Onbeş ayet olup,
Mekkl'dir.[1]
"Andolsun güneşe
ve onun aydınlığına, ona tabi olduğu zaman aya..." (Şems, 1-2).
Tefsire geçmeden önce,
mutlaka, birkaç meseleye değinmek lazım.[2]
Bu sûrenin maksadı,
Cenâb-ı Hakk'a itaata teşvik, O'na isyan etmekten sakındırmaktır. Bil ki, Allah
Teâlâ, sürekli, büyük menfaatler ihtiva eden çeşitli mahlukuna yemin etmek
suretiyle, devamlı olarak, kullarının dikkatini çekmek istiyor. Böylece
mükellef, bu mahlukat hususunda iyice düşünsün ve bunlardan dolayı Allah'a
şükretsin diye... Çünkü, Allah Teâlâ'nın yemin konusu yaptığı şeylerin, kalblerde
bir ağırlığı vardır. Böylece, kişiyi düşünmeye davet eden sebepler daha
kuvvetli ve etkin olmuş olurlar.[3]
Bir grup kelamcının,
ayetteki takdirin, “Ve Rabbu’ş-şemsi ve Rabbu…” "Güneşin ve ayın Rabbi'ne
yemin olsun..." şeklinde olduğunu söylediklerini biliyorsun. Bir takım
kimseler, bu görüşün batıl oluşu hususunda istidlalde bulunarak şöyle
demektedirler: Ayette bulunan kasemler içinde “Ve’s-semâi vemâ benâha” (Şems, 91/5)
ayeti de bulunmaktadır. Halbuki, semanın banisi ise, Cenâb-ı Hak'tır. Bu durumda,
bu ifadenin takdirinin “Ve Rabu’s-semâi ve Rabbuhâ” "Semanın Rabbine ve
onun Rabbine yemin olsun ki..." şeklinde olur ki, bu çelişik bir durumdur.
Kadî buna şu şekilde cevap vermiştir. Ayetteki “Vemâ benâhâ” ifâdesi ile murad
edilenin Allah Teâlâ olması caiz değildir. Çünkü “Mâ” edatı, semanın Yaratıcısı
hakkında, ancak, mecazi manada kullanılır. Bir de, Allah'ın, başkalarına yemin
etme işini, Kendisine yemin etme işinden önce getirmesi caiz değildir.
Bir üçüncü husus da,
Allah Teâlâ Kendisini, başkalarıyla birlikte, nerdeyse hemen hemen hiç
zikretmemiştir. Binâenaleyh burada, şöyle bir tevil yapmak gerekir. Buradaki “Mâ”
kendisinden sonra gelen ifadeyle birlikte masdar hükmünde olup, ifâdenin
takdiri, “Ve’s-semâi ve binâihâ” "Semaya ve onun binasına, yapılışına,
yemin olsun ki..." şeklinde olur.
Keşşaf sahibi bu
görüşe itiraz ederek şöyle der: Eğer durum bu şekilde olsaydı, o zaman, “Feelhemahâ”
ifadesinin buna atfedilmiş olmasından, nazmda bir bozulma meydana gelirdi...[4]
Kıraat imamları,
“Velleyli izâ yeğşâ” (Leyl, 92/1) “Vedduhâ velleyli izâ secâ” (Duhâ, 93/1-2) ve
benzeri ayetlerde olduğu gibi, bu sûrelerdeki fasıla harflerini farklı farklı
okumuşlardır. Bu cümleden olarak onlar bunları, bazan "imâle", bazan
"tefhim", bazan da, bazısını "imâle", bazısını da
"tefhîm" ile okumuşlardır. Ferrâ, dad’ın kesresiyle
"dıhâka" şeklinde olduğunu söylemiştir. Bundan sonra gelen ayetlerde,
meselâ “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimeleri gibi, her ne kadar bazılarının
aslı vâv'lı olsa bile, böyledir. Çünkü, sûreye, yâ'lı olanlarla başlanınca,
bunu, vâv'lı olan kelimeler izlemiştir. Zira, vâv'dan çevrilen elif, bazan
yâ'dan çevrilmiş olana muvafakat eder. Baksana, “Selevte, Sahavte” ve benzeri
kelimelerin fiillerinde, mesela “Dehâ, selâ” gibi bu vâv'la yâ'ya çevrilebilir.
Binâenaleyh, böyle bir muvafakat oluşunca, yâ'lı olanların imalesini caiz
gördükleri gibi, vâv'lı olanların imalesini de tecviz etmişlerdir. Mutlak
manada imaleyi terkedenlerin terkediş sebeplerine gelince, bu, pekçok Arabın,
bu eliflere meyletmeyişleri ve bu eliflerde yâ'ya doğru meyletmeyişlerinden
(imale yapmayışlarından) kaynaklanmaktadır. Elifi imâle ile okumayışı, meselâ
“Musiru” kelimesindeki vâv'ın, yâ'dan; “Elmikâtu” ve “Elmizânu” kelimelerindeki
yâ'nın da vâv'dan munkalip olmaları da teyit eder. Bundan, orada bu değişikliğe
delalet eden şeyin bulunması gerektiği neticesi gerekmez. İşte, burada da,
elifin imâle edilmeden ve yâ'ya doğru meyledilmeden, hâli üzere bırakılması
gerekir. Hamza'nın yaptığı gibi, bu kelimelerden bir kısmını "imâle"
ile, bir kısmını da imâlesiz okumak da güzeldir. Bu böyledir, zira elif, yâ'dan
çevrilmiş olduğu zaman, o yâ'ya delalet etsin diye, yâ'ya doğru imâle ile
okunur. Halbuki, “Tahâhâ, telâhâ” ve “Dehâhâ” kelimelerinde ise, yâ'dan çevrilmiş
olan bir elif yoktur. Bunların elifleri, ancak vâv'dan çevrilmiş eliflerdir.
Delili ise, bu kelimelerin, “Dehavte, televte” şeklinde kullanılmalıdır.[5]
Cenâb-ı Hak bu
sûrede, (Şems, 91/9) ayetine kadar olan
kısımda, yedi şeye yemin etmiştir, “Kad efleha” ifâdesi ise, kasemin cevabıdır.
Zeccâc, şöyle der: Cevap aslında, “Kad efleha” şeklindedir. Ne var ki, lâm
harfi hazfedilmiştir. Zira, söz bu kadar uzayınca, bu uzama işi, lâm'ın yerini
tutmuştur.[6]
Cenâb-ı Hak, "Andolsun güneşe ve onun
aydınlığına" buyurmuştur. Müfessirler,”Veduhâhâ” ifadesi hususunda, şu üç görüşe yer
vermişlerdir:
1) Mücâhid
ve Kelbî, "güneşin aydınlığına";
2) Katâde,
"Bütün gündüze..." ki bu görüşü Ferrâ ve İbn Kuteybe caiz
görmüşlerdir.
3) Mukâtil
de, "Güneşin hararetine..." gibi manalar vermişlerdir.
Dil açısından
bunun izahı şöyledir: Leys, (dahv), gündüzün yükselmesi; “Duhâ” ise, gündüzün
yükselişinin, bunun biraz daha olması halini ve med ile “Duhâu” kelimesi de,
gündüzün uzayıp da, yarısına yaklaştığı durumu ifade için kullanılan
kelimelerdir" derken, Ebu'l-Heysem de şöyle demektedir: “Edduhhu”
kelimesi, "gölge zili" kelimesinin zıddı olup, bu da, güneşin
aydınlığının, yeryüzünü sarması manasına gelir ki, bunun aslı “Edduhâ”dır. Böylece,
hâ'nın sükûnu ile birlikte yâ'nın yer alışını ağır buldukları için yâ'yı hâ'ya
çevirerek, “Edduhhu” şeklinde söylemişlerdir. Binâenaleyh “Edduhâ” güneşin
ziyası ve nuru demektir. Daha sonra bu kelime, Cenâb-ı Hakk'm da, “İllâ
aşiyyeten ev duhâhâ” (Naziat, 79/46) diye ifade buyurduğu gibi, güneşin
yeryüzünü iyice aydınlattığı manasının adı olarak kullanılır olmuştur.
Binâenaleyh, müfessirlerin, bu kelimeye "güneşin ziyası" manasını
vermeleri, işte bir aslı anlamdan dolayıdır. Bu kelimeye, "gündüzün tamamı"
manasını verenlerin durumu da böyledir. Çünkü, gündüzün tamamı da güneşin
nurundan kaynaklanmaktadır. Yine bu kelimeye, "güneşin harareti"
manasını verenlere gelince, bu da, güneşin harareti ile nurunun ayrılmaz iki
vasıf olmasından ötürüdür. Binâenaleyh, güneşin harareti arttıkça, ziyası da
artar. Aksi de böyledir, yani harareti düştükçe, aydınlığı da azalır. Ama bu
görüş, görüşlerin en zayıfıdır."[7]
Bil ki, Allah Teâlâ,
canlıların pekçok menfaatinin güneşe bağlı olmasından dolayı, güneşe ve güneşin
aydınlatmasına yemin etmiştir. Çünkü, alemdekiler, geceleyin adeta ölüler
gibidirler. Binâenaleyh, sabahın alameti, doğu ufkunda gözükünce işte bu durum,
kendisiyle hayat kuvvetinin üfürüldüğü "sûr" gibi olmuş olur. Böylece
de, (geceleyin uyku ile) ölmüş olanlar, diri hale gelmiş olurlar. Ve bu
diriliş, gitgide artmaya kuvvet kazanmaya ve tekamül etmeye doğru yönelir;
kuşluk vaktinde de doruk noktasına ulaşır. İşte bu durum, kıyametin hallerine,
kuşluk vakti de, cennetliklerin cennete tam manasıyla yerleşmelerine benzemiş
olur.[8]
Cenâb-ı Hak,
“Ve’l-kameri izâ telâhâ” "Ona tabi
olduğu zaman aya..." buyurmuştur. Leys, "Bir şey, bir şeyi
izleyip tabi olduğunda, “Telâ, yetlu” ifâdesi kullanılır" demektedir.
"Ayın güneşi izleyişi" hususunda da şu izahlar yapılabilir
1) Güneş
batarken ayın domuş olarak kalakalmasıdır. Bu böyledir, zira ay, her ayın ilk
yarısında, güneş battığı zaman böyle olur. O halde bu demektir ki, ay,
aydınlatma bakımından güneşi izler (onun yerini alır). Bu, Atâ'nın İbn
Abbas'tan naklettiği bir görüştür.
2) Güneş
battığı zaman, hilalin ilk gecesinde, batı ufkunda ay, güneşi izler. Bu, Katâde
ve Kelbî'nin görüşüdür.
3) Ferrâ da bu izleyiş ve tabi oluş ile, ayın, kendi ışığını güneşten
alışının kastedildiğini; zira, Arapça'da, "Ondan alır" anlamında, “Fulânun
yetbeu fulânen fi kezâ” "Falanca bu konuda, filancadan alev, öğrenir, ona
tabi olur" denilir.." der.
4) Zeccâc
da, "Ay, dolunay olduğu zaman güneşi izler. Buna göre, ay, adeta tan, ziya
ve nur bakımından güneşi izlemiş olur. Yani, ayın ziyası kemale erip de dolunay
olduğunda, etrafı aydınlatma bakımından onun yerini almış gibi olur. Bu durum
ise, aydınlık mehtaplı gecelerde tahakkuk eder.
5) Ay-güneşi,
kütlelerin büyüklüğü açısından, maddi bakımdan ve bu alemin menfaatine olan
şeylerin ayın hareketlerine bağlı olması itibariyle izler, takip eder.
Astronomi ilminde, güneş ile ay arasında bulunan münasebet kadar, güneş ile
diğer gezegenler arasında ilgi ve münasebet bulunmadığı kabul edilmiştir.
[9]
Cenâb-ı Hak, “Ve’n-nehari
izâ cellâhâ” "Ona parlaklık verdiği
zaman gündüze..." (Şems, 91/3) buyurmuştur. Tediye, ortaya koymak,
açmak demektir. “Cellâhâ” kelimesindeki “Hâ” zamirinin neye raci olduğu
hususunda da şu iki izah yapılabilir:
1) Zeccâc'a
göre, bu zamir, güneşe racidir. Bu böyledir, zira gündüz, güneşin aydınlığından
ibarettir. Binâenaleyh, bu demektir ki, gündüz ne kadar parlak olursa, güneş de
o nisbette parlaktır, demektir. Çünkü, eserin kuvveti ve kemali, müessirin
kuvvetine delalet eder. Böylece de adeta, gündüz, güneşi ortaya koymuş ve
açıklamış gibi olur. Bu manaya göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onun vaktini kendisinden başkası
açıklayamaz.." (Yani, onu ortaya koyamaz) (A'râf, 7/187) ayeti gibi
olmuş olur.
2) Ekseri
ulemanın görüşüne göre, her ne kadar daha önce geçmese bile, bu zamir, ya,
"karanlığa", ya "dünya"ya, yahut da, "yer"e
racidir. Cumhur şöyle demektedir. Araplar, kuşluk vaktini kastederek, “Esbehat
bâridete” semâyı kastederek de “Erselet” ifadelerini kullanırlar (yani faili
açıkça zikretmeden kullandıkları vakidir).[10]
"Onu örtüp bürüdüğü zaman geceye..." (Şems, 91/4) ayetine gelince, yani, "Gece
gündüzü bürür de, böylece, gündüzün ziyasını izale eder, giderir"
demektir. Bu ayet, bundan önceki ayetle ilgili olarak öne sürülen birinci
görüşü (zamirin güneşe raci olduğu görüşünü), şu iki bakımdan destekler:
1) Gece,
güneşi bürüyüp, ziyasını izale ettiğine göre, gece hakkında bahsedilen bu
ifadenin zıddına olarak da, "Gündüz de güneşi açığa çıkarır"
denilmesi güzel ve yerinde oiur.
2) “Yeğşâhâ”
ifâdesindeki “hâ” zamiri, ulemanın ittifakıyla "güneş"e racidir.
Binâenaleyh, bu fasılalardaki zamirlerin sûrenin başından buraya kadar güneşe
raci olabilmeleri için, “Cellâhâ” ifâdesindeki zamirin de, "güneş"e
raci olması gerekir.
Kaffâl şöyle der:
"Bu dört kısım, ancak gerçekte güneş ile oluşan hususlardır. Ne varki, şu
dört vasıf açısından böyle olur: Gündüz yükseldiğinde, güneşten kaynaklanan
ışık... İşte bu vakit, canlıların, kamil manada, yeryüzüne yayıldıkları ve
insanların maişetleri peşinde koşuştukları vakittir. Ayın, güneşi izlemesi,
ışığını bundan atması da böyledir. Gündüzün gelmesi ile, güneşin doğuşu ve
tamamen gözükmesi de böyledir. Gecenin gelmesi ile de, bunun aksinin tahakkuk
etmesi de böyledir. Binâenaleyh, güneşin azameti hususunda kim biraz düşünür
de, sonra da, akıl gözüyle bu güneşteki yaratılmışlık ve yapılmış olmasına dair
sonsuz eser ve alametleri ve cüzlerden meydana gelmiş olan bir mürekkeb oluş
halini müşahede etmeye çalışırsa, buradan, o güneşi yaratanın büyüklüğüne geçiş
sağlar. Şanı yüce olan Allah'ı takdis ve tenzih ederiz.[11]
Cenâb-ı Hak, “Ve’s-semâi
vemâ benâhâ” "Göğe ve onu bina
edene..." buyurmuştur. Bu ayetle ilgili olarak şöyle birkaç soru
sorulabilir:
Birinci Soru:
Keşşaf sahibinin, "Bu ifadenin başındaki “Mâ”nın masdariyye “Mâ”sı olması
halinde, “Feelhemehâ” fiilinin, bu ifadeye atfedilmesinin, nazm bozukluğuna
sebebiyet vereceğine" dair ileri sürdüğü şey, doğrudur, ama, Kadî'nin,
"Bu, semanın yaratıcısına bir yemin olsaydı, bunun, güneşin
zikredilmesinden sonra gelmesi caiz olmazdı..." şeklindeki görüşüne
gelince, bu zor bir problemdir. Buna verilecek cevap hususunda hatırıma gelen
şey şudur: "Gözle görülebilen maddi şeylerin en büyüğü güneştir. Böylece
Cenâb-ı Hak, güneşin büyüklüğüne delalet eden bu dört vasfı ile birlikte, önce
güneşten bahsetmiş, bundan sonra mukaddes zatını zikretmiş ve mukaddes zatını
da üç sıfatla nitelemiştir. Ki bunlar da, Cenâb-ı Hakk'ın, semayı, yeryüzünü ve
mürekkeb varlıkları yönetmesidir. Böylece, mürekkeb varlıklara, onların en
kıymetlisini, yani nefsi zikrederek dikkat çekmiştir. Bu tertipten maksadı ise,
hem aklın, hem de duyu organlarının güneşi ve kütlesinin büyüklüğü hususunda
mutabakat sağlamasıdır. Derken, basit seviyedeki akıl, güneş ile daha doğrusu,
göklerdekilerin, yerdekilerin ve mürekkeb varlıkların tümü ile, bunları yoktan
var eden bir zatın varlığını isbata yönelmiştir. İşte bu durumda akıl, burada,
Allah'ın celal ve azametini, O'na yakışır bir biçimde idrak etme nasibini almış
olur ki, his ve duyu organları da bu konuda, akla karşı çıkmamıştır. Böylece
bu, aklın, maksûsat aleminin derinliklerinden, rububiyyet aleminin zirvelerine
ve samediyyetin kibriyasının başlangıçlarına çekilmesine ve ulaşmasına bir yol
gibi olmuş olur. Binâenaleyh biz, hikmeti yüce, kelimeleri mükemmel olan zatı
noksan sıfatlardan takdis ve tenzih ederiz.
İkinci Soru:
Hak Teâlâ'nın "Göğe ve onu bina edene..." ifadesinin, burada yer alış
hikmeti nedir?
Cevap: Hak
Sübhanehû ve Teâlâ, güneşi, güneşin büyüklüğüne delalet eden dört sıfatla
tavsif edince, bunun peşinden, hem güneşin, hem de bütün semavi kütlelerin
muhdes varlık olduklarına delalet eden açıklamayı getirmiş ve bu ayetle işte bu
delalete dikkat çekmiştir. Bu böyledir. Çünkü gök ve güneş, sonludur, fanidir.
Her sonlu ise, belirli bir miktar ile belirlenmiş-sınırlandırılmıştır. Halbuki
aklen, bu miktardan daha büyük veya daha küçük olmaları mümkündür. Şu halde
güneşi ve diğer semavi kütleleri belli bir miktar ile belirleyen mutlaka bir
mukaddir (belirleyen) ve bir müdebbir (idare eden)in olması gerekir. Bir evi
yapan usta, onu nasıl istediği şekilde yapıyorsa, aynen bunun gibi, güneşi ve
diğer semavi kütleleri idare eden de, bunları kendi iradesine göre
belirlemiştir. O halde ayetteki, "onu
bina edene..." İfadesi, hem güneşin, hem de diğer semavi kütleleri
muhdes varlık olduklarına delalet eden bu inceliğe dikkat çeker gibidir.[12]
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak niçin “Vemâ benâhâ” buyurmuş da, “Vemen benâhâ” dememiştir? Buna şu
iki şekilde cevap verebiliriz:
1) Bu ifade
ile, bir vasfiyyete işaret edilmek istenmiştir. Buna göre adeta, "göğe ve
o göğü yapan o büyük kadire; nefse ve o nefsi tesviye eden o üstün hikmetli
Hakime yemin olsun ki..." denilmek istenmiştir.
2) “Mâ” edatı, “Men” yerine kullanılabilir.
Mesela, “Velâ tenkihu mânekeha âbâukum” (Nisa. 4/22) ayetinde böyledir. Fakat
tercihe şayan olan birinci izahtır.[13]
Dördüncü Soru:
Cenâb-ı Hak zâtını tarif ederken, niçin üç şeyden, yani gökten, yerden ve
nefisden bahsetmiştir?
Cevap: Çünkü
görülemeyen şeyler hususunda ancak görünür şeyler ile istidlal edilir. Görünür
şeyler ancak maddi şeylerdir. Bunlar da basit ve mürekkeb diye ikiye ayrılır.
Basit, ulvî ve süflî diye ikiye ayrılır. Ulvisine, "göğe...",
süflisine de, "yere yemin olsun ki..." ifadesiyle işaret edilmişitir.
Mürekkeb olan varlıklar da kısımlara ayrılıp, bunların en kıymetlileri de,
nefis, yani can sahibi olan varlıklardır ve buna da, "Herbir nefse ve onu düzenleyene yemin olsun ki.." (Şems,
91/7) ayetiyle işaret edilmiştir.[14]
"Yere ve onu yapıp döşeyene..." (Şems, 91/6).
Bu ayetle ilgili
olarak şöyle iki mesele vardır:[15]
Cenâb-ı Hak bu
ifadeyi, "Yeryüzünü de bundan sonra
yayıp döşedi" (Nâziat, 79/30) ayetinden ötürü, burada "Göğe ve onu bina edene..."
ayetinden sonra getirmiştir.[16]
Keys şöyle demektedir:
"Tahv" kelimesi tıpkı, "Dahv" gibi olup, yayıp-döşemek
manasınadır. Dâl harfi yerine tî
harfi getirmek
caizdir. Bunlar, "genişletti-açtı manasınadır." Atâ ve Kelbî ise bu
ayete, "Yeryüzünü suyun üzerine yayana..." şeklinde mana
vermişlerdir.[17]
"Nefse ve onu
düzenleyene..." (Şems, 7).
Buradaki
"nefs"i, beden anlamına alırsak, bu nefsin tesviyesi (düzenlenmesi),
anatomi ilminin de ortaya koyduğu üzere, uzuvlarının dengeli olarak yaratılması
manasına gelir. Eğer bu "nefs"i, bedeni idare eden, ona canlılık
sağlayan güç-kuvvet manasına alırsak, bunun tesviyesi, ona, ilmü'n-nefsin
(psikolojinin) şahadet ettiği gibi, işitme, görme, hayal etme ve düşünme
kuvvetleri gibi pek çok kuvve ile donatmaktır.
Buna göre eğer,
"Peki öyleyse "nefs" kelimesi niçin nekire getirilmiştir?"
denilirse, biz deriz ki: Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:
1) Bununla
Allah "nefs"ler içinde belli bir nefsi kastetmiştir ki bu da, kutsî-nebevî
nefisdir. Bu böyledir, zira her çoklukta mutlaka başkan olacak birinin
bulunması gerekir. Binâenaleyh bütün mürekkeb varlıklar, muhtevasında pek çok
türler bulunan bir cinstir. Bu türlerin başkanı ise, canlılardır. Canlılar da,
muhtevasında pek çok tür bulunan bir cinstir. Bu türlerin başkanı-reisi ise
insandır. İnsan da türlere ve çeşitlere ayrılır. Bunların reisi, en ilerisi ile
peygamberlerdir. Peygamberler ise, pek çokturlar. Binâenaleyh mutlaka
içlerinde, kesinlikle reis olacak birisinin bulunması gerekir. O halde ayetteki
"nefse" ifadesi, mürekkeb varlıklar aleminin reisi ve bizzat başkanı
olan o yüce (peygamberi) nefse işarettir.
2) Bu ifade
ile her bir "nefs" kastedilmiş de olabilir. Bu durumda kelimenin
nekire oluşu ile, "Her bir nefis
(ahiret için) ne hazırladığını anlar" (Tekvîr, 81/14) ayetinde olduğu
gibi, çokluk, yani bütün nefisler kastedilmiştir. Bu böyledir, çünkü canlılar,
Hak Teâlâ'nın da bazı varlıklardan bahsettikten sonra, "(O Allah) sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmıştır" (Nahl,
16/8) buyurduğu gibi, sayılarını ancak Allah'ın bilebileceği pek çok çeşitlere
sahiptirler. Her türün, kendilerine değer kazandıran ve o türe mahsus özellikler
ile, diğer türlerden ayırdedildiği hususi bir "nefsi" vardır.
Binâenaleyh Allah Sübhanehû ve Teâlâ'nın sırlar denizine dalmak şöyle dursun,
sinek ve sivrisinek gibi varlıkların özelliklerini bile, tam olarak kimin aklı
kuşatabilir?[18]
"Sonra da o
(nefis), hem kötülüğünü, hem de takvasını ilham edene yemin olsun ki..."
(Şems, 8).
Bu ayetin özet tefsiri
şu iki şekilde yapılabilir:
1) Nefse,
fücur (kötülüğünün) ve takvasının ilham edilmesi; ona bunların anlatılması, bunların
düşünülmesi; birisinin güzel, diğerinin
çirkin olduğunun bildirilmesi ve nefse, bunlardan dilediğini seçme imkanının
verilmesi demektir. Bu mana ile ayet tıpkı, "Biz
ona iki de yol gösterdik" (Fecr, 89/10) ayeti gibi olmuş olur. Bu,
Mu'tezile mezhebine uygun bir te'vil ve tefsirdir. Çünkü onlar şöyle derler:
"Bunun böyle oluşunun delili, Hak Teâlâ bu ayetin peşisıra, "Onu (nefsini) tertemiz yapan kişi,
muhakkak felaha ermiş; onu albildiğine örten kişi ise elbette ziyana
uğramıştır" (Şems, 91/9-10) buyurmasıdır." Bu izah, hem İbn Abbas
(r.a)'dan, hem de bir gurup ileri gelen müfessirden nakledilmiştir.
2) Bu,
"Allah Teâlâ, mü'min ve muttaki olana, takvayı, kafire de fücuru
(kötülüğü) ilham etmiştir" demektir. Sa'îd b. Cübeyr, "O nefsi,
fücuru ve takvası ile başbaşa bırakan..." manasını vermiştir. İbn Zeyd,
"O nefisde, onu takvaya muvaffak kılması ile, bu mahrumiyeti meydana
getirdi" diye izah etmiştir. Zeccâc ve Vahidî de bunu tercih etmişlerdir.[19]
Vahidî şöyle der:
"Öğretme, anlatma ve açıklama başka şeydir, ilham ise daha başka bir
şeydir. Çünkü ilham, Allah Teâlâ'nın, kulunun kalbine birşeyi düşürmesi koyması
demektir. Allah Teâlâ, kulunun kalbine (aklına) birşey düşürdüğünde ise, onu
ondan ayrılmaz hale getirir. Çünkü ilhamın temel manası, arapların, birisi bir
şeyi bir kerede yuttuğunda, kullandıkları “Lehime’ş-şey’u, iltehamehu” şeklindeki
deyimlerine dayanır. Yine Arapça'da, "O şey onu yuttu" manasında “Elhemetehu
zâlike’ş-şey’u” ifâdesi kullanılır. İşte bu "ilham" kelimesinin,
temel manası budur. Ama daha sonra bu ifade, tıpkı bir "yutturma"
gibi olduğu için, Allah Teâlâ'nın kulunun kalbine düşürdüğü şeyleri ifade için
kullanılmıştır. O halde bu demektir ki bu temel manaya en uygun tefsir, İbn
Zeyd'inkidir. Çünkü bu görüş, Allah Teâlâ'nın mü'mine takvasını, kafire de
fücurunu yarattığı hususunda açık bir izahtır. Mu'tezile'nin Hak Teâlâ'nın bu
ayetten sonra "Onu tertemiz yapan
kişi muhakkak umduğuna ermiş" (Şems, 91/9) ayetini getirişine
tutunmasına, bunu delil getirmeye gelince, bu zayıftır. Çünkü Sa'îd b. Cübeyr,
Atâ, İkrime, Mukatil ve Kelbî'den rivayet edildiğine göre mana, "Allah
Teâlâ'nın tezkiye edip, tertemiz yapıp ıslah ettiği nefisler, mutlaka felah
bulmuş ve mutlu olmuştur" şeklinde olur ki bunlar, Allah Teâlâ'nın,
Kendisine taata muvaffak kıldığı nefislerdir." Vahidî'nin izahı burada son
bulur. Bu, güzel ve tam bir izahtır.
Ben diyorum ki: Biraz
önce bu üç ayetin Hak Teâlâ'nın ulvî, süflî, basit ve mürekkeb varlıkların,
idare edicisi olduğuna delalet etmek için zikredildiğini söylemiştik. Burada
geriye, mahsûsat aleminde, yani madde aleminde yer alan varlıklardan herşeyin,
bu dikkat çekme gereği, Hak Teâlâ'nın yaratması ve tedbiriyle olduğunu anlatmak
kalmıştır. Bundan da, kalblerde (akıllarda), bütün bunların Allah'ın kaza ve
kaderi ile olup-olmadığı hususu depreşir durur olmuştur. "Bunlar"
dediğimiz şey, canlıların ihtiyarî fiilleridir. Bundan dolayı Hak Teâlâ,
"Sonrada o (nutfe), hem kötülüğünü, hem takvasını ilham eden"
buyurmak suretiyle bu şeylerin de, Allah'dan, Allah ile ve Allah'ın kaza-kaderi
ile olduğuna dikkat çekmiştir. Bu durumda ise Allah Teâlâ'nın dışında kalan
herşeyin, O'nun kaza ve kaderiyle meydana geldikleri; O'nun icad ve
tasarrufunun altında oldukları sabit olmuş olur.
Öte yandan, Hak
Teâlâ'mn, "O (nefse), hem
kötülüğünü, hem takvasını ilham eden..." ifadesinden, bu ilahi hızlan
ve tevfikin kastedildiğine dair aklı delil, defalarca bahsettiğimiz şu
husustur: İhtiyari fiiller, ihtiyar ve iradenin mevcudiyetine varıp dayanır.
Binâenaleyh, bu fiillerin meydana gelmesi, eğer bir fail olmadan olmuş ise, bu
demektir ki, muhdes (sonradan olma) varlık, failden müstağni olmuştur, faili
ihtiyaç duymaz. Böyle olması halinde, bir yaratıcının olmadığının söylenmesi
gerekir. Yok eğer "Bu ihtiyari fiiller bir failden meydana gelmiştir. Bu
fail de kuldur" denilirse, o zaman teselsül gerekir. Yok eğer, "Bu
fiiller, Allah'dan meydana gelmiştir" denirse, işte ulaşmak istediğimiz
netice budur ve doğrudur. Hem sonra, insan kendisi denesin. Çünkü çoğu kez birşeyden
hiç haberi yok iken, o şey hiç aklında yok iken, birden kalbine onun şekli,
planı, sureti düşüverir. Kalbe düşen bu şekle binaen, kalbte o şeye bir meyil
meydana gelir. Uzuvların hareketleri ve bu şeyin fiil olarak meydana gelişi de,
kalbteki bu meyle varıp dayanır. İşte bu Hak Teâlâ'nın, "... ilham eden" ayetinden kastedilen mananın,
Mu'tezile'nin ileri sürdüğü değil, bizim ileri sürdüğümüz şey olduğunu kesinkes
ifade eder.[20]
"O (nefsi)
tertemiz yapan kişi, muhakkak felaha ermiştir" (Şems, 9).
Bil ki
"tezkiye", temizlemek, yahut da eğitip büyütmek, yetiştirmek
demektir. Ayetle ilgili olarak iki izah yapılabilir:
1) Taatta
bulunmak ve günahlardan uzak durmak suretiyle, nefsini günahlardan arındırarak,
kendisini tezkiye eden, tertemiz yapanlar, felaha erer, umduğunu elde eder.
2) Bu,
"Allah'ın tezkiye ettiği nefisler-kimseler felaha ermiştir" demektir.
Kâdî bu manayı tercih ederek şöyle der: "Bundan maksad, Allah Teâlâ'nın bu
nefislerin tezkiyesine (tertemiz olduğuna) hükmetmesi ve onları bu şekilde
saymasıdır. Bu tıpkı, örfümüzdeki, "Falanca falancayı tezkiye ediyor"
denilmesi gibidir. Kâdî daha sonra şöyle der: "Birinci mana doğruya daha
yakındır. Çünkü "nefs" kelimesi, ayette daha önce açıkça yer
almıştır. Binâenaleyh buradaki "O" zamirini, nefse raci kılmak,
zikredilmediği halde zikredilmiş hükmünde olan bir şeye, (yani Allah'a)
hamletmekten daha evladır.
Bil ki biz, kesin aklî
delil ile, "ilham etti" ifadesi ile, Mu'tezile'nin değil, biz (ehl-i
sünnet'in) söylediği mananın kastedildiğini ortaya koymuştuk. Binâenaleyh
ifadeyi, bu manaya hamletmek gerekir. Kâdî'nin, "Bu tezkiye,
"Allah'ın böyle hükmetmesi, onları temiz olarak sayması",
manasınadır" şeklindeki görüşü zayıftır. Çünkü "tef 'il babı (sigası),
tekvini yani bizzat yapmayı ifade eder.(Tahkimi, yani hükmetme, öyle sayma
manasını değil...)- Hem sonra biz bunu kabul etsek bile, Allah'ın hükmettiği
şeyin değişmesi imkansızdır. Çünkü mahkum-u bih'in (yani hakkında haber verilen
şeyin) değişmesi, mesela doğrunun, yalana; ilmin cehalete dönüşmesi gibi bir
hüküm (netice) değişikliğini gerektirir ki bu, Allah hakkında imkansızdır.
İmkansıza götüren şey de imkansızdır.
Ama Kâdî'nin,
"Burada daha önce "nefs"den bahsedilmiştir" şeklindeki
sözüne gelince, biz deriz ki: Bunun aksi daha evladır. Çünkü dilciler, zamirin,
en yakındaki şeye raci olmasının, uzaktakine raci olmasından daha evla olduğu
hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh burada, "Ona ilham eden" ifadesi "nefse" değil "Onu
düzenleyene" (Şems, 91/7) ifadesindeki “Mâ” edatına daha yakındır.
Binâenaleyh tercih, bizim bahsettiğimiz şeyden yana yapılmalıdır. Bu izahı
destekleyen bir husus da, Vâhidî'nin, "Kitâbu'l-Basîf'inde, Sa'îd b. Ebî
Hilâl'dan rivayetine göre, "Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisidir: Hz. Peygamber
(s.a.s), “Kad efleha men zekkâhâ” ayetini okumuş. Sonunda vakfederek (durarak) "Allahım, nefsime takvasını ver. Sen o
nefsin velisi ve mevlasısın. Nefsimi temizle. Sen, nefsi temizleyenlerin en
hayırlısın.”[21] buyurdu.[22]
"Onu alabildiğine
örten kişi ise, elbette ziyana uğramıştır" (Şems, 10).
Müfessirler,
“Dessâhâ” ifadesinin aslı, "tedsîs" masdanndan, “Dessesehâ” şeklinde
olup, "tedsîs" birşeyi birşeyin içinde saklamak demektir"
demişlerdir. Buna göre, buradaki sîn'lerden birisi, yâ'ya çevrilmiştir.
Binâenaleyh “Dessâ”nın aslı, “Dessese”dir. Bu, tıpkı “Tekadda’l-bazi”nin
aslının, “Tekaddede’l-bazi” "Şahin üzüldü" oluşu gibidir. Yine bu,
Arapların, “lebtu” demeleri gibidir ki bunun aslı, "lebeytu" (Aklettim)
şeklindedir. Yine, bu, arapların “Mulebbebu” yerine “Mulebbâ” demeleri gibidir.
[23]
Daha sonra diyoruz
ki: Mu'tezile, bu ayetle ilgili olarak, kendi mezheblerine uygun şu izahları
yapmışlardır:
1) Salâh
ehli, kendilerini izhar ederlerken, fısk ehli ise, kendi nefislerini, gizli
kapalı yerlerde gizler ve açığa vurmazlar. Nitekim, cömert Araplar, evleri
tanınsın ve muhtaçlar kendilerine gelsin ve ihtiyaçlarını anlatsınlar diye
yüksek tepelere konaklarlar, geceleyin gelip kapıyı çalabilecek insanlar için
de, geceleyin ateşler yakarlardı. Ama cimriler ise, evlerini barklarını,
yerlerini yurtlarını, muhtaç olan kimselerden saklamaya çalışırlardı ve
saklarlardı.
2) Bu
ifadenin manası, "Hiç de onlardan olmadığı halde, kendisini salih kimseler
arasında saklayan..." şeklindedir.
3)
"İsyan ve günahlara dalmak suretiyle, nefsini gizleyen..." demektir.
4) Bu ifade,
içinde fücurunu saklayan... anlamındadır. Bu, bu kimsenin, fücura devam etmesi
ve facir kimselerle oturup kalkmasıyla meydana gelebilecek bir durumdur.
5) Taat olan
şeylerden yüz çevirip, masiyetlerle iştigal eden kimse, önemsiz, terkedilmiş ve
adı sanı anılmaz birisi oluverir. Böylece de bu kimse, adı sanı anılmayan,
gizli kalmış bir nesne, şey gibi olmuş olur.
[24]
Alimlerimiz de,
ayetteki mananın, "Allah Teâlâ'nın saptırdığı, azdırdığı, facirlerden
kıldığı, batıl şeylere sürüklediği ve böylece de helak ettiği nefs bin pişman
olmuş ve hüsrana uğramıştır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Ayetteki “Dessâhâ”
kelimesinin tefsiri hususunda ulemanın görüşleri bunlardır.
Vahidî (r.a) ise şöyle
der: "Cenâb-ı Hak adeta, "Kendini arındıran kimselerin felahı elde
edeceklerine, kendilerini arındırmayan kimselerin de, iflas edeceğine,
yarattığı şeylerin en kıymetlisine (cana, nefse) yemin etmiş gibidir. Böylece,
hiç kimse, önce geçmiş kader ve bir kaza olmaksızın, kendi nefsini temizlemeyi
veyahutta günahlara dalmak suretiyle, kendi nefsini helak etmeyi üstlenenin,
bizzat kendisi olduğunu zannetmesin."[25]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Semûd,
azgınlığı yüzünden (peygamberlerini) yalanladı" (Şems, 91/11) ayetine
gelince, Ferrâ, şöyle der: Tuğyan ve tağvâ iki masdardır. Ancak ne var ki,
tağvâ ayet başlarına, yani "fasılalara" daha uygundur. İşte bundan
ötürü, burada bu kelime tercih edilmiş olup, bu, (vezin bakımından),
"dua" kökünden olan da'vâ masdarı gibidir. Bu ifadenin tefsiri
hususunda şu iki izah yapılabilir:
1) Semûd,
tuğyanı sebebiyle, yalanlamada bulunmuştur... Nitekim sen, "Allah'a karşı
olan cür'etinden ötürü “Bicerâetihi” bana zulmetmiştin..." dersin. Buna
göre mana, "Onların tuğyan ve azgınlıkları, onları, Allah'ı yalanlamaya
sürüklemiştir" şeklinde olur. Ki, işte meşhur olan görüş budur.
2) Tağvâ,
kendisi sebebiyle helak edildikleri o azabın adıdır. Buna göre mana,
"Semûd, başlarına gelecek olan azabı yalanladı..." şeklinde olur ki,
bu da, "Onlar, peygamberlerini, kendilerine uyarıda bulunduğu o azabın
geleceğini kabullenmemek suretiyle, resullerini tasdik etmediler..."
demektir. Bu, uzak bir ihtimal değildir. Çünkü, Arabça'da "tuğyan",
alışılagelmiş, mutad olmuş olan ölçü ve miktarı aşmak, tecavüz etmektir.
Böylece, onlara gelen o azabın tağva diye isimlendirilmiş olması mümkündür.
Çünkü bu azab, alışılagelmiş miktarı öteye geçen, görülmedik bir sayha, yani
nara (veya kasırga) idi. Yahut da, ayetteki takdir, "Semûd, tehdid
edildikleri o ileri derecedeki ve müthiş azabı yalanladı" şeklinde olur.
Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, “Kezzebet Semudu ve Adu bi’l-kâriati”
(Hakka, 69/4) ayeti olup, bu, "Semûd ve Âd, başlarına gelecek olan o azabı
yalanladı..." demektir. Daha Cenâb-ı Hak Hakka'da, "Semuda gelince, o, azgın ve haddi aşan (et-tâğıye) bir azabla
helak olundular..." (Hakka, 69/5) buyurmuş, böylece kendisi sebebiyle
helak oldukları o azabı "et-tâğıye" (ölçüyü aşmış...) diye
adlandırmıştır.[26]
"En şakisi
ayaklandığı zaman..."(Şems, 12).
“İnbease” kelimesi,
“Bease” "gönderdi, uyandırdı..." kelimesinin mutavaatıdır. Nitekim
Arapça'da, “Beastu fulânen ale’l-emri, feenbease lehu” "Falancayı işe
koştum da, o da işe koyuldu..." denilir. Buna göre mana, "Semûd,
tuğyanları sebebiyle, en şakileri işe koyulduğu zaman yalanlamaya
yöneldi..." şeklinde olur ki, bu en şakileri de, o deveyi boğazlayandır.
[27]
Bu hususta, şu iki
görüş ileri sürülmüştür:
1) Ayetin bu
ifadesiyle, belli bir şahıs kastedilmiş olup, ismi Kudar ibn Salif’dir. Bu
kimse öylesine meşhur idi ki, o, darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Arapça'da,
"Falanca, Kudâr'dan da daha uğursuzdur" denilmektedir. Bu Kudâr,
Allah'ın Resulü (a.s)'nün, fetvasına karşı çıkanların ilkidir.
2) Bu ifade
ile, bir grup kimse kastedilmiştir. Bu, ism-i tafdîli "muzâf" kılıp
da, “Hâzâni efdâlu’n-nâsi” "Bu ikisi, insanların en faziletlisidir"
ve "Bunlar insanların en faziletlileridir" diyerek, onu, müfred,
cemî, müzekker ve müennes müsavi kabul etmek gibi, müfret lafız üzere gelmiş
bir ifadedir. Bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın, “Fekezzebuhu feakaruhâ” "Onu yalanladılar da, deveyi
boğazladılar..." (Şems, 91/14) ifadesinin çoğul getirilmiş olması ile
kuvvetlenir. Şimdi “Efâdiluhum” "Onların en faziletlileri"
denilebildiği gibi, “Eşkavhâ” "O kavmin en şakileri" de denilebilir.[28]
Cenâb-ı Hakk'ın, "(Halbuki daha evvel), Allah'ın
peygamberi onlara, "Allah'ın devesine ve onun su içme (sırasına) dikkat
etsin.." demişti..." (Şems, 91/13) ayeti ile ilgili olarak şöyle
birkaç mesele vardır.[29]
Bu ifadede geçen
"Resul" kelimesiyle Salih (a.s) kastedilmiştir., “Nâkatallahi” yani
"Hz. Salih, onlar bu deveyi boğazlamayı kafalarına koyup, buna kararlı
oldukları haberi Salih peygambere ulaşınca, bu konuya değinerek, onlara,
"Bu, Allah'ın devesi ve hem, Allah'ın birliğine, hem de benim peygamber
olduğuma delalet eden bir mucizedir Binâenaleyh ona bir kötülük yapmaktan ve
onu, sırası geldiğinde su içmesine mani olmaktan sakınınız..." dedi. Biz,
bu eserimizin muhtelif yerlerinde, hem o devenin, hem de o halkın, ve hem de o
halkın hayvanlarının su içtikleri günlerin belirlenmiş olduğunu belirtmiştirk.
Ama, Semûd kavmi, kendi sürüleri hususunda bu devenin su içmesinden zarar
gördüklerini öne sürüyorlardı. Böylece de onu boğazlamak istiyorlardı. Salih
(a.s) de, zaman zaman, onların böylesi bir şeyi yapmaları halinde, başlarına
gelebilecek azab hususunda onları hep uyarıyor ve bu hususta onları, bundan
sakındırıyordu. Halbuki bu durum, onların kafalarında şekillenmişti. İşte bu
yüzden, Salih (a.s) onlara, “Nâkatallahi ve sukyâhâ” demek suretiyle
yetinmişti. Çünkü, böylesi bir işaret, geçmişi olan bir hadise için kâfi idi.[30]
“Nâkatallahi” Tıpkı
“El-esed, el-esed” "Arslan, arslan (Arslana dikkat)" “Es-sabiy,
es-sabiy” "Çocuk, çocuk... (Ona dikkat et)..." ifadelerinde olduğu
gibi, "tahzîr"den dolayı mansubtur. Takdiri ise, "Onu
boğazlamayı bırakın, onun su içmesi hususunda dikkatli olun da, onu bundan men
etmeyin, suyu deveye tercih etmeyin..." şeklindedir.[31]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, Semûd kavminin, Allah Teâlâ'nın, tehdid ettiği o azab sebebiyle, ne Salih
peygamberi yalanlamaktan, ne de o deveyi boğazlamaktan geri durmadıklarını
beyan buyurmuştur ki, işte, bu husus, "Fakat
onu yalanladılar. Derken, o (deveyi) boğazladılar... Bundan dolayı, Rablerinin
azabı da onları, günahları sebebiyle sarıverdi... Öyle ki, hepsini yerle bir
etti" (Şems, 91/14) ayetinde, murad edilen husustur. Şimdi, kesme,
boğazlama işini tek bir şahsın yapmış olması mümkündür.. Ki bu şahıs da,
Kudâr'dır. Böylece fiil, iş bu şahsa, bilfiil bu işi yapan kimse olarak nisbet
edilebilir, nitekim Cenâb-ı Hak bir başka ayetinde de, "O da kılıca sarılarak kesti..." (Kamer, 54/20)
buyurmuştur. Bu iş, o tek şahsın yaptığı işe razı olup, bunu onayladıkları için
de o cemaate de nisbet edilebilir.
Mesela Katâde şöyle
demektedir: "Bize ulaşan bilgilere göre, Kudâr, deveyi boğazlama konusunda
diretmiş, derken Semûd kavminin büyük-küçük, erkek-kadın.. hepsi, ona bu konuda
yetki vermişlerdir.. Ki, bu, müfessirlerin ekserisinin görüşüdür. Ferrâ da, bu
işi yapanların iki kişi olduğunun ileri sürüldüğünü söylemektedir.[32]
Cenâb-ı Hakk'ın "Bundan dolayı Rablerinin azabı da
onları, günahları sebebiyle sarıverdi... Öyle ki, hepsini yerle bir
etti.." ifadesine gelince,
Bil ki, “demdeme” nin ne
demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:
1) Zeccâc, “demdeme” kelimesinin manasının, "Allah, onların üzerine o azabı
kapattı..." şeklinde olduğunu, Arapça'da da, sen, bir şeyin üzerine
kapandığında, “Demdemtu bihâ ale’ş-şey’i” denildiğini; ve yine deve yağ
bağladığında da, “Nâkatu medmumetu” "Yağlı dişi deve..." denildiğini
binâenaleyh, bu kapanma ve bürünme işi tekrar tekrar yapıldığında ise, “Demdemtu
aleyhi” ifadesinin kullanıldığını söylemiştir.
Vahidî de şöyle der:
"Arapça'da, "demm" "buluşmak" demektir. Nitekim, yağı
kesilen bir şey için “Dumu bi’s-suhmi demmen” "Bu, adeta yağla
sıvanmış" ifadesi kullanılır. Böylece Zeccâc, “Demâme” kelimesini, tıpkı, “Kubkibu”
ve benzerleri gibi, "muza'af" bir fiil gibi kabul etmiştir. Buna göre
ayetteki “Demdeme aleyhim” ifâdesinin manası, "Onların üzerine o azabı
kapattı bu azab onları, her taraftan kuşatılmış olan bir şey gibi
sarıverdi..." şeklinde olur.
2) Görülen
bir şey için sen, “demdemtu aleyhi” ifâdesini kullanırsın ki, bu, "Onun
üzerini örttüm, düzenledim" demek olur. Buna göre, “fedemdeme aleyhim” ifâdesinin
manası, "Onları helak etti, böylece de onları, toprağın altında bırakmak
suretiyle, yerle bir etti..." şeklinde olur.
3) İbnu'l-Enbarî
“Demdeme” kelimesine, "gazab etti, öfkelendi" manasını vermiştir.
Çünkü "ed-demdemetu", kişiyi rahatsız eden söz demektir.
4) Bu ifade,
"yer onları sarstı, zelzele oldu.." anlamındadır. Salih, bu görüşü,
İbnu'l-A'râbî'den rivayet etmiştir ki, aynı zamanda Ferrâ'nın görüşüdür.
[33]
Ayetteki “fessevvâhâ”
kelimesine gelince, bu hususta da, şu muhtemel iki izah yapılabilir: Bu
böyledir, zira, biz, "ed-demdemetu" kelimesini, "bürümek, her
taraftan kuşatmak" manasına alırsak, o zaman “Fesevvâ” fiilinin manası,
"bu azab onların hepsini sarıp kuşattı" şeklinde olur. Bu böyledir,
zira, bu kavmin helak olması, Cebrail (a.s)'in sayhası ile olmuştur. Bu sayha
da, onların hepsini helak etmiş, böylece, küçüğünü-büyüğünü sarıvermiş, onlara
hükümran olmuştur. Yok eğer, “Sevâ” kelimesini, "tesviye, düzleme"
manasına alırsak, o zaman mana, "Allah onları yerle bir etti..."
şeklinde olur.[34]
"Bunun sonundan korkmayarak..." (Şems, 91/15) cümlesine gelince, bu hususta şu
izahlar yapılabilir:
1) “Yehafu” fiilinin tahtındaki “Huve” zamiri, Rab
Teâlâ'ya raci bir zamirdir. Çünkü Allah, bahsi geçenlerin bu fiile en yakın
olanıdır. Derken, ulema, bu ifadeye verilebilecek mana hususunda ihtilaf
etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunları, "O, bunun neticesinde, bir
kovuşturmadan, soruşturmadan (haşa!) akıbetinden korkmayarak..." demektir.
Zira, "el-ukbâ ve el-âkıbe" kelimeleri, aynı manadadır. Böylece
Cenâb-ı Hak, bu işi, haklı olarak yaptığını beyan etmiştir. Çünkü, yaptığı hak
ve hikmet olan herkesin, yaptığının neticesinden korkulmaz...
Bazıları da,
Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyi, tahkir tarzında zikrettiğini söylemişlerdir ki, bu
"Akıbetinden korkulmayacak derecede basit ve kolaydır. Allah Teâlâ,
bununla nitelenmekten çok çok yücedir, münezzehtir" demektir. Bazıları da,
bu ifade ile, Cenâb-ı Hakk'ın, iyice azab ettiğinin murad edildiğini
söylemişlerdir. Çünkü, bir hükümdar işin neticesini nazar-ı dikkate alıyorsa
bu, onun bazı şeylerden çekindiğini gösterir. Halbuki Allah Teâlâ, hiçbir
neticeden korkmaz... İşte, hiç şüphesiz, böylece de hiçbir şeyden korkmamış
olur.
2) Bu zamir,
Peygamber olan Salih (a.s)'e racidir. Buna göre mana, "Salih, onların
başına gelen o azabın neticesinden korkmadığı halde..." şeklinde olur. Ki
bu, bu azabtan dolayı bir kimse Salih (a.s)'e eziyyet etmeye gayret ettiğinde,
ona, ilahi yardım geleceğini ve kötülüklerin ondan savuşturulacağı hususunda
bir va'd gibidir.
3) Bu ifade
ile, deveyi boğazlamaya koyulan Semûd kavminin en ahmağı olan o şakinin, bu
işin neticesinden korkmadığı manası kastedilmiştir. Bu ayet, her ne kadar daha
sonra gelmiş bir ifade ise de, ne var ki bu ifade, bu yoruma göre, mana
cihetinden önde bulunan bir ifade hükmündedir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta,
"Neticesinden korkmayarak, bu işe, onların en şakisi koyuldu..."
demek istemiştir. Ki bu da, "Bu kimse, o deveyi boğazlamaya yöneldi.
Dolayısıyla bu kimse, hem kendisinin hem de kavminin başına bir felaketin
inmesinden emin gözüküyor olacak ki, bu dehşetli azabın vereceği korkuya
rağmen, hiç korkmayan kimsenin yapabileceği bir işi yaptı..." demektir.
Böylece bu kimse bu hususta, cehalet ve ahmaklığa nisbet edilmiştir. Hz.
Peygamber (s.a.s) bu ifadeyi “Velem yehf” "korkmadı" şeklinde
okumuştur. Halbuki, Medinelilerin ve Şamlıların mushafmda ise, “Velâ yehâfu” şeklindedir.
Allah en iyisini bilendir.
Rivayet olunduğuna
göre, Salih peygamber, Semûd kavmini, üç gün sonra gelecek olan o azab ile
tehdit edince, o deveyi boğazlayan o dokuz kişi şöyle dedi: "Gelin, Salih
(s.a.s)'i öldürelim. Şimdi o, eğer sadık birisi ise, biz bu hususta ondan önce
davranmış oluruz. Yok eğer, yalancı ise, onu da devesine katmış oluruz...
Derken, ona suikast
yapmak için onun yanına geldiler. Melekler, taşlarla, onların beyinlerini
dağıttı. Bunlar, arkadaşlarının yanına dönmeyince, Salih peygamberin evine
geldiler ve bunların kafalarının taşlarla parçalanmış olduğunu gördüler. Bunun
üzerine Salih peygambere, "Bunları sen öldürdün..." dediler...
Üzerine atılınca da, Salih peygamberin silahlı aşireti araya girdi ve onlara,
"Allah'a yemin olsun ki, sizler onu öldüremezsiniz. Çünkü o, size üç gün
içinde, başınıza gelecek bir azabı haber vermiştir. Eğer o sâdık ise,
Rabbinizin gazabını artırmış olursunuz. Yok eğer yalan ise, sizler
kastettiğinizin peşindesiniz..." dediler. Böylece, o gece, Hz. Salih'ten
ayrılıp gittiler. Yüzleri sararmaya başladı. Derken o azabın artık yakın
olduğunu anladılar. Hz. Salih (a.s)'i öldürmek için aramaya başladılar. Fakat o
kaçtı, müşrik olan ve Semûd kavminin kollarından olan bir efendiye sığındı. O,
Salih (a.s)'i onlardan sakladı. Dolayısıyla onu bulup öldüremediler. Daha sonra
da başlarına gelen o azab, onların artık onun peşine düşmelerine mani oldu.
İşte bu husus, "Bunun sonundan, yani
neticesinden korkmayarak...." ayetiyle anlatılan husustur. En iyi
bilen Allah'dır. Salât-ü selâm Hz. Muhammed (s.a.s)'e, âline ve ashabına olsun
(amin)![35]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/161.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/163.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/163.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/163-164.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/164.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/164.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/164-165.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/165.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/165-166.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/165-166.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/166-167.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/167-168.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/168.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/168.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/168.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/168.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/168-169.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/169.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/169-170.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/170-171.
[21] Müslim, Zikir, 73 (4/2088); Müsned, 4/371.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/171-172.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/172.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/172-173.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/173.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/173-174.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/174.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/174.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/174.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/175.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/175.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/175.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/175-176.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/175-176.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/176-178.