Otuz ayet olup,
Mekkî'dir.[1]
"Andolsun fecre,
on geceye, hem çifte hem teke, gelip geçeceği dem geceye ki bunlarda akıl
sahibi için birer yemin (değeri) vardır" (Fecr, 1-5).[2]
Bil ki Allah Teâlâ'nın
kendileriyle yemin ettiği bu şeylerde, mutlaka ve mutlaka, -mesela, bunların,
Allah'ın birliğine çok açık delil olmaları gibi- ya dini, yahut Cenâb-ı Hakk'a
şükretmeye sevketmeyi gerektiren dünyevî faydalar bulunmaktadır. Yahut da,
ikisi birden mevcuttur. İşte bu bahsettiğim sebeplerden dolayı, âlimler, bu
şeylerin tefsiri hususunda iyice ihtilafa düşmüşlerdir. Bu cümleden olarak da,
her biri, bu ifadeler; dini bakımdan daha büyük derece, dünyevî bakımdan da
daha büyük bir menfaat olduğunu zannettiği şeyler ile açıklamıştır.[3]
Ayetteki, “Ve’-fecri” kelimesi
hakkında âlimler şu izahları yapmışlardır:[4]
1) İbn
Abbas'tan rivayet olunduğuna göre fecr, bildiğimiz sabah vakti olup, bu da,
"fecr-i sâdık"ın "fecr-i kâzib"tan ayrılması, meydana
gelmesidir. Allah Teâlâ, bu ifadeye, kendisi sebebiyle, gündüzün sona erip
aydınlığın başlaması, insanlar ve kuşların vahşi hayvanlar gibi diğer
canlıların rızıklarını aramak için yeryüzüne dağılmaları yüzünden yemin
etmiştir ki, bu durum, ölülerin kabirlerinden çıkıp yayılmalarına benzer, onu
hatırlatır. Dolayısıyla böyle oluşta, düşünen kimseler için, alınacak dersler
vardır. Bu manaya göre ayetin bu ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Aydınlandığı dem sabaha
andolsun..." (Mûddessir, 74/34) ayeti gibi olmuş olur.
Bir başka yerde de
Cenâb-ı Hak, "Nefeslendiği dem
sabaha ... andolsun..." (Tekvir, 81/18) buyurmuştur. Allah Teâlâ, bir
başka ayetinde de, Kendisinin sabah vaktinin yaratıcısı olmasıyla övünerek, "Sabahı yaratıp çıkaran..."
(En'âm, 6/96) buyurmuştur. Kimi âlimler de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadesi ile,
bütün gündüzü kastettiğini, ancak ne var ki, gündüzün tümüne, başlangıcı ile
işaret ettiğini ve bu ifadenin ve hemzenin de, “Ve’d-duhâ” (Duha, 93/1), “Ve’n-nehâri izâ tecellâ” (Leyl, 92/2) ayetleri olduğunu söylemişlerdir.[5]
2) Ayetteki
"fecr" sözüyle, bizzat sabah namazı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak,
sabah namazına, "bu namazın, gündüzün başlayacağı bir vakitte kılınmasından
ve o namazda, hem gündüz görevli olan meleklerin hem de gece görevli olan
meleklerin hazır olmalarından dolayı yemin etmiştir. Buna göre bu ayet, tıpkı, “İnne
kur’ane’l-fecri kâne meşhudâ” (Isra, 17/78) ayeti gibi olmuş olur ki, bu,
"Sabah namazında okunan Kur'ân'a, hem gece melekleri, hem de gündüz
melekleri şehadet eder" demektir.[6]
3) Bu kelime
ile, muayyen bir günün yeri kastedilmiştir. Buna binaen de âlimler şu izahları
yapmıştır:
a) Bu,
Kurban bayramı gününün fecridir. Çünkü, hac'la ilgili olan emir ve yasaklar,
Hz. İbrahim'in dininin taşıdığı özelliklerdendir. Arablar, haccı
terketmezlerdi. Ve bu, bu gün, her müslümanın kurbanını kestiği büyük bir
gündür. Böylece hac yapan herkes, bu işiyle, (adeta) nefsini kesmek suretiyle
Allah'a yaklaşmak istemiştir. Kendisini kesemeyince de, kendisi yerine bu
kurbanı kesmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Biz
onun yerine büyük bir kurbanlık verdik..." (Saffat,37/ 207)
buyurmuştur.
b) Bununla
Zilhiccenin, fecrini kastetmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak bunun peşinden, "on
geceye..." ifadesini getirmiştir. Bir de Zilhicce, bu muazzam ibadetin
kendisinde yapıldığı ilk aydır.
c) Bununla Muharrem ayının fecri kastedilmiştir. Allah bu fecre yemin
etmiştir. Zira bu fecir, her yılın ilk fecridir ve bu esnada, hacc, oruç, zekat
gibi, yıldan yıla tekrarlanan pek çok hususlar meydana gelir ve yine gökteki
ayın hesablarına yeniden başlanır. Bir haberde de, "Allah katında ayların
en büyüğü Muharrem ayıdır" diye varid olmuştur. İbn Abbas (r.a)'ın da,
"Yılın fecri, Muharrem'dir" dediği rivayet edilmiştir. Böylece İbn
Abbas (r.a), Muharremin tamamını bir fecr saymıştır.
d) Fecr ile,
kendisinden sular fışkıran ve mahlukatın hayatının yattığı çeşmeler-gözeler
kastedilmiştir.[7]
Hak Teâlâ'nın "On
geceye..." ifadesiyle ilgili olarak şöyle iki mesele var:[8]
Allah Teâlâ'nın bu
sûrede kendisine yemin ettiği şeyler arasında, sadece bu ifade nekire olarak
gelmiştir. Çünkü bu on gecede, başka gecelerde bulunmayan özel faziletlerin
mevcut olduğu bir gecedir. Dolayısıyla bunun nekire getirilmesi, kendisinde
büyük faziletlerin bulunduğuna delalet eder.[9]
Alimler bu hususta şu
izahları yapmışlardır:
1) Bu,
Zilhiccenin on gecesidir. Çünkü Zilhicce'nin on gecesinde (gününde) bu dini
emirler yapılır. Bir hadis-i şerifte de "Kendisinde salih amelin yapıldığı
hiçbir gün, Zilhicce'nin on gününde yapılan amelden daha üstün değildir"
denilmiştir.[10]
2) Bu,
Muharrem ayının başından sonuna kadar süre içerisinde geçen on gecedir. Bu
ayet, o günlerin kıymetli olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Muharrem ayında
geçen günlerden birisi de aşure günüdür. O günde oruç tutmanın faziletine dair
haberler variddir.[11]
3) Bu,
Ramazan ayının son on günüdür. Allah Teâlâ, şerefinden ötürü bu günlere yemin
etmiştir. Bir de bu günler içerisinde, Kadir gecesi de vardır. Çünkü bir
hadisde, "Kadir gecesini Ramazan'm
son on günü içinde arayın" diye hadis varid olmuştur. Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Ramazan'ın son on gününe girdiği zaman, aileleriyle yatmayı
terkettiği ve onları ikâz ettiği rivayet edimiştir ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in
bu günlerde hiç cima etmeyip, ailesine teheccüd namazı emretmesinden kinayedir.[12]
Hak Teâlâ'nın
"hem çifte, hem teke..." ifadesiyle ilgili olarak iki mesele vardır:[13]
"Şef " ve
"vetr", bedevi Arabın, "hasa" (tek), zekâ (çift); halkın
da, "zevç" (çift), "ferd" (tek) diye ifade ettiği
şeylerdir. Yûnus da şöyle der: "Ehl-i âliye, fetha ile "vetr"i sayı
manasında, kesre ile "vitr"i de, intikam ve kin manasında
kullanırlar. Temîm kabilesi ise, her iki mana için, kesreli "vitr"
kelimesini kullanırlar. "Sen onu tek yaptın" manasında “Evtertehu
ikâran” "Ben onu tek yaptım" manasında, “Evteruhu ikâran” denilir.
Hz. Peygamber (s.a.s)'in de "Cemre
atmak isteyen, tek (sayılı) atsın" emri de buna varıp dayanır. Bu
kelimeyi meksûr okumak, Hasan, A'meş ve İbn
Abbas (r.a)'ın; meftuh okumak ise Medine halkının kıraatidir ve bu
meftuh okuyuş, Hicaz lehçesidir.[14]
Müfessirler, "şef’ " ve
"vetr"in ne demek
olduğu hususunda çok çeşitli görüşler ileri sürmüş ve bu hususu enine-boyuna araştırmışlardır. Burada,
doğruya en yakın olanları sıralayacağız:
1) "Şef
", Kurban bayramı günü; vetr, Arafe günüdür. Allah Teâlâ bu iki güne
kıymetli oluşlarından ötürü yemin etmiştir. Arafe gününün kıymetli oluşu, hacc
işinin kendisine varıp dayanmasından ötürüdür. Nitekim bir hadisde, "Hacc
arafattır" denilmiştir. Kurban bayramı gününün kıymetli oluşuna gelince bu,
kurbanların bu günde kesilmesinden ve
farz olan tavaf, tıraş olma, şeytan taşlama gibi, hacda yapılan pek çok işlerin
bu günde yapılışından ötürüdür. "Kurban
bayramı günü, en büyük hacc günüdür..." diye rivayet edilmiştir.
Binâenaleyh bu tür faziletler, bu iki güne has olunca, Hak Teâlâ bunlara yemin
etmiştir.
2) Teşrik
(tekbirleri) günleri de, haccda, geriye kalan işlerin yapıldığı günlerdir.
Binâenaleyh bunlar da kıymetli günlerdir. Nitekim Hak Teâlâ da, "O malum günlerde Allah'ı zikredin.
Binâenaleyh kim bu iki günde acele ederse, ona bir günah yoktur"
(Bakara, 2/203) buyurmuştur. O halde "şef ", Kurban bayramı gününden
sonra gelen iki gün, "vetr" de üçüncü gündür. Bu görüşü benimseyenler
şöyle derler: Şef ve vetr kelimelerini bu manaya almak, bunları Kurban bayramı
ile Arafe günü manalarına almaktan, şu iki bakımdan daha evladır:
a) Bayram ve
arafe, "on gün" mefhumunun içine dahildir. Binâenaleyh "şef
" ve "vetr" ile, bu ikisinden başka şeylerin murad edilmiş
olması gerekir.
b) Hacc
işlerinin bu kısmı bugünlerde gerçekleşir. Dolayısıyla ayetteki bu ifadeyi bu
manaya almak, haccta yapılan işlerin hepsine yemin etmeyi ifade eder.
3)
"Vetr" (tek), Hz. Adem (a.s) idi. Dolayısıyla, hanımıyla birlikte
"şef " (çift) oldu. Bir başka rivayette ise, "şef Adem ve Havva;
vetr (tek) ise, Allah Teâlâ'dır" denilmiştir.
4) Vetr,
mesela akşam namazı gibi tek rekatlı; şef ise, çift rekatlı namazlardır. İmran
b. Husayn, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bunlar, namazlardır. Çünkü namazların birkısmı çift (rekatlı),
birkısmı tek (rekatlı)dır" dediğini rivayet etmiştir. Namaz, imandan
sonra ikinci dereceyi işgal eden bir ibadet olduğu için, Allah Teâlâ, namazın
çiftine de, tekine de yemin etmiştir. Namazın, ibadetler içerisindeki yeri ve
kıymeti aşikardır.
5) Şef,
bütün mahlukattır. Çünkü Hak Teâlâ, "Biz,
herşeyden iki çift (eş) yarattık" (Zâriyât, 51/49) ve "Biz, sizi çift olarak yarattık"
(Nebe’, 78/8) buyurmuştur. Vetr ise, Allah Teâiâ'dır. Bazı kelamcılar, şu
sebeplerden ötürü, Allah'a, "vetr" demenin doğru olmayacağını savunmuşlardır:
a) Ayetteki
"şef " ve "vetr" ifadelerinin, "çiftin ve tekin
Rabbîne yemin olsun ki..." şeklinde olduğunu beyan etmiştik. Binâenaleyh
"vetr" ile, merbûb (rabbi olan şey) manasının kastedilmesi gerekir.
Böylece de o görüş batıl olmuş olur.
b) Allah
Teâlâ, bir başkasıyla birlikte hiç de bu şekilde anılmaz. Aksine başka
varlıklardan seçilebilmesi için, saygı ile yad edilir. Rivayet olunduğuna göre,
Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah ve
Resulü..." diyen birisini duymuş; onu böyle söylemekten nehyetmişve "Allah, sonra Resulü..." de"
demiştir. Kelamcılar sözlerine şöyle devam ederler: "Hz. Peygamber
(s.a.s)'in “İnna’llahe vitrun yuhibbu’l-vitra” "Allah tektir, teki sever"[15]
dediğine dair gelen rivayet ise kesin değildir
6) Bütün
mahlukat, ya tektir ya çifttir. Buna göre sanki, Hak Teâlâ'nın, tekin veya
çiftin Rabbine yemin ettiği söylenebilir. Dolayısıyla bütün mahlukat, bu iki
ifadenin muhtevasına girmiş olur. Bunun bir benzeri de, "Gördüğünüz ve görmediğiniz şeylere yemin ederim..." (Hakka,
69/38) ayetidir.
7)
Çift, cennetin dereceleri (katlan)dır, çünkü
bunlar sekiz tanedir, (vetr) ise cehennemin derekeleridir. Çünkü bunlar da yedi
tanedir.
8) Şef, ilim
ile cehalet, kudret ile acziyet, isteme ile istememe ve hayat ile ölüm gibi,
mahlukata ait sıfatlardır. Vetr ise, Hakk'ın sıfatlarıdır. Yok olmayan bir
varlık, ölümsüz bir hayat, cehaletsiz bir ilim, acziyetsiz bir kudret,
zilletsiz izzet gibi...
9) Çift ve
tek ile, bizzat, çift ve tek sayılar kastedilmiştir. Buna göre Hak Teâlâ, sanki
insanlar için mutlaka gerekli olan bir hesaba yemin etmiştir ve bu hesab, Allah
Teâlâ'nın kullarına lütfettiği, kitabet (yazma) ve beyan (ifade-i meram)
gibidir. Çünkü Hak Teâlâ, "(Allah)
kalem ile öğretti, insana bilmediğini öğretti" (Alak, 96/4-5) ve "insana beyanı öğretti" (Rahman,
55/4) buyurmuştur. Hesab da böyledir. Çünkü ibadet vakitleri, aylar ve günler,
hesab neticesinde bilinip ortaya konur. Zira Hak Teâlâ, "Güneş ve ay hesab iledir" (Rahman, 55/5) ve "Siz, yılların sayılarını ve hesabı
bilesiniz diye... Allah Teâlâ bunu gerçek bir maksadla yarattı"
(Yunus, 10/5) buyurmuştur,
10) Mukâtil,
"şef ", gündüzler ile geceler; "vetr" ise, kendisinden
sonra artık gecenin olmayacağı gündür ki o gün, Kıyamet günüdür" der.
11) Şef,
mesela Muhammed-Ahmed; Mesih-İsa, Yûnus-Zunnûn gibi iki ismi bulunan
peygamberlerdir,
12) "Şef ", Âdem ile Havva; "vetr", Meryem'dir.
13)
"Şef ", Allah Teâlâ'nın Hz. Musa için fışkırttığı on iki göz;
"vetr" ise, "Andolsun ki
Biz Musa'ya dokuz mucize verdik" (İsra, 17/101) ayetinde ifade edilen
dokuz mucizesidir.
14)
"Şef ", Âd kavminin günleri, "vetr" ise gecelerdir. Çünkü
Hak Teâlâ, "Yedi gece, sekiz gündüz
(onlara azab ettik)" (Hakka, 69/7) buyurmuştur.
15)
"Şef ", "(Allah) göklerde
burçlar yarattı" (Furkan, 25/61) ayetinde de belirtildiği gibi, on iki
burç; "vetr" ise, yedi yıldız (gezegen)dir.
16)
"Şef " , otuz güne tamamlanan; "vetr" ise, yirmidokuz günde
tamamlanan aydır.
17)
"Şef ", insanın uzuvları; "vetr" ise kalbidir. Nitekim Hak
Teâlâ, "Allah hiçbir kimsenin
göğsünde iki kalb yaratmadı" (Ahzab, 33/4) buyurmuştur.
18)
"Şef ", iki dudak; "vetr" ise dildir. Nitekim Hak Teâlâ "(Ona) bir dil iki dudak vermedik
mi?" (Beled, 90/9) buyurmuştur.
19)
"Şef ", iki secde; vetr ise rükûdur.
20) Şef,
cennet kapılardır. Zira bunlar zekizdir."Vetr' " ise, "cehennem
kapılarıdır. Çünkü bunlar yedidir.
Bil ki zahirin delatet
ettiği şey, "şef " ile "vetr"in (çift ile tek)in, Allah'ın
kendileri ile yemin ettiği kıymetli iki şey olduklarıdır. Bahsettiğimiz bütün
bu hususların kastedilmiş olması ihtimal dahilindedir. Ayetin zahirinde,
bunlardan özellikle birisinin kastedildiğine, herhangi bir emare yoktur. Şimdi
bu hususta, Resûlüllah (s.a.s)'den gelen bir haber varsa, yahut ehl-i te'vilin
(tefsirin) bir icmâı varsa, kastedilenin o olduğuna hükmedilir. Yok eğer böyle
birşey yoksa, bu hususta söylenecek söz kesin olmaz, bir muhtemel mana olur.
Herhangi birisi çıkıp, "Ben, ayetteki bu ifade ile, yapılan bütün bu
izahların kastedildiğini; zira eş-şef' ve el-vetr kelimelerinin başındaki elif
lâm'ın umumilik ifade ettiğini söyleyebilirim" der.[16]
Hak Teâlâ'nın,
"Gelip-geçeceği zaman geceye..." ayetiyle ilgili olarak iki mesele
var:[17]
“İzâ yesr” ifadesi,
"geçtiği zaman" manasına olup, tıpkı
“Ve7l-leyli izâ edbera” (Müddessîr, 33) “Ve’l-leyli izâ as’ase” (Tekvir,
17} ayetleri gibidir. Gecelerin "serâ"sı onların, gelip-gitmesi, sona
ermesidir. Yahut da bu ifade, "gece yürüme" manasınadır. Katâde buna,
"Gelip ikbal ettiği zaman..." manasını vermiştir.[18]
Müfessirlerin çoğu, bu
ifadeyle, hususi bir gecenin değil, aksine umumî gecelerin kaydedildiğini;
bunun delilinin ise, "Aydınlandığında
sabaha yemin olsun ki..." (Mûddessir, 74/14) ve "Gelip geçtiğinde de geceye... " (Tekvir, 81/17) ayetleri
olduğunu; bir de Allah Teâlâ'nın gece ile gündüzü birbiri ardınca getirmesinin,
sürelerinin uzayıp kısalmasının mahlukat için büyük bir nimet olduğunu;
dolayısıyla bunların birbiri ardınca gelişlerinin, Hakîm bir müdebbirin tedbiri
ve bütün malumatı bilen bir âlimin ilmiyle olduğuna dikkat çekme bulunduğu
için, bunlara yemin edildiğini söylemişlerdir. Mukatil ise, bu gecenin,
Müzdelife gecesi olduğunu, dolayısıyla bu ayetin manasının, "Kendisinde
hareket edildiği-yüründüğü zaman o geceye.." şeklinde olduğunun ve bunun
tıpkı, uyuma işi kendisinde meydana geldiğinde, "leylun nâimun"
(uyuyan gece) ve seher vaktinin kendisinde bulunmasından ötürü, "leylun
sâhirün" denilmesi gibi olduğunu ve bu gecenin başında, Arafat'tan
Müzdelife'ye sonunda da Müzdelife'den Mina'ya gidişten ötürü, kendisinde yürüme
işinin yapıldığı bir gece olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in de bu
gecede, ailesinden güçsüz kimseleri, önceden yola çıkardığı rivayet edilmiştir.
Şafiî (r.h) göre ise, bu iş, ancak gece yarısından sonra caiz olur.[19]
Zeccâc, bunun, yâ'lı
olarak, “İzâyesriy” şeklinde okunduğunu söylemiş, sonra da şöyle demiştir:
"Bu yâ'nın hazfi bence daha doğrudur. Çünkü yâ, fasıla harfidir. Fasılalar
da hazfedilirler. Yâ'lar da bu hazfedilen fasılalardandır. Yâ'nın hazfedildiğinin
delili kesredir." Ferrâ da şöyle der: "Araplar bazan yâ'yı hazfeder
ve makablinin kesresiyle yetinir. Nitekim bir şair … demiştir. Şu halde bu,
fasıla olmayan yerde caiz olduğuna göre, fasıla olan yerde haydi haydi caiz
olur."
Buna göre şayet,
"Fasıla veya kâfiyede bulunduğu zaman, yâ'nın hazfi nasıl tercih
edilebilir. Zira bu harf, kelimenin aslındandır. Binâenaleyh diğer harflerin
kalışı gibi, bunun da kalıp, hazfedilmemesi gerekir" denilince, Ebû Ali
buna şöyle diyerek cevap verir: "Fasılalar ve kafiyeler, durak yerleridir.
Durma ise tağyirin (değişikliğin) yapıldığı bir yer demektir. Vakf (durmak),
mesela; şeddelemek, sakin kılmak, harekeyi gizlice terennüm etme (söyleme) gibi
şeylerle, kendisinde sahih harflerin bile değiştiği birşey olunca, ziyadeye
benzerlik arzeden bu harfler, hazfedilmek suretiyle de değiştirilebilir.
Vasıl ve vakıf
halinde, bu ifade de yâ harfini isbat edenlere gelince, bunlar şöyle derler:
Vakıf halinde isimlerde, mesela, "kâdin", "Gazin"
kelimelerinde olduğu gibi, bir hazif bulunduğu gibi, vakıf halinde fiillerde
böyle bir hazif yapılmaz. Nitekim “Huve
yekdâ” "O hükmediyor" “Ene ekdâ” "Ben hükmediyorum" dersin.
Böylece yâ harfini okur, hazfetmezsin.[20]
Hak Teâlâ'nın "Bunlarda akıl sahipleri için birer
yemin yok mu?" ifadesi ile ilgili olarak iki mesele vardır:[21]
"hicr", akıl
demektir, kişiyi, uygun olmayan şeylere düşmekten hacrettiği, alıkoyduğu için,
bu nesneye, tıpkı aklettiği için akıl; nehyettiği için nühye; zaptedip kavradığı
için, "ihsâ" kökünden, "hasat" denildiği gibi,
"hicr" adı da verilmiştir. Ferrâ şöyle der: "Arap, birisi kendi
nefsini ezip onu zapt-u rapt altına aldığında, "Falanca hicr
sahibidir" der. Sanki bu kimse bu ifadeyi,
"Falan adama yasak koydum" ifadesinden almış gibidir. Buna
göre, akla, çirkin şeylerden alıkoyduğu için, "hicr" denilmiş olur.
Bu kelime, birşey hususunda yasak koyarak, "Ondan menetme" manasına
olan "hicr" kökündendir.[22]
Hak Teâlâ'nın bu ayeti
bir istifham (soru) olup, bununla tekid manası kastedilmiştir ve tıpkı, çok net
bir hüccet getirip, sonra da, "Söylediğim bu şeyde bir hüccet yok
mu?" diyen kimsenin sözüne benzer bir mana, "Akıl ve gönül (vicdan)
sahibi olan herkes, Allah Teâlâ'nın üzerlerine yemin ettiği bu şeylerde bir
takım enteresanlıkların bulunduğuna, tevhid ve rubûbiyyete dair delillerin
yattığını, dolayısıyla da bu şeylerin, yaratıcılarına delalet ettikleri için,
yemin edilmeye layık şeyler olduklarını bilip-anlar.
Kâdî "Bu ayet,
bizim, "Buradaki kasem (yemin), bu işlere değil, bunların Rabbine
yapılmıştır. Çünkü bu ayet, yeminde mübalağanın (te'kîdin) bulunduğuna delalet
eder. Yeminde te'kidin ise, ancak Allah adına yapılan yeminlerde olduğu
malumdur" şeklindeki sözümüze delalet eder. Bir de, insanın bu tür şeylere
yemin etmesinin yasak olduğu rivayet edilmiştir" der.[23]
"Görmedin mi,
Rabbin nice yaptı Âd'a, yani o, şehirlerde bir benzeri yaratılmayan, sütunlar
sahibi İrem'e ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a, o kazıklar sahibi Firavun'a...
Bütün bunlar, memleketlerde azgınlık yapanlardı. Binâenaleyh oralarda fesadı
çoğaltmışlardı. Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı
yağdırıverdi. Çünkü Rabbin şüphesiz ki gözetlemededir" (Fecr, 6-14).
Bil ki kasem (yemin)in
cevabı ile ilgili iki izah var:
1) Kasemin
cevabı, "Rabbin şüphesiz ki
gözlemededir" ayetidir. Kasem ile cevabı arasındaki ayetler ise,
mu'tarıza (ara) cümleleridir.
2) Keşşaf
sahibi "Kasem edilen şey (yani cevaba), mahzuf ve takdiri, "Şüphesiz
kafirlere azab edeceğiz" şeklindedir. Buna, "Görmedin mi Rabbin nice yaptı Ad"a..." (Fecr, 89/6)
"Üzerlerine bir azab kamçısı
yağdırıverdi" (Fecr, 89/13) âyetleri delalet etmektedir demiştir. Bu
izah, birincisinden daha uygundur. Çünkü muksem aleyh, yani hakkında yemin
edilen şey belirlenmeyince (açıkça zikredilmeyince), insanın zikri herbir
tarafa (ihtimale) gidiyor. Bu ise, korkutmada daha tesirli oluyor. Bundan sonra
kafirlere verilen azab beyanı gelince bu, hakkında öncelikle yemin edilen şeyin
o olduğuna delalet etmiştir.[24]
Ayetteki,
"Görmedin mi?" ifadesiyle ilgili iki mesele var:[25]
Bu, "bilmiyor
musun?" demektir. Çünkü bu hususlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in görmüş
olması mümkün olmayan şeylerdendir.
Burada, "bilme" manasında "görme" kelimesi kullanıldı.
Çünkü Âd, Semûd ve Firavun ile ilgili haberler tevatüren nakledilmişlerdi.
Çünkü Âd ve Semûd, Arab beldelerinde yaşamış idiler. Firavun'un beldesi de,
Arab diyarına bitişik (yakın) idi. Tevatür ile gelen haberler ise, zarurî
(kesin) ilim ifade eder. Zarurî ilim de, kuvvet, açıklık ve şüpheden uzak olma
açısından, "görme" gibidir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ,
"bilmiyor musun, elbette biliyorsun" manasında, "Görmedin
mi?" buyurmuştur.[26]
"Görmedin
mi?" ifadesi, her ne kadar zahiren Hz. Peygamber (s.a.s)'e hitab ise de,
bunu bilen herkesi içine alan umûmî bir hitabtır. Allah Teâlâ'nın, onların
hikayelerini (haberlerini) zikretmesinin maksadı, bunun, kafirler için, Âd,
Semûd, Firavun ve kavmini helake götüren böylesi şeylere devamdan alıkoyucu bir
şey mü'minler için de imanda sebata teşvik eden birşey olmasıdır.[27]
Cenâb-ı Hakk'ın "Âd'a, yani sütunlar sahibi
İrem'e" ifadesiyle ilgili birkaç mesele vardır:[28]
Allah Teâlâ burada
geçmiş kafirlerden üç fırkanın (kavmin) kıssasını zikretti. Bunlar Âd,
Semûd ve Firavun'un
kavimleridir. Cenâb-ı
Hak, "Bundan dolayı Rabbin de
üzerlerine bir azab kamçısı yağdınverdi" buyurarak, özet şeklinde onların azablandırılışını
anlattı, bu azabın nasıl olduğunu beyan etmedi. Hakka Sûresl'nde ise, "Semûd'a gelince, onlar hadden aşırı
(korkunç bir ses) ile helak edildiler. Âd'e gelince, onlar da uğultulu, azgın
bir fırtına ile helak edildiler... Firavun da, ondan öncekiler de, altüst olan
(beldeler) de, hep o hatayı işlediler" (Hakka, 69/5-9) buyurarak, bu
sûrede böyle müphem (kapalı özet) olarak ifade edilen hususu açıklamıştır.[29]
Âd, Âd b. Avs b. İrem
b. Sâm b. Nuh'un soyundan gelen kabiledir. Bunun ismi, kabilesine isim olarak
verilmiştir. Nitekim Haşimoğullarına "Hâşim"; Temimoğullarına
"Temîm" denilmiştir. Sonra bu kabilenin önce yaşamış olanlarına;
Âdu'l-ûlâ" (ilk Âd) denilmiştir. Allah Teâlâ da, "Âdu'I-ûlâyı (ilk Âd'ı) Allah helak etti" (Necm, 53/50)
buyurmuştur. Yine bu kabilenin sonrakilerine de, "Âdu'l-Ahire"
denilmiştir.[30]
"İrem",
Âd'ın dedesinin adıdır. Bu ayetteki "İrem" kelimesi ile ne kasd
edildiği konusunda birkaç görüş var:
1) Âd
kabilesinin öncekileri Âdu'l-Ûlâ diye isimlendiriliyorlardı. Bundan dolayı
onlar, dedelerinin ismi ile isimlendirilerek, "İrem" diye de
anılırlardı.
2) İrem,
onların yaşadıkları beldenin ismidir. Bu beldenin, İskenderiyye olduğu veya Şam
olduğu söylenmiştir.
3) İrem, Âd
kavminin alametleridir. Onlar bu alametleri minare şeklinde ve kabirler şeklinde
yapıyorlardı. Ebû Dukayş "Urum, Âdın kabirleridir" demiş ve şu şiiri
okumuştur:
"Orada, yılan
başlarına benzeyen mezarlar vardır."
Bazıları, İrem'in
Iskenderlyye veya Şam olduğunu söyleyenleri tenkid etmiş ve "Çünkü Âdın
yerleri, Amman ile Hadramevt arasındadir. Burası da, çöl ve kum diyarlarıdır.
Nitekim Allah Teâlâ, "Âd'ın kardeşi
(Hûd'u) da hatırla. Hani o (çöldeki) Ahkâfdaki kavmini inzar etmişti"
(Ahkaf, 46/21) buyurmuştur. İskenderiyye ve Şam ise, çöl memleketi
değiller" demişlerdir.[31]
"İrem"
kelimesi, ister kabile adı, ister bir yer adı olsun, hem marife, hem müennes
olduğu için, gayr-ı munsarıftır.
"İrem"
kelimesinin irab bakımından iki izah şekli var:
Çünkü eğer onu, kabile
ismi sayarsak, "Âd" kelimesinin Ûlâ olduğunu anlatmak için gelmiş
olur. Eğer bu kelimeyi Âd kavminin yurdlarmın veya alametlerinin ismi sayarsak,
"İrem'in ehl-i Âd" takdirinde olmuş olur ve sonra muzaf olan,
"ehl" kelimesi hazfedilmiş, muzafun ileyh olan "İrem", onun
yerine geçmiş olur. "Köyün ahalisine sor" manasında, "Köye
sor" ifadesinde olduğu gibi... Bunun böyle olduğuna, İbn Zübeyr'in
ifadeyi, izafetle “Âdi İrami” şeklinde okuyuşu da delalet eder.[32]
Hasan, iki fethalı
olarak “Erame” şeklinde okumuştur. Bu, tahfif ile, râ'nın sükunu üzere, “İrme”
şeklinde de okunmuştur ki bu “Bi Âdi İrami zati’l-imâdi” şeklindeki kıraat
gibidir. Yine bu, "İrem" kelimesinin, "zati'l-imâd"a
izafesi ile “Feale Rabbuke” şeklinde “Bi Âdi İrami zati’l-imâdi” den bedel olmak
üzere “Bi Âdi İrami zati’l-imâdi” şeklinde de okunmuştur ki takdiri şöyledir:
"Görmedin mi ki Rabbin Âd'a nasıl yaptı, direkler sahibini çer-çöp haline
getirdi."
Ayetteki, “Zâti’l-imâdi”
"direk sahibi" ifadesiyle İlgili olarak iki mesele var:[33]
Bu kelimenin irabı
hususunda iki izah vardır; bu böyledir, zira biz şayet, “İrame” kelimesini, o kabilenin adı olarak
alırsak, mana, "Onlar, bedevi idiler ve çadırlarda oturuyorlardı. Çadırda
ise, mutlaka "imâd" bulunuyordu" şeklinde olur. Buna göre
"imâd" (reis, başkan) manasında olmuş olur. Bazan da bu kelime “el-umud”
kelimesinin çoğulu olmuş olur. Yahut da, “Zâti’l-imâdi” ifadesiyle, onların
uzun boylu oldukları kastedilmiştir. Bu, onların boylarının, direklere
benzetilerek ifade edilmesinden elde edilen bir manadır. Bu ifadeye,
"Yüksek bina sahipleri..." manası da verilmiştir. Yok eğer biz, bu
kelimeyi, kabîlenin ismi değil de, beldenin ismi olarak ele alırsak, buna göre
mana, "O beldeler, sütunlu, yani direkler üzerine bina edilmiş yapılardan
meydana gelmişti.." şeklinde olur. Çünkü onlar, direkleri dikiyor, bunlar
üzerine de köşkler dikiyordu.. Çünkü Cenâb-ı Hak bunları vasfederken, "Siz, her yüksek yerde bir alamet bina
edip eğlenir misiniz?" (Şuarâ, 26/128) buyurmuştur. Yani,
"Alametler ve yüksek binalar mı..." demektir.[34]
Rivayet olunduğuna
göre, Âd'ın, birisi Şeddâd, diğeri de Şedîd adında iki oğlu vardı. Derken,
bunlar kral oldular ve her tarafı ezip geçmeye başladılar. Daha sonra Şedîd ölüverdi,
iş de, tamamen Şeddâd’a kaldı. Derken Şeddâd, dünyaya hakim oldu ve nerdeyse
bütün dünyanın mülkiyetini ele geçirdi. Bu arada, "cennet" sözünü
duydu. Bunun üzerine, "Cennet gibi bir yer yapın.." dedi.
Dolayısıyla, üçyüz yıl içinde Adn Sahralarının bir kısmında, İrem'i kurdu.
Ömrü, dokuzyüz yıldı.. Bu, köşkleri, altın ve gümüşten; sütunları, zebercet ve
yakuttan olan büyük bir şehirdi. Ve burada, her türlü ağaç türü ve nehirler,
çaylar vardı.
Buranın yapımı
tamamlanınca, memleketinin halkıyla birlikte buraya hareket etti. Buraya bir
gün bir gecelik mesafeye gelince, Allah Teâlâ onlara, semâdan bir sayha
(kasırga, nara) gönderdi de, böylece de onlar helak oluverdiler... Abdullah ibn
Kilâbe'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. O bir gün, devesini aramak için
evinden çıkar... Derken, Şeddâd'ın yaptırdığı bu cennetimsi kente ulaşır. Ve
orada bulunan şeylerden taşıyabildiği kadar alır. Bu haber Muâviye'ye ulaşır.
Bunun üzerine o, Abdullah ibn Kelâbe'yi huzuruna çağırtır, o da orayı ona
anlatır. Derken, Ka'bû'l-Ahbâr'a haber salar ve bu durumu ona sorar. O da,
"Bu, Zâtu'l-İmâd olan İrem'dir. Oraya, senin zamanında, buğday tenli, kır
saçlı, kısa boylu, kaşı ve boynu üzerinde beni bulunan ve devesini aramak için
evinden çıkan müslüman birisi oraya girecek..." der. Sonra Muâviye,
etrafına döner, Abdullah ibn Kilâbe'ye bakar ve "Allah'a yemin ederim ki,
işle bu, o adamdır" der.[35]
Cenâb-ı Hakk'ın "şehirlerde bir benzeri
yaratılmayan..." ifâdesine gelince,
“Misluhâ”daki “Mâ”
zamiri, neye racidir? Bu hususta şu izahlar yapılabilir:
1)
"Onun gibisi, yani, cüsselerinin büyük, kuvvetlerinin çok olması ve
şehirlerinin büyüklüğü hususunda Âd gibisi yaratılmamıştır. Zira, onlardan, bir
adamın boyu, dörtyüz zira idi. Kocaman taşlar, yüklenip, onları bir topluluk
üzerine atıp, böylece de o topluluk helak olabiliyordu."
2) Bu, "Şeddâd"ın şehri
gibisi, bütün dünya
beldeleri içinde yoktur,
yaratılmamıştır" demektir. İbn Zübeyr, "Allah böylesini
yaratmadı" anlamında, “Lem yahluku mislehâ” şeklinde okumuştur.
3) Bu zamir,
“El-imâdu” kelimesine racidir. Buna göre mana, "Böylesi sütunlar, hiçbir
beldede yaratılmadı.." şeklinde
olur. Bu
izaha göre “El-imâdu” kelimesi “El-umudu” kelimesinin çoğulu olmuş olur.
[36]
Bu kıssanın anlatılış
maksadı, kafirleri inkardan men etmek ve caydırmaktır. Çünkü Allah Teâlâ,
küfürleri ve peygamberlerini yalanlamaları sebebiyle, Kendisine karşı koyan
kimseleri, işte böylesi bir biçimde helak ettiğini beyan buyurmuştur.
"Binâenaleyh, ey Mekke kafirleri (eskilere nisbetle) siz daha aciz ve
güçsüz olduğunuza göre küfrünüzü sürdürmeniz halinde, böylesi şeylerin sizin de
başınıza geleceğinden sizin daha fazla endişe etmeniz gerekir" demek
istemiştir.[37]
"ve vadilerde kayaları oyan Semûd'a..." ayeti hakkında Leys şöyle demektedir:
Câbe ve cevb: Bir şeyi
kesmek, demek olup, bu tıpkı, cebin kesilip oyulması gibi bir manayı ifade
eder. Çünkü Arapça'da “Câbe, yecubu, cevben” denilir. Ferrâ, buna “Câbe,
yecibu, ceyben” şeklinde de kullanılabileceği hususunu da ilave eder. Çünkü
Arapça'da, "Oraya tırmandım ve orasını oydum, kestim.." manasında
“Cubtu’l-bilâde cevben” denilir. İbn Abbas da şöyle der: "Onlar, beldeleri
oyuyor, orada evler, kavimler ve istedikleri her türlü binayı yapıyorlardı.
Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Ve
dağlardan evler oyuyorsunuz..." (Şuara, 26/149) buyurmuştur."
Dağları, kayaları, yumuşak taşları... yaratanların ilkinin Semûd kavmi olduğu
ve bunların, binyediyüz şehir yaptıkları ve bunların hepsinin de taştan olduğu
ileri sürülmüştür.
[38]
Cenâb-ı Hakk'ın “Bi’l-vâdi”
ifâdesine gelince, Mukâtİl buna, "o beldelerin vadilerinde..."
manasını vermiştir.[39]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"o kazıklar sahibi Firavun'a..." ifâdesine gelince, bu husustaki
detaylı açıklamamız (Sad, 38/12) ayetinin tefsirinde geçmişti. Ama biz diyoruz
ki, şu anda burada da şu izahlar yapılabilir:
1) Buna,
"kazıklı" denmesinin sebebi, askerinin çokluğundan ve bir yere
konakladıkları zaman kurdukları çadırdan ötürüdür.
2) Firavun,
insanlara azab ediyor ve onları, ölünceye değin, kazıklara bağlıyordu.. Ebû
Hureyre'den Firavun'un hanımı (Asiye) için dört kazık diktirip, onu, bu
kazıklara bağladığı, göğsüne büyük taş koydurduğu ve onu, güneşe doğru
çevirdiği; hanımının da başını semaya doğru kaldırarak, "Ey Rabbim, benim için katında cennette bir ev yap... " (Tahrim,
66/11) dediği, Allah Teâlâ'nın da, onun cennetteki evini, köşkünü geniş
tuttuğunu; kadının da oradaki evini gördüğü rivayet edilmiştir.
3) Bu ifade, "melikleri, adamları, maiyyeti bulunan..."
manasındadır. Nitekim bir şair “Fiy zılli meliki râsihi’l-evtâd” "Adamları
her tarafa kök salmış bir kralın himayesinde..." demektedir.
4)
Katâde'nin Saîd ibn Cübeyr'den, onun da İbn Abbas'dan rivayetine göre İbn Abbas
şöyle demiştir: "Bu kazıklar, adamlarının, altında, Firavun için oyunlar
oynadıkları tribünlerdir (melâib)."
Bil ki, ayetin bu
ifadesi, bütün bu manalara muhtemeldir. Böylece, Allah Teâlâ, Resulüne, bütün
bunların, kendisiyle kuvvetin ve gücün sağlandığı şeyler nevinden olduğunu,
gücün kuvvetin ve çokluğun ise, büyük bir belanın o topluluğun başına gelmesine
mani olamadığını beyan etmişti.
İşte bundan dolayı
da Cenâb-ı Hak, "Bütün bunlar, memleketlerde azgınlık yapanlardı..."
buyurmuştur.
[40]
Bu ifadeyle İlgili
olarak birkaç mesele vardır:[41]
Bu zamirin, hemen
peşinden gelen bir ifade olduğu için, sadece Firavun'a raci olan bir zamir
olması muhtemel olduğu gibi, bahsi geçenlerin tümüne raci bir zamir olması da
muhtemeldir. Ki, doğruya en yakın olan da budur.[42]
Bu ifadenin irabı
hususunda yapılan izahların en güzelinin, bu ifadenin, zemm üzere mahallen
mansub olduğunu
söyleyen görüştür. Bu
ifadenin, “Humu’llezine teğav” takdirinde olmak üzere, haber olarak rnerfu
olması da mümkün olduğu gibi, Ad, Semûd ve Firavun gibi kelimelerin sıfatı
olmasına binaen de, mahallen mecrur olması da muhtemeldir.[43]
“Teğav fi’l-bilâd” ifadesinin
manası, "günahlara daldılar, Allah'ın peygamberlerine ve mü'minlere karşı
zorbalık yapmaya başladılar" demektir.
[44]
Daha sonra, Allah
Teâlâ, bunların tuğyanlarını "Binâenaleyh, oralarda fesadı
çoğaltmışlardı" ifadesiyle tefsir etmiştir. Burada geçen fesad kelimesi,
salah'in zıddıdır. Binâenaleyh, "salâh" kavramının, bütün iyilik
çeşitlerini içine alan bir kelime olması gibi, "fesâd" kelimesi de,
bütün günahları içine alan bir lafızdır. O halde, Allah'ın emrinin dışında
hareket edip, Allah'ın kulları hakkında zulüm ile hükmeden herkes müfsittir.[45]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bundan dolayı Rabbin de üzerlerine bir azab kamçısı yağdırdı"
buyurmuştur. Bil ki Arapça'da, “Sabbe aleyhi’s-sevti” "üzerine kamçı
yağdırdı, onu kamçıyla bürüdü, sardı.." gibi ifadeler kullanılır. Burada,
"kamçı" kelimesinin zikredilmesi, Cenâb-ı Hakk'ın, dünyada iken
onların başına getirdiği bu denli büyük azabların, ahirette bunlar için
hazırlamış olduklarına kıyasla, kendisiyle işkence olunacağı diğer şeylere
kıyasla bir kamçı gibi olduğuna bir işarettir. Kadi de şöyle der: Cenâb-ı Hak
bu azabı, dövülen kimsenin üzerine, ardarda yağdırılan, derken onu helak eden,
kamçı yağdırılmasına benzetmiştir. Hasan el-Basrî de, bu ayeti okuduğu zaman,
"Allah katında pekçok kamçılar vardır, ama onları, bunlardan birisiyle
muaheze etmiştir" dermiş.[46]
Buna göre şayet,
"Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer Allah
insanları zulümleri yüzünden muaheze edecek olsaydı (yer) üstünde hiçbir canlı
mahluk bırakmazdı...'' (Nahl, 16/61) ayeti, o azabın, ahirete ertelenmesini
gerektirmiyor mu? Şu halde bu iki ayetin arası nasıl telif edilebilir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu ayet, cezanın tamamının (eksiksiz bir. şekilde
uygulanışının), ahirete tehir edilmesini anlatıyor. Halbuki, dünyada meydana
gelen ise, onun ufacık bir parçası ve onun mukaddemelerindendir.[47]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Çünkü Rabbin şüphesiz ki
gözlemededir" buyurmuştur ki, bunun tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kânet
mirsâdâ” (Nebe, 78/21) ayetinin tefsirinde geçmiştir. Yine de, biz diyoruz ki,
gözetleyen kimsenin, "gözetleme yaptığı yer" anlamında, “Mifâl”
kalıbında, “Rasadehu” "onu gözledi" kökünden bir kelimedir ve bu
tıpkı, “Mikâat” kelimesinin “Vekatehu” "Ona vakit biçti" kelimesinden
gelmesi gibidir. Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, asi kimselere, ceza vermek için
beklediğini ve bu kimselerin, onun elinden kurtulamayacaklarını bildiren
teşbihî bir ifadedir. Bir araba, "Rabbin nerede?" denilmiş de, o
da "Mirsâd'da.. Gözetlemede..."
diye cevap vermiştir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
a) Hasan
el-Basrî, "İnsanoğlunun amellerini gözetliyor" manasını verirken,
b) Ferrâ,
"Dönüş ancak O'nadır" manasını vermiştir ki, bu iki izah, mü'min ve
kafir herkese şamil olan bir izahtır.
Bazı müfessirler de,
bu ayeti, "Kafirler yahut da asi kimselerin vaîdi ile ilgili ayet"
olarak görmüşlerdir. Birincisine gelince, meselâ Zeccâc bu ifadeye, "O
kendisini inkar eden ve taatından yüz çeviren kimseleri azab ile
gözetliyor" manasını vermiştir. İkincisine gelince, Dahhâk da, "O,
zulüm ve isyan ehlini gözetliyor" manasını vermiştir ki, bu izahlar, bir
birine yakın izahlardır.[48]
"Ama insan, ne
zaman Rabbi onu imtihan edip de, kendisine keremiyle muamele eder, ona nimetler
verirse, "Rabbim beni şerefli kıldı" der! Fakat, ne vakit de, onu,
denemek üzere rızkını daraltırsa, şimdi de, "Rabbim bana ihanet etti"
der!" (Fecr, 15-16).
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ama insan..."
ifadesi, az önceki, "Çünkü Rabbin
şüphesiz ki gözetlemededir" ayetiyle ilgili olup, buna göre adeta,
"Allah Teâlâ, ahirette gözetlemededir. Dolayısıyla O, ancak ahiret günü
çaba sarfedilmesini ister. Ama insana gelince, onu, dünyasından, dünyevi lezzet
ve nazlardan başka bir şey ilgilendirmez. Şimdi, eğer dünyada rahata kavuşur,
bunu elde ederse, "Rabbim bana lütfetti" der; eğer böyle bir rahata
ulaşmazsa, "Rabbim bana ihanet etti" der" denilmek istenmiştir.
Ki, bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, kafirlerin sıfatı hakkında "Onlar bu dünya hayatından (yalnız) bir
dış (yüz)ü bilirler. Ahiretten ise onlar gafillerin tâ kendileridir"
(Rûm, 30/7} ve "İnsanlardan kimi de,
(dininin) yalnız bir taraf(m)dan (tutup) ibadet eder. Eğer kendisine bir hayır
dokunursa, ona yapışır. Eğer fitne isabet ederse yüz üstü geri döner"
(Hacc, 22/11) ayetleridir.
[49]
Böylesi bir duygu şu
bakımlardan yanlıştır:
1)
Ahiretteki saadet (mutluluk), şekavete (mutsuzluğa) nisbetle, dünyanın saadet
ve şekaveti, denizdeki bir katre, damla gibidir. Şimdi, dünyada iken nimetlere
gark olmuş olan bir kimse, şayet ahirette şaki olacaksa, bu nimet, saadet
değildir. Dünyada iken, fakr u zaruret içinde bulunan, acı çeken kimse, şayet
ahirette mutlu olacaksa, bu da bir mutsuzluk ve bedbahtlık değildir. Çünkü,
dünyada iken nimetler içinde yüzen kimsenin, kendisi hakkında, saadet ve
keramet ile hükmetmesi uygun olmayacağı gibi, dünyada iken, acı çeken, fakr u
zaruretten kıvranan bir kimsenin de kendisi hakkında şakavetle, hor ve hakir
kılınmış olmakla hüküm vermesi uygun değildir.
2) Dünyada
iken bazı kimselerin nimet içinde, bazı kimselerin de acılar içinde olması,
onların bunu hak ettiklerine delalet etmez. Çünkü Allah Teâlâ, çoğu kez, asi ve
kafir kimselerin rızkını daha bol vermiştir. Bu, Allah'ın ya, istediğini yapıp
dilediğine hükmetmesinden, yahut "maslahaf'a hükmetmiş olmasından, yahut
da "istidrâc-mehil, süre tanıma" ve "mekr"den dolayı böyle
olmuştur. Bazan da, dünyada iken, bahsettiklerimizin aksi bir durumdan dolayı,
sıddîk, mü'min ve müslüman kimselerin rızkını dar tutmuştur. Binâenaleyh,
kulun, bunun bir cezalandırma olduğu zannına düşmesi uygun düşmez.
3) Dünyada
iken, nimetler içinde yüzen kimsenin, akibetinin ne olacağından gaflet etmemesi
gerekir. Çünkü işler, neticelerine göre değer taşırlar. Fakir ve muhtaç olan
kimselerin de, Allah'ın, kendisi üzerinde, beden, akıl sağlığı; din ve hadsiz
hesapsız afet ve acıları bertaraf etmesi gibi nimetlerinin bulunduğundan gaflet
etmemesi, dolayısıyla da, kendisi hakkında mutlak manada hor ve hakir
kılındığına dair hükmetmemesi gerekir.
4) Nefis, bu maddi şeylere alışmaktadır. Binâenaleyh, arzu edilen bu
şeyler gerçekleşince, nefsin bunlardan kopması, bunlara dalmaması güçleşir.
Ama, insan için, bu maddi şeylerden herhangi birisi gerçekleşmediği zaman,
ister istemez, Allah'a yönelir, Allah'a kullukla meşgul olur. Binâenaleyh,
dünyalık elde etmek, Allah'tan mahrum kalmaya bir sebeptir. Bu sebeple, en
büyük saadeti elde etmeye götüren sebeplerin en büyüğü bu, yani dünyalık elde
etmeme olmasına rağmen, daha nasıl, dünyayı elde edemediği zaman, kişinin,
mutsuzluğuna, ihanete uğradığına ve şakavete hükmetmemesi caiz olur?!
5) Aşırı
derecede alışkanlık peyda etmek, muhabbetin pekişmesine; muhabbetin pekişmesi
de, ayrılık esnasında elem ve acının pekişmesine sebeptir. Binâenaleyh, bu
demektir ki, ileri derecede dünyalık elde eden herkesin, dünyada olan muhabbeti
hem sürekli; hem de ileri derecede olur. Böylece de ölüm esnasında, dünyayı
terkederken, duyacağı acı ve sızı, ileri derecede olur. O halde bu demektir ki,
dünyanın lezzetlerini elde etmek, öldükten sonra, ileri derecede duyulacak bir
acıya; dünyalığın elde edilmemesi (dünyalığa teslim olmama) ise, öldükten sonra
ileri derece bir mutluluğa sebeptir. Ohaide daha nasıl, "Dünyalık elde
etmek bir saadet; elde etmemenin ise bir şakavet olduğu..." söylenebilir.
Bil ki, bu izahlar
ancak, ister maddî isterse manevi olsun, öldükten sonra dirilmenin olabilecğini
söyleyenlere göre doğru izahlardır. Ama, her halükarda, bütün yönleriyle
öldükten sonra dirilmeyi inkar edene göreyse, bu izahların hiçbiri doğru
değildir. Tam aksine bu kimsenin, dünyalık elde etmenin, mutluluğun ta kendisi;
elde edememenin ise mutsuzluğun ta kendisi olduğuna hükmetmesi gerekir.
Ancak ne var ki
burada, bir diğer incelik de şudur: İleri derecede dünyalık elde etmek çoğu
kez, öldürmenin, yağmalamanın bir sebebidir. Mahrum oluş ise çoğu kez, güven
halinin devamına sebeptir. Böyle olması halinde de, öldükten sonra dirilmeyi
her yönden inkar eden kimsenin, yine de dünyalık elde eden kimsenin, saadet
içinde olduğuna; elde edemeyenin ise, hor-hakir olduğuna hükmetmemesi gerekir.
Çünkü bu kimse, bundan sonra zaman zaman durumun tersine döndüğünü görmekte ve
müşahede etmektedir.
[50]
Ayetle ilgili olarak
şöyle birkaç soru sorulabilir:
Birinci Soru:
Ayette geçen "insan" sözüyle belli bir şahıs mı, yoksa insan cinsi mi
kastedilmiştir?
Cevap: Bu
hususta iki görüş ileri sürülmüştür:
a)
Bununla belli bir şahıs kastedilmiştir. Bu
cümleden olarak, İbn Abbas'tan, bununla, Utbe ibn Rebîa ile, Ebû Huzeyfe
ibnu'l-Mugîre'nin kastedildiği rivayet edilirken, Kelbî, bunun, Ubeyy ibn Halef
olduğunu söylemiştir. Mukatil de, bu ayetin Ümeyye ibn Halef hakkında olduğunu
söylemiştir.
b) Bununla,
bu sıfatı taşıyan herkes kastedilmiş olup, bu da, ceza gününü inkar eden
kafirdir.
İkinci Soru:
Cenâb-ı. Hak, ne diye rızkın bolluğunu ve darlığını, bir "imtihan,
ibtilâ" diye adlandırmıştır?
Cevap:
Çünkü, bu iki halden herbiri, kul için bir imtihandır. Binâenaleyh, rızkı bolca
verilen kimsenin durumu, şükrediyor mu yoksa küfrediyor mu diye sınamadan
geçirilmiştir; rızkı daraltılan kimsenin durumu da, sabrediyor mu, yoksa feryad
u figan mı ediyor diye, sınamadan geçirilmiştir. Binâenaleyh, her ikisinde de
hikmet, tek ve aynı olup, bu yönüyle bu ifade, "Biz sizi, imtihan etmek üzere, hayır ve şer ile
sınıyoruz..." (Enbiyâ, 21/35) ayeti gibi olmuş olur.
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak, “Feekramehu” buyurunca, O'nun ona ikram ettiği ve bunu yaptığı
anlaşılmaktadır. Ama daha sonra Cenâb-ı Hak, insanın, "Rabbim bana ikram etti" dediğini nakledince, böyle
demesinden dolayı (sanki) insanı kınamış oluyor... Binâenaleyh, bu iki durumun
arası nasıl telif edilebilir?
Cevap:
"İnkârı ifade eden kelimenin, yani “Kellâ” ifâdesinin Cenâb-ı Hakk'ın
sadece, "Rabbim bana ihanet etti" ifadesiyle ilgili bir ifade olduğu
niçin söylenemesin? Biz, bu ifadenin, her ikisiyle birden alakalı bir ifade
olduğunu kabul etsek bile, ne var ki bu konuda şu üç izah yapılabilir:
1) O, bu
ikramda, bir hak edişin olduğuna inanmaktadır.
2) Allah'ın
nimetleri mal-mülk elde etmezden önce de mevcut olup, bunlar, beden ve akıl
selameti ile, din nimetidir. Binâenaleyh, bu kimse, ancak mal mülk elde
ettiğinde nimetleri itiraf edince, biz, onun bu itirafından gaye ve maksadının,
Allah'ın nimetlerine şükretme değil, tam aksine, elde ettiği dünyalık mal ve çoluk-çocuk
ile laflanma, onlarla övünme olduğunu anlamış bulunuyoruz.
3) Kişinin, dünya nimetleriyle laflanması ve ahiret nimetlerinden yüz
çevirmesi, bu kimsenin, öldükten sonra dirilmeyi inkar ettiğini göstermektedir.
Bu sebeple de hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk'ın naklettiği söyleşi bir zemme
müstehak olmuştur: Çünkü Cenâb-ı Hak bu kimseler hakkında da, "O nefsine
zulümde berdevam olarak bağına girdi, dedi ki: "Bunun ebediyete kadar
helak olacağını zannetmiyorum. Kıyametin de kopacağını sanmıyorum. (Ama, senin iddiana göre) eğer ben Rabbime
döndürülüp götürülürsem, andolsun, bundan daha hayırlı bir akıbet bulurum.
Arkadaşı, ona cevap vererek dedi ki: "Seni (evvela) bir topraktan, sonra
da bir damla sudan yaratıp, seni tekrar bir adam seviyesine getiren Allah'ı
inkar mı ettin?!" (Kehf, 18/35-37) buyurmuştur.
Dördüncü Soru:
Cenâb-ı Hak, birinci bölümde, “Feemme’l-insânu izâ mebtelâhu Rabbuhu
feekramehu” ikinci bölümde de, “Veemmâ izâ mebtelâhu fekadera aleyhi rızkahu” buyurmuş;
peki niçin, bunlardan birincisini fâ ile, ikincisini de vâv ile ifade etmiştir?
Cevap: Allah'ın
rahmeti, gazabından önce gelir. Binâenaleyh, nimetlerle imtihan etmesi, elem ve
kederler yağdırmak suretiyle imtihan etmesinden öncedir. O halde, fâ, bu kısmın
çokça olacağına; ikinci kısmın ise, az olacağına delalet etmektedir.
Nitekim Cenâb-ı
Hak da, "Eğer Allah'ın nimetlerini
saymaya kalksanız, onu sayamazsınız..." (Nahl, 16/18)
buyurmuştur.
.;
Beşinci Soru:
Cenâb- Hak birinci kısımda, “Feekramehu feyekulu Rabbi ehânen” buyurunca,
ikinci kısımda da, “Veemmâ izâ mebtelâhu fekadera aleyhi rizkahu feyekulu Rabbi
ehânen” demesi gerekirdi. Ancak ne var ki, O, böyle buyurmamıştır. Niçin?
Cevap: Çünkü
insan, “Ekrameni” demesinde, doğru söylemektedir. Ama, "buna ihanet
etti" demesinde doğru söylememektedir. Çünkü insan, az miktarda bir
dünyalık elde etmenin bir ihanet olduğunu sanmaktadır. Halbuki bu, bir
cehalettir, yanlış bir inançtır. Öyleyse nasıl olur da, Cenâb-ı Hak, bu sözü
ondan nakleder?
Altıncı Soru:
Cenâb-ı Hakk'ın “Fekadera aleyhi rizkahu” ifadesi de ne demektir?
Cevap: Bu, insana yetecek kadar rızık vermek suretiyle, onun rızkını dar
tutması demektir. Bu kelime, aynı manada olmak üzere şeddeli ve şeddesiz olarak
“kadera” “kaddera” şeklinde okunduğu gibi, "derc" halinde kesre ile
yetinmek suretiyle, ya'yı terkeden kimselere göre, vakf yapılması halinde,
nûn'un sükûnu ile, “Ekramen” ve “Ehânen” şeklinde okunurlar.[51]
"Hayır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz.
Yoksula yedirmek için birbirinizi kandıramazsınız. Mirası helal, haram demeyip
alabildiğinize yersiniz. Malı pekçok seversiniz..." (Fecr, 17-20).
Bil ki Allah Teâiâ,
onların o şüphelerini nakledince, “Kellâ” "Hayır" buyurmuştur. Ki bu,
insanı, söylediği sözden vazgeçmeye davet eden bir ifadedir. İbn Abbas,
ayetteki mananın "Benim nezdimde kerim olduğu için onu zenginlikle; yine
benim nezdimde hor ve hakir olduğu için berikini de fakirlikle imtihan etmiş
değilim..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Tam aksine bu, ya ehl-i sünnet
açısından, sırf kaza, kader, meşiet ve herhangi bir sebebe bağlanmaktan uzak
bir hükümden dolayıdır; yahut da, Mutezileye göre, sadece Cenâb-ı Hakk'ın
bilebileceği gizli bir maslahattan dolayıdır. Binâenaleyh, bu demektir ki,
Allah kafirin rızkını bolca verir, ama bu, kafir O'nun nezdinde kerim olduğu
için değil; mü'minin rızkını da kıt verir, ama bu da, mü'min O'nun nezdinde hor
ve hakir olduğu için değil...
Cenâb-ı Hak, onlaın o
şüphelerini nakledince, adeta, "Tam aksine onların bu sözden daha şerli
fiilleri vardır. Bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara mal çokluğu ile ikramda
bulunup, fakat buna mukabil onların, o maldan, yetime yapmaları gereken ikramı
yapmamalarıdır" buyurarak, "Hayır. Siz bilakis yetime iyilik etmezsiniz"
demiştir.
[52]
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
Ebû Amr, “Lâ
tukrimune” fiilini, hem de bundan sonra gelen fiilleri yâ ile okumuştur. Bu
böyledir, zira önce "insan"dan
bahsedilip, bu insan sözüyle de cins ve kesret kastedilince, insan da, gaıb
lafzı üzere olan bir lafız olunca, “Yuhibbune” ve “Yukrimune” gibi kelimeleri
de, buna hamlederek yâ ile okumuştur. Ama, bu fiilleri, “Tukrimune”,
“Tuhâdune”, “Te’kulune” ve “Tuhibbune” şeklinde tâ ile okuyanlara gelince,
kelamın takdiri, "Ey Muhammed, onlara şöyle şöyle söyle..." şeklinde
olur.[53]
Mukâtil şöyle der:
Kudame İbn Maz'un, Umeyye Ibn Halef’in evinde, bir yetim idi. Dolayısıyla
Ümeyye onun hakkını vermiyor, onun hakkını yiyordu. Bu ayet onun hakkında indi.[54]
Bil ki, yetime ikramı
terketme, birkaç şekildedir:
1) Ona iyi
davranmamak. Cenâb-ı Hakk'ın, "Yoksulu
yedirmek için birbirinizi teşvik etmezsiniz" ifadesiyle buna işaret
edilmektedir.
2) Onu,
mirastaki belli ve kesin hakkından men etmek ve malını yemek... Cenâb-ı
Hakk'ın, "Mirası helal haram demeyip
alabildiğine yersiniz..." ayetiyle buna işaret edilmektedir.
3) Elinden
malını almak... Cenâb-ı Hakk'ın, "Malı
pekçok seversiniz..." ayetiyle de buna işaret edilmiştir. Yani,
"Yetimlerin mallarını alır, onu, kendi malına katarsınız..."
demektir.[55]
Cenâb-ı Hakk'ın “Velâ
tehâddune alâ taâmi’l-miskin” ifâdesine gelince, Mukâtil, bunun manasının,
"Hiçbir yoksulu yedirmezsiniz" şeklinde olduğunu, buna göre genel
mananın, "O, yüce Allah'a inanmıyor,
yoksulu yedirmeye de teşvik etmiyordu..." (Hakka, 69/34) ayetinde de
olduğu gibi, "Sizler, onu yedirmeyi emretmiyorsunuz" şeklinde olur.
[56]
Bu ifadeyi “tehâddune”
şeklinde okuyan kimse, bu okuyuşuyla “tetehâddune” sığasını kastetmiştir ki,
burada “tefeâlune” vezninin bir tâ'sı düşmüştür. Yani, "Birbirinizi teşvik
etmiyorsunuz" demektir. İbn Mes'ûd'un kıraatinde ise, kelime “Elmuhâdduhu”
masdanndan olmak üzere, tâ'nın dammesiyie
“Velâ tehâddune” şeklinde okunmaktadır.[57]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Mirası, helal haram demeyip alabildiğine yersiniz..." ifadesine
gelince, bununla ilgili birkaç mesele vardır:[58]
Dil alimleri,
“Et-turâsu” kelimesinin aslının “El-vurâsu” olduğunu, buradaki dammeli vâv'ın
tâ'ya çevrildiğini, bunun tıpkı “vâcehu” fiilinden olan “El-vucâu”kelimesinin,
“Et-tucâhu” şeklinde kalbolması gibi olduğunu söylemişlerdir.[59]
el-Leys,
"el-lemm" kelimesinin, "yoğun topluluk, yığın" anlamına
geldiğini, "kalabalık alay" anlamına gelen “ketibete melmumete” ifadesiyle, "çok
sert taş" anlamına gelen “hacerun melmuhun” ifadelerinin bu manayı
taşıdığını söylemiştir. Nitekim tirid yiyen kimse de, onu bir araya toplar,
derken onu bir lokma haline getirir ve sonra da onu yer ki bu durum “Lememtu mâ
ale’l-hivâni” deyimi ile anlatılır. Yani, "onda bulunanı derip toplayıp,
lokma halin getirerek yedim..." demektir.
İmdi,
"el-lemmu" kelimesinin lügavi manası, toplamaktır.
[60]
İfadenin tefsirine
gelince, bu hususta birkaç vecih vardır:
1) Vahidî
şöyle demiştir: "Müfessirler, Cenâb-ı Hakk'ın “Eklen lemmâ” ifâdesi
hakkında, "çok, fazla bir yeyişle..." yorumunu yapmışlardır." Ne
var ki bu, kelime manası yönünden bir hal yolu olup, tefsir değildir. Bunun
tefsirine gelince, "lemmu" kelimesi bir masdar olup, "yeme"
fiilinin sıfatı kılınmıştır. Bununla murad edilense, ismi fail manasıdır. Yani,
"Derip toplayan, yemek suretiyle onun tamamını tüketebilecek olan bir
acıkmış kimse gibi..." demektir.
Zeccâc şunu
söylemiştir: "Onlar, yetimlerin mallarını hem israf ederek hem de kendi
mallarına katarak yiyorlardı. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Mirası, helal haram demeyip
alabildiğine yersiniz.." buyurmuştur. Yani, "Yetimlerin mirasını
alabildiğine yer, hepsini kendi elinizde toplarsınız" demektir."
Hasan el-Basrî de
"Onlar, hem yetimlerin paylarını yiyorlardı, hem de, onların sahiplerinin
(veli, vasî) mallarını. Böylece, başkalarının paylarını kendi paylarına
katıyorlardı" demiştir.
2) Meyyitten
geriye kalan malın bir kısmı helaldir, bir kısmı şüphelidir, bir kısmı ise
haramdır. Varis ise tamamını toplar. Yani, onu birbirine katar, hepsini alır ve
yer.
3) Keşşaf
sahibi şöyle demiştir: "Bu ayetteki kınamanın, kolay bir yoldan, alınteri
dökmeksizin mal elde edip de, onu harcamada israf eden, saçıp savurarak onu
yiyen; böylece de, tıpkı batıl olup giden mirasçıların yaptığı gibi, şüpheli
yiyecek, içecek ve haz vesilelerini birbirine katan varise müteveccih olması
caizdir."[61]
Cenâb-ı Hakk'ın, “Vetuhibbune’l-mâle
hubben cemmâ” "Malı pekçok seversiniz" ayetine gelince,
Bil ki, cemm kelimesi
de, "çokluk, kesret" manasına gelir. Nitekim Arapça'da, “Cemme’ş-şey’u,
yecummu, cumumen” "Şey çok oldu - çok olur - çok olmak" ifadesi
kullanılmaktadır. Bu ifade hem mal, hem de başka şeyler hakkında kullanılır.
Meselâ “Şey’un cemimun ve câmmun” denilebilir. Ebû Amr da, “cemme, yecummu” kelimesinin
çoğalmak..." anlamına geldiğini
ifade etmiştir. Buna göre mana, "Onlar (sizler) malı çok mu çok, aşırı
severler..." şeklinde olup, Cenâbı Hak böylece, onların sadece dünyaya
hırs ve tamah gösterdiklerini, ahiret işinden ise yüz çevirdiklerini beyan
etmiştir.[62]
"Hayır, asla...
yer parça parça dağıtıldığı zaman, Rabbi’n(in emri) geldiği, melekler de saf
saf (indiği zaman), ki o gün cehennem de getirilmiştir, insan o gün (herşeyi)
hatırlayacak. Fakat hatırlamadan ona ne (fayda)!" (Fecr, 21-23).[63]
Bil ki, buradaki “Kellâ”
kelimesi onları bu işten men etmek için olup, onların fiillerini yadırgamayı
dile getirmektedir. Yani, "Dünyaya ihtirasla yönelmek, bütün çaba ve
gayreti ona hasretmek, sadece ona güvenip, ondan bir ölçü ile almayı
terkederek, helal olsun haram olsun dünyalıktan yana ne varsa toplamak; öte
yandan da, hesap ve cezanın da olmayacağını vehmetmek gibi kusurlar da durumun
bu şekilde olması hiç de uygun değildir. Zira, hali böyle olan kimse, nedametin
kendisine fayda vermediği zaman nadim olur; "ömrümü ah keşke, salih
ameller ve ölçülü dünya malı ile Allah'a yaklaşmak uğrunda tüketseydim
ya!.." diye temennide bulunur" demektir.
[64]
Sonra da Cenâb-ı Hak,
şu üç sıfatla nitelenen gün geldiği zaman, bu temenni ile ve nedametin meydana
geleceğini beyan etmiştir.
Birinci Sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın, "yer parça parça dağıtıldığı zaman" ayetinin beyan
ettiği husus.
[65]
Halil şöyle demiştir: “Dekke”
kelimesi, "duvarı, dağı kırmak.." anlamına gelir. Bu kökten gelen
“Ed-dekdâke” kelimesi de, "yurt edinilmiş.sert kum tepesi..." anlamındadır.
Aynı şekilde, yere batması sert ve ağır olan adama da, “Raculun mudikkun”
denilir." Müberred de şöyle demiştir: “Eddâku” kelimesi, yüksek olan şeyi,
yayarak alçaltmaktır. Devenin hörgücü de sırtında yayıldığı zaman, “İndeke
sinâmu’l-bairi” denilir. Böylece olan deve için de, “Nâkatu dekâu” denilir.
Döşemesi ve yaygısı düz olduğu için de, satış yerine, "ed-dükkân"
denilir." Halil'in açıklamasına göre dekk kelimesinin manası, yer
sarsıldığı zaman, onun üzerinde bulunan dağları, ağaçları, her şeyi kırmak ve
onun üzerinde hiçbir şey bırakmamaktır. Müberred’in açıklamasına göreyse, bu
ayetin manası şudur: "Yer yüzü, dümdüz döşeme gibi olacak, üzerindeki
evler, köşkler ve diğer yapılar yıkılacak, adeta, dümdüz ve cascavlak bir
sahraya dönüşecek.." Bu, aynı zamanda, İbn Abbas'ın, "Kıyamet gününde
yeryüzü yayılıp uzatılır" şeklinde açıklamasının da manasıdır.[66]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın “Dekken dekken” ifâdesindeki tekrarın manası şudur: "O, üst üste
kırılacak, dökülecek." Bu senin tıpkı, "Onu, koru koru hesapladım,
harf harf anladım..." demen gibidir. Yani, "Allah, onu, üst üste
gelen dabelerle kıracak, o da, saçılmış zerrelere dönecek..." demektir.
Bil ki bu kırıp dökmenin, kıyamet zelzelesinden sonra olması gerekir. Yeryüzü
ise, ardarda sarsılıp peşpeşe hareket ettirildiğinde ise, üzerinde bulunan
dağlar parçalanır, tepeler yok olur, boşluklar dolar, böylece yeryüzü dümdüz
bir hale gelir. Bu, dünyanın bir enkaz haline geldiği zamandır. Nitekim Cenâb-ı
Hak, "O gün sarsan sarsar. Onu,
peşinden gelen izler..." (Nâziat, 79/6-7), "Yer ve dağlar yerinden taşınıp da, bir çırpıda unufak
edildiğinde..." (Hakka, 69/14) ve "Yer,
bir sarsılışla sarsıldığında; dağlar da hurdahaş edildiğinde..."
(Vakıa, 56/4-5) buyurmuştur.
[67]
İkinci Sıfat:
Cenâb-ı Hakk'ın "Rabinin emri geldiği, melekler de saf saf indiği
zaman..." ayetinin ifade ettiği husus.[68]
Bil ki, akli delil
yoluyla, Allah hakkında "hareket" muhaldir. Çünkü, böyle olan her
şey, cisimdir. Cismin ise, ezelî olması imkansızdır; bu sebeple, bu konuda
tevile gitmek gerekir. Bu da şöyle olur: Ben, "muzaf'ın hazfedilip,
"muzafun iIeyh"in onun yerine geçmesi kabilindendir. Sonra, bu
"muzaf" nedir o halde? Bu hususta birkaç izah şekli mevcuttur:
1) Bu,
"Rabbimin muhasebeye ve hesaba çekmeye dâir emri geldi..." demektir.
2) Bu,
"Rabbimin önüne geçilemez gücü, kahrı geldi..." demektir. Nitekim, “Câe
lenâ Benu Ümeyyete” denilir ki, bu, "Onların kahrı ve gücü bize
ulaştı..." demektir.
3)
"Rabbimin yüce ayetleri geldi..." demektir. Çünkü bu, kıyamet gününde
olur. Bu günde ise, en büyük ve en muazzam ayetler tezahür eder. Böylece
bunların gelmesi, o ayetleri tazim ve tebcil etmek için âdeta, Allah'ın gelmesi
gibi addedilmiştir.
4)
"Rabbimin zuhuru geldi, vâki oldu..." demektir. Bu böyledir çünkü o
günde marifetullah, Allah'ı bilme, zaruri olur. Bu da, O'nun tıpkı, mahluka
zuhur edip, tecelli etmesi gibi olur. İşte bundan dolayı, “Vecâe Rabbuke” denilmiştir.
Yani, "Şüpheler zail oldu, şekler kalktı.." demektir.
5) Bu,
Allah'ın ayetlerini zuhur etmesinin bir temsili ve O'nun kahr ve gücünün
alametlerinin beyanıdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın bu konudaki durumu, hükümdarın
bizzat gelişine benzetilmşitir. Zira, onun bizzat gelmesiyle ortaya çıkan
heybet ve azamet, onun bütün askerlerinin gelmesiyle ortaya çıkacak olandan çok
çok fazladır.
6) Buradaki
Rabb kelimesi Mürabbî anlamındadır. Muhtemelen bu da, bir melek olup,
meleklerin en büyüğüdür ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i terbiye eden de O'dur.
Böylece “Vecâe Rabbuke” ifadesinden kastedilen de, bu melektir.
[69]
Ayetteki, “Ve’l-meleku
Saffen saffâ” ifadesinin manası, "Bütün semaların melekleri iner de, bütün
ins ve cinleri kuşatarak, saf saf olurlar.." şeklindedir.
[70]
Üçüncü Sıfat:
Ayetteki “Vecie yevmeizin bicehenneme” "ki
o gün, cehennem de getirilmiştir" cümlesinin ifade ettiği husus olup,
bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Cehennem
de azgınlara gösterilince..." (Şuara, 26/91) ayetidir. Bir kısım
müfessir şunu söylemiştir: "Cehennem kıyamet gününde, yetmişbin tane gem
ile gemlenerek getirilir ki, her gemin yanında da, onu sürükleyen yetmişbin
melek bulunur. Derken o, Arş'ın solundan akar da, melekler öylesine kaçışırlar
ki... Şayet bırakılsaydı, bütün oradakileri yakardı..." Kelamcılar şöyle
demektedirler: Cehennemin yerinden ayrılmayacağı malumdur. O halde, ayetteki,”Veburrizet”
(Şuarâ, 26/91) kelimesinin manası, "mahlukat onu görsün, kafir de,
kendisinin yerinin orası oluduğunu anlasın diye... gözüktü..."
şeklindedir.[71]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
“Yevmeizin yetezekkeru’l-insânu” "insan o gün (herşeyi)
hatırlayacak..." buyurmuştur. Bil ki, kelamın takdiri, "Yer parça
parça olup, şöyle şöyle olduğu zaman, şu şu meydana geldiğinde, insan
hatırlar" şeklindedir.
İnsanın hatırlamasının
ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılabilir:
1) "O,
yapamadığı, kusurlu olduğu şeyleri hatırlar" demektir. Zira, insanın,
dünyada iken, bütün gayret ve çabası, dünyalık elde etmekti. Daha sonra bu
kimse, ahirette, bunun bir sapıklık ve dalalet olduğunu, kendisine (dünyada
iken) düşenin, bütün himmet ve gayretini, ahireti elde etmek için sarfetmesi
olduğunu anlar ve hatırlar.
2) “Yetezekkeru” "öğüt alır" demektir. Buna
göre mana, "o, dünyada iken öğüt almıyordu. Ama, ahirete varınca, öğüt
almaya başlar da, "Ah keşke bir daha
dünyaya döndürülsek de, Rabbimizin ayetlerini yalanlamasak... (ne
ohr!)..." (En’am, 6/27) der.
3) Hatırlar,
"yani tevbe eder" demek olup, bu mana, Hasan el-Basrî'den rivayet
edilmiştir.[72]
Daha sonra da, Cenâb-ı
Hak ona, "Onun için düşünüp ibret
almak nerede? Kendilerine açıklayan bir peygamber geldiği halde"
(Duhân, 44/13) demiştir.
Bil ki, ayetteki “Yetezekkeru”
ifadesiyle, O'nun, “Ve ennâ lehu’z-zikrâ” ifadesi arasında bir çelişki vardır.
Binâenaleyh, burada bir muzaf'ın takdir edilmesi gerekir. Buna göre mana,
"Onun için, o öğütten faydalanma neredeki? Heyhat, bu imkansız!"
şeklinde olur.
Bu ayete, şöylesi
itikadi bir mesele raci olur. bize göre, tevbelerin kabulü, aklen Allah'a vacib
değildir. Mu'tezlle ise, bunun, aklen Allah'a vacib olduğunu söyler. Biz
diyoruz ki, bizim görüşümüzün delili şu olur: Burada ayet, insanın, ahirette,
dünyada iken yaptığı şeylerin kendisi için faydalı olmadığını; yapmadığı
şeylerin ise daha faydalı olduğunu anlamış olduğuna delalet eder. O bunu
anladığı an, mutlaka bundan dolayı pişmanlık duyması gerekir. Böyle bir
pişmanlık husule gelince de, tevbe meydana gelmiş olur. Ama daha sonra, Allah
Teâlâ'nın, "Fakat hatırlamadan ona ne (fayda)!" ifadesi ile, bu tevbenin
fayda vermediğini belirttiğini görmekteyiz. Böylece de, tevbenin, kabulünün,
aklen, Allah'a vacib olmadığını anlamış oluyoruz.
İmdi, şayet, "O
günahkârlar, yaptıklarına, yaptıklarının kötü olması sebebiyle pişman olmuş
değillerdir. Tam aksine, ilahi ceza terettüp ve tahakkuk ettiği için pişmanlık
duymuşlardır. İşte bu sebeple de, hiç şüphesiz tevbe sahih olmamıştır"
denilirse, biz deriz ki günahkârlar, çirkin olan şeylere nedamet duymanın, —bu
nedametin faydalı olabilmesi için— mutlaka çirkin olması yüzünden olduğunu
bildiklerine göre, pişman oluşlarının işte bu yüzden olması gerekir. Bu durumda
da, kabul olunmamasına rağmen, onlar sahih bir tevbe yapmış olabilirler.
Böylece de bizim görüşümüz sahih ve doğru olmuş olur.[73]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
bu insanın dediğini açıklamak üzere: “Yekulu yâleyteni kaddemtu lihayati” "Ah,
diyecek, keşke hayatım için önden salih ameller yapsaydım..." (Fecr, 89/24)
buyurmuştur.
[74]
Bu ayetle ilgili iki
mesele vardır:[75]
Ayetle ilgili olarak
birkaç izah var:
1) Bu
"Keşke ben, bu sonsuz hayatım için sonlu dünya hayatımda iken birşeyler
yapmış olsaydım" demektir. Hak Teâlâ burada, "hayatım için"
kelimesini kullanmış, "Şu hayat için" dememiştir. Çünkü bu,
"Hayat, ancak ahiret yurdundaki hayattır" demektir. Çünkü Allah, "Şüphesiz, ahiret yurdu, hayatın ta
kendisidir" (Ankebût, 29/64) buyurulmuştur.
2) Allah
Teâlâ kafirler hakkında "Ölüm ona
her taraftan gelir, ama o ölemez" (İbrahim, 14/17), "Onun için cehennem vardır. O orada, ne
ölür, ne de dirilir" (Taha, 20/74), "En şaki olan ise ondan kaçınır. O, en büyük ateşe girecektir.
Sonra orada ne ölür, ne de dirilir" (A'lâ, 87/11-13) buyurmuştur. Şu
halde bu ayet, cehennemliklerin ahirette sanki bir hayatları olmadığına delalet
eder. Buna göre mana, "Keşke ben, dünyada ateşten kurtulmamı sağlayacak
ameller yapmış olsaydım da, böylece ahirette hayata kavuşan kimselerden
olsaydım" şeklinde olur.
3) Mana,
"Keşke ben, dünyada yaşarken bir takım şeyler sunu verseydim"
şeklindedir. Bu tıpkı, "Receb ayının onunda ona geldim" demen gibidir
yani, “Ci’tuhu liaşri leyâli halevne min Recebin” cümlesinde lâm vakit ifade
ettiği gibi ayetteki “lihayati” deki lâm da zaman ifade eder.[76]
Mutezile bu ayete
dayanarak, insanların iradelerinin; kendi ellerinde olduğunu, işlerinin kasıt
ve iradelerine bağlı. olduğunu; taattan engellenmediklerini, isyana ve inkara
zorlanmadıklarını söylemiştir.
Buna şöyle cevap
verilir: Onların fiilleri, kendi niyet ve maksadlarına bağlıdır. Şimdi eğer bu
niyet ve maksadları da bir başka niyete bağlı ise, bundan teselsül gerekir. Yok
eğer bunlar tamamen Allah'ın iradesine bağlı ise, Mu'tezilî inanç batıl olur.[77]
"Artık o gün,
O'nun azabı gibi hiç kimse azab edemez ve O'nun vurduğu bağ gibi de hiç kimse
bağ vuramaz" (Fecr,
25-26).
Bu ayetle ilgili
olarak iki mesele var:[78]
Hemen hemen bütün
kıraat imamları, buradaki fiilleri, ayne'l-fiilinin kesresi ile, “Yusiku” ve
“Yuazzibu” şeklinde okumuşlardır.
Mukâtil şöyle der:
"Bunun manası, "İşte o gün, hiçbir mahluk, Allah'ın azab edişi gibi
azab edemez ve O'nun bağ vuruşu gibi, bağ vuramaz" şeklindedir ki bu da,
"Azab etme ve bağ vurmada, Allah'ın ulaştığı noktaya, mahlukattan hiç
kimse ulaşamaz" demektir. Ebû Ubeyde, bu tefsirin zayıf olduğunu ileri
sürerek şöyle der: "Çünkü kıyamet gününde Allah'tan başka azab eden
yoktur. O halde daha nasıl, "Hiç kimse, Allah'ın azabı gibi, azab
edemez" denilebilir. Bu itiraza şu bakımlardan cevap verilebilir:
1) Ayetin
takdiri, "Dünyada iken hiç kimse, Allah'ın bu gün (ahirette) kafire
yaptığı azab gibi azab edemez ve dünyada iken hiç kimse, Allah'ın bu gün,
kafirin vurduğu bağ gibi bağ vuramaz" şeklinde olup, bu da, "şiddet
ve kuvvet hususunda O'nun azabı ve bağ vuruşu gibi, hiçbir azab ve bağ vuruş
olamaz" demektir.
2) Mana,
"Kıyamet günü Allah'ın yapacağı azabı, hiç kimse üstlenemez, yani o gün
emir O'nun emridir. Başkasının emri orada geçmez" şeklindedir.
3)
Ebû Ali el-Farisî'nin görüşüne göre, kelamın
takdiri, "Hiçbir zebani (azab meleği), kafirlerin çektiği azab gibi azabta
bulunamaz" şeklindedir. Buna göre, ayetteki, "onun
azabı" ifadesindeki "onun" zamiri,
ayne'l-fiilin fethası ile, “Lâ yuazzebu” ve “Velâ yusiku”
"Azab olunmaz - bağlanmaz" şeklinde okumuştur. Ebû Ubeyde bu kıraati
tercih etmiştir. Ebû Amr'ın ömrünün sonlarına doğru bu kıraata döndüğü rivayet
edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu iki fiili, fethalı okuduğu
rivayetini görmüştür, Bu durumda, fiillerin naib-i faili, "insan"
olmuş olur.
Ayette bahsi geçen
"insan"ın, Ubeyy b. Halef kafiri olduğu söylenmiştir. Kisâî'nin;
kıraatine göre şu iki tefsir yapılabilir:
1) Küfürde
ve fesatta en ileri noktaya vardığı için, hiç kimse o insan gibi azablanmaz ve
hiç kimseye buna vurulan zincir ve bukağılar vurulmaz.
2) "Hiçbir
insan, kafirin azabı gibi azablanmaz." Bu manaya göre ayet, "Hiç
kimse, başkasının yükünü (günahını) çekmez" (İsra, 17/15) ayeti gibi olmuş
olur. Vahidî bu tefsir ve görüşün, en uygun izah olduğunu söylemiştir.[79]
Her iki kıraata göre
de, ayette geçen "azab", ta'zîb (azab etme) manasına,
"vesâk" da, tıpkı "atâ" kelimesinin, şairin şu beytindeki
"i'tâ" (verme) manasına gelişi gibi, "îsâk" (bağlama)
manasınadır.
"Ölümü senden
dönderdikten ve sana, bol bol otlayan yüz hayvan verdikten sonra nankörlük mü
yapacaksın?!"[80]
"Ey mutmain
nefis, sen O'ndan razı O senden razı olarak, dön Rabbine" (Fecr, 27-28).
Bil ki Allah Teâlâ,
dünyaya meyledenlerin halini anlatınca, Kenisini tanıma ve kulluğu yerine
getirme yolunu seçenlerin, halini anlatmak için: "Ey mutmain
nefis..." buyurmuştur ki, bununla ilgili olarak şöyle birkaç mesele var:[81]
Bu ifadenin takdiri,
"Allah, mü'min kuluna, "Ey o ruh, ey o can..." demiştir"
şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın ya, tıpkı Hz. Musa (a.s) ile dünyada iken
konuşması gibi, o kuluna bir ikram olsun diye, kuluyla bizzat konuşmasıdır,
yahut da bir melek vasıtasıyla kuluna hitab etmesidir. Kafffil şöyle der:
"Her ne kadar bu hitap, zahiren bir emir ise de, mana bakımından bir haber
cümlesi olup, takdiri, "Şüphesiz nefis mutmain olduğu zaman, Allah'a
döner. Allah da ona, "Kullarım arasına, cennetime gir" der"
şeklindedir." Kaffâl sözüne şöyle devam eder: "Emir cümlelerinin,
haber cümlesi manasında kullanılmaları, arap dilinde pek çoktur. Bu, mesela
arapların, "Utanmasan, istediğini yap", yani, "o zaman
istediğini yaparsın" şeklindeki sözleri gibidir."[82]
"İtmînân",
"karar kılma - sebat etme" demektir. Bu karar kılışın nasıl olduğu
hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Nefsin
(ruhun), Hak ile içice yaşaması ve onu, hiçbir şek-şüphenin yenip, mahcup
edememesi... Bu, "Fakat kalbim
mutmain olsun diye (bunu istiyorum)" (Bakara, 2/260) ayetinden
anlaşılan manadır.
2) Emîn,
kendisine güvenen nefis, hiçbir korku ve kederin kendisini rahatsız etmediği
bir candır. Bu tefsiri, Ubeyy b. Ka'b (r.a)'ın “Yâ
eyyetuhe’n-nefsu’l-mutmainneh” şeklindeki kıraati da destekler. Bu hususiyet,
nefse bazan ölüm esnasında, "Korkmayın,
üzülmeyin. Cennetle müjdelenin (müjdeler olsun cennet sizin)"
(Fussilet, 41/30) hitabını duyduğu zaman; bunun ba's (diriliş) esnasında ve hiç
şüphesiz cennete girerken hasıl olur.
3) Aklın
hakikatlerine de uygun bir tefsire göre şöyle diyebiliriz: Hem nakli, hem de
akli deliller, böylesi bir itminanın, ancak zikrullah ile meydana geleceğinde
mutabıktırlar. Bu husustaki nakli delil, "Dikkat
edin, ancak Allah'ın zikriyle kalbler mutmain olur" (Rad, 13/28) ayetidir. Akli delil ise, şu iki
şekildedir:
1) Aklî
kuvvet, sebepler zincirinde yükselmeye başladığında, her ne zaman zatı gereği
"mümkin" bir sebebe varıp ulaştığında, akıl, bu sebebin başka bir
sebebi olduğunu bilir, dolayısıyla burada durmaz, aksine herşeyden, daha üst
şeye geçip tırmanmaya devam eder. Derken bu tırmanış, ihtiyaçların son bulduğu,
zaruretlerin nihayete erdiği, zatı gereği vacibü'l-vücûd olan o yüce varlığa
varıp dayanır. Binâenaleyh ihtiyaçlar o yüce varlığın katında sona erince, akıl
da orada durur ve O'na yönelir ve artık O'ndan başkasına geçmez-yönelmez.
Binâenaleyh akli kuvvet her ne zaman, mümkin varlıklardan birine dikkat etse ve
ona yönelse, o şeyin yanında karar kılması imkansız olur. Fakat akıl,
vacibü'l-vücûd'un celaline bakıp, herşeyin O'ndan olduğunu anladığında ise,
bundan başkasına geçmesi imkansız olur. Böylece itminan'ın ancak
vacibü'l-vücûd'un zikri ile elde edilebileceği sabit olur.
2)
Kulun sınırsız ihtiyaçları vardır. Allah'ın
dışındaki herşey, Allah'ın imdadı müstesna, bekası ve kuvveti sonlu şeylerdir.
Sınırsız-sonsuz olan ise, sonlu ile kuşatılamaz. Binâenaleyh kulun sınırsız
ihtiyaçları karşısında, itminanın-istikrarın olabilmesi için, ancak Allah'ın
sonsuz kemalinin bulunması gerekir. Böylece marifetullahı, Allah'dan başka bir
maksad ile tercih eden hiçbir kimsenin mutmain olamayacağı; onun nefsinin de,
nefs-i mutmainne olamayacağı; ama marifetullah'ı, başka şey için değil, ancak
O'nun için isteyenin nefsinin ise, "nefs-i mutmainne" olacağı sabit
olur. Böyle olan herkesin ünsiyeti Allah Sübhanehû ve Teâlâ ile, arzusu,
Allah'a yönelik; bekası yine Allah ile, sözü Allah ile beraber olmuş olur. İşte
bu sebeple de böylesi canlara, dünyadan ayrılırken, "Sen O'ndan razı, O,
senden razı olarak dön Rabbine" denilir. Bu, insanın, ancak ilahi tefekkür
kuvveti açısından veya tecrid ve tefridde (yani insanlardan uzak, tek başına
olmada) kamil olduğunda faydalanabileceği bir sözdür.[83]
Bil ki Allah Teâlâ,
Kur'ân-ı Kerim'de, mutlak "nefis"den bahsederek, "nefse ve onu düzenleyene..." (Şems,
91/7); "Sen nefsimdekini bilirsin,
ama ben senin nefsindekini bilemem" (Maide, 5/116); "Hiçbir nefis, göz aydınlığı olarak
kendileri için (cennette) neler sakladığını bilmez" (Secre, 32/17)
buyurmuştur. Bazan "nefs"i, kötülükleri alabildiğine emreden birşey
olarak niteleyerek, "Şüphesiz nefis,
alabildiğine kötülüğü emreder" (Yusuf, 12/53) buyurduğu gibi; bazan
da, "Levvâme" (çok kınayan)
(Kıyame, 75/2) diye tavsif etmiştir. Bazan da, bu ayette olduğu gibi,
"mutmainne" diye tavsif etmiştir.
Bil ki senin zatının
ve hakikatinin, bizzat kendisi (nefsi) "Ben yaptım. Gördüm. Duydum.
Öfkelendim. Arzu ettim. Hayal ettim. Hatırladım" gibi ifadelerinde
kendisinden "Ben" diye bahsederek işaret ettiğin şeydir. Fakat bu
işaretle kendisine işaret edilen şey, şu iki sebepten ötürü, şu gördüğümüz
bünye değildir:
1)
"Ben" demek suretiyle kendisine işaret ettiğin şey, bu belli bünye malum
değil iken, bazan malum olabilir. Halbuki malum olan (bilinen), malum
olmayandan başkadır.
2) Bu
bünyenin cüzleri, her an değişmektedir. Halbuki "ben" diye işaret
ettiğin şey, değişmemektedir. O halde, zarurî ve kesin olarak, benim yirmi yıl
önce mevcut olan şey olduğunu biliyorum. Halbuki değişen, değişmeyenden
başkadır. Binâenaleyh "nefis" (bazı), bu bünye değildir. Sen,
"Bir takım kimseler, "Nefis, cisim değildir. Çünkü biz, uzayabilen,
derinliği ve genişliği olan, belli bir yer tutan, bir hakikati bulunan bir
maddeyi bilmediğimiz halde, "Ben" demek suretiyle ona işaret etmeyi
düşünebiliyoruz. Halbuki malum olan, malum olmayandan başkadır"
diyorlar" diyebilirsin. "Nefis" ile ilgili karşı örüşe
verdiğimiz cevabı, Lubâbu'l-işârât adlı kitabımızda yer almaktadır.
Bazı kimseler de,
"nefs"in, cismanî bir cevher, latif, saf, enasır-ı erbaadan meydana
gelmiş kütlelere (maddelere) benzemekten uzak, nurani, semavi ve mahiyet
itibariyle süfli (yerel) maddelerden farklı bir şey olduğunu söylemişlerdir.
Binaenaleyh o cevher, bu kesif (maddi) bedene girdiğinde, beden can bulur. O
bunu terkettiğinde ise, beden ölür. Birinci takdire göre, "tedbir" ve
"tedbiri terketme" manasında, bu nefis, gelmekle dönmekle tavsif
edilebilir; ikinci takdire göre ise, gelme-dönme, hakiki manada olmuş olur.[84]
Eskilerden, nefsin
ezelî ve ebedî olduğunu iddia edenler vardır.
Bunlar, bu ayeti delil getirerek, "Bu,
ancak bedenden önce de mevcut olan birşeye söylenebilecek bir
sözdür" demişlerdir.
Bil ki bu iddia, bu
sözün ne zaman söylendiği meselesine dayanır. Bu hususta şu iki izah
yapılabilir:
1) Bu, ancak
insan ölürken, söylenmiş bir hitabtır. Buna göre bu, ruhların bedenlerden önce
(ezelî) olduğunu söyleyenlerin görüşünü kuvvetlendirir. Fakat ruhların (nefislerin),
bedenlerden önce oluşundan, onların kadîm (ezelî) oldukları neticesi çıkmaz.
2) Bu hitab,
öldükten sonra dirilişin gerçekleştiği ve kıyametin tahakkuk ettiği zamanla
yapılmıştır. Buna göre mana, "Rabbine, yani Rabbin mükafaatlarına dön,
kullarımın arasına, yani kendisinden çıktığın bedene gir" şeklindedir.[85]
Mücessime, Hak
Teâlâ'nın “İlâ Rabbike” "Rabbine" ifâdesine tutunarak, buradaki
“İlâ” harf-i cerrinin,
inkita-ı gaye (mesafenin sonu)
için olduğunu belirterek, Cenâb-ı Hakk'ın bir mekanda olduğunu iddia
etmişlerdir). Ama, bunun cevabı, ayet, "Rabbinin hükmüne, yahut Rabbinin
mükafaatına, yahut da Rabbinin ihsanına dön" takdirindedir. Biraz önce
bahsettiğimiz, akli kaideye varıp dayanan hakiki cevab ise şöyledir: Akli
kuvvet, kendi akli seyri içerisinde vâcibü'l-vücûd bir zata varıp dayanıncaya
değin, bir mevcuttan başka bir mevcuda, bir sebebten diğer bir sebebe geçip
durur. Böylece işte burada, gayeler-mesafeler son bulur, hareketler sona erer.
[86]
Ayetteki, “Râdiyeten
merdiyyeten” ifadesi, "verdiği mükafaatla sen O'ndan razısın; senin
dünyada yaptığın amellerden ötürü de O senden razıdır" manasınadır. Bunun
doğruluğunun delili, rivayet edilen şu husustur: "Rivayet olunduğuna göre,
bir adam Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında bu ayetleri okumuş, bunun üzerine Hz.
Ebû Bekir (r.a) "Ne kadar güzel" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) "Melek bu sözü sana da
söyleyecektir" buyurmuştur.[87]
"Haydi gir
kullarımın içine, gir cennetime" (Fecr, 29-30).
Bu ayetle ilgili
olarak iki mesele var:[88]
Bu ayetin, Hz. Hamza
b. Abdulmuttalib (r.a) hakkında nazil olduğu ileri sürüldüğü gibi, Mekkeli
müşriklerin çarmıha gerdiği Hubeyb b. Adiyy (r.a) hakkında nazil olduğu da
ileri sürülmüştür. Mekkeliler, Hubeyb'i çarmıha gererken Medine'ye doğru
çevirmişlerdi. Bunun üzerine Hubeyb, "Allahım, eğer katında iyi bir kul
isem, yüzümü, Senin beldene doğru çevir" dedi. Allah Teâlâ da, onun yüzünü
oraya, yani Mekke'ye (Kâ'be'ye) doğru çevirdi. Artık hiç kimse onun yüzünü
başka tarafa çeviremedi. Sen, nazar-ı dikkate alınması gereken şeyin, sebeb-i
nüzulün hususiliği değil, ayetin lafzının umumi manası olduğunu bilmektesin.[89]
Ayetteki, "Gir kullarımın
içine" hitabı, "Mukarreb kullarımın içine gir" demek olup, bu
kıymetli bir haldir. Çünkü yüce ve kutsi ruhlar, cilalı aynalar gibi olurlar.
Bir kısmı bir kısmına eklendiğinde, bir araya getirildiklerinde, aralarında,
cilalı aynaların birbirlerine karşı tutulmaları halinde ışığın birinden
diğerine aksetmesiyle meydana gelen duruma benzer bir durum meydana gelir.
Böylece de herbirinde ayrı ayrı gözüken şey, hepsinde birden gözükür. Tümünde
gözüken şey de, herbirinde ayrı ayrı gözükmüş olur. Velhasıl bu bir araya
gelme, saadetlerin tekamülüne ve ruhani derecelerin artıp büyümesine sebep olur
ki işte bu mana, Hak Teâlâ'nın, "Ama
o, ashab-ı yemin'den ise... Sana ashab-ı yemin'den selam olsun" (Vâkıa,
56/90-91) ayetinden kastedilen manadır ve bu ruhani mutluluğun ta kendisidir.
[90]
Daha sonra Hak Teâlâ,
'gir cennetime" demiştir ki bu da maddi mutluluğa işarettir. Ruhani
cennet, saidler hakkında, ölümden sonraya bırakılmayacağı için, Hak Teâlâ, “Fedhuli
fi ibadi” "Haydi gir kullarımın içine" buyurarak, bu ifadeyi tâ-i
takibiyye ile getirmiştir. Maddi cennetleri elde etmek ise, ancak büyük
kıyametin kopmasından sonra söz konusu olunca, “Fedhuli fi cenneti” buyurarak,
bu ifâdeyi fâ ile değil, vav ile getirmiştir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi
bilendir, salat-u selâm efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve ashabına
olsun (amin)![91]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/111.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/113.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/113.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/113.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/113-114.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/114.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/114.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/114.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/114.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115.
[15] Müslim, Zikr, 5-8 (4/2066).
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/115-118.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/118.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/118.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/118.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/118-119.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/119.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/119.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/119.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/120.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/120.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/120.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/121-122.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/122.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/122.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/122-123.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/123.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/123.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/123-124.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/1124.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/124.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/124.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/124.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/124.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/125.
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/125.
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/125.
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/125.
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/125-126.
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/126.
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/126-127.
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/128-129.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/129-130.
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/130.
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/130.
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/130.
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/130.
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/130-131.
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/131.
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/131..
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/131.
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/131.
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/132.
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/132.
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/132.
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/132.
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/132-133.
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/133.
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/133.
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/133-134.
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/134.
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/134.
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/134.
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/134-135.
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/135.
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/135.
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/135.
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/135-136.
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/136.
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/136-137.
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/137.
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/137.
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/137.
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/137-138.
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/138-139.
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/139.
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/139-140.
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/140.
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/140.
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/140.
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/140.
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/141.