TİN SURESİ 2

1- Buradaki "İncir ve Zeytin"den Kasıt: 2

2- Bu Görüşlerin Sahih Olanları: 2

3- İncirde Zekât Var mıdır?. 3

1- Ahsen-i Takvîm'de Yaratılan İnsan: 4

2- Aşağıların Aşağısına İndirilen İnsan: 4


TİN SURESİ

 

Rahman ve Rahim Allah'ın Adı ile

Çoğunluğun görüşüne göre Mekke'de inmiştir. İbn Abbas ve Kalade Me­dine'de indiğini söylemişlerdir. Sekiz âyel-i kerimedir. [1]

 

1. Andolsun incire ve 2eytine

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:

 

1- Buradaki "İncir ve Zeytin"den Kasıt:

 

"Andolsun incire ve zeytine" buyruğu hakkında İbn Abbas, el-Hasen, Mü-cahid, İkrime, İbrahim en-Nehâî, Ala b. Ebi Rebâh, Câbir b. Zeyd, Mukatil ve el-Kelbi şöyle demişlerdir: Bu sizin yemekte olduğunuz, incir ve yağım sı­kıp çıkardığınız, bildiğiniz zeytindir. Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ve Turu Sina'dan çıkan yağ veren ve yiyenlere katık olan bir ağaç da (yarattık)." (d-Mu'minun, 23/20)

Ebu Zerr dedi ki: Peygamber (sav)'a bir sepet incir hediye edildi, o: "Yeyiniz" diye buyurdu ve kendisi de ondan yedi. Sonra da şöyle buyurdu: Eğer bir meyvenin cennetten inmiş olduğunu söyleyecek olsaydım, o budur diyecektim. Çünkü cennetin meyvelerinin çekirdeği yoktur. Siz bunu yiyiniz. Çünkü bu meyve basurları keser ve nükris (diye bilinen eklemdeki ağrılar demek olan gut) hastalığına karşı fayda sağlar."[2]

Muaz'dan rivayet edildiğine göre o bir zeytin çubuğu ile dişlerini misvak-lamış ve şöyle demiştir: Peygamber (sav)'i şöyle buyururken dinledim: "Zey-ün (ağacının çubuğu} ne güzel misvaktır! O mübarek bir ağaçtandır, ağıza hoş bir koku verir ve dişlerin sarılığını giderir. O benim de, benden önceki peygamberlerin de misvakıdır."[3]

Yine İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre incir, Nuh (a.s)'ın Cudi üzerin­de inşa ettiği mescid, zeytin Beytu'l-Makdis mescididir, demiştir. ed-Dahhak da, incir Mescid-i Haram, zeytin Mescid-i Aksa'dır demiştir, tbn Zeyd'e gö­re incir Di mask mescidi, zeytin de Beytu'l-Makdis'in mescididir.

Katade: încir Şam'ın üzerinde inşa edildiği dağdır, zeytin Beytu'l-Makdis'in üzerinde bulunduğu dağdır, demiştir.

Muhammed b. Ka'b dedi ki: İncir Ashab-ı Kehfin mescidi, zeytin İlya mes­cidi demektir.

Ka'b el-Ahbar ve yine Katade ile İklime ve İbn Zeyd şöyle demişlerdir: İn­cir Dımaşk, zeytin Beytu'l-Makdis'tir. et-Taberi'nin tercih ettiği de budur.

el-Ferrâ dedi ki: Ben Şam ahalisinden bir kişiyi şöyle derken dinledim: İn­cir llulvan'dan, Hemezan'a kadar olan bölge arasındaki dağlardır. Zeytin ise Şam dağlandır.

Bunların Şam'da iki dağ oldukları da söylenmiştir. Süryanice de bunlara Turu Zeytâ (zeytin dağı) ve Turu Tinâ (incir dayı) denilir. Bu dağlara bu isim­lerin veriliş sebebi bu dağlarda bu meyvelerin yetişmesidir. Ebu Mekîn de İk-rime'den böylece rivayet etmiştir. Buna göre Ikrime, incir ile zeytin Şam di­yarında iki dağsn adıdır, demiştir. en-Nabiğa da şöyle demiştir:

"0 bulutlar yan taraftan Teyn denilen yere geldiler."

Burada (Teyn) bir yerin adıdır.

Muzafın hazfedilmiş olma ihtimali de vardır. Yani incir ve zeytinin bitti­ği yere andolsun, demek olabilir. Fakat Kur'ân'ın zahiri ifadelerinden buna dair bir delil olmadığı gibi; ona muhalefet etmenin caiz olmadığı zatın buy­ruklarından da böyle bir delil bulunmamaktadır. Bu açıklamayı en-Nehhas yapmıştır. [4]

 

2- Bu Görüşlerin Sahih Olanları:

 

Bu görüşlerin en sahih olanı birincisidir. Çünkü hakikat anlamı odur. Bir delil bulunmadıkça da hakikat anlamı bırakılıp, mecazî anlama geçilmez. Şa­nı yüce Allah'ın incire yemin etmesi, cennette Adem (a.s)'ın kendisi ile ör­tündüğü ağaç oluşundan dolayıdır, Çünkü yüce Allah: "Ve üzerlerine cennet yapraklarından üstüste koyarak örtmeye başladılar." (el-A'raf, 7/22) diye bu­yurmuştur ki; bu koydukları şey de incir ağacının yaprağı idi.

Bir başka açıklamaya göre, incir ile yemin etmesi, bu meyvedeki pek bü­yük lütfü açıklaması içindir. O görünüşü itibariyle güzel, tadı hoş, kokusu hoş, toplanması koiay ve büyüklüğü de bir lokma kadardır. Bu hususta şu beyit­leri söyleyen ne güzel söylemiş:

"Kuşluk vaktinde dallardaki incire bak! Derisi parçalanmış, boynunu yana yatırarak Sanki elinden alınmış bir nimetin sahibi idi De, elbisesi yeni iken. sonra eskidi Tepelerdeki en küçük, onların en büyükleridir Fakat yollarda onun için çağırılır."

Bir başka şair de şöyle demiştir:

"İncir bana göre her meyveden üstündür Parlak dalında eğilip büküldüğü vakit

Yüzü tırmalanmış, balı akmış

Sanki Allah'a haşyetinden riikua eğilmiş."

Yüce Allah'ın zeytine yemin etmesi ise su buyruğunda onu ibrahim (a.s)'a benzetmesinden dolayıdır. "Mübarek bir zeytin ağacından tutuştu­rulan..,". (cn-Nur, 24/35) Şam ve Mağrib ahalisinin çoğunlukla kullandıkla­rı kaıık odur. Onlar zeytini katık olarak kullandıkları gibi, pişirdikleri yemek­lerde de (yağını) kullanıyorlar, onunla kandillerini tutuşturarak aydınlanıyor­lar. Karın hastalıkları, çeşitli yaralar ve irinlerin tedavisinde kullanılır. Onda pekçok faydalar vardır. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Sız zeytinya­ğını yiyiniz, onu vücudunuza sürünüz. Çünkü o hiç şüphesiz mübarek bir ağaçtandır.'[5]

Bu hususa dair açıklamalar daha önceden el-Mu'minun Sûresinde (24/35. âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. [6]

 

3- İncirde Zekât Var mıdır?

 

İbnu'l-Arabî dedi ki: Şanı yüce yaratıcının inciri yaratmak ile bize lülfu-nu hatırlattığı ve ondaki lütfün büyüklüğün gıda olarak kullanılıp, saklana­bilme özelliği olması dolayısıyla biz incirde zekâtın sözkonusu olduğu gö­rüşündeyiz. İncire zekâtın düştüğünü açıkça ifade etmekten birçok ilim adamının kaçınmasının sebebi ise, yöneticilerin zulmünden kaçınmak işle­mdendir. Çünkü onlar zekata tabi olan mallar hususunda haddi aşar, ilen gi­derler. Çok doğru sözlü yüce Peygamberin (Allah'ın salat ve selâmı ona) ha­ber verip, uyardığı şekilde, zekâtı ödenmesi gereken bir borçmuş gibi (zor­balıkla) tahsil etmeye kalkışırlar. Bundan dolayı ilim adamları yöneticilere hak­sızca ve zulümle başkalarının malına el uzatmaları için fırsat vermek isteme­diler. Şu kadar var ki; kişinin Rabbinin üzerindeki nimetin hakkını ödemek suretiyle üzerine düşen görevini yerine getirmesi gerekir. Şafiî, bu ve ben­zeri illet (sebeb) dolayısıyla şöyle demiştir: Zeytinde zekat yoktur. Fakat sa­hih olan, her ikisinde de (incirde ve zeytinde de) zekatın vacib olduğudur, [7]

 

2. Sina dağına

 

İbn Ebî Necîh, Müeahid'den "dağına" (anlamına gelen: Tur lafzını) "dağ" diye, "Sina (Sinin)" lafzını da -Süryanicede- mübarek diye açıkladığını riva­yet etmiştir.

İkrime'den gelen rivayete güre o, İbn Abbas'ın şöyle dediğini nakletmiş-tir: "Tur" dağ "Sînîn': ise güzel demektir. Katade dedi ki: Sînîn mübarek ve güzel demfckıir, demiştir.

İkrime'den şöyle dediği nakledilmiştir: (Sînîn, Sîna) şanı yüce Allah'ın ken­disinden Musa (a.s)'a seslendiği dağdır. Mukati] ve el-Kelbî şöyle demişler­dir: "Sînîn (Sina)" kendisinde meyve veren ağaç bulunan herbir dağdır. Bu Sînîn ve Sina diye anılır, Nabat dilinde böyledir,

Amr b. Meymısn'dan şöyle dediği nakledilmiştir: Mekke'de yatsı namazı­nı Ömer b. d-Hattab ile birlikte kıldım, ü "Andolsun İncire ve zeytine, Sî-nâ dağına ve şu emin beldeye ki" buyruklarını okudu. "Sînâ dağına" anla­mındaki buyruğu; diye okudu. (Amr) dedi ki: Abdullah (b. Me-sud)'ın kıraatinde de böyledir. Beyt'i tazim etmek için de sesini oldukça yük­seltti. İkinci rekatte de "Rabbinin Fil sahihlerine ne ettiğini görmedin mi?" (el-Fil, 105/1) ile "Kureyş'in güvenlik ve esenliği içm"(Kureyş, 106/1) sûre­lerini arka arkaya okudu.

Bunu İbnu'l-Enbari zikretmiştir.

en-Nehhâs dedi ki: Abdullah (b. Mesud)'un kıraatinde "sin" harfi kesreli olarak; "Sina:' şeklindedir. Amr b. Meymun'un Ömer'den rivayetine gö­re ise ''sin" harfini üstün olarak okumuştur.

el-Ahfeş dedi ki: "Tür" bir dağdır, "Sînîn" de ağaç demektir. Tekili "sînî-niye" diye gelir. Ebu Ali dedi ki: "Sînîn" lafzı "fi'lil" vezninde olup "lam"a te­kabül eden "nun" harfi bu lafızda tekrarlanmıştır. Kaygan yer olan "zihlîl"; bir parça kuru hurmayı anlatan "kirdide" ile uzun için kullanılan "hınzid" la­fızlarında tekrarlandığı gibi.

"Sina" lafzı munsarıf olmadığı gibi ".sînîn" lafzı da mıınsarıf değildir. Çün­kü burası bir bölgenin yahut bir yerin adıdır. Eğer bir mekanın yahut bir ko­naklama yerinin ismi kabul edilse ya da müzekker bir isim olarak değerlen­dirilse, munsanf olur. Çünkü bu durumda müzekker olan bir varlığa, müzek­ker olan bir isim verilmiş olur.

Yüce Allah'ın bu dağa yemin etmesinin sebebi bunun Şam ve mukaddes arzda bulunmasıdır. Yüce Allah, bu ikisini de mübarek kılmıştır. Nitekim yü­ce Allah; "çevresini mübarek kıldığımızMescid-i Aksu'ya..." (el-İsra, 17/1) diye buyurmuştur. [8]

 

3- Ve şu emin beldeye ki...

 

Bununla Mekke'yi kastetmektedir. Yüce Allah'ın burayı "emin" diye ad­landırması buranın güvenlikli olmasından dolayıdır. Nitekim bir başka yer­de: "Kendilerine güvenli, kutsal bir belde yaptığımızı..." (et-Ankebut, 29/67) diye buyurmaktadır. O halde burada "emin"; amin (güvenlik içerisinde olan) demektir. Bu açıklamayı el-Ferrâ ve başkaları yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Ey Esma! Yazık sana bilmiyor musun ki ben,

Bana güvenen (emin) kimseye hainlik etmeyeceğime yemin ettiğimi?"

İşte yüce Allah, "incir" ile Dımagk'ı, "zeytin" ile Beytu'l-Makdis'i kastet­miştir diyenler bunu delil gösterirler. Yüce Allah İsa (a.s)'ın barınağı oldu­ğu için Dımaşk dağına, peygamberlerin ikametgahı olduğu için Beytu'l-Makdis dağına, İbrahim'in eseri ve Muhammed'in yurdu olduğu için Mekke'ye yemin etmiştir. -Allah'ın salât ve selâmı hepsine uİsun.- [9]

 

4. Andolsun Biz, İnsanı gerçekten ahsen-i takvimde yarattık.

5. Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük.

 

Bu buyruğa dair açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:

 

1- Ahsen-i Takvîm'de Yaratılan İnsan:

 

"Andolsun ki Biz, insanı... yarattık" buyruğu yeminin cevabıdır. "İnsan" ile kastedilen kâfirdir. Bunun Velid b. el-Muğire olduğu söylendiği gibi, Kelede b. Esîd olduğu da söylenmiştir. Buna göre buyruk, öldükten sonra di­rilişi inkâr edenler hakkında inmiştir.

"insan" ile kastedilenin Adem ve onun soyundun gelenler olduğu da söy­lenmiştir.

"Ahsen-İ takvım'de" buyruğu ile, onun mutedil ve dengeli yaratılışı ile gençliğinin olgunluğu kast edilmektedir. Genel olarak müfessirler böyle açıklamışlardır. O varlıkların en güzelidir. Çünkü herşey yüzüstü (yürüyecek şekilde) yaratılmış olduğu halde yüce Allah insanı dimdik yaratmıştır. Onun akıcı bir dili vardır, elleri vardır, kendileriyle yakaladığı parmaklan vardır.

Ebû Bekr b. Tâhir dedi ki: O akıl ile süslü, ilâhi emri yerine getiren, ayır-dedme gücü ile doğru yola iletilmiş olan ve boyu yukarı doğru uzayan, ye­diği herşeyi eliyle uzanıp alan bir varlık olarak yaratılmıştır.

İbnu'l-Arabî dedi ki: Yüce Allah'ın insandan daha güzel bir yaratığı yok­tur. Yüce Allah, onu canlı, bilgi sahibi, kudret sahibi, irade sahibi, konuşan, işiten, gören, işini çekip çeviren ve hikmetli bir şekilde davranan bir varlık olarak yaratmıştır. Bütün bunlar ise yüce Rabbin sıfatlarıdır. Bazı ilim adam­ları da bunları ifade etmişlerdir. "Allah Adem'i kendi sureti üzere yaratmış­tır"[10] buyruğu da bu hususu beyan etmektedir. Bundan maksat da az önce sözünü ettiğimiz sıfatlarına (kısmen) sahih olması demektir. Bir rivayetle; "Rahmanın sureti üzere"[11] denilmektedir. Rahmanın müşahhas bir sureti na­sıl olabilir ki? O halde geriye sadece bunların mana olarak anlamlan kalmak­tadır.

el-Mubarek b. Abdu'l-Cebbar el-Ezdi bize haber vererek dedi ki: Bize Ka­dı Ebıı'l-Kasım Ali b. Ebi Ali el-Kadi el-Muhassin babasından haber vererek dedi ki: İsa b. Musa el-Haşimi eşini pek çok severmiş. Bir gün ona: Eğer sen aydan daha güzel değilsen benden üç talak ile boş ol, dedi. Hanımı kalkıp, ondan perde arkasına çekildi ve sen beni boşamış oldun, dedi. Çok zorlu bil­gece geçirdi. Sabah olunca Mansur'un sarayına gitti, ona durumu haber verdi. Bu işe katlanamayacağını açıkladı. Bunun üzerine (Mansur) fakihleri huzuruna çağırdı, onlardan fetva isledi. Bütün hazır bulunanlar: Hanımı boş oldu, dedi. Ebu Hanife mezhebine mensub bir kişi müstesna, o susuyor­du. Mansur ona: Sen ne diye konuşmuyorsun? dedi. Adam ona şu cevabı ver­di: Rahman ve rahim Allah'ın adı ile; "Andolsun incire ve zeytine, Sina da­ğına ve şu emin beldeye ki; andolsun Biz İnsanı gerçekten ahsen-i takvim­de yarattık." Ey müminlerin emiri! O halde insan eşyanın en güzelidir, ondan daha güzel hiçbir şey yoktur. Bunun üzerine Mansur, İsa b. Musa'ya; Du­rum bu adamın dediği gibidir. Haydi hanımın yanına giL, dedi. Ebu Cafer el-Mansur .idamın hanımına da: Kocana itaat et, ona isyan etme, o seni boşa-mış olmadı, diye haber gönderdi.

İşte bu insanın batınen, zahiren, görünüşünün güzelliği ve hilkatinin ya­pısı itibariyle Allah'ın yarattığı en güzel mahluk olduğunu göstermektedir: İçin-dekileriyle baş. birarada topkdıklarıyla göğüs, ihtiva ettikleriyle karın, iğin­de sakladıklanyla fere, yakaladıklanyla e!ler ve yüklenip taşıdıkları yi a ayak­lar... Bundan dolayı filozoflar şöyle demişlerdir: Şüphesiz ki, insan küçük ev­rendir. Zira yaratılmışlarda bulunan her ne varsa onda toplanıp biraraya ge­tirilmiştir. [12]

 

2- Aşağıların Aşağısına İndirilen İnsan:

 

"Sonra onu aşağıların aşağısına" yani erzel-i ömre (ömrün en kölü, en fena çağına) "döndürdük." Bu da gençlikten sonra ihtiyarlık, güçten sonra zayıflık halidir. Nihayet insan birinci halindeki çocuk gibi olur. Bu açıklama­yı ed-Dahhak, el-Kelbi ve başkaları yapmıştır.

İbn Ebi Necih'in, Mücahid'den rivayetine göre; "sonra onu aşağıların aşa­ğısına" cehennem ateşine "döndürdük" diye açıklamıştır ki, maksat kâfirdir, Ebu'l-Aliye de böyle açıklamıştır.

Bir açıklama da şöyledir: Yüce Allah, insanı yapısının üzerinde kuruldu­ğu o üstün niteliklerle nitelendirince, insan azdı ve üstünlük tasladı. Öyle ki; "ben sizin yüce Rabbinizim" (en-Nâziât, 79/24) diyecek noktaya kadar gel­di. Allah kulunun bu durumunu bildiğinden, ilâhî hükmünü kendisi verdi­ğinden, onu aşağıların aşağısına döndürdü. Bu da içini pislik ve necasetle dol­durmak, kimi zaman istiyerek, kimi zaman da mecbur kalarak görülmedik bir şekilde bu pisliği dışına çıkartmak sureti ile bunu yaptı. Ta ki o, durumunun bu olduğunu görüp, gerçek değerinin ne olduğunu bilip haddini aşmasın.

Abdullah (b. Mestıd) ("aşağıların aşağısına" anlamındaki buyruğu): " Aşağılıkların aşağısına" diye okumuş ve; "Aşağı­ların aşağısı" çoğuldur, demiştir. Çünkü "insan" lafzı da çoğul anlamında­dır. Eğer: "Aşağının aşağısına" demiş olsaydı yine caiz olurdu. Çünkü "insan" lafzı tekildir. "Bu ayakta duran en faziletli ki­şidir" denilir fakat -bu anlamda- denilemez. Çünkü tekil için za­mir kullanılır: Eğer tekil için zamir kullanılmamış ise o zaman ona ait olarak kullanılan isim tekil de gelebilir, çoğul da gelebilir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Doğruyu getiren ve onu doğrulayan(\-Ax) ise onlar sa­kınanların ta kendileridir." (ez-Zümer, 39/33); "Muhakkak Biz insana ta­rafımızdan bir rahmet tattırdığımızda bundan dolayı o sevinir. Şayet... on­lara bir kötülük isabet etse..." (eş-Şura, 42/48)

"Sonra onu aşağıların aşağısına döndürdük" buyruğunun, onu sapıklı­ğa geri döndürdük, anlamında olduğu da söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöy­le buyurmaktadır: "Gerçekten insan ziyandadır. İman edip, salih ameller iş­leyen., der müstesna."(el-Asr, 103/2-3) Bu gibi kimseler müstesna. Onlar o ha­le geri döndürülemezler demek olur. "Aşağıların aşağısı" cehennem ateşidir, diyenlerin görüşlerine göre ise (bir sonraki âyetteki) istisna muttasıldır. Bun­dan maksat ihtiyarlıktır, diyenlerin görüşlerine göre ise munkatı'dır. [13]

 

6. İman edip, salih ameller işleyenler müstesna. Çünkü onlar için sonu gelmez bir mükâfat vardır.

 

"İman edip, salih ameller işleyenler müstesna." Bunların yaptıkları iyilikleri yazılır, kötülükleri silinir. Bu açıklamayı İbn Abbas yapmıştır. O şöy­le demiştir: Bunlar (kötülükleri silinenler) ise oldukça yaşlı kimselerdir. Bunlar yaşlılıklarında yaptıklarından ötürü sorumlu tutulmazlar.

ed-Dahhak, ondan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kul eğer gençliğin­de çokça namaz kılan, çok oruç tutup sadaka veren bir kimse ise daha son­raları (yaşlanınca) gençliğinde işlediği amelleri işleyemeyecek kadar zayıf dü­şerse, yüce Allah gençken işlediği amelleri, mükâfatını (işlemiş gibi) yazar. Bir hadiste Peygamber (sav) şöyle buyurınuştun "Kul yolculuğa çıkar yahut hastalanırsa Allah, ona sağlıklı ve ikamet halinde iken yaptığı amellerin benzerini ya zar. "[14]

"İman edip, salih ameller işleyenler müstesna" buyruğunun böylderi bunamazlar ve kocamazlar, alim olup ilmiyle amel eden kimsenin aklı ba­şından gitmez, diye ele açıklanmıştır. Asım el-Ahvel'den, onun İkrime'den ri­vayetine göre îkrime şöyle demiştir: Kur'ân okuyan bir kimse erzel-i ömre (ihtiyarlığa, bunaklığa) döndürülmez. İbn Ömer'den: onun Peygamber (sav)dan rivayetine göre Peygamber şöyle buyurmuştur: "Ömrü uzayıp da ameli güzel olan kimseye no mutlu!"[15]

Rivayet olunduğuna göre; mümin kul vefat ettiğinde Allah onun üzerin­de görevli olan iki meleğe kıyamet gününe kadar kabri başında ibadet etme­lerini emreder ve bu İbadetleri onun için yazılır.

"Çünjcü onlar için sonu gelmez bir mükâfat vardır." ed-Dahhak dedi ki: Amelsiz mükâfatları vardır. Bunun sonu kesilmeyen (mükafat) demek oldu­ğu da. söylenmiştir. [16]

 

7. O halde bundan sonra din hususunda hangi şey seni yalanlaya­bilir?

 

Denildiğine göre burada hitab, azarlamak ve delili kabul etmek zorunda bırakmak için kâfirleredir. Yani ey insan! Sen Allah'ın seni ahsen-i takvim­de yaratmış olduğunu, seni erzel-i Ömre geri döndüreceğini, seni bir halden bir diğer hale geçireceğini bildiğine göre, ölümden sonra dirilişi, amellerin karşılığının görüleceğini -üstelik Mııhammed (sav) da bunu sana haber ver­mişken- seni yalanlamaya iten nedir?

Hitabın Peygamber (sav)'a olduğu da söylenmiştir. Yani sana gelen Allah'ın buyrukları ile birlikte şuna da kesin olarak inan ki; O, hüküm verenlerin ara­sında hükmü en iyi ve en sağlam olandır. Bu anlamdaki açıklama Kaîade'den rivayet edilmiştir. Yine Katade ve el-Ferrâ şöyle demişlerdir: Yani bu açık­lamadan sonra; ey Peygamber seni kim yalanlayabilir?

Bu açıklamayı Taberi de tercih etmiştir. Sanki şöyle buyurmuş gibidir: Bu­na kim güç yetirebilir ki? Yani insanı yaratmaya muktedir olduğumuza, amellerin karşılığının mükâfat ve cezanın tarafımızdan verileceğine dair kudretimiz açıkça ortaya çıktıktan sonra, mükâfat ve ceza hususunda seni kim yalanlayabilir? Şair de şöyle demiştir:

"Temimlilere (yaptıklarının) karşılığım verdik biz Tıpk» bizim atalarımızın -geçmiş dönemde- onların önceki atalarına (yaptıklarının) karşılığım verdikleri gibi." [17]

 

8. Allah hâkimlerin hâkimi değil mi?

 

Yani bütün yarattıklarında sanatı en sağlam olan hâkim değil mi? "Hakim­lerin hakîml"nin hak ile hükmeden, yaratıklar arasında adalet yapan anla­mında olduğu da söylenmiştir. Bu buyruk, kâfirler arasından ezelî yaratıcı­nın varlığını kabul eden kimseler hakkında bir takdir vardır. İstifham hem­zesi (mi anlamını veren soru edatı) eğer olumsuz ifadenin başına gelir ve söy­lenen sözde bilgi sahibi yapma anlamı da varsa, ifade olumlu anlam kaza­nır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Sizler bineklere binenlerin en hayırlıları değil misiniz?"

"O halde bundan sonra din hususunda hangi şey seni yalanlayabilir? Allah hakimlerin hakimi değil mi?" buyruğunun (cihâdı emreden) kılıç âye­ti ile nesh olduğu da söylenmiştir. Her ikisi arasında bir aykırılık olmadığın­dan ötürü, sabit (muhkem) olduğu da söylenmiştir.

İbn Abbas ve Ali b. Ebi Talib (r.anhuma) yüce Allah'ın: "Allah hâkimle rin hâkimi değil mi?" (mealindeki) buyruğunu okuduklarında: "Evet ve ben buna şahitlik edenlerdenim" derler­di. O bakımdan böyle demek uygun görülen bir şeydir. Doğrusunu en iyi bi­len Allah'tır.

Tirmizi bunu Ebu Hureyre'den de rivayet etmiştir. Buna göre şöyle demiş­tir: Her kim: "Andolsun incire ve zeytine" (1. âyet) buyruğunu okuyup da; "Al­lah hâkimlerin hâkimi değil mi?" buyruğunu da okursa: "Evet ve ben bu­na tanıklık edenlerdenim" desin.[18] Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. [19]

(Tin Sûresi burada sona ermektedir. Allah'a hamd olsun).

 



[1] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/199.

[2] Deylemî, Firdevs, İli, 243; ayrıca hk. Munavî, Feyzu'l-Radir, V, 43.

[3] Taberânî, Evsat, i, 210: Deylemî, Firdevs, IV, 260; Mcy.scmî, Mecma', II, 100 -ravilcrin-den İİLiiillel !ı. Muhrtrîinıed'in tercemesini (.hiyngrafisini) .srızkonusu edeni fc.spit edemediği kaydıyla.

[4] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/199-201.

[5] Hâkim, Müstedrek, II, --İ32, IV, 135; Tirmizi, IV, 2H5; İbıı Mace, II, 1103:  Müsned, III. 497.

[6] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/201-202.

[7] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/202.

[8] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/202-203.

[9] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/204.

[10] Buhari, V, 2299; Müstim, IV, 2017, 21K3; Müsned, 11, 244, 251, 3"15, ili, 434, 463. 'Si

[11] Taberanî, Kebir, XII, 430; Heysem", Mecma, VIII, 106

[12] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/204-206.

[13] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/206-207.

[14] Buharı, 111, 1092; Müsned, IV, 410, 418.

[15] Hâkim, Müstedrek, I, 4S9; Tirmizi, İV, 565, 566; Müsned, IV, İHH, 190, V, 40, 43, 47. 4H, 49, 50.

[16] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/207-208.

[17] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/208-209.

[18] Tirmizi, V, 443; Ebu Davud, I, 214.

[19] İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 19/209.