Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular :
Emîn Beldeye, Adem İle Soyuna Yemin Edilmesi
İnsan Sıkıntı Ve Zorluk İçinde
Yaratılmıştır
Her Kudretin Üstünde İlâhî Kudret Hâkimdir
İnsana Verilen Ve Her Biri İlâhî Sanatın Erişilmezliğini Yansıtan Dört
Önemli Nîmet
İnsanın Önüne İki Yol Konulmuştur
Sarp Geçidi Geçmekte Başarılı Olmak
İmân Düzeyinde Sarp Geçidin Üç Tezahür Ve Alâmeti
Ashab-ı Meymene Ve Ashabı Meş'eme
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Bu tesbite muhalefet eden olmamıştır.[1]
Birinci âyetinde Emîn
Belde olan Mekke'ye yemin edildiğinden, bu manâya delâlet eden «Beled» sûreye isim olmuştur.
Âyet sayısı: 20
Kelime sayısı: 82
Harf sayısı: 320.[2]
1- Kutsal
Mekke'de kan dökmenin az bir süre için Hz.
Peygamber'e (A.S.) helâl kılındığı haber veriliyor. Veya Hz.
Peygamber'in (A.S.) Mekke'de bulunduğu süre içinde de hep helâl ve mubah olanı
işleyeceğine, Ondan günah ve kötülük sadır olmayacağına işaret ediliyor.
2- İnsanın
doğumundan ölümüne kadar sıkıntı ve zorluk içinde bir ömür süreceğine ve daha
çok doğum döneminde sıkıntılar içinde dünyaya gözlerini açtığına; anasının da
onu doğuruncaya kadar hayli zorluklar
çektiğine değiniliyor.
3- İnsana
iki göz, dil ve iki dudak verildiği belirtilerek bunlarla doğruyu görmesinin
ve doğru olanı ifade etmesinin lüzumuna atıf yapılıyor. Aynı zamanda bu
organlardan her birini yerli yerine oturtup istifade edilir özellikte var kılan
Cenâb-ı Hakk'ın kusursuz
yaratan kudret olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor.
4- Bir köle
veya esirin bağını çözmenin; bir insanı hürriyetine kavuşturmanın büyük bir
fazilet ve hayırhahlık olduğu belirtiliyor. Kıtlık günlerinde yetim ve yoksulu
doyurmanın, sarp geçitleri aşmaya vesîle olacağı haber veriliyor.
5- Sonra da imân edenlerin birbirlerine sabır ve
merhametle tavsiyede bulunmalarının lüzum ve önemi üzerinde duruluyor.
6- Meymenetlilerle
meymenetsizlerin kısaca tarifi yapılarak yönlendirici, düşündürücü bilgi
veriliyor. [3]
1- Hayır, bu
şehre (kutsal Mekke'ye) and olsun ki,
2- Sen bu
şehirde yerli olarak oturmussundur. (Bu şehir sana
daha lâyık ve daha helâldir).
3- Babaya
da, doğan çocuğuna da and olsun,
4- Ki biz
insanı (kendine has) sıkıntı ve zorluk içinde yaratıp meydana getirdik.
5- O,
kendisine hiç kimsenin güç getiremiyeceğini mi sanır?
6- «Yığın yığın mal sarfedip tükettim»
diyor
7- Onu hiç
gören olmadı mı sanıyor?
«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak gökleri ve yeri yarattığından beri Mekke'yi
(kutsal sayıp) hürmetli kılmıştır. (Artık orada (insan) kanı akıtılmasını,
ağaçların kesilmesini, oraya sığınanın öldürülmesini yasaklamıştır.) Böylece
Mekke kıyamet kopunoaya kadar hürmetlidir. Benden
önce hiçbirine helâl kılınmamış, benden sonra da hiç kimseye helâl
kılınmayacaktır. Bana da ancak gündüzleyin bir saat
helâl kılınmış bulunuyor..»[4]
Bu ruhsat, Mekke'nin
fethedildiği gün gerçekleşmiştir.
«Şüphesiz ki bu belde
(Mekke)yi Cenâb-ı Hak gökleri ve yeri yarattığı
andan itibaren hürmetli saymıştır. Artık O, Allah'ın hürmetiyle kıyamete kadar
hürmetlidir: Ağacı kesilmez, yaş otu biçilmez.
Bu belde ancak
gündüzden bir saat bana helâl kılındı ve yine hürmeti dünkü gibi geri döndü.
Haberiniz olsun ve dikkatli olun! Burada hazır olan, (bu hükmü ve beyânı) hazır
olmayana ulaştırsın.» [5]
Hayır' bu şehre (Kutsal
Mekke'ye) and olsun ki, sen bu şehirde yerli olarak
oturmuşsundur. (Bu şehir sana daha lâyık ve daha helâldir.) Babaya da doğan
çocuğuna da and olsun..»
Âyetin baş kısmında
olumsuzluk ifade eden (lâm) harfi bulunuyor. Oysa cümle olumluluk ifade ediyor.
O bakımdan bu harf hakkında farklı yorumlar ortaya çıkmıştır
a) Lâm
harfi, lafzı güzelleştirmek için fazla olarak konulmuştur ve bu sebeple yemin
cümlesini olumsuz kılmamaktadır. Nitekim ünlü lûgatçı
el-Ahfeş de aynı görüştedir.
b) el-Hasan
ile el-A'meş
ve İbn Kesîr bu cümleyi (Lâ-Uksimu) şeklinde değil de, (Leuksimu)
şeklinde okuyarak (lâm) harfinin te'kld için olduğunu
belirtmişlerdir.
c) Bu tarz
bir anlatım şekli Araplar arasında cok yaygın olduğundan,
önce onlara seslenen Kur'ân âyetlerinde de bu anlatım
tarzına yer verilmiş bulunuyor.
Meselâ Araplar sık sık “Lâ vallahi mâ fealte kezâ” ve “Lâ vallahi mâ kâne kezâ” gibi terkipleri
kullanırlardı. Öyle ki, söze başlarken önce olumsuzluk ifade eden bir harf
kullanılınca muhatabın dikkati çekilir, sonra asıl anlatılmak istenen söz
söylenirdi. Aynı zamanda (lâm)ın cümlenin başına
konulması söze kuvvet kazandırmaya yöneliktir.
d) (Lâm)
harfi olumsuzluk ifade etmek içindir. Bu durumda cümlenin manâsı şöyledir:
«Resulüm sen içerisinde bulunmadıktan sonra bu şehre yemin etmem»
«Sen bu şehirde yerli
olarak oturmuşsundur. (Bu şehir sana daha lâyık ve daha helâldir)» mealindeki
âyette yer alan kelimeler, cümle arasındaki konumu ve delâleti itibariyle
birkaç yoruma sebep olmaktadır:
1- Sen
ileride bu şehirde bir süre hill (helâllik) ruhsatına mazhar
olup Allah düşmanlarına karşı kılıç kullanabileceksin.
Bu yorum, Mekke'nin
fethedileceğine ve fetih esnasında kısa bir süre vuruşma meydana geleceğine
işarettir.
2- Sen
Mekke'de belli bir süre ne yaparsan hill (helöl ruhsatı) düzeyinde olacaksın.
3- Mekke'de
yaş ot ve ağacın kesilmesi, koparılması bile haram iken sana karşı
saldırıda bulunmayı ve hattâ seni öldürmeyi helâl sayıyorlar. O halde bir süre
daha bu sıkıntı ve zorluklara karşı sabret, dayanma gücünü ortaya koy; zira
insan sıkıntı ve zorluk içinde yaratılmıştır; hayatın yolu sıkıntı ve
üzüntülerle doludur.
Bu yorum, yakında
sıkıntıların kalkacağına ve hicret olayının gerçekleşmesiyle yeni bir dönemin
başlayacağına, işarettir.
4- Sen bu
şehre hülûl etmişsindir ve ileride yine bu şehre hülûl edip konacaksın.
Bu yorum, «hill» in «hülûl» anlamına
geldiğine ve yakın gelecekte Hz. Peygamber'in (A.S.)
Mekke'yi terkedeceğine ve bir süre sonra tekrar gelip
arzusuna kavuşacağına, yani kutsal şehri putlardan ve putperestlerden temizleyeceğine
işarettir.
Nitekim konumuzla
ilgili hadîsler bu âyeti en güzel şekilde açıklamakta ve ilâhî muradın ne
yönde olduğunu belirtmektedir. Allah daha iyisini bilir. [6]
«Babaya da, doğan
çocuğuna da and olsun..»
Baba ve oğluna and içilerek bu illet-malûl düzeyinde gerçekleşen olaya
dikkat çekilmektedir. Böylece illet-malûl arasında oluşturulan biyolojik bağın
hem önemine, hem de şaşmazlığına işaret edilmekte ve Allah'ın hilkat kanununun
kıyamete kadar biteviye sürüp gideceğine dolaylı şekilde değinilmektedir. Zira
Adem ile İsa (A.S.) dışında her çocuğun mutlaka erkekle dişi arasında meydana
gelen cinsel birleşmeden oluşması değişmeyen ilâhî kanunlardan biridir ve
ancak her tür kendi soyunun kalıtımın-daki
özellikleriyle devam etmektedir. O kadar ki, her türün bütün özellik ve
meziyetleri, kusur ve farklılıkları taşıdığı genlerde formüle edilmiştir.
Şüphesiz ki insan
türünün bütün incelik ve hususiyetlerini küçücük bir gene yerleştirip onun
mikro modelini hazırlayan Cenâb-ı Hakk'ın
kudretinin yüksekliğini ve erişilmeziiğini görmemek,
anlamamak mümkün mü?
O bakımdan Cenâb-ı Hak baba ve oğula yemin
ederek olayın inceliğine dikkat çekmekte ve kendi hılkatındaki
harika modeli bilen bir insanın Yüce Yaratan'ı da bilmesinin gereğine atıf
yapmaktadır.
Bizim bu açıklamamızın
dışında bir de Ashab-ı Kiram ve Tabiîn'den
bazı zatların az değişik yorumları vardır. Onları özetleyip şöyle sıraya koyabiliriz
:
a) «Vâlid» Adem (A.S.)dır; «veled»
ise ondan üreyip gelenlerdir. Zira insan denilen en şerefli canlının
yaratılması bizatihi ilâhî ilim, kudret ve hikmetin erişilmeziiğini
ortaya koymakta ve O'nun mutlak mevcut olduğunu isbatlamaktadır.
Böylece «insan», "Hakk'ın varlığının açık
belgesi, yaratanın ancak O olduğunun kesin delilidir.
b) «Vâlid» Adem (A.S.)dır; «veled» ise, onun soyundan gelen sâlih
(iyi, yararlı) kişilerdir. Çünkü insanı insan yapan, onun Allah'a olan imânı ve
o imân temeli üzerinde yükselen sâlih amelleridir.
c) «Vâlid» İbrahim Peygamber'dir. (A.S.): «veled» ise. Onun soyundan gelen peygamberler ve sâlih kullardır.
d) Mâverdî'ye göre: «Vâlid», Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'dir;
«veled» ise. Ona dosdoğru îmân edip sünnetine uygun
yaşayan ümmetidir.
Mâverdî bu yorumunu şu hadîse dayandırmaktadır: «Şüphesiz ki
ben sizin için baba
makamındayım.» [7]
Böylece Cenâb-ı Hak hem Mekke'ye, hem de Hz.
Muhammed'e {A.S.) ve Onun sâlih ümmetine yemin ederek
onların kadr-u kıymetini, şeref ve itibarını
yükseltmektedir. [8]
Ki bîz insanı (kendine has) sıkıntı ve zorluk ipinde yaratıp
meydana getirdik.»
Şüphesiz bazı
istisnalar dışında insanın ana rahminde oluşup şekillenmesinde, doğumunda,
beslenip eğitilmesinde, hayata hazırlanması ve hayatını sürdürmesinde birtakım
zorluklar ve sıkıntılar söz konusudur. Bu, her bakımdan bir insanın külay meydana getirilemiyeceğini,
büyük emekleri, sıkıntıları ve fedakârlıkları; aynı zamanda sabırlı hareket
etmeyi gerektirdiğini yansıtmaktadır.
Hayvanların çoğunda
yavru doğduktan kısa bir süre sonra toparlanıp ayağa kalkar ve kendini besleme
imkânını bulabilir. İnsan ise birkaç yıl yakın ilgiye, emeğe ve itina gösterilmeye
muhtaçtır.
Böylece sıkıntıyla,
zorluklara katlanılarak; emek ve fedakârlıkta bulunularak doğurulan
ve yine aynı zorluk ve sıkıntılarla beslenip büyütülen bir insanın ana-babasına
ne kadar borçlu olduğunu belirtmeye gerek yoktur. O bakımdan ana-baba
evlâdının hem cenneti, hem de cehennemidir. Onların bunca fedakârlığını
düşünerek insafa gelen ve elinden geldiğince onları memnun etmeye çalışan bir
evlât elbetteki cennete lâyıktır. Allah'a imânı tamsa, bu kapıyı kendine açmış
olur. Değilse, kendini sonu gelmeyen bir karanlığa sürüklemiş bulunur.
Diğer yandan Ashab-ı Kiramın ileri gelenlerinden birçok kimse ve Ta-biîn'den birçok ilim adamı, âyetteki kasem (yemin)in cevabı
olarak getirilen bu cümle üzerinde durarak birtakım yorumlarda bulunmuşlardır.
Şöyle ki :
a) Dünya
hayatının sıkıntı, külfet ve zorluklarla dolu olduğuna işarettir. Zira «kebed»in aslı «şiddet, katılık, gılzetotlr.
Kanın gılzet peyda edip kalınfaştığı
kara ciğere bu mânayla «kebid» denilmiştir.
b) İbn Abbas (R.A.) ve el-Hasan'a
göre: Şiddet ve fazla yorgunluğa işarettir. Zira insanın doğumu da, yaşamı da
bu iki kavramla içiçedir.
c) İkrime'ye göre : Ceninin ana rahminde doğumuna yakın başaşağı dikey durum almasına işarettir. Şüphesiz bu da Cenâb-ı Hakk'ın hem anaya, hem
de cenine olan bir başka lütuf ve minnetidir.
O bakımdan doğum vakti
yaklaşınca çocuk ters dönmekte, yani başaşağı
gelmektedir.
d) Ferahlık
ve genişliğe karşı şükretmek için birtakım sıkıntı ve külfetlere katlanmaya;
zorluk ve üzüntü veren olaylara karşı sabretmeye işarettir. Çünkü hayatın yolu
dümdüz değildir; inişli yokuşludur; yani bu yol zıtlarla doludur.
e) Doğum
olayı, çocuğun göbeğinin kesilmesi, süt emmeye alışması, dişlerinin çıkmaya
başlaması, dilinin hareket etmesi, sütten kesilmesi, sünnet edilmesi, okula
başlaması, eğitilip yetiştirilmesi, tahsilini tamamlamaya çalışması; sonra da
evlenmesi, çoluk-çocuğa karışması ve arkasından yaşlanması; birtakım
hastalıkların, arazların ortaya çıkması gibi hep sıkıntı ve külfeti gerektiren
safhalar birbirini izler. Âyette oilhassa bu
hususlara işaret edilmektedir. [9]
0' kendisine hiç
kimsenin güç getirem.yeceğini
mi sanır?.»
Doğumla ölüm arasında
adım adım gelişip bir sürü sıkıntı ve zorluklarla
karşılaşan insanoğlu, rüşde erip kişiliğini kazanınca
ciddi anlamda dinî eğitim görmez ve o sebeple sadece zekâsını ve fiziksel
yapısını geliştiren bir öğrenim görürse, ilâhî kudretin sınırsızlığını
anlayacak, duyacak bir imân ve başîrete sahip olma
şansı azaldığından kendinde üstün bir kudret hissetmeğe başlar. Elde ettiği
bilgi, mal, makam ve servetten kaynaklanan gurur ve dengesizlik içinde ömür
sermayesini tüketmeye yönelir. Bu tek yönlü eğitilmenin neticesi olarak
kişinin ruhuyia bedeni, dünyasıyla âhireti, maddesiyle mânası arasındaki bağlar oluşmaz, köprü
ku^ rulmaz ve her geçen gün
bu dengesizlik biraz daha belirgin hale gelir. İlâhî hidâyet tecelli etmezse,
sonu mutlak hüsran olur.
Oysa fiziksel güç,
geniş maddî imkân geçici değerlerdir. Yolunda amacına yönelik ve Hakk'ın rızasına uygun ölçüler içinde kullanıldığı nisbette faydalıdır ve kalıcı mutluluğa vesile teşkil
edebilir. İlâhî statü dışında kul-lanılıp harcandığı
takdirde vebal ve azaba sebep olur.
İşte insanın bu gibi
geçici ve arızî güç ve imkânlarının ne yolda, niçin, ne maksatla kullanıldığını
en iyi bilip tes.bît ve takdîr euen
Cenâb-ı Hak her şeyi görüp bilmekte ve ona göre
karşılığını hazırlamaktadır.
Böylece bütün güçler o
yüksek kudretin önünde güçsüz kalır; bütün bilgiler O'nun ilminin karşısında
sönüp tükenir. Ezelî kanun hükmünü yürütür ve en mağrur başlar çok geçmeden eğilmeye mahkûm olur. Yaşlılık, hastalık ve ölüm
bunun ilk ve açık belirtileridir.
Âyette dikkat çekici
bir incelik söz konusudur. O da «ehlektü» fiilinin
delâlet ettiği mânadır. Kendi kuvvet ve servetiyle mağrur olan nankörün
harcadığı mal insanlardan yana, Allah'ın hoşnutluğu doğrultusunda değil de
nefsinin sahte gururunu tatmine yönelik bir harcamadır. Zira «ihlâk», yararsız, yok yere bir harcamayı, hikmetinin
hilâfına kullanmayı iş'ar içindir.
Dünyada bu gerçeği
anlamayanlar âhirette ilk adımda hemen anlama
imkânını bulacaklar ve yaptıkları hatanın, işledikleri cinayetin çok elîm
sonuçlar doğurduğunu farkedecekler, ama neden sonra,
mükellefiyet ve sorumluluk devri çok gerilerde kalmış, hesap, kitap, ceza ve
mükâfat devri başlamıştır. [10]
Yukarıdaki âyetlerle,
insanın sıkıntı ve meşakkatler dolu bir hayat programıyla yaratıldığı
belirtildi. Ancak insan türünün bizatihi üstün bir değer taşıdığına işaretle illet
ve malûl senteziyle oluşan baba ve oğul kavramları üzerinde durularak onlarla
yemin edildi. Sonra da ilâhî kudretin bütün güçler ve kudretler üstünde mutlak
hâkim olduğu belirtilerek mağrurlar uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
insana verilen ve her biri ilâhî sanatın ve hilkat-taki
erişilmezliğinin belgesini yansıtan dört nîmet konu ediliyor. O halde insan
olduğu için kölenin aşağılanmaması, esîrin işkence edilmemesi gereğine
işaretle, onları hürriyetlerine kavuşturmanın sarp geçitleri aşmaya vesile olacağı
müjdeleniyor. Sonra da yetim ve yoksulun korunması üzerinde durularak Allah'ın
verdiği nîmetlerden onları yararlandırmamızın sayılmayacak faydalarına atıf
yapılıyor.. Arkasından doğumla ölüm noktaları arasında çeşitli sınavlardan geçmenin mukadder olduğuna işaretle bu yolu kat'ederken mü'minlerin
birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye etmeleri arzu ediliyor.
İşte bu çizgide
kimilerinin meymenetli havaya, kimilerinin de meş'e-metli
havaya gireceği ve o sebeple herkesin kalıcı saadeti ve azabı dünyada kazanıp
öylece âhirete intikal edeceği haber veriliyor. [11]
8-9- Biz ona
iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?
10- (Doğru
ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?
11- Ama o,
sarp geçidi geçmeye katlanmadı.
12- Sarp
geçidin ne olduğunu bilir misin?
13- Bir köle
ya da esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmaktır.
14-16- Veya
açlık gününde (kıtlık zamanında) hısım sayılan bir yetime veya yere serilmiş
(bitkin, kimsesiz) bir yoksula yedirmektir.
17- Sonra da
birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye eden mü'min-lerden olmaktır.
18- İşte
bunlar sağ tarafta yerlerini alanlardır.
19- Âyetlerimizi
inkâr edenler ise sol tarafta yerlerini alanlardır.
20- Ve
üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş vardır.
Biz ona iki
göz ,bir dil.' iki dudak vermedik mi? (Doğru ve eğri olmak üzere) iki de
yol göstermedik mi?»
İnsanı ilâhî rıza,
fazîlet, rahmet ve inayet çizgisine ulaştıran üç organ : Göz, dil ve iki
dudak..
Şüphesiz gözün kendisi
her yanıyla ve inceliğiyle ilâhî sanat harikasından biridir. Anatomik
yapısıyla, verdiği hizmetle Cenâb-ı Hakk'ın varlığının ve kudretinin erişilmezliğinin ve
benzersizliğinin izlerini yansıtmakta ve en büyük hikmet sahibi Hakk'ın patentini taşımaktadır.
Hem insan gözü, akıl,
duygu, düşünce, zekâ ve hafıza gibi üstün yeteneklerle desteklenmiştir ki, bu
özelliğiyle diğer canlılardaki gözden ayrılmakta ve yüksek bir lûtfun tecellisi olduğunu bütün açıklığıyla ve berraklığıyla
ortaya koymaktadır. Aklını ve vicdanını dosdoğru kullanabilen bir insan, sadece
Allah'ın bu nîmetinin şükrünü yerine getirmekten âciz bulunduğunu anlar ve O
Yüksek Kudretin karşısında yerlere kapanarak «Sübhane
Rabbiye'l-a'lâ» demekten
başka bir şey düşünemez.
O halde her an bize
Allah'ın yüceliğini hatırlatan bu nîmeti, iyiyi, güzeli, doğruyu ve hakkı
görüp anlamakta kullanmak; günahı gerektiren şeylere karşı kapalı tutmak
gerekmez mi? Onu sadece maddeye, şehvete, makam ve servete çevirmek,
yaratıldığı hikmet ve gayenin dışında kullanmak olur ki bu, her yanıyla
haksızlık ve ölçüsüzlük doğurur.
Dil de kişinin duygu
ve düşüncelerinin ve gönlünde taşıdıklarının tercümanıdır. Konuşup anlaşmayı
sağlayan bir organ, gerek belirtilen özelliğiyle, gerekse tat alma yeteneğiyle
ilâhî sanatın ayrı bir tecellisidir. O da göz gibi Cenâb-ı
Hakk'ın varlığının ve birliğinin damgasını taşımakta
ve tesadüflerle oluşmadığına kendi özelliklerini şahit olarak göstermektedir.
O bakımdan bu organımızı çok dikkatli kullanmak zorundayız. Zira ağızdan çıkan
sözü geri çevirmek mümkün değildir. Hz. Ali (R.A.)
Efen-dimiz'in de buyurduğu gibi: «Okların ve
mızrakların açtığı yaranın kapanma şansı vardır; ama dilin açtığı yaranın
kapanma şansı pek yoktur.» O bakımdan dilimizi hem çok dikkatli, hem de çok iyi
kullanmalıyız. Zira o bizi mutluluğa götüreceği gibi, felâkete de götürebilir.
Tatlı dili olanların dostları hergün biraz daha
artar. Acı dil insanı yalnızlığa iter. Dilini tutmasını bilen kimse belâlardan
güvende kalmayı başarır; tutamayanların ise başı dertten kurtulmaz. Aklı kıt
olanlar dilini tutmayı beceremezler. İmânı zayıf olanlar diline hâkim olamazlar. Onun için
dilin sürçmesinden-se ayağın sürçmesi hayırlıdır.
Harîrî'nin dediği gibi, «Sözün doğrusu dilin süsüdür.» «Tutumlu
dil dünyada en büyük hazinedir.» «Dil araçların aracıdır.» «Dimağlar dille gelişir.»
«İnsan dilinin altında gizlidir.» «Tatlı dil, her kapıyı açan sihirli bir
anahtardır.»
Buna benzer dil
hakkında çok şey söylenmiş ve çok şey yazılmıştır. Ama gerçek olan tek şey
vardır; o da : Dili yaratıp böylesine sihirli bir araç yapan Cenâb-ı Hakk'ı anmakla onu ıslak
tutmaktır.
Dudaklar da öyle.. Her
biri en güzel biçim ve yararda düzenlenmiştir. Kapandığı zaman içeriye toz
geçirmeyecek, ağızdaki ıslaklığın dışarı sızmasını önleyecek bir yapıya
sahiptir. Konuşmamızı, yeme ve içmemizi kolaylaştırması ise ayrı bir
özelliğidir. İnsan yüzüne çekicilik veren organlardan biri de dudaklardır. Üst
veya alt dudaktan bir santimetre kare kesilecek olsa,, yüz bütün cazibesini
kaybeder ve çirkin bir görünüm alır.
İnkarcı mağrurlar,
nankör sapıklar hiç değilse bu organlara bakıp Hakk'ın
fırçasının rengini ve izlerini görmeli değil midirler? [12]
İnsana, doğru ve eğri
olmak üzere iki yol gösterilmiştir. Öyle ki, imân ile küfrü, doğru ile eğriyi,
hayır ile şerri, hak ile bâtılı yalnız akıl yoluyla ayırt etmemiz çoğu
konularda mümkün değildir. Akla destek olarak ilâhî beyana ve gerçeği araştırıp
bulmaya çalışan ilme ihtiyaç vardır.
Zira bizi beşerî
meziyet ve zaaflarla yaratan Cenâb-ı Hak, hilkatimizin
özelliğine uygunluk ve ruhumuzun yüoeliğiyle
uyumluluk sağlaması doğrultusunda nelerin yararlı, nelerin zararlı olduğunu
daha iyi bilir. Aynı zamanda dünyaya gelişimizin ve ölüp âhirete
gidişimizin hikmetini aklımızla tek başına çözüp sonuca bağlamamız da çok
zordur. Günkü akıl daha çok gözlem ve deney yoluyla isbat
edilen şeyleri kabul eder, bunun ötesindeki haberleri şüpheyle karşılar. O
kadar ki, akıl çoğu zaman neyin hayır, neyin de şer olduğunu belirleyemez;
şerri hayır, hayrı da şer kabul edebilir. Oysa bizi yaratan Allah, nelerin
hayatımızı sağlam düzeyde tutmaya yaradığını, nelerin onu tahribe sebep
olacağını en iyi bilendir. Bu bakımdan akla yol gösterecek, destek sağlayacak
ve onu doğruya yöneltecek kitap indirmiş, peygamber göndermiştir. Biz doğru yol
ile eğri yolun tarifini ancak bu iki kaynaktan öğrenme şansına sahibiz. Kendi
akıl ve mantığrmızla bu iki yolu kesin hatlarıyla ve
sonuçlarıyla çizip belirleyerek ortaya koyma, yeteneğini taşımıyoruz. Buna
pratikten bir misal vermemiz gerekirse, yeni icad
edilen bir elektronik cihazı gösterebiliriz. Elektronik alanda tahsil yapmayan
ve sadece aklına ve mantığına güvenerek cihazı ele alıp çalıştırmak isteyen
kimse, o cihazdan henüz yararlanma fırsatını bulmadan bozulmasına sebep olur.
Ama cihazı icad ve imal eden kişi ve müessesenin
cihazla ilgili tarifini dikkatle okuduktan sonra, bu konuda da birtakım
bilgileri varsa, o takdirde çalıştırıp yararlanma şansına erişebilir.
insan, ilâhî tezgâhta
yaratılıp şekillendirilen çok mükemmel bir canlıdır. Milyarlarca sinir
uçlarını, trilyonlarca hücreyi kendinde taşımaktadır ki bunların her biri
yükletilen programı bir yanlışlığa meydan vermeden yerine getirmekte ve akıl
almaz bir maharetle işlevini sürdürmektedir. Ayrıca insana bahşedilen «ruh»,
fizikötesi özelliklerle donatılıp ilâhî kudretin ışığını yansıtacak bir mana aynast taşımaktadır. Onun mânevi olarak ne gibi gıdalara
ihtiyaç duyduğunu yine akıl yoluyla çözmemiz mümkün değildir. Kitap ve peygamber
bilgisinden yoksun bir akıl o ihtiyacı içinde duysa bile, Hakk'a
değil bâtıla yönelip tatmin olmaya çalışır. Kendi eliyle yapıp şekillendirdiği
putlara «Tanrı» diye tapınmaya başlar.
«İki yol» diye
çevirisini yaptığımız «necdeyn» kelimesi üzerinde farklı
yorumlarda bulunanlar da olmuştur. Çünkü kök mâna olarak birden fazla anlam
taşımaktadır. Şöyle ki:
a) Tabiîn'den İkrime'ye göre:
Kadının iki göğsüne delâlet etmektedir. Zira her göğüs çocuk için yaşama ve rızıklanma konusunda bir yol mesabesindedir ve bu organın
tümsekliği dikkate alınarak bu isim verilmiştir.
b) Belirgin
iki yol demektir. Birinin sonu uçurum, diğerinin sonu saadettir.
c) Aşılması
çok zor işleri aşıp başarılı olan kahraman kişiye de «necd»
denildiği bilinmektedir. Bu durumda Cenâb-ı Hak
tarafından gösterilen iki yolu bilip ona göre hayırlı olanını seçerek ilerlemek
ayrı bir kahramanlık işi sayılır.
İnsan Sûresi 3.
âyetle, konumuzu oluşturan âyet arasında sıkı bir bağlantı söz konusudur: Bu
mücmel, diğeri mufassal; bu müfesser, diğeri müfessir
sayılabilir. Müfessir anlamında olan âyet şöyledir; «Gerçekten biz insana yol
gösterdik; o ya şükredici, ya
da nankör inkarcı olur.»
İnsan kendisine doğru
yol ve neticesi gösterilip belirlendiği; aklına ışık tutulup malzeme verildiği
için şükretmesi gerekir. Aksine bir tavır içinde olup ilâhî desteğe iltifat
etmemesi ise, nankörlük olur. Gerçek bu olmakla beraber, şükreden az,
nankörlükte bulunanlar ise hayli çoktur. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, Dâvud Peygamber'e ve ailesi halkına şöyle vahyetmiştir: «Ey Dâvud hanedanı!
Şükür için çalışın. Kutlarımdan şükreden azdır.» [13]
«Ama o, sarp geçidi geçmeğe katlanmadı. Sarp geçidin ne olduğunu bilir
misin?,.»
Mal ve serveti, güç ve
yeteneği Allah ve Peygamber, din ve kutsal değerleri red
ve inkâr yolunda harcamak, şüphesiz ki sonu mutlak uçurum olup felâketle
noktalanan şer yolunda yürümektir. Böylesine bir basiretsizlik ve izânsızlık
hiç kimseye rahmet ve mutluluk vaadetmemiştir ve
etmez de; hic kimseyi kalıcı anlamda bahtiyar
etmemiştir ve etmesi de düşünülemez Üstelik kişiyi ümitsizlik, tedirginlik,
kararsızlık ve karamsarlığa iter; önünü aydınlatmaz, mutlu bir gelecek vaadetmez. Zira ölüm olayı öylesi için mutlak yokluk ve
bütünüyle silinmedir. Hep yaşamak İsteyen nefsi, durmadan bu tehlikeyi
fısıldar. Böylece inkarcı nankör ölmeden önce manevî bir ateş içine girmiş
olur.
Resûlüllah'ın (A.S.) Ebû Zer el-Gıfarî'ye (R.A.) buyurduğu şu veciz sözleri, oturduğumuz
odanın her an gözümüze ilişecek duvarına yazılacak kadar anlamlı ve
yönlendiricidir:
«Ya
Eba Zer! Gemiyi yenile; çünkü deniz derindir. Tekmil
azığını ve nevaleni al; çünkü sefer hayli uzaktır. Yükünü hafif tut; çünkü
dağlar arasındaki yol oldukça sarp ve meşakkatlidir. Amelini (Allah için)
katıksız kıl; çünkü iyiyi kötüden ayırt eden (O çok yüce kudret) her şeyi görüp
bilendir.»[14]
O halde bütün bu
incelikleri dikkate alarak Cenâb-ı Hakk'ın verdiği bunca imkân ve yetenekleri amaç ve
hikmetine uygun kullanmak hılkatı-mızdaki
mayanın gereği; insan olarak hayat sahnesine çıkarılışımızın en tabii
neticesidir. Şüphesiz insanın kendini bu feyizli düzeye getirebilmesi için çok
sarp yokuşları ve geçitleri aşması gerekmektedir. Zira nimet külfet
karşılığıdır. Dünyada dengeli, huzurlu ve güvenli yaşama nimeti, nasıl sağlam
devlet, bilinci kadro, şaşmayan adalet istiyorsa; âhiret
âleminde de sonsuza dek mutlu bir hayat sürebilmek için imân temeli üzerinde
birçok sâlih amellerde bulunmaya ihtiyaç vardır.
Akabe: Cok dik yokuş ve sarp geçit demektir, Konumuzu oluşturan âyette
ise mecazî anlamda kullanılmıştır.
İktiham: Bir şeye, bir olaya düşünmeden, sonucunu hesaba
katmadan atılmak anlamına gelir. Nitekim Araplar: «Kahame'l-emre
kuhûnen» dedikleri zaman, kişinin düşünmeden kendini
bir işe, bir olaya attığını kas-dederler.
Aynı zamanda bu kelime
«kuhn» kökünden türetilmiştir ki, kök mana olarak,
helak, şiddet, kıtlık ve sarp yol gibi anlamlara delâlet eder. O halde hayra,
iyiye, doğruya, fazîlete, tek kelimeyle Hakk'a uzanan
dik yokuşu ve sarp geçidi aşmak için enerjiyi toplayıp azimle yürümek ne kadar
lüzumluysa, bu yolun aksine hep inişe, aşağı derekeye uzanan şer yolundan da
öylesine bir azimle uzaklaşmak şarttır.
Bu manâyla hayır ve
şer yoluna «necdeyn» denilmesi, tağlîbe
yönelik bir anlatım tarzıdır. [15]
.
«Bir köle ya da esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmaktır veya
açlık gününde (kıtlık zamanında) hısım sayılan bir yetime veya yere serilmiş
(bitkin, kimsesiz) bir yoksula yedirmektir. Sonra da birbirlerine sabır ve
merhamet tavsiye eden mü'minlerden olmaktır.»
İmân, insan ruhunun,
mayasının değişmeyen süsü ve gıdasıdır. Aynı zamanda paha biçilemiyen
bir kıymettir. Buna erişebilmek için, ergenlik çağına giren her kişinin çok
ciddi bir araştırmaya, aklını kullanmaya, basiretini harekete geçirmeye, irfan
ve idrâkini kıpırdatmaya ihtiyacı vardır. Bu da büyük fedakârlık, sabır,
tahammül ve ferağat-i nefis isteyen bir olaydır.
İmanın hem korunması, hem de onun tabii ürünü sayılan sâ-lıh amellerin işlenmesi, mü'minin
aşmakla yükümlü olduğu çok sarp bir yokuşa benzetilmiştir.
Şüphesiz bu yokuşa ve
geçide tırmanabiimenin en belirgin amellerinden
sadece üçüne değinilmiştir:
1- Köle ve
esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmak,
2- Kıtlık
günlerinde yetim ve yoksulu gözetip doyurmak,
3- Sabır ve
merhametle tavsiyede bulunmak..
Birincisi, analdrından hür olarak doğan ve sonra köle veya esîr edilen
insanları, malî fedakârlıkta bulunmak, merhamet duygusuna gönül kulağını açık
tutmak, insanın bizatihi «eşref-i mahlûkat» derecesinde yer aldığını vicdana arzetmek suretiyle hürriyetine kavuşturmayı telkîn etmektedir.
Çünkü Allah'ın son
dini olan İslâm'a göre : Savaştan maksat, toprak elde etmek, insan öldürmek,
onu esîr ve köle durumuna düşürmek, şehirleri yakıp yıkmak, bayındır yerleri
harabeye çevirmek değil; fitne ve fesadı, zulüm ve tuğyanı durdurmak; insanları
insanlara, cisimlere tapma zilletinden kurtarmak, Hakk'a
kul olma düzeyine getirmek ve böylece huzur ve güven içinde kardeşçe yaşama
havasını ve ortamını oluşturmaktır. Savaş bunun için meşru kılınmıştır.
O bakımdan tarih
boyunca Müslümanların süregelen savaşlarda yıkıcılıktan, kırıcılıktan, zevk
için adam öldürmekten, kadınların namus ve iffetine tecavüzden, ağaçları
kesmekten, mâbedleri yıkmaktan hep kaçındıkları
görülmüştür. Kimse bunun aksini iddia ve isbat
edemez. O kadar ki, Müslümanlar, savaşlarda elde ettikleri esirlere insanca
davranmış, onlara işkenceden nefret etmiş ve üstelik karınlarını doyurmaktan,
kalplerini almaktan derin zevk duymuşlardır. Esir mübadelelerinde düşman elindeki
müslüman esirler yara, bere içinde kulak ve benzeri
organları kesilmiş halde gelirken, düşmandan elde ettiğimiz esirleri,
burunları bile ka-natılmaksızın
iade ettiğimiz tarihî gerçeklerden biridir. Buna bir misal vereeek
olursak, İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) devrinde Şam
dolaylarında cereyan eden bir olayı gösterebiliriz: Bizans'la meydana gelen
savaşta Müslümanlar o bölgede üstünlük sağlayarak yüzbinden
fazla esîr almış bulunuyordu. Baş Kumandan Ebû Ubeyde b. Cerrah {R.A.) bu esirler hakkında nasıl bir
uygulamaya gidilmesi hususunda kesin bir karara yaramayınca durumu Halîfe'ye arzedip onun vereceği emre göre hareket etmeyi uygun
görmüştü. Böylece sözü edilen esirler, kötü bir muamele yapılmaksızın muhafaza
altına alındılar. Aynı zamanda lüzumlu ihtiyaçları da şartların ve imkânların
elverdiği nisbette karşılanıyordu. Halîfe Ömer (R.A.)
gelen bu haber üzerine hemen şûrayı topladı ve aoele
bir Karara varılmasını belirtti. Bir kısmı o esîrlerin imhasından yana idi.
Çünkü onları serbest bırakmak, düşmana yüzbin
kişilik bir kuvvet terketmek olurdu. Uzun süre
onları tutmak ise büyük sıkıntılar, ekonomik sarsıntılar doğururdu. Önemli bir
işinden dolayı şuraya katılmayan Hz. Ali'nin (R.A.)
görüşünü de almak gerekiyordu. Zira Halîfe, esirleri öldürmeden, aç ve susuz
bırakmadan bir formül arayışı içindeydi. Durumu Hz.
Ali'ye bildirip görüşünü rica etti. Hz. Ali'nin
(R.A.) verdiği cevap çok doyurucu #e s'adre şifâ
vericiydi. Şöyle ki: Hz. Ali (R.A.) İslâm'ın
gayesini, hedefini, ana hükümlerini, felsefe ve hikmetini, sonra da geleceğini
dikkate alarak şu cevabı
yazmıştır: (ya
emirelmü’min!Bu eseri öldürecek olursak,bizimle hıristiyan alemi arasında kapanması güç bir uçurum
meydana gelir ve İslamiyetin hep kınanıp kötülenmesine bir kapı
açabilir.Onları elimizde tutalım
dersek,savaş halinde olan ordumuzun vemaliyemizin onları
uzun süre doyurma imkanı mevcut
değildir.Bana kalırsa bu yüzbin esirin
karınları doyurulsun silahları alınsın ve memleketleri tespit edilerek öz vatanlarına gönderilsin.Böylece hem insan
kanı akıtmamış oluruz,hem düşmana hazır bir kuvvet vermemiş oluruz,hem de islamiyetin cihan dini,insanlık dini,,merhamet ve fazilet
dini olduğunu bilfiil göstermiş oluruz.)
Bu görüş
H.z Ömeri(R.A)sevindirdi ve derhal bu mealde
bir emir yazılarak baş kumandana gönderildi.Emir aynen uygulanınca hava bir anda değişiverdi.Aylardır
kuşatılan Ba’lebek Kalesinin kapıları açılıverdi.Rahipler ,aklı
erenler,İslamın bu alicenaplığına,adalet ve
hakkaniyetine büyük hayranlık duydular.Böyle bir orduyla ve bağlı olduğu dinle savaşmanın akılsızlık olduğuna
hükmettiler ve o sebeble kapılarını açıp “Buyrun !”demekten başka bir şey düşünmediler.Hem
Müslümanlardan önce hıristiyan bizans
ordusu Şam ve dolaylarını işgal ettiğinde,ora
insanlarına her türlü zulüm ve haksızlığa reva görmüş,namus ve iffetlerine el
uzatacak kadar çılgınlık göstermişlerdi.Müslümanlar ise,onların dininden ayrı
bir dine mensup bulunmalarına rağmen hep adaletle namus ve iffete saygı
göstermekle,tahripten uzak kalmakla hareket etmiş bulunuyordu.[16]
Nitekim Resulüllah(A.S)Efendimiz esir konusunda şu yönlendiricibilgi vermiş bulunuyordu:Kim köle(veya esir
olan)bir müslümanı azad ederse,Cenab’ı Hak,azad edeceği kölenin,utanç yerleri dahil her organına karşılık onu azad
edenin organları Cehennem ateşinden azad eder.[17]
Diğer bir hadiste de
şöyle buyurulmuştur:
Resulüllah(A.S)Efendimize soruldu:hangi kölelik(ve esirlik
konusu azad etme bakımından)daha üstündür?Cevap
verdi:Fiatı en yüksek olanı..[18].
İkinci alamet,kıtlık
günlerinde yetim ve yoksulu yedirip doyurmaktır. Zira refah ve bolluk
günlerinde toplumun bu zayıf unsurlarına yardımda bulunmak mü'mine
ağır gelmez ve onda, «Başkasına verirsem kendim aç kalırım» endişesini
doğurmaz. Her ailenin gıda maddesine daha fazla ihtiyaç duyduğu, fakat
istediği nisbette bulamadığı kıtlık günlerinde toplumun
açlık sıkıntısı çeken fert ve ailelerine yardım elini uzatmak şüphesiz ki
sağlam ve samimi imânın ve zevkine erişilmiş sâlih
amelin; aynı zamanda kökleşmiş din kardeşliğinin gereğidir. O bakımdan Cenâb-ı Hak böyle bir yardımı, sarp geçidi, meşakkatli
yokuşu aşmanın belirtisi olarak vasıflandırmaktadır.
Şüphesiz yetim ve
yoksulların her zaman, özellikle gıda maddesi temininde sıkıntı çekilen
yıllarda gözetilip korunmasına, eğitilip yetiştirilmesine teşvîk söz
konusudur. Toplumun ilgisizliğine mâruz kalıp horlanan ve bir kenara itilen
yetimlerin bir gün çok hırçın ve saldırgan olup o toplumu tedirgin
edebileceğini unutmamak gerekir. O bakımdan Duhâ
Sûre-si'nde Cenâb-ı Hak
yetimin horlanmasını, itilip kakılmasını haram kılarak şöyle buyurmaktadır: «O
halde sakın öksüzü hor görüp ona kötü davranma ve bir şey isteyeni azarlama!»
Cenâb-ı Hakk'ın bu uyarısına
kulaklarını tıkayan zenginlerin, iş sahiplerinin bir gün çocuklarının aynı
duruma düşmeyeceğini kim temin edebilir veya hangi kahraman böyle bir vaadde bulunabilir? Zira Cenâb-ı
Hak mutlak adalet sahibidir. Kâinatı her parçasıyla denge ve düzende yaratırken
insanların da kendi aralarında sosyal adalete yönelik denge kurmalarını
emretmiş ve her ferdin toplumun kopmaz bir parçası bulunduğuna işarette
bulunmuştur. Onun için hor gören horlanır veya çocukları horlanır; başkasının
iffet perdesini yırtıp namusunu lekeleyenin eninde sonunda iffet perdesi
yırtılır ve namusu ayaklar altına düşebilir. İnsan yaşadığı iklim şartlarına
nasıl uymak, uyum sağlamak zorunda ise, öylece bağlı bulunduğu toplumla
birtakım hususlarda uyum halinde yaşamak zorundadır. Aksi halde toplumun
aleyhine yaşamış olur ki, bu dengesizlik ve düzensizliği doğurur.
Şüphesiz yetim ve
yoksulu yedirip, giydirmenin, besleyip okutmanın, terbiye edip yetiştirmenin
bir de uhrevî karşılığı vardır ki, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bunu cok anlamlı sözlerle müjdelemiştir:
«Yetime sahip çıkıp
onun beslenmesi ve eğitimiyle ilgilenen kişi ile ben birlikte Cennetteyiz.» Resûlüllah (A.S.) bu sözü söylerken şehadet
parmağıyla orta parmağını gösteriyor, bu ikisi gibi birarada
diye İşarette bulunuyordu.[19]
«Kim yetimlerden üç
tanesini himayesine alıp yetiştirir ve eğitirse, o (bütün ömrünün) gecesini
namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hergün sabahleyin
kılıcını kınından sıyırmış bir halde Allah yolunda cihada çıkan kimse gibidir.
Ve benle o, şu iki kardeş gibi birarada cennetteyiz.»
Bunu derken orta parmağıyla şehadet parmağını
bitiştirerek gösteriyordu[20]
«Kim Müslüman
ana-babadan yetim kalan çocuğu (bağrına) basar da yemeğinden ona yedirir,
içeceğinden ona içirirse, Cennet kendisine vacip olur.»[21]
«Bir kavim ve topluluk
yemek çanaklarının etrafına bir yetimle beraber oturdukları takdirde, şeytan o
çanağa yanaşamaz.»[22]
«Allah yanında evlerin
en çok sevileni, içinde ikrama mazhar kılınan yetimin
bulunduğu evdir.»[23]
«Cennet'in kapısını
ilk açan ben olacağım; ancak ne var ki bir kadının benden önce davrandığını
göreceğim ve ona: «Sana ne oluyor ve sen kimsin?» diye soracağım. O da bana
şöyle diyecek : «Ben yetimleri koruyup sahip çıkan ve koruyup besleyen bir
kadınım.» [24]
«Bir adam kalbinin
katılığından söz ederek Resûlüllah'a (A.S.) halini arzetti. Efendimiz ona: «Yetimin başını okşa ve yoksulu
yedirip doyur» diye tavsiyede bulundu.[25]
Üçüncü alâmet,
insanlara, özellikle mü'minierin birbirlerine sabır
ve merhametli davranmakla tavsiyede bulunmalarıdır.
Sabırlı olmak, olaylar
karşısında, iş alanında, ibâdette çok temkinli olup dayanma gücünü ortaya
koymak gibi vasıflar günlük hayatımızın her safha ve bölümüyle içicedir.
Aceleci kişinin ayağında düğüm vardır; o bakımdan yöneldiği her iş ve her konu
kusurlu ve noksan kalır. İbâdeti bile hatâlarla dolu olur. Unutmamak gerekir
ki, çocuk besleyip büyütmek de, eğitim ve öğretimini sağlamak da, ilim tahsil
etmek de, kalıcı hizmetler vermek de, ibâdet ve taâti
emredildiği anlam ve şekilde yerine getirmek de ancak sabırlı çalışmayla,
dayanma gücünü ortaya koymakla gerçekleşir. Savaşlar, şuurlu hazırlıklarda
bulunmak ve her olayı dikkat ve sabırla incelemek suretiyle elde edilebilir.
İnsanlara karşı
şefkatli ve merhametli olmak ve bu güzel vasfa sahip olabilmenin yol ve
yöntemini araştırıp öğrenmek ise, topluma, sosyal hayata renk ve mâna veren;
birlik ve dirliğin ayakta durmasını sağlayan en kuvvetli amillerden biridir.
Bunun için Cenâb-ı Hak, konuyu Asr Sûresinde
hikmetiyle belirterek lüzumunu ortaya koymuş ve Bakara Sûresi'nde ise «Sabır ve
namaz ile (Allah'tan) yardım isteyin..» buyurarak, sabra öncelik tanımış ve
arkasından ibâdetin ancak sabırla vücut bulup amacına yönelik feyiz ve rahmetlere
vesîle olacağına işarette bulunmuştur.
Hayatını böylesine
yüksek haslet ve faziletlerle süsleyip imân ve sâ-lih amelle birleştiren mü'minler
«ashab-ı yemin» veya «meymenetli» olarak
vasıflandırılmıştır. Çünkü onlar hem dünya hayatını doğruluk düzeyinde uğurlu,
bereketli kılarlar, hem de âhiret hayatında bu havaya
kavuşup ilâhî rahmet ve inayetin feyiz ve bereketine mazhar
olurlar. Bunların aksine bir niyet ve davranış içinde ömrünü feyiz ve
bereketten mahrum bırakanlar ise, «ashab-ı şimal»
veya «meş'emeli» olarak vasıflandırılmıştır. Bunların
âhiret hayatı da uğursuzluk, bereketsizlik ve
feyizsizlik havasıyla bulanık ve karanlıktır. [26]
İşte bunlar
tarafta yerlerini alanlardır.
Âyetlerimizi inkâr edenler ise sol tarafta yerlerini alanlardır.»
Bu iki tabir üzerinde
hayli durulmuştur. Kitabullah'a baktığımızda buna
benzer dört yerde bir anlatıma yer verildiğini ve ayrıca âhiret
gününde amel defterlerinin sağ ele veya sağ taraftan; sol ele veya sol taraftan
verileceğinin sekiz yerde zikredildiğini görmekteyiz.
Bu az farkla
tekrarlanan iki terkipten her birini aynı mana üzerinde toplayanlar, «Ashab-ı Meymene»yi amel
defterleri sağ taraflarından sağ ellerine : «Ashab-ı
Meş'eme»yi, amel defterleri sol taraflarından sol
ellerine verilecek olanlar diye tefsir etmişlerdir.
İbn Zeyd ise, Adem Peygamber'in
(A.S.) sağ yanından alınan soyuna «Ashab-ı Yemîn» ve
«Ashab-ı Meymene»; sol
yanından alınan soyuna ise, «Ashab-ı Şimal» ve «Ashab-ı Meş'eme» denildiğim'
belirtir anlamda yorum yapmıştır.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre : İmân ve sâlih amellerle kendilerini
feyizli, bereketli, uğurlu ve güvenli çizgiye getirdikleri için onlara «Ashab-ı Meymene»; bunun aksine
bir yol izleyenlere «Ashab-ı Meş'eme»
denilmiştir.
Müfessir Kurtubî bu yorum ve tefsirlerin hepsini biraraya
getirerek sözünü ettiğimiz iki terkibi şöyle yorumlamayı uygun görmüştür:
a) Ashab-ı Meymene, cennetlik olanlardır.
b) Ashab-ı Meş'eme cehennemlik
olanlardır.
Kurtubî bu yorumuna mesned ve delil
olarak şu âyeti göstermiştir:
«Meymenetliler, ne
mutludur meymenetliler! Dikensiz kiraz, salkım, salkım muzlar...... arasında,
yüksek döşekler üstündedirler.», [27]
«Şeamettiler, ne
bedbahttır şeamettiler! Çok kızgın ateşte ve kaynarca su içindedirler.» [28]
Nitekim konumuzu
oluşturan son âyette bunlar hakkında «Aleyhim nârün mü'sade» buyurulrnaktadır ki,
«Üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş..»ten haber verilmekte ve dünya
hayatlarını küfür ve sapıklık karanlığına sokup çıkmaz sokakta bocalamalarına
karşılık böylesine elîm bir azapla uyarılmaktadırlar. İlâhî uyarıya kulak verip
İslâm'ın nurlu ve huzurlu havasına girenlerin Cenâb-ı
Hak tevbelerini kabul buyurur ve onlar için
Cennet'te sonsuz nîmetler hazırlar.
Şüphesiz Kur'ân'da yer alan tehdît anlamındaki, uyarıların hepsi de
yaşamakta olan inkarcı gafilleri Hakk'a döndürmeye
yönelik bulunuyor. Allah'ın kurduğu düzen ve çizdiği sistemin, hazırladığı
programın, değişmesi söz konusu olamaz. O bakımdan herkes o sistem ve programa
uymak zorundadır. Aksi halde kendi geleceğini kendisi hazırlar ve azap ateşini
şu dünyadan alıp beraberinde götürür. Resmî veya özel sektörde görev alan her
fert oranın statüsüne ve düzenlenmiş kurallarına nasıl uymak zorundaysa, ondan
çok önemli olup kişinin geleceğini belirleyen ilâhî sistem ve taşıdığı
kurallara uymak mutlaka zorunlu ve gereklidir. Zira bizi de, hayat sistem ve
kurallarını da biz yaratmadık, Allah yarattı ve daha mutlu, daha huzurlu ve
güvenli yarınlara gidebilmemiz için onlara uymamızı emretti; aynı zamanda bunu
ebedî saadete erişmemiz için şart koştu. Artık O Yüce Kudret Sahibi şu veya bu
kişinin hatırı için kurduğu sistemin işleyişini durdurmaz; hazırladığı program
ve kuralları askıya almaz. [29] Nitekim
konumuzu oluşturan son üç âyetle bu inceliğe işaret edilmekte ve dalâlette
ısrar edenlerin akıllarını kullanarak konuya eğilmeleri istenmektedir.
Beled Sûresine, insamn zorluk ve
s.kmt. içinde yaratıldığı belirtilerek ve kutsal
beldeye and içilerek başlanıldı ve İlâhî âyetleri
inkar edip omru-nü gayesinin hilaf.nda harcayıp tüketmek isteyenler uyar.larak
sure noktalandı.
Bizi bu sûrenin de
tefsîrine muvaffak kılan Cenâb-ı Hakk'a
sonsuz hamd-u senalar; dünya ve âhiret
hayat.nıngaye ve hikmetini bize öğreten Resûlüllah (A.S) Efendimiz'e ve
O'nun Al ve Ashabına salat-u selâm-lar olsun. [30]
[1] El-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an: 20/59; Lubabu’t-te’vil: 4/379.
[2] Lübabu’t-te’vil:
4/379.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6796-6797.
[4] Buhari, İlim: 37; Cenaiz: 76; Hacc: 43; Sayd: 8, 10; Buyu’: 28; Cizye: 22; Meğazi:
51, 53; Tirmizi, Hacc: 1; Diyat: 13; İbn Mace, Menasik: 103; Ahmed: 1/253, 259, 316; 3/199; 6/385.
[5] Buhari, İlim: 37; Cenaiz: 76; Hacc: 43; Sayd: 8, 10; Buyu’: 28; Cizye: 22; Meğazi:
51, 53; Tirmizi, Hacc: 1; Diyat: 13; İbn Mace, Menasik: 103; Ahmed: 1/253, 259, 316; 3/199; 6/385.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6798-6799.
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6799-6800.
[7] Ebû Dâvud/taharet:
4- Nesâî/taharet: 35- Ibn Mâce/taharet: 16- Ah-med : 2/247,
250
[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6801-6802.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6802-6803.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6803-6804.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6804-6805.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6806-6807.
[13] Sebe: 34/13.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6807-6809.
[14] İbn Hacer,
Münebbihat: 40. (Celal Yıldırım Tercümesi) 1977.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6809-6810.
[16] Bilgi için bak:Şehbenderzade
Ahmed Hilmi/Tarih-i islam:2/326,327
Hikmet Matbaası:1326
[17] Buhari, Keffarat:
6; Müslim, Lian: 22, 24; Ebu
Davud, Itak: 14; Tirmizi, Nüzur: 14; Ahmed: 2/420, 429, 431; 4/147, 5/244.
[18]
Buhari/talak:25,edeb:24,Müslimzühd:42Ebu,Davud/edeb:123Tirmizi/birr:14Taberani/şiir/şa’Ahmed:2/375-5/333
[19] Tirmizi, Birr:
15.
[20] İbn Mace, Edeb: 6, 33.
[21] Taberâni.
[22] Ahmed, Taberani, Tirmizi, Birr: 14.
[23] Taberani.
[24] Ebu Ya’la. İsnadı hasen ile.
[25] Ahmed: 2/263, 387.
[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6810-6815.
[27] Vakıa: 56/27-29.
[28] Vakıa: 56/41-43.
[29] Mu'cize olayı istisna teşkil
eder
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6815-6817.