- 89 -
Mushaf’taki
sıralamaya göre kitabımızın 89., Nüzûl sıralamasına göre 10., Mufassal sûreler
kısmının on ikinci grubunun ilk sûresi olan Fecr sûresi, Mekke’de nâzil olmuştur.
Âyetlerinin sayısı 30’dur.
Hamd yalnız ve
yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Salât ve selâm Allah’ın Rasûlü’ne,
O’nun pâk aile halkına ve ashabına olsun. Rabbimiz bizden kabul buyur. Çünkü
sen her şeyi işitensin, her şeyi bilensin.
“Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adıyla”
1.
Tanyerinin ağarmasına andolsun; 2. Zilhicce ayının ilk on gecesine
andolsun; 3. Her şeyin çiftine de,
tekine de andolsun; 4-5. Gelip geçen
geceye andolsun ki, bunların her biri akıl sahibi için birer yemine değmez
mi? 6-8. Ey Muhammed! Rabbinin, hiçbir
memlekette benzeri ortaya konmayan sütunlara sahip İrem şehrinde oturan Âd
milletine ne ettiğini görmedin mi? 9-12. Vadide kayaları kesip yontan Semûd
milletine, memleketlerde aşırı gi-den, oralarda bozgunculuğu artıran, sarsılmaz
bir saltanat sahibi Firavun’a Rabbinin ne ettiğini görmedin mi? 13. Rabbin
onları azap kırbacından geçirmiştir. 14. Doğrusu Rabbin hep gözetlemekteydi.
15. Rabbin denemek için bir insana iyilik edip, nîmet verdiği zaman, o: “Rab-bim
beni şerefli kıldı” der. 16. Ama onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye
göre verdiği zaman: “Rabbim bana hor baktı” der. 17. Hayır; yetime karşı cömert
davran-mıyorsunuz. 18. Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özenmiyorsunuz.
19. Size kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz. 20. Malı pek çok seviyorsunuz.
21. Ama yer, çarpılıp paralandığı zaman; 22. Melekler sıra sıra dizilip,
Rabbinin buyruğu gelince, 23. O gün, cehennem ortaya konur. O gün insan öğüt
almaya çalışır ama artık öğütten ona ne? 24. “Keşke bu hayatım için önceden bir
şey yapsaymışım” der. 25. O gün, hiç kimse, Allah’ın azap ettiği gibi azap
edemez. 26. Hiç kimse O’nun vurduğu bağ gibisini bağlayamaz. 27. Ey huzur içinde
olan can! 28. O, senden, sen de O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön! 29. Ey can!
İyi kullarımın arasına gir. 30. Cennetime gir.”
Kur'an-ı
Kerîmin seksen dokuzuncu suresi. Mekke'de inmiştir. Otuz ayettir. İsmini, ilk
ayetindeki 'fecr' sözcüğünden almıştır. fâsılası Ra, Dal, Bâ, Nûn, Mim, Elif,
Tâ harfleridir.
Sûre yine
öteki Mekkî sûreler gibi yeminle başlıyor. Fecre, on geceye, çift ve teke,
geçip gitmekte, sonu yaklaşmakta olan geceye yemin edilir. Yemin edilen bütün
bu varlıkların Allah’ın âyetleri olduğu-na, bu varlıkları yaratan, onlar
üzerinde egemen olan, onları buyruğu altında tutanın sadece Allah olduğuna, bu
varlıkların sadece Allah’a boyun büküp O’nun emirlerini yerine getirdiklerine
dikkat çekilir. İl-miyle, hikmetiyle, gücüyle, kudretiyle bütün bu varlıkları
yaratan, on-ları hareket ettiren, onlara hükmeden Allah size hükmedemez mi? Tüm
bu varlıkların hareket yasalarını koyan Allah sizin hayatınızın ya-salarını
bilmez mi? Sizin nasıl bir hayat programı takip edeceğinizi bil-mez mi? Hayır
hayır bütün bu varlıkları yaratan Allah bunları eğlence olsun diye
yaratmamıştır. Yarattığı bu varlıkların her birerinin sizi de ilgilendiren görevleri, fonksiyonları vardır. Onlar
Rableri tarafından kendilerine yüklenmiş olan bu görevlerini, fonksiyonlarını
yerine getir-mediği zaman sizin hayatınız biter. İşte varlıklar zincirinden
birisi olan sizleri de başıboş bırakmış değildir Allah. Elbette sizler için de
bir ya-sa, bir hayat programı belirlemiş ve yaşadığınız bu hayatın sonunda
elbette sizleri de o programa uyup uymadığınızdan hesaba çekecek-tir.
Allah sizin
için belirleyip seçtiği bu hayat programını sizden önceki toplumlara yaptığı
gibi elçisi vasıtasıyla size de bildirmiştir. Ve işte şu anda Rabbiniz dünyada
da, ukba’da da mutlu ve dengeli bir hayata ulaşmanız için sizi son elçisi
aracılığıyla bu programı yaşama-ya çağırıyor. Eğer Allah’ın bu dâvetini
kabullenir ve Allah’ın istediği bir hayatı yaşarsanız kurtulursunuz. Değilse
siz bilirsiniz. Allah’ın sizden istediği bu hayatı yaşayabilirsiniz, bunu bırakıp,
Allah yasalarını terk edip kendinizce bir hayat da yaşayabilirsiniz. Sonucuna
kendiniz kat-lanmak kayd u şartıyla dilediğinizi tercih edebilirsiniz. Ama
bakın size bu konuda örnekler vereyim. Bir yanlışa düşmemeniz için sizi
önce-den uyarayım. Şu anda sizin Benim dâvetime ve elçime karşı takındı-ğınız
vurdumduymaz tavrı takınan insanlardan örnekler vereyim de onların âkıbetlerine
muttali olun. Böylece akıllarınızı başlarınıza alın buyurarak Rahmeti bol olan
Rabbimiz Âd toplumundan, Semûd top-lumundan ve Firavun toplumundan örnekler
verir. Kendi âyetleriyle, kendi elçileriyle savaşa tutuşmuş toplumların
âkıbetlerini gözler önü-ne serer.
Müslümanların
zor günlerinde, dar günlerinde gelen bu sûre bir bakıma işkenceler altında
bunalmış garibanlara bir destek oluştu-rurken, onlara tepeden bakan müşriklere
de bir tehdit oluşturuyordu. Mekke’de dinlerinden döndürebilmek için kâfirler
bütün güçleriyle Müslümanların, garibanların üzerlerine çullanmışlardı. âdeta
her yön-den yağan işkenceler altında bunalmış, tazyik ve terör altında inleyen
mus’tazaf’lara bu sûre şöyle diyordu: Ey Müslümanlar! Ey Müslüman-lıkları en
büyük suç kabul edilmiş müslümanlar! Ey Rabbim Allah de-dikleri için suçlu
görülmüş müslümanlar! Ey Müslümanlıktan başka suçları olmayan Müslümanlar! Ey
sadece Müslümanlıklarından ötürü işkenceye
maruz bırakılmış Müslümanlar! Sakın üzülmeyin! Sakın ümitlerinizi yitirmeyin!
Sabredin! Yakında, hem de pek yakında gece gibi karanlık günler, zulüm ve
işkence dolu günler geçecek ve zafer gelecektir. Kurtuluş gelecek ve fecir
doğacaktır. Fecre ulaşacak ve mutlaka bayramı soluklayacak, zaferi kucaklayacaksınız.
Bir bakın
gerinize! Âd kavmi, Semûd kavmi, Firavunlar, Nem-rutlar ne oldu? Zalimleri,
müstekbirleri, Allah yerin dibine batırmadı mı? Onları kahredip inananları yeryüzüne
varis bırakmadı mı? Tüm despotları, tüm müstekbirleri imha edip cihanın
şarkında garbında inananları varis kılıp imâm yapmadı mı? Öyleyse siz de tıpkı
sizden önceki mü’minler gibi sabredin! Tıpkı selefleriniz gibi sizler de
Rabbi-nizin istediği gibi olma, Rabbinizin görmek istediği gibi olma konusun-da
dayanın, direnin, sabredin ki aynı neticeyi siz de kazanın diye on-lara
müjdelerde bulunurken, onlara zulmederek Âdlaşan, Semûdla-şan, Firavunlaşan
Mekke müşriklerine de şöyle bir tehditte bulunu-yordu: Ey kâfirler, ey zalimler
sizler de seleflerinizin âkıbetine hazır olun. Sizler de adım adım onların
sonlarına yaklaşıyor olduğunuzun farkına varın buyurarak mü’minlere bir destek,
kâfirlere de bir tehdit oluşturuyor Rabbimiz.
Daha sonra
sûrede izzet ve şerefin Allah’ta, Allah’a kullukta ol-duğu vurgulanır. İnsanın
bu konudaki sapması düzeltilir. İzzet ve şe-refi Allah dışında, Allah’a kulluk
dışında, Allah dininin dışında malda, makamda, servet ve samanda görerek mal
mülk sahibi olmayı, ma-kam mansıp sahibi olmayı izzet ve şeref sahibi olmak, imtihanı
kazanmış olmak zannedenlerin, bunlardan mahrum olmanın da şerefsizlik ve
imtihanı kaybetmişlik olduğunu zannedenlerin aldanmışlığı anlatılır. Bunların
her ikisinin de imtihan olduğu, Rabbimizin bazen ve-verek, bazen de alarak
imtihan ettiği ortaya konur. Daha sonra böyle vahiy bilgisinden mahrum
oldukları için yanlış kıstaslar kabullenmiş, yanlış değerlendirişler içine
düşmüş insanların yarın hesap kitap
dönemi pişman olacakları, dizlerini döverek keşke dünyada Rabbim tarafından
bana verilenleri kendimin zannederek, kendimden zannederek onlara
güvenmeseydim. Keşke onlarla ilişkimi Rabbimin istediği biçimde ayarlayıp,
onları Rabbimin istediği yerlerde harcayıp da bugünüm için hazırlıkta
bulunsaydım diye hasret ve pişmanlık duyacakları anlatılır.
En sonunda
da Rabbimiz razı olduklarını ve razı edeceklerini anlatır. Kitap ve sünnetle
kalpleri mutmain olmuş, Allah’ın kendilerine gönderdiği hayat programına
kalpleri yatışıp teslim olmuş kullarını razı etmek üzere cennetine koyacağını
ortaya koyuverir.
Sûrenin
âyetleri üzerinde yapacağımız kısa bir gezintiden son-ra inşallah âyetleri
tanımaya başlayalım.
Sûre,
üç ana konuyu kapsar: 1- Âd, Semûd,
Firavun kavimleri-nin akıbetleri, 2-
İnsanların mala aşırı düşkünlükleri, 3-
Ahiret, ahirette rahmet ve hüsrana uğrayacaklar. Sure, yemin ile başlamaktadır:
"An-dolsun fecre (tan yerinin ağarmasına), on geceye, çifte ve teke,
yürü-yüp gitmeye yüz tutan geceye. Bunda (bu anılan şeylerde) akıl sahibi için
bir yemin var, değil mi? (1-5). Bu ayetlerin tefsiri hakkında ve ö-zellikle
"çift" ve "tek" kelimeleri için birçok görüş ileri
sürülmüştür. Üzerine yemin edilen dört şeyin, Mekkeli kâfirlerin âhiretin ceza
ve mükâfatını inkârlarıyla ilgisi vardır. "On''dan kastedilen, ayın otuz
ge-cesinin her on gecesi; "çift" ve "tek"ten murad ise,
kâinatın bütün un-surlarını kapsar. Günlerin devri, gece ile gündüz, aynı
günlerinin tarihi olabilir. "Fecr", tan yerinin ağarması; "geçen
gece", güneşin çıkma-sıyla batmak üzere olan karanlıktır. Bu dört şey,
Kâdir-i Mutlak olan Allah'ın hikmetinin en güzel delilleridir.
Allah,
bu ayetlerde fecr vaktine, ayın fârklı durumlar aldığı ge-celere yemin etmekte,
böylece bu vakitlere dikkat çekmektedir. Başka yerlerde de gündüze ve gündüzün
çeşitli kısımlarına-kuşluk vaktine, -ikinci vaktine- yemin etmektedir. Böylece
zaman dilimlerinin tamamına dikkat çekilmiş olmaktadır. Zaman, bütün olaylar
için kaçınılmaz bir unsurdur. Geçmiş olayların hepsi zaman içerisinde akıp
git-miştir. Geçen bir ânı geri getirmek, hiç bir yaratığın imkânı dahilinde
değildir. İnsânoğlu, olayların geçtiği mekân unsurunun farkındadır ama zamanın
akıp gidişini çoğu zaman hesaba katmamakta, onu ha-tırlamamaktadır. Oysa her geçen
an, insanın ömründen geçmektedir; ömrünü eksiltmektedir. Ve akıp giden zaman
içinde ne büyük olaylar gelip geçmiştir: "Görmedin mi Rabbin ne yaptı Âd '
(kavmin)'e? Yüksek sütunlarla dolu İrem 'e? Ki şehirler arasında onun eşi
yaratılmamıştı. Vâdide kayaları oyan Semûd (kavmin)e? Ve kazıklar sahibi
Fi-ravun'a? (Kazıkları çakıp ordusuna çadırlar kurduğu veya insanları kazığa
vurarak, işkence ettiği için Firavun, bu sıfatları almıştır). Bunlar, ülkelerde
azmışlardı. Oralarda çok kötülük etmişlerdi. Bu yüzden Rabbin, onların üzerine
azap kırbacını yağdırdı. Elbette Rabbin gözetleme yerindedir" (6-14).
Gece
ve gündüzün nizâmı, ceza ve mükâfatın varlığına delil gösterildikten sonra,
onun muhakkak gerçekleşeceğini belirtmek için insanlık tarihinden delil
getirilmektedir. Âhirete iman etmeyenlerin akı-betine bir kaç m
Geçen
zaman, gece karanlığı gibi bu büyük olayları örtmüştür. Ama aklı olan, bunları
hatırlamalı ve onlardan ibret almalıdır. Gündüz işlenmiş olsun, gece işlenmiş
olsun, Rab Teâlâ yapılan şeylerin hep-sinden haberdardır. Zulmedip yeryüzünde
fesat çıkaranların uğraya-cağı âkıbet, yukarıdaki âyetlerde anlatılanların
âkıbeti gibi olacaktır. Ne var ki insanların çoğu bundan gaflet içindedir:
"Fakat insan böyle-dir; Rabbi, ne zaman kendisini imtihan edip ona ikramda
bulunursa, ona nimet verirse: 'Rabbim bana ikram etti' der. Ama Rabbi, onu
imti-han edip rızkını daraltırsa: 'Rabbim beni küçük düşürdü (perişan etti)'
der. Hayır, doğrusu siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula yemek vermeğe
(birbirinizi) teşvik etmiyorsunuz. Malı da pek çok seviyorsu-nuz" (15-20)
Mal,
mülk insan için bir imtihandır. Şeref ve zilletin ölçüsü dai-ma mal, para, mülk
olmuştur. Oysa Allah, insanları şükürde veya nankörlükte, sabırda, isyanda,
masiyet ve itaatte dener. Asıl olan iyiliktir. Gözünü mal hırsı bürümüş kötü ahlâklı
kişiler, yetimin malını yerler, yoksulu doyurmazlar. Kendileri yedirmedikleri
gibi, başkalarını da teşvik etmezler. Mirası hakça değil, zorbalıkla ele
geçirirler; helâl-haram, hak-bâtıl olup olmadığına bakmazlar. Bu ayetlerde
insanların mala düşkünlüğü anlatılıyor. Aslında malın azlığı da, çokluğu da
insan için bir imtihan vesilesidir. Malı kullanma hususunda da Allah'ın kendisini
gözetlediğini insan bilmelidir. O halde akıl sahibine yaraşan, mal ve dünyaya
olan bu aşırı tutkudan vazgeçmektir. Çünkü bir gün gelecek, malı kendisine
fayda vermeyecektir: "Hayır, (bu yaptığınız doğru değildir). Yer çarpılıp
parçalandığı zaman, melekler sıra sıra ol-duğu halde, Rabbin geldiği zaman. Ki
cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insanlar anlar, ama artık anlamının
kendilerine ne faydası var? (O zaman insan): 'Ah, keşke ben, bu hayatım için
(iyi işler yapıp) gönderseydim: ' der. O gün Allah'ın (vereceği) azabı hiç
kimse veremez. Onun (vuracağı) bağı kimse vuramaz; Ey, huzura eren nefis! Razı
edici ve râzı edilmîş olarak Rabbine dön! (iyi) kulların arasına gir! Cennetime
gir!"(21-30).
Mala
açgözlülüğünüz, dünya hayatına dalmışlığınız, size he-sap gününü unutturur.
Yaptıklarınız karşılıksız mı kalacak sanıyorsu-nuz? Hesap günü,
yaptıklarınızdan dolayı pişman olacaksınız, ama iş işten geçmiş olacak.
Resullere uymamakla ne büyük hata ettiğinizi anlayacaksınız, ancak artık
cehennem size hak olmuştur. Oysa ba-kın, iyi kullarıma da ben cenneti
va'detmiştim, Onlar, inanıp iyi amel-lerde bulundular; hak dine iman edip,
yalnız bana ibâdet ettiler; tam bir kalp itminanıyla bana bağlandılar; benim
rahmetimi umdular. İşte, onları cennetime koymam haktır.
İşte bu
minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek ta-nıyacağız inşallah.
Rabbim iman etmek üzere, amele dönüştürmek ü-zere anlatmayı, anlamayı ve dinlemeyi
hepimize nasip etsin inşallah.
1.
“Tanyerinin ağarmasına andolsun ki;”
Rabbimiz, fecre
yeminle söze başlıyor. Rabbimizin sonsuz ve sınırsız ilmini, hikmetini
anlatmayı murad buyurduğu zaman, isim ve sıfatlarına yemin ettiğini, gücünü, kudretini
bize göstermek istediği zaman da fiillerine ve yaratıklarına yemin ettiğini
görüyoruz. Burada da yarattığı âyetlerinden birisi üzerine yemin ediyor.
Dikkatler daha bir çekilsin diye, bu yeminlerden sonra anlatılacak konuları
daha bir dikkatli dinleyelim diye fecre yemin ediyor.
Sabah aydınlığının ilk
belirtisidir fecir. Kelime bizi farklı bir dünyaya götürüyor. Doğuda güneş
doğmadan önce dikine bir kırmızılık meydana gelir ki, bu fecr-i kazib, yalancı
fecirdir. Sabahın geleceğinin ilk habercisi, ilk müjdecisidir bu. Fakat henüz
güneş doğmamış, henüz sabah gelmemiştir. Bundan hemen sonra tümüyle ufku kaplayan
bir aydınlık başlar ki, işte bu fecr-i sâdıktır ve günün başlangıcıdır. Artık
gece bitmiş ve sabah başlamıştır.
İşte Allah
ona yemin ediyor. Anlayabildiğimiz kadarıyla bu fecir, zulmün, zulmetin,
karanlığın ve işkencenin bitmesinin beyanıdır. Sanki bu yeminle Rabbimiz biz
mü’min kullarına şöyle buyuruyor: “Ey Müslümanlar! Ey kullarım! Sakın endişe etmeyin!
Sakın üzülmeyin! Eğer Benim istediğim gibi kul olursanız, eğer sadece Beni
dinler, sadece Benim çektiğim yere gider, sadece Benim yolumda olursanız
bilesiniz ki mutlaka fecre ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki fecre
ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki bayrama ulaşacaksınız. Fecre yemin olsun ki
zafere ve kurtuluşa ereceksiniz. Yeter ki siz Benim is-tediğim gibi kul olun,
gerisini düşünmeyin!” Bundan sonra bakın Rab-bimiz bir yemin daha yapıyor, bir
yemin daha geliyor:
2.
“Zilhicce ayının ilk on gecesine andolsun;”
On geceye
de yemin olsun ki! Rabbimiz on geceye yemin ediyor. Bu on geceyle ilgili birçok
şeyler söylenmiştir. Bunun, itikafa girilen Ramazanın son on gecesi, Kurban
bayramı arefesi olan Zilhiccenin ilk on gecesi, Ramazan bayramı başlangıcı veya
Muharremin son on gecesi, zafere ulaşılmadan önceki son on gece, her ayın
karanlık gibi geçen ilk on gecesi olduğu söylenmiştir. Böylece diyebiliriz ki,
bütün gecelere yemin edilmektedir.
Bunun
mânâsı şudur: Üzerimizde bulunan geceler bunlardan hangisi olursa olsun, hangi
gecede bulunursak bulunalım, biz bunları Allah’ın istediği gibi değerlendireceğiz.
Bu gecelerde hep kullukta, kıyamda olacak, isyan etmeyeceğiz. Bu geceleri
onların sahibinin is-tediği gibi değerlendirecek ve sonunda fecre
ulaşacağımızdan emin olacağız. Bu geceleri bize lütfedenin arzularını
gerçekleştirecek ve sonunda zafere, bayrama ulaşacağımızı bileceğiz.
Üzerimizde taşıdığımız
karanlıklar, zulmetler, işkence, kötü hava ve terslikler on günler, on geceler
sürebilir. Ama bilelim ki fecir mutlaka doğacaktır. Uzun bir süre zulmet dönemi
yaşasak ta sabredeceğiz, imkânları değerlendireceğiz ve kesinlikle bir fecrin,
bir bayramın geleceğini bileceğiz. Ne olursa olsun unutmayacağız ki Allah’ın gücü
her şeye yeter.
On geceye
yemin ediyor Allah, ama miskin miskin yatılan, gafletle fevt edilen on gece
değildir bu geceler. Sabahı bekleme, fecri kucaklama, bayramı soluklama adına
çabalanan, çırpınılan, terlenilen, Allah’ın istediği gibi değerlendirilen,
Allah’ın istediği biçimde kendilerinde kıraatin gerçekleştirileceği bir on gece…
Kitapla beraber olu-nacak, kitapla diyalog kurulacak bir on gece. Allah kitabından
Allah’ın istediği gibi hayatı düzenlemek üzere mesaj alınacak bir on gece… Kıraatle
birlikte kıyamın gerçekleştirileceği bir on gece.
İşte böyle Allah’ın istediği
biçimde değerlendirilecek bir on geceden, kıyam ve kıraatin gerçekleştirildiği
bir on geceden sonra gelecek bir sabah, bir fecirden söz ediyor Rabbimiz. On
gecelik bir karanlıktan sonra gelen bir fecir, bir aydınlık. On gecelik bir
çileden, ıstıraptan, işkenceden, yoğun bir çaba ve çırpınıştan sonra erişilen
bir aydınlık.
Önce Hatice’de, sonra Ebu
Bekir’de, sonra Ali’de, sonra Zeyd-de sonra Bilal’da gerçekleşen bir aydınlık.
Hani duvarda, surda bir ge-dik açılır, ışık sızmaya başlar, sonra bir delik,
bir delik daha açılır ve nihâyet tüm duvarlar yıkılıp oda aydınlanır ya, işte
bunun gibi, önce bir evde, sonra evlerde, ardından mahallede, tüm şehirde, sonra
tüm ülkede ve dünyada güneşin doğacağı ve Allah’ın hâkimiyetinin gerçekleşeceği
bir fecir, bir bayram.
Güneşin doğuşu ve aydınlatışı da
böyledir değil mi? Önce en yüksek dağlar aydınlanır, sonra biraz daha alçak
tepeler, sonra dağlar, tepeler yırtılıverir de tüm şehir aydınlanıverir ya,
işte böyle yırtına yırtına, devire devire gelecek bir aydınlık ve zafer…
3. “Her
şeyin çiftine de, tekine de andolsun;”
Sonra bir
de çift ve teke yemin olsun ki! Peki acaba nedir bu çift ve tek? Acaba bu çift
ve teke yeminle neyi kastediyor, neyi anlatıyor Rabbimiz bize? Bu konuda da 36
görüş vardır. Meselâ tek Arafa günü, çift te bayram günüdür demişler. Arafa
günü tek gündür ama bayram günleri çifttir. Rabbimiz Bayrama ve bayram öncesi
onun muştusu olan arafe gününe yemin ediyor demişlerdir.
Veya burada kastedilen tek ve
çift rekatlı namazlardır. Kimi namazlar tek rekatlı, kimileri de çift rekatlıdır.
Öyleyse Rabbimiz tek ve çift rekatlı namazlara yemin ediyor. Yani zafere, fecre
ulaşmanın yolu namazdan geçer. Öyleyse aman ha namazlarınıza dikkat edin ki
fecre ulaşabilesiniz. Namaz kılarak tüm bedenlerinizde Allah’ı söz sahibi kabul
edin ki zafere ulaşabilesiniz. Namazla Allah’tan mesaj alıp hayatınızı onunla
düzenleyin ki kurtuluşa eresiniz.
Veya tek Allah’tır, çift de
mahlukâttır demişler. Rabbimiz hem kendi zâtına hem de mahlukâtına yemin ediyor
demişler. Veya tek 1,3,5,7,9 gibi tek sayılar, çift de 2,4,6,8 gibi çift
sayılardır demişler. Veya buradaki tek Safa’dır, çift de Merve’dir demiş...
O halde
diyeceğiz ki çift ve tek özelliği taşıyan kâinatta ne varsa hepsi bu yeminin
içindedir. O halde fecre yemin olsun ki fecre ereceksiniz! Ama şu on geceyi iyi
değerlendirin! Bu on geceyi kıyamla, kıraatle Allah’ın istediği biçimde
değerlendirin! Sonra teke ve çifte iyi dikkat edin. Tek tek iş yapın, birlikte
iş yapın! Tek tek okuyun, birlikte okuyun! Tek tek anlatın, birlikte anlatın!
Tek tek hareket edin, birlikte hareket edin! Geceyi, gündüzü güzel değerlendirin!
Tek olan Allah’ı dinleyin, çift olan insanlara yönelin. Tek olan Allah’tan
mesaj alıp mahlukâtı düzenleyin! Tek olan Allah’tan mesaj alın, çift olan insanlara
ulaştırın! Tek olan Allah’la çift olan varlıklar arası ilişkiyi iyi kurun.
Tek tek günleri, geceleri,
saniyeleri, dakikaları, imkânları iyi değerlendirin! Tek tek insanları, tek tek
âmirleri, müdürleri ele alıp yetiştirin! Yani tekle ve çiftle ilgili akla
gelebilecek her şeyi, her işi, her ameli Allah’ın istediği gibi düzenleyin ki
bayrama eresiniz, fecre ulaşasınız.
Tek tek
günleri, insanları, âmirleri, memurları, kuruşlarınızı, paralarınızı,
imkânlarınızı, terlerinizi, enerjilerinizi değerlendirirseniz mutlaka bayrama
erecek, zafere ulaşacaksınız, bundan şüpheniz olmasın diyor Rabbimiz. Sonra:
4-5. “Gelip
geçen geceye andolsun ki, bunların her biri akıl sahibi için birer yemine
değmez mi?”
Bir de
geçip gitmeye yüz tutmuş, bitmek üzere olan geceye yemin olsun ki! Bu gece,
önceki ayette zikredilen on gecenin son gecesidir. Rabbimizin kıyamda ve
kıraatte değerlendirilmesini istediği on gecenin son gecesi. Yani zulmetle
geçirilen on gecenin bitmek üzere olduğu, işkencenin sona ermek üzere olduğu
son gece. Rabbimiz değerlendirilmesi gereken bu on gecenin bitişini anlatan son
gecesine yeminle bize şunu anlatıyor: “Ey Müslümanlar! Ey kullarım! Ey on ge-celeri
kıyamda ve kullukta değerlendiren ve sonunda Benden zafer bekleyen, fecir uman
kullarım! Aman ha! Dikkat edin! Bu son geceyi iyi değerlendirin! Değerlendirdiğiniz
on gecenin son gecesine dikkat edin! Bu son gece çok önemlidir! Sakın u son
geceyi kaybetmeyin!”
Yani
neticeye varmadan bayram yapmaya kalkmayın! Bayrama ulaşmadan ulaştık zannedip
bayram yapmaya kalkmayın! Daha zaferi kazanmadan zafer sarhoşluğuna girmeyin!
Henüz zulmettesiniz. Henüz on gece bitmedi. Henüz her şey bitmedi. Daha yapacağınız
şeyler var. Üstelik bundan sonra yapacağınız şeyler çok daha önemlidir. Çok
daha dikkatli olmalısınız. Sakın atalete, tembelliğe dü-şüp işi bırakıvermeyin.
Sakın bayrama ulaştık, zaferle tanıştık zannederek işi bırakıvermeyin. İş bitti
diye sakın tembelliğe, atalete düşmeyin. Böylece iş bitmeden işin sonunda
kendinizi ele vermeyin. Zira unutmayın ki zamansız öten horozun başı gider.
Uhut’ta
böyle oldu. İş bitmeden bitti zannetti mü’minler. Zafere ulaşmadan zafere
ulaştık zannettiler. Son geceye, son ana dikkat edemediler. Bayrama ulaşmadan ganîmet
devşirmeye kalktılar. Her şey bitmeden yerlerini, mevzilerini terk ettiler.
Zafere ulaşmadan zafer sarhoşluğuna kapıldılar. İşte Uhut böyle oldu, Hama,
Afganistan, Cezayir de böyle oldu. Müslümanlar kıyamlarının son gecesine, son dönemine
dikkat edemediler. Henüz iş bitmeden, henüz kesin zafere ulaşmadan bayram
yapmaya kalkıştılar.
Cezayir’de bağımsızlık
kazanılma dönemine gelindiğinde, neredeyse iş bitmek üzereyken Fransızlar bundan
haberdar oldu ve "Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi" adlı bir
kitap yazıp, Cezayir’de bolca dağıttılar. Bunun üzerine Müslümanlar hedefi
kaybediyorlar. Havalara giriyorlar. Vay be! Biz neymişiz be! Biz neler
yapmışız, biz neler becermişiz diyerek gereksiz bir tatmin olma duygusu içine
girerek hedeflerini kaybettiler. Yapacaklarını unutup gevşeyiverdiler. Tabi
hemen işleri bitiverdi.
Dinleyicilerden
“bayram dinimizde ne anlama gelir” diye bir so-ru soruldu. Bu konuda
bildiklerimi söyleyeyim inşallah.
Bayram;
malın ve canın Allah’a izafesinin adıdır. Zaten bir kişinin hayatta sahip
olduğu iki şeyi vardır; malı ve canı. İşte kişi sahip olduğu bu iki değerini
Allah’a izafe ettiği an bayram yapmaya hak kazanmış demektir. Malı ve canı
konusunda Allah’ı söz sahibi bilen kişi bayram yapabilir. Ya Rabbi, malım da
senindir, canım da. Malım konusunda da, canım konusunda da yetki sana aittir.
Bedenini namazla bana hasret dedin, ediyorum, zekât ve infakla mal çıkar dedin,
çıkarıyorum. Şuralardan kazan, buralarda harca dedin, yapıyorum. Ye dedin,
yiyorum, yeme dedin, yermiyorum. Ramazanda yeme dedin, bak işte yemiyorum, ama
iftarda ye dedin işte yiyorum. Ben konusunda, bedenim ve sahip olduğum her şey
konusunda senin sözün geçer. Ben benliğimi, ben irademi sana teslim ettim.
Kendi adıma se-nin seçimini seçim kabul ettim. İşte bunu becerebilen kişi, malı
ve be-denini Allah’ın sözcülüğüne devredebilen kişi bayramı hak etmiş demektir.
Bayram;
kişinin hanımını ve çocuklarını Allah’ın emâneti bilebilmesinin ifadesidir.
Ramazanda kişinin helâliyle cinsi münasebet yapması yasaktır. Yerine göre
öpmesi bile yasaktır. Hanımlarımız biz-lerle, bizler de hanımlarımızla Allah’ın
istediği konumda, O’nun meşru gördüğü alanda ilişki kurmalıyız. Onlar bizi, biz
de onları Allah sınırları içinde kullanmalıyız. Bu konuda yetki sahibi
Allah’tır. Değilse; o benimdir, o benim hanımımdır, o benim kocamdır, binan
aleyh istediğim şekilde ondan istifade edebilirim, kime ne? Demeye hiçbir
kimsenin hakkı yoktur. İşte Ramazan boyunca ve tüm hayat boyunca bunu
be-cerebilen mü’min bayram yapmaya hak kazanmış demektir. Bayram o kişinin
hakkıdır.
Bayram;
niyette ihlâs ve samimiyetin ifadesidir. Çünkü oruç baştan sona niyetten
ibarettir ve sadece Allah’a aittir. Bir mü’minin oruçlu olduğunu sadece Allah
bilebilir. Eğer orucunda ve Allah adına yaşadığı tüm hayatında Allah için bir
niyet taşıyabilmiş ve bu niyetinde de samimi olabilmişse kişi, yâni niyetini
Allah’a hâlis kılabilmişse işte o zaman bayramı hak etmiş demektir. Tüm
hayatını Allah için yaşa-mayanlar, tüm hayatlarında Allah adına niyet taşımayanlar,
niyetleri bozuk olanlar bayramı hak edemeyen kimselerdir.
Bayram;
nefse hakimiyetin ifadesidir. Nefse söz geçirmektir, nefse dizgin vurmanın
sonucudur bayram. Nefsinin arzu ve istekleri doğrultusunda, nefsinin hevâ ve
hevesleri istikametinde bir hayatı terk edip; ya yemeyi içmeyi terk etmek türünde
negatif, ya da oruç tutmak, kurban kesmek, namaz kılmak, infak etmek,
paylaşmadan yana olmak türünde pozitif eylemler ortaya koymanın neticesidir bayram.
Nefis yaratılışı gereği hiçbir zaman bunları istemez. Ne salih amelleri icra
etmeye, ne de gayri salih amelleri terk etmeye razı olmaz nefis. O, hiçbir kayd
altına girmeden, Allah’ın haram helâl yasalarını dinlemeden sorumsuzca hareket
etmek ister. İpini koparmış bir deve gibi sere serpe, özgürce bir hayat yaşamak
ister. İşte böylece nefsine hakim olup onu Allah’ın istediği şekilde
dizginlerini eline alabilen kişi bayramı hak etmiş demektir.
Öyleyse
ey nefislerine hakim olabilen müslümanlar. Ey şu uzun ve sıcak Ramazan
günlerinde Allah adına oruç tutacağız diye varlık içinde darlık çeken
müslümanlar. Ceplerinde paraları olduğu halde, ellerinin altında her türlü yiyecek
bulunduğu halde, buz dolaplarında soğuk suları olduğu halde, onlardan istifade
imkânları ellerinde olduğu halde sırf Allah sebebiyle, Allah hatırına ellerini
onlara uzatmayan ve varlık içinde yokluk çeken müslümanlar. İşte bayram böylece
nefse hakim olanların hakkıdır. Buyurun bayram edin. Mübarek olsun bayramınız.
Çünkü
bayram; kurtuluş demektir. Dünyaya ve dünyalıklara kulluktan, mâsivaya,
Allah’tan gayriye kölelikten, mala mülke, makama mansıba, çoluğa çocuğa, babaya
anaya, ağaya patrona, yasalara yönetmeliklere, çevreye topluma, âdetlere
törelere, modaya topluma ve hasılı Allah’tan başka ger şeye ve herkese
kölelikten kurtuluşun ifadesidir. Herkese ve her şeye karşı hür, ama Allah’a kul
köle oluşun neticesidir bayram. Allah’tan başkalarına ait tüm ipleri, tüm
prangaları, tüm tasmaları, tüm bağları kırıp atabilmenin sonucudur bayram. Eğer
şu anda gözünüzde, gönlünüzde tüm mâsivanın değersizliği anlaşılabilmişse,
bayrama böyle bir ruh temizliği, böyle bir düşünce berraklığıyla çıkabilmişseniz
bayramınız mübarek olsun.
Evet,
bayram kurtuluş demektir dedim. İnsan kendisini ezen günahlarının yükünden
kurtulunca bayram yapmayı hak eder. Günahları terk edip rahatça Rabbine yönelebilen
kişinin hakkıdır bayram. Nitekim bir bayram hutbesinde Resûlullah efendimizin
üç kere âmin, âmin, âmin dediği rivâyet edilir. Sebebini soranlara da sevgili
efendimiz şöyle buyurmuşlardır: Cebrail; Ramazan gelip geçtiği halde
gü-nahlarını terk edip Rabbine kulluğa yönelemeyen, günahlarını affettiremeyen,
böyle bir fırsattan istifade edemeyen kimselere yazıklar ol-sun dedi, ben de
âmin dedim buyurmuşlardır. Demek ki Ramazan bü-yük bit fırsattır. Ramazanda
mü’min günahları terk edip Rabbine kulluğa koşacak ve kendisini, günahlarını
affettirecek ve sonunda da bu-nun bayramını yaşayacaktır. Bunu beceremeyenlerin
bayramı idrak etmiş olsalar da bayramları yoktur.
Bayram;
sabrın, sebatın sonucu demektir. Ya da zafere ulaş-manın sevincidir. Kulluk
yolunda sabredeceğiz. Haramlardan kaçın-ma gibi negatif, farzları yerine
getirme gibi pozitif bir sabır ortaya koyacağız. Allah’ın emirlerini icra ve
nehiylerinden uzak durma konusunda sabredeceğiz, bir daha sabredeceğiz, bir
daha, bir daha sabredeceğiz. Ramazanda sabır mektebinden geçeceğiz. Yeryüzü
kâfirlerinin doyumsuzca insanların ellerindekilere, ceplerindekilere uzandıkları,
müslümanların ağızlarındakileri bile alıp kendi doyumsuz ağızlarına götürmek
için çırpındıkları, bunun için savaşlar başlatıp kan dökmekten bile çekinmedikleri
bir dünyada bizler bırakın haramları helâl yiyeceklerimizden bile vazgeçerek
tüm dünyaya Allah için bir sabır dersi vereceğiz. Kendimizi Ramazanın sabır
mektebinde bileyeceğiz. İbadetlere devam konusunda sabredip dişimizi sıkacağız.
Her türlü dış zorlamalara karşı sabredip Allah’a kulluğumuzda geri adım atmayı
aklımızın ucundan bile geçirmeyeceğiz. Tüm yerli ve yabancı kâfirlerin,
tâğutların, zalimlerin baskılarına karşı sabredip Allah’ın istediği bir
hayattan vazgeçmeceğiz. Sabır budur zaten. Sabır her şart altında Allah’a
kulluğu sürdürmektir. İşte bunu becerenlerin hakkıdır bayram. Değilse her şart
altında değişik bir tavır takınan, geri adım atan, kulluğunu bozan kimselerin
bayramları yoktur.
Bayram;
hayatı düzenlemenin, yaşanacak hayatın Allah adına olması için Allah’a ahit
yenilemenin ifadesidir. Mü’min Ramazan mektebinde belli dönemlerde belli
şeyleri yapma alışkanlığını kazanacaktır. Meselâ iftar bekleyecek, sahur icra
edecek, Arafat’ta irfana ulaşmanın bilincine erecek, Meş’arde onu kuru bir
bilgi yığını olmaktan çı-karıp şuur haline getirecek, amele dönüştürecek,
uygulamaya koyacak, Mina’da da bu yolda karşısına çıkan tüm engelleri kurban
edecek noktaya gelecek. İşte hayatı böylece düzenleyeceğine dair Allah’a söz
vermenin, O’nunla ahit yenilemenin ifadesidir bayram.
Yine
bayram; işte bütün bunların neticesi olarak kulluğa kabulün ifadesidir,
teabbudün beyanıdır. Az evvel ifade ettiğim gibi Allah için orucunu
yaşayabilen, Allah’a kulluğunu Allah’ın istediği şekilde icra edebilen mü’min
Rabbi tarafından kulluğa kabul ediliyor. İşte Mevlâ beni kulluğuna kabul
buyurduğu için, kulluk şerefine eriştirdiği için ben bayram yapıyorum. Meselâ
Hz. İbrahim Allah’a O’nun istediği gibi kulluk icra etti. Allah’ın emrine
teslim olup O’nun adına oğlunu yatırıp kurban olarak boynunu kesmeye azmetti. Sen nasıl istersen ya Rabbi, dedi ve sonunda
bu teslimiyetiyle kulluğa kabul edildi de hemen bayram etti. Oğlu İsmail de
yine Allah’ın emrine teslim olarak babasının bıçağının altına yattı da o da
sonunda bayramı hak etti. Sizler de teslim olduysanız Allah’ın emirlerine,
sizler de teslim ettiyseniz çocuklarınızı Allah’ın emrine, sizler de bir şeylerinizi
kurban ettiyseniz Allah için, o zaman sizler de bayramı hak etmişsiniz demektir.
Bayram;
kişinin Kadir gecesini yaşamasının, Kadir gecesinde inmeye başlayan Kur’an’ın
kadr u kıymetini bilmesinin ifadesidir. Kur’-an’ın kadr u kıymetini anlayan,
Kur’an’sız müslümanlık olmayacağının farkına varan, Kur’an’ı eline alan, onu
hayatına indiren, indirgeyen, tüm hayatını onunla düzenleme yoluna giren kişi
bayramı hak etmiştir. Unutmayalım ki Kur’an’ın kadr u kıymetini bilemeyen bir
kişinin ömründe hiç Kadir gecesi olmadığı gibi, bayramı da yoktur.
Son
olarak bu sûrenin beyanıyla diyelim ki bayram; bir fecirdir. Zulmetten, karanlıklardan
sonra gelen bir aydınlıktır bayram. Çileden, ıstıraptan, işkenceden, yoğun bir
çaba ve çırpınıştan sonra erişilen bir aydınlıktır bayram. Hakkın hakimiyetini
gerçekleştirme ve zaferi kucaklama adına çalışılıp çırpınılan bir on gecenin
sonunda erişilen bir sevinç anıdır bayram.
Evet, son geceye de yemin olsun
ki!
“Bunların
her biri akıl sahibi için birer yemine değ-mez mi?”
Bu yemin
değmedi mi? Yemine değer değil mi bu konu? Akıl sahipleri bu yeminden de mi
ibret almayacaklar? Aklı olan kimselere bu kadar yemin yetmez mi? Aklı başında
olanlar için bu yeminler en büyük yeminlerdir. Ya da bu yeminleri ancak akıl
sahipleri anlar. Bundan sonra örnekler verecek Rabbimiz. On geceyi yaşayanları,
yaşamayanları, geceyi ve gündüzü Allah’ın istediği biçimde değerlendirip
değerlendirmeyenleri, eziyet çekenleri, yakılanları, gömülenleri anlatacak.
Bakın şöyle buyuruyor:
6. “Görmedin
mi Rabbin ne yaptı Âd kavmine?”
7. “Sütunlar
sahibi İreme?”
8. “Ki
ülkeler içinde onun benzeri yaratılmamıştı.”
Görmedin mi
Rabbin ne yaptı Âd'a, Âd kavmine? Görmedin mi ne yaptı Rabbin yüksek sütunlarla
dolu Âd-ı İreme. Âd kavminin mesire yeri, bağlık-bahçelik yeri olan İrem
yalancı dünyanın yalancı cennetiydi. Meşhur Şeddad’ın meşhur cenneti de
oradaymış. Âd toplumunu ve onlara yaptığını anlatacak Rabbimiz.
Rabbimiz Âd milletine, elçi
olarak Hz. Hud’u (a.s) göndermişti. Âd kavmi Yemen, Yemame, Cidde, Hadramut
arasında yaşamış bir kavimdir. Kur’an’ın bize anlattığına göre Âd toplumu, Arapların
yakından tanıdıkları, bildikleri, şiirlerine konu ettikleri bir toplumdur. 1970
lerde İngilizler bu bölgede Âd’ın helâk edildikleri bölgede bazı araştırmalar
yapmışlar, bazı bulgular elde etmeye çalışmışlar, ama azabın indiği, azabın
merkezi olan o bölgeye girmeleri mümkün olmamıştır.
İbni
İshak’ın rivâyetine göre Âd kavmi Umman’dan Yemen’e kadar uzanan geniş bir
bölgede, Ahkâf denen bölgede yaşıyordu. Bu bölgede meskun olan Âd toplumu tüm
civar ülkelere de hakim bir du-rumdaydı. Hâlâ şu anda bile Hadramut
taraflarında bunların evlerinin, barklarının, şehirlerinin, medeniyetlerinin
izlerine, kalıntılarına rastlanmaktadır.
Âd kavmi
gibisi, memleketlerde bir daha yaratılmamıştır. Çok güçlü, kuvvetli, otuz-kırk
metre boyunda insanlar… Cenneti dünyada arama sevdasına tutulmuş, cenneti
dünyada kurma, ya da dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılmış bir kavimdi.
Dünyayı kıble edinmiş, tüm plan ve programlarını dünya adına yapan bir toplum,
bir karakter... Bu karakterin, bu kıblenin tezahürü olarak da İrem’i görüyoruz.
Bağlar, bahçeler, eğlenceler, köşkler, kafesler, kanaryalar, kâşâneler... Hiç
ölmeyecekmiş gibi bir hayat yaşıyorlardı. Gündemlerinde Al-lah, Allah’a kulluk
yoktu. Gündemlerinde âhiret, ölüm, ölüm ötesi hayat yoktu. Canları ne istiyorsa
onu yapıyor, keyifleri istikâmetinde bir hayat yaşıyorlardı. Allah’ı da, O’nun
elçisini de dinlemiyorlardı.
Şuarâ
sûresinde de Hz. Hud’un (a.s) onlarla diyalogu şöyle anlatılır. Allah’ın elçisi
onlara şöyle diyordu:
“Siz her yüksek yere koca bir bina
kurup, boş şeylerle mi uğraşırsınız? Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar
mı edinirsiniz? Yakaladığınızı zorbaca mı yakalarsınız? Artık Allah’tan sakının
ve bana itaat edin. Bildiğiniz şeyleri size verenden sakının; davarları, oğulları,
bahçeleri ve akarsuları size O vermiştir. Doğrusu hakkınızda büyük günün
azabından korkuyorum” dedi. İster öğüt ver, ister öğüt verenlerden olma, bizce
birdir.”
(Şuarâ 128, 136)
Dünyayı
cennetleştirme cinnetine kapılmış olan bu toplum bu dünyada ne kadar
oturacakları, ne kadar kalacakları belli olduğu halde sanki hiç ölmeyeceklermiş
gibi her bir dağın başına villalar, köşkler, eğlence yerleri yapıyorlardı.
Oturamayacakları evler yapıyorlar, yiyemeyecekleri, tüketemeyecekleri servetler
topluyorlardı. Kendilerini ebedîleştirsin diye, hiç ölmeyelim ve ebediyen yaşayalım
diye evler, köşkler, dükkanlar, fabrikalar, iş yerleri yapıyorlardı. Adamların
öyle bir hayat programları vardı ki, sanki hiç ölmeyeceklerdi. Dünyaya bu
bağımlılıklarından, âhireti unuttuklarından ötürü de tuttukları zaman cebbarların
tuttuğu gibi tutuyorlardı. Tuttukları insanları zorbaların tut-tuğu gibi
tutuyorlardı. Güçsüzleri, mazlumları, garibanları kötü yaka-lıyorlar ve onlara
zulmediyorlardı. Tuttuklarının canını çıkarıyor, yakaladıklarının kanını
emiyorlardı. Âhirette yaptıklarının hesabının sorulacağına inanmadıklarından dolayı
hak-hukuk tanımıyorlardı. Dünyaya bağımlılıkları, doyumsuzlukları yüzünden
insanlara zulmediyorlardı.
Onların bu bozuk düzen
hayatlarını gören Allah’ın elçisi kendilerine şöyle diyordu: “Ey kavmim! Ey toplumum!
Böyle yapmayın! Allah’tan korkun! Allah’a karşı muttaki olun! Allah’la yol
bulun! Yolunuzu, hayatınızı Allah’a sorun! Hayatınızı Allah için yaşayın!
Yaptıklarınızı Allah’a lâyık yapın! Hep O’nun kontrolü altında olduğunuzu unutmadan
yaşayın! Allah’a kulluğunuzun bilincinde olun! Allah’ın koruması altına girip
O’nun istediği bir hayatı yaşayın! Rabbinize itaat edin! Hep O’nu dinleyin! Hesabınızda
hep Allah olsun!
Bunun için de bana tabi olun!
Rabbinizin sizden istediği kulluğu benden öğrenin! Ben sizin için Rabbimiz tarafından
seçilmiş ve görevlendirilmiş bir elçiyim. Ben kulluk örneğiyim. Allah sizden
istediği kulluğu benim şahsımda örneklemiştir. Ben bir kulluk modeliyim. Bana
bakın, beni izleyin, bana uyun ve benim gibi Rabbinize kul olun!” Bu sözlere
karşı müstekbirce bir tutum sergiliyorlar ve Allah’ın elçisine şöyle diyorlardı:
“Ey peygamber! Boşuna uğraşma! Boşuna
yorma kendini! Vaaz etsen de etmesen de, uyarsan da uyarmasan da fark etmez,
çünkü kesinlikle biz değişmeyeceğiz Bizim için uyarının varlığıyla yokluğu
birdir. Bizi ha uyarmışsın, ha uyarmamışsın. Biz kesinlikle seni
dinlemeyeceğiz, yolumuzdan, hayatımızdan, hayat programımızdan vazgeçmeyeceğiz.
Sen kendi işine bak ey Hud, biz ne yapacağımızı, nasıl yaşayacağımızı biliyoruz.”
Onlar, hayatlarına Allah’ı da, Allah’ın elçisini de, Allah’ın gönderdiği
mesajını da karıştırmamaya çalışıyorlardı. Allah’ın âyetleriyle mücâdeleye
tutuşuyorlar, Allah’ın elçisini yok etmeye soyunuyorlardı. Bakın kendilerinin
kurtuluşu için gelmiş bir Allah elçisine şöyle diyorlardı:
“Bize
yalnız Allah’a kulluk etmemizi, babalarımızın taptıklarını bırakmamızı söylemek
için mi geldin? Doğru sözlülerden isen haydi bizi tehdit ettiğin azaba uğrat” dediler.”
(A’râf 70)
Diyorlar ki: “Ey Hud! Bizi yalnız
Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Bizi babalarımızın dinledikleri tanrılarımızı
terk edip yalnız Allah’ı dinlemeye çağırmaya mı geldin? Bizi öteki
tanrılarımızdan vaz-geçirip sadece Allah’a kulluğa çağırmaya mı geldin? Yani
şimdi bizler sadece Allah’ı mı dinleyeceğiz? Sadece O’na mı kulluk edeceğiz? Pe-ki
o zaman bizim öteki İlâhlarımız ne olacak? Öteki tanrılarımız ne olacak? Nereye
koyacağız onları?”
Bu âyetten
anlıyoruz ki, Âd kavmi Allah’ı bilmeyen, tanımayan bir toplum değildi. Allah’ın
elçisine: “Ne yâni ey Hud! Durup dururken bir Allah mı çıkardın? Durup dururken
bize yeni bir Allah mı bulup gel-din? Bu da nereden çıktı? Bugüne kadar hiç
duymadığımız, hiç bilmediğimiz bir Allah mı çıkardın?” demiyorlar da, şöyle
diyorlardı: “Ey peygamber! Bizi sadece O’na kulluğa mı çağırıyorsun? Öteki
İlâhlarımızı terk edip sadece O’nu dinlemeye, egemenlik hakkını sadece O’na
vermeye, hayatımızda söz sahibi olarak sadece O’nu kabule mi çağırmaya geldin?”
Yani Allah’ı biliyorlardı,
tanıyorlardı, hattâ zaman zaman O’na kulluk da ediyorlardı, ama hayatlarında
yetkili gördükleri başka Rableri, başka İlâhları da vardı da, onları da
dinlemek zorunda olduklarını söyleyerek sadece Allah’a kulluğa yanaşmıyorlardı.
Tamam İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı olarak Allah’ı da
dinleyelim. Hayatımızın ibadet bölümünde O’nu dinleyelim ama hayatımızın öteki
bölümlerinde söz sahibi olan öteki İlâhlarımızı da dinlemek zorundayız diyorlardı.
Bakıyoruz,
şimdikiler de aynı şeyleri söylüyorlar. Tamam Allah yücedir, Allah büyüktür,
ama yerinde dursun. O bizim hayatımıza karışmasın, diyorlar. Tamam Allah’tır,
Rabbtır, İlâhtır, yücedir, severiz, sayarız ama hayatımıza karışmasın. Tamam
hayatımızın belli bölümlerinde Allah’ın yasaları geçerlidir. Namaz, oruç,
abdest gibi konularda Allah’ı dinleriz, ama hayatımızın öteki bölümlerinde
bizim kendi ya-salarını uygulamak zorunda olduğumuz başka Rablerimiz, başka
İlâhlarımız vardır. Meselâ hukuk konusunda başka Rablerimiz var, eğitim
alanında başka tanrılarımız, kılık-kıyafet konusunda başka Rablerimiz var,
diyorlar. Tamam İlâhlardan bir İlâh olarak, tanrılardan bir tanrı o-larak
Allah’ı da dinleyelim, Allah’a da kulluk edelim, ama bizim hayatımıza karışan
başkaları olduğu için sadece O’nu dinlemeye, sadece O’na kulluk etmeye, sadece
O’nun yasalarını uygulamaya hayır, di-yorlar. Zaten tarih boyunca Allah
konusunda hiç itiraz çıkmamıştır. Hattâ hayatın bazı alanlarında O’nu dinleme,
O’na itaat etme konusunda da pek itiraz yoktur. Ama hayatın tümünde sadece
Allah’ı dinleme, hayatın tümünde sadece Allah’a kulluk dediniz mi, öteki sahte
İlâhları, sahte tanrıları reddettiniz mi, işte itiraz burada çıkmaktadır. Dün
de, bugün de bu hep böyle olmuştur.
Âd kavmi
işte böyle bir toplumdu. Peki acaba Rabbimiz onları bize niye anlatıyor? Kur’an
bize önceki kavimleri niye anlatır? İbret alalım da onların yanlışlarına
düşmeyelim diye. Zira bizim içinde bulunduğumuz toplum bir yönüyle, ya da birden
fazla yönüyle onların toplumuna benzeyebilir. Eğer böyle bir toplum içinde
bulunuyorsanız, siz de o toplumda peygamberin yanında yer alın, peygamber gibi
davranın, peygamberin misyonuna sahip çıkın ki kurtulasınız. Değilse Allah’ı ve
elçisini diskalifiye eden, Allah’ı ve elçisini hayatlarına karıştırmayanlar
gibi olursanız, kesinlikle onların helâklerine siz de hazır olun deme adına
Allah onları bize anlatır.
Meselâ içinde bulunduğumuz toplum
Nuh’un (a.s) toplumu gibi küfürde ısrarlı bir toplum olabilir. 950 sene
peygamberi uğraştıran ama yine de yola gelmeyen ve hattâ çocuğunun elinden tutup
ona: “Oğlum, yavrum, bu adam Nuh’tur! Peygamber olduğunu ve bizim ha-yatımızı
reddettiğini iddia ediyor. Bu bizim ezelî ve ebedî düşmanımızdır. Yarın, öbür
gün eğer ben ölürsem sana vasiyetimdir, benden sonra sakın bu adama iman
etmeyesin” diye çocuklarına küfrü vasiyet eden ve Peygamberin karşısına geçip: “Bırak
bizim yakamızı ey Nuh! Seni de, getirdiğin mesajı da duymak istemiyoruz!” diyen
bir top-lum olabilir. Veya işte burada olduğu gibi içinde yaşadığınız toplum Âd
kavmi gibi dünyayı kıble edinmiş, dünyayı Cennetleştirme cinnetine kapılmış,
tüm programını dünya adına yapan, âhireti, hesabı, kitabı gündeminden çıkarmış,
keyfine göre hayat yaşayan bir toplum olabilir. Hangi toplum içinde olursanız
olun o toplumun elçisi gibi olun, o toplumların düştükleri yanlışa düşmeyin deme
adına Rabbimiz bunları bize anlatıyor.
Âd kavminin
en belirgin özelliği budur. Günümüz Müslümanları açısından çok önemli olduğu
için tekrar tekrar bu konuya dönmek zorundayız. Âd kavmi, cenneti dünyada
arama, kurma cinnetine kapılmış bir kavimdi. Yahut dünyayı cennetleştirme
sevdalısı bir topluluktu. Dünyaya kazık çakma sevdalısı, tüm plan ve
programları dünyaya yönelik bir toplumdu. Dünyada mutlu olalım da, dünyada zevk
içinde bir hayat yaşayalım da gerisi ne olursa olsun. Varsa da, yoksa da işte
bu hayat vardır. Bunun dışında başka bir hayatın varlığına inanmıyoruz. Burada
kâm almaya bakalım. Burada her arzumuzu do-yurmaya bakalım” diyen ve sadece
burada kalacak, âhirete intikal et-meyecek şeylerin peşine takılmış, gece-gündüz
şehvetleri peşinde solucanlar gibi kıvranan bir toplumdu. Hayatları, evleri,
barkları, zevkleri, eğlenceleri, bağları, bahçeleri kıbleleştirdikleri
dünyacılıklarına göre şekillenmiş bir toplumdu…
Bir
sapıklıkları daha vardı, d da levhaları, işaretleri değiştirip vurgunlar düzenlemekti.
Yolların işaretlerini, işaret levhalarını değiştirip, yol bilmeyen yolcuları
sarp yerlere çekip oralarda soyuyorlardı. Bizde de aynısı yok mu şimdi? Şu anda
dünyayı kıble edinenlerin ay-nı şeyleri yaptıklarını ve işaret levhalarını
değiştirerek insanları soyduklarını görüyoruz. Şu reklamlar, şu vitrinler,
vitrinlere yazılanlar, du-varlara yazılanlar, şu levhalar da aynı şeyler değil
mi? Bunlar da aynı hedefi gerçekleştirmek için çalışmıyorlar mı? Bunlar da
levhaları değiştirip insanları soymak için çırpınmıyorlar mı? Taktik aynı
taktik değil mi?
Şunu mutlaka almak zorundasınız!
Şu her evin mutlak ihtiyacıdır! Bunsuz yaşanmaz! Bunlar yeni modellerimiz!
diyenler ne yapmaya çalışıyorlar? Adam diyor ki: “Hanımlar! yatağınızı mutlaka
değiştirin!” İşte ters yazılmış bir levha! Sana ne benim yatağımdan! Üç yıl
daha yatarım bu yatakta. Seni ne ilgilendirir benim yatağım? Hayır! Adam
soyacak ya, levhaları, işaretleri değiştirerek vurgun yapma niyetinde.
“Efendim her evin mutlak
ihtiyacıdır!” Sana ne benim evimden ya! Ev benim ya! Bir başka levhacı: “Hanımlar!
Sizleri düşünüyoruz!” diyor. Sana ne el âlemin hanımından!? Hayır, levhalar,
işaretler değişecek, yollar yazar kasalara çıkacak, insanları yazarkasaların
önüne uğratacaklar ve orada soyacaklar. Kadınlar yazarkasaların önünde sağılacaklar.
Sütlerini sağacaklar, ceplerindekini alacaklar, sonra da: “Tamam abla! A! Ayıp
ettin beyefendi! Sen cebindekileri ver, gerisine taksit yaparız” diyecekler. Yani
şimdi git biraz daha paralan, gel onu da sağalım diyecekler. Borcu bitmek
üzereyken de karşısına yeni ye-ni şeyler çıkarıp: “Bak sizin için şunları da
hazırladık, bunlar yeni model, bunları da almalısınız, şunları da almalısınız.”
Bugün de insanlar levhaları,
tabelaları, vitrinleri değiştirip insanları aldatıyorlar. Âd’ın, Semûd’un
yaptığıyla şimdikilerin yaptığının ne farkı var sanki? Âdi insanlardı Âd
kavminin insanları. Âdi insanlar, haksız yere, haram yollarla insanların mallarını
yiyorlardı.
İşte şu
anda da görüyoruz ki reklam yollarıyla zorla insanlara mal satmak, insanların
mallarını bâtıl yolla yemek isteyenler var. Hem de Âd kavmini elli kere
sollamış olarak. Biz sizi düşünüyoruz diyerek insanların ceplerine el atıyorlar.
Beni düşünmüyor adam aslında da kendi cebini düşünüyor. Beni düşünüyorsan bırak
el atma cebime! Sana ne benim yatağımdan, yorganımdan? Sana ne benim cebimden?
Sana ne benim kasamdan, kesemden? İşte böyle reklam yoluyla aslında ihtiyaç
olmadığı halde, efendim her evin mutlak ihtiyacıdır, herkes almalıdır, her kola
bir saat, her duvara bir saat, her masaya, her eve bir saat, her eve bir araba,
her koltuğa bir insan, herkese bir konu, herkese bir koleksiyon, her kola bir
nişane, her sokağa, her caddeye, her mutfağa, her yatak odasına… diyerek
insanların malları haksızlıkla yenilmeye çalışılmaktadır. Efendim her yakaya
lâzım, her geline, her damada lâzım, her parmağa lâzım vs vs…
Düşünün Türkiye’de yetmiş milyon
insanın parmağındakiler bir anda sermayeye dönüşüverse, eminim ki pek çok
fakirin hayatını kurtaracaktır. Meselâ talebe kesiminin veya okur-yazar-çizer
kesiminin bir kere bile okumadan alıp kütüphanelerine attığı kitapları bir dü-şünün.
Bunları bir anda sermayeye dönüştürüverseniz kaç fakirin ge-çimidir? Kaç
fakirin kaç yıllık geçimi değil mi? Ya da çay bahçelerinden, çay tarlalarından,
çay fabrikalarından, çay demleme zamanların-dan, demlenme zamanlarına, çay
bardaklarını yıkama zamanlarına kadar gömülen zamanları, emekleri bir düşünün.
Âd kavmi
böyle Allah’la, Allah’ın elçisiyle savaşa tutuşmuş, Allah’tan gelen hayat
programını reddederek kendi pis dünyalarından vazgeçmeyen bir toplumdu. Kendilerini
ısrarlar uyararak hakka dâvet eden Peygamberlerine dediler ki:
“Ey Hud!
Haydi bize ne getireceksen getir de görelim. Biz seni de, senin getirdiğin
mesajı da reddediyoruz. Bu tavrımıza, bu şirkimize karşılık haydi buyur ne
getireceksen getir. Azap mı getireceksin? Taş mı yağdıracaksın? Ateş mi
göndereceksin? Azap mı edeceksin? Haydi ne yapacaksan yap,” diyorlar. Cahiller
Allah’tan istenmesi gere-ken, Allah’tan beklenmesi gereken şeyleri de
peygamberden bekli-yorlar. Allah’ı da, peygamberi de bilmiyorlar. Bilselerdi
zaten iman e-derlerdi. Tıpkı Hudeybiye’de yapılan anlaşmanın başına: “Rasulul-lah
Muhammed” ibaresinin yazılmasına bozulup da: “Ey Muham-med! Eğer biz
bunu kabul etmiş olsaydık zaten burada bu anlaşmayı yapmazdık” dedikleri gibi. Onlar
Peygamberden azap isteyince, Hâkka sûresinde anlatıldığı gibi:
“Allah o
fırtınayı üzerlerine yedi gece sekiz gündüz mûsâllat etmişti de, öyle ki, o
kavmi içi boş hurma kütükleri gibi orada yerlere serilmiş olarak görürdün.”
(Hakka 7)
Rabbimiz onların üzerlerine sarsar denen şiddetli, çok
soğuk bir fırtına, yahut taş yağdıran, azgın, atiye bir fırtına gönderdi de taş
taş üstünde kalmadı. Her şeyi büküp büküp atıverdi. Allah o kahredici, helâk
edici, mahvedici rüzgarı bu kavmin üzerine yedi gün, sekiz gece mûsâllat kıldı,
emretti de sürekli o rüzgar esip durdu onların üzerinde. Yani salladı durdu
orayı. Her şeyi birbirine vurdu, her şeyi birbirine kattı, hepsi mahvoldular,
hepsi tuş oldular. Öyle ki sanki orada insan yaşamamıştı. İçi boş hurma kütükleri,
hurma kovanları gibi yirmi-otuz metre boyundaki insanlar yerlere
yıkılıvermişlerdi. Güçleri, kuvvetleri, kolları, pazıları, imkânları, malları,
mülkleri, medeniyetleri, evleri, köşkleri hiçbir işe yaramamıştı.
“Biz,
rahmetimizle, Hud’u ve beraberinde bulunanları kurtardık, âyetlerimizi yalan
sayarak inanmayanların kökünü kestik.”
Allah diyor ki, biz O’nu, Hud’u
ve beraberindeki inananları kurtardık. Onu ve getirdiği mesajını destekleyenleri,
peygamber safında yer alanları rahmetimizle kurtardık. Ama beri tarafta
âyetlerimizi yalanlayanları, âyetlerimizi işlemez hale getirenleri,
âyetlerimizi boşa çı-karıp onlarla ilgilenmeyenleri helâk edip kökünü kazıdık. Kendi
sistemlerine, kendi putlarına, kendi hayat tarzlarına tutunarak Allah sistemiyle
savaşa tutuşanların da kökünü kestik, diyor Rabbimiz.
Kim iman edecek, kim iman
etmeyecek aslında bunu biliyordu Allah. Aslında bunları yaratmadan da biliyordu
Rabbimiz. Ama işte böylece hem bu adamları kendi vicdanlarıyla yüzleştirmek,
hem insanlara bunları göstermek üzere dünyaya getirip denedi onları ve sonra da
köklerini kesiverdi.
Kendimizden
bir rahmetle, katımızdan bir rahmetle inananları kurtardık, diyor Rabbimiz. Demek
ki Rabbimizin rahmeti olmadıkça kurtuluş kesinlikle mümkün değildir. Bunu
hiçbir zaman hatırımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rahmeti ve rızası, desteği
olmadıkça ne bu dünyada, ne de ukbâda kurtuluşumuz kesinlikle mümkün değildir.
Yani bir dâvâ ki, arkasında Allah yoksa o dâvânın galip gelmesi kesinlikle
mümkün değildir. Öyleyse tüm mücâdelelerimizde Allah yasalarına uygun hareket
edelim ki Allah bizimle beraber olsun. Tavizler vererek, Allah’ın hoşlanmayacağı
yollara saparak Allah desteğini kaybetmemeye çalışalım.
9. “Vadide
kayaları kesip yontan Semûd milletine ne yaptı Rabbin?”
Rabbimiz, Âd’ın
başına gelenleri kısaca anlattıktan sonra şimdi de Semûd kavmini anlatmaya
başlıyor. Semûd kavmi, Âd kavminden sonra gelmiş, onların halefi olarak Medine
ile Kudüs arasında “Hicr” denilen bölgede yaşamış bir kavimdir. Hattâ Allah’ın
Resûlü, Tebûk taraflarına giderken yanındaki ashabına şöyle buyuruyordu: “Buradan
hızlı geçin, zira burası Semûd toplumunun kendilerine elçi olarak gönderilmiş
olan kardeşim Sâlih’in devesini katlettikleri yerdir. Burası azabın indiği
yerdir. Azap bölgesinde eğlenmeden yürüyün.”
Semûd’un en büyük şehirlerinden
birisi, belki de merkezi “Medayin-i Sâlih”tir. Bu şehrin
harabeleri üzerinde yapılan incelemelerden anlaşıldığına göre bu şehrin nüfusu
beş yüz bin civarındaymış. Bu toplum muhtemelen helâk edilen üçüncü toplumdur.
Kendilerinden önce sırasıyla Nuh kavmi, Âd kavmi helâk edilmiş ve onların
arkasından da bu toplum gelmişti.
Semûd’un
bir özelliği daha vardı, o da tüm hayırları, tüm menfaatleri reddetmek.
Hayırdan ve hayırlıdan hoşlanmayan bir toplum. Meselâ adama diyorsunuz ki, “İşte
şu ekmek temizdir, al götür ye bu-nu!” Hayır, adam illa da pislik yiyecek.
Tertemiz ekmeği değil de pisliği seviyor adam. Hayırlıyı reddetmek, temizden
nefret edip pisi sevmek gerçekten garip bir özelliktir. İşte Semûd kavminin
böyle bir karakteristik özelliği vardı. Allah, Semûd kavmine bir deve gönderdi…
Mûcize bir deve… Diğer develere benzemeyen, onlardan farklı, Allah’ın gücünü,
kudretini ortaya koyan bir deveydi bu. Toplum için de hayırdı, hayırlıydı,
bereketliydi. Hiçbir zararı yoktu bu devenin. Tek suçu süt vermekti. Süt
vererek tüm kavmi doyuracak özellikte bir deve. Üstelik bakmayacaklar,
beslemeyecekler, doyurmayacaklardı. Bir gün şehrin tüm sularını bu deve içecek,
ertesi gün de içtiği suyu süt diye kavme ikram edecek ve tüm toplumu doyuracaktı.
Söyleyin şimdi: Bu deve hayırlı mı, hayırsız mı? Bereketli mi, bereketsiz mi?
Böyle bir deve elbette hayırdan, bereketten ibaretti.
Ama alçaklar bu hayra tahammül
edemediler de bu deveyi katlettiler. Allah’ın bu hayrına, Allah’ın bu ayetine
tahammül edemediler de bu deveyi öldürüverdiler. Bu deveyi öldürerek yeryüzünde
Allah’ın bir ayetini yok etmek, silmek istediler. Allah’ın varlığını, Allah’ın
gücünü, kudretini hatırlatan bir ayetin görüntüsüne tahammül edemediler. Tıpkı
şu anda yeryüzünde varlığı hayır olan,
varlığı tüm dünya insanlığı için bereket olan, tüm suçu süt verip dünyayı
beslemek olan Müslümanları katletme adına tüm dünya kâfirlerinin soyunduğu
gibi. Şu anda yeryüzü Müslümanlarının bir tek suçları var. O da süt vermek.
Ürettikleriyle tüm dünyayı doyurmak. Ama bakıyoruz kâfirler bugün de hayırdan,
hayırlıdan, bereketliden hoşlanmıyorlar. Kâfirler bugün yeryüzünde
Müslümanların varlığına tahammül edemiyorlar. Tıpkı dün Allah’ın kendilerine
süt verip beslemesi için gönderdiği deveye, yâni Allah’ın böyle bir âyetinin
varlığına dayanamayıp da onu yok etmeye teşebbüs eden Semûd kâfirleri gibi.
“Bu deve mûcize bir devedir.
Yaratılışı mûcizedir. Allah onu bir kayalıktan çıkarıp yaratmıştır. Öteki
develerden farklı bir ayettir. Onun içindir ki yaratılışıyla ve varlığıyla
sürekli bize Allah’ı hatırlatıyor. Sürekli bizi Allah’la yüz yüze getiriyor.
Halbuki biz O’nu unutarak rahat bir hayat yaşamak istiyoruz. Görüntüsüyle bize
sürekli Allah’ı, âhireti, hesabı, kitabı hatırlatıp bizim iştahlarımızı kaçıran
bu deveyi mutlaka öldürmeliyiz. Bu ayeti mutlaka insanların gözleri önünden
silmek zorundayız. Bunu unutmak ve insanlara unutturmak zorundayız,” diyerek
Allah’ın bir âyetini yok etmek üzere bu deveyi öldürdüler. İşte şu anda da
günümüz kâfirleri aynı şeyi yapmaya çalışıyorlar. “Görüntüleri bize hep âhireti
hatırlatıyor. Varlıkları bize hep Allah’ı hatırlatıyor. Varlıkları, hayatları,
hayat programları, kılık-kıyafetleri, örtüleri, namazları, namusları, oruçları
hep bize sapıklığımızı hatırlatıyor. Müs-lümanca kimlikleri bizim küfrümüzü
açığa çıkarıyor. Programları, hayatları bizim programlarımızın uygulanmasına
izin vermiyor. Başka çaresi yok, bu Allah âyetlerini, bu Allah görüntülerini
yok etmek zorundayız.” diyorlar.
Sâlih’in
(a.s) kavmi olan Semûd kavmi hayırdan, hayırlıdan hoşlanmayan bir toplumdu.
Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçisine ve onun Allah’ı hatırlatmasına tahammül
edemeyen, Allah ve elçisiyle savaşa tutuşan bir toplumdu. Halbuki bunlar da
kendilerinden önceki toplumların yok edilişlerini görmüşlerdi. Bu adamlar Âd
kavminin torunlarıydı. Ne gariptir ki bu adamlar kendilerinden önce Nuh
kavminin suyla, Âd kavminin de dondurucu bir fırtınayla helâk edildiklerini
görmüşlerdi. Allah’ın gücünü, kudretini, Allah ve elçisine kafa tutanların
başlarına gelenleri biliyorlardı. Gördükleri, bildikleri bu tecrübelerden dolayı
bunlar kendilerinden öncekilerin âkıbetine uğramamak için yüksek kayaları,
kayalıkları yontarak yüksek yüksek barınaklar yapmışlar, evlerini, şehirlerini
yüksek kayalıkların arasında yontarak oluşturmuşlardı. Sudan etkilenmemek,
rüzgardan korunmak için böyle yaptılar. Böylece güya kendilerini garantiye
aldıklarını zannediyorlardı. Artık Allah’la tutuştukları savaşta, peygambere
karşı gerçekleştirdikleri mücâdelede Âd kavmini yakalayan rüzgar onları yakalayamayacak,
Nuh toplumunu helâk eden su onlara bir şey yapamayacaktı. Onun için bu
gerçekleri bildikleri halde yine de kendilerinden önce helâk edilen toplumların
yolundan gitmekten korkmuyorlardı.
“Biz onlar
gibi tedbirsiz değiliz” diyorlardı. “Onlar evlerini, şehirlerini düzlük
arazilerde kurdular ve Allah’ın deprem, sel ve diğer afetlerine yenik düştüler.
Ama biz onların yanlışlarına düşmeyeceğiz. Biz evlerimizi, yerleşim
merkezlerimizi dağ gibi kayalıkları yontup oralarda oluşturacağız ve böylece
hiçbir şeyden etkilenmeyeceğiz. Allah’la savaşımızda başarılı olacağız”
diyorlardı. Dikkat ediyor musunuz? Adamlar atalarının, dedelerinin başına gelenlerden
böyle bir ders çıkarıyorlardı. Onlar şöyle şöyle hata ettiler biz yapmayacağız…
Şimdi de aynısı değil mi? Onlar evlerini depreme dayanıklı yapmadıkları için
yenik düştüler. Bizler bundan ders çıkarıp evlerimizi şöyle şöyle yapıp Allah
karşısında yenik düşmeyeceğiz diyenlerin durumu da aynı değil mi? Halbuki
atalarımızın başına gelenlerden başka türlü dersler çıkarmalıydık. Onlar Rablerine
kulluktan çıktılar. Onlar Allah ve elçisiyle savaşa tutuştular, onlar dünyayı
kıbleleştirdiler, onlar âhireti gündemlerinden düşürdüler. Onlar Allah’ı ve
O’nun hayat programını unutup hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayata
yöneldiler de onun için bütün bunlar başlarına geldi. Bizler öyle yapmayalım.
Bizler bundan bir ders çıkarıp onların düştüğüne düşmeyelim demeleri gerekirdi.
Geçmişlerini yanlış yorumladılar.
Atalarının başlarına gelenleri yanlış değerlendirdiler. Evlerini onlarınkinden
daha sağlam, daha güvenilir bir zeminde kurarak güya Allah’a ve O’ndan gelebilecek
bir helâke karşı kendilerini emniyete aldıklarını sandılar. Ama Allah bir
sesle, bir sayhayla onları yok ediverdi. Rabbimiz hepsini bir rüzgarla, bir
depremle, bir suyla yok edecek değil ya! Allah’ın orduları çoktur. Göklerde ve
yerde ne varsa hepsi O’nun ordusudur. Bir sayha ordusuyla da onları yok
ediverdi Rabbimiz.
Semûd
kavmine de peygamberleri Sâlih (a.s) vasıtasıyla Allah hidâyeti, kulluğu, doğru
yolu göstermişti. Sanki Rabbimiz suç Bizim değil, Biz onlara gereken hidâyeti
gösterdik, diyor. Onlara doğru yolu, hakkı, kulluğu, hidâyeti gösterdik. Yani
durup dururken Biz onları helâk etmedik. Onlar helâki hak ettiler de onun için
helâk ettik, diyor Rabbimiz. Allah onlara hidâyeti, basireti, basiret yollarını
göstermiştir. Ama onlar körlüğü basirete, dalâleti hidâyete, kendi hevâ ve
heveslerini, kendi hayat programlarını, kendi keyiflerini Allah yasalarına
tercih ettiler. Kendilerinden öncekiler gibi körlüğü hidâyete, küfrü imana,
sapıklığı hidâyete tercih ettiler. Sâlih’e (a.s) ve onunla beraber iman edenlere
dediler ki: “Biz sizin inandığınızı inkâr ettik. Biz sizin iman edip
kutsadığınız her şeyi inkâr ediyoruz.”
Bu inkârlarını, küfürlerini açığa
çıkarmak için de Allah’ın bir mûcize olarak Sâlih’e (a.s) verdiği deveyi öldürdüler.
Hud sûresinin 65. âyetinde anlatıldığına göre devenin öldürülmesinden sonra
Sâlih (a.s) onlara üç günlük bir süre tanıdı. Üç gün yurtlarında istediklerini
yapabileceklerini söyledi. Çünkü bu süre içinde Allah’ın azabı gelip onları
yakalamıştı. Azabın geleceği gece onlar da Hz. Sâlih’e (a.s) saldırmayı ve onu
öldürmeyi planlıyorlardı. Ama Allah onları da başlarına gelen bir sayhayla, bir
yıldırımla, bir racfeyle veya geberin ge-beresiceler! diye bir sesle helâk
ediverdi. Allah yerlerini, yurtlarını bir sarstı ki, o kıyâmet kopsa da
yıkılmaz zannettikleri mağaralarını, binalarını yerle bir ediverdi. Allah’la ve
Allah’ın âyetleriyle savaşa tutuşan bir toplum daha yok olup giderken, Rabbimiz
onların içinden inananları da kurtardık, diyor.
Rabbinle
savaşa tutuşan Semûd’a Rabbinin yaptıklarını görmedin mi? Gözünle görür gibi
vahiyle buna muttali olmadın mı Peygamberim? Semûd’un başına gelenleri sizler
de görmediniz mi ey insanlar? Ne oluyor size? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Bütün
bunları Ben size ne için anlatıyorum? Sizler ne yapmaya çalışıyorsunuz? Yoksa
sizler de onlar güçsüzlerdi. Onlar dağınık toplumlardı. Allah onlarla baş
edebilmiştir. Ama şu anda bizim düzenli ordularımız var. Yer altı, yerüstü
filolarımız, tanklarımız, zırhlılarımız, füzelerimiz, atom reaktörlerimiz var.
Bizler şimdi Birleşmiş Milletleri oluşturduk, Nato’yu kurduk. Artık Allah
bizimle başedemez diyerek kendinizde güç-kuvvet görüyorsunuz da ondan mı
Rabbinizle, Rabbinizin yasalarıyla savaşa kalkışıyorsunuz? Kendinizi bir şey
zannederek mi Rabbinizin yasaları yerine kendi yasalarınızı hakim kılmaya
çalışıyorsunuz? Rabbimiz, gerek bu âyetlerin geldiği dönemin kâfirlerine,
gerekse asrımız kâfirlerine sesleniyor.
“Ey
insanlar! Unutmayın ki tarih boyunca helâke uğrayan toplumlar teknolojik ve
ekonomik yönden zayıf oldukları için helâke uğramış değillerdir. İşte size
anlatıyorum ki, onların helâk sebebi bu değildir. Aksine onların helâk sebebi
Benimle ve elçilerimle çatışma içine girmeleridir. Gündemlerinden Beni, dinimi
düşürmeleri ve kendi keyiflerince bir hayat yaşamaya yönelmeleridir. İnsanlar
Benim tarafımdan kendilerine verilen imkânlara, Benim tarafımdan
ulaştırıldıkları dünya güçlerine dayanıp güvenerek kendilerini Benim dinimden
müstağnî sayarak, hayat programlarını kendileri yapmaya kalkışarak dünyada
dilediklerini yapabilecekleri zannına kapılıp, kendilerini bir şey zannedip, gururlanıp
gerçek güç kaynağı olan Bana kafa tuttular. İşte helâk sebebi budur. Şimdi de
öyle diyor değil mi bu müstekbirler? Ar-tık insan çağ atlamıştır. Artık önceki
dönemler kapanmış, insan, rüş-dünü ispat etmiştir. Artık insan kendi kendine
yeterli olduğu, kendi kendine ayakta durabileceği, kendi sistemini kendisi
yapabileceği bir bilince ulaşmıştır. Binaenaleyh artık insanın Allah’a da,
Allah’ın kitabına da, Allah’ın elçisine de, Allah’ın hayat programına da
ihtiyacı kalmamıştır, diyorlar. Kalmış mı, kalmamış mı yakında göreceğiz?
10. “Kazıklar
sahibi Firavun’a ne yaptı?”
11. “Bunlar
ülkelerde azmışlardı.”
12. “Oralarda
çok bozgunculuk yapmışlardı.”
13. “Bu
yüzden Rabbin de onların üzerlerine azap kamçısını yağdırıverdi.”
14.
“Doğrusu Rabbin hep gözetlemekteydi.”
Bir de
Firavun’a ne yaptı Rabbin görmedin mi Peygamberim? buyurarak Rabbimiz şimdi de
yeryüzünün en büyük tâğutlarından birisi olan Firavun’a yaptıklarını anlatacak.
Kur’an bize ne Firavun’u, ne Nemrut’u, ne Ebu Leheb’i, ne de Ebu Cehil’i
anlatmak için gelmemiştir. Kur’an bize kulluğu anlatmak için gelmiştir. Biz
nasıl kul olacağız Allah’a, Allah bizden nasıl bir kulluk ister, işte Kur’an
bize bunu anlatmak için gelmiştir. Kur’an, kulluk kitabıdır. Bize kulluğumuzu
an-latma adına gelen bu kitap, zaman zaman bunlara da atıflarda bulunur. Hem
kulluğun sapma noktalarını göstermek, hem de kulluk yolunda karşımıza çıkan
engeller karşısında sabırlarımızı, cesaretlerimizi, imanlarımızı pekiştirmek
üzere zaman zaman bunları bize anlatır.
Düşünsenize,
Rabbiniz kazıklar sahibi Firavun’a ne yaptı? Ha-ni böyle zalim güçler
karşısında insan biraz korkar, bunların tehditleri karşısında insanın kalbine
bir ürperti gelir ya, eğer bu zalimlere karşı gelirsem, eğer bunların yasalarını
terk ederek Rabbimin istediği bir şekilde yaşarsam, eğer bu tâğutlara değil de
Rabbime kul olursam, eğer bu zalimlerin baskılarına, zulümlerine rağmen İslâm’ı
yaşarsam bunlar bana zulmederler, beni öldürürler, beni zindanlara atarlar veya
eğer Rabbimin istediği gibi giyinir, Rabbimin istediği biçimde bir hayat
yaşarsam çevrem beni dışlayıverir, ailem beni atıverir, ordular geliverir,
Firavunlar üzerime yürüyüverir gibi zaaflarımız gündeme gelir ya, işte böyle
durumlarda onların hiçbir değer ifade etmeyeceklerini, onların korkulacak
hiçbir güçlerinin, kuvvetlerinin olmadığını, onların da iplerinin kendi elinde
olduğunu anlatmak üzere bunları gündeme getiriyor Rabbimiz.
Firavun’u görmedin mi ne oldu?
Ona ne yaptı Rabbin? Hani Mûsâ’nın karşısında güçlüydü Firavun? Hani orduları
vardı? Hani askerleri, aveneleri vardı? Hani Müslümanlar bir avuçtu onun karşısında?
Hani mü’minler yardımcısız ve korumasızdı? Hani Mûsâ ve beraberindeki mü’minler
çok zayıftı, hani Firavun’un süper bir ordusu vardı? Hani onun gücü, kuvveti,
saltanatı vardı? Hani Firavun kazıklar sahibiydi! Hani onun orduları bir yerde
konakladıkları zaman tüm arz, çadır kazıklarıyla dolmuş gibi azametli görünüyordu!
Hani o Firavun dünyaya kazık çakma sevdasına kapılmış, hiç ölmeyecekmiş gibi
bir dünya kurmuştu. Ne oldu sonunda? Kim galip geldi? Firavun mu, yoksa Allah
mı? Firavun ve hempaları mı, yoksa Allah dostları mı? Görmüyor musunuz, düşünmüyor
musunuz? Anlamıyor musunuz? Bir düşünün de, kulluk yolunda engel olarak tüm
dünya sizin karşınıza çıksa bile zerre kadar korkmayın, diyor Rabbimiz.
“Kazıklar sahibi” ifadesinden kastedilen, bu
dünyaya kazık gibi çakılmış piramitlerdir. Çünkü Firavunlar öldükten sonra da
hegemonyaları, egemenlikleri devam etsin, öldükten sonra da insanlar onu
yaşatıp, onun yasalarını uygulasınlar diye piramitler, anıt mezarlar
yaptırırlardı. İşte buradaki kazıklar sahibi ifadesiyle kastedilen budur. Tüm
sahte tanrıların böyle piramitleri, anıt kabirleri vardır. Öyle olmasa onlar
tanrılaşamazlar, öyle olmasa unutulup giderler. Öyle olmasa kulluğa layık
görülmezler. Kulları onları böylece insanların gözünde tanrılaştırabilmek için
mozoleler, anıt mezarlar, piramitler yapmak zo-rundadırlar. Onlar, kullarının
korumasına, kullarının kendilerini yücelt-melerine muhtaç zavallı tanrı
taslaklarıdır.
Firavun
dünyaya kazık çakma sevdalısıydı da Rabbimiz böyle buyurdu. Adam dünyaya kazık
çakma sevdalısı birisiydi. Hiç ölmeyecekmiş gibi plan program yapıyordu. Malı,
mülkü, saltanatı ile ölümsüzlüğü arıyor, ölümsüzlüğü hedefliyordu. Kendini
dünyada ebedîleştirmek istiyordu. Allah’a, âhirete, âhiretteki hesaba, kitaba
inanmadığı için tüm hedefi dünyaydı.
Yeryüzünde
ölümsüzlüğü hedefleyen, bunun için de dünyayı kıble edinip tüm plan ve programlarını
dünyaya kazık çakma sevdasına bina eden, âhireti, hesabı, kitabı gündemlerinden
çıkaran bu hainler tuğyan etmişler, arabalarını kuma kaptırıp yoldan sapmışlar.
Tâ-ğutlaşmışlar, şeytan adamı, şeytan taraftarı olmuşlar. Ya da Hakkın
karşısında güç, bilgi iddiasında bulunmuşlar. Allah karşısında tıpkı şeytan
gibi güç iddiasında bulunmuşlar. “Ne yani, Sen varsan ben de varım! Senin
dediğin varsa benim dediğim de var. Sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum!
Senin cehennemin varsa bizim de hapishanelerimiz var! Senin meleklerin varsa bizim
de askerlerimiz var!” diyerek Allah’a kafa tutmuş, Allah yasalarını beğenmeyip
kendi yasalarını zorla insanlara dayatmış, Allah kullarını Allah’a kulluktan
koparıp ken-dilerine kul-köle edinmiş insanlardır bunlar.
Hz. Mûsâ’ya
galip gelebilmek için topladığı sihirbazlar sonunda Mûsâ’ya (a.s) ve Rablerine
iman edince, Firavun onlara şöyle diyordu:
“Firavun:
“Ben size izin vermeden mi O’na inandınız? Doğrusu bu halkı şehirden çıkarmak
için düzdüğünüz bir hiledir, fakat siz göreceksiniz.”
(A’râf 123)
Bakın
Firavun diyor ki: “Ben size izin vermeden ha! Ben-den izin almadan iman ettiniz
ha! Bana danışmadan, benim onayımı almadan Mûsâ’ya ve onun Rabbine secde
ettiniz ha! Benden izin almadan Allah safına geçtiniz ha! Benden izin almadan
peygamberle birlik oldunuz ha! Benden izin almadan beni ve benim yasalarımı
terk edip, bana kulluğu terk edip Allah’ın kulu oldunuz ha! Allah’ın yasalarını
benimkilere tercih ettiniz ha! Bana karşı baş kaldırıp Allah karşısında secdeye
vardınız ha! Bana hayır dediniz de Allah’a evet dediniz ha! Benden izin almadan
Allah’ı bana tercih ettiniz ha! Benden izin almadan peygamber Mûsâ’yı benim
önüme geçirdiniz ha! Halbuki sizi ben çağırmıştım. Sizler benim memurlarımdınız,
benim kullarımdınız. Ben tayin etmiştim sizleri. Mükâfatınızı, maaşınızı ben
verecektim. Sizler benim ülkemde yaşıyor, benim nîmetlerimden istifade ediyordunuz.
Sizleri ben yetiştirmiş, ben okutmuştum. Benim mekteplerimde okumuş, benim
diplomamı almıştınız. Beni desteklemeli, benden izin almalı, benden yana olmalıydınız.”
Dikkat
ediyor musunuz? Allah’a inanmak için bile Firavunlardan izin almak gerekiyor.
İnanan birisi olsanız bile imanınızı gündeme getirme, imanınızın amelini hayatınızda
görüntüleyip sergileme, imanlarınızı yaşama, inandığınız Allah’ın emirlerini
yerine getirme konusunda Firavunlara danışmak zorundasınız. Müslümanca bir
hayat yaşayabilir miyiz, yaşayamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde örtünebilir
miyiz, örtünemez miyiz? Allah’ın istediği biçimde nikâhlanabilir miyiz,
nikâhlanamaz mıyız? Allah’ın istediği biçimde mirasımızı paylaşabilir miyiz,
paylaşamaz mıyız? Allah ve Resûlü’nün istediği biçimde çocuklarımızı eğitebilir
miyiz, eğitemez miyiz? Allah’ın istediği biçimde yaşayabilir miyiz, yaşayamaz
mıyız? Tüm bu konuları Firavunlara sormak zorundasınız. Adım atarken bile
onların iznine muhtaçsınız. Onların izin vermediklerini kesinlikle yapamazsınız.
Şimdi de
çağdaş Firavunlar aynı şeyi demiyorlar mı? Sizler bi-zim kullarımız, bizim
vatandaşlarımızsınız. Nasıl giyineceğinize, nasıl yaşayacağınıza, nerede ve
nasıl okuyacağınıza, ne kadar örtüneceğinize, dininizi hangi sınıra kadar
yaşayacağınıza, ne kadarını anlatabileceğinize, nasıl bir kisveye
bürüneceğinize, nasıl bir hukuk uygulayacağınıza, ekonominizin nasıl olacağına,
bayramlarınızın, tatillerinizin neler olacağına biz karar veririz. Tüm
hayatınız konusunda bize danışmak, bizden izin almak ve bizim yasalarımıza
karşı gelmemek z-orundasınız, diyorlar.
Meselâ Müslüman bir kızcağız
Rabbinin istediği biçimde örtü-nüverdi mi hemen Firavunlar harekete geçerler.
“Bizden izin almadan örtündün ha! Bizden izin almadan bizim yasalarımızı çiğnedin
ha! Rabbini bize tercih ettin ha! Rabbinin yasalarını bizimkilere tercih ettin
ha!” diyerek onu bundan vazgeçirebilmek için ellerinden ne gelirse yaparlar.
Veya meselâ bir öğretmen okulda
talebelerine biraz fazlaca İslâm duyursa, tâğutların belirlediği ders
programını birazcık aşarak Allah’ın istediği biçimde bir din anlatımını
gerçekleştirse veya meselâ bir vaiz kürsüden cemaatine biraz açık din anlatsa,
halkın anlayabileceği bir şekilde Allah ayetlerini şerh etse hemen sorguya
çekerler. “Bizden izin almadan bunları bunları konuştun ha! Halbuki neleri
anlatacağını, ne kadarını anlatacağını biz belirleyecektik. Halbuki seni biz
tayin etmiştik. Sen bizim memurumuzdun. Senin maaşını biz veriyorduk. Seni
özellikle bize kulluk etsin diye, Mûsâ’nın karşısında, Mûsâ'ların karşısında
bizi savunasın diye seni okullarımızda eğitmiştik” diyerek onun hemen
Firavunlar tarafından sorgulandıklarını görürüz. Niye? Çünkü o tanrıydı. Egemen
oydu. Şu âyetler okunsun, şunlar okunmasın diye o izin verecekti. O belirleyecekti,
şu kadarı gündeme getirilebilir, şu kadarına gerek yoktur diye. Şunlar
anlatılsın, şu kadar anlatılsın, filânlar anlatsın, falanlar kesinlikle
anlatmasınlar diye…
Düzen
bozmuşlardı, ifsad etmişlerdi, fesadı çoğaltmışlardı orada. Yeryüzünde dengeyi
bozmuşlardı. Aslında düzen iddiasıyla yapıyorlardı bunu. Tüm yaptıklarını düzen
adına yapıyorlardı ama as-lında tüm yaptıkları bozmaydı. Tüm yaptıkları ifsattan
ibaretti. Zira dü-zen sahibi Allah’ın düzenini beğenmiyorlardı. Allah’ın düzenini
bil-miyorlardı. Allah’ın düzeninden habersiz kimselerin yaptıkları bozmadan
başka bir şey değildir. Ekonomi, ev tefrişi, kılık-kıyafet, eğitim, hukuk,
şehir planlaması adına yaptıkları her şey bozmaydı. Fıtratın dışında bir şeyler
getiriyorlardı ama hepsi bozmaydı.
Bu yüzden
de Rabbin onların üzerine kırbaç azabını, kamçı azabını döktü. Rabbin onların üzerlerine
azabını döküverdi. Azap gönderdi, azap indirdi değil, onların üzerine azabı
döküverdi. “Sab-be” bir şeyi tümüyle kaplayacak, ihata edecek biçimde bir
döküşü ifade eder. Bir madde, üzerine yağan karın altında kalsa, her yerini kar
kaplasa işte buna sabbe denir. Veya meselâ bir küreğin üzerine bir kamyon kum
dökülse ve kumun altında kürek kaybolsa, işte buna sabbe denir. Biz bu kelimeyi
Hz. Fatıma annemizin Resûl’ün vefatıyla söylediği bir şiirle de tanıyoruz.
Rasulullah’ı kaybetmenin üzüntüsüyle anamız diyor ki: “Elemler beni sabbe edip
örttü.”
Onların
üzerlerine Rabbin kırbaç azabını döküverdi. Yani bir kırbaç değil her taraftan
kırbaç yağıyor. Allah onların başlarına böyle bir azap yağdırıverdi. Çünkü:
Elbette ki
Rabbin görüp gözetendir. Elbette ki Rabbin gözetleme yerindedir. Kendiniz her
an O’nu göremiyorsanız bile, O sizi hep görmektedir. Yani hep O’nun murakabesi
altındasınız. Onu kandıramazsınız, atlatamazsınız. “Ya Rabbi ben değildim! Ben
yapmamıştım! Ya Rabbi ben öyle yapmak istememiştim! Ya Rabbi ben dünyada Âd
peşinde değildim! Ya Rabbi ben dünyada dünyayı kıble edinenlerden değildim! Ben
yaşadığım dünya hayatında tüm plan ve programımı dünyada bitecek şekilde
yapmamıştım! Ya Rabbi ben Semûd gibi de-ğildim! Semûd’u örnek almamıştım! Semûd
peşinde değildim! Ben dünyayı ebedîleştirme peşinde değildim! Ben hayırlıdan
hoşlanmayan, senin hayat programından hoşlanmayan, tâğutların yasalarına teslim
olarak onlara kulluk edenlerden değildim! Ya Rabbi ben çevreye, topluma,
âdetlere, modaya kulluk edenlerden değildim!” diyerek Allah’ı kandıramaz,
Allah’ı atlatamazsınız.
Buraya
kadar Rabbimiz Hak peşinde olanları, Hakka tabi olanları ve de şeytan peşinde
olanları anlattı. Bundan sonra da ey kullarım! Olanlar oldu, gidenler gitti.
Kimisi cehenneme, kimisi cennete gitti. Sizden öncekiler iyi, ya da kötü, hak,
ya da bâtıl yolda ömürlerini tüketip Allah’ın huzuruna gittiler. Şimdi şu anda
da sizler onların yerinde bulunuyorsunuz. Unutmayın ki burada imtihan sebebiyle
bulun-maktasınız. İmtihanda olduğunuzu asla unutmayın diyerek, bize kulluğumuzu
hatırlatarak uyarılarda bulunacak.
15. “Rabbin
denemek için bir insana iyilik edip, nîmet verdiği zaman, o: “Rabbim beni
şerefli kıldı” der.”
Fakat gafil
insan Allah’ın kendisine imtihan vesilesi olarak verdiğini imtihanı başardı da
öyle verildi zanneder. Allah’ın kendisine verdiklerini iyi bir Müslüman olduğu
için verildi zanneder. Ben iyi bir kul olduğum için bunlar bana verildi, der.
Ben Rabbimin imtihanını kazandığım için Rabbim beni bunlarla
mükafatlandırmıştır, der. Meselâ insanlardan kimileri Allah’ın kendilerine ilim
vermesinin bir imtihan gereği olduğunu, onunla yeni bir imtihanın başladığını
unutur da onunla insanlara hava atmaya kalkar. “Bu, bana benim iyi bir kul oluşumdan
ötürü verildi. Ben buna layıktım da onun için verildi” diyerek ilmi kendisinden
zanneder.
Veya Allah’ın sevgili bir kulu
olduğu için, yani imtihanı kazandığı için kendisine bu ilmin verildiğini
zanneder de ilmiyle insanlara karşı övünmeye kalkar. Halbuki bu işe yeni
başlamış genç bir talebeyle benim farkım, sadece o benden küçük, o dünyaya
benden sonra gelmiş o kadar. Ben bu ilim öğrenme işine ondan üç beş yıl önce
başlamışım o kadar. Bunun dışında talebeye karşı benim bir ruçhani-yetim
yoktur. Ya da benim bildiklerimi bilmeyenlere karşı bunları bilen birisi olarak
benim farkım, sadece Allah bana bildirmiş ona da bildirmemiştir, hepsi bu
kadar.
Ama kimi zavallılar böyle
bilmiyorlar, böyle anlamıyorlar. Kendilerine verilenleri kendilerinden zannediyorlar.
Meselâ adamın erkek evlâdı olursa, akıllı olursa erkek adamın erkek evlâdı olur
diyerek bu-nu kendisinden bilir. Ama bunun tamamen aksine adamın evladı ölmüşse,
öldürmüşse Allah, o zaman da başkasını bulamadın da benimkisini mi buldun? diye
isyan etmeye kalkar. Yani düzeni bozuldu ya, hemen Rabbine isyan etmeye kalkar.
Düzeni hiç ölmemek üzereydi ya, bozulunca Rabbim bana ihanet etti diye feryadı
basıverir. Ama bir evlâdı varken bir tane daha verince, Rabbim bana ikram etti
diyerek sevinir.
Halbuki
Allah’ın vermesi de, alması da ayrı bir imtihandır. Rab-bimiz verirken de,
alırken de imtihan etmektedir. Allah size verdikleriyle sizi imtihan etmek için
kiminizi zengin, kiminizi fakir, kiminizi zayıf, kiminizi şişman, kiminizi daha
güzel, kiminizi az güzel, kiminizi ka-dın, kiminizi erkek yaratmaktadır. Bunlar
üstünlük sebebi değil, imtihan sebebidir. Ne olmuş yani çok güzel yaratılanlar
mı üstün? Uzun boylular mı? Malla imtihan edilenler mi? Malsız imtihan
edilenler mi? Elli olanlar mı üstün yoksa çolak yaratılanlar mı? Sesi güzel
yaratılanlar mı üstün, yoksa sesi iyi olmayanlar mı? Hangisi üstün, hangisi al-çak
bunların? Hayır hayır, bunlar üstünlük, alçaklık sebebi değil, imtihan
sebebidir. Allah verdikleriyle imtihan ediyor. Allah’ın vermesi de imtihandır,
alması da. Ama nankör insan Rabbi kendisine vererek im-tihan ettiği zaman
sevinir, Rabbim bana ikram etti der.
Meselâ bir dil yarışması olsa, en uzun
dilli kişiye mükâfat verilse, şimdi bu adama üstün mü diyeceğiz? Allah verdi
bunu, kendisi bulmadı ki! Peki kendisine güzel ses verilmeyenin suçu ne ki bu
ada-mı ondan üstün tutacağız? İnsanlar buna değer verdi diye biz de mi değer
verelim yani? Ya da kendisi öğünsün mü bununla? Veya satsın mı bu sesini? Nîmetler
verilmişse nankör insan der ki: “Rabbim bana ikram etti! Rabbim bana değer
verdi, ben buna lâyıktım zaten. Bu ik-rama ehildim ben. Veya kafamı çalıştırdım
da zengin oldum. Planım güzeldi, projem kuvvetliydi. Zamanında aklımı
çalıştırıp falan yeri kapatmasaydım bugün zengin olmayacaktım. Zamanında tedbirimi
alıp paramı dolara bağlamamış olsaydım kazanmayacaktım” diyerek kendini ön
plana çıkarmaya, Allah’ı diskalifiye etmeye kalkışır. Ama:
16. “Ama
onu sınamak için rızkını daraltıp bir ölçüye göre verdiği zaman: “Rabbim bana
hor baktı” der”.
Bu sefer
Allah onu dener de rızkını kesiverirse, yani öncekinden farklı olarak ona
verdiklerini geri alarak imtihan ederse, bu defa da: “Rabbim bana ihanet etti”
diyerek cıyak cıyak ötmeye başlar. “Bula bula beni bulup rezil etti. Benden
kötü intikam aldı” diyerek Allah’a isyan ediverir. Rabbimiz diyor ki, rızkı
kesildiği, daraldığı, malı, mülkü eksiltildiği zaman. Anlıyoruz ki adamın şeref,
izzet, zafer ve başarı kıstası paradır. İzzet ve şerefin ölçüsü paradır, maldır,
mülktür. Yani hayata materyalistçe bakıyor, hayatı materyalistçe
değerlendiriyor. Her şeyi parayla, servetle ölçüyor. Kendilerini ve insanları mal
varsa şerefli, yoksa şerefsiz görüyorlar.
Allah kendilerine bolca mal
verdiği zaman, büyük servetlere ulaştırıldıkları zaman diyorlar ki: “Rabbim
bana ikram etti, Rabbim be-ni kerim kıldı. Rabbim bana değer verdi,
şereflendirdi.” Malsız, parasız, fakir olarak imtihan edildikleri zaman da, “Rabbim
beni zelil etti, beni izzetsiz ve şerefsiz kıldı” diyerek isyana başlarlar.
Allah korusun bakıyoruz bugün de hacısı, hocası, kısacası herkes izzet ve
şerefi pa-rada, malda, mülkte gördükleri için paranın peşine takılmış. Herkes
çoğalmanın, şişmenin, büyümenin peşinde.
Rabbimiz
diyor ki, “İnsan nankördür.” Allah kendisinin önünü açıp ta bolca kazanınca,
Allah kendisine ikram edince, istediği servete ulaşınca kendisi kazanmış,
kendisi bulmuş, kendisi buna lâyıkmış ta onun için bunlar kendisine verilmiş
zanneder. Yani kendisindendir bütün bunlar. Kendisi buldu, kendisi buna lâyık
olduğu için verildi. Ama bunun tam tersi olup ta elindekiler alındığı,
fakirlikle imtihan edildiği zaman da suçlu Allah’tır. Allah ona ihanet
etmiştir. İyilikleri ken-disinden, kötülükleri de başkalarından bilen bir
nankördür bu insan.
17. “Hayır;
yetime karşı cömert davranmıyorsunuz.”
Hayır
hayır, bu büyük bir yanılgıdır! Vazgeçin bu anlayışlarınızdan! Değiştirin bu
bozuk düzen anlayışlarınızı! Sizler üstelik yetime de ikram etmiyorsunuz.
Yetimin hakkını da vermiyorsunuz. Yetimi do-yurup yüzünü güldürmeye
yanaşmıyorsunuz.
Yetim,
babası olmayandır. Âkıl-bâliğ olmadan babasını kaybe-denlerdir. Ama bazılarının
babası hiç yok değil mi? Kitapla, Peygamberle tanışamayan, kendilerine Kitap ve
sünnet anlatılmayan, Müslü-manca eğitilmeyen çocukların babası hiç yoktur değil
mi? Babaları var ama yok. Çünkü eve sarhoş girip çıkan, çocuklarının varlığından
bile habersiz, dükkan, tezgâh, para, pul, çek, senet, makam, koltuk sarhoşu tüm
babaların çocukları da yetimdir. Eğer sizler de böyley-seniz, eğer sizler de
akşama kadar satıldığınız dükkanı akşam eve taşırken koltuğunuzun altında
evdekilere iki âyet, iki hadis taşımıyor-sanız, eğer hanımlarınızı ve çocuklarınızı
Kitap ve sünnetle tanıştırmadıysanız, bilesiniz ki sizin evinizdekiler de
yetimdir. Öyle değil mi Allah aşkına? Oğlu veya kızı Kur’an’ı öğrenmek için
gece lamba bile yakamayıp sokak lambasından istifade etmeye çalışıyorsa, o çocuk-ların
babası hiç yoktur. Ya da sığındığı evin sahibi izin vermedi diye sokak
lambasında ilim öğrenmeye çalışan çocuklar yetimdir.
Yetim, aslında kulluk konusunda
sığındığı, sığınağı olmayan, bu konuda sahibi olmayan demektir. Öyleyse pek
çoğumuzun çocukları yetimdir. Niye onlara ikrama yanaşmıyoruz. Niye onları
doyurmayı ihmal ediyorsunuz? Onların Kur’an ferasetine ihtiyaçları vardır. Peygamberle
tanışmaya ihtiyaçları vardır. Niye onların bu ihtiyaçlarını gi-dermeye
yanaşmıyoruz? “Eh karnını doyurduk, elbise aldık, cebine de harçlığını koyduk.
Daha ne yapacağız?” Hayır hayır, bu yetimi do-yurmak değildir. Yetime ikram bu
değildir. Gerek kendi yetimlerimizin, gerekse babasız, sahipsiz, ilgisiz kalmış
başka sürülerin yetimlerinin şu üç bölgesini doyurmak zorunda olduğumuzu hiçbir
zaman unutmamalıyız:
1. Onların
kalplerini Allah’a götürücü imanla doyuracağız. Çünkü kalbin gıdası imandır.
Allah’a, cennete götürücü imandır.
2.
Kafalarını Allah’a götürücü bilgiyle doyuracağız. Kafanın gı-dası da bilgidir. Kişiyi
Allah’ı tanımaya, Allah’ın istediği şekilde kulluk yapmaya götürücü vahiy bilgisi
ulaştırmak zorundayız.
3.
Midelerini de Allah’ın helâl rızıklarıyla doyuracağız.
Rabbimiz
burada buyuruyor ki: “Ey insanlar, sizler böyle yap-mıyorsunuz. Yetime değer
vermiyor, ikram etmiyorsunuz. Yetimlerinizin kalplerini, kafalarını ve midelerini
Benim istediğim ölçülerde doyur-muyorsunuz.”
Bir de en güzel yetime,
yetimlerin en güzeline değer vermiyor-sunuz. Öyle bir yetim ki, kâinatın
efendisidir o. Doğmadan babasını kaybetmiş, anasının kucağında. Badiyeye
gitmiş, süt annesinin kucağında, şehir hayatının pisliğinden kurtulmuş. Burada
iki yıl kalacakken 4 yıl kalmış, sonra ana kucağına dönmüş. Ana kucağı onun her
şeyi ama orada da fazla kalamamış. Babasının mezarını ziyaretten dönüşünde onu
da kaybetmiş. Sonra dedesini kaybetmiş, amcasının kucağında. Sonra onu da
kaybetmiş, ama ne gam? Allah var ya! Mısır’-dan Hareket eden Hz. Mûsâ’nın kimi
vardı Medyen’e giderken? Belki de Rabbimiz kendisinden başka sığınacak kucağı
kalmasın da kendi kucağını bilsin diye böyle yapmıştır.
İşte sizler böyle kerîm bir
yetime de, yetimlerin en Kerîm’ine de değer vermiyorsunuz. Sizler yetimin
söylediklerine, yetimin hadislerine değer vermiyorsunuz. Yetimin sünnetini
öğrenmeye çalışmıyor, yetimin tavsiyelerini ciddiye almıyorsunuz. Yetimin sofra
anlayışına, mala bakışına, gece hayatına, eğitim anlayışına, kazanma, harcama,
ihtiyaç, kulluk anlayışına değer verip öğrenmeye çalışmıyorsunuz. Yetimin
hayatına değer vermiyorsunuz. Peki sizler kimin dediklerine değer veriyorsunuz?
Kiminkileri öğrenmeye, kimin dedikleri gibi yaşamaya çalışıyorsunuz? Bir de üstelik:
18.
“Yoksulu yedirmek konusunda birbirinize özen-miyorsunuz.”
Üstelik bir
de sizler miskini de doyurmaya yanaşmıyorsunuz. Miskinlerin sizin mallarınız
içindeki haklarını da onlara vermiyorsunuz. Kendi haklarını, kendi yemeklerini
onlardan kıskanıyorsunuz. Halbuki sizin mallarınızın içinde onların da belli
hakları vardır. Onlara verilmek üzere Allah size fazladan bir şeyler vermektedir.
Bu onların tertemiz hakkıdır. Siz zaten onların olan o mallarını onlara
vermemeye, zaten onların olan o yemeklerini onlara yedirmemeye çalışıyorsunuz.
Halbuki o sizde hakları olan fakir kardeşlerinizi sizler arayıp bulmalı ve
haklarını vermeliydiniz. Siz gidip bulmadığınız halde kendiliklerinden size gelip
haklarını istedikleri zaman da onlara teşekkür etmeliydiniz. Hoş geldiniz! Hay
Allah sizden razı olsun! İyi ki geldiniz ve bizi bu sorumluluktan kurtardınız!
Alın şu bizdeki hakkınızı da güle güle gidiniz demeliydiniz. Siz bunu
yapmıyorsunuz. Onları onların yemeğiyle doyurmaya, onların hakkıyla güldürmeye
yanaşmıyorsunuz.
19. “Size
kalan mirası hak gözetmeden yiyorsunuz.”
Mirası da
hak gözetmeden yiyorsunuz. Hak-hukuk tanımadan, haram-helâl bilmeden doyumsuzca
başkalarının haklarını yemeye ça-lışıyorsunuz. Allah’ın size gösterdiği miras
hukukunun ötesinde haksızca, zalimce miras paylaşıp haram yiyorsunuz.
Bir de size
intikal eden mirası da çarçur ediyor, har vurup har-man savuruyor, hak gözetmeden
yiyorsunuz. Hz. Adem’den bu yana size bir miras sunuluyor. Şu elinizdeki
kitapta da buraya kadar size bir miras sunuldu. Rabbiniz size öncekilerin
miraslarını anlattı. Dünyayı cennetleştirme cinnetine kapılanları, dünyayı
kıble edinip tüm plan ve programlarını dünya adına yapanları, âhireti
unutanları, Allah’la savaşa tutuşanları, Allah’ın hayat programını beğenmeyerek
kendi bildiklerince burunlarının doğrusuna bir hayat yaşayanları anlattı. Bu
tutumlarından dolayı bunların başlarına gelenleri anlattı. Bir miras, bir ibret
levhası olarak bunların nasıl yerin dibine batırıldıkları sunuldu size. Ama
sizler size sunulan bu mirası değerlendiremiyor, ibret ala-mıyor ve çarçur
ediyorsunuz. Mirası değerlendiremiyor, har vurup harman savuruyorsunuz.
Bunlardan ibret alamıyorsunuz. İşte Âd'ın mirası, işte Semûd’un mirası ve işte
onlara taş çıkartan sizlerin hayatı. Halbuki onların hepsi yanlış yolda
gittiler ve tamamı mahvoldular. Sizler bundan ibret almalı değil miydiniz? Size
sunulan bu mirası değerlendirip onların düştüklerine karşı tedbir almalı değil
miydiniz? Ama heyhat ki bu mirası iyi değerlendiremiyorsunuz. Bu mirastan ib-ret
çıkarıp Allah’ın istediği bir hayata yönelmiyorsunuz.
Bize bir
miras sunuluyor bu âyetlerde. Öyleyse bizler de aynısını yapmayalım! İbret
alalım! Onlar gibi olmayalım, onlar gibi yapmayalım, onların yolundan
gitmeyelim, onların düştükleri yanlışlara düşmeyelim. Örneğin iki çocuk oynuyor
olsa. Bunlara, “Bakın çocuklar şurada elektrik var, aman buraya dokunmayın,
yanarsınız” desek ve her on dakikada bir bu uyarıyı tekrar etsek, bütün bu
uyarılarımıza rağmen bu çocuklardan birisi unutup oraya elini değip yansa, ne demek
lâzım bu çocuğa? Haydi o yandı neyse. Beriki çocuk gözleri önünde onun
yandığını gördü, artık bu mirası değerlendirip, ibret alıp oraya yaklaşmamalı
değil mi? Bunu gördüğü halde ikinci çocuğun da oraya el değerek yanmasına ne
demeli? Bu olmaz değil mi? Olmamalı değil mi bu yanılgı? Diğer çocuğun aynı
hataya düşmemesi gerekir. Neden? Çünkü ona bir miras sunuldu. Gözlerinin önünde
bir ibret levhası yaşandı. İşte aynen bunun gibi bu mirasa muttali olan, bu
ibret levhalarına şahit olan bizlere de Allah diyor ki siz hiç mi ibret
almıyorsunuz?
Bu Âd
babamızdan öğrenmeli değil miyiz? Semûd babamızdan öğrenmeli değil miyiz? İbret
almalı değil miyiz geçmiştekilerden? İşte anlattı Rabbimiz onları bize. İşte
gözlerimizin önüne serdi bunların durumlarını. Adamlar dünyayı cennet yapmaya
çalıştılar, Allah’ın hayat programını reddettiler, Allah’ın elçisiyle
ilgilenmediler, Allah’ın kitabına tavır aldılar da yerin dibine
batırılıverdiler. Öyleyse bizler de onlar gibi olmamalıyız, mirası değerlendirmeliyiz,
mirası har vurup harman savurmamalıyız.
20. “Malı
da yığmacasına pek çok seviyorsunuz.”
Bir de malı
çok seviyorsunuz. Malı seviyorsunuz ama
toplamacasına, yığmacasına, biriktirmecesine seviyorsunuz onu. Kullanmak,
Allah için harcamak, infak etmek, dağıtmak için
değil. Onu ken-di ihtiyaçlarınıza, çoluk-çocuğunuzun ihtiyaçlarına,
fakir fukaranın ve de hayvanların ihtiyaçlarına harcamanız gerekirken sadece
onunla hava atmak, biriktirip çokluğuyla övünmek için seviyorsunuz mallarınızı.
Öyle değil mi? Kazanıyor kazanıyor adam, gecesini gündüzüne katarak kazanıyor,
Allah’ın kendisinden yirmi dört saat içinde beklediği öteki görevlerini görmezden
gelerek kazanıyor, ilmi terk edecek, namazı bile unutacak biçimde kazanıyor,
ama harcamıyor. Madem harcamayacaksın bu malı niye kazanıyorsun? İşte, “aman
oğlumun işini, aman kızımın işini bitireyim.” O bitince torunlarına başlıyor adam.
Bari kazandın, Allah için harca! Hayır, onu da yapamıyor. Siz bi-lirsiniz.
İsterseniz harcamayın, isterseniz öpün, tutun, saklayın. Ama şunu asla unutmayın:
21. “Ama
yer, çarpılıp paralandığı zaman;”
Hayır
hayır, olmaz bu gidiş, yanlış bu anlayış. Arz bir kere sar-sıldı mı, yer bir
kere çalkalandı mı, içindekileri atacak, sinesindekileri kusacak, karnında ne
varsa hepsini dışarı atacak biçimde yeryüzü sallanacak! Hani bazı şeyleri
gömüyoruz ya yerin altına. Emeklerimizi, yiyeceklerimizi, alın terlerimizi,
birilerine anlatmayarak kafalarınızda toprağın altına gömdüklerimizi açığa
çıkarmak üzere yeryüzü içindekileri kustuğu zaman… Sizleri hesap, kitap dönemi
dışarıya attığı, kı-yâmet gelip çattığı zaman:
22.
“Melekler sıra sıra dizilip, Rabbinin buyruğu gelince,”
Hayatınızın,
yaptıklarınızın hesabını vermek üzere kendi huzurunda toplanmanız için
meleklerin sıra sıra dizilip Rabbinin emri geldiği zaman. İşte o zaman:
23. “O gün,
cehennem ortaya konur. O gün insan öğüt almaya çalışır ama artık öğütten ona
ne?”
İşte insan
o gün bilir, o gün anlar, o gün hatırlar. Neyi? Rab-bine karşı sorumluluklarını
bilir, Rabbinin kendisinden istediklerini an-lar, Rabbine karşı takınması
gereken tavrını hatırlar. Dünyada kulluğu gereği yapması gerekirken
yapmadıklarını, yapmaması gerekirken yaptıklarını, vermesi gerekirken vermeyip
tuttuklarını, harcaması gerekirken cimrilik edip harcamadıklarını, harcamaması
gerekirken harcadıklarını, sevmesi gerekirken sevmediklerini, sevmemesi gerekirken
sevdiklerini, küsmesi gerekirken küsmediklerini, küsmemesi gerekirken
küstüklerini, okuması gerekirken okumadıklarını, okumaması gerekirken
okuduklarını, kulluk yapması gerekirken, emirlerini dinlemesi gerekirken
Rabbine kulluk yapmadığını, kulluk yapılmaya değ-mezken kulluk yaptıklarını,
hâsılı yaşamaması gereken bir hayatı yaşadığını, yaşaması gereken hayatı
yaşamadığını, hata ettiğini, yanlışa düştüğünü anlar. Gerçeği anlayacak, ama ne
fayda? Ne olacak ki o hatırlamadan? Ne mânâsı var ki bu hatırlamanın? Anlamaz
komaz olsunlar. İsterse unutsunlar. Ne kıymeti var bu hatırlamanın? Bunu
dünyada bilecek ve hatırlayacaktı. Dünyada düşünecek ve ona göre bir kulluk
hayatı yaşayacaktı. Geçmiş olsun!
Allah size
böyle imtihan için bir şeyler veriyor ama siz bunu unutuyorsunuz. Halbuki bu
dünya boştur, bomboştur. Eğer elektronla çekirdeği birleştirirseniz tüm kâinatı
şu yüzüğün kaşına sığdırabilirsiniz. Her şey bir noktadan ibarettir. Noktayı
hareket ettirirseniz çizgi, çizgiyi de hareket ettirirseniz işte insan ve
dünya. O da bir hiçtir.
“Yahu az
evvel selâmlaşmıştık! Gitti be! Az evvel yanımızdaydı adam, ölmüş be!” diyoruz
ya, işte Rabbimiz burada diyor ki, arz sallanacak, içindekileri dışarıya kusacak,
melekler ve Allah’ın hükmü gelecek, yani konum değişecek. Yeryüzündeki imtihan
konumu bitecek ve hesap konumu başlayacak. Şu anda dünya imtihan konumundadır.
Bizim imtihanımız için varlıklara, arza şekil almalarını emretmiş Rabbimiz, onlar
da şu anda imtihan konumu almışlar. Yarın Rabbimi-zin başka bir komutuyla tüm
varlıklar, semâ, arz, güneş, ay, yıldızlar, tüm kâinat hesap konumuna geçecek.
İmtihan salonunun kapanması ve imtihan sonuçlarının okunması, ilân edilmesi
dönemi ya da imtihan sorularına göre insanların yerleştirilme dönemine geçilecek.
Hani burası yemek masası, şurası hesap masası diyorlar ya. Burada yemek yenir,
şurada da hesap ödenir diyorlar ya, işte yemek masasından, amel masasından hesap
masasına geçiş dönemi. İşte o gün insan gerçeği anlayacak da:
24. “Keşke
bu hayatım için önceden bir şey yapsaymışım” der.”
Eyvah!
Keşke beni bugün kurtaracak amelleri önceden takdim etseydim! Keşke geleceğim
için önceden salih ameller gönderseydim! Keşke Rabbimi razı edecek salih
ameller işleseydim! Keşke hayatımı Allah için yaşayarak önceden kendim için
takdimde bulunsaydım! Keşke malımı Allah yolunda takdim etseydim! Keşke
zamanlarımı Al-lah’ın istediği gibi değerlendirip geleceğim için takdim etseydim!
Keşke malımı Allah’ın istediği yerlerde harcayıp yarınım için hazırlıkta bu-lunsaydım.
Keşke çocuklarımı, karımı, kızımı, kendimi Allah’a kulluğa yatırım yaparak kendim
için önceden takdimde bulunsaydım! Keşke tüm varlığımı Rabbimin yoluna adayıp
bugünümü garanti etseydim! Keşke namaz, zekât, cihad gibi Rabbime güzel karzlar
sunup bugün cennete girebilmek ve cehennemden kurtulabilmek için onlara en çok
muhtaç olduğum dönemimde Rabbimden geri alsaydım! Çünkü:
25. “O gün, hiç kimse, Allah’ın azap
ettiği gibi azap edemez.”
O gün Allah
gibi kimse azap edemez. O gün Allah’ın yakalaması gibi kimse yakalayamaz. Bir
yakaladı mı tam yakalar Allah. Polisten kurtulmaya benzemez bu. Hakimden,
maliyeciden, düşmandan, yılandan, çıyandan, akrepten, ölümden, veremden
kurtulmaya benzemez bu.
26. “Hiç
kimse O’nun vurduğu bağ gibisini bağla-yamaz.”
Yine hiç
kimse O’nun vurduğu bağ gibisini vuramaz. Hiç kimse O’nun yakaladığı gibi
yakalayamaz. Hiç kimse O’nun azap ettiği gibi azap edemez.
27. “Ey
Rabbinin vahyiyle, Rabbine itaatiyle huzura eren insan!”
Ey
imtihana, doyuma kavuşan nefis! Ey huzur bulan, sükun bulan insan! Buradaki
nefis, insan demektir. Hani her nefis ölümü ta-dacaktır, buyuruyor ya Rabbimiz,
yani her insan, her kişi ölecektir de-mektir bunun mânâsı. Değilse bir ben var,
bir de nefis, varsın o ölsün de ben yaşayayım diyemeyeceğimize göre, nefis,
insanın kendisi de-mektir. Öyleyse mutmaine, nefsin bir makamı, bir merkezi değildir.
Ruhla bedenin bileşkesine nefis denir. Ruhla bedenden müteşekkil olan insanın
bizzat kendisine nefis denir.
Peki acaba
insanın itminana ulaşmasını, doyuma kavuşmasını, ya da sükûna ermesini nasıl
anlayacağız? İnsanın itminanının, insanın doyuma ve huzura kavuşmasının iki
yolla olacağını anlatır Kur’an. Bunlardan birinci yolun Kur’an olduğuna dikkat
çekilir. İnsanın sükûnete kavuşması birinci olarak Kur’an’la yâni metluv
âyetlerle, okunan, kulağa hitap eden şu kitabın ayetleriyle mümkündür. Zira Al-lah
ona Kur’an vasıtasıyla güzel şeyler söyleyecektir. Bakın Ra’d sûresinde
Rabbimiz bu hususu şöyle anlatır:
“Dikkat edin kalpler ancak Allah’ın
zikriyle mutmain olur, doyuma ulaşır, sükûnete erer.”
(Ra’d: 28)
İşte
bu âyet bu konuyu
anlatır. Kalpler ancak Allah’ın zikriyle itminana kavuşur, zikrullahla yatışır,
doyuma kavuşur, huzura erer. Âyet-i kerîmede anlatılan zikir, zikrullah
Kur’andır. Öyleyse kalpler an-cak Kur’an’la mutmain olur, ancak Kur’an’la
itminan bulur. Ancak onunla yatışır ve sükûnete kavuşur. Çünkü kalp, Allah’ın
âyetlerini duy-dukça, tanıdıkça, şüphe ve tereddütlerden kurtulup doyuma ve itminana
ulaşacaktır.
“Mü’minler
ancak o kimselerdir ki Allah anıldığı
zaman kalpleri ürperir. Karşılarında Allah’ın âyetleri okunduğu zaman da
imanlarını artırır ve yalnız Rablerine tevekkül ederler.”
(Enfal: 2)
Demek ki
Allah’ın âyetleri okundukça, âyetlerle karşı karşıya geldikçe mü'minlerin
kalpleri coşar, taşar, sanki kabına sığmaz hale gelir. Bu iki âyetin bize
anlattığına göre kalplerin itminana kavuşmasının birinci yolu elimizdeki şu
Kur’an âyetleridir. Kitabın âyetleriyle tanışan kişinin kalbindeki tüm
şüpheler, tüm tereddütler dağılır, itminana, doyuma, sükûnete ulaşır. Birinci
yol budur. Kalbin sükûnete ve doyuma ulaşmasının ikinci yolu da:
Bakara sûresi
260. âyetin anlattığına göre kalplerin mutmain oluşunun ikinci yolu da
Rabbimizin meşhud âyetleridir. Yani Allah’ın tüm kâinatta serpiştirdiği ay,
güneş, yıldızlar, bulutlar, dağlar, denizler, bitkiler, hayvanlar gibi görsel
âyetleridir. Göze hitap eden âyetlerdir. Hani İbrahim (a.s): “Ya Rabbi ölüleri
ölümünden sonra nasıl dirilttiğini görmek istiyorum!” demişti de Allah: “İnanmıyor
musun ey İbrahim?” buyurunca: “İnanıyorum ya Rabbi! Ancak:
“Kalbim tatmin
olsun için”
(Bakara
260)
İnanıyorum
ya Rabbi, ama kalbimin yatışması, kalbimin doyuma ulaşması, itminana kavuşması
için istiyorum bunu!” demişti ya, işte kalplerin itminana kavuşmasının ikinci
yolu da yeryüzündeki Allah’ın görülen, müşahede edilen, göze hitap eden, görsel
âyetlerini bizzat görmektir. Semâvât ve arzda, çevresinde Allah’a delâlet eden
meşhut âyetlerle Allah’ın gücünü, kudretini, ilmini, hikmetini görerek itminana
kavuşur kişi. Âyetleriyle Rabbini, Rabbinin gücünü, kudretini tanıdıkça O’na
karşı sevgisi, saygısı, takvası ve teslimiyeti artacak ve tüm şüpheleri
kaybolup gidecektir.
Fakat buna
rağmen yine de bir şüphe içinde bulunabilir insan. Hangi konuda? Ya cennete
gidemezsem! Ya cehenneme gidersem! Ya Rabbimi razı edememişsem! Ya Allah’ın
istediği hayatı yaşayamamışsam! Ya Rabbimi darıltacak bir şey yapmışsam! Ya
Cenneti kaybetmişsem! diye insanın içinde her zaman bir korku, bir tereddüt
bulunabilir. Peki ne zaman biter bu? Ne zaman sona erer bu tereddüt? Ne zaman
biter bu korku? Cennete gidince. Cennete girdiği anda kişinin artık tüm bu
şüpheleri, tereddütleri, korkuları bitiverir ve tam emin olur kendisinden. Tam
mutmain olur. Öyleyse nefs-i mutmainne ancak Cennette belli olacaktır. Dünyada
bir nefsin itminana kavuştuğu, zafere ulaştığı nasıl bilinebilir ki? Efendim
filân zatın nefsi, nefs-i mutmainne makamına ulaşmıştır. Kesinlikle mümkün
değildir dünyada bu. Allah’ın kendilerini dünyada cennetle müjdelediği Sahâbe-i
Kirâm efendilerimiz bile dünyada asla kendilerinden emin olmamışlar, her an
cehenneme gitme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını dilleriyle,
yaşantılarıyla itirafta bulunmuşlar ve çok ciddi bir hassasiyet içinde son
nefeslerine kadar tir tir titremişler, Allah’a kulluktan ayrılmamışlardır.
Kişi ancak
Rabbinin şu müjdesini alır almaz tam itminana kavuşacak, raziye ve merziyye
makamına ulaşacaktır:
28-30. “O,
senden, sende O’ndan hoşnut olarak Rabbine dön! “Ey can! İyi kullarımın arasına
gir, cennetime gir.”
İşte
Rabbimizin yarın bu hitabıyla karşı karşıya kaldığımız anda artık her şey
bitmiş, tüm tereddütler, tüm şüpheler gitmiş, insan kesin itminana kavuşmuş,
kendisinden emin olmuştur. Öyleyse bizden istenen yarın itminan kazananlardan
olmaktır. Bizden istenen, yarın Allah’ın razı olduklarından olmak ve Allah’tan
razı olanlardan olmaktır. Ama bunun için de metlûv ve meşhûd âyetlerle beraber
olmalıyız. Bunun yolu buradan geçmektedir. Sürekli âyetlerle iç içe bir hayat
yaşamalıyız. Hayatımız âyet kaynaklı olmalıdır. Allah’ın bizden razı olacağı
şeyler peşinde koşmalı ve bu dünya hayatında Allah’tan razı olmalıyız. Bu dünya
hayatında Allah’tan razı olmak ta Allah’ın-kilerden razı olmak demektir. Hep
Allah’ınkilerden razı olmalıyız. Hayat programı adına Allah’ınkinden razı
olmalı, kılık-kıyafet, eğitim, hu-kuk, kazanma- harcama, çocuk eğitimi, mala
bakış, tüm hayat programı adına Allah’tan ve Allah’ınkilerden razı olup, onlara
uygun yaşamak zorundayız. İşte o zaman biz Allah’tan razı olmuşuz, Allah ta
bizden razı olmuş olacaktır.
Bir düşünelim şimdi. Kendi
kendimizi bir yargılayalım. Acaba çoluk-çocuğumuzun eğitimi konusunda kiminkinden
razıyız? Allah’ın-kinden mi, yoksa Zerdüşt’ünkinden mi? Ev tefrişinde, kazanma,
harcama, ikram anlayışında, kılık-kıyafet, hukuk, siyasal yapılanma konusunda
kiminkinden razıyız? Kimlerinkini tercih ediyoruz? Eğer Allah’ınkilerden razı
isek, eğer Allah’ınkileri başkalarınınkilere tercih e-derek bir hayat
yaşıyorsak o zaman inşallah yarın Allah da bizden ra-zı olacak ve bizi razı
olacağımız bir hayata ulaştıracaktır. İnşallah Rabbimiz yarın bize: “Ey nefis!
Ey kulum! Haydi buyur iyi kullarımın arasına gir! Haydi buyur gir cennetime! Er
rahmetime ve rızama! Hesapta senden önce gelenlerin, senden önce hesabı görülüp
de cenneti hak eden peygamberlerin, salihlerin, şehitlerin, sabikûn’un içine
giriver ey kulum!” diyecek, bizden razı olduğunu ve bizi razı etmek için, bizi
ağırlamak için hazırladığı cennetini bize arz edecek.
Hayatta en büyük isteğimiz, en büyük
duamız budur. Dünyada Rabbimizi razı etmek ve O’nun bizi razı edeceği bir
cennet hayatına ulaşmak. Allah bizden razı, biz O’ndan razı olarak Rabbimizin
huzuruna gidip bu müjdenin muhatabı olabilmek. En büyük derdimiz bu dünyada
budur. Bundan daha büyük bir derdimiz yoktur. Allah hepimize nasip buyursun.
Rızasından, razı olduğu hayattan ayırmasın. Velhamdü lillahi Rabbi’l âlemin.