DUHÂ SÛRESİ 2

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular: 2

Meali: 2

İniş Sebebi 2

İlgili Hadîsler. 2

Duhâya Ve Yönelip Gelen Geceye Yemin Edilmesi 3

İşin Sonucu Başlangıcından Daha Hayırlıdır. 4

Peygambere (A.S.) Yönelen İlâhî İnayetin Üç Ayrı Tezahürü. 4

Başarıdan Sonra İki Yasak Ve Bir Emir. 6

Saili Azarlamamak. 6

Rabbımızın Verdiği Nimeti Anlatmak. 7


DUHÂ SÛRESİ

 

Sûrenin tamamı Mekke'de inmiştir. Bu tesbitte ilim adamlarının gö­rüş birliği vardır.[1] Zira vahyin bir süre kesilmesi ve Resûlüllah'ın {A.S.) bu sebeple üzülüp tedirgin olduğu söz konusudur ki, bu olay Mekke'de cereyan etmiştir.

Birinci âyetiyle kuşluk vaktine veya gündüzün aydınlığına yemin edil­mekte ve buna delâlet eden «duhâ» aynı zamanda sûreye isim olmaktadır.

Âyet sayısı: 11

Kelime sayısı: 40

Harf sayısı: 172.[2]       

 

Sûrenin Kapsadığı Başlıca Konular:

 

1- Resûlüllah'ın (A.S.) üzüntü ve endişesini giderir anlamda ilâhî iltifatın Peygamberden kesilmediği haber veriliyor.

2- Resûlüllah  (A.S.)  Efendimiz'in, gerek İslâm'ın başarıya erişece­ği, gerekse ümmetinin ilâhî rahmetten bolca nasîbini alacağı hususunda razı olacağı kadar kendisinden yana ilâhî rahmet ve inayetin tecelli ede­ceği müjdeleniyor.

3- Daha önce Resûlüllah'a (A.S.) yönelen ilâhî rahmet, inayet ve iltifattan bir kısmı üzerinde durularak bu iltifatın devam edeceği bildiri­liyor.

4- Yetime  ilgi gösterilmesi ve Allah'ın verdiği  nîmetlerden  şükür olsun diye söz edilmesi emrediliyor.[3]

 

Meali:

 

1- Kuşluk vaktine,

2- Karanlığ,yla yönelip gelen geceye and olsun ki,

3- Rabbin seni terketmedi ve sana darılmadı..

4- Ve elbette Âhiret senin için Dünya'dan daha hayırlıdır.

5- Elbette  Rabbin sana öylesine verecek ki,(O’ndan d,verdiğindende)  razı olacaksın, (hoşnut olmaya devam edeceksin)

6- O, seni öksüz bulup barındırmadı mı?

7- Seni, yol bilmez iken (en doğru) yola iletmedi mi?

8- Seni fakir bulup zengin etmedi mi?

9- O halde, sakın öksüzü hor görüp ona kötü davranma!

10- Ve bir şey isteyeni azarlama!

11- Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre, Melek Cebrail'in inmesi bir süre gecikti. Bunun üze­rine müşrikler: «Allah, Muhammed'e darıldı ve Onu terketti» diyerek yer­siz birtakım sataşmalarda bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki sûre in­di.[4]

İbn Cüreyc'e göre, bir ara vahiy 12 gün, İbn Abbas'a göre, 15 gün, diğer bazısına göre 25 gün kesilip Cebrail inmez oldu. Mukatil ise, bu sü­renin 40 gün olduğunu belirtmiştir. Vahyin bir süre kesilmesi Resûlül-lah'ı (A.S.) için için sıkıp üzüyordu. Müşriklerin de alayvari sataşmaları buna eklenince, üzücü bir olay meydana geliyor; aynı zamanda ashab-ı kiramı da tedirgin ediyordu. Derken Duhâ Sûresi iniverdi ve Resûlüllah (A.S.) ile ashabı ferahladılar.

Sûrenin iniş sebebi hakkında bunların dışında birkaç rivayet daha yapılmışsa da senetlerinin sıhhatini tesbit mümkün olmamıştır. O bakım­dan nakletmeyi uygun görmedik. [5]

 

İlgili Hadîsler

 

Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.)dan yapılan rivayete göre: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz iki elini kaldırıp «Aliahım! Ümmetim, ümmetim..» diyerek ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak -olup biteni bildiği halde- Melek Ceb­rail'e şöyle buyurdu : «Muhammed'e git, niçin ağladığını sor.» Melek Ceb­rail gelip sordu. Peygamber (A.S.) Efendimiz niçin ağladığını ona anlattı. Cebrail (A.S.) Allah'a dönüp aldığı bilgiyi arzetti. Allah ona: «Muham­med'e git ve Ona şunu haber ver: «Şüphesiz ki biz seni, ümmetin hak­kında razı edeceğiz ve seni (asla) terketmiyeceğiz[6]

Resûlüllah (A.S.) buyurdu:

«Her peygamberin kabul olunan bir duası vardır; onlar dualarını yap­makta acele ettiler. Ben ise duamı âhiret gününde ümmetime şefaat etmem için erteledim. İnşaallah şefaatle ilgili duam, ümmetimden, Allah'a ortak koşmadığı halde ölen kimselere erişecektir.»[7]

Tirmizî'nin rivayetinde ise, Peygamber Efendimiz'in şöyle buyurduğu belirtilmektedir: «Rabbımın yanından bir (melek) bana geldi ve ümmeti­min yarısının Cennet'e girmesi ile onlar için şefaatçi olmam arasında Rab­bımın beni serbest bıraktığını haber verdi. Ben şefaati seçtim. İnşaallah ümmetimden Allah'a ortak koşmaksızın ölenlere şefaatim erişecektir.»[8]

«Zenginlik malın çokluğuyla değildir; gerçek zenginlik gönül zengin­liği (kanaat)dir[9]

«İslâm'a giren, yeteri kadar rızıka nail olan ve CenâbHakk'ın ver­diğine kanaat eden kimse felah bulmuştur.»[10]

«Yetimi besleyip barındıran kimse ile ben, Cennet'te (şu) iki parmak gibi biraradayız[11]

«İnsanlara şükretmiyen, Allah'a da şükretmez.»[12]

«Aza şükretmeyen çoğa da şükretmez. İnsanlara şükretmeyen, Al­lah'a da şükretmez. CenâbHakk'ın verdiği nimetleri sayıp anlatmak şü-kürüdür; an I atmayı p terketmek nankörlüktür. Cemaat rahmettir; ayrılıp bö­lünmek azaptır.» [13]

Açıklama:

Bu sûreyle ilgili olarak Mekke halkının kıraatinde sünnet kabul edilen bir husus vardır: Duhâ Sûresi dahil onu takip eden her sûrenin başında (diğer bir rivayete göre sonunda) «Allahu Ekber» deyip tekbîr getirilir.

Bunun sebebine gelince: Vahiy gecikip, müşrikler: «Muhammed'in şeytanı (!) onu terketti» diyerek alayvari sataşmada bulundular. Peygam­ber (A.S.) onların bu edep dışı ölçüsüz ve hayasızca sözlerini duyunca üzüldü ve arkasından Duhâ Sûresi inince sevindi de «Allahu Ekber» deyip tekbîr getirdikten sonra şöyle buyurdu : «Bunu (yani Allahu Ekber demeyi) sünnet edinin!.» [14]

Nitekim İmam Şafiî, Duhâ Sûresi'nden itibaren her sûrenin sonunda tekbîr getirmenin sünnet olduğunu belirtmiştir. [15]

Diğer birçok ilim adamları ise, bu konuda şöyle demişlerdir:

«Biz, sözü edilen sûreleri hatmederken tekbir getirilir demiyoruz; ama tekbîr getiren olursa, o, bununla güzel bir fiilde bulunmuş olun tekbîrleri terketmekte ise bir sakınca yoktur diyoruz.»

AshabKirâm'dan Ubey b. Kâb'in (R.A.): «Resûlüllah (A.S.) Efendi­miz bu tekbîrleri getirmemizi emretti» şeklindeki rivayetini, Ebû Hatim er-Râzî zayıf olarak belirlemiştir. Ebû Cafer el-Akiylî de sözü edilen rivaye­tin münker olduğuna dikkat çekmiştir. [16]

Sözünü ettiğimiz tekbîrin keyfiyetine gelince: Ya sadece «Allahu Ek­ber» demekle yetinilir, ya da bu söze, «La ilahe illâllahu va'llahu ekber» sözü ilave edilir. [17]

 

Duhâya Ve Yönelip Gelen Geceye Yemin Edilmesi

 

«Kuşluk vaktine, karanlığıyla yönelip gelen geceye and olsun ki, Rabbın seni terketmedi ve sana darılmadı..»

Duhâ: Şems Sûresi'nde de değindiğimiz gibi, kuşluk vaktine delâlet ettiği gibi, gündüzün tamamına da delâlet etmektedir. Arkasından, «gece» manasına gelen «leyi» isminin getirilmesi, «duhâ»nın ikinci mânaya delâ­letini kuvvetlendirmekte ve böylece gündüz ile geceye and içilmektedir.

Secâ: sücuv kökünden gelen fiildir ve üç mânaya delâlet etmekte­dir :

a) İbn Abbas'a göre: Yönelip gelmek veya ayrılıp gitmek,

b) Örtüp kapamak,

c) Sakinleşip istikrar bulmak..

Şüphesiz bu üç mâna da konunun maksadına uygun kabul edilebilir.

Gündüz ile geceye and içilmesi, bu iki olayın her yönüyle CenâbHakk'ın varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine delâlet ettiğine işa­rettir. Zira düzenli, plânlı, hesaplı olan bu hareket, mutlak anlamda bir düzenleyicinin ve hesaplayıcının varlığını, birliğini, öncesiz ve sonrasızlı­ğını haber vermektedir. «Tabiat» denilen şuursuz maddenin ve tesadüfle­rin böylesine sağlam ve düzenli, muhkem ve istikrarlı bir düzenleme mey­dana getirmesi asla düşünülemez. İnsanın günlük hayatıyla içice olan ge­ce ve gündüz olayının ise olumlu tesirlerini anlatmaya gerek var mıdır?[18]

 

İşin Sonucu Başlangıcından Daha Hayırlıdır

 

«Ve elbette Âhiret senin için Dünya'dan daha hayırlıdır..»

Diğer bir yorumla, «Ve elbette işin sonucu senin için başlangıcından daha hayırlıdır.»

Zira her geçen gün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz başarı basamakların­da yükseliyor, adım adım zafer burcuna ilerliyordu. O bakımdan işin so­nucu başlangıcından daha hayırlı oluyor, düne kadar İslâm'ı küçümseyip mü'minleri hakîr görenlere yeryüzü daralmaya başlıyordu.

Birinci yoruma gelince, âhiret gününün Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ve Ona inanıp uyanlar için elbette çok daha hayırlı olacağı tartışılamaz. İlâhî adalet ve takdîr bu hayırlı sonucu en güzel şekilde hazırlamış ve mü1-minlerin ebediyen dinlenmelerine tahsîs etmiş bulunuyor.

Unutmamak gerekir ki, dünya ile âhiret birbirini tamamlamakta; biri­nin vücuduyla diğerinin hikmeti anlaşılmaktadır. Aynı zamanda dünya, âhi­ret hayatına ciddi bir hazırlık dönemi olarak belirlenmiştir. Bu gerçeği bi­lerek, inanarak kavrayıp hayatını ona göre değerlendiren kimse için elbet­te âhiret hayatı daha hayırlı ve daha feyizlidir.

Şüphesiz dünya hayatının hikmetini en iyi bilen ve onu ilâhî murada göre en uygun anlam ve ölçüde feyizli, bereketli kılıp rahmete çeviren peygamberlerdir. O bakımdan btr peygamber dünyada ne kadar başarı sağlarsa sağlasın, ne kadar fetihlerde bulunursa bulunsun bunların hepsi ilâhî rızaya ve uhrevî'ecre yönelik olduğundan, âhiret hayatı ve orada eri­şeceği yüksek derece dünyadaki her şeyden çok daha hayırlı ve kalıcı­dır. Nitekim konumuzu oluşturan âyeti, şu âyetler daha da açıklamakta ve mü'minleri aydınlatmaktadır:

«Umulur ki Rabbın seni Makam-ı Mahmûd'a eriştirir.»[19]

«Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah'tan korkup kötülükten sakınanlar için elbette daha ha­yırlıdır. Artık akletmiyecek misiniz?» [20]

«Âhiret yurdu elbette (Allah'tan korkup küfür ve şirkten) sakınanlar için çok daha hayırlıdır. Artık aklınızı kullanmaz mısınız?»[21]

«Âhiret yurdu ise, elbette daha hayırlıdır. Sakınanların yurdu ne gü­zeldir!» [22]

«Bu dünya hayatı bir eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Âhi­ret yurdu ise, gerçek hayatın kendisidir. Bunu bir bilselerdi.» [23]

Kaldı ki Cenâb-ı Hak, Peygamber (A.S.) Efendimize, dünyada da, âhi-rette de razı olacak kadar meded-u inayette bulunacağını vaadetmiş bulu­nuyor. Şöyle ki: Dünyada Onu teblîğ, irşat ve Hakk'a davette başarılı kı­lıp zaferden zafere eriştirmiştir. Âhirette de Ona, ümmetinden günahkâr­lar için şefaatte bulunma yetkisi verileceğini ve bu hususta da Onu razı edecek kadar ilâhî rahmet ve gufranın ümmetinden yana tecelli edeceğini müjdelemiştir. Nitekim ilgili hadîs bölümünde bu hususun Resûlüllah'ın (A.S.) mübarek diliyle net biçimde açıklandığını görüyoruz.

Bu konuda ilâhî iltifatın ferahlatıcı havasından yararlanabilmek için ümmetin, imkânlar elverdiği nisbette Kitap ve Sünnet'e göre yaşaması gerekmektedir. Zira ancak böyle bir idrâk ve şuurla Resûlüllah'ın (A.S.) şefaatine lâyık olma düzeyine gelebilirler.[24]

 

Peygambere (A.S.) Yönelen İlâhî İnayetin Üç Ayrı Tezahürü

 

«Seni   öksüz bulup barındırmadı mı? Seni, yol bilmez iken (en doğru) yola iletmedi mi? Seni fakir bulup zengin etmedi mi?»

Ana rahminde iken babasını, altı yaşında iken anasını kaybeden Hz. Muhammed (A.S.) yetimliğin bütün acı ve ıstırabını için için duyan bir pey­gamberdir. Cenâb-ı Hak bu sebeple Onu önce dedesi Abdülmuttalib'in, sonra da amcası Ebû Tâlib'in himayesine vererek, yani bu ikisinin kalbini Hz. Muhammed'den yana şefkat, merhamet ve kanat germe duygusuyla doldurarak Onu barındırdı.

Bundaki hikmet ne olabilir? Nitekim olay üzerinde merakla duran bir adam, ünlü ilim adamı Cafer b. Muhammed es-Sadık'a sordu: «Neden Hz. Muhammed {A.S.) baba ve anasından yetim kaldı?» Cafer es-Sadık ona şu cevabı verdi: «Tâki kimsenin Onun üzerinde bir hakkı bulunmasın..» [25]

Tabiîn'in ileri gelenlerinden Mücahid'e göre: Araplar dengi ve ben­zeri olmayan kişi hakkında «Dürretün yetimetün» sözünü kullanırlar. Bu manayla âyette gecen «yetîm» kavramı üzerinde durulmuş ve mecazî bir anlam taşıdığı ayrı bir yorum olarak belirtilmiştir. Şöyle ki: Hz. Muham-med'in (A.S.) şeref ve asalette eşi, ahlâk ve fazilette benzeri, kemal ve edepte dengi, eminlikte manendi yoktur. Cenâb-ı Hak bu emsali olma­yan dürr-i yektayı, yine Ona inanıp uyan sadık mü'minlerle barındırıp ko­rumuştur.

«Seni, yol bilmez iken (en doğru) yola iletmedi mi?»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, kıyamete kadar bütün insanlara rahmet peygamberi olarak gönderildiğinden, doğuştan birçok üstün yeteneklerle donatılmıştır. Peygamberliğinden önce de, peygamber olduktan sonra da çok nezîh bir hayat sürmüştür. Peygamberliğinden önceki yıllarında, Arap­ların yüzde doksandokuzu putlara tapıp CenâbHakk'a ortak koştukları halde, O, putperestliğin ve ahlâksızlığın her çeşidinden tiksinip nefret duy­muş, her türlü sapıklıktan uzak kalmış ve bu uyanıklık içinde Allah'ın var­lığına, birliğine yönelerek selâmet sahiline uzanan en doğru yolun özle­mini duymuştur.

Şüphesiz ki o büyük insan, önceleri kendisine peygamberlik verilece­ğini, vahiy indirileceğini bilmiyordu; ancak yüce âlemden kendisine bir rah­met esintisinin devamlı geldiğinin farkında idi. Sonra ilâhî vahyin inmesiyle O özlediği gerçekleri ve arzuladığı doğru yolu bulmuş oldu. Nitekim Şûra Sûresi 52. âyetle bu inceliğe temas edilerek şu bilgi verilmektedir: «Ve böylece kendi emrimizden sana (kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) variyettik. Oysa sen, kitap nedir, imân nedir bilmezdin. Ama biz onu kul­larımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık ve sen ger­çekten dosdoğru yolu gösterensin!»

Şüphesiz bu âyette geçen «imân»dan maksat, îcmâlî değil, tafsili imândır. [26]

Zira âyetteki «dall» ve «hedâ» kelimeleri bulundukları konu ve yere göre mâna alırlar. Şöyle ki:

DâlI: Mütehayyir, yani yol konusunda ne yapacağına kesinkes ka­rar vermiyen, yanlış yolda olan, doğru yoldan sapan gibi mânalara delâlet eder.

Bu manaların ışığında müfessirler sözünü ettiğimiz âyeti birkaç türlü yorumlamışlardır:

1- Peygamberlik hususunda senden neler istendiğini tam anlamıyla bilmiyordun, mütehayyir idin. Allah seni irşad etti.

2- Sen daha önce Kur'ân ve şeriat nedir bilmezdin; Cenâb-ı Hak se­ni Kur'ân'a ve İslâm şeriatına iletti.

3- Sen kitap ve imân nedir bilmezdin; Allah seni bunlara kavuştur­du. Nitekim az yukarıda naklettiğimiz gibi, Şûra Sûresi 52. âyette: «Ve böylece kendi emrimizden sana (kalplere canlılık veren) bir ruh (kitap) vahyettik. Oysa sen, kitap nedir, imân nedir bilmezdin. Ama biz onu kul­larımızdan dilediğimizi doğru yola iletmek için bir nur kıldık ve sen ger­çekten dosdoğru yolu gösterensin» buyuru I maktadır.

Kasas Sûresi 86. âyette ise: «Sen, sana bu kitabın vahyolunacağını ummuyordun..» denilerek, «dalbın burada delâlet ettiği mâna açıklanıyor.

4- Allah seni sapık, doğru yoldan ayrılmış bir kavim arasında buldu da senin vasıtanla onlara doğru yolu gösterdi.

5- Hicret hususunda mütehayyir idin, seni hicret yoluna O iletti.

6- Seni, kıbleyi arzuladığın halde buldu da seni ona irşacr edip ka­vuşturdu.

Bu yoruma göre, «dalâl», (talep) mânasına gelmektedir.

7- Seni kavmin arasında bir bakıma zayi' olmuş halde buldu da on­lara yol gösterici olarak sana hidâyet verdi.

8- Seni hidâyeti seçip arzular bir halde buldu ve öylece seni ona eriştirdi.

Bu yoruma göre «dall» daha çok «muhibb» anlamına kullanılmıştır. Yoruma mesned olarak da Yusuf Süresindeki şu âyet delil gösterilmiştir:

«Allah'a and olsun ki, sen elbette o es­ki şaşkın sevgin içinde bulunuyorsun..»[27]

«Seni fakir bulup zengin etmedi mi?.»

Bu fakirlik maddî yönden olabileceği gibi, manevî yönden de olabi­lir. O bakımdan ilim adamları âyeti farklı şekilde yorumlamışlardır:

a) Seni, malın ve mülkün olmadığı halde buldu   da   Hz.   Hadice'nin (R.A.) servetiyle zengin kılmadı mı?

b) Verdiği nzıkla seni hoşnut etmedi mi? Sana, aza kanaat denilen o güzel duyguyu bahşetmedi mi?

c) Seni manevî boşluk içinde bulup kalbini (ilâhî füyuzatla doldura­rak) zengin kılmadı mı?

d) Seni delil ve belgelerden yoksun bir halde bulup onlarla zengin etmedi mi?

e) Seni başarı, zafer ve fetihlerden mahrum bulup o gibi nîmetlerie zenginliğe erdirmedi mi?

Ancak bu yorum pek isabetli kabul edilmemiştir. Zira fetih ve zafer­ler ancak Medine'ye hicretten sonra başlamıştır. [28]

 

Başarıdan Sonra İki Yasak Ve Bir Emir

 

«O holde, sa­kın öksüzü hor görüp ona kötü davranma ve bir şey isteyeni azarlama. Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!»

Yetimin halini, çocukluğunda o çileyi çekenler daha iyi bilir. Şüphesiz Resûlüllah (A.S.) Efendimiz hem yetim olarak büyüdüğü, hem çocuk sev­gisiyle dolu olduğu, hem de insanlara karşı içinde geniş ve sıcak ilgi duy­duğu için özellikle yetimlere karşı ayrı bir sevgi ve ilgi izhar etmiş ve ha­dîslerinde ifadesini bulduğu üzere yetimi koruyup himaye edenin Cennet'te kendisiyle birlikte bulunacağını müjdelemiştir.

Ayrıca Arap cahiliye devrinde yetîmin hakîr tutulduğu, miras yoluyla ona düşen mal ve mülkün haksız yere çar-çur edildiği; böylece yetîmin hakkına tecavüzde bir sakınca görülmediği bilinmektedir. İslâm, o devrin bütün kötü âdetlerini kaldırırken yetime yönelen haksızlıkları da önlemiş ve aynı zamanda onu toplumun himayesine vermeyi; beslenip eğitilmesini de ihmal etmemiştir. Ebû Hüreyre (R.A.)nin rivayet ettiği sahîh hadîste Resûlüllah (A.S.) Efendimiz'in şöyle buyurduğu tesbit edilmiştir: «Müslü­manların en hayırlı evi, içinde (himaye görüp) İkram edilen yetimin bu­lunduğu evdir. Müslümanların en kötü evi, içinde kendisine kötü muame­le edilen yetimin bulunduğu evdir.» [29]

 

Saili Azarlamamak

 

«Sâil» kelimesi sıfat olup,' «isteyen», «dilenen», «soran» gibi manâla­ra delâlet eder.

İslâm Dini, dilenciliği hoş görmediği gibi, ihtiyacından dolayı dilenmek zorunda kalan fakir ve yoksulları eli boş çevirmeyi de tasvip etmemiştir. O bakımdan müslüman cemaate yakışan odur ki, muhtaç oldukları halde yüzsuyu dökmeyi insanî ve dinî vakar ve terbiyesine yediremiyen fakirleri ve muhtaçları bulup onlara yardım elini uzatsınlar. Aynı zamanda ihtiyacın­dan dolayı mecbur kalıp kapı kapı dolaşan fakirleri de güler yüzle, yumu­şak, tatlı dille karşılayıp imkânları elverdiği nisbette boş çevirmesinler.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur:

«Yarım hurmayla da olsa miskini boş olarak geri çevirme!»[30]

«Dilenciyi, yanık hayvan tırnağıyla da olsa (bir şey verip öylece) çe­virin.»[31]

Şüphesiz bu emir ve tavsiyeler, dilenciliği tasvîp ve teşvîk için değil, dilenmek zorunda kalanlara yardımcı olmanın, âlicenap davranmanın se­vap ve faydasını hatırlatmak içindir.

Ünlü veli İbrahim b. Edhem ne güzel söylemiştir: «Dilenciler iyi dostlarımızdır ki, bizim azığımızı alıp âhirete taşırlar!» İbrahim en-Nahaî de şöyle demiştir:

«Dilenci, âhiret postacısıdır. Birimizin kapısına gelir de «Yakınlarını­za ve dostlarınıza göndereceğiniz bir şeyiniz var mıdır?» diye sorar..»

Dilencinin ısrarla istemesine gelince : Kur'ân ve Hadîs'te bu davranış yerilmiş ve asla hoş karşılanmamıştır. Çünkü ısrarlı istemede, kendini faz­la acındırma, dilenmeyi sanat edinme ve müslümanı huzursuz etme anlam ve işareti vardır.

Cenâb-ı Hak, muhtaçlardan söz ederken şöyle buyurmaktadır: «(Sadakalarınızı) kendilerini Allah yoluna adayıp yeryüzünde (el açıp) dolaşmayan (kapı kapı gezmeyen) fakirlere (verin) ki, onlar yüzsuyu dök­mediklerinden durumlarını bilmeyen onları zengin sanır. Onları -siz Allah yolunda olanlar- çehrelerinden tanırsınız. İnsanlardan, yüzsüzlük ederek istemezler.»[32]

Böylece İslâm, ihtiyaç sahibi olup dilenmek zorunda kaian kişiyi, az-cok bir şey vermek suretiyle memnun etmeyi, bir şey verme imkânı olma­dığı takdirde güzel, tatlı sözle geri çevirmeyi tavsiye etmekte ve böylece fakirle zengin arasındaki köprü ve dengenin bozulmasını önlemektedir.

Bir de ilim, ahlâk, terbiye ve edep, iş ve sanat öğrenmek üzere gelip bir şeyler soranlar olur ki, onlara ayrı bir ilgi göstermek vaciptir. İmam Ebû Hanîfe'nin dediği gibi: «Öylesinin ayağının aîtına altundan eşik dö­şemek çok daha uygun olur.» İşte bu maksatla gelip bir şey sorana tepe­den bakmak haram olduğu gibi, asık bir cehreyle karşılamak ve sert bir dil kullanmak da asla doğru değildir. Soruya muhatap olan ilim adamı, sorulanı hemen cevaplayacak bilgiye sahip değilse, durumu nazik bir ifa­deyle söylemekten çekinmemeli, ona, o konuyu daha iyi bilen başka bir ilim adamını tavsiye etmelidir. Sorulanı biliyorsa, o takdirde soran kişiye, fazla bekletmeden gereken cevabı vermelidir. Zira Resûlüllah {A.S.) Efen­dimiz bu konuda ümmetini aydınlatarak şöyle buyurmuştur:

«Kime bir konudan, bir ilimden sorulur da, o (da onu bildiği halde) giz­leyip söylemezse, (âhiret gününde) ateşten bir gem ile gemlenir.»[33]

AshabKirâm'dan Ebû Derdâ'ya (R.A.) hadîs toplayan âlimler gelin­ce, o, onlara hırkgsım çıkarıp döşek yapar ve şöyle iltifatta bulunurdu : «Resûlüllah'ı (A.S.) seven dostlarımıza merhaba!» [34]

 

Rabbımızın Verdiği Nimeti Anlatmak

 

«Ama Rabbın nimetini elinden geldiğince anlat!.»

CenâbHakk'ın şüphesiz kî biz insanlara hazırlayıp verdiği nîmetler o kadar çoktur ki onları saymaya kalkışacak olsak, elbette sayamayız. Çünkü kâinatta görüp bildiklerimizin hemen hepsi insandan yana yaratıl­mıştır. Özellikle dünyamızda, henüz ilk insan oraya ayak basmadan önce hazırlanan kaynaklar ve hayatımızı devam ettirebilmemiz için kurulan den­ge ve düzen sayısız nîmetleri taşımaktadır.

Nitekim İbrahim Sûresi 34. âyetle bu husus şöyle açıklanmaktadır: «İsteyebileceğiniz her şeyi veren de O'dur. Eğer Allah'ın nimetlerini sayma­ya kalkışacak olursanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok haksız, çok nan­kördür.»

Konumuzu oluşturan âyette hitap her ne kadar Resûlüllah'a (A.S.) ise de hüküm bütün ümmetini kapsamaktadır.

Nîmetten söz etmenin veya onu anlatmanın anlamı nedir? Bu hu­susta az farklı yorumlarda bulunulmuştur. Şöyle ki:

a) Allah'ın verdiği nîmeti görünce veya hatırlayınca şükredip nimeti vereni övmektir.

b) Allah'ın verdiği nîmeti gizlemeyip* itiraf etmek ve münasebet düş­tükçe övgüyle ondan söz etmektir.

Zira nîmetten övgüyle söz etmek şükür sayılır.

c) Hasan b. Ali (R.A.) diyor ki: «Sana bir iyilik ulaşırsa veya sen bir iyilikte bulunursan onu din kardeşlerinden güvenebildiklerine anlat. Böyle yapman  «tahdîs-i nîmet»  anlamına gelir.»  Nitekim ünlü âlimlerden  Ebû Firas Abdullah b. Gâlib, kendi dost ve yakınlarına şöyle anlatırdı: «Dün Rabbım bana lûtufta,bulunup ikram etti: Kur'ân'dan şu kadar, ilim kitap­larından şu kadar okudum; şu kadar namaz kıldım; şu kadar zikrettim ve şu kadar hayırlı işlerde bulundum.»

Bunun üzerine dostları ona:

  Sizin gibi bir zat yaptıklarından söz etmemeli değil midir? Deyince, o, onlara şu cevabı verdi:

  Cenâb-ı Hak, Kur'ân-ı Kerîm'de : «Rabbın nimetini elinden geldiğin­ce anlat!» buyuruyor. Siz ise,  «Allah'ın nîmetlerinden söz etme»  diyor­sunuz!.

Sonuç olarak konuyu şöyle özetleyebiliriz: Allah'ın verdiği nîmetle-ri, din kardeşlerimizden ahlâk ve fazîletine, imân ve irfanına güvendikle­rimize anlatmamızda bir sakınca yoktur; yeter ki bunu bir üstünlük, bir böbürlenme vasıtası olarak düşünmeyelim.

Duhâ Sûresi'nin de tefsirini bize müyesser kılan CenâbHakk'a hamd-u senalar; Allah'ın emirlerini bize noksansız tebliğ eden ve açıklayan Resû-lüllah (A.S.) Efendimize ve âline salât-ü selâmlar olsun..[35]

 



[1] Tefsir-i Kurtubî: 20/91

[2] Lubabu’t-Te’vil: 4/385.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6851.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6851.

[4] Tefsir-i Kurtubi: 20/92.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6853.

[6] Müslim/imân : 346

[7] Müslim, İman: 340, 341, 345.

[8] Tirmizi, Kıyamet: 13; Ahmed: 2/75; 5/75; 5/232; 6/23, 24, 28, 29.

[9] Buhari, Rikak: 15; Müslim, Zekat: 120; Tirmizi, Zekat: 40; İbn Mace, Zühd: 9; Ahmed: 2/243, 261, 315, 390.

[10] Müslim, Zekat: 125; Tirmizi, Zühd: 35; İbn Mace, Zühd: 9; Ahmed: 2/168, 173.

[11] Müslim. Suyuti’nin tesbitine göre hadis zayıftır.

[12] Ebu Davud, Edeb: 11; Tirmizi, Birr: 35; Ahmed: 2/258, 295, 303, 461, 492, 3/3274, 4/278, 375, 5/211, 212.

[13] Müsned-i Ahmed: 4/278, 375.

[14] Lübabu't-te'vîLmaani't-tenzîl: 4/388

[15] Nizamuddin Nlsaburî/Tefsîrü Garaibi'] -Kur'ân ;   30/113

[16] Nizamuddin Nlsaburî/Tefsîrü Garaibi'] -Kur'ân ;   30/114

[17] Şevkani, Fethu’l-Kadir: 4/456.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6853-6855.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6855-6856.

[19] İsra: 17/79.

[20] Yusuf: 12/109.

[21] En’am: 6/32.

[22] Nahl: 16/30.

[23] Ankebut: 29/64.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6856-6857.

[25] Tefsir-i Kurtubi: 20/96.

[26] Bilgi için bak : Tefsirin 11. cilt, 5493. sahifesi

[27] Yusuf: 12/95.

[28] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6857-6860.

[29] Beğavi kendi senediyle rivayet etmiştir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6860-6861.

[30] Tirmizi, Zühd: 37.

[31] Nesai, Zekat: 70-76; Ebu Davud, Zekat: 3; Tirmizi, Zekat: 29; Ahmed: 4/70, 5/381, 6/381, 6/382, 383, 424, 438.

[32] Bakara: 2/273.

[33] Ebu Davud, İlim: 9; Tirmizi, İlim: 3; İbn Mace, Mukaddime: 24; Ahmed: 2/263, 305, 344, 353, 495.

[34] El-Camiu li-Ahkâmi’l-Kur’an: 20/101.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6861-6862.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 13/6863-6864.