Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:
Duhâya Ve Yönelip Gelen Geceye Yemin Edilmesi
İşin Sonucu Başlangıcından Daha Hayırlıdır
Peygambere (A.S.) Yönelen İlâhî İnayetin Üç Ayrı Tezahürü
Başarıdan Sonra İki Yasak Ve Bir Emir
Rabbımızın Verdiği Nimeti Anlatmak
Sûrenin tamamı
Mekke'de inmiştir. Bu tesbitte ilim adamlarının görüş
birliği vardır.[1] Zira vahyin bir süre
kesilmesi ve Resûlüllah'ın {A.S.) bu sebeple üzülüp
tedirgin olduğu söz konusudur ki, bu olay Mekke'de cereyan etmiştir.
Birinci âyetiyle
kuşluk vaktine veya gündüzün aydınlığına yemin edilmekte ve buna delâlet eden
«duhâ» aynı zamanda sûreye isim olmaktadır.
Âyet sayısı: 11
Kelime sayısı: 40
Harf sayısı: 172.[2]
1- Resûlüllah'ın (A.S.) üzüntü ve endişesini giderir anlamda ilâhî iltifatın
Peygamberden kesilmediği haber veriliyor.
2- Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz'in, gerek İslâm'ın başarıya erişeceği,
gerekse ümmetinin ilâhî rahmetten bolca nasîbini alacağı hususunda razı olacağı
kadar kendisinden yana ilâhî rahmet ve inayetin tecelli edeceği müjdeleniyor.
3- Daha önce
Resûlüllah'a (A.S.) yönelen ilâhî rahmet, inayet ve
iltifattan bir kısmı üzerinde durularak bu iltifatın devam edeceği bildiriliyor.
4- Yetime ilgi gösterilmesi ve Allah'ın verdiği nîmetlerden
şükür olsun diye söz edilmesi emrediliyor.[3]
1- Kuşluk
vaktine,
2- Karanlığ,yla yönelip gelen geceye
and olsun ki,
3- Rabbin
seni terketmedi ve sana darılmadı..
4- Ve
elbette Âhiret senin için Dünya'dan daha hayırlıdır.
5-
Elbette Rabbin sana öylesine verecek
ki,(O’ndan d,verdiğindende) razı olacaksın, (hoşnut olmaya devam
edeceksin)
6- O, seni
öksüz bulup barındırmadı mı?
7- Seni, yol
bilmez iken (en doğru) yola iletmedi mi?
8- Seni
fakir bulup zengin etmedi mi?
9- O halde,
sakın öksüzü hor görüp ona kötü davranma!
10- Ve bir
şey isteyeni azarlama!
11- Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!
Rivayete göre, Melek
Cebrail'in inmesi bir süre gecikti. Bunun üzerine müşrikler: «Allah,
Muhammed'e darıldı ve Onu terketti» diyerek yersiz
birtakım sataşmalarda bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki sûre indi.[4]
İbn Cüreyc'e göre, bir ara
vahiy 12 gün, İbn Abbas'a
göre, 15 gün, diğer bazısına göre 25 gün kesilip Cebrail inmez oldu. Mukatil ise, bu sürenin 40 gün olduğunu belirtmiştir.
Vahyin bir süre kesilmesi Resûlül-lah'ı
(A.S.) için için sıkıp üzüyordu. Müşriklerin de alayvari sataşmaları buna eklenince, üzücü bir olay meydana
geliyor; aynı zamanda ashab-ı kiramı da tedirgin
ediyordu. Derken Duhâ Sûresi iniverdi ve Resûlüllah (A.S.) ile ashabı ferahladılar.
Sûrenin iniş sebebi
hakkında bunların dışında birkaç rivayet daha yapılmışsa da senetlerinin
sıhhatini tesbit mümkün olmamıştır. O bakımdan
nakletmeyi uygun görmedik. [5]
Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.)dan yapılan rivayete göre: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki elini kaldırıp «Aliahım! Ümmetim, ümmetim..» diyerek ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak -olup biteni bildiği halde- Melek Cebrail'e
şöyle buyurdu : «Muhammed'e git, niçin ağladığını sor.» Melek Cebrail gelip
sordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz niçin ağladığını ona anlattı. Cebrail (A.S.)
Allah'a dönüp aldığı bilgiyi arzetti. Allah ona:
«Muhammed'e git ve Ona şunu haber ver: «Şüphesiz ki biz seni, ümmetin hakkında
razı edeceğiz ve seni (asla) terketmiyeceğiz!» [6]
Resûlüllah (A.S.) buyurdu:
«Her peygamberin kabul
olunan bir duası vardır; onlar dualarını yapmakta acele ettiler. Ben ise duamı
âhiret gününde ümmetime şefaat etmem için erteledim. İnşaallah şefaatle ilgili duam, ümmetimden, Allah'a ortak
koşmadığı halde ölen kimselere erişecektir.»[7]
Tirmizî'nin rivayetinde ise, Peygamber Efendimiz'in
şöyle buyurduğu belirtilmektedir: «Rabbımın yanından
bir (melek) bana geldi ve ümmetimin yarısının Cennet'e girmesi ile onlar için
şefaatçi olmam arasında Rabbımın beni serbest
bıraktığını haber verdi. Ben şefaati seçtim. İnşaallah
ümmetimden Allah'a ortak koşmaksızın ölenlere şefaatim erişecektir.»[8]
«Zenginlik malın
çokluğuyla değildir; gerçek zenginlik gönül zenginliği (kanaat)dir.»[9]
«İslâm'a giren, yeteri
kadar rızıka nail olan ve Cenâb-ı
Hakk'ın verdiğine kanaat eden kimse felah
bulmuştur.»[10]
«Yetimi besleyip
barındıran kimse ile ben, Cennet'te (şu) iki parmak gibi biraradayız.»[11]
«İnsanlara şükretmiyen, Allah'a da şükretmez.»[12]
«Aza şükretmeyen çoğa
da şükretmez. İnsanlara şükretmeyen, Allah'a da şükretmez. Cenâb-ı
Hakk'ın verdiği nimetleri sayıp anlatmak şü-kürüdür; an I atmayı p terketmek
nankörlüktür. Cemaat rahmettir; ayrılıp bölünmek azaptır.» [13]
Açıklama:
Bu sûreyle ilgili
olarak Mekke halkının kıraatinde sünnet kabul edilen bir husus vardır: Duhâ Sûresi dahil onu takip eden her sûrenin başında (diğer
bir rivayete göre sonunda) «Allahu Ekber» deyip tekbîr getirilir.
Bunun sebebine
gelince: Vahiy gecikip, müşrikler: «Muhammed'in şeytanı (!) onu terketti» diyerek alayvari
sataşmada bulundular. Peygamber (A.S.) onların bu edep dışı ölçüsüz ve
hayasızca sözlerini duyunca üzüldü ve arkasından Duhâ
Sûresi inince sevindi de «Allahu Ekber»
deyip tekbîr getirdikten sonra şöyle buyurdu : «Bunu (yani Allahu
Ekber demeyi) sünnet edinin!.» [14]
Nitekim İmam Şafiî, Duhâ Sûresi'nden itibaren her sûrenin sonunda tekbîr
getirmenin sünnet olduğunu belirtmiştir. [15]
Diğer birçok ilim
adamları ise, bu konuda şöyle demişlerdir:
«Biz, sözü edilen
sûreleri hatmederken tekbir getirilir demiyoruz; ama tekbîr getiren olursa, o,
bununla güzel bir fiilde bulunmuş olun tekbîrleri terketmekte
ise bir sakınca yoktur diyoruz.»
Ashab-ı Kirâm'dan Ubey b. Kâb'in (R.A.): «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu tekbîrleri getirmemizi
emretti» şeklindeki rivayetini, Ebû Hatim er-Râzî zayıf olarak belirlemiştir. Ebû
Cafer el-Akiylî de sözü edilen rivayetin münker olduğuna dikkat çekmiştir. [16]
Sözünü ettiğimiz
tekbîrin keyfiyetine gelince: Ya sadece «Allahu Ekber» demekle yetinilir, ya da bu söze, «La
ilahe illâllahu va'llahu ekber» sözü ilave edilir. [17]
«Kuşluk vaktine,
karanlığıyla yönelip gelen geceye and olsun ki, Rabbın seni terketmedi ve sana
darılmadı..»
Duhâ: Şems Sûresi'nde de değindiğimiz gibi, kuşluk vaktine
delâlet ettiği gibi, gündüzün tamamına da delâlet etmektedir. Arkasından,
«gece» manasına gelen «leyi» isminin getirilmesi, «duhâ»nın ikinci mânaya delâletini kuvvetlendirmekte ve böylece
gündüz ile geceye and içilmektedir.
Secâ: sücuv kökünden gelen
fiildir ve üç mânaya delâlet etmektedir :
a) İbn Abbas'a göre: Yönelip gelmek
veya ayrılıp gitmek,
b) Örtüp
kapamak,
c)
Sakinleşip istikrar bulmak..
Şüphesiz bu üç mâna da
konunun maksadına uygun kabul edilebilir.
Gündüz ile geceye and içilmesi, bu iki olayın her yönüyle Cenâb-ı
Hakk'ın varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine
delâlet ettiğine işarettir. Zira düzenli, plânlı, hesaplı olan bu hareket,
mutlak anlamda bir düzenleyicinin ve hesaplayıcının varlığını, birliğini,
öncesiz ve sonrasızlığını haber vermektedir. «Tabiat» denilen şuursuz maddenin
ve tesadüflerin böylesine sağlam ve düzenli, muhkem ve istikrarlı bir
düzenleme meydana getirmesi asla düşünülemez. İnsanın günlük hayatıyla içice
olan gece ve gündüz olayının ise olumlu tesirlerini anlatmaya gerek var mıdır?[18]
«Ve elbette Âhiret senin için Dünya'dan daha hayırlıdır..»
Diğer bir yorumla, «Ve
elbette işin sonucu senin için başlangıcından daha hayırlıdır.»
Zira her geçen gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz başarı basamaklarında
yükseliyor, adım adım zafer burcuna ilerliyordu. O
bakımdan işin sonucu başlangıcından daha hayırlı oluyor, düne kadar İslâm'ı
küçümseyip mü'minleri hakîr görenlere yeryüzü
daralmaya başlıyordu.
Birinci yoruma
gelince, âhiret gününün Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ve Ona inanıp uyanlar için elbette çok daha hayırlı olacağı
tartışılamaz. İlâhî adalet ve takdîr bu hayırlı sonucu en güzel şekilde
hazırlamış ve mü1-minlerin ebediyen dinlenmelerine
tahsîs etmiş bulunuyor.
Unutmamak gerekir ki,
dünya ile âhiret birbirini tamamlamakta; birinin
vücuduyla diğerinin hikmeti anlaşılmaktadır. Aynı zamanda dünya, âhiret hayatına ciddi bir hazırlık dönemi olarak
belirlenmiştir. Bu gerçeği bilerek, inanarak kavrayıp hayatını ona göre
değerlendiren kimse için elbette âhiret hayatı daha
hayırlı ve daha feyizlidir.
Şüphesiz dünya
hayatının hikmetini en iyi bilen ve onu ilâhî murada göre en uygun anlam ve
ölçüde feyizli, bereketli kılıp rahmete çeviren peygamberlerdir. O bakımdan btr peygamber dünyada ne kadar başarı sağlarsa sağlasın, ne
kadar fetihlerde bulunursa bulunsun bunların hepsi ilâhî rızaya ve uhrevî'ecre yönelik olduğundan, âhiret
hayatı ve orada erişeceği yüksek derece dünyadaki her şeyden çok daha hayırlı
ve kalıcıdır. Nitekim konumuzu oluşturan âyeti, şu âyetler daha da açıklamakta
ve mü'minleri aydınlatmaktadır:
«Umulur ki Rabbın seni Makam-ı Mahmûd'a
eriştirir.»[19]
«Dünya hayatı bir oyun
ve eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret yurdu
ise, Allah'tan korkup kötülükten sakınanlar için elbette daha hayırlıdır.
Artık akletmiyecek misiniz?» [20]
«Âhiret
yurdu elbette (Allah'tan korkup küfür ve şirkten) sakınanlar için çok daha
hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?»[21]
«Âhiret
yurdu ise, elbette daha hayırlıdır. Sakınanların yurdu ne güzeldir!» [22]
«Bu dünya hayatı bir
eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret
yurdu ise, gerçek hayatın kendisidir. Bunu bir bilselerdi.» [23]
Kaldı ki Cenâb-ı Hak, Peygamber (A.S.) Efendimize, dünyada da,
âhi-rette de razı olacak kadar meded-u inayette
bulunacağını vaadetmiş bulunuyor. Şöyle ki: Dünyada
Onu teblîğ, irşat ve Hakk'a davette başarılı kılıp
zaferden zafere eriştirmiştir. Âhirette de Ona,
ümmetinden günahkârlar için şefaatte bulunma yetkisi verileceğini ve bu
hususta da Onu razı edecek kadar ilâhî rahmet ve gufranın ümmetinden yana
tecelli edeceğini müjdelemiştir. Nitekim ilgili hadîs bölümünde bu hususun Resûlüllah'ın (A.S.) mübarek diliyle net biçimde
açıklandığını görüyoruz.
Bu konuda ilâhî
iltifatın ferahlatıcı havasından yararlanabilmek için ümmetin, imkânlar
elverdiği nisbette Kitap ve Sünnet'e göre yaşaması
gerekmektedir. Zira ancak böyle bir idrâk ve şuurla Resûlüllah'ın
(A.S.) şefaatine lâyık olma düzeyine gelebilirler.[24]
«Seni öksüz bulup barındırmadı mı? Seni, yol
bilmez iken (en doğru) yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?»
Ana rahminde iken
babasını, altı yaşında iken anasını kaybeden Hz.
Muhammed (A.S.) yetimliğin bütün acı ve ıstırabını için için
duyan bir peygamberdir. Cenâb-ı Hak bu sebeple Onu
önce dedesi Abdülmuttalib'in, sonra da amcası Ebû Tâlib'in himayesine vererek,
yani bu ikisinin kalbini Hz. Muhammed'den yana
şefkat, merhamet ve kanat germe duygusuyla doldurarak Onu barındırdı.
Bundaki hikmet ne
olabilir? Nitekim olay üzerinde merakla duran bir adam, ünlü ilim adamı Cafer
b. Muhammed es-Sadık'a sordu: «Neden Hz. Muhammed
{A.S.) baba ve anasından yetim kaldı?» Cafer es-Sadık ona şu cevabı verdi: «Tâki kimsenin Onun üzerinde bir hakkı bulunmasın..» [25]
Tabiîn'in ileri gelenlerinden Mücahid'e
göre: Araplar dengi ve benzeri olmayan kişi hakkında «Dürretün
yetimetün» sözünü kullanırlar. Bu manayla âyette
gecen «yetîm» kavramı üzerinde durulmuş ve mecazî bir anlam taşıdığı ayrı bir
yorum olarak belirtilmiştir. Şöyle ki: Hz. Muham-med'in (A.S.) şeref ve
asalette eşi, ahlâk ve fazilette benzeri, kemal ve edepte dengi, eminlikte
manendi yoktur. Cenâb-ı Hak bu emsali olmayan dürr-i yektayı, yine Ona inanıp uyan sadık mü'minlerle barındırıp korumuştur.
«Seni, yol bilmez iken
(en doğru) yola iletmedi mi?»
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kıyamete kadar bütün insanlara
rahmet peygamberi olarak gönderildiğinden, doğuştan birçok üstün yeteneklerle
donatılmıştır. Peygamberliğinden önce de, peygamber olduktan sonra da çok nezîh
bir hayat sürmüştür. Peygamberliğinden önceki yıllarında, Arapların yüzde doksandokuzu putlara tapıp Cenâb-ı
Hakk'a ortak koştukları halde, O, putperestliğin ve
ahlâksızlığın her çeşidinden tiksinip nefret duymuş, her türlü sapıklıktan
uzak kalmış ve bu uyanıklık içinde Allah'ın varlığına, birliğine yönelerek
selâmet sahiline uzanan en doğru yolun özlemini duymuştur.
Şüphesiz ki o büyük
insan, önceleri kendisine peygamberlik verileceğini, vahiy indirileceğini
bilmiyordu; ancak yüce âlemden kendisine bir rahmet esintisinin devamlı
geldiğinin farkında idi. Sonra ilâhî vahyin inmesiyle O özlediği gerçekleri ve
arzuladığı doğru yolu bulmuş oldu. Nitekim Şûra Sûresi 52. âyetle bu inceliğe
temas edilerek şu bilgi verilmektedir: «Ve böylece kendi emrimizden sana
(kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik. Oysa sen, kitap nedir,
imân nedir bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan dilediğimizi doğru yola
iletmek için bir nur kıldık ve sen gerçekten dosdoğru yolu gösterensin!»
Şüphesiz bu âyette
geçen «imân»dan maksat, îcmâlî değil, tafsili imândır. [26]
Zira âyetteki «dall» ve «hedâ» kelimeleri
bulundukları konu ve yere göre mâna alırlar. Şöyle ki:
DâlI: Mütehayyir, yani yol konusunda ne yapacağına
kesinkes karar vermiyen, yanlış yolda olan, doğru
yoldan sapan gibi mânalara delâlet eder.
Bu manaların ışığında
müfessirler sözünü ettiğimiz âyeti birkaç türlü yorumlamışlardır:
1- Peygamberlik
hususunda senden neler istendiğini tam anlamıyla bilmiyordun, mütehayyir idin.
Allah seni irşad etti.
2- Sen daha
önce Kur'ân ve şeriat nedir bilmezdin; Cenâb-ı Hak seni Kur'ân'a ve
İslâm şeriatına iletti.
3- Sen kitap
ve imân nedir bilmezdin; Allah seni bunlara kavuşturdu. Nitekim az yukarıda
naklettiğimiz gibi, Şûra Sûresi 52. âyette: «Ve böylece kendi emrimizden sana
(kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) vahyettik.
Oysa sen, kitap nedir, imân nedir bilmezdin. Ama biz onu kullarımızdan
dilediğimizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık ve sen gerçekten dosdoğru
yolu gösterensin» buyuru I maktadır.
Kasas Sûresi 86. âyette ise: «Sen, sana bu kitabın vahyolunacağını ummuyordun..» denilerek, «dalbın burada delâlet ettiği mâna açıklanıyor.
4- Allah seni
sapık, doğru yoldan ayrılmış bir kavim arasında buldu da senin vasıtanla onlara
doğru yolu gösterdi.
5- Hicret
hususunda mütehayyir idin, seni hicret yoluna O iletti.
6- Seni,
kıbleyi arzuladığın halde buldu da seni ona irşacr
edip kavuşturdu.
Bu yoruma göre, «dalâl», (talep) mânasına gelmektedir.
7- Seni
kavmin arasında bir bakıma zayi' olmuş halde buldu da onlara yol gösterici
olarak sana hidâyet verdi.
8- Seni
hidâyeti seçip arzular bir halde buldu ve öylece seni ona eriştirdi.
Bu yoruma göre «dall» daha çok «muhibb» anlamına
kullanılmıştır. Yoruma mesned olarak da Yusuf
Süresindeki şu âyet delil gösterilmiştir:
«Allah'a and olsun ki, sen elbette o eski şaşkın sevgin içinde
bulunuyorsun..»[27]
«Seni fakir bulup
zengin etmedi mi?.»
Bu fakirlik maddî
yönden olabileceği gibi, manevî yönden de olabilir. O bakımdan ilim adamları
âyeti farklı şekilde yorumlamışlardır:
a) Seni,
malın ve mülkün olmadığı halde buldu
da Hz. Hadice'nin (R.A.)
servetiyle zengin kılmadı mı?
b) Verdiği nzıkla seni hoşnut etmedi mi? Sana, aza kanaat denilen o
güzel duyguyu bahşetmedi mi?
c) Seni
manevî boşluk içinde bulup kalbini (ilâhî füyuzatla
doldurarak) zengin kılmadı mı?
d) Seni
delil ve belgelerden yoksun bir halde bulup onlarla zengin etmedi mi?
e) Seni
başarı, zafer ve fetihlerden mahrum bulup o gibi nîmetlerie
zenginliğe erdirmedi mi?
Ancak bu yorum pek
isabetli kabul edilmemiştir. Zira fetih ve zaferler ancak Medine'ye hicretten
sonra başlamıştır. [28]
«O holde, sakın
öksüzü hor görüp ona kötü davranma ve bir şey isteyeni azarlama. Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!»
Yetimin halini,
çocukluğunda o çileyi çekenler daha iyi bilir. Şüphesiz Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz hem yetim olarak büyüdüğü, hem çocuk sevgisiyle dolu olduğu,
hem de insanlara karşı içinde geniş ve sıcak ilgi duyduğu için özellikle yetimlere
karşı ayrı bir sevgi ve ilgi izhar etmiş ve hadîslerinde ifadesini bulduğu
üzere yetimi koruyup himaye edenin Cennet'te kendisiyle birlikte bulunacağını
müjdelemiştir.
Ayrıca Arap cahiliye devrinde yetîmin hakîr tutulduğu, miras yoluyla
ona düşen mal ve mülkün haksız yere çar-çur edildiği;
böylece yetîmin hakkına tecavüzde bir sakınca görülmediği bilinmektedir. İslâm,
o devrin bütün kötü âdetlerini kaldırırken yetime yönelen haksızlıkları da
önlemiş ve aynı zamanda onu toplumun himayesine vermeyi; beslenip eğitilmesini
de ihmal etmemiştir. Ebû Hüreyre
(R.A.)nin rivayet ettiği sahîh hadîste Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in
şöyle buyurduğu tesbit edilmiştir: «Müslümanların en
hayırlı evi, içinde (himaye görüp) İkram edilen yetimin bulunduğu evdir. Müslümanların
en kötü evi, içinde kendisine kötü muamele edilen yetimin bulunduğu evdir.» [29]
«Sâil»
kelimesi sıfat olup,' «isteyen», «dilenen», «soran» gibi manâlara delâlet
eder.
İslâm Dini,
dilenciliği hoş görmediği gibi, ihtiyacından dolayı dilenmek zorunda kalan
fakir ve yoksulları eli boş çevirmeyi de tasvip etmemiştir. O bakımdan müslüman cemaate yakışan odur ki, muhtaç oldukları halde
yüzsuyu dökmeyi insanî ve dinî vakar ve terbiyesine yediremiyen
fakirleri ve muhtaçları bulup onlara yardım elini uzatsınlar. Aynı zamanda
ihtiyacından dolayı mecbur kalıp kapı kapı dolaşan
fakirleri de güler yüzle, yumuşak, tatlı dille karşılayıp imkânları elverdiği nisbette boş çevirmesinler.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
«Yarım hurmayla da
olsa miskini boş olarak geri çevirme!»[30]
«Dilenciyi, yanık
hayvan tırnağıyla da olsa (bir şey verip öylece) çevirin.»[31]
Şüphesiz bu emir ve
tavsiyeler, dilenciliği tasvîp ve teşvîk için değil, dilenmek zorunda kalanlara
yardımcı olmanın, âlicenap davranmanın sevap ve faydasını hatırlatmak içindir.
Ünlü veli İbrahim b. Edhem ne güzel söylemiştir: «Dilenciler iyi dostlarımızdır
ki, bizim azığımızı alıp âhirete taşırlar!» İbrahim
en-Nahaî de şöyle demiştir:
«Dilenci, âhiret postacısıdır. Birimizin kapısına gelir de
«Yakınlarınıza ve dostlarınıza göndereceğiniz bir şeyiniz var mıdır?» diye
sorar..»
Dilencinin ısrarla
istemesine gelince : Kur'ân ve Hadîs'te bu davranış
yerilmiş ve asla hoş karşılanmamıştır. Çünkü ısrarlı istemede, kendini fazla
acındırma, dilenmeyi sanat edinme ve müslümanı
huzursuz etme anlam ve işareti vardır.
Cenâb-ı Hak, muhtaçlardan söz ederken şöyle buyurmaktadır:
«(Sadakalarınızı) kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde (el açıp)
dolaşmayan (kapı kapı gezmeyen) fakirlere (verin) ki,
onlar yüzsuyu dökmediklerinden durumlarını bilmeyen onları zengin sanır.
Onları -siz Allah yolunda olanlar- çehrelerinden tanırsınız. İnsanlardan,
yüzsüzlük ederek istemezler.»[32]
Böylece İslâm, ihtiyaç
sahibi olup dilenmek zorunda kaian kişiyi, az-cok bir şey vermek suretiyle memnun etmeyi, bir şey verme
imkânı olmadığı takdirde güzel, tatlı sözle geri çevirmeyi tavsiye etmekte ve
böylece fakirle zengin arasındaki köprü ve dengenin bozulmasını önlemektedir.
Bir de ilim, ahlâk,
terbiye ve edep, iş ve sanat öğrenmek üzere gelip bir şeyler soranlar olur ki,
onlara ayrı bir ilgi göstermek vaciptir. İmam Ebû Hanîfe'nin dediği gibi: «Öylesinin ayağının aîtına altundan eşik döşemek çok
daha uygun olur.» İşte bu maksatla gelip bir şey sorana tepeden bakmak haram
olduğu gibi, asık bir cehreyle karşılamak ve sert bir dil kullanmak da asla
doğru değildir. Soruya muhatap olan ilim adamı, sorulanı hemen cevaplayacak
bilgiye sahip değilse, durumu nazik bir ifadeyle söylemekten çekinmemeli, ona,
o konuyu daha iyi bilen başka bir ilim adamını tavsiye etmelidir. Sorulanı
biliyorsa, o takdirde soran kişiye, fazla bekletmeden gereken cevabı
vermelidir. Zira Resûlüllah {A.S.) Efendimiz bu
konuda ümmetini aydınlatarak şöyle buyurmuştur:
«Kime bir konudan, bir
ilimden sorulur da, o (da onu bildiği halde) gizleyip söylemezse, (âhiret gününde) ateşten bir gem ile gemlenir.»[33]
Ashab-ı Kirâm'dan Ebû Derdâ'ya (R.A.) hadîs
toplayan âlimler gelince, o, onlara hırkgsım çıkarıp
döşek yapar ve şöyle iltifatta bulunurdu : «Resûlüllah'ı
(A.S.) seven dostlarımıza merhaba!» [34]
«Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!.»
Cenâb-ı Hakk'ın şüphesiz kî biz
insanlara hazırlayıp verdiği nîmetler o kadar çoktur ki onları saymaya
kalkışacak olsak, elbette sayamayız. Çünkü kâinatta görüp bildiklerimizin hemen
hepsi insandan yana yaratılmıştır. Özellikle dünyamızda, henüz ilk insan oraya
ayak basmadan önce hazırlanan kaynaklar ve hayatımızı devam ettirebilmemiz için
kurulan denge ve düzen sayısız nîmetleri taşımaktadır.
Nitekim İbrahim Sûresi
34. âyetle bu husus şöyle açıklanmaktadır: «İsteyebileceğiniz her şeyi veren de
O'dur. Eğer Allah'ın nimetlerini saymaya kalkışacak olursanız sayamazsınız.
Doğrusu insan çok haksız, çok nankördür.»
Konumuzu oluşturan
âyette hitap her ne kadar Resûlüllah'a (A.S.) ise de
hüküm bütün ümmetini kapsamaktadır.
Nîmetten söz etmenin
veya onu anlatmanın anlamı nedir? Bu hususta az farklı yorumlarda
bulunulmuştur. Şöyle ki:
a) Allah'ın
verdiği nîmeti görünce veya hatırlayınca şükredip nimeti vereni övmektir.
b) Allah'ın
verdiği nîmeti gizlemeyip* itiraf etmek ve münasebet düştükçe övgüyle ondan
söz etmektir.
Zira nîmetten övgüyle
söz etmek şükür sayılır.
c) Hasan b.
Ali (R.A.) diyor ki: «Sana bir iyilik ulaşırsa veya sen bir iyilikte bulunursan
onu din kardeşlerinden güvenebildiklerine anlat. Böyle yapman «tahdîs-i
nîmet» anlamına gelir.» Nitekim ünlü âlimlerden Ebû Firas Abdullah b. Gâlib, kendi
dost ve yakınlarına şöyle anlatırdı: «Dün Rabbım bana
lûtufta,bulunup ikram etti: Kur'ân'dan
şu kadar, ilim kitaplarından şu kadar okudum; şu kadar namaz kıldım; şu kadar
zikrettim ve şu kadar hayırlı işlerde bulundum.»
Bunun üzerine dostları
ona:
— Sizin gibi bir zat yaptıklarından söz
etmemeli değil midir? Deyince, o, onlara şu cevabı verdi:
— Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de : «Rabbın
nimetini elinden geldiğince anlat!» buyuruyor. Siz ise, «Allah'ın nîmetlerinden söz etme» diyorsunuz!.
Sonuç olarak konuyu
şöyle özetleyebiliriz: Allah'ın verdiği nîmetle-ri,
din kardeşlerimizden ahlâk ve fazîletine, imân ve irfanına güvendiklerimize
anlatmamızda bir sakınca yoktur; yeter ki bunu bir üstünlük, bir böbürlenme
vasıtası olarak düşünmeyelim.
Duhâ Sûresi'nin de tefsirini bize müyesser kılan Cenâb-ı Hakk'a hamd-u senalar; Allah'ın emirlerini bize noksansız tebliğ
eden ve açıklayan Resû-lüllah
(A.S.) Efendimize ve âline salât-ü selâmlar olsun..[35]
[1] Tefsir-i Kurtubî: 20/91
[2] Lubabu’t-Te’vil:
4/385.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6851.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6851.
[4] Tefsir-i Kurtubi: 20/92.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6853.
[6] Müslim/imân : 346
[7] Müslim, İman: 340, 341, 345.
[8] Tirmizi, Kıyamet: 13; Ahmed: 2/75; 5/75; 5/232; 6/23, 24, 28, 29.
[9] Buhari, Rikak:
15; Müslim, Zekat: 120; Tirmizi, Zekat: 40; İbn Mace, Zühd:
9; Ahmed: 2/243, 261, 315, 390.
[10] Müslim, Zekat: 125; Tirmizi,
Zühd: 35; İbn Mace, Zühd: 9; Ahmed: 2/168, 173.
[11] Müslim. Suyuti’nin tesbitine göre hadis zayıftır.
[12] Ebu Davud,
Edeb: 11; Tirmizi, Birr: 35; Ahmed: 2/258, 295, 303,
461, 492, 3/3274, 4/278, 375, 5/211, 212.
[13] Müsned-i Ahmed:
4/278, 375.
[14] Lübabu't-te'vîL
fî maani't-tenzîl: 4/388
[15] Nizamuddin Nlsaburî/Tefsîrü Garaibi'] -Kur'ân ; 30/113
[16] Nizamuddin Nlsaburî/Tefsîrü Garaibi'] -Kur'ân ; 30/114
[17] Şevkani, Fethu’l-Kadir:
4/456.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6853-6855.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6855-6856.
[19] İsra: 17/79.
[20] Yusuf: 12/109.
[21] En’am: 6/32.
[22] Nahl: 16/30.
[23] Ankebut: 29/64.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6856-6857.
[25] Tefsir-i Kurtubi: 20/96.
[26] Bilgi için bak : Tefsirin 11. cilt, 5493. sahifesi
[27] Yusuf: 12/95.
[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6857-6860.
[29] Beğavi kendi senediyle
rivayet etmiştir.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an
Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6860-6861.
[30] Tirmizi, Zühd:
37.
[31] Nesai, Zekat: 70-76; Ebu Davud, Zekat: 3; Tirmizi, Zekat: 29; Ahmed: 4/70,
5/381, 6/381, 6/382, 383, 424, 438.
[32] Bakara: 2/273.
[33] Ebu Davud,
İlim: 9; Tirmizi, İlim: 3; İbn
Mace, Mukaddime: 24; Ahmed:
2/263, 305, 344, 353, 495.
[34] El-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an: 20/101.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
13/6861-6862.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6863-6864.