BELED SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular : 2

Meali: 2

İlgili Hadîsler. 2

Emîn Beldeye, Adem İle Soyuna Yemin Edilmesi 2

Vâlid Ve Veled (Genetik Olay) 3

İnsan Sıkıntı Ve Zorluk İçinde  Yaratılmıştır. 4

Her Kudretin Üstünde İlâhî Kudret Hâkimdir. 4

Âyetler Arasında Bağlantı 5

Meali: 5

İnsana Verilen Ve Her Biri İlâhî Sanatın Erişilmezliğini Yansıtan Dört Önemli Nîmet 5

İnsanın Önüne İki Yol Konulmuştur. 6

Sarp Geçidi Geçmekte Başarılı Olmak. 7

İmân Düzeyinde Sarp Geçidin Üç Tezahür Ve Alâmeti 7

Ashab-ı Meymene Ve Ashabı Meş'eme. 9


BELED SÛRESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Bu tesbite muhalefet eden olmamıştır.[1]

Birinci âyetinde Emîn Belde olan Mekke'ye yemin edildiğinden, bu manâya delâlet eden «Beled» sûreye isim olmuştur.

Âyet sayısı: 20

Kelime sayısı: 82

Harf sayısı: 320.[2]

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular :

 

1- Kutsal Mekke'de kan dökmenin az bir süre için Hz. Peygamber'e (A.S.) helâl kılındığı haber veriliyor. Veya Hz. Peygamber'in (A.S.) Mek­ke'de bulunduğu süre içinde de hep helâl ve mubah olanı işleyeceğine, Ondan günah ve kötülük sadır olmayacağına işaret ediliyor.

2- İnsanın doğumundan ölümüne kadar sıkıntı ve zorluk içinde bir ömür süreceğine ve daha çok doğum döneminde sıkıntılar içinde dünyaya gözlerini açtığına; anasının da onu doğuruncaya  kadar hayli zorluklar çektiğine değiniliyor.

3- İnsana iki göz, dil ve iki dudak verildiği belirtilerek bunlarla doğ­ruyu görmesinin ve doğru olanı ifade etmesinin lüzumuna atıf yapılıyor. Aynı zamanda bu organlardan her birini yerli yerine oturtup istifade edilir özellikte var kılan CenâbHakk'ın kusursuz yaratan kudret olduğu dolaylı şekilde anlatılıyor.

4- Bir köle veya esirin bağını çözmenin; bir insanı hürriyetine kavuş­turmanın büyük bir fazilet ve hayırhahlık olduğu belirtiliyor. Kıtlık gün­lerinde yetim ve yoksulu doyurmanın, sarp geçitleri aşmaya vesîle olacağı haber veriliyor.

5-  Sonra da imân edenlerin birbirlerine sabır ve merhametle tavsi­yede bulunmalarının lüzum ve önemi üzerinde duruluyor.

6- Meymenetlilerle meymenetsizlerin kısaca tarifi yapılarak yönlen­dirici, düşündürücü bilgi veriliyor. [3]

 

Meali:

 

1- Hayır, bu şehre (kutsal Mekke'ye) and olsun ki,

2- Sen bu şehirde yerli olarak oturmussundur. (Bu şehir sana daha lâyık ve daha helâldir).

3- Babaya da, doğan çocuğuna da and olsun,

4- Ki biz insanı (kendine has) sıkıntı ve zorluk içinde yaratıp mey­dana getirdik.

5- O, kendisine hiç kimsenin güç getiremiyeceğini mi sanır?

6- «Yığın yığın mal sarfedip tükettim» diyor

7- Onu hiç gören olmadı mı sanıyor?

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Cenâb-ı Hak gökleri ve yeri yarattığından beri Mekke'yi (kutsal sayıp) hürmetli kılmıştır. (Artık orada (insan) kanı akıtılmasını, ağaçların kesilmesini, oraya sığınanın öldürülmesini yasaklamıştır.) Böy­lece Mekke kıyamet kopunoaya kadar hürmetlidir. Benden önce hiçbirine helâl kılınmamış, benden sonra da hiç kimseye helâl kılınmayacaktır. Ba­na da ancak gündüzleyin bir saat helâl kılınmış bulunuyor..»[4]

Bu ruhsat, Mekke'nin fethedildiği gün gerçekleşmiştir.

«Şüphesiz ki bu belde (Mekke)yi Cenâb-ı Hak gökleri ve yeri yarat­tığı andan itibaren hürmetli saymıştır. Artık O, Allah'ın hürmetiyle kıyame­te kadar hürmetlidir: Ağacı kesilmez, yaş otu biçilmez.

Bu belde ancak gündüzden bir saat bana helâl kılındı ve yine hürme­ti dünkü gibi geri döndü. Haberiniz olsun ve dikkatli olun! Burada hazır olan, (bu hükmü ve beyânı) hazır olmayana ulaştırsın.» [5]

 

Emîn Beldeye, Adem İle Soyuna Yemin Edilmesi

 

Hayır' bu şehre (Kutsal Mekke'ye) and olsun ki, sen bu şehirde yerli olarak oturmuşsundur. (Bu şehir sa­na daha lâyık ve daha helâldir.) Babaya da doğan çocuğuna da and olsun..»

Âyetin baş kısmında olumsuzluk ifade eden (lâm) harfi bulunuyor. Oysa cümle olumluluk ifade ediyor. O bakımdan bu harf hakkında farklı yorumlar ortaya çıkmıştır

a) Lâm harfi, lafzı güzelleştirmek için fazla olarak konulmuştur ve bu sebeple yemin cümlesini olumsuz kılmamaktadır. Nitekim ünlü lûgatçı el-Ahfeş de aynı görüştedir.

b) el-Hasan ile el-A'meş  ve İbn Kesîr bu cümleyi (Lâ-Uksimu) şek­linde değil de, (Leuksimu) şeklinde okuyarak (lâm) harfinin te'kld için ol­duğunu belirtmişlerdir.

c) Bu tarz bir anlatım şekli Araplar arasında cok yaygın olduğun­dan, önce onlara seslenen Kur'ân âyetlerinde de bu anlatım tarzına yer verilmiş bulunuyor. Meselâ Araplar sık sık “Lâ vallahi fealte kezâ” ve “Lâ vallahi kâne kezâ” gibi terkipleri kullanırlardı. Öyle ki, söze baş­larken önce olumsuzluk ifade eden bir harf kullanılınca muhatabın dikkati çekilir, sonra asıl anlatılmak istenen söz söylenirdi. Aynı zamanda (lâm)ın cümlenin başına konulması söze kuvvet kazandırmaya yöneliktir.

d) (Lâm) harfi olumsuzluk ifade etmek içindir. Bu durumda cümlenin manâsı şöyledir: «Resulüm sen içerisinde bulunmadıktan sonra bu şehre yemin etmem»

«Sen bu şehirde yerli olarak oturmuşsundur. (Bu şehir sana daha lâyık ve daha helâldir)» mealindeki âyette yer alan kelimeler, cümle ara­sındaki konumu ve delâleti itibariyle birkaç yoruma sebep olmaktadır:

1- Sen ileride bu şehirde bir süre hill (helâllik)  ruhsatına mazhar olup Allah düşmanlarına karşı kılıç kullanabileceksin.

Bu yorum, Mekke'nin fethedileceğine ve fetih esnasında kısa bir sü­re vuruşma meydana geleceğine işarettir.

2- Sen Mekke'de belli bir süre ne yaparsan hill (helöl ruhsatı) dü­zeyinde olacaksın.

3- Mekke'de yaş ot ve ağacın  kesilmesi,  koparılması bile haram iken sana karşı saldırıda bulunmayı ve hattâ seni öldürmeyi helâl sayıyor­lar. O halde bir süre daha bu sıkıntı ve zorluklara karşı sabret, dayanma gücünü ortaya koy; zira insan sıkıntı ve zorluk içinde yaratılmıştır; haya­tın yolu sıkıntı ve üzüntülerle doludur.

Bu yorum, yakında sıkıntıların kalkacağına ve hicret olayının gerçek­leşmesiyle yeni bir dönemin başlayacağına, işarettir.

4- Sen bu şehre hülûl etmişsindir ve ileride yine bu şehre hülûl edip konacaksın.

Bu yorum, «hill» in «hülûl» anlamına geldiğine ve yakın gelecekte Hz. Peygamber'in (A.S.) Mekke'yi terkedeceğine ve bir süre sonra tekrar gelip arzusuna kavuşacağına, yani kutsal şehri putlardan ve putperestlerden te­mizleyeceğine işarettir.

Nitekim konumuzla ilgili hadîsler bu âyeti en güzel şekilde açıkla­makta ve ilâhî muradın ne yönde olduğunu belirtmektedir. Allah daha iyi­sini bilir. [6]

 

Vâlid Ve Veled (Genetik Olay)

 

«Babaya da, doğan çocuğuna da and olsun..»

Baba ve oğluna and içilerek bu illet-malûl düzeyinde gerçekleşen ola­ya dikkat çekilmektedir. Böylece illet-malûl arasında oluşturulan biyolojik bağın hem önemine, hem de şaşmazlığına işaret edilmekte ve Allah'ın hil­kat kanununun kıyamete kadar biteviye sürüp gideceğine dolaylı şekilde de­ğinilmektedir. Zira Adem ile İsa (A.S.) dışında her çocuğun mutlaka er­kekle dişi arasında meydana gelen cinsel birleşmeden oluşması değiş­meyen ilâhî kanunlardan biridir ve ancak her tür kendi soyunun kalıtımın-daki özellikleriyle devam etmektedir. O kadar ki, her türün bütün özel­lik ve meziyetleri, kusur ve farklılıkları taşıdığı genlerde formüle edilmiştir.

Şüphesiz ki insan türünün bütün incelik ve hususiyetlerini küçücük bir gene yerleştirip onun mikro modelini hazırlayan CenâbHakk'ın kudreti­nin yüksekliğini ve erişilmeziiğini görmemek, anlamamak mümkün mü?

O bakımdan Cenâb-ı Hak baba ve oğula yemin ederek olayın inceli­ğine dikkat çekmekte ve kendi hılkatındaki harika modeli bilen bir insanın Yüce Yaratan'ı da bilmesinin gereğine atıf yapmaktadır.

Bizim bu açıklamamızın dışında bir de Ashab-ı Kiram ve Tabiîn'den bazı zatların az değişik yorumları vardır. Onları özetleyip şöyle sıraya ko­yabiliriz :

a) «Vâlid» Adem (A.S.)dır; «veled» ise ondan üreyip gelenlerdir. Zira insan denilen en şerefli canlının yaratılması bizatihi ilâhî ilim, kudret ve hikmetin erişilmeziiğini ortaya koymakta ve O'nun mutlak mevcut oldu­ğunu isbatlamaktadır. Böylece «insan», "Hakk'ın varlığının açık belgesi, yaratanın ancak O olduğunun kesin delilidir.

b) «Vâlid» Adem (A.S.)dır; «veled»  ise, onun soyundan gelen sâlih (iyi, yararlı) kişilerdir. Çünkü insanı insan yapan, onun Allah'a olan imânı ve o imân temeli üzerinde yükselen sâlih amelleridir.

c)  «Vâlid»  İbrahim Peygamber'dir.  (A.S.): «veled»  ise. Onun soyun­dan gelen peygamberler ve sâlih kullardır.

d) Mâverdî'ye göre: «Vâlid», Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz'dir; «ve­led» ise. Ona dosdoğru îmân edip sünnetine uygun yaşayan ümmetidir.

Mâverdî bu yorumunu şu hadîse dayandırmaktadır: «Şüphesiz ki ben sizin için baba makamındayım.» [7]

Böylece Cenâb-ı Hak hem Mekke'ye, hem de Hz. Muhammed'e {A.S.) ve Onun sâlih ümmetine yemin ederek onların kadr-u kıymetini, şeref ve itibarını yükseltmektedir. [8]

 

İnsan Sıkıntı Ve Zorluk İçinde  Yaratılmıştır

 

Ki  bîz insanı  (kendine has) sıkıntı ve zorluk ipinde yaratıp meydana getirdik.»

Şüphesiz bazı istisnalar dışında insanın ana rahminde oluşup şe­killenmesinde, doğumunda, beslenip eğitilmesinde, hayata hazırlanması ve hayatını sürdürmesinde birtakım zorluklar ve sıkıntılar söz konusudur. Bu, her bakımdan bir insanın külay meydana getirilemiyeceğini, büyük emek­leri, sıkıntıları ve fedakârlıkları; aynı zamanda sabırlı hareket etmeyi ge­rektirdiğini yansıtmaktadır.

Hayvanların çoğunda yavru doğduktan kısa bir süre sonra toparla­nıp ayağa kalkar ve kendini besleme imkânını bulabilir. İnsan ise birkaç yıl yakın ilgiye, emeğe ve itina gösterilmeye muhtaçtır.

Böylece sıkıntıyla, zorluklara katlanılarak; emek ve fedakârlıkta bu­lunularak doğurulan ve yine aynı zorluk ve sıkıntılarla beslenip büyütülen bir insanın ana-babasına ne kadar borçlu olduğunu belirtmeye gerek yok­tur. O bakımdan ana-baba evlâdının hem cenneti, hem de cehennemidir. Onların bunca fedakârlığını düşünerek insafa gelen ve elinden geldiğince onları memnun etmeye çalışan bir evlât elbetteki cennete lâyıktır. Al­lah'a imânı tamsa, bu kapıyı kendine açmış olur. Değilse, kendini sonu gelmeyen bir karanlığa sürüklemiş bulunur.

Diğer yandan Ashab-ı Kiramın ileri gelenlerinden birçok kimse ve Ta-biîn'den birçok ilim adamı, âyetteki kasem (yemin)in cevabı olarak geti­rilen bu cümle üzerinde durarak birtakım yorumlarda bulunmuşlardır. Şöy­le ki :

a) Dünya hayatının sıkıntı, külfet ve zorluklarla dolu olduğuna işa­rettir. Zira «kebed»in aslı «şiddet, katılık, gılzetotlr. Kanın gılzet peyda edip kalınfaştığı kara ciğere bu mânayla «kebid» denilmiştir.

b) İbn Abbas (R.A.) ve el-Hasan'a göre: Şiddet ve fazla yorgunluğa işarettir. Zira insanın doğumu da, yaşamı da bu iki kavramla içiçedir.

c) İkrime'ye göre : Ceninin ana rahminde doğumuna yakın başaşağı dikey durum almasına işarettir. Şüphesiz bu da CenâbHakk'ın hem ana­ya, hem de cenine olan bir başka lütuf ve minnetidir.

O bakımdan doğum vakti yaklaşınca çocuk ters dönmekte, yani başa­şağı gelmektedir.

d) Ferahlık ve genişliğe karşı şükretmek için birtakım sıkıntı ve kül­fetlere katlanmaya; zorluk ve üzüntü veren olaylara karşı sabretmeye işa­rettir. Çünkü hayatın yolu dümdüz değildir; inişli yokuşludur; yani bu yol zıtlarla doludur.

e) Doğum olayı, çocuğun göbeğinin kesilmesi, süt emmeye alışması, dişlerinin çıkmaya başlaması, dilinin hareket etmesi, sütten kesilmesi, sünnet edilmesi, okula başlaması, eğitilip yetiştirilmesi, tahsilini tamamlamaya çalışması; sonra da evlenmesi, çoluk-çocuğa karışması ve arka­sından yaşlanması; birtakım hastalıkların, arazların ortaya çıkması gibi hep sıkıntı ve külfeti gerektiren safhalar birbirini izler. Âyette oilhassa bu hususlara işaret edilmektedir. [9]

 

Her Kudretin Üstünde İlâhî Kudret Hâkimdir

 

0' kendisine hiç kimsenin güç getirem.yeceğini mi sanır?.»

Doğumla ölüm arasında adım adım gelişip bir sürü sıkıntı ve zorluk­larla karşılaşan insanoğlu, rüşde erip kişiliğini kazanınca ciddi anlamda dinî eğitim görmez ve o sebeple sadece zekâsını ve fiziksel yapısını ge­liştiren bir öğrenim görürse, ilâhî kudretin sınırsızlığını anlayacak, duya­cak bir imân ve başîrete sahip olma şansı azaldığından kendinde üstün bir kudret hissetmeğe başlar. Elde ettiği bilgi, mal, makam ve servetten kay­naklanan gurur ve dengesizlik içinde ömür sermayesini tüketmeye yöne­lir. Bu tek yönlü eğitilmenin neticesi olarak kişinin ruhuyia bedeni, dün­yasıyla âhireti, maddesiyle mânası arasındaki bağlar oluşmaz, köprü ku^ rulmaz ve her geçen gün bu dengesizlik biraz daha belirgin hale gelir. İlâhî hidâyet tecelli etmezse, sonu mutlak hüsran olur.

Oysa fiziksel güç, geniş maddî imkân geçici değerlerdir. Yolunda ama­cına yönelik ve Hakk'ın rızasına uygun ölçüler içinde kullanıldığı nisbette faydalıdır ve kalıcı mutluluğa vesile teşkil edebilir. İlâhî statü dışında kul-lanılıp harcandığı takdirde vebal ve azaba sebep olur.

İşte insanın bu gibi geçici ve arızî güç ve imkânlarının ne yolda, niçin, ne maksatla kullanıldığını en iyi bilip tes.bît ve takdîr euen Cenâb-ı Hak her şeyi görüp bilmekte ve ona göre karşılığını hazırlamaktadır.

Böylece bütün güçler o yüksek kudretin önünde güçsüz kalır; bütün bilgiler O'nun ilminin karşısında sönüp tükenir. Ezelî kanun hükmünü yü­rütür ve en mağrur başlar çok geçmeden eğilmeye mahkûm olur. Yaşlı­lık, hastalık ve ölüm bunun ilk ve açık belirtileridir.

Âyette dikkat çekici bir incelik söz konusudur. O da «ehlektü» fiili­nin delâlet ettiği mânadır. Kendi kuvvet ve servetiyle mağrur olan nan­körün harcadığı mal insanlardan yana, Allah'ın hoşnutluğu doğrultusunda değil de nefsinin sahte gururunu tatmine yönelik bir harcamadır. Zira «ihlâk», yararsız, yok yere bir harcamayı, hikmetinin hilâfına kullanmayı iş'ar içindir.

Dünyada bu gerçeği anlamayanlar âhirette ilk adımda hemen anla­ma imkânını bulacaklar ve yaptıkları hatanın, işledikleri cinayetin çok elîm sonuçlar doğurduğunu farkedecekler, ama neden sonra, mükellefiyet ve sorumluluk devri çok gerilerde kalmış, hesap, kitap, ceza ve mükâfat dev­ri başlamıştır. [10]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, insanın sıkıntı ve meşakkatler dolu bir hayat programıyla yaratıldığı belirtildi. Ancak insan türünün bizatihi üstün bir değer taşıdığına işaretle illet ve malûl senteziyle oluşan baba ve oğul kav­ramları üzerinde durularak onlarla yemin edildi. Sonra da ilâhî kudretin bütün güçler ve kudretler üstünde mutlak hâkim olduğu belirtilerek mağ­rurlar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, insana verilen ve her biri ilâhî sanatın ve hilkat-taki erişilmezliğinin belgesini yansıtan dört nîmet konu ediliyor. O halde insan olduğu için kölenin aşağılanmaması, esîrin işkence edilmemesi ge­reğine işaretle, onları hürriyetlerine kavuşturmanın sarp geçitleri aşmaya vesile olacağı müjdeleniyor. Sonra da yetim ve yoksulun korunması üzerin­de durularak Allah'ın verdiği nîmetlerden onları yararlandırmamızın sa­yılmayacak faydalarına atıf yapılıyor.. Arkasından doğumla ölüm nokta­ları arasında çeşitli sınavlardan geçmenin mukadder olduğuna işaretle bu yolu kat'ederken mü'minlerin birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye et­meleri arzu ediliyor.

İşte bu çizgide kimilerinin meymenetli havaya, kimilerinin de meş'e-metli havaya gireceği ve o sebeple herkesin kalıcı saadeti ve azabı dün­yada kazanıp öylece âhirete intikal edeceği haber veriliyor. [11]

 

Meali:

 

8-9- Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi?

10- (Doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?

11- Ama o, sarp geçidi geçmeye katlanmadı.

12- Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?

13- Bir köle ya da esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmaktır.

14-16- Veya açlık gününde (kıtlık zamanında) hısım sayılan bir ye­time veya yere serilmiş (bitkin, kimsesiz) bir yoksula yedirmektir.

17- Sonra da birbirlerine sabır ve merhamet tavsiye eden mü'min-lerden olmaktır.

18- İşte bunlar sağ tarafta yerlerini alanlardır.

19- Âyetlerimizi inkâr edenler ise sol tarafta yerlerini alanlardır.

20- Ve üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş vardır.

 

İnsana Verilen Ve Her Biri İlâhî Sanatın Erişilmezliğini Yansıtan Dört Önemli Nîmet

 

Biz  ona iki  göz ,bir dil.' iki dudak vermedik mi? (Doğru ve eğri olmak üzere) iki de yol göstermedik mi?»

İnsanı ilâhî rıza, fazîlet, rahmet ve inayet çizgisine ulaştıran üç or­gan : Göz, dil ve iki dudak..

Şüphesiz gözün kendisi her yanıyla ve inceliğiyle ilâhî sanat harika­sından biridir. Anatomik yapısıyla, verdiği hizmetle CenâbHakk'ın var­lığının ve kudretinin erişilmezliğinin ve benzersizliğinin izlerini yansıtmakta ve en büyük hikmet sahibi Hakk'ın patentini taşımaktadır.

Hem insan gözü, akıl, duygu, düşünce, zekâ ve hafıza gibi üstün ye­teneklerle desteklenmiştir ki, bu özelliğiyle diğer canlılardaki gözden ay­rılmakta ve yüksek bir lûtfun tecellisi olduğunu bütün açıklığıyla ve ber­raklığıyla ortaya koymaktadır. Aklını ve vicdanını dosdoğru kullanabilen bir insan, sadece Allah'ın bu nîmetinin şükrünü yerine getirmekten âciz bulunduğunu anlar ve O Yüksek Kudretin karşısında yerlere kapanarak «Sübhane Rabbiye'l-a'lâ» demekten başka bir şey düşünemez.

O halde her an bize Allah'ın yüceliğini hatırlatan bu nîmeti, iyiyi, gü­zeli, doğruyu ve hakkı görüp anlamakta kullanmak; günahı gerektiren şey­lere karşı kapalı tutmak gerekmez mi? Onu sadece maddeye, şehvete, makam ve servete çevirmek, yaratıldığı hikmet ve gayenin dışında kullan­mak olur ki bu, her yanıyla haksızlık ve ölçüsüzlük doğurur.

Dil de kişinin duygu ve düşüncelerinin ve gönlünde taşıdıklarının ter­cümanıdır. Konuşup anlaşmayı sağlayan bir organ, gerek belirtilen özel­liğiyle, gerekse tat alma yeteneğiyle ilâhî sanatın ayrı bir tecellisidir. O da göz gibi CenâbHakk'ın varlığının ve birliğinin damgasını taşımakta ve tesadüflerle oluşmadığına kendi özelliklerini şahit olarak göstermek­tedir. O bakımdan bu organımızı çok dikkatli kullanmak zorundayız. Zi­ra ağızdan çıkan sözü geri çevirmek mümkün değildir. Hz. Ali (R.A.) Efen-dimiz'in de buyurduğu gibi: «Okların ve mızrakların açtığı yaranın ka­panma şansı vardır; ama dilin açtığı yaranın kapanma şansı pek yoktur.» O bakımdan dilimizi hem çok dikkatli, hem de çok iyi kullanmalıyız. Zira o bizi mutluluğa götüreceği gibi, felâkete de götürebilir. Tatlı dili olanların dostları hergün biraz daha artar. Acı dil insanı yalnızlığa iter. Dilini tut­masını bilen kimse belâlardan güvende kalmayı başarır; tutamayanların ise başı dertten kurtulmaz. Aklı kıt olanlar dilini tutmayı beceremezler. İmânı zayıf olanlar diline hâkim olamazlar. Onun için dilin sürçmesinden-se ayağın sürçmesi hayırlıdır.

Harîrî'nin dediği gibi, «Sözün doğrusu dilin süsüdür.» «Tutumlu dil dünyada en büyük hazinedir.» «Dil araçların aracıdır.» «Dimağlar dille ge­lişir.» «İnsan dilinin altında gizlidir.» «Tatlı dil, her kapıyı açan sihirli bir anahtardır.»

Buna benzer dil hakkında çok şey söylenmiş ve çok şey yazılmıştır. Ama gerçek olan tek şey vardır; o da : Dili yaratıp böylesine sihirli bir araç yapan CenâbHakk'ı anmakla onu ıslak tutmaktır.

Dudaklar da öyle.. Her biri en güzel biçim ve yararda düzenlenmiştir. Kapandığı zaman içeriye toz geçirmeyecek, ağızdaki ıslaklığın dışarı sız­masını önleyecek bir yapıya sahiptir. Konuşmamızı, yeme ve içmemizi ko­laylaştırması ise ayrı bir özelliğidir. İnsan yüzüne çekicilik veren organ­lardan biri de dudaklardır. Üst veya alt dudaktan bir santimetre kare ke­silecek olsa,, yüz bütün cazibesini kaybeder ve çirkin bir görünüm alır.

İnkarcı mağrurlar, nankör sapıklar hiç değilse bu organlara bakıp Hakk'ın fırçasının rengini ve izlerini görmeli değil midirler? [12]

 

İnsanın Önüne İki Yol Konulmuştur

 

İnsana, doğru ve eğri olmak üzere iki yol gösterilmiştir. Öyle ki, imân ile küfrü, doğru ile eğriyi, hayır ile şerri, hak ile bâtılı yalnız akıl yoluyla ayırt etmemiz çoğu konularda mümkün değildir. Akla destek olarak ilâhî beyana ve gerçeği araştırıp bulmaya çalışan ilme ihtiyaç vardır.

Zira bizi beşerî meziyet ve zaaflarla yaratan Cenâb-ı Hak, hilkatimi­zin özelliğine uygunluk ve ruhumuzun yüoeliğiyle uyumluluk sağlaması doğrultusunda nelerin yararlı, nelerin zararlı olduğunu daha iyi bilir. Aynı zamanda dünyaya gelişimizin ve ölüp âhirete gidişimizin hikmetini aklı­mızla tek başına çözüp sonuca bağlamamız da çok zordur. Günkü akıl daha çok gözlem ve deney yoluyla isbat edilen şeyleri kabul eder, bunun ötesindeki haberleri şüpheyle karşılar. O kadar ki, akıl çoğu zaman ne­yin hayır, neyin de şer olduğunu belirleyemez; şerri hayır, hayrı da şer kabul edebilir. Oysa bizi yaratan Allah, nelerin hayatımızı sağlam düzeyde tutmaya yaradığını, nelerin onu tahribe sebep olacağını en iyi bilendir. Bu bakımdan akla yol gösterecek, destek sağlayacak ve onu doğruya yöneltecek kitap indirmiş, peygamber göndermiştir. Biz doğru yol ile eğri yolun tarifini ancak bu iki kaynaktan öğrenme şansına sahibiz. Kendi akıl ve mantığrmızla bu iki yolu kesin hatlarıyla ve sonuçlarıyla çizip belirleyerek ortaya koyma, yeteneğini taşımıyoruz. Buna pratikten bir misal ver­memiz gerekirse, yeni icad edilen bir elektronik cihazı gösterebiliriz. Elekt­ronik alanda tahsil yapmayan ve sadece aklına ve mantığına güvenerek cihazı ele alıp çalıştırmak isteyen kimse, o cihazdan henüz yararlanma fırsatını bulmadan bozulmasına sebep olur. Ama cihazı icad ve imal eden kişi ve müessesenin cihazla ilgili tarifini dikkatle okuduktan sonra, bu konuda da birtakım bilgileri varsa, o takdirde çalıştırıp yararlanma şansına erişebilir.

insan, ilâhî tezgâhta yaratılıp şekillendirilen çok mükemmel bir can­lıdır. Milyarlarca sinir uçlarını, trilyonlarca hücreyi kendinde taşımaktadır ki bunların her biri yükletilen programı bir yanlışlığa meydan vermeden yerine getirmekte ve akıl almaz bir maharetle işlevini sürdürmektedir. Ay­rıca insana bahşedilen «ruh», fizikötesi özelliklerle donatılıp ilâhî kudre­tin ışığını yansıtacak bir mana aynast taşımaktadır. Onun mânevi olarak ne gibi gıdalara ihtiyaç duyduğunu yine akıl yoluyla çözmemiz mümkün değildir. Kitap ve peygamber bilgisinden yoksun bir akıl o ihtiyacı içinde duysa bile, Hakk'a değil bâtıla yönelip tatmin olmaya çalışır. Kendi eliyle yapıp şekillendirdiği putlara «Tanrı» diye tapınmaya başlar.

«İki yol» diye çevirisini yaptığımız «necdeyn» kelimesi üzerinde farklı yorumlarda bulunanlar da olmuştur. Çünkü kök mâna olarak birden fazla anlam taşımaktadır. Şöyle ki:

a) Tabiîn'den İkrime'ye göre: Kadının iki göğsüne delâlet etmektedir. Zira her göğüs çocuk için yaşama ve rızıklanma konusunda bir yol me­sabesindedir ve bu organın tümsekliği dikkate alınarak bu isim verilmiştir.

b) Belirgin iki yol demektir. Birinin sonu uçurum, diğerinin sonu saa­dettir.

c) Aşılması çok zor işleri aşıp başarılı olan kahraman kişiye de «necd» denildiği bilinmektedir. Bu durumda Cenâb-ı Hak tarafından gösterilen iki yolu bilip ona göre hayırlı olanını seçerek ilerlemek ayrı bir kahramanlık işi sayılır.

İnsan Sûresi 3. âyetle, konumuzu oluşturan âyet arasında sıkı bir bağ­lantı söz konusudur: Bu mücmel, diğeri mufassal; bu müfesser, diğeri müfessir sayılabilir. Müfessir anlamında olan âyet şöyledir; «Gerçekten biz insana yol gösterdik; o ya şükredici, ya da nankör inkarcı olur.»

İnsan kendisine doğru yol ve neticesi gösterilip belirlendiği; aklına ışık tutulup malzeme verildiği için şükretmesi gerekir. Aksine bir tavır içinde olup ilâhî desteğe iltifat etmemesi ise, nankörlük olur. Gerçek bu olmakla beraber, şükreden az, nankörlükte bulunanlar ise hayli çoktur. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Dâvud Peygamber'e ve ailesi halkına şöyle vahyetmiştir: «Ey Dâvud hanedanı! Şükür için çalışın. Kutlarımdan şükreden azdır.» [13]

 

Sarp Geçidi Geçmekte Başarılı Olmak

 

«Ama o, sarp geçidi geçmeğe kat­lanmadı. Sarp geçidin ne olduğunu bilir misin?,.»

Mal ve serveti, güç ve yeteneği Allah ve Peygamber, din ve kutsal değerleri red ve inkâr yolunda harcamak, şüphesiz ki sonu mutlak uçu­rum olup felâketle noktalanan şer yolunda yürümektir. Böylesine bir ba­siretsizlik ve izânsızlık hiç kimseye rahmet ve mutluluk vaadetmemiştir ve etmez de; hic kimseyi kalıcı anlamda bahtiyar etmemiştir ve etmesi de düşünülemez Üstelik kişiyi ümitsizlik, tedirginlik, kararsızlık ve karam­sarlığa iter; önünü aydınlatmaz, mutlu bir gelecek vaadetmez. Zira ölüm olayı öylesi için mutlak yokluk ve bütünüyle silinmedir. Hep yaşamak İste­yen nefsi, durmadan bu tehlikeyi fısıldar. Böylece inkarcı nankör ölmeden önce manevî bir ateş içine girmiş olur.

Resûlüllah'ın (A.S.) Ebû Zer el-Gıfarî'ye (R.A.) buyurduğu şu veciz söz­leri, oturduğumuz odanın her an gözümüze ilişecek duvarına yazılacak ka­dar anlamlı ve yönlendiricidir:

«Ya Eba Zer! Gemiyi yenile; çünkü deniz derindir. Tekmil azığını ve nevaleni al; çünkü sefer hayli uzaktır. Yükünü hafif tut; çünkü dağlar ara­sındaki yol oldukça sarp ve meşakkatlidir. Amelini (Allah için) katıksız kıl; çünkü iyiyi kötüden ayırt eden (O çok yüce kudret) her şeyi görüp bilen­dir.»[14]

O halde bütün bu incelikleri dikkate alarak CenâbHakk'ın verdiği bunca imkân ve yetenekleri amaç ve hikmetine uygun kullanmak hılkatı-mızdaki mayanın gereği; insan olarak hayat sahnesine çıkarılışımızın en tabii neticesidir. Şüphesiz insanın kendini bu feyizli düzeye getirebilmesi için çok sarp yokuşları ve geçitleri aşması gerekmektedir. Zira nimet kül­fet karşılığıdır. Dünyada dengeli, huzurlu ve güvenli yaşama nimeti, nasıl sağlam devlet, bilinci kadro, şaşmayan adalet istiyorsa; âhiret âleminde de sonsuza dek mutlu bir hayat sürebilmek için imân temeli üzerinde bir­çok sâlih amellerde bulunmaya ihtiyaç vardır.

Akabe: Cok dik yokuş ve sarp geçit demektir, Konumuzu oluşturan  âyette ise mecazî anlamda kullanılmıştır.

İktiham: Bir şeye, bir olaya düşünmeden, sonucunu hesaba katma­dan atılmak anlamına gelir. Nitekim Araplar: «Kahame'l-emre kuhûnen» dedikleri zaman, kişinin düşünmeden kendini bir işe, bir olaya attığını kas-dederler.

Aynı zamanda bu kelime «kuhn» kökünden türetilmiştir ki, kök mana olarak, helak, şiddet, kıtlık ve sarp yol gibi anlamlara delâlet eder. O hal­de hayra, iyiye, doğruya, fazîlete, tek kelimeyle Hakk'a uzanan dik yo­kuşu ve sarp geçidi aşmak için enerjiyi toplayıp azimle yürümek ne ka­dar lüzumluysa, bu yolun aksine hep inişe, aşağı derekeye uzanan şer yolundan da öylesine bir azimle uzaklaşmak şarttır.

Bu manâyla hayır ve şer yoluna «necdeyn» denilmesi, tağlîbe yöne­lik bir anlatım tarzıdır. [15]

.

İmân Düzeyinde Sarp Geçidin Üç Tezahür Ve Alâmeti

 

«Bir köle ya da esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmaktır veya açlık gününde (kıtlık zamanında) hısım sayılan bir yetime veya yere serilmiş (bitkin, kimse­siz) bir yoksula yedirmektir. Sonra da birbirlerine sabır ve merhamet tav­siye eden mü'minlerden olmaktır.»

İmân, insan ruhunun, mayasının değişmeyen süsü ve gıdasıdır. Aynı zamanda paha biçilemiyen bir kıymettir. Buna erişebilmek için, ergen­lik çağına giren her kişinin çok ciddi bir araştırmaya, aklını kullanmaya, basiretini harekete geçirmeye, irfan ve idrâkini kıpırdatmaya ihtiyacı var­dır. Bu da büyük fedakârlık, sabır, tahammül ve ferağat-i nefis isteyen bir olaydır. İmanın hem korunması, hem de onun tabii ürünü sayılan -lıh amellerin işlenmesi, mü'minin aşmakla yükümlü olduğu çok sarp bir yokuşa benzetilmiştir.

Şüphesiz bu yokuşa ve geçide tırmanabiimenin en belirgin amelle­rinden sadece üçüne değinilmiştir:

1- Köle ve esirin bağını çözüp hürriyetine kavuşturmak,

2- Kıtlık günlerinde yetim ve yoksulu gözetip doyurmak,

3- Sabır ve merhametle tavsiyede bulunmak..

Birincisi, analdrından hür olarak doğan ve sonra köle veya esîr edilen insanları, malî fedakârlıkta bulunmak, merhamet duygusuna gönül ku­lağını açık tutmak, insanın bizatihi «eşref-i mahlûkat» derecesinde yer al­dığını vicdana arzetmek suretiyle hürriyetine kavuşturmayı telkîn etmek­tedir.

Çünkü Allah'ın son dini olan İslâm'a göre : Savaştan maksat, top­rak elde etmek, insan öldürmek, onu esîr ve köle durumuna düşürmek, şehirleri yakıp yıkmak, bayındır yerleri harabeye çevirmek değil; fitne ve fesadı, zulüm ve tuğyanı durdurmak; insanları insanlara, cisimlere tapma zilletinden kurtarmak, Hakk'a kul olma düzeyine getirmek ve böylece hu­zur ve güven içinde kardeşçe yaşama havasını ve ortamını oluşturmaktır. Savaş bunun için meşru kılınmıştır.

O bakımdan tarih boyunca Müslümanların süregelen savaşlarda yıkı­cılıktan, kırıcılıktan, zevk için adam öldürmekten, kadınların namus ve iffetine tecavüzden, ağaçları kesmekten, mâbedleri yıkmaktan hep kaçın­dıkları görülmüştür. Kimse bunun aksini iddia ve isbat edemez. O kadar ki, Müslümanlar, savaşlarda elde ettikleri esirlere insanca davranmış, on­lara işkenceden nefret etmiş ve üstelik karınlarını doyurmaktan, kalple­rini almaktan derin zevk duymuşlardır. Esir mübadelelerinde düşman elin­deki müslüman esirler yara, bere içinde kulak ve benzeri organları ke­silmiş halde gelirken, düşmandan elde ettiğimiz esirleri, burunları bile ka-natılmaksızın iade ettiğimiz tarihî gerçeklerden biridir. Buna bir misal vereeek olursak, İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) devrinde Şam dolayların­da cereyan eden bir olayı gösterebiliriz: Bizans'la meydana gelen savaş­ta Müslümanlar o bölgede üstünlük sağlayarak yüzbinden fazla esîr almış bulunuyordu. Baş Kumandan Ebû Ubeyde b. Cerrah {R.A.) bu esirler hakkında nasıl bir uygulamaya gidilmesi hususunda kesin bir karara yaramayınca durumu Halîfe'ye arzedip onun vereceği emre göre ha­reket etmeyi uygun görmüştü. Böylece sözü edilen esirler, kötü bir muamele yapılmaksızın muhafaza altına alındılar. Aynı zamanda lüzumlu ihtiyaçla­rı da şartların ve imkânların elverdiği nisbette karşılanıyordu. Halîfe Ömer (R.A.) gelen bu haber üzerine hemen şûrayı topladı ve aoele bir Karara varılmasını belirtti. Bir kısmı o esîrlerin imhasından yana idi. Çünkü on­ları serbest bırakmak, düşmana yüzbin kişilik bir kuvvet terketmek olur­du. Uzun süre onları tutmak ise büyük sıkıntılar, ekonomik sarsıntılar do­ğururdu. Önemli bir işinden dolayı şuraya katılmayan Hz. Ali'nin (R.A.) görüşünü de almak gerekiyordu. Zira Halîfe, esirleri öldürmeden, aç ve susuz bırakmadan bir formül arayışı içindeydi. Durumu Hz. Ali'ye bildi­rip görüşünü rica etti. Hz. Ali'nin (R.A.) verdiği cevap çok doyurucu #e s'adre şifâ vericiydi. Şöyle ki: Hz. Ali (R.A.) İslâm'ın gayesini, hedefini, ana hükümlerini, felsefe ve hikmetini, sonra da geleceğini dikkate alarak  şu  cevabı  yazmıştır: (ya  emirelmü’min!Bu eseri  öldürecek olursak,bizimle hıristiyan  alemi arasında kapanması güç bir uçurum meydana gelir ve İslamiyetin  hep kınanıp kötülenmesine bir kapı açabilir.Onları elimizde  tutalım dersek,savaş halinde olan ordumuzun  vemaliyemizin  onları uzun süre doyurma  imkanı mevcut değildir.Bana kalırsa  bu  yüzbin  esirin  karınları doyurulsun silahları alınsın ve  memleketleri tespit  edilerek  öz vatanlarına gönderilsin.Böylece hem insan kanı akıtmamış oluruz,hem düşmana hazır bir kuvvet vermemiş oluruz,hem de islamiyetin cihan dini,insanlık dini,,merhamet ve fazilet dini olduğunu bilfiil göstermiş oluruz.)

 Bu görüş  H.z Ömeri(R.A)sevindirdi ve derhal bu mealde bir emir yazılarak baş kumandana gönderildi.Emir  aynen uygulanınca hava bir anda değişiverdi.Aylardır kuşatılan  Ba’lebek  Kalesinin kapıları açılıverdi.Rahipler ,aklı erenler,İslamın bu alicenaplığına,adalet ve hakkaniyetine büyük hayranlık duydular.Böyle bir orduyla  ve bağlı olduğu  dinle savaşmanın akılsızlık olduğuna hükmettiler ve o sebeble kapılarını açıp “Buyrun !”demekten başka bir şey düşünmediler.Hem Müslümanlardan önce hıristiyan bizans ordusu Şam ve dolaylarını  işgal ettiğinde,ora insanlarına her türlü zulüm ve haksızlığa reva görmüş,namus ve iffetlerine el uzatacak kadar çılgınlık göstermişlerdi.Müslümanlar ise,onların dininden ayrı bir dine mensup bulunmalarına rağmen hep adaletle namus ve iffete saygı göstermekle,tahripten uzak kalmakla hareket etmiş bulunuyordu.[16]

Nitekim Resulüllah(A.S)Efendimiz esir konusunda şu yönlendiricibilgi vermiş bulunuyordu:Kim köle(veya esir

olan)bir müslümanı azad ederse,Cenab’ı  Hak,azad edeceği kölenin,utanç yerleri dahil her organına  karşılık onu azad edenin organları Cehennem ateşinden azad eder.[17]

Diğer bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

Resulüllah(A.S)Efendimize soruldu:hangi kölelik(ve esirlik konusu azad etme bakımından)daha üstündür?Cevap verdi:Fiatı en yüksek olanı..[18].

İkinci alamet,kıtlık günlerinde yetim ve yoksulu yedirip doyurmaktır. Zira refah ve bolluk günlerinde toplumun bu zayıf unsurlarına yardımda bulunmak mü'mine ağır gelmez ve onda, «Başkasına verirsem kendim aç kalırım» endişesini doğurmaz. Her ailenin gıda maddesine daha fazla ih­tiyaç duyduğu, fakat istediği nisbette bulamadığı kıtlık günlerinde toplu­mun açlık sıkıntısı çeken fert ve ailelerine yardım elini uzatmak şüphe­siz ki sağlam ve samimi imânın ve zevkine erişilmiş sâlih amelin; aynı za­manda kökleşmiş din kardeşliğinin gereğidir. O bakımdan Cenâb-ı Hak böyle bir yardımı, sarp geçidi, meşakkatli yokuşu aşmanın belirtisi olarak vasıflandırmaktadır.

Şüphesiz yetim ve yoksulların her zaman, özellikle gıda maddesi te­mininde sıkıntı çekilen yıllarda gözetilip korunmasına, eğitilip yetiştiril­mesine teşvîk söz konusudur. Toplumun ilgisizliğine mâruz kalıp horlanan ve bir kenara itilen yetimlerin bir gün çok hırçın ve saldırgan olup o top­lumu tedirgin edebileceğini unutmamak gerekir. O bakımdan Duhâ Sûre-si'nde Cenâb-ı Hak yetimin horlanmasını, itilip kakılmasını haram kılarak şöyle buyurmaktadır: «O halde sakın öksüzü hor görüp ona kötü davran­ma ve bir şey isteyeni azarlama!»

CenâbHakk'ın bu uyarısına kulaklarını tıkayan zenginlerin, iş sa­hiplerinin bir gün çocuklarının aynı duruma düşmeyeceğini kim temin ede­bilir veya hangi kahraman böyle bir vaadde bulunabilir? Zira Cenâb-ı Hak mutlak adalet sahibidir. Kâinatı her parçasıyla denge ve düzende yaratır­ken insanların da kendi aralarında sosyal adalete yönelik denge kurma­larını emretmiş ve her ferdin toplumun kopmaz bir parçası bulunduğuna işarette bulunmuştur. Onun için hor gören horlanır veya çocukları horla­nır; başkasının iffet perdesini yırtıp namusunu lekeleyenin eninde sonun­da iffet perdesi yırtılır ve namusu ayaklar altına düşebilir. İnsan yaşadığı iklim şartlarına nasıl uymak, uyum sağlamak zorunda ise, öylece bağlı bulunduğu toplumla birtakım hususlarda uyum halinde yaşamak zorunda­dır. Aksi halde toplumun aleyhine yaşamış olur ki, bu dengesizlik ve dü­zensizliği doğurur.

Şüphesiz yetim ve yoksulu yedirip, giydirmenin, besleyip okutmanın, terbiye edip yetiştirmenin bir de uhrevî karşılığı vardır ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu cok anlamlı sözlerle müjdelemiştir:

«Yetime sahip çıkıp onun beslenmesi ve eğitimiyle ilgilenen kişi ile ben birlikte Cennetteyiz.» Resûlüllah (A.S.) bu sözü söylerken şehadet parmağıyla orta parmağını gösteriyor, bu ikisi gibi birarada diye İşarette bulunuyordu.[19]

«Kim yetimlerden üç tanesini himayesine alıp yetiştirir ve eğitirse, o (bütün ömrünün) gecesini namazla, gündüzünü oruçla geçiren, hergün sabahleyin kılıcını kınından sıyırmış bir halde Allah yolunda cihada çıkan kimse gibidir. Ve benle o, şu iki kardeş gibi birarada cennetteyiz.» Bunu derken orta parmağıyla şehadet parmağını bitiştirerek gösteriyordu[20]

«Kim Müslüman ana-babadan yetim kalan çocuğu (bağrına) basar da yemeğinden ona yedirir, içeceğinden ona içirirse, Cennet kendisine vacip olur.»[21]

«Bir kavim ve topluluk yemek çanaklarının etrafına bir yetimle be­raber oturdukları takdirde, şeytan o çanağa yanaşamaz.»[22]

«Allah yanında evlerin en çok sevileni, içinde ikrama mazhar kılınan yetimin bulunduğu evdir.»[23]

«Cennet'in kapısını ilk açan ben olacağım; ancak ne var ki bir ka­dının benden önce davrandığını göreceğim ve ona: «Sana ne oluyor ve sen kimsin?» diye soracağım. O da bana şöyle diyecek : «Ben yetimleri koruyup sahip çıkan ve koruyup besleyen bir kadınım.» [24]

«Bir adam kalbinin katılığından söz ederek Resûlüllah'a (A.S.) halini arzetti. Efendimiz ona: «Yetimin başını okşa ve yoksulu yedirip doyur» di­ye tavsiyede bulundu.[25]

Üçüncü alâmet, insanlara, özellikle mü'minierin birbirlerine sabır ve merhametli davranmakla tavsiyede bulunmalarıdır.

Sabırlı olmak, olaylar karşısında, iş alanında, ibâdette çok temkinli olup dayanma gücünü ortaya koymak gibi vasıflar günlük hayatımızın her safha ve bölümüyle içicedir. Aceleci kişinin ayağında düğüm vardır; o ba­kımdan yöneldiği her iş ve her konu kusurlu ve noksan kalır. İbâdeti bi­le hatâlarla dolu olur. Unutmamak gerekir ki, çocuk besleyip büyütmek de, eğitim ve öğretimini sağlamak da, ilim tahsil etmek de, kalıcı hizmet­ler vermek de, ibâdet ve taâti emredildiği anlam ve şekilde yerine getirmek de ancak sabırlı çalışmayla, dayanma gücünü ortaya koymakla gerçek­leşir. Savaşlar, şuurlu hazırlıklarda bulunmak ve her olayı dikkat ve sa­bırla incelemek suretiyle elde edilebilir.

İnsanlara karşı şefkatli ve merhametli olmak ve bu güzel vasfa sa­hip olabilmenin yol ve yöntemini araştırıp öğrenmek ise, topluma, sosyal hayata renk ve mâna veren; birlik ve dirliğin ayakta durmasını sağlayan en kuvvetli amillerden biridir.

Bunun için Cenâb-ı Hak, konuyu Asr Sûresinde hikmetiyle belirterek lüzumunu ortaya koymuş ve Bakara Sûresi'nde ise «Sabır ve namaz ile (Allah'tan) yardım isteyin..» buyurarak, sabra öncelik tanımış ve arkasın­dan ibâdetin ancak sabırla vücut bulup amacına yönelik feyiz ve rahmet­lere vesîle olacağına işarette bulunmuştur.

Hayatını böylesine yüksek haslet ve faziletlerle süsleyip imân ve -lih amelle birleştiren mü'minler «ashab-ı yemin» veya «meymenetli» ola­rak vasıflandırılmıştır. Çünkü onlar hem dünya hayatını doğruluk düzeyin­de uğurlu, bereketli kılarlar, hem de âhiret hayatında bu havaya kavu­şup ilâhî rahmet ve inayetin feyiz ve bereketine mazhar olurlar. Bunların aksine bir niyet ve davranış içinde ömrünü feyiz ve bereketten mahrum bırakanlar ise, «ashab-ı şimal» veya «meş'emeli» olarak vasıflandırılmıştır. Bunların âhiret hayatı da uğursuzluk, bereketsizlik ve feyizsizlik havasıyla bulanık ve karanlıktır. [26]

 

AshabMeymene Ve Ashabı Meş'eme

 

İşte bunlar tarafta yerlerini alanlardır. Âyetlerimizi inkâr edenler ise sol tarafta yer­lerini alanlardır.»

Bu iki tabir üzerinde hayli durulmuştur. Kitabullah'a baktığımızda bu­na benzer dört yerde bir anlatıma yer verildiğini ve ayrıca âhiret gününde amel defterlerinin sağ ele veya sağ taraftan; sol ele veya sol taraftan verileceğinin sekiz yerde zikredildiğini görmekteyiz.

Bu az farkla tekrarlanan iki terkipten her birini aynı mana üzerinde toplayanlar, «AshabMeymene»yi amel defterleri sağ taraflarından sağ el­lerine : «AshabMeş'eme»yi, amel defterleri sol taraflarından sol ellerine verilecek olanlar diye tefsir etmişlerdir.

İbn Zeyd ise, Adem Peygamber'in (A.S.) sağ yanından alınan soyuna «Ashab-ı Yemîn» ve «AshabMeymene»; sol yanından alınan soyuna ise, «Ashab-ı Şimal» ve «AshabMeş'eme» denildiğim' belirtir anlamda yorum yapmıştır.

Diğer bazı ilim adamlarına göre : İmân ve sâlih amellerle kendilerini feyizli, bereketli, uğurlu ve güvenli çizgiye getirdikleri için onlara «AshabMeymene»; bunun aksine bir yol izleyenlere «AshabMeş'eme» denil­miştir.

Müfessir Kurtubî bu yorum ve tefsirlerin hepsini biraraya getirerek sözünü ettiğimiz iki terkibi şöyle yorumlamayı uygun görmüştür:

a) AshabMeymene, cennetlik olanlardır.

b) AshabMeş'eme cehennemlik olanlardır.

Kurtubî bu yorumuna mesned ve delil olarak şu âyeti göstermiştir:

«Meymenetliler, ne mutludur meymenetliler! Dikensiz kiraz, salkım, sal­kım muzlar...... arasında, yüksek döşekler üstündedirler.», [27]

«Şeametti­ler, ne bedbahttır şeamettiler! Çok kızgın ateşte ve kaynarca su içinde­dirler.» [28]

Nitekim konumuzu oluşturan son âyette bunlar hakkında «Aleyhim nârün mü'sade» buyurulrnaktadır ki, «Üzerlerine kapıları kapanmış bir ateş..»ten haber verilmekte ve dünya hayatlarını küfür ve sapıklık karan­lığına sokup çıkmaz sokakta bocalamalarına karşılık böylesine elîm bir azapla uyarılmaktadırlar. İlâhî uyarıya kulak verip İslâm'ın nurlu ve hu­zurlu havasına girenlerin Cenâb-ı Hak tevbelerini kabul buyurur ve on­lar için Cennet'te sonsuz nîmetler hazırlar.

Şüphesiz Kur'ân'da yer alan tehdît anlamındaki, uyarıların hepsi de yaşamakta olan inkarcı gafilleri Hakk'a döndürmeye yönelik bulunuyor. Allah'ın kurduğu düzen ve çizdiği sistemin, hazırladığı programın, değiş­mesi söz konusu olamaz. O bakımdan herkes o sistem ve programa uy­mak zorundadır. Aksi halde kendi geleceğini kendisi hazırlar ve azap ate­şini şu dünyadan alıp beraberinde götürür. Resmî veya özel sektörde gö­rev alan her fert oranın statüsüne ve düzenlenmiş kurallarına nasıl uy­mak zorundaysa, ondan çok önemli olup kişinin geleceğini belirleyen ilâhî sistem ve taşıdığı kurallara uymak mutlaka zorunlu ve gereklidir. Zira bizi de, hayat sistem ve kurallarını da biz yaratmadık, Allah yarattı ve daha mut­lu, daha huzurlu ve güvenli yarınlara gidebilmemiz için onlara uymamızı em­retti; aynı zamanda bunu ebedî saadete erişmemiz için şart koştu. Artık O Yüce Kudret Sahibi şu veya bu kişinin hatırı için kurduğu sistemin iş­leyişini durdurmaz; hazırladığı program ve kuralları askıya almaz. [29] Nite­kim konumuzu oluşturan son üç âyetle bu inceliğe işaret edilmekte ve da­lâlette ısrar edenlerin akıllarını kullanarak konuya eğilmeleri istenmektedir.

Beled Sûresine, insamn zorluk ve s.kmt. içinde yaratıldığı belirtilerek ve kutsal beldeye and içilerek başlanıldı ve İlâhî âyetleri inkar edip omru-nü gayesinin hilaf.nda harcayıp tüketmek isteyenler uyar.larak sure nok­talandı.

Bizi bu sûrenin de tefsîrine muvaffak kılan CenâbHakk'a sonsuz hamd-u senalar; dünya ve âhiret hayat.nıngaye ve hikmetini bize öğre­ten Resûlüllah (A.S) Efendimiz'e ve O'nun Al ve Ashabına salat-u selâm-lar olsun. [30]

 



[1] El-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an: 20/59; Lubabu’t-te’vil: 4/379.

[2] Lübabu’t-te’vil: 4/379.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6796-6797.

[4] Buhari, İlim: 37; Cenaiz: 76; Hacc: 43; Sayd: 8, 10; Buyu’: 28; Cizye: 22; Meğazi: 51, 53; Tirmizi, Hacc: 1; Diyat: 13; İbn Mace, Menasik: 103; Ahmed: 1/253, 259, 316; 3/199; 6/385.

[5] Buhari, İlim: 37; Cenaiz: 76; Hacc: 43; Sayd: 8, 10; Buyu’: 28; Cizye: 22; Meğazi: 51, 53; Tirmizi, Hacc: 1; Diyat: 13; İbn Mace, Menasik: 103; Ahmed: 1/253, 259, 316; 3/199; 6/385.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6798-6799.

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6799-6800.

[7] Ebû Dâvud/taharet: 4- Nesâî/taharet: 35- Ibn Mâce/taharet: 16- Ah-med : 2/247, 250

 

[8] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6801-6802.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6802-6803.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6803-6804.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6804-6805.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6806-6807.

[13] Sebe: 34/13.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6807-6809.

[14] İbn Hacer, Münebbihat: 40. (Celal Yıldırım Tercümesi) 1977.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6809-6810.

[16] Bilgi için bak:Şehbenderzade Ahmed Hilmi/Tarih-i islam:2/326,327 Hikmet  Matbaası:1326 

[17] Buhari, Keffarat: 6; Müslim, Lian: 22, 24; Ebu Davud, Itak: 14; Tirmizi, Nüzur: 14; Ahmed: 2/420, 429, 431; 4/147, 5/244.

[18] Buhari/talak:25,edeb:24,Müslimzühd:42Ebu,Davud/edeb:123Tirmizi/birr:14Taberani/şiir/şa’Ahmed:2/375-5/333

[19] Tirmizi, Birr: 15.

[20] İbn Mace, Edeb: 6, 33.

[21] Taberâni.

[22] Ahmed, Taberani, Tirmizi, Birr: 14.

[23] Taberani.

[24] Ebu Ya’la. İsnadı hasen ile.

[25] Ahmed: 2/263, 387.

[26] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6810-6815.

[27] Vakıa: 56/27-29.

[28] Vakıa: 56/41-43.

[29] Mu'cize olayı istisna teşkil eder

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6815-6817.