Ayetteki “Ellezi Enkada Zahrake” "Sırtına Ağır Gelen" İfadesi Hakkında |
Bu sûre, sekiz ayet
olup, Mekkî'dir.[1]
Tavus ve Ömer b.
Abdulaziz bu sûre ile Duhâ Sûresi'nin tek bir sûre olduğunu söyledikleri, bir
rekatta bu ikisini birden {zamm-i sûre olarak) okudukları, okurken araya
besmeleyi sokmadıkları rivayet olunmuştur. Onları buna sevkeden sebep, "Göğsünü genişletmedik mi?" (İnşirah,
94/1) ayetinin, ... "Seni bir yetim
olarak bulmadı mi?" (Duhâ, 93/6) ayetine atfedilmiş gibi
gözükmektedir. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü birincisinin, yani
Duhâ Sûresi'nin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kafirlerden gördüğü eziyetten ötürü,
kederli olduğu bir sırada olmuştur. Dolayısıyla da, Hz. Peygamber (s.a.s)'deki
göğüs darlığı hali teşekkül etmişti. İkincisi ise, bu ayetin nüzulünün, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in göğsünün ferah, kalbinin rahat olduğu bir sırada inmiş
olmasını gerektirir. Hal böyle olunca, nasıl olur da bu iki sûre bir tek sûre
sayılabilir?[2]
"Göğsünü senin
için genişletmedik mi?" (İnşirah, 1).
Cenâb-ı Hak, bu
olumsuz ifadenin başına, istifham-ı inkarî için olan hemzeyi koyarak, bu soruyu
sormuştur. Dolayısıyla bu, onun göğsünün genişletilmiş ve rahatlatılmış
olmasını; olumsuz bu ifadenin, olumlu mana ifade ettiğini gösterir. Binâenaleyh
sanki, "Biz senin göğsünü genişlettik" denilmek istenmiştir. Göğsü
genişletmenin, "inşirâh"ın, ne demek olduğu hususunda iki görüş
vardır:[3]
Birinci Görüş: Şu
rivayette yer alan husustur: "Cebrail (a.s), Hz. Peygamber (s.a.s)'e
geldi, göğsünü yardı, kalbini çıkardı, yıkadı ve o kalbi günahlardan iyice
temizledi. Sonra onu ilim ve imanla doldurup göğsündeki yerine
yerleştirdi."[4]
Bil ki Kadî, bu
rivayeti şu bir kaç açıdan tenkid etmiştir:
1) Rivayette geçen bu hadise, Hz. Peygamber (s.a.s), küçük bir çocuk iken
meydana gelmiştir ve bu mucizelerden bir mucizedir. Ama böyle bir mucizenin,
onun peygamberliğinden önce meydana gelmiş olması caiz (mümkün) değildir.
2) Yıkamanın
tesiri, cisim (madde) olan şeyleri giderme hususundadır.Günahlar ise, maddi
değildir. Binâenaleyh yıkamanın, günahları temizlemede bir tesiri olmaz.
3) "Kalbin
ilim ile doldurulması" (ifadesi) uygun değildir. Aksine Allah Teâlâ,
kalbte ilimler yaratır.[5]
Kâdî'nin birinci
tenkidine, "Mucizenin, peygamberlikten önce meydana gelmesi de, biz (ehl-i
sünnet'e) göre mümkündür" diye cevap verilir. Bu şekilde meydana gelen
mucizeye, "irhâs" denilir. Böylesi "irhâs"lar Hz. Peygamber
(s.a.s) için çokça vaki olmuştur.
Kâdî'nin ikinci ve
üçüncü tenkidlerine de, şöyle cevap verilir: Cebrail (a.s)'in, Hz. Peygaber
(s.a.s)'in kalbinden yıkayıp temizledikleri bu siyah kan'ın kalbin günahlara
meylinin ve taatlardan uzaklaşmasının bir alameti (sebebi) olması; ondan bunu
giderince, bunun, o kalbin sahibinin, günahlardan kaçınıp, taatlara devam eden
birisi olduğuna bir alamet olması; dolayısıyla bunun, melekler için, adeta o
kalb sahiblerinin ma'sum (günahsız) olduğuna bir alamet gibi olması, akıldan
uzak görülecek birşey değildir. Bir de, Allah dilediğini yapar, istediğine
hükmeder (yani onun kalbini bu şekilde temizlemek murad etmiş ve böylece
temizlemiştir).[6]
İkinci Görüş:
"Göğsü genişletmek"den murad, marifetullah ve taatla ilgili bir
husustur. Daha sonra alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Hz.
Peygamber (s.a.s), cinlere ve insanlara peygamber olarak gönderilince, kalbi,
cinlerin ve insanların karşı koyuşundan ve Allah'ın dışında kalan her ma'buddan
ve onların abidlerinden uzak kalıp insanlar tarafından dışlanmasından ötürü
sıkılmaya başladı. Böylece Allah Teâlâ, ona, üstlendiği herşeyi kapsayan ve
onun nezdinde, katlandığı her türlü sıkıntıyı küçülten ayetler verdi. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın tek bir gaye-düşünce haricinde kalbinde hiç bir şey bırakmaması
suretiyle oldu. Artık bundan sonra onun kalbinde, geçim derdi, çoluk-cocuk
derdi diye birşey kalmadı. Kafirlerden kendisine gelen eziyetlere de aldırış
etmez oldu. Böylece kafirler onun gözünde, sinekten daha aşağı bir duruma
düştüler. Dolayısıyla da artık onların tehdidlerinden korkmuyor ve onlarda olan
şeylere meyletmiyordu.
Velhasıl "göğsün
genişletilmesi", Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dünyanın önemsizliğini ve
ahiretin mükemmelliğini bilip-anlaması demek olup, Hak Teâlâ'nın, "Allah hidayetini dilediği kimselerin,
göğsünü İslâm'a açar; dalaletini dilediği kimselerin ise göğsünü daraltır"
(En'âm, 6/125) ayeti de bu manadadır. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e şöyle sorulmuştu:
"Ey Allah'ın
Resulü, göğüs genişletilir mi?" Hz. Peygamber (s.a.s),
"Evet" diye cevap vermiştir. Bunun üzerine onlar,
"Bunun alameti
nedir?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Aldanma diyarına meyletmemek, ebedilik yurduna
yönelmek ve gelmezden önce ölüm için hazırlık yapmak" buyurdu. Velhasıl Allah'a, va'd ve va'îdine karşı
arzulu olmasını ve ölüm için hazırlanmasını gerektirir.
2) Hz.
Peygamber (s.a.s)'in göğsü genişledi, açıldı. Böylece bütün işleri, canı
sıkılmadan, morali bozulmadan ve endişeye kapılmadan yapar hale geldi. Öyle ki
ister sıkıntılı, ister huzurlu anlarında olsun, hep gönlü ferah ve görevini ifa
ile meşgul hale geldi. O halde "şerh", genişletmek demek olup, manası
gamdan, kederden, üzüntüden kurtarmaktır. Çünkü araplar, gammı, kederi,
endişeyi, "Göğüs darlığı" diye ifade ederler. Bu tıpkı, "Andolsun Biz, senin göğsünün
daraldığını biliyoruz" {Hicr, 15/97) ayetinde olduğu gibidir.
Burada şöyle birkaç
soru sorulabilir:[7]
Birinci Soru:
Cenâb-ı Hak niçin burada, "kalb" değil de "sadr" (göğüs) kelimesini
kullanmıştır?
Cevap: Çünkü
vesvesenin yeri, Hak Teâlâ'nın da, "O
şeytan, insanların sadırlarına vesvese verir" (Nâs, 114/5) buyurduğu
gibi, "sadr" (göğüs)dür. Binâenaleyh bu vesveseyi gidermek ve bunu, hayır
duygularıyla dğiştirivermek, şerh-i sadr "Göğsü açmak"tır.
Binâenaleyh şüphesiz Hak Teâlâ, "şerh" işini, kalbe değil de,
özellikle "sadr"a tahsis etmiştir.
Muhammed b. Ali
et-Tirmizî de şöyle der: Kalb, aklın ve marifetin (bilginin) yeridir. Şeytanın
esas hedef kalesi olan göğse yönelir. Orada ufacık bir gedik buldu mu, oraya
hücum eder, ordusunu oraya indirir ve orada gammı, kederi ve hırsı yayar.
Böylece de kalb sıkışır, daralır: Ne taatında lezzet, ne İslâm'ında tad bulur.
Kişi düşmanını ta baştan kovar, mağlub ederse, düşman engellenmiş, emniyet
meydana gelmiş; göğsü genişlemiş ve ubudiyyetini kolayca ifa eder hale gelmiş
olur.
İkinci Soru:
Hak Teâlâ niçin, “Elem neşrah leke sadrake” buyurmuş da, “Elem neşrah sadrake” buyurmamıştır?
Buna şu iki
şekilde cevap verilir:
1) Hak Teâlâ, sanki, "lâm, lâm'a karşılıktır. Çünkü sen, bütün
taatlarını benim için (li'l-lâh) yapmaktasın. Nitekim Hak Teâlâ, ''Ancak Bana ibadet etsinler diye
yarattım" (Zariyât, 51/56) ve "Beni
zikretmek için namaz kıl" (Taha:
20/12). buyurmuştur. Binâenaleyh Ben de yaptığım tüm şeyleri senin için
(li-eclike) yapıyorum" demek
istemiştir.
2) Ayetin bu
ifadesinde, risalet görevinin sağladığı tüm faydaların, Hz. Peygamber (s.a.s)'e
yönelik olduğuna dikkat çekme vardır. Buna göre Hak Teâlâ sanki, "Senin
göğsünü, Benim için değil, senin için gerişlerim" demek istemiştir.
Üçüncü Soru:
Cenâb-ı Hak niçin, "Biz genişletmedik mi?" demiş de, "ben
genişlettim" dememiştir?
Cevap:
Buradaki mütekellim (Biz) nûnunu, ta'zim (saygı ve büyüklük) ifade eden nûn
manasına alırsak, ayetin manası, "İn'âm edenin yüceliği, nimetin
yüceliğine delalet eder. Böylece bu, "göğsü genişletme" işinin,
künhünü akılların eremeyeceği çok büyük bir nimet olduğuna delalet etmiş olur.
Yok eğer bu "nûr"u, çoğul "nûn"u olarak alırsak, bu hususta
meleklerin de çalıştı. Böylece sen, etrafında, sağında-solunda meleklerin dönüp
dolaştığını gördün ve kalbin güç buldu, kalbi kuvvetlenmiş olarak, bu
peygamberlik görevini yerine getiren; karşındakilere bir heybet arzettin de
bundan dolayı sana azab veremediler. Eğer sen, kalbi daralmış bir kimse
olsaydın, onlar sana mutlaka gülerlerdi. Böylece kalbinin kuvvetini onlar için
korku salan, göğsünün genişletilişini de onlar için darlık yapan o yüce Zatı,
noksan safıtlardan takdis ve tenzih ederiz.[8]
"Senin sırtına ağır
gelen o yükünü de kaldırıp attık" (İnşirah, 2-3).
Bu ayetlerle ilgili
olarak birkaç mesele var:[9]
Müberred şöyle der:
"Ayetin bu şekilde ifadesi, “Elem neşrah…” ayetinin, soru şeklindeki
lafzına değil, manasına göredir. Çünkü sen, "Kaldırıp atmadık mı?"
diyemezsin. Ancak, “Elem neşrah…” ayetinin manası, soru değil, olumlu “Şerehnâ”
"şerh ettik, genişlettik" şeklindedir. Binâenaleyh bu ikinci ayet,
genişlettik" şeklindedir. Binâenaleyh bu ikinci ayet, birinci ayetin
lafzına değli, manasına göre getirilmiştir. Çünkü eğer bu ayet, birincinin
zahirine (lafzına) atfedilmiş olsaydı, “Venedau anke” "yükünü kaldırıp
atarız" şeklinde olması gerekirdi."[10]
"Vizr",
günah yükü demek olup, izahı "Onlar
vizrlerini yüklenirler" (En'âm, 6/31) ayetinin tefsirinde geçti.
Buradaki ayet, Hak Teâlâ'nın,
"Geçmiş gelecek
günahlarını bağışlamak için..." (Feth, 48/2) ayeti gibidir.[11]
Ayetteki “Ellezi
enkada zahrake” "sırtına ağır gelen" ifadesine gelince, dilciler
şöyle derler: "Bu hususta esas izah şudur: Yük sırta ağır geldiğinde,
sırttan bir "nakîd", yani bir gıcırtı (hafif bir ses) duyulur ki bu,
hayvanların sırtına yerleştirilen tahtervanın ve semerin, göç yükünün ve
kaburgaların sesidir. Yahut da, üzerine yük vurulduğunda, devenin çıkardığı ses
olup, bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, günah yükünün ağır geldiğini anlatmak için,
mecazi bir ifadedir.[12]
Peygamberlerin de
günah işleyebilecekleri görüşünde olanlar, bu ayeti delil getirmişlerdir. Ama
buna şu iki şekilde cevap verilir:
1)
Peygamberlerin, küçük günah işleyebileceklerini söyleyenler, ayetteki
"vizr"i küçük günahlar manasına almışlardır. Buna karşı, Hak Teâlâ'nın,
"Sırtına ağır gelen o vizr
(yükün)" ifadesi, bunların büyük günah olduğuna delalet eder.
Binâenaleyh daha nasıl bu ifade, küçük günahlar manasına alınır"
denilmesin. Çünkü biz diyoruz ki küçük günahlar bağışlanmış olmasına rağmen,
"sırta ağır gelen", "beli kıran" olarak tavsif edilmeleri,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kendinden böyle bir şey sadır olması halinde,
alabildiğine gamlanmasından ve buna son derece pişmanlık duyacağından ötürüdür.
O sebeple zail olacak mükafaat büyük olduğundan dolayı bu şekilde bir tavsif
yapılmıştır.
Bu, Mu'tezile'nin
görüşüne göre yapılmış bir izahtır. Ama bunda şöyle bir problem vardır: O da
şudur: Kâdî'ye göre, Cenâb-ı Hakk'ın küçük günahları affetmesi vacibtir.
Halbuki Allah Teâlâ, bu ayeti, bir lutfunu ve ihsanını anlatmak için
getirmiştir. Üzerine vacib olan birşeyi yerine getirmek suretiyle lütufta
bulunduğunu söylemenin doğru olmayacağı ise malumdur.[13]
2) Buradaki
"vizr" (yük), "günah"tan başka bir manaya hamledilebilir.
Buna göre şu izahlar yapılabilir:
a) Katâde
şöyle der: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in, peygamberlik öncesi, cahiliyet
döneminde geçmiş günahları vardı. Bu günahlar ona ağır geliyor, üzüntü
veriyordu. Dolayısıyla Allah, bunları bağışladı."
b) Bundan
murad, hakkıyla yerine getirme, gereklerini ifa etme ve hukukunu görüp
gözetmeden ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s)'in sırtına ağır gelen, nübüvvet
yüklerinin hafifletilmesidir. Dolayısıyla Allah Teâlâ, işte bu yükü ona
kolaylaştırmış ve böylece yükünü ondan almış, o, nübüvvet yükünü kolay taşır
hale gelmiştir.
c) "Vizr",
câhilyye dönemindeki insanların, Hz. İbrahim (a.s)'in sünnetini
değiştirmelerini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hoş görmeyişi manasınadır. Çünkü Hz.
Peygamber (s.a.s), Allah onu kuvvetlendirip de, "Şimdi İbrahim'in dinine
uy" deyinceye kadar, onlara karşı çıkamıyordu.
d) Bunlar,
Hz. Peygamber (s.a.s)'e sanki kendi günahı gibi ağır gelen, ümmetinin
günahlarıdır. Zira Hak Teâlâ, "Sen onların içinde olduğun sürece, Allah
onlara azab etmeyecek" (Ental, 33) buyurup da böylece dünyada onlara azab
etmeyeceğine, Hz. Peygamber (s.a.s)'e garanti verip, öbür dünyada da onlara
şefaat edebileceği va'dinde bulunmaya kadar, ümmeti hakkında ne yapacağını
bilemiyordu.
e)
Bu, "sadır olması halinde, sırtına ağır
gelecek olan, böylesi günahlardan
koruduk" demektir. Böylece mecazi olarak, "koruduk"
yerine, "kaldırıp attık" ifadesi kullanılmıştır. Rivayet edilen şu
husus da bunu gösterir. Hz. Peygamber, peygamber olmazdan önce, def ve zurna
dinlemek için, eğlenceli bir düğün yemeğinde bulunmuş. Ama Allah Teâlâ ona bir
uyku vermiş ve ancak sabahın sıcaklığı onu uyandırmış.
f)
"Vizr", Hz. Peygamber (s.a.s)'in Cebrail (a.s) ile ilk
karşılaştığında, ondan duyduğu heybet ve korkudur. Çünkü bu esnada onu bir
titreme almış ve neredeyse kendini o dağdan atacak olmuş. Derken kendine gelmiş
ve Cebrail (a.s)'e öylesine alışmış ki, şimdi de, ona olan iştiyakından ötürü,
yine neredeyse kendisini o dağdan atacak hale gelmiştir.
g)
"Vizr", Hz. Peygamber (s.a.s)'in başına gelen eziyetler ve
sövüp-saymalardır. Öyle ki (başlangıçta) bütün bunlar ona son derece zor
geliyor ve kendisini titreme alıyordu. Derken Allah Teâlâ onu kuvvetlendirdi
de, müşrikler yüzünü (Uhud'da) yaralarken bile, "Allah'ım, kavmimi hidayete erdir" diyecek hale geldi.
h) Eğer bu
sûrenin inişi, amcası Ebû Tâlib ve hanımı Hz. Hatice'nin ölümünden sonra ise,
yemin olsun ki, bunlardan ayrılışı Hz. Peygamber (s.a.s)'e, büyük bir vizr
(yük) gibi gelmiştir, İşte Cenâb-ı Hak, bu yük ve sıkıntısını, onu göklere
çıkarıp, her melek tarafından karşılanıp selamlaması ile kaldırıp atmıştır.
Böylece de Hz. Peygamber (s.a.s)'in namı yücelmiştir. İşte bundan ötürü Hak
Teâlâ, "Senin namını da
yükselttik" (İnşirah, 94/4) buyurmuştur.
i) Buradaki
"vizr" (yük) ile ve ''ağır gelme" ile Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
peygamberlik öncesi hayreti kastedilmiştir. Çünkü O, mükemmel aklıyla, Allah
Teâlâ'nın, kendisi üzerindeki büyük nimetleri, kendisini yokluktan varlığa
çıkarışını, hayat, akıl ve çeşitli nimetler verişini görünce, Allah'ın bu tür
nimetleri, Hz. Peygamber (s.a.s) üzerinde öylesine bir ağırlık oluşturuyordu
ki, neredeyse bu, utancından ötürü, onun belini kıracaktı. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.s), Allah'ın üzerindeki nimetlerinin kesintiye uğramadan devam ettiğini
görüyor, ama (bunlara karşılık) Rabbisine nasıl itaat edeceğini bilemiyordu.
Binâenaleyh kendisine nübüvvet ve mükellefiyet gelip de, Rabbisine nasıl itaat
etmesi gerektiğini öğrenince, utancı azaldı ve yükleri hafifledi. Çünkü cimri
bir kimse, kendilerine hizmetle karşılıkta bulunmaksızın dahi, nimetlerin
artışından utanmaz. Fakat kerim bir insan, herhangi bir hizmet ile de olsa, nimetlere
karşılık veremez bir halde iken, kendisine durmadan nimet verildiğinde, bu
durum, neredeyse utancından ölecek şekilde, onda bir yük oluşturur. Binâenaleyh
nimet veren, bir tür hizmetle, nimet verdiğini mükellef tutunca, nimet ona
hafif gelir ve günlü rahatlar.[14]
"Senin namım da
yükselttik" (İnşirah, 4).
Bil ki bu ayet,
âlimlerin bununla ilgili olarak söylediği, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamber
oluşu, yerde ve gökte meşhur oluşu, isminin Arş üzerine yazılışı, kelime-i
şehadette ve tahiyyatta adının, Allah'ın adıyla birlikte zikredilişi, nâmının
önceki kitablarda yer alışı; her tarafa yayılışı; kendisiyle peygamberliğin
noktalanışı, hutbelerde, ezanlarda ve kitabların başlarında - sonlarında
zikredilişi; "Allah ve Resulü razı
edilmeye en müstehaktırlar" (Tevbe, 9/62); "Kim Allah ve Resulüne itaat ederse" (Nisa, 4/69); "Allah'a ve Resulüne itaat edin"
(Nisa, 4/59) ve benzeri ayetlerde, Kur'ân-ı Kerim'de, isminin Allah'ın ismiyle
birlikte zikredilişi; Hak Teâlâ diğer peygamberlere, "Ey Musa, ey İsa" diye isimleriyle seslenirken, ona, "Ey Resul, Ey Nebî" diye hitab
edişi gibi şeylerin tümünü içine alır. Yine bu ayet, Cenâb-ı Hakk'ın, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i kalblerde, insanların zikrinden hoşlanır bir biçimde sokuşunu
da içine alır. Bu Hak Teâlâ, "Rahman
onlar için bir sevgi verir" (Meryem, 19/96) ayetinin beyan ettiği
manadır. Buna göre Hak Teâlâ sanki şöyle demek istemiştir: "Alemi, sana
tabi olanlar ve seni sevenlerle doldurdum. Hepsi de seni övüyor, sana salat-ü
selam getiriyor ve sünnetini sürdürüyorlar. Hatta farz namazlardan herbirinin
yanısıra mutlaka sünnet namazlar var. Binâenaleyh sana tabi olanlar, farzlar
hususunda Benim emrime; sünnetler hususunda da senin emrine uyuyorlar. Çünkü, "Kim Resule uyarsa, Allah'a uymuş
olur" (Nisa, 4/80) ve "Şüphesiz
sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmişlerdir" (Fetih, 48/10)
sultanlar bile sana tabi olmaktan, yoluna gitmekten yüz çevirmemişlerdir.
Kıraat alimleri, senin getirdiğin ayetleri ezberliyor; müfessirler, senin getirdiğin
Furkan'ın manalarını tefsir ediyor; vaizler de senin öğütlerini tebliğ ediyorlar.
Hatta alimler ve hükümdarlar, senin için hizmete üşüyüyor; kapılar ötesinden
seni selamlıyor, yüzlerini senin "Ravza"nın toprağına sürüyor,
şefaatini umuyorlar. Şu halde senin namın, şerefin, kıyamete kadar sürecektir.[15]
"Demek, hakikaten
güçlükle beraber kolaylık var. Muhakkak güçlükle beraber kolaylık var"
(İnşirah, 5-6).
Bu ayetle ilgili
birkaç mesele vardır:[16]
Bu ayetin kendisinden
önceki ifadelerle münasebeti şudur: Müşrikler, Hz. Peygamber (s.a.s)'i,
fakirlikle ayıplıyor ve eğer bu ileri sürdüğün şeyden maksadın zengin olmak
ise, sen Mekke ehlinin en zengini gibi oluncaya kadar senin için mal
toplayalım" diyorlardı. Dolayısıyla bu husus, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
gücüne gidiyordu. Hatta aklına, bunların İslâm'dan, kendisi fakir olduğu ve
onlar tarafından hakir addedildiği için yüz çevirdikleri fikri geliyordu. İşte,
bu yüzden Cenâb-ı Hak, bu sûrede, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olan lütuflarını
tadad ederek, "Senin için göğsünü açmadık mı?" Senden yükünü, yani
cahiliyyede içinde bulunduğun sıkıntıları kaldırıp atmadık mı?" buyurmuş,
sonra da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, kalbinden, müşriklerin kendisini fakirlikle
ayıplaması sebebiyle duyduğu o sıkıntıyı silmek için, dünyada müstağni kılacağı
vadinde bulunmuştur. Bunun delili ise, “Finnemea’l-usri yusran” ifâdesinin
başına, fâ harfinin gelmesidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Onların dediklerine
ve senin içinde bulunduğun malının azlığına üzülme. Çünkü dünyada iken, senin
için, sana yetecek kadar bir kolaylık tahakkuk edecektir" demek
istemiştir.[17]
İbn Abbas şöyle
demektedir: "Cenâb-ı Hak adeta, bu ayette
"iki kolaylık arasında
bir zorluğu yarattım. Binâenaleyh, bu demektir ki, bir
zorluk, kesinlikle iki kolaylığa galib gelemez" demek istemiştir. Mukatil
de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bir zorluk, kesinlikle iki kolaylığı
yenemeyecek..." dediğini ve bu ayeti okuduğunu rivayet etmiştir.
Bu mananın izahı
sadedinde şu iki şey ileri sürülmüştür:
1) Ferrâ ve
Zeccâc şöyle demektedirler: "Bu ayetlerdeki “Usr” kelimesi, her iki yerde
de elif-lâm'lı olarak “El-usru” şeklinde gelmiştir. Halbuki, burada daha önce
geçmiş belirli herhangi bir şey de yoktur. Binâenaleyh, bu demektir ki, bu
ifadeler, hakiki manaya alınırlar. Böylece de, her iki yerde geçen “El-usr”
kelimesiyle, ayrı ayrı iki şey değil, tek bir şey, zorluk kastedilmiş olur.
Ama, “El-yusr” kelimesine gelince, bu kelime, her iki yerde de nekire olarak
geçmektedir. Bu demektir ki, bunlar ayrı ayrı şeylerdir." Cürcanî bu izahı
zayıf bularak şöyle demektedir: "Bir kimse, “İnnemea’l-farisi seyfen,
innemea’l-farisi seyfen” "Süvariyle beraber, yanında bir kılıç vardır.
Süvariyle beraber, yanında bir kılıç vardır" dediğinde, burada, iki kılıç,
demekten bir binicinin kastedilmiş olması gerekir. Bu ifadeden ise, bunun
anlaşılmayacağı malumdur."
2) İkinci
cümlenin birincisinin bir tekrarı olmasıdır. Ve bu tıpkı, meselâ, Mürselât
Sûresi'inde ifadelerinin tekrar edilmesi
gibidir. Ki, bu tekrarın maksadı, manayı gönüllere yerleştirmen ve kalblere
sokmaktır. Ve yine bu ifade, "Bana, Zeyd Zeyd geldi" ifadesinde
olduğu gibi, tekil kelimelerin tekrar edilişi gibidir.
Ayetteki "iki
kolaylık" ile, dünya kolaylığı, yani beldelerin kolayca fethedilişi ile
ahiret kolaylığı, yani cennet mükafaatının elde edilişi kastedilmiştir. Delili
ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "De ki:
"Sizler, bizim için en güzel iki şeyden birisini bekleyip
duruyorsunuz..." (Tevbe, 9/52) ayetidir ki, bu "en güzel iki
şey" de, zaferler kazanmanın güzelliği ile, (ölüm halinde) cennet
mükafaatının elde edilmesidir. O halde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Bir zorluk, kesinlikle iki kolaylığı
yenemeyecek..." ifadesinden kastedilen işte budur. Bu böyledir, zira
dünyanın zorluğu, hem dünyanın hem de ahiretin kolaylığına nisbetle, işte
ufacık ve az bir şey mesabesindedir. Burada şöyle iki soru sorulabilir:[18]
Birinci Soru: “El-yusru,
yusran” kelimesindeki nekirelik ne
ifade eder?
Cevap:
Tefhîm ve tazim içindir. Buna göre adeta, “İnnemea’l-usri yusran” denilirken,
"Bir zorluğa karşılık ne büyük bir kolaylık ne yüce bir kolaylık
vardır" denilmek istenmiştir.
İkinci Soru:
Kolaylık zorlukla birlikte olamaz. Çünkü bunlar, iki zıt şeydirler.
Binâenaleyh, birarada bulunamazlar!
Cevap: Zorluktan
sonra kolaylığın meydana gelişi, kısa bir zaman içinde olacağı için, bu kesin
addedilmiş, dolayısıyla da, adeta "kolaylık"la birlikte imişcesine
kabul edilmiştir.[19]
"O halde bir
işi bitirince hemen bir başka işe giriş, hemen yorul..." (İnşirah, 7).
Bu ayetin kendinden
öncekilerle münasebeti de şudur: Cenâb-ı Hak, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, daha
önceki nimetlerini tadad edip, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ve ümmetine, ilerde
birtakım nimetler ihsan edeceği va'dini verince, hiç şüphesiz Hz. Peygamber
(s.a.s)'i, bu nimetlere şükretmeye ve ibadetler hususunda sa'y u gayret
göstermeye teşvik ederek, "Bir işi bitirince, hemen bir başka işe
giriş" buyurmuştur. Arapça'da bu manada, “Feizâ ferağte fensab” ifâdesi
kullanılır.
[20]
Katâde, Dahhâk ve
MukatiI de, ayetteki bu kelimeye, "Farz namazlarını bitirdiğinde, yaptığın
duada, Rabbine sarıl ve talebin konusunda O'na yönel. o, sana verir"
manasını vermişlerdir. Şa'bî de, "Teşehhüd'ü bitirince, (yani selam
verince), dünyan ve ahiretin için dua et" manasını verirken, Mücâhid de,
"Dünya işlerini bitirdiğinde, kalk ve namaz kıl..." demiştir.
Abdullah ibn Mes'ûd da, "Farz namazlarını bitirdiğinde, gece namazı
kılmaya kalk" manasını verirken, Hasan el-Basrî, "Savaşı
bitirdiğinde.ibadet hususunda gayret göster..." der. Ali ibn Ebî Talha da,
"Eğer sıhhatin yerinde ise, “Fensab” yani, boş zamanını ibadet ile
geçirmek için kalk..." demiştir ki, bunun delili, rivayet edilen şu
husustur. Şurayh, güreşen iki adama rastlar. Bunun üzerine, "Boş kalan, bu
işle emrolunmadı... Çünkü Cenâb-ı Hak, "O
halde, bir ibadeti bitirdiğinde, başka bir ibadete koyul..."
buyurmuştur" der." Velhasıl ayetteki ifadelerle ibadetlerin birbirine
eklenmeleri ve herhangi bir zamanın ibadetsiz olarak boş geçirilmemesi; birini
bitirdiğinde diğerini yapmaya koyulması manası kastedilmiştir.[21]
'Ve ancak Rabbini
arzula" (İnşirah, 8).
Bu hususta iki izah
şekli bulunmaktadır:
1)
"Rağbet ve arzunu, ancak Allah'a tahsis
et. Ancak, O'na tevekkül ederek, O'nun lütfunu iste..."
2)
"Din, dünya ve düşmanlarına karşı muzafferiyet elde etme gibi arzuladığın
diğer şeyler hususunda Rabbine yapış ancak..." Bu ifade (Rağben),
"rağgıb..." şeklinde de okunmuştur ki, buna göre mana, "İnsanları,
Allah katında olan şeyleri istemeye teşvik et, arzulandır" şeklinde olur.
Allah (c.c) en iyi bilendir. Salat u selâm, efendimiz Hz. Muhammed'e, onun
âline ve ashabına olsun (amin)![22]
Bu ifade (Rağben), "rağgıb..." şeklinde de okunmuştur. [23]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/227.
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/229.
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/229.
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/229.
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/230.
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/230.
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/230-231.
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/231-232.
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/232.
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/232.
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/232.
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/232-233.
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/233.
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/233-234.
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/234-235.
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/235.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/235-236.
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/236.
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/237.
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/237.
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/237.
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/238.
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 23/238.