

 

Kul Allah'tan, Allah Da Kuldan Razı Olunca..

 

Hakka kul olmak, bu idrâk içinde ibâdet etmek, şereflerin en üstünü, devletlerin en büyüğüdür. O bakımdan gerek şehadet kelimesinde, gerek­se Mi'rac olayında Hz. Peygamberin «Resul» sıfatından önce, «Abd» sı­fatı anılmakta ve böylece Allah'a abd, yani kul olmanın en güzel sıfat ol­duğuna işaret edilmektedir.

O bakımdan insanoğlu, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine hidâyet verip «müf-min» sıfatına ı lâyık görülmesinden ve imân doğrultusunda, sâlih amel­lerde bulunmaya muvaffak kılınmasından ve aynı zamanda Allah'ın ya­nında kendisi için hazırlanan sonsuz ecir ve mükâfat ile müjdelenmesin; den hoşnut olarak Rabbına dönerken, şüphesiz ki Rabbısı da onu hoş­nutluk havası içinde karşılayarak rahmet ve gufranına mazhar kılar. İşte buna «rıza ve marziyye makamı» denir.

Nitekim insanoğlunun hayat planındaki yerini ve vazifesini bilmesine yönelik ilâhî emirlerin, yasakların, öğüt ve tavsiyelerin tamamı «rıza mer-tebesi»yle içiçedir. Öyle ki, iki şehadet kelimesiyle kişi kulluğunun yerini ve hikmetini idrâkle bu mertebeye ilk adımını atar ve gerek kalbî, gerekse bedenî ibâdetlerle yükselme kaydeder. Sonra da ciddi niyet, ıhlâs ve tak­va kaftanına bürünerek sözü edilen mertebenin kapısının önüne gelmiş olur. Bu noktada Cenâb-ı Hakk'ın hidâyet, lütuf, rahmet ve inayeti te­celli ederse, kapı açılır da kişi imân sıfatıyla O çok muktedir hükümdarın yanında sıdk-u selâmet makamıyla mükâfatlandırılır. O kadar ki, o Rab-bından razı olduğu, Rabbı da ondan razı bulunduğu halde kul Rabbına kavuşur.

İşte mü'min için en büyük iltifat, şeref, bahtiyarlık ve mutluluk ma­kamı olan bu mertebeye lâyık görülme müjdesi ya ölüm anında, ya da ikin­ci hayata kaldırılacağı âhiret gününde verilir. [45]

 

Sâlih Kullar Arasına Katılma

 

«(Sâlih) kullarımın arasına gir. Gir cennetime..»

Ruh, ilâhî hitaba melek vasıtasıyla mazhar olup bedeni terkederken sâlih kulların arasına katılma bahtiyarlığına erişir. Zira Berzah Âlemi'n-de her ruh kendi inanç ve ameline göre yerini alır. Sâlih amellerle ömrü­nü değerlendiren mü'minler ise, o âlemde birarada bulunurlar. Nitekim Ce­nâb-ı Hak bu konuyu Nisa Sûresi 69. âyetle şöyle açıklamaktadır: «Öyle-ya, kim Allah'a ve peygamberine itaat ederse, işte onlar Allah'ın kendi­lerine nîmet verdiği Peygamberler, Sıddîklar, Şehitler ve Sâlihlerle bera­berdirler. Bunlar ise ne güzel arkadaşlardır!» [46]

 

Şuurlu İnanç İddiası Ve İspritizmacılar-Medyumlar

 

Son yarım asır içinde İslâm'ı, Onun getirdiği ilâhî hükümlerin tama­mını, âhiret, hesap, cennet ve cehennem kavramlarını tahribe yönelen menfî cereyanlardan biri de ispritizma, yani ölülerin ruhlarıyla bazı şartlar altında haberleşmenin mümkün bulunduğuna inanan görüş ve hu yolda yapılan deneme, iddia ve inancıdır. Mesaj aldığını iddia eden medyumlar buna «Şuurlu İnanç» derken, din devrinin kapandığına, şuurlu inanç dev­rinin başladığına hem inanmaya, hem de inandırmaya çalışırlar. Bunun için de mutlaka «ruhsun bilinmesinin gereğine atıfta bulunurlar.

Böylece Kur'ân'ın hilâfına bir inanç sistemi ortaya koyarak manevî boşluk içinde bulunan ve İslâmî esaslardan habersiz olan okumuşları iba-detsiz, taâtsiz, sorumsuz ve her türlü dinî kayıtlardan kopuk olarak «Tam Hürriyet» sinyaliyle dalâlete düşürmektedirler.

Çok çarpıcı, çekici ve büyüleyici söz ve mesajlarla insanları büyü­lerken hem semavî dinlere saygılı olduklarını belirtirler, hem de peygam­berlerin varlığını kabul eder görünürler ve bu aldatmaca sözlerle asıl mak­satlarını ortaya koymayı, zehirlerini kalp ve kafalara akıtmayı çok iyi plân­larlar.

Bu sebeple «Şuurlu İnanç» ekolünde yer alanlar hakkı reddedip bâtılı hak olarak tanıtma ve kabul ettirme çabalarını çok ustaca bir metodla uygulama alanına koymaktadırlar. Yazdıkları her şeyin manevî âlemden geldiğini ve aynen korunup aktarıldığını iddiadan çekinmezler.

«Manevî Âlem»den maksatları, davetlerine olumlu cevap veren ve şuurlu mesajlar sıralayan ruhlardır. Tabii verilen mesajların inkarcı azgın cinler tarafından çok maharetle yansıtıldığının farkında değildirler. Çünkü Kur'ân ve Sünnet bilgi ve kültüründen yoksundurlar. İlâhî din devrinin geç­tiğini iddia ederken bunun yerine İslâm kültüründen uzakta kalanları «Şu­urlu İnanç» etiket ve sloganıyla kendi saflarına çekmeyi başarmaktadırlar.

İddia ettikleri manevî mesajları ciltlerle kitaplar halinde yayımlarken, hepsinde seçilen tek hedef söz konusudur; o da, İslâm Dini'ni temelinden yıkıp onun devir ve döneminin artık son bulduğu imaj ve inancını kalp vr kafalara işlemektir.

Onların hakkı bâtıl, bâtılı da hak göstermeye yönelik mesajlarından bir kısmını nakletmek suretiyle, Allah'a dosdoğru imân eden mü'minîeri bu tehlikeye karşı uyanık bulundurmayı; şüphe ve kararsızlık içinde bo­calayan sığ inanç sahiplerine çok tehlikeli bir tuzakla karşıkarşıya bu­lunduklarını haber vermeyi vazife sayıyorum :

1- İlâhî din devri kapanmıştır. Şuurlu inanç devri başlamıştır.

2- Şuurlu inanç, ruhun verdiği mesajları kavrayıp inanmaktır.

3- Bunun için «ruh»un bilinmesi şarttır. Bilmek için de medyuma tabi olmak ve ona verilen mesajları gönül tahtasına silinmemesiye yazmak gerekir.

4- Ruh'u ve onun verdiği mesajları alan ve bilen medyumdur. O hal­de medyumun manevî âlemden alıp yansıttıklarını hazmetmeye ihtiyaç var­dır.

5- Cennet, Cehennem, Âhiret, Hesap, Azap ve Mükâfat hep meea-zî tabirlerdir. Bütünüyle şuurlu inanca sahip olmayan insanları yönlendir­me aracıdır. Gerçekte ise bunlar mevcut değildir.

6 -İlâhî din  hürriyetleri  kısıtlayıcı,  serbest düşünceyi  yasaklayıcı, hür irâdeyi bağlayıcıdır. Şuurlu İnanç ise, bunun tam aksine hürriyete ka­pıları açmakta ve insan düşüncesine tam serbesti tanımaktadır.

7- Dinlerin Cennet, Cehennem, Âhiret, Azap ve Mükâfatla yapma­ya çalıştığını Şuurlu İnanç en geniş serbestiyle gerçekleştirmektedir.

8- Dinlerin kalpleri Allah'a yönlendirmek ve kalpleri ilâhî sevgi ve korkuyla doldurma çabasını Şuurlu İnanç, akla değer verip ibâdet ve taât yerine nefse serbesti tanımakla, hürriyeti manevî mesajlar doğrultusunda engelsiz kılmakla sağlamaktadır.                              

9- Âhiret denilen ikinci hayat yoktur. İnsan tekrar tekrar ölüp tek­rar tekrar dünyaya dönmekle gerçek mutluluyu ermektedir. Tenasüh mutlaka gerçektir.

10- İbrahim Peygamber ile Muhammed Peygamber şuurlu inanca pen­cere açmış, Sokrates onu geliştirmiş; Bedri Ruh Selmân ise bu konuda en yüksek bilgiyi vermiştir.

11- Putlar da -tarih boyunca- bu   bilgiye   ulaşmanın   basamaklarını oluşturmuştur ve o bakımdan putlar da ayrı ayrı değerler olarak kabul edilmelidir.

12- İslâm Dini artık yenilikler, hurafeler ve bâtıl inançlar içerisinde kaybolmuş ve böylece geçerlilik devrini tamamlamıştır.

13- Muhammed Peygamber de putların bir bakıma gereğini vurgula­mak için Kabe'nin içinde yer alan putları kırıp atarken, Onun dışındakilere dokunmamıştır.

14- Allah ne tektir, ne de çoktur.

15- İnsanlar yaşarlar, ölürler, tekrar doğarlar. Bir insanın ruhu do­ğumla ölüm arasında bir bedenden çıkıp yeni bir bedene girmekte ve varlığını böylece peryodik olarak sürdürmektedir.

16- Dinî hükümler bütünüyle geçersiz kalmıştır.  İnsan idrâki uyan­mış, şuurlu inanç dönemi başlamıştır. Artık ne cehennem korkusu, ne de cennet arzusu var. Ferahlatıcı, doyurucu manevî mesajlar var.

17- O bakımdan dinî hükümlere ihtiyaç yoktur. Toplumun anlayış ka­biliyetlerinden doğan hükümler vardır.

Görüldüğü gibi, bu maddeleri ele aldığımız ve Kur'ân'ın ışığında göz­den geçirdiğimiz zaman, bütünüyle İslâm'ı tahribe yönelik bir maksat taşı­dığını rahatlıkla anlarız. Şöyle ki:

Birinci madde; son din diye bir hüküm olamayacağına; aynı zamanda semavî dinlerin ve özellikle İslâm.iyetin akla ışık tutmadığına, o bakımdan şuurlu bir inanç sistemi taşımadığına; taşımadığına göre de artık devrinin kapandığına,

İkinci madde, gerçekte ilâh kavramının yanlış anlaşıldığına, ruhun biz­zat ilâhlık vasfı taşıdığına ve gerçeği vahiy yoluyla değil, ölenlerin ruhun­dan öğrenmenin mümkün olduğuna,

Üçüncü madde, peygamberi ve kutsal kitabı bırakıp medyuma uy­manın lüzumuna ve «ruh» denilen cevherin ancak bu yolla bilinebilece­ğine.

Dördüncü  madde, âhiret,  berzah diye  birtakım  manevî âlemler olmadığına; ruhlar âleminin bulunduğuna ve ölümden sonraki durumu ger­çek yönüyle ancak ruhtan öğrenmenin mümkün olabileceğine,

Beşinci madde, cennet, cehennem, âhiret, hesap, ceza ve mükâfat gibi sözlerin birer mecazî anlam taşıdığına, gerçekte bu gibi devirlerin gel­mesinin söz konusu olamayacağına; bu gibi mecazî kavram ve tabirlerin sırf şuurlu inanç derecesine yükselemiyen insanları yönlendirmeye matuf bulunduğuna,

Altıncı madde, şuurlu inanç sloganıyla hayvanı duyguları serbest bı­rakmaya; hürriyetleri dinî kurallarla kısıtlamanın gereksizliğine ve böy­lece insana hayat düzeyinde hiçbir engel söz konusu olmaksızın tam ser­besti verilmesine,

Yedinci madde, âhiret kavramını temelinden yıkmaya. Sekizinci madde, İslâm Dininin ibâdet mükellefiyetinin artık devri so­na erdiğine ve ibâdet yerine şuurlu inanç döneminin başladığına; o bakım­dan mâbedlerin artık lüzumsuz kaldığına.

Dokuzuncu madde, Brahmanizm ve Budizm'de olduğu gibi, tenasühün câri olduğuna,

Onuncu madde, Ünlü Medyum ve İspritizmacı Bedri Ruh Selmân'ın peygamberlerden daha yüksek, daha faydalı ve aydınlatıcı bilgiler ver­diğine,

Onbirinci madde, putların ve putperestliğin lüzumuna,

Onikinci madde, İslâm Dininin bütün özelliklerini ve asliyetini kaybet­tiğine,

Onüçüncü madde, Hz. Muhammed'in (A.S.J hâşâ putların lüzumuna inandığına,

Ondördüncü madde, «Allah» kavramının meçhul bulunduğuna, aslın­da Allah'ın sıfatları olamıyacağına,

Onbeşinci madde, ruhların durmadan beden değiştirdiklerine, yani ölen bedenden çıkan ruhun başka bir bedene girerek yeniden dünya ha­yatına döndüğüne,

Onaltıncı madde, dinî hükümlerin tamamen geçersiz ve gereksiz, hat­tâ anlamsız ve yararsız olduğuna,

Onyedinci madde, toplumun ve dolayısıyla ferdin anlayış kabiliyetin­den doğan hükümlere ihtiyaç bulunduğuna delâlet etmektedir.

Şuurlu İnanç Ekolü hem ruhlardan mesaj aldıklarını iddia etmekte­dirler, hem de bedeni terkeden ruhun, anarahminde oluşan cenine girerek yeniden dünyaya döndüğünü savunmaktadırlar. Bu durumda ruhlar âle­minde ruh kalmadığına ve ölüm olayından hemen sonra ikinci bir bedene girmenin söz konusu olduğuna göre, hangi ölünün ruhu dünyaya dönme­mekte ve medyuma mesajlar vermektedir? Aynı zamanda çoğalan ruhlar nereden gelmektedir? Böylece bir sürü çelişki birbirini izlemekte ve şu­urlu inanç saplantısı şuursuz inancı doğurmaktadır.

Bu ve benzeri bâtıl inançların, türedi mezhep ve dinlerin sahneye çık­masının ve bazı kesimlerde hüsn-ü kabul görmesinin başlıca üç sebebi vardır diyebiliriz:

a) Her kişinin içinde maneviyata açık bir boşluk vardır. Allah ve din duygusu bu boşluğa enjekte edilmiş bir maya olarak jDulunuyor. Hangi akım ve ekol erken davranıp o boşluğu kendi inanç ve ideolojisiyle doldurup mevcut mayayı kendi potasında şekillendirirse, kişi o ekolün, o akımın bir parçası haline gelir.

b) Mevcut birtakım sistemler, yayım organları dinî esas ve prensip­leri; ahlâk ve kuralları ne kadar küçümseyip tahribe başlar ve bunu şuurlu şekilde sürdürürse, toplumu ve aileyi din düşmanlarının tuzağına düşür­me o kadar kolaylaşır.

c) Materyalizmi tek değer ve kurtuluş çaresi kabul edenler doğrudan kutsal değerleri sahneden kaldıramayınca, kaleyi içinden fethetmeyi plân­lamış ve böylece ortadaki manevî boşluktan da yararlanarak ispritizma, medyumculuk, masonluk ve Yehova Şahitliği gibi ekoller meydana getire­rek İslâmiyete en ağır darbeyi indirmeyi hedef seçmiştir.

Ne var ki, hak dinin, bir süre incelse bile kopması mümkün değildir. O bakımdan tarih boyunca iç ve dış düşmanların bütün gayret, plân ve sal­dırılarına rağmen bu yüce din hep ayakta kalmış ve sahnede bulunarak gündemden çıkmamıştır. Bugün için İslâm âlemi yeniden ihyaya yönelmiş ve uyuşukluğu atarak İslâmiyetle akıl ve ilim arasındaki bağları harekete geçirmiş; yüzbinlerle okumuş genç bu dine hayranlık duymaya başla­mıştır.

Mutlu sonuç yine hakkın olacaktır ve o günler pek yakındır. [47]

 



[1] Lübabu't-te'vîl: 4/37.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6764.

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6764.

[3] Müsned-i Ahmed: 3/327.

[4] Tirmizî/tefsîr : 89- Ahmed : 4/437, 438, 442

[5] Nesai, İbn Cerir, İbn Ebi Hatim, İbn Kesir: 4/505.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6765-6766.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6766-6767.

[7] Bilgi için bak: A’raf Suresi: 142. ayetin tefsiri.

[8] Buharî/daâvat: 69- Müslim/zikir : 5, 6- Ebû Dâvud/vitir: 1- Tirmizî/vi-tir : 2- Nesâî/kıyamu'lleyl: 27- tbn Mâc.e/ikamet: 114- Dâremî/salât: 209- Ah-med :  1/100, 110, 143, 144, 148, 2/109, 155, 258, 267, 277,  290,  314,  491

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6767-6770.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6770.

[11] Bilgi için bak: Şuara: 26/123.

[12] Bilgi için bak: Hakka: 69/6; Fussilet: 41/16; Kamer: 54/19. ayetin tefsiri.

[13] Necm: 53/50.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6770-6773.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6773.

[16] A’raf: 7/69.

[17] Ahkaf: 46/21.

[18] Şuara: 26/8128.

[19] Bilgi için bak: Tefsir-i Kurtubi: 20/46.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6773-6775.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6775-6776.

[22] Bilgi için bak. Nebe’: 78/7.

[23] Lubabu’t-te’vil: 4/376. Ayrıca bilgi için bak: İbn Kesir: 4/508.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6776-6777.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6777.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6778-6779.

[27] Tefsir-i Kurtubi: 20/53.

[28] Deylemi, Firdevs, Camiu’s-sağir: 1/21.

[29] Taberâni, İsnadı sahihle; camiu’s-sağir: 1/21.

[30] Beyhaki, Delâil’de, Keşfu’l-Hafa: 1/421.

[31] Deylemi, Keşfu’l-Hafa: 1/421.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6779-6781.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6781-6782.

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6783-6784.

[35] Sahih-i Müslim, İbn Mesud’dan (r.a.), İbn Kesir: 4/510.

[36] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6784-6785.

[37] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6785-6786.

[38] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6786.

[39] Lubabu’t-te’vil: 4/378; Tefsir-i Kurtubi: 20/58.

[40] Tefsir-i İbn Kesir: 4/511.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6787.

[41] Hafız İbn Asâkir : Revâha bint Ebî Amr'ın hal tercemesin.de rivayet et­miştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6788.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6788.

[43] Tefsiri Kurtubi: 20/58.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6788-6790.

[45] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6790.

[46] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6791.

[47] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6791-6795.