Tevfik Ve Hızlan (Allah'ın Muvaffak Kılması Veya Yardımını Kesmesi) |
Bu sûre, ylrmiblr ayet
olup, Mekkî'dir.[1]
"Yemin olsun
bürüyüp örttüğü zaman geceye ve açıldığı zaman gündüze" (Leyl, 1-2).[2]
Kaffâl (r.h) şöyle
der: Bu sûre, Hz. Ebû Bekir (r.a) ve onun müslumanlara yaptığı infak ile,
Ümeyye b. Halef ve onun Allah'ı inkar edişi ve cimriliği hakkında nazil
olmuştur. Fakat her ne kadar bu böyle ise de, sûrenin ihtiva ettiği hükümler,
bütün insanlar için genel hükümlerdir. Baksana Hak Teâlâ, "Sizin say-ü gayretleriniz çeşit çeşittir" (Leyl, 92/4)
ve "Ben size alevlendikce alevlenen
bir ateş hususunda uyardım" (Leyl, 92/14) buyurmuştur.
Hz. Ali (r.a)'nin de
şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Resulüllah (s.a.s) ile birlikte bir
cenaze için evden çıkmıştık. Derken Hz. Peygamber (s.a.s) oturdu, biz de onun
etrafında oturduk. O,
"Nefes alıp veren hiç bir kimseniz yoktur ki,
Allah onun cennetteki veya cehennemdeki yerini bilmiş olmasın" dedi. Bunun üzerine biz,
"Ya Resûlellah,
şimdi biz, (yaptıklarımıza} güvenmeyelim mi?" deyince, o,
"Çalışın. Çünkü herkes ne için yaratılmış ise, o
kolay kılınmıştır"[3] buyurmuştur ve şu ayeti okumuştur: "Kim Allah için verir ve infak eder, o
en güzeli de tasdik ederse, Biz de onu en kolaya hazırlarız" (Leyl,
5-7). Bu hadis ile, sûrenin hükümlerinin ve manalarının genel olduğu ortaya
çıkmıştır.[4]
Bil ki Allah Teâlâ
geldiği zaman her canlının evine barkına sığındığı; mahlukatın hareketlerinin
durduğu ve Allah'ın canlıların bedenlerinin istirahatı ve ruhlarının gıdası
kıldığı uykunun herkesi bürüdüğü geceye yemin etmiştir. Çünkü gündüz geldiği
zaman, aydınlığı sebebi ile, dünyadaki karanlıklar açılır, insanların
geçimlerini temin etmek için gayret edecekleri zaman gelmiş olur; kuşlar
yuvalarından, haşerat da bulundukları yerden çıkmaya başlar. Şimdi hep gece
devam edip dursaydı, geçimi sağlamak güçleşirdi. Hep gündüz devam edip
dursaydı, bedenlerin istirahati temin edilemezdi. Dolayısıyla canlıların
faydasına olan şey, Hak Teâlâ'nın da şu ayetlerinde belirttiği gibi, gece ile
gündüzün biribirini takib edişindedir: "O,
gece ile gündüzü ardarda kılan zattır" (Furkan, 25/62); "O, gece ile gündüzü sizin emrinize
vermiştir" (Nahl, 16/12).
Hak Teâlâ'nın,
"Yemin olsun börüyüp örttüğü zaman geceye..." ifadesine gelince, bil
ki Allah teâla burada, “Yeğşâ” fiilinin mef'ûlünü, yani gecenin neyi bürüyüp
örttüğünü zikretmemiştir Binâenaleyh bu mef'ûl, ya bu ayetten ötürü, güneşdir;
yahut da, "Gece gündüzü örter"
(A'râf, 7/54) ayetinden dolayı, gündüzdür; yahut da, "Karanlığı çöküp bastığı
zaman gece..." (Felak, 113/3) ayetinden ötürü, karanlığı ile örttüğü
herşeydir.
[5]
Hak Teâlâ'nın, "Açıldığı zaman, gündüze (yemin olsun
ki)" ifadesi, "Gecenin karanlığının son bulmasıyla ortaya çıkan
gündüze, "yahut da, "güneşin doğması ile ortaya çıkan, açılan gündüze
yemin olsun ki..." demektir.[6]
"Erkeği ve dişiyi
yaratana (yemin olsun ki)" (Leyl, 3).
Bu ayetle ilgili bir
kaç mesele var:[7]
Bu ayetin tefsiri
hususunda şu üç izahlar yapılabilir:
1) Bu,
"Erkeği ve dişiyi aynı sudan yani meniden yaratan o yüce kudret sahibi
kadire yemin olsun ki..." demektir. Buradaki erkek ve dişi ile, Hz. Adem
ve Hz. Havva olduğu söylenmiştir.
2) Bu,
"O Allah'ın, erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun ki..."
manasınadır.
3) Buradaki “Mâ” “Men” manasına olup, “Vemen haleka’z-zekera ve’l-unsâ” takdirindedir.
Bu da, "Erkeği ve dişiyi yaratan zata yemin olsun ki..." demektir.[8]
Hz. Peygamber (s.a.s)
bunu, “Vezzekeri ve’l-unsâ” "Erkeğe ve dişiye yemin olsun ki..."
şeklinde de okumuştur. İbn Mes'ûd (r.a) da, “Vellezi haleka’z-zekera ve’l-unsâ”
şeklinde okumuştur. Kisâî'nin de bunu, cerr ile “Vemâ halaka’z-zekeri
ve’l-unsâ” şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki bunun izahı şöyle
yapılabilir: “Vemâ haleka” ifadesi “Vemâ halekahullahe” "Allah'ın
yarattığı şey'e" takdirinde olup, bu da, “Vemahlukillahi” "Allah'ın
yarattığına yemin olsun ki takdirindedir; “Ez-zekeru” ve “El-unsâ” ifadeleri,
"mahlûki'llah"dan bedel kılınmış olur. Bu durumda takdir,
“Vemahlukillahi’z-zekeri ve’l-usâ” şeklinde olmuş olur. Kendisinden başka
yaratıcı olmadığı bilindiği için, burada mukadder bir lafzatullah (Allah lafzı)
bulunması caizdir.[9]
Ayette erkek ve dişiye
yapılan yemin, mahlukatın en kıymetlisi olan canlılara yemin etmek manasına
gelir. Çünkü her canlı, ya erkektir, yahut dişi... Hünsaya (çift cinsiyetti olanlara) gelince, aslında bu ya
erkektir, yahut dişidir. Bunun delili şudur: Mesela bir kimse, "Bugün ne
bir erkek, ne de bir dişiyle karşılaşmazsam, sen boşsun" diye, hanımını
boşamaya yemin etse ve bir hünsa ile karşılaşsa, yemini bozulmuş olur.[10]
"Hakikaten sizin
sa'y-ü gayretiniz çeşit çeşittir" (Leyl, 4).
Bu ayet, geçen
ayetlerdeki yeminlerin cevabıdır, böylece Allah Teâlâ, ceza (karşılık)
bakımından kullarının amellerinin farklı farklı oluşları hususunda, o şeylere
yemin etmiş demektir.
[11]
“Şettâ” kelimesi, “Meridun-merdâ”
(Hasta-hastalar) kelimesinde olduğu gibi, “Şetitun” kelimesinin çoğuludur.
Aralarındaki farklılıktan ve mesafeden ötürü, çeşit-çeşıf olan şeylere
"şettâ" denilir. Çünkü "şetât" masdarı, birbirinden
"uzaklaşma ve ayrılma" manasınadır. Buna göre sanki, "Şüphesiz
sizin amellerinizin bir kısmı, değer kısmından uzak ve farklıdır" denilmek
istemiştir. Çünkü bu amellerin bir kısmı dalalet, bir kısmı hidayettir; bir
kısmı cenneti, bir kısmı da cehennemi icâb ettirmektedir Dolayısıyla bu iki
çeşit arasında çok fark vardır. Hak Teâlâ'nın, "Cehennemlikler ile cennetlikler bir olmaz" (Haşr, 59/20);
"Mü'min olan, fasık olan gibi midir?
Hayır, bunlar bir olmazlar" (Secde, 32/18); "Günah işleyenler, Bizim kendilerini, iman edip, salih ameller
İşleyenler gibi sayacağımızı mı sanırlar, dirileri ve ölüleri bir mi?
Hükmedegeldikleri bu şey ne fena!" (Câsiye, 45/21) ve "Gölge ile sıcaklık bir olur mu?"
(Fatır, 35/21) ayetleri de, mana bakımından bu ayete yakındırlar.
[12]
Müfessirler bu ayetin,
Hz. Ebû Bekir (r.a) ile, Ebû Süfyan hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir.
[13]
Hak Teâlâ daha sonra,
biraz önce de söylediğimiz gibi, amellerin iyi veya kötü, mükafaat veya cezayı
gerektiren cinsten olmak üzere farklı farklı olduklarını beyan ederek şöyle
buyurmuştur:
"Kim verir,
ittika eder ve o en güzeli de tasdik ederse, Biz de en kolaya hazırlarız. Amma
kim de cimrilik eder, kendisini müstağni görür ve o en güzeli yalanlarsa, Biz
de ona en güç olanı kolaylaştırırız" (Leyl, 5-10).
Ayetteki, verir
ifadesiyle ilgili şu iki izah yapılır:
1) Bundan
murad, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in de yaptığı gibi, ister farz (zekat), ister nafile
(sadaka) türünden olsun, köle azad etmek, esirlerin fidyesine destek sağlamak,
müslümanları düşmanlarına karşı takviye etmek gibi bütün hayırlı hususlarda mal
infakı kastedilmiştir. Bunun mutlak olarak sadece "verir" şeklinde
getirilişi, tıpkı "Kendisine rızık
olarak verdiklerinizden infak eder" (Bakara, 2/3) ayetindeki mutlak
zikrediliş gibidir. Çünkü bununla ister farz, ister nafile olsun, Allah yolunda
verilen herşey kastedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, mesela bir topluluğu
medhederken, "Onlar, kendilerinin de
ihtiyacı olmasına ve arzu etmelerine rağmen, yiyeceklerini yoksula, yetime ve
esire yedirirler" (İnsan, 76/8) buyurmuştur. Allah Teâlâ bu sûrenin
sonunda da "Malını temizlemek için veren, en muttaki kimseler, o (cehennemden)
uzaklaştırılacaktır. O'nun nezdinde bir kimsenin mükafaat verilecek hiçbir
nimeti yoktur. O kişi, sırf çok yüce Rabbinin rızasını aramak için bunu
yapmıştır" (Leyl, 17-20) buyurmuştur.
2) Hak Teâtâ'nın
bu ifadesi, Allah yolunda mal ile hem can ile ilgili hakları vermeyi içine
alır. Nitekim Arapça'da "Falancaya taat ve mal verildi" denilir.
[14]
Ayetteki, "Kim... ittika ederse"
ifadesi, yapılmaması gereken şeylerden sakınmaya bir işarettir. Küçük
günahlardan sakınmanın, muttaki olmanın şartı olup-olmadığı meselesini, "(O Kur'ân) müttakiler için bir
hidayettir" (Rahman, 55/2) ayetinin tefsirinde ele almıştık.[15]
Ayetteki “Vesaddaka
bi’l-husnâ” "ve o en güzeli de
tasdik ederse" ifadesinde geçen, "en
güzel" ile ne kastedildiği hususunda şu izahlar yapılır:
1) Bu,
"La ilahe illallah" (Allah'tan başka ilah yoktur) sözüdür. Buna göre
mana, "Kim verir, ittika eder ve Benim birliğimi, peygamberlik
müessesesinin haklığını tasdik ederse, onun için cennet var" şeklinde
olur. Çünkü küfür (inkar) ile birlikte, tasaddukta bulunmak ve yasaklardan sakınmak
fayda vermez. Bu manada ayet tıpkı, "Bir
açlık gününde yemek yedirmek, yakınlığı olan bir yetime, yahut toprakta sürünen
bir yoksula yemek yedirmek, sonra da iman edenlerden... tavsiye edenlerden
olmak..." (Beled, 90/14-17) ayeti gibi olmuş olur.
2) Hüsnâ (en
güzel), Allah Teâlâ'nın bedenî ve malî ibadetler olarak farz kıldığı şeylerdir.
Buna göre sanki, "Allah yolunda verip, haramlardan sakınan ve şeriatı
(ahkâmı) tasdik edenlere gelince..." denilmek istenmiştir. Böylece Allah
Teâlâ'nın, şeriatı, ancak kendisinde kullarının salah ve iyiliklerinin yattığı
şeyler için meşru kıldığı anlaşılmaktadır.
3) Hüsnâ (en
güzel şey), Allah Teâlâ'nın, "Ne
infak ederseniz, Allah onun yerini doldurur" (Sebe, 34/39) ayetiyle
va'dettiği, ona mukabil vereceği şeydir. Buna göre mana, "Allah,
Kendisinin va'dettiği bu güzel mukabili kabul ederek, Allah uğrunda mal infak
edenlere verir" şeklinde olur. Çünkü Allah Teâlâ, "Allah
yolunda mallarını harcayanların misali, yedi başak bitiren, her başağında da
yüz tane bulunan bir tane (tohum) gibidir" (Rahman, 55/261)
buyurmuştur. Binâenaleyh sadakaya mukabil Allah'ın vereceği şey, sadakadan daha
fazla olunca, bunun için, bu "hüsnâ"nın kullanılması doğru olur. Bu
manaya göre, "O en güzeli
yalanlarsa..." ifadesinin manası, "Kim de o sadakaya mukabil
verilecek şeye inanmaz, böylece Ma'budu hakkındaki sû-izandan ötürü, malı
hususunda cimrilik yaparsa..." şeklinde olur. Nitekim bazı kimseler,
"Mevcud olanı verip, tasadduk etmemek, mabûd'a kötü zanda bulunmak
demektir" demişlerdir.
Ebu'd-Derdâ'dan rivayet
olunduğuna göre, o şöyle demiştir: "Güneşin battığı her günde, iki melek,
"Allah'ım, infak edene, halef (karşılık), infak etmeyene de telef ver"
diye nida ederler. Bu nidayı, insanlar ve cinler hariç, bütün mahlukat
duyar."
4) Hüsnâ (en
güzel şey), mükafaattır. Bunun "cennet" olduğu da söylenmiştir ki,
netice olarak mana aynıdır. Katade de bu kelimeye, "Allah'ın va'dine
inanmak ve bu va'di için çalışıp çabalamaktır" manasını vermiştir. Kaffâl
şöyle der: "Netice olarak "hüsnâ", bütün güzel şeyleri ifade eden
bir kelimedir. Nitekim Hak Teâlâ, "De ki: sizler bizim hakkımızda, iki
güzelin birisini yani ya zaferi, yahut da şehadetimizi, bekleyip duruyorsunuz
(ey müşrikler)" (Tevbe, 9/52) ve "Kim bir iyilik yaparsa, onun için
bu iyiliğini artırır (fazlasıyla veririz)" (Şura, 42/23) buyurmuş ve kat
kat mükafaat vermeyi "hüsnâ" diye adlandırmıştır. Çünkü Hak Teâlâ,
"Şüphesiz benim için Allah katında hüsnâ var" (Fussilet, 41/50)
buyurmuştur.[16]
Hak Teâlâ'nın
"Biz de onu en kolaya hazırlarız" ifadesiyle ilgili bir kaç mesele
var:[17]
Buradaki
"yüsrâ"nın (en kolayın) ne demek olduğu hususunda da şu izahlar
yapılabilir:
1) Bu,
"cennef'tir.
2) "Her
türlü iyi ve güzel şeyler"dir. Çünkü alimler, bunun karşılığında zikredilen
"usrâ"nın da, "şirk" manasında olduğunu söylemişlerdir.
3) Maksad,
insanın ifa etmekle yükümlü olduğu her türlü emir ve yasağı tutmasını ona
kolaylaştırmaktır. Usrâ'dan maksad ise bunları ifa etmeyi zorlaştırmaktır.
d) Yusrâ,
kulun yaptığı taatlara, başından itibaren başlamasıdır. Buna göre Hak Teâlâ
sanki, "Biz onu, Allah yolunda verme işine başvurmayı kolaşlaştınrız"
demek istemiştir. Bu görüşte olanlar, "usrâ" ile de bunun zıddı
manasının kastedildiğini söylemişlerdir. Yani, "Biz o kimseye de, cimriliğe
başvurması ve mali yönden üzerine düşenleri ifadan kaçınmasını
kolaylaştırırız" dmektir. Kaffâl bütün bunların, mecazi manalar olduğunu
söyleyerek şöyle der: "Çünkü ameller kolaylığa, bir rahata ve övgüye değer
işlere götüren herşey, "yüsrâ"dandır ki bu bütün ibadet ve taatların
vasfıdır. Bir zorluğa, bir yorgunluğa götüren herşey de "usrâ"dandır
ve bu bütün günahların vasfıdır.[18]
Ayetteki
"yüsrâ" ve "usrâ" kelimelerinin müennes oluşu hususunda şu
izahlar yapılır:
1) Yüsrâ ve
Usrâ kelimeleri ile eğer ameller ve ibadetler "cemaat"i kastedilmiş
ise, bunların müennes gelmelerinin sebebi açıktır. Yok eğer bunlarla tek bir
amel kastedilmiş ise, o zaman bunların müennes oluşları, “El-hasletu” veya “El-fa’letu”
kelmelerine varıp dayanır. Bu izaha göre kim yüsrâ'yı insanın yaptığı taatlara
dönmeyi kolaylaştırma manasına alırsa, buradaki müenneslik, “El-avdetu”(dönme)
ifadesine dayanır. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Biz o kimseyi şu dönüşüne
(avdetine) müyesser kılarız" demiştir.
2) Buradaki
müenneslik, "tarikat" (yol) kelimesine varıp dayanır. Buna göre Hak
Teâlâ sanki, "Biz o kimseyi tarikât-ı yüsre veya usre müyesser
kılarız" demek istemiştir.
3)
İbadetler, bedene (insana) zor gelen işlerdir. Binâenaleyh mükellef, ibadetlerinin
kendisini cennete götüreceğini bildiği zaman, kendisini cennete konduracağı
gerekçesiyle, o zor fiiller mükellefe kolay gelir. İşte bu sebeble Allah Teâlâ,
cennete "yüsrâ" adını vermiş; sonra da taatları ifa ederken yüsrün
yani kolaylığın oluşunu, bu yüsrâya, yani cennete bağlamıştır. Hak Teâlâ'nın “Fenuyessiruhu
lulyusrâ” ayeti de bunun zıddınadır.[19]
"Yüsrâ"yı
ve "üsrâ"yı kolaylaştırmanın ne demek olduğu hususunda da birkaç
izahlar yapılır. Çünkü "yüsrâ"yı, "cennet" diye tefsir
eden, "yüsrâ"yı "kolaylaştırma"yı da, Allah Teâlâ'nın, şu
ayetleriyle de bildirdiği üzere, bu kesimi cennetine kolaylıkla ve ikramla
sokması anlamına olur: "Melekler,
"selam size" diyerek, o (cennetliklerin) yanma her kapıdan
girerler" (Ra'd, 13/23-24); "Tertemiz
geldiniz. Artık ebedi olmak üzere girin buraya" (Zümer, 39/73) ve "Sabretmenize karşılık selam olsun
size. Dâr-ı dünyanın en güzel sonucudur bu" (Ra'd, 13/24)
Fakat
"yüsrâ" kelimesini, iyi-güzel ameller yapma anlamına alanlara göre,
"o amelleri kolaylaştırmak", bu amelleri, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği
kimselere kolaylaştırmasıdır. Böylece riyakâr ve münafık kimselere arız olan
tembellik ve üşenme bu kimseye arız olmaz. Nitekim Hak Teâlâ da, "Şüphesiz o (namaz), (namazda) huzur
bulanlar, hariç, herkese zor gelir" (Bakara, 2/45); "O (münafıklar), namaza kalkarlarkan,
üşene üşene kalkarlar" (Nisa, 4/142) ve "Size de ne oluyor ki, "Allah yolunda savaşa çıkm"
denildiğinde, yerinize çakılıp kalıyorsunuz" (Tevbe, 9/38) buyurmuştur.
Binâenaleyh "teysir" (kolaylaştırma), gayrete getirme ve coşturma
demektir.[20]
Alimlerimiz, tevfik ve
hızlan (Allah'ın muvaffak kılması veya yardımını kesmesi) konusundaki mezheblerinin
doğruluğuna bu ayeti delil getirerek şöyle demişlerdir: "Çünkü Hak
Teâlâ'nın, "Onu yüsraya (en kolaya)
müyesser kılarız" sözü, Allah'ın muvaffakiyyet ve tevfiki, mü'minlere
has kıldığına delalet eder. Tevfik de, Allah Teâlâ'nın taat olan şeyleri, bu
kimsede, günah olan şeylerden daha tercihe şayan hale getirmesidir; Hak
Teâlâ'nın, "Biz ona da üsrâ'yı, yani
en güç olanı kolaylaştırırız" ifadesi de, Allah'ın, hızlanı kafirlere
has kıldığına delalet eder ki "hızlan", da Allah Teâlâ'nın, günah ve
masiyet olan şeyleri bu kimsenin nezdinde, taatlardan daha tercihe şayan hale
getirmesidir. Ayet, bir tercihin mevcudiyetine delalet edince, bunun
vücubiyyetine hükmetmek gerekir. Çünkü yapma ile yapmama arasında, bir üçüncü
ihtimal yoktur. Eşitliğin bulunduğu yerde tercihin olmayacağı ise malumdur. O
halde mercûh (yani tercîh edilmemiş) olanın, kaçınılmaya ve yapılmaya daha
uygun olması gerekir. İki taraftan biri imtihansız olunca, zıddın iki
tarafından dışarı çıkılamayacağı gerekçesiyle, beri tarafın meydana gelmesi
vacib olur.
Kaffâl (r.h) bu ayetle
yapılan istidlale şu açılardan cevap verir:
1) İki
zıddan birine, diğer zıddın adıyla anmak meşhur bir mecazdır. Nitekim Hak
Teâlâ, "Bir seyyienin (kötülüğün)
cezası, dengi bir seyyie (kötülük)tür" (Şuara, 42/40) ve "Onları, elîm bir azabla müjdele"
(Tevbe, 9/34) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah Teâlâ, taata götüren lütuf
fiillerine, "yüsrâ'yı kolaylaştırma" adını verince, bu lütuf
fiillerini terkedişini de "usrâ'yı kolaylaştırma" diye
adlandırmıştır.
2) Bu, fiili
ve işi, failine değil de sebebine izafesi kabilinden bir ifadedir. Nitekim
putlar hakkında, "Ya Rabbi bunlar,
pek çok insanı saptırmışlardır" (İbrahim, 14/36) denilmiştir.
3) Bu, haber
verme yoluyla değil, hüküm verme yoluyla ifade edilen bir ayettir.
Bunların hepsine şu
şekilde cevap veririz: Bu açıklamalar, (delilsiz olarak) ayetin zahirini
terktir ki bu caiz değildir. Hele de ayetin zahirinin, bizim açımızdan kesin
aklî delil ile te'kid edildiğini açıklayıp, ortaya koymuşken... Hem sonra
(ehl-i sünnet) âlimlerimiz, ayetin zahirini, Hz. Ali (r.aj'nin, Hz. Peygamber
(s.a.s)'den rivayet ettiği şu hadisle te'kid etmişlerdir:
"Nefes alıp veren hiçbir kimseniz yoktur ki Allah
onun cennetteki veya cehennemdeki yerini bilmiş olmasın" dedi. Bunun üzerine biz,
"Ey Allah'ın
Resulü, şimdi biz (yaptıklarımıza) güvenmeyelim mi?" deyince, o
"Çalışın, çünkü herkese, ne için yaratılmış ise o
kolay kıhnmıştır" buyurdu.
Kaffâl buna şu şekilde
cevap vermiştir: "Cenâb-ı Hakk'ın da, "Ben
cinleri ve insanları, ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım" (Zariyat,
51/56) buyurduğu gibi, bütün insanlar, Allah'a ibadet etmek için
yaratılmışlardır."
Bil ki bu cevap da
zayıftır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), bu hadisi, ashabın sorusuna bir cevap
olmak üzere söylemiştir ki bu, "Çalışın. Çünkü herşey Allah'ın ilmine
uygun olan bir şey için kolaylaştırılmıştır" demektir. Bu da, biz ehl-i
sünnetin, "Allah Teâlâ'nın kulu hakkında takdir ettiği ve o kulun
yapacağını bildiği şeylerin değişmesi imkansızdır" şeklindeki görüşümüze delalet
eder. Allah en iyi bilendir.[21]
Bu ifadelerin başına
"sîn" edatının dahil olması hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu, rıfk
ve taltîf üslubuyla gelmiş bir ifadedir. Bu üslubu kullanan şayet Allah Teâlâ
ise, o zaman kesinlik ve yakın ifade eder. Nitekim Bakara Sûresi'ndeki "Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri
yaratan Rabbinizi birleyin, O'nun bir olduğuna inanın, umulur ki, yani muhakkak
ki böylece sizler ittika etmiş olursunuz" (Bakara, 2/31) buyurmuştur.
2) Bu,
itaatkârın bazan asi, asinin de bazan, tevbe etmek suretiyle, muti hale
gelebileceğine hamledilir. İşte bu
sebepten dolayı, burada bir değişiklik yapmak imkansız olur.
3)
Mükafaatın ekserisinin ahirette tahakkuk
edeceğine, ahiret de, henüz vakti gelmemiş şeylerden olduğuna ve Allah'dan
başka hiç kimse onun vaktini bilmediğine göre, ayetteki
"kolaylaştırma" fiillerinin başına, gelecek zamanı ifade eden bu sîn
harfi getirilmiştir. Çünkü bu harf ile, bu va'din, şu anda değil, daha sonra
tahakkuk edeceğine işaret edilmiştir. Allah en iyi bilendir.[22]
"O helak olduğu
zaman malı kendisine asla fayda vermez" . (Leyl, 11).
Bil ki ayetin
başındaki "mâ", inkârı manada bir istifham olabileceği gibi, rıefiy
(olumsuzluk) ifade etmek için de olabilir.
[23]
“Tereddâ” fiiliyle
ilgili olarak da şu iki izah yapılır:
1) Bu
kelime, "Dağdan yararlandı" manasındaki sözünden alınmış olabilir.
Nitekim Hak Teâlâ, "metüreddiye olan
hayvanlar..." (Mâide, 5/3) yani "dağdan yuvarlanıp ölen
hayvanlar..." buyurmuştur. Buna göre ayetin manası, "O kişi çukura,
yani kabre veya cehennem çukuruna yuvarlandığında..." şeklinde olur. O
halde ayetin takdiri: "Biz onu üsraya, yani en zora, yani cehenneme
kolaylaştırdığımızda, o cehennem çukuruna yuvarlanır. Binâenaleyh cimrilik
ettiği ve varislerine bıraktığı ve beraberinde ihtiyaç hissettiği ve muhtaç
olduğu yere kendisinden hiçbirşey getiremediği malı ona nasıl fayda
verir?" şeklindedir. Nitekim Hak Teâlâ, "Andolsun ki sizler Bize, tâ başta sizi yarattığımız şekilde,
fertler olarak, tek başınıza, size verdiğimiz nimetleri arkanızda bırakarak
geleceksiniz." (En'âm, 6/94) ve "Biz
onu dediğine malik kılarız ve o Bize tek başına gelir" (Meryem, 19/89)
buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, insana orada fayda verecek şeyin, dünyada
yaptığı iyi amelleri ile, malından verdiği hayır ve hasenatı olduğunu; yoksa
varislerine bıraktığı mallar olmadığını haber vermiştir.
2) Bu fiil,
tefa'ul babından olup, asıl manası "helak olmak" olan, “Radâ” masdarındandır.
Buna göre ayette bununla, kişinin ölümü kastedilmiş olur.[24]
"Şüphesiz Bize
ait olan hidayettir'' (Leyl, 12).
Bil ki Allah Teâlâ,
insanlara sa'y-u gayretlerini ve netice açısından farklı farklı olduğunu
bildirip, iyi ameller yapanlar için "yüsrâ"nın; kötü ameller yapanlar
için de "usrâ"nın olduğunu beyan edince, insanlara, Kendisine düşen
açıklama, yol gösterme, iyi şeylere teşvik, kötü şeylerden sakındırma
iyiye-güzele sevketme gibi şeyleri yerine getirdiğini haber vererek,
"Şüphesiz Bize ait olan hidayettir" buyurmuştur ki bu da,
"Hikmetimiz gereği bize düşen, insanları ibadet için yarattığımızda,
onlara nasıl ibadet edeceklerini beyan etmek ve yapmak suretiyle insanın
itaatkar olduğu işleri, isyankar olduğu şeylerden ayırdetmektir. Çünkü Biz
onlara fayda verip merhamet edelim ve onlara devamlı nimetleri arzedelim diye
onları yarattık. Binâenaleyh Biz, hikmetimiz gereği üzerimize düşeni yerine
getirdik" demektir.
[25]
Mu'tezile, görüşünün
doğruluğuna bu ayeti delil getirerek şu izahları yapmıştır:
1) Allah
Teâlâ, mazeretleri mubah kılmış, mükellefi ancak gücünün yetebileceği şeylerle
mükellef tutmuştur. Böylece Hak Teâiâ'nın, güç yetirilemeyecek şeylerle
mükellef tutmayacağı sabit olmuştur.
2) “Alâ” (bize ait) ifadesi, vücub ifade eder.
Böylece bu, bazan kulun, Allah üzerinde bazı haklarının bulunmasına (vücub ala'llaha)
delalet eder.
3) Meydana
getirme ve yapma hususunda, şayet kul bağımsız ve tam yetkili olmasaydı,
deliller koymanın bir fayda ve hikmeti olmazdı.
Alimlerimizin bu
gibi izahlara verdiği cevaplar meşhurdur. Vahidî de, Ferrâ'dan naklederek
"Ayetin takdiri, "Hidayet de, delalet de Bize aittir"
şeklindedir. Fakat tıpkı, elbise kişiyi hem soğuktan hem sıcaktan koruduğu
halde, sadece sıcaktan bahsedilen, "Sizi
sıcaktan koruyan elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetinde oluduğu gibi, bu
ayette de, delalet açıkça zikredilmemiştir. Bu, Atâ'nın rivayetine göre İbn
Abbas (r.a)'ın şu sözünün manasıdır: "Allah Teâlâ bu ifadesiyle,
"Dostlarımı, Bana taata hidayet ederim, itaatta bulunmaya sevkederim.
Düşmanlarım ile, onların Bana taatta bulunmaları arasına girerim (mani
olurum)" manasını kastetmiştir." İbn Abbas (r.a) bu manayı verirken,
ayette dalaletin mahzuf-mukadder olduğuna işaret etmiştir.
Mu'tezile "Bu
açıklama, Hak Teâlâ'nın "Doğru yolu
bildirmek Allah'a aittir. Kimi (yol) ise eğridir" (Nahl, 16/9)
ayetinden ötürü yanlıştır. Çünkü Allah, doğru yolu bildirme (hidayet) işinin
Kendisine ait olduğunu bildirmiş; eğri yolun ise, Kendisine ait olmadığını
beyan etmiştir" der. Bil ki bu husustaki ayrıntılı açıklama ve cevab o
ayetin tefsirinde geçmiştir.[26]
"Elbette ahiret
de, dünya da Bizimdir" (Leyl, 13).
Bu ayetle ilgili
olarak şu iki izah yapılır:
1) Dünyada
da, ahirette de herşey Bize aittir. Binâenaleyh sizin, Bizim yol
göstericiliğimiz ile yol bulmayı terkedişiniz, Bize zarar vermeyeceği gibi, o
yolu bulmak suretiyle hidayete ermeniz de Bizim mülkümüze birşey katmaz. Aksine
bunun faydası da, zararı da size yöneliktir. Eğer isteseydik sizi,
isyanlardan-inkarlardan cebren alıkorduk. Çünkü dünya da, ahiret de Bizimdir.
Fakat sizi, bu şekilde cebren isyanlardan alıkoymadık. Çünkü bu tarz,
mükellefiyeti zedeler. Aksine Biz sizi, günahlardan ve yanlışlardan, açıklamak,
bildirmek ve va'd-va'îdimizle alıkoymayı irade ettik.
2) Her iki
dünyanın mülkiyeti Bize aittir. Dolayısıyla dilediğimiz kimseye dilediğimiz
şeyi veririz. Her iki dünyanın mutluluğu da Bizden istenir. Birinci manâ,
Mu'tezile'nin, ikincisi de biz (ehl-i sünnet'in) görüşüne daha uygundur.[27]
'İşte Ben sizi
alevlendikce alevlenen bir ateş ile inzar ettim. Ona en bedbaht olandan başkası
girmez. O, hakkı yalanlamış ve yüz çevirmiştir" (Leyl, 14-16).
Ayetteki, “Telezzâ” tutuşan,
alevlenen, cayır-cayır yanan manasınadır. Arapça'da “Telezzeti’n-nâru
telezzeyâ” denilir. Cehenneme "lezâ" adı verilişi de bundandır. Hak
Teâlâ böyle olan ateşin kim için hazırlandığını, "Ona en şâkî, en bedbaht olandan başkası girmez"
ifadesiyle beyan etmiştir.
[28]
İbn Abbas (r.a) bu
ayet-i kerimenin, Hz. Muhammed (s.a.s)'i ve ondan önceki peygamberleri inkar
eden Ümeyye b. Halef ve benzerleri hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
[29]
Ayetteki,
"eşkâ"nın, "şaki" (bedbaht) manasına geldiği ve bunun tıpkı
"Orada tek sen değilsin" manasındaki, ifadesi gibi olduğu
söylenmiştir.
Buna göre ayetteki
mana, "Böyle olan ateşe, Allah'ın ayetlerini yalanlayıp, Allah'a itaattan
yüz çevirdiği için, şâkî olan kafirden başkası girmeyecek" şeklinde olur.[30]
Bil ki Mürcie, ilahî
azabın sadece kafirler için söz konusu olduğu hususunda bu ayete tutunmuştur.
Kâdî şöyle der: "Bu ayeti zahiri manasına almak mümkün değildir. Delili
ise şu üç şeydir:
1) Bu,
cehenneme, yalanlayıp Allah'a itaattan yüz çeviren en şâkî kimselerden
başkasının girmeyeceği manasına gelir. Binâenaleyh ayetleri yalanlamayıp,
Allah'a itaattan yüz çevirmeyen kafirin cehenneme girmemesi gerekir.
2) Bu,
günahlara bir teşviktir. Çünkü ayetin zahirî manası, Hak Teâlâ'nın, Allah'ı ve
Rasulünü tasdik edip, yalanlamada bulunmayan ve taattan yüz çevirmeyen
kimselere, "Hangü günahı yaparsan yap sana zarar vermez" demesi gibi
olur ki bu teşvik sınırını da aşıp, o şeyleri mubah saymaya varan bir ifade
olur. Halbuki Allah Teâlâ böyle söylemekten münezzehtir.
3) Cenâb-ı Hakk'ın, daha sonraki, "Halbuki, çok sakman...
Ondan uzaklaştırılacaktır" (Leyl, 92/17) şeklindeki ayeti bu ayetin,
zahiri manasının alınmayacağını gösterir. Çünkü, fasık kimsenin halinden, onun
"en muttaki" olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü, "el-etkâ", en
muttaki demektir. Halbuki, büyük günahları irtikab eden kimse, "en
muttaki" olarak nitelenemez. Şimdi, birinci ifade, fasıkın cehenneme
girmeyeceğine delalet ederse, bu ikinci
ifade, fasıkın, cehennemden uzaklaştırılmayacağına delalet eder. Halbuki, her
mükellef, ondan uzaklaştırılmaz. Dolayısıyla da, mutlaka cehennemliklerden
olması gerekir...
Şimdi, burada mutlaka
bir tevil yapılması gerektiğine göre, biz diyoruz ki, burada şu iki izah
yapılabilir:
1) Cenâb-ı
Hakk'ın, “Nâran telezzâ” ifadesi ise, "hususî bir ateşin ve cehennemin
muayyen bir tabakasının kastedilmiş olması mümkündür. Çünkü "Münafıklar, cehennemin en alt
tabakasındadırlar.." (Nisa, 4/45) ayetinden cehennemin tabaka tabaka
olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde, ayet, bu hususî ateşe, en bedbaht, en şakiden
başkalarının girmeyeceğine delalet eder, ama fasıkın ve böyle olmayan (el-eşkâ
olmayan) kafirlerin, cehennemin diğer tabakalarına girmeyeceğine delalet etmez.
2) Cenâb-ı
Hakk'ın, “Nâran telezzâ” ifadesi ile, "bütün cehennem tabakaları
kastedilmiştir. Halbuki, "oraya, en
bedbaht girecek.." ifadesi ile, "Oraya girmeye bu daha uygun ve
layık olup, buraya girmeyi ziyadesiyle hak etme, ancak bu en şâkî ve bedbaht
için söz konusudur" manası kastedilmşitir.[31]
Bil ki, Kadî'nin bu
izahları zayıftır. O'nu birinci olarak "Bundan, bu kafirden başkası
cehenneme girmez.." şeklindeki sözüne gelince, bunun cevabı şudur: Her
kafir, mutlaka, davası ve risaleti hususunda bir peygamberi yalanlamış ve o
peygamberin doğruluğuna delalet eden delilleri düşünmekten imtina etmiştir.
Böylece bu kimse hakkında, "Bu, diğer asilerden daha şakidir. Çünkü bu,
yalanlayıp Allah'a itaattan yüz çevirmiştir..." şeklinde bir ifade
kullanılması doğrudur. Binâenaleyh, her kafir, bu ayetin muhtevasına girdiğine
göre, Kadî'nin ileri sürmüş olduğu şey düşer.
Kadî'nin ikinci
olarak, "Bu, insanları günah işlemeye bir teşvik olur" şeklindeki
sözü de zayıftır. Çünkü, kişileri günahtan men etme hususunda dünyada, bir
zemmin ve "Allah ona ikram etmez. Allah onu tazim etmez. Allah ona
mükafaat vermez" manasında, Allah'ın gazabının bulunması, yeterli bir
sebeptir. Belki de, Allah bu kimseye, başka bir yolla da azab edebilir. Çünkü,
her hangi bir delil, azab etme yollarının sadece cehenneme sokmayla sınırlı
olduğuna delalet etmemektedir.
Kadî'nin üçüncü
olarak, “Veseyecennebuhâ’l-etkâ” ifadesine tutunmasına gelince, bu ifade, en
muttaki olmayanların haline, ancak, "Mefhum-i muhalif" ve "Hitab
deliline tutunma ile delalet eder. Halbuki Kadî, bunu kabul etmemektedir. Daha
nasıl olur da, bu metada tutunabilir. Bunu şu da destekler. Bu ifade, en
müttakî olmayan kimselerin, cehenneme girmesini gerektirir. Dolayısıyla da,
çocukların ve delilerin de cehenneme girecekleri neticesi çıkar; oysa ki bu,
batıldır.
Kadî'nin dördüncü
olarak, "Bununla hususi bir ateş, yani cayır-cayır yanan bir ateş
kastedilmiştir" şeklindeki ifadesi de tutarsızdır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'm “Nâran
telezzâ” ifadesi, bütün cehennem tabakalarının sıfatının böyle olduğunu anlatan
bir ifade olabileceği gibi, hususi bir ateşin, sıfatının böyle olduğunu
bildiren bir ifade de olabilir. Halbuki, Cenâb-ı Hak, bir başka ayetinde, bütün
cehennem tabakalarını bu şekilde tavsif ederek, “Kellâ innehâ lezzâ” "Fakat ne mümkün! Çünkü o (ateş), halis
alevdir. Bedenin bütün uzuvlarım söküp koparandır..." (Mearic, 70/15-16)
buyurmuştur.
Kadî'nin, "Bu
cehenneme, bu en bedbaht daha layiktır" manası kastedilmiştir" şeklindeki
sözü de tutarsızdır. Çünkü bu, delilsiz olarak ayetin zahirî manasını terk
etmektir. Böylece, Kadî'nin ileri sürmüş olduğu bu görüşlerin tümünün zayıf
olduğu sabit olmuş olur.
Ama, "Peki sizin
görüşünüze göre, bunu nasıl cevaplayabilirsiniz? Çünkü siz ehl-i sünnet de,
fasık kimselerin, ceza görmeyeceklerine dair kesin hüküm vermiyorsunuz?.."
denilirse, buna, şu iki bakımdan cevap verebiliriz.
1) Vahidi’nin
zikrettiğine göre, “Lâ yeslâhâ” kelimesinin manası, gerçekte Arapça'da,
“Lâyelzemuhâ” "Ona yapışıp kalmaz..." şeklindedir. Nitekim,
cehennemin şiddet ve hararetine göğüs gererek, oraya girip de oraya adeta
yapıştığında, “Sallâ’l-kâfiru’n-nâra” ifadesi kullanılır. Bize göre ise, bu
ayrılmama, yapışıp kalmama işi, ancak kafir için söz konusudur. Fasıka gelince,
bu, ya cehenneme girmeyecektir, yahut girse bile, oradan çıkacaktır...
2) Bu ayetin
zahirî manasının umumi oluşunun, fasık kimseleri tehdit eden ayetlerle tahsis
edilmesidir. Allah en iyisini bilendir.[32]
"Halbuki, çok
sakınan malmı temizlemek için veren, oradan uzaklaştırılacaktır. Bu takva
sahibinde, hiç kimsenin bir nimeti yoktur ki, (yaptığı o hayırlı amel) o nimete
karşılık tutulmuş olsun" (Leyl, 17-19).
“Veseyucennebuhâ” ifadesinin
manası, "Allah, onu oradan uzaklaştıracak ve onu, onun uzak bir yerinde
tutacaktır.." şeklindedir. Çünkü Arapça'da, "onu oradan uzaklaştırdım"
manasında, “Cennebtuhu’ş-şey’e” ifadesi kullanılır.
[33]
Bu ifadeyle ilgili iki
mesele vardır:
Biz, ehl-i sünnetin
müfessirleri, ayetteki bu ifade ile, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in kastedildiği hususunda
müttefiğizdir. Bil ki, Şia'nın tamamı, bu rivayeti (sebeb-i nüzulü)
kabullenmeyerek, bunun, Ali ibn Ebî Talib (r.a) hakkında nazil olduğunu,
delilinin ise, Cenâb-i Hakk'ın "Rükûda
iken zekat verenler..." (Maide, 5/55) ayeti olduğunu; bu sebeple de,
buradaki, "Çok sakınan, malını
temizlenmek için veren..." ifadesinin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rükûda iken zekatı verenler..."
(Maide, 5/55) ayetiyle anlatılan şeye işaret ettiğini söylerler.[34]
Onlardan birisi, benim
bulunduğum bir mecliste bundan bahsedince, o zaman ben şöyle dedim: Bu ayet
ile, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in kastedildiğine dair, izahı da şöyle olan bir akli
delil getireceğim: Burada geçen, "en
muttaki" ifadesinden kastedilen, "insanların en efdali" olandır.
Binâenaleyh, böyle olunca da bununla, Hz. Ebû Bekir (r.a)'n kastedilmiş olması
gerekir. Şimdi bu iki mukaddime doğru oldukları sürece, netice de doğru olur.
Biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizin Allah
katında en şerefliniz, en çok müttakî olandır" (Hucurat, 49/13)
ifadesine dayanarak, buradaki "en muttaki" ifadesi ile,
"insanların en efdali" manasının kastedildiğini söyledik. Çünkü,
"ekrem" "efdal-en faziletli" demektir. Böylece bu, en
muttaki olanın, en efdal olması gerektiğine delalet etmektedir.
Buna göre şayet,
"Ayet, en kerim olanın, en muttaki kimse olduğuna da delalet eder. Halbuki
bu, en muttakî olanın, en ekrem olmasını gerektirmez..." denilirse, biz
deriz ki, insanı, en muttaki diye tavsif edebilmek, malum olana ve müşahedeye
dayanır. Halbuki, onu en efdal diye tavsif etmek.malum ve müşahedeye
dayanmaz... Malum olan, bilinen vasıtasıyla bilinmeyeni haber vermek, işte bu
güzel bir yoldur. Aksi ise, fayda sağlamaz. Binâenaleyh, ayetin takdiri,
"Allah katında en kerimin kim olduğu hususunda adeta sanki bir şüphe
meydana gelmiş de, bu en kerimin, en müttakî olan olduğu ifade edilmiş.. Durum
böyle olunca da, ayetteki (Hucurat, 49/13) takdir, "En muttaki olanınız,
Allah katında en kerim olanınızdır" şeklinde olmuş olur. Böylece de,
burada ele alınan "en muttaki" kimsenin, mutlaka, Allah katında,
insanların en efdali olması gerektiği sabit olmuş olur.
Şimdi biz diyoruz ki,
bu ifade ile kastedilenin mutlaka Ebû Bekir (r.a) olması gerekir. Çünkü,
Ümmet-i Muhammed, Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra, insanların en efendisinin,
ya Hz. Ebû Bekir, ya da Hz. Ali (r.a) olduğu hususunda bir araya gelmişlerdir.
Bu ayeti, Hz. Ali ibn Ebî Talib (r.a)'e hamletmek, mümkün değildir. Böylece
bunun, Hz. Ebû Bekir (r.a)'e hamledilmesi, kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
Biz, bu ayetin, Ali ibn Ebî Talib (r.a)'e hamledilmesinin mümkün olmadığını
söyledik. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu en müttakiyi vasfederken, "Bu takva sahibinde, hiç kimsenin bir nimeti yoktur ki, (yaptığı o
hayırlı amel) o nimete karşılık tutulmuş olsun" buyurmuştur. Halbuki
bu vasıf, Ali ibn Ebî Talib (r.a)'e uygun düşmez. Çünkü, Ali ibn Ebî Talib
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında ve terbiyesi altında idi. Zira, Hz.
Peygamber (s.a.s), onu babasından almış, böylece yedirmiş, içirmiş, giydirmiş,
büyütmüştü... Ve Hz. Peygamber (s.a.s), Ali İbn Ebî Talib (r.a)'e, karşılığı
mutlaka ödenmesi gereken bir biçimde ihsan ve lütuflarda bulunuyordu. Ama, Hz.
Ebû Bekir (r.a)'e gelince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hz. Ebü Bekir (r.a) üzerinde,
dünyevi açıdan herhangi bir lütuf ve ihsanı yok idi. Tam aksine, Hz. Ebû Bekir
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e infakta bulunuyordu. Hz. Peygamber (s.a.s)'in
de, Hz. Ebû Bekir (r.a) üzerinde, İslâm dinine girmesine vesile olması nimeti
vardı... Ne var ki bu nimet, Cenâb-ı Hakk'ın (peygamberlerinin söylediğini
naklettiği), "Ben bundan dolayı
sizden bir ücret istemiyorum..." (Şuârâ, 26/145) ayetinden dolayı,
karşılığı alınmayan cinsten bir nimettir. Ama, burada ele alınan ise, mutlak
anlamda bir nimet olmayıp, tam aksine, karşılığı olması gereken bir nimettir.
Böylece biz, bu ayetin, Ali ibn Ebî Talib (r.a)'e uygun düşen bir ayet
olmadığını anlamış oluyoruz. Şimdi bu ayet ile kastedilenin, insanların en
efdali olduğu ve ümmetin en efdalinin de ya Hz. Ebû bekir (r.a), ya da Hz. Ali
(r.a) olduğu ve bu ayetin de Hz. Ali (r.a) hakkında uygun olmadığı sabit
olunca, böylece, ayetin Hz. Ebû Bekir (r.a)'e hamledilmesi belirgin hale
gelmiş, taayyün etmiştir. Ve ayetin de, ümmetin en efdalinin Hz. Ebû Bekir
(r.a) olduğuna delaleti kesinleşmiştir.
Adı geçen rivayete
gelince, bu da şöyledir: Hz. Bilal, Abdullah ibn Ced'ân'ın kölesi idi. Derken,
bir gün, putlara kılıç çekti. Bunun üzerine müşrikler, bunun bu hareketini,
Abdullah'a şikayet ettiler, bunun üzerine Abdullah onu müşriklere teslim
etmesinin yanısıra, onlara o putlar adına kesilmek üzere, 100 deve de verdi.
Müşrikler de, Bilal'ı aldılar ve ona, kızgın güneşin altında işkence etmeye
başladılar. Bilal ise, işkence sırasında hep, "Ehâd, Ehâd!" (Allah
birdir, birdir!) diyordu. Derken, tam o sırada, Bilâl'e Hz. Peygamber (s.a.s)
uğradı. Ve "Seni, birisi, o birisi
kurtaracak..." der. Derken, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ebû Bekir
(r.a)'e Bilal'in Allah uğrunda işkence gördüğünü haber verdi. Bunun üzerine Ebû
Bekir (r.a) yanına bir ölçek (rıtıl), altın alarak, Bilal'i satın aldı. Daha
sonra müşrikler, Ebû Bekir (r.a) bunu, Bilal'in onun yanında olan (katkısından,
parasından, pulundan...) dolayı yaptı..." dediler de, işte bunun üzerine, "Bu takva sahibinde, hiç kimsenin bir
nimeti yoktur ki, (yaptığı o hayırlı amel) ve nimete karşılık katılmış olsun o
bunu sırf Yüce Rabbin'm rızası için yapmıştır" ayetleri nazil oldu.
İbnu'z-Zübeyr,
minberde iken, şöyle dedi: "Ebû Bekir (r.a), kölelerden işkenceye
uğrayanları satın alıyor ve onları azad ediyordu. Bunun üzerine, babası Ebû
Bekir'e,
"Evladım, sen,
senin sırtını koruyacak, sana destek verecek senin yükünü hafifletecek
kimseleri satın alsaydın ya!.." deyince, o, Ebû Bekir,
"Ben de, (böyle
yapmakla) arkamı kuvvetendirmeyi umuyorum" dedi. İşte bunun üzerine bu
ayet nazil oldu.[35]
Keşşaf sahibi şöyle der:
Ayetteki “Yetezekkâ” hakkında, şu iki terkib düşünülebilir:
1) Eğer sen
bu ifadeyi, “Yu’tâ” kelimesinden bedel yaparken, bunun irabda mahalli olmaz.
Çünkü bu ifade bu durumda, sıla hükmüne dahil olmuş olur. Sıla cümlelerinin
ise, irabda mahalleri yoktur.
2) Yok eğer
sen bunu, “Yu’tâ”daki zamirden hal kabul edersen, o zaman bu ifade mansub olmuş
olur.[36]
"O bunu, sırf O
Yüce Rabbin'm rızasını aramak için yapmıştır. Her halde kendisi de ileride
hoşnut olacaktır" (Leyi, 20-21).
Bu ayet-i kerime ile
ilgili birkaç mesele vardır:[37]
“İbtiğâe Vechi
Rabbihi” ifadesi, cinsinden olmayandan yapılmış bir istisna olup,
"müstesna minh" “ni’metin” kelimesidir. Buna göre kelamın takdiri,
"Onun nezdinde, Allah'ın rızasını takip etmenin dışında, hiç kimseye ait
bir nimet yoktur" şeklinde olur ve ayetin bu ifadesi (nahiv açısından),
senin tıpkı “Mâ fi’d-dâri ehadun illâ himârâ” "Evde, eşekten başka bir
kimse yoktur" demen gibidir. Ferrâ bu hususta şöyle izahta bulunur:
Burada, bir "infak" kelimesi takdir edilebilir. Bu durumda da ayetin
takdiri, "o, Yüce olan Rabbinin rızasını talep etme niyeti dışında,
herhangi bir niyetle infakda bulunmaz" şeklinde olur ki bu durumda da bu
ifade, "Sizler, ancak Allah'ın
rızasını arzulayarak infak edersiniz..." (Bakara, 2/272) ayeti gibi
olmuş olur.[38]
Bil ki Allah Teâlâ,
"temizlenmek için malını veren bu çok sakınan"ın, malını, bir
hediyeye veya önceki bir nimete (iyiliğe) karşılık olsun diye vermediğini beyan
etmiştir. Çünkü bu şekilde verme, kişinin borcunu ödemesi gibi olur.
Dolayısıyla da bu şekilde vermenin, daha fazla mükafaat haketmede bir dahli
olmaz. Aksine kişi, Allah'ın emrinden ve teşvikinden dolayı bir şey yaptığı
zaman mükafaata müstehak olur.[39]
Mücessime, ayetteki
"vech" (yüz) sözüne tutunmuştur. Mülhidler de, "o yüce Rab"
ifadesine tutunarak, bu ifadenin başka bir Rabbin mevcudiyetini iktiza ettiğini
söylemişlerdir. Bu hususla ilgili cevabımız daha önce geçmişti.[40]
Kâdî Ebû Bekir
el-Bâkıllânî, "Kitabu'l-İmâme" adlı eserinde şöyle demektedir:
"Hz. Ali (r.a) hakkında gelen ayet, "Biz
size ancak Allah'ın rızası için yediriyoruz. Sizden ne bir karşılık ne de bir
teşekkür istemiyoruz. Çünkü biz, Rabbimizden, o abus suratlı, çetin günden
korkarız (derler)" (İnsan, 76/9-10) ayetidir. Hz. Ebû Bekir (r.a)
hakkında gelen ayet ise, "O (bunu)
sırf O çok yüce Rabbinin rızasını aramak için (yapmıştır)" (Leyl, 92/20)
ayetidir. Binâenaleyh her iki ayet de, bu iki zattan herbirinin, yaptıkları
şeyleri sırf Allah'ın rızası için yaptıklarına delalet etmektedir. Fakat Hz.
Ali (r.a) ile ilgili ayet, onun yaptığı bu şeyi, hem Allah rızası için, hem de
kıyamet gününde korktuğu için yaptığına delalet etmektedir. Çünkü Hz. Ali
(r.a), "Çünkü biz, Rabbimizden, o
abus suratlı çetin günden korkarız" (İnsan, 76/10) demiştir. Hz. Ebû
Bekir (r.a) ile ilgili olan ayet ise, onun, yaptığı bu işe, bir mükafaat
arzusunu veyahut ilahi cezadan korkma düşüncesini katmaksızın, sırf Allah
rızası için yaptığına delalet etmektedir. Binâenaleyh Hz. Ebû Bekir (r.a)'in
makamı daha yüce ve daha üstündür."[41]
Bazı kimseler şöyle
derler: "Ayetteki "o yüce
Rabbin vechini aramak için" ifadesi, "Allah'ın zatını arama"
manasına gelir. Halbuki O'nun zatını aramak imkansızdır. Bu sebeple,
ayetten kastedilen mananın,
"Allah'ın mükafaatını ve ikramını arama, elde etmeyi isteme"
olması gerekir." Bazıları da şöyle derler: "Böyle bir takdir yapmaya
gerek yoktur. Bu meselenin gerçeği, kulun, Allah'ın zatını sevip-sevemeyeceği
meselesine varıp dayanır. Yahut da buradaki arama, yani sevme ile kastedilen
şey, Allah'ın mükafaat ve ikramını sevmek olup, bu meseleyle ilgili izahımız,
(Bakara, 2/165) ayetinin tefsirinde geçti.[42]
Yahya b. Vessâb “Mâ
fi’d-dâri ehadun illâ himârâ” şeklinde konuşanlara göre, ref ile bu ayeti
“İllebtiğâe vechi rabbihi” şeklinde okumuştur. Her iki okuyuş hususunda da
şairin şu beytini delil getirmiştir:
"Vahşi sığırların
yavruları ile ak develerden başka, kendisiyle ünsiyet edilerek hiçbirşeyin
bulunmadığı beldeye yemin olsun ki..."
[43]
Ayetteki “Velesevfe
yerdâ” "Muhakkak kendisi de ileride hoşnud (razı) olacaktır" ifadesi,
"Allah Teâlâ, Hz. Ebû Bekir (r.a)'e, mükafaatlandırmak suretiyle onu razı
edeceğini va'detti" demek olup, bu Hak Teâlâ'nın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e,
"Rabbin sana verecek, sen de razı
olacaksın" (Duha, 93/5) demesi gibidir. Bence burada, şöyle bir izah
daha yapılabilir: Bu ifade ile, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, sırf Allah rızası için
infak ettiği-yardımlarda bulunduğu, dolayısıyla da Allah'ın ondan razı olduğu
manası kastedilmiştir. Bence bu, birinci manadan daha üstündür. Çünkü Allah'ın,
kulundan razı olması, kul için; kulun, Rabbinden razı olmasından daha mükemmel
birşeydir. Velhasıl Hak Teâlâ'nın da, "Razı
olarak ve razı olunmuş olarak..." (Fecr, 89/28) buyurduğu gibi, bu iki
rıza (hoşnudluk) mutlaka tahakkuk edecektir. Allah Sübhanehû ve Teâlâ en iyi
bilendir. Salat-u selâm efendimiz Hz. Muhammed'e, âline ve ashabına olsun
(amin)![44]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/179.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 23/181.
[3] Müslim, Kader, 6-8 (4/2039-2040); Buhari, Kader, 4.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/181.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/181-182.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/182.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/182.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/182.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/182-183.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/183.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/183.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/183.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/183.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/184.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/184.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/184-185.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/185.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/185-186.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/186.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/186-187.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/187-188.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/188.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/188.
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/188-189.
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/189.
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/189-190.
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/190.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/191.
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/191.
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/191.
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/191-192.
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/192-193.
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/193.
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/193.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/193-195.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/195.
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/195.
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/195.
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/196.
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/196.
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/196.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/196.
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/196.
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/197.